A N N E V E A N N E L İ K

A N N E V E A N N E L İ K

Annelik başlı başına bir marifet işidir.

Çiçek için toprak ne ise,evlat için de anne odur.

Çocuk her şeyi evden,evden de annesinden alır.

Yaptığı tesire bakınız ki; Bediüzzaman Hazretleri şöyle der:”Bir yaşımda iken annemin verdiği o dersler,yaptığı telkinler,ruhumda ve karakterimde derin izler bıraktı. Seksen sene boyunca ulaştığım hakikatlara bakınca,annemin öğrettiklerinin o hakikatların içinde birer esas çekirdek olarak gördüm.”

Hürmet onların hakkıdır.[1]

Onlarla münakaşa edilmemelidir.[2]

Onlara “Öf” bile denilmemelidir.[3]

Kadınların bu zamanda evlatlarından gerekli hürmeti görmemelerinin sebebi;şefkatlerini su-i istimal etmeleri,onları dünyaya bağlamalarıdır.[4]

Anne çocuk ile kaynaşmalı,onun ruhuna kadar nüfuz etmeli,her şeyden önce onu anlamalı ve anlamaya çalışmalıdır. Onu keşfetmeli. Onu açmalıdır. Bu da çocuğunun şifresini bilmekle ve çözmekle mümkün olur.

Çalışan anne,çocuğunu kreşlere veren anne,kazandığının yüz katını da harcasa,kendisinin verdiğini başkası veremez. Kendi annesine göre değil,başkasına göre şekillenmiş olur. Sadece başkasından da beklememelidir. Zira kendisi annesi,o ise kreşteki –bütün samimiyetine rağmen- ücretli eğiticisi ve hocasıdır.

Çocuk ilk dersini annesinden almalıdır.

Mevlâna bunu şöyle özetler:”Kıymetli evladım! Mıknatısın demiri çektiği gibi,insan oğlu da kendisini sevene karşı,muhabbet etmektedir.

Çocuğun annesine olan muhabbeti,dünya zevklerinden,onu yedirip içirmesinden,giydirip kuşatmasından dolayı değildir.

Aralarındaki bu bağ,Allah Taâlanın kalbe koyduğu akrabalık,annelik muhabbeti sebebiyledir.”

Peygamberimiz anne babanın evladına karşı görevlerinden birinin,ona güzel bir isim vermek olduğunu bildirirken;Ana-babaya itaat edilmesi emredilmekte,[5]onların hukuklarıyla ilgili Kur’an-da bu noktada ışık tutulmaktadır.[6]

Dünyaca meşhur,herkes tarafından alkışlanan,kasetleri milyonlarca kimseler tarafından alınıp,dinlenen,maddi tüm imkanlara sahip,şöhretin zirvesindeki bir batılı sanatçı kadın;intihar etmeden önce yazmış olduğu bir not da şunları söylüyordu;

“Eğer anne olsaydım,intihar etmeyi düşünmezdim.”

Anneliğin yerini hiçbir şey,dünya,mal,şan ve hiçbir makam onun yerini dolduramamakta,onun yerine oturamamaktadır.

Yani;”Evet insan;bir refikaya veya bir refika muhtaçdır ki,tarafeyn, aralarında, hayatlarına lazım olan şeyleri muavenet suretiyle yapabilsinler ve rahmetten neşet eden muhabbet iktizasıyla,yekdiğerinin zahmetlerini tahfif etsinler;ve gamlı,kederli zamanlarını, ferah ve sürura tebdil edebilsinler. Zaten dünyada insanların tam ünsiyeti,ancak refikasıyla olur.”[7] Yani kalbe mukabil bir kalb ile…

5-6-1996.

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Bak. Mektubat. B. Said Nursi.21. Mektub.sh.259.

[2] Emirdağ Lahikası. B. Said Nursi. I / 89,2.Nokta.

[3] İsra.23.

[4] Kastamonu Lahikası. B. Said Nursi.241.

[5] İsra.23-25,Ankebut.8,Lokman.14-15,Ahkaf.15, Bak.Sözler. B. Said Nursi. 32.söz.3.mevkıf.2.mebhas.2.nükte.638,644.

[6]Bakara.83,180,215,Nisa.7,33,36,En’am.6,151,İbrahim.41,Meryem.14,Neml.19,Ankebut.8,Lokman.14,Ahkaf.15,17,Bak. Kütüb-ü sitte. prof. İ. Canan 2 / 480.

[7] İşarat-ül İ’caz. B. said Nursi. sh.167.




GENÇLİĞİN FERYADI

GENÇLİĞİN FERYADI

“Gençlik hiç şüphe yok ki gidecek.”

“Eyvah aldandık. Şu hayatı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik. Evet,şu güzerânı hayat bir uykudur. Bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi bir gün uçup,gider.”

Temelsiz bir hayattır gençlik.

“Gençlik hiç şüphe yok ki gidecek. Yaz güze ve kışa yer vermesi ve gündüz akşama ve geceye değişmesi katiyetinde,gençlik dahi ihtiyarlığa ve ölüme değişecek. Eğer o fani ve geçici gençliğini iffetle hayrata –istikamet dairesinde-sarfetse,onunla ebedi, baki bir gençliği kazanacağını bütün semavi fermanlar müjde veriyorlar. Eğer sefâhete sarfetse,nasıl ki bir dakika hiddet yüzünden bir katl,milyonlar dakika hapis cezasını çektirir. Öylede,ğayrı meşru dairedeki gençlik keyfleri ve lezzetler,,ahiret mesuliyetinden ve kabir azabından ve zevalinden gelen teessüflerden ve günahlardan ve dünyevi mücazatlarından başka,aynı lezzet içinde o lezzetten ziyade elemler olduğunu aklı başında her genç tecrübe ile tasdik eder. Mesela,haram sevmekte,bir kıskançlık elemi ve mukabele görmemek elemi gibi çok arızalar ile o cüzi lezzet zehirli bir bal hükmüne geçer. Ve o gençliğin su-i istimali ile gelen hastalıkla hastahanelere ve taşkınlıklarıyla hapishanelere ve kalb ve ruhun gıdasızlık ve vazifesizliğinden neşet eden sıkıntılarla meyhanelere,sefâhethanelere veya mezaristana düşeceklerini bilmek istersen,git hastahanelerden ve hapishanelerden sor. Elbette ekseriyetle,gençlerin gençliğinin su-i istimalinden ve taşkınlıklarından ve gayrı meşru keyiflerinin cezası olarak gelen tokatlardan eyvahlar ve ağlamalar ve esefler işiteceksin.

Eğer istikamet dairesinde gitse,gençlik gayet şirin ve güzel bir nimeti ilâhiyye ve tatlı ve kuvvetli bir vasıta-i hayrat olarak ahirette gayet parlak ve baki bir gençlik netice vereceğini,başta Kur’an olarak çok kat’i ayatıyla bütün semavi kitablar ve fermanlar haber verip müjde ediyorlar. Madem hakikat budur. ve madem helal dairesi keyfe kafidir. Ve madem haram dairsindeki bir saat lezzet,bazen bir sene ve on sene hapis cezasını çektirir. Elbette gençlik nimetine bir şükür olarak,o tatlı nimeti,iffette,istikamette sarf etmek lazım ve elzemdir.”

Gençlik manen ağlamaktadır. Ruhu feryad etmektedir. Ancak delikanlılığın vermiş olduğu delilik,onu ağır etmiş duymamakta,kör etmiş görmemektedir.Şerrin ve tüm kötülüklerin köşe başını tutmuş gençlik. Oysa ecel de kendisininkini tutmuş olduğundan habersizdir.Freni patlamış delikanlının kalbsiz aklı düşünmez,eli kanlıdır. Hayatın en kıymetli sermayesi olan gençlik,bâd-ı heva geçer,çarçur edilir,bozuk para gibi etrafa saçılır.

İhtiyarlıkta ise büyük bir âhı kalır,vâhıyla övünür. Övüneceği şeylere sövülür. Koca bir gençlik dirilmemek,faydalanmamak üzere toprağa gömülür. Geçici zevkleri gitmiş,yerine elem ve kederlerini miras bırakmıştır. Ne kötü bir bitiştir bu bitiş…

İmanla ve ibadetle geçen bir gençliği ebedi bir gençlik beklemektedir. İman ve ibadetten mahrum,sefâhetle geçen bir gençliğin ise ebedi bir ihtiyarlık başına çökmüştür.

Gençlik seli önüne her şeyi katmış sürümektedir. En önemlisi de kendi hayatı sele kapılmış gitmekte,başkasını da götürmektedir.

Genç kalmanın yolu,gençliği öldürmemektedir. Dizleri dövdürmemektedir.

MEHMET ÖZÇELİK




ÇOCUĞUN FERYADI

ÇOCUĞUN FERYADI

“Çocuklarımızın karınlarını ve zihinlerini doyurduğumuz kadar ruhlarını da beslemeliyiz”

Anneciğim bir bilsen sana ne kadar minnettarım. Zira benim dünyaya gelmeme Rabbim seni vesile kıldı. Bana hayatın ve insanlığın verilmesinde sen sebeb oldun,senin vesilenle yaratıldım. Ne kadar fedakar bir anne imişsin ki,kış demeden,gece demeden dokuz ay beni mutlu ve umutlu bir vaziyette taşıdır.Çehreler beşuş,yüzler nurlu idi. Çünkü ben geliyordum. Bir aziz misafir bekliyordunuz. uzun yolculuklardan,zahmetli dönemlerden yuvarlana yuvarlana bir çok imkansızlıklar içerisinde var edildim. İşte anneciğim senin şefkatli kucakların arasında,her kesin sevinçle bana baktığı ve benimde tanımadığım ve görmediğim insanlar içerisindeyim.

Babamı bile bilmiyorum. Zira hiçbir kimseden bir ses ve sadâ duymaz iken senin şefkatle kalbinin sesini işitiyor,o yalnızlıkta onunla teselli buluyor,mest oluyordum. Şimdi ise kalbinle beraber tüm duygularını teneffüs ediyor,senin beni kokladığın gibi bende seni doyasıya kokluyorum ama yinede biliyorum ki,doyulmazsın. Belki sen ana doyarsın ama ben sana doyamıyorum ve de doymayacağım.

Annemin kucakları arasında yıkanmaktayım. Ne de çabuk kirlenmişim. Yoksa kirletilmiş miyim? Devamlı mı böyle kirlenip yıkanacağım? Oysa dokuz aydır böyle bir şeyle karşılaşmamıştım. Demek herkes böyle kirleniyor ve yıkanıyor. Bazı bakışlar ve konuşmalarla da kirleniyorum. O nasıl temizleniyor,bilmiyorum? Demek kirli bir yere gelmişim? Kirlenmemeliyim. Daha doğrusu kirletilmemeliyim. Diğerleri bu konuda ne yapıyor,nasıl temizlik yapıyorlar? O halde anneme yalvarayım,annemden sorayım ve isteyeyim:

-Anneciğim,ben kirlenmemeliyim. Kirletilmemeliyim. Her zaman temiz kalayım. Şimdi olduğu gibi her zaman seveyim,sevileyim.

O halde anneciğim,bana rabbimi anlat,bana yaradanımı anlat,bana ondan bahset,ondan bana haber ver. Benden ne ister,nasıl olmamı ister? Ne yapmamı emreder?Bunları bileyim anneciğim. Bunları öğreneyim anneciğim. İnsanların,kirlenen kimselerin istediği gibi değil,beni yaradanımın istediği gibi olayım. Onu bulayım. Her an onunla olayım. Onu bilmek ve bulmak hakkım değil mi anneciğim? istediklerini yerine getirmek gerekmez mi anneciğim?

Oku bana onun kitabını,bildir bana onun mesajını,anlat bana onun anlamını,yaşat bana ondakini. Bileyim ne diyor,olayım ne istiyor,yapayım neler emrediyor. Bildir anneciğim,anlat anneciğim,yalvarayım nolur anneciğim…

Peygamberimi anlat,gerekirse ağlat,beni ona bağlat. Onun gibi olayım. Onu sorayım. Kalbime sadece onun sevgisini sarayım,onu seveyim. Nolur anneciğim,beni ondan,onun sevgisinden mahrum etme,dünyamı da,cennetimi de haram etme,zehir etme…

Anneciğim,istemiyorum bu dünyayı. Beni cennete götür yada cenneti bize getir. Orada meleklerle,melek gibi insanları görmek,onlarla gezib arkadaş olmak istiyorum. Bunlar,buradakiler beni sıkıyor. Beni sıktırma anne,beni bıktırma anne,beni bunların eline terk edip atma anneciğim. Sonra beni yakarsın,ebedi hayatımı yıkarsın. Ahiretimi yıktırma,yaptır. Bana kıyma anneciğim. Beni getirdin,beterine götürme,getirdiğine pişman ettirme,beni bitirme. Batmak istemiyorum,bitip tükenmek değil,biterek yeşerip gelişmek istiyorum. Ölmek için gelmedim ben bu dünyaya,olmak istiyorum,beni oldur,güllerle doldur. Ama soldurma ne olur.. Temiz geldim,temiz gideyim. Her zaman sana dualar edeyim.

Anlat bana insan olduğumu,niçin var olduğumu? Ben boş bir saksıyım. Ek içime gülleri,ötsün üstünde bülbülleri. Dökme pislikler,ekme zakkum,etme her şeyi bana zıkkım. Derilsin benden cennet çiçekleri,şakısın bülbülleri. Kargalar ötmesin,merkebler anırmasın istemiyorum. Ya ben orda olmıyayım,yada onlar burda… Kıyma bana anne. İşte bak senin elindeyim,oda kurbanlık bir koyun gibi.. Beni kurban için de adarsın,meyhane için de… O göklerden yüksek şefkatin müsaade eder mi anne?

Anneciğim,biricik anneciğim.Seni hiçbir zaman kaybetmek istemiyorum. Ne bu kısa dünyada nede ebedi dünyada. Devamlı benimle olasın. Cennette de kucağına alasın,orada da beni sevesin. Bunu istiyorum senden,senin şefkatinden…

İşte elinde hamurum. Beni istediğin şekilde biçimlendirebilirsin. Ama ne olur biçimsiz biçimlendirme beni. Cehenneme değil,cennete layık şekillendir beni…

Anneciğim,ruhumu aç. Karnımı doyurduğun gibi,kalbimi de,ruhumu da doyur. Asi bir evlat,asi bir kul olmayayım. Bana anarşist demesinler. Bana sokak çocuğu,sürünenler, silinenlerden demesinler. Sürünmek ve silinmek istemiyorum.

İnsan,gerçek bir insan olmak istiyorum. Kıymasınlar bana,beni kıydırma anneciğim.

Ne olur beni anla,kolumdan tut,beni kaldır.

Feryadım değil,ben kalayım…

19-2-1993

MEHMET ÖZÇELİK




ÇOCUKLARIN DÜNYASI

ÇOCUKLARIN DÜNYASI

Çocuklar toplumun aynasıdır. Onlar bizim kimliğimiz ve göstergemizdir. Bizim onları nasıl görmüş olmamızla beraber, onlarında bizi nasıl gördükleri ve görmek istedikleri de o kadar önemlidir. Onların dünyalarında nasıl görünüyor ve görünmekteyiz?

Nasıl görüyor ve gösteriyorsak,öylede onların dünyalarında bulunuyoruz.

Toplumun özü ve özetidirler çocuklar.

Çocuklar; dünyalarını temiz tutamamakla beraber, kirlettiğimiz dünyalarına önem vermediğimiz mağdurlardır.

Bir dünya istiyorum;kirsiz,lekesiz,mafyasız,kavgasız.!

Sizler nasıl bir dünya istiyorsunuz?

Bir dünya bekliyorum;akılla kalblerini koparmıyan,kalblerini akıllarına yedirmeyen bir nesil,bir gençlik bekliyorum!

Kendi ayakkabısının bağını görmiyen,insanların boynundaki adeta manevi esaret bağını görürde,onun kısıtlamasına gider mi?

Boynundaki yükün farkına varmıyan o insan,boynunun borcu olan Allaha kulluğu,insanlara hizmeti hiç düşünür mü?

Çocukların dünyası saf ve şeffaf. Al haberi çocuk dan. Onları kendi dünyamıza alarak kirlettik,onların dünyasına da gidemedik. Alemleri dikensiz. Diken olsa da geçici ve de samimi,batmayan cins-den.

Büyüklerin dünyasında başlara taç olan,gönüllere ilaç olan,insanlığa sertaç olan izzetli peygamberin geçtiği yerlere içerisindeki dikenleri yerlere saçıb döken,onun hesabını yapan Ebu Lehebler ve onun odun taşıyıcısı olan kadınları var. Elleri kurusun! Kurudu,kurudular ya!..Şeyy,eksik mi söyledim; Nesilleri kurusun! Kuruyor ya!..

Kimler geldi,kimler geç di bu felek-den

Kalbur ile un elerken deve geç di bu elek-den.

40 metre öteden,40 yılını harcayarak iğnenin deliğinden ipi geçiren bir ipe hayatı bağlı olanlarda geçti, insanlığı kurtarmayı düşünenler de geçti ve bitirmeyi düşünenler de…Bitkiler ve otlar gibi,bitti,gitti..

İşte küçüklere büyükçe bir soru. Sizin ve insanların dünyasında ne var,ne yok? Kendi dünyam ile mukayesemde gördüğüm; Ben de akılla beraber his,rahmet yağmuruyla beraber sis var. Onlar ise sissiz. Bendeki düşünce ve tecrübe,onlardaki saflık ve şeffaflık.

Büyükler gelin küçük ve çocuk olun, onlarda çocuk kalarak büyüklerin yerinde olsunlar!…

03-10-98
MEHMET ÖZÇELİK




GENÇLER VE GENÇLİK

GENÇLER VE GENÇLİK

Akıldan ziyade hissi dinleyen genç ve gençlik;freni patlamış bir araba gibidir.

Gençliğe,gençliğin elinden tutacak bir el,bir el freni gerekmektedir.

Hisleri galeyana geldiğinde onları durduracak bir emniyet kemeri gerekmektedir.

Bu durumda evvela;genci suça yitecek,kötülüklere çekecek sebeblerin ortadan kaldırılması gerekir. Sonra gencin kalbini ve aklını doyurucu iman ve ilim esasları verilmelidir.

Kısaca:”Aklı aydınlatan fen ilimleridir. Kalbi aydınlatan din ilimleridir. İkisinin birleşmesiyle hakikat tecelli eder. Birbirlerinden ayrıldıklarında,birincisinden şüphe,tereddüt ve inkar,ikincisinden taassub tevellüd edecektir.”

Bugün gençlik başı boş bırakılmakla yetinilmeyip,sür’atle o boşluğa itilmektedir.

Gençlik;boşlukta yürümektedir.

Gençlik;boşlukta yüzmektedir.

Gençlik;boşlukta bocalamaktadır.

Bir an evvel bu boşluğun doldurulması,gençliğin istikamete yönlendirilmesi gerekmektedir.

Zarar verici gelişmelerin budanması,dengeli ve ölçülü büyümesi gerekir.

Toplumun her mevkide,en fazla suç oranının işlendiği kesim,gençlerdir ve gençlik dönemidir.

Gençlik,rehbersizlikten kıvranmaktadır. Zira her şey sisli görülmekte,öyle görmekte ve gösterilmektedir.

Bir kılavuz vasıtasıyla bunların ortadan kaldırılmasına ihtiyaç vardır.

Günahın en çok işlendiği dönem,gençlik dönemidir. Tüketimin,tükenmenin,harcamanın ve harcanmanın en sür’atli ve hızlı olduğu dönem,yine gençlik devresidir.

İnsanın gerek dünyasını,gerekse de ahiretini kazanmaya en müsait olduğu dönem,yine gençlik dönemindedir.

O halde çözülmesi gereken esas problem,gencin problemi,gençliğin problemleridir. Zira,ekonomi de onun içindir ve onun iledir. Eğitimi de onun ile olmakta ve oluşmaktadır.

Gençliğini kaybeden bir toplum,sermayesini yitiren bir esnaf gibidir.

Gençleri kaybetmeyelim.. onları kazanalım…

5-6-1996

MEHMET ÖZÇELİK




MÜMTAZ GENÇLER

MÜMTAZ GENÇLER

“Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız.”

Yıllarca hasretle bekleyip,yollarını gözlediğimiz bir gençliktir mümtaz gençler. Zira bunların dünyası genç ve dinamik bir dünyadır. Taze bir hayatın,taze insanlarıdır bu mümtaz gençler. Bu dünyaları içerisine girilip gezilecek bir dünyadır mümtaz gençlerin dünyası. Bir sürü sürü halindeki gençler içerisinde mümtazdır bu mümtaz gençlerin hayatı. Mümtaz gençler ve mümtaz gençlik cennete aid bir kavram ve yaşayıştır. Hayatın en verimli döneminde bu mümtaz gençlerin ürünleri de kendileri gibi mümtazdır. Bu mümtaz gençler rasulullahın müjdelemiş olduğu bir gençliktir.

Bu mümtaz gençler önlerinde bulunan bir çok barajları,engelleri,aşamaları,kaleleri,zirveleri ve de berzahları aşan farklı şahsiyetlerdir. Hayat berzahının en zor ve tehlikeli devresini aşan bu insanlar,bundan sonraki devreleri de aşacak olan kişilerdir bunlar.

Bu mümtaz gençler deli-dolu,kanı deli gibi akan delikanlılardan olmayıp,istikamet üzere kanı akıllıca akıp,akıllı ve olgun kişilerdir. Akıllı ve dirayetli olup,nefis ve hislerine kapılmayan istikbal vadeden farklı bir nesildir bu mümtaz şahsiyetler. Bunlar zamanın kendilerini bitirip kişiler olmayıp,kazancını bilen,zamanı yaşatmak,ebedi kılıp sermaye olarak kullanan kimselerdir. Fani olanı baki kılan bir gençliktir,bu mümtaz gençlik…

Değerleri değersiz kılmaz. Değerli şeyleri değerlendirip,değersizlerin kendilerinde değerlendiği,değerlerine sahib, değerli bir şahsiyete sahib kimselerdir.

Gençliğin kıymet ve ehemmiyetinin,kıymetli şeylerde olduğunun şuurunda bir gençliktir bu mümtaz gençlik.

Bugünkü gençliğin yarınki gençlik olmasını arzulayıp,bu uğurda gayret gösterenlerdendir. Gençliğini bitirip,geride bırakan bir genç ve gençlik bitmeye,tükenmeye ve de unutulmaya mahkum bir gençlik olduğunu bilir. Gününü gün eden bir gencin,yarını şimdiden tükenen bir genç olduğu basiretindedir. Onlar için yarınlar mazide kaldığı için tükenen müflis bir gençlik peşinde gitmez.

Mümtaz gençlik,geleceğe hazır bir gençliktir. Geleceği olan,geleceğe ümid bağlayan,sigortalanmış bir gençliktir. Müflis nesil;sigortasız,emniyetsiz,aşı boş,hayatı toz-pembe görüp,is-den,sis-den ve de sefâhetin pisliklerinden önünü göremeyen bir gençliktir. Böyle bir genç ve gençlik dizginleri başkalarının elinde olan mahkum bir gençliktir. Mümtaz genç ise maddeye ve manaya,nefsin desise ve hilelerine ve de nesillere hakim bir gençliktir.

Mümtaz genç için hayatın mana ve hakikatı tam bir hakikat manzumesidir. Hayatın manası hayatın boynuna takılmış birer incidir. Hayat onunla kıymet bulur.

Kıymetli şeylerin müşterileri de çok olur. Onlara çokları talib olur. İşte böyle mümtaz gençlerin önüne çok tuzaklar kurulmuş,başları çok ağrıtılmış,onları asıllarından koparmak uğruna,çok kopuk kopmuşlar seferber olmuşlar. Dünyalarını,olmayıp tükettikleri şahsiyetlerini,her şey ile tek bağlantıları olan hayatlarını da bu uğurda feda dahi etmişler,tıpkı mümtaz şahsiyetlerin fedakarlıkları derecesinde,menfi fedakarlık…

Bu mümtaz şahsiyetlere cennet talib olmuş,ötelerden talebler gelmiş,Allah onların talibi olduğu matlub insanlar olmuşlar.

Bu mümtaz gençlere bir girdaba doğru çekilmektedirler. O girdab ki,zahiren tatlı,hakikatta ise acı bir çıkmaz ve de bir sondur. Küfürden sonra mü’min için en tehlikeli bir yoldur. Aynı zamanda boş bırakılan bir gençliğe sunulan alternatifsiz bir alternatiftir. İradenin,kalb ve vicdan gibi alınan duyguların karşısına dikilen nefis canavarıdır.

Böyle bir gencin dünyaya bakışı ve dünya görüşü kördür ve nefis hesabınadır. Görüş mesafesi kısır ve de kasırdır. İleriyi,ebedi alemi görecek gözden mahrum bırakıldığı gibi,aklın gözüne de perdeler çekilmektedir. İşte sefâhet o perdelerdendir.

İşte mümtaz gençler,hem o göze sahibtirler,hem de öyle perdeleri aşmış,perde ötesi bir kimliğe sahib şahsiyetlerdir.

Gencin bakışı kör ve hissi olduğu gibi,gençliğe ve gence bakışta onun kadar körce bir bakıştır. Körce ve körü körüne bir hayata ve hayvaniyete sevkediştir. Oynayan ve hoplayan ve de zıplayan bir gençlik bekleyenler,sonunda onların oynaklık ve hoppalalıklarından da şikayete hakları olmayacaktır. Çünkü öyle bir nesli kendi istedi ve de elde etti. Hayırlı olsun. Hem üst katta zıplamasına müsaade edeceksin,sonrada şikayette bulunacaksın?

Fakat mümtaz gençlik,kalb ve ruhun cimnastiğiyle tecrübeli,ağırlıklı,her yönüyle sağlıklı bir nesildir. Mesele ve problemlerini bilen,kolaylıkla çözüm yollarına yönelen ve bulan problemsiz kişiliğe sahib kişilerdir. Çareleri tüketen değil,hal çareleri üreten üreticilerdir. Modası geçmişlerle uğraşmaz,yeni moda ve modeller çıkarırlar. Zira sefâhet ve eğlenceler tâa cehalet asrında kalıp bir fayda sağlamayan modası geçmiş modellerdir. Bu modası geçmiş modeller geçmişte geçmiş olan modellerdir. Bunlar üretimi değil,tüketimi arttırdığını bilip,yeni formüller üretirler.

Mümtaz gençler gençleri kendileri gibi mümtaz yollara sevk ederken,kendilerinden geçmiş gençlerde,kendileri gibi seçkin olmayan geçkin yollara yönlendirirler.

Genç de büyük bir potansiyel ve enerji vardır. öyle ki bununla dünyayı bile yerinden oynatırken,evreni lerzeye getirebilir. Bu bir infilak da olabilir,kainat çapında bir tamir ve başarı da olabilir. O halde böyle bir güç yabana atılmamalı,insanlığın sonsuza dek yararına olacak yönde sarf edilmelidir. Bu genç saadete hazırlanmalı,hayra yönlendirilmelidir. Aynı zamanda ruhuna uygun bir eğitim ve terbiye verilmelidir. Allah’ın ve rasulünün gösterdiği terbiye sistemleri ile yetiştirilmelidir.

Mevlâna’nın dediği gibi:”Hamdım. Piştim. yandım.” İşte bu genç bu devrelerden geçirilerek pişirilmelidir. Hamlıktan kurtarılmalıdır. Pişmeden yenilmez,yanmadan olunmaz,olmadan bulunmaz,bulunmadan varılmaz,varmadan hakka kavuşulmaz,hak ile olunmaz. O’nun rü’yeti,O’nun marifeti,O’nun muhabbeti,O’nun rızası ve cenneti elde edilemez. İşte mümtaz genç,bu merhaleleri aşan gençtir.

Mümtaz genci mümtaz kılan,kimliğini bilip,sahib olmasıdır. Kimliksizlik ise belirsizliği,oda şahsiyetsizliği netice verir. Zira bir civciv,civcivliğini koruyarak kaldığı sürece,başkalarına özenip taklide çalışan bir filden daha üstün ve de büyüktür.

Batı kültürüyle yoğrulmuş,kendi eğitiminden ziyade başkalarının eğitimini almış,onların değersizliklerini değer kabul etmiş bir genç de şuna benzer:

Bir tavuk yüz senede ördeği taklid etse,ördek gibi olamaz. Olamadığı gibi kendi yürüyüşünü de unutur. Ne kendi gibi yürür,ne de onlar gibi. Bir berzah karanlığında,bir bocalama içinde bocalamaya başlar. Ne idüğü belirsiz melez,nesli kesik bir kişi ve kişileri temsil ederler.Tıpkı katır gibi… İki ayrı ırktan,bir acib yaratık olarak ortaya çıkar. Hiçbir tarafa mal olamadığı gibi,hiçbir tarafta onu kendi tarafına almaz. Kimliksiz ve vasıfsız bir şey???

Mümtaz genç ihtiyar gibi yaşar,genç gibi ibadet eder. Elli sene sonraki gerçek yüzünü ve çehresini görür. Onun da ötesinde ahiretteki son neticeyi görür ve öyle yürür. geçirdiği yıllara acımaz. Büyük bir oohh çeker. Bâd-ı hevâ geçiren ihtiyarlar gibi aaahh aah demez. Önceki gayret ve çabalar ona onu dedirttirmez. Önceden düşünür ve ona göre yaşar. Önce yaşayıp da sonra düşünme yoluna gitmez. Ekinini ekim zamanı eker,biçim zamanı da biçer. Ekim zamanı oynayıp,keyif edenlere bir yandan gülerken,diğer yandan da acır. İhtiyarlık gençliğin mahsulüdür. Nasıl bir gençlik ekilirse,öylesine de bir ihtiyarlık biçilir,derilir.

Gençlik elbette gidecek. Eğer meşru dairede geçmişse yerine binler lezzet bırakarak gidecek. Eğer ğayrı meşru geçmiş ise,ödenmesi güç hesap ve faturalar geriye bırakaraktan sönüp yok olacaktır.

Evet. Nasıl bir gençliğe talibsiniz? Nasıl bir ihtiyarlık beklemektesiniz? İstikbal vadeden bir gençlik içinde misiniz? Yoksa geleceği karanlık ve meçhullerle dolu bir gençlik hayatı içerisinde misiniz? İhtiyarların sizi nasıl gördüğünü hiç onlara sorup,onların gözleriyle kendinize baktınız mı? Eldeki büyük sermayeler nerede ve nerelerde harcanmaktadır. Harcanmakta mıyız?

“Sizdeki gençlik katiyen gidecek Eğer siz daire-i meşruâda kalmazsanız,bir gün o gençlik zayi olup başınıza hem dünyada,hem kabirde,hem ahirette kendi lezzetinden çok ziyade belalar ve elemler getirecek. Eğer terbiye-i İslâmiye ile o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak iffet ve namusluluk ve taatte sarf etmezseniz o gençlik manen baki kalacak ve ebedi bir gençlik kazanmasına sebeb olacak.

Elhasıl,gençlik gidecek. Sefâhette gitmiş ise hem dünyada,hem ahirette binler bela ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle su-i istimal ile israfat ile gelen evhamlı hastalıkla hastahanelere,taşkınlıklarıyla hapishanelere veya sefalethanelere ve elemlerden gelen sıkıntılarla meyhanelere düşeceklerini anlamak isterseniz;hastahanelerden ve hapishanelerden ve kabristanlardan sorunuz. Elbette hastahanelerin ekseriyetle lisanı halinden gençlik saikasıyla israfat ve su-i istimalden gelen hastalıktan eninler ve eyvahlar işiteceğiniz gibi;hapishanelerden dahi ekseriyetle gençliğin taşkınlık saikasıyla ğayrı meşru dairedeki harekatın tokatlarını yiyen bedbaht gençlerin teessüflerini işiteceksiniz. Ve kabristandan ve mütemadiyen oraya girenler için kapıları açılıp kapanan o alemi berzahta –ehli keşfel kubûrun müşahedatıyla ve bütün ehli hakikatın tasdikiyle ve şehadetiyle- ekser azaplar gençlik su-i istimalâtının neticesi olduğunu bileceksiniz. Hem nevi insanın ekseriyetini teşkil eden ihtiyarlardan ve hastalardan sorunuz. Elbette ekseriyeti mutlaka ile esefler,hasretler ile eyvah gençliğimizi bâd-ı hevâ,belki zararlı zayi ettik. Sakın bizim gibi yapmayınız.”diyecekler. Çünkü beş-on senelik gençliğin ğayrı meşru zevki için dünyada çok seneler gam ve keder ve berzahta azab ve zarar ve ahirette cehennem ve sakar belasını çeken adam en acınacak bir halde “Errâdi bid-darari Lâ yunzeru leh” sırrıyla hiç acınmaya müstahak olmaz. Çünkü zarara rızasıyla girene merhamet edilmez ve layık değildir. Cenâb-ı Hak bizi ve sizi bu zamanın cazibedar fitnesinden kurtarsın ve muhafaza eylesin,amin”

“Evet,o şirin,güzel gençlik nimetine istikametle,taatte şükretse;hem ziyadeleşir,hem bakileşir,hem lezzetlenir. Yoksa hem belalı olur,hem elemli,gamlı,kabuslu olur,gider. Hem akrabasına,hem vatanına,hem milletine muzır bir serseri hükmüne geçirmeğe sebebiyyet verir.”

Hakiki zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatları dairesinde bulunur. Yoksa dünyevi bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesi yedirir on tokat vurur gibi hayatın lezzetini kaçırır.

“O’nu tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır. O’nu unutan saraylarda da olsa zindandadır,bedbahttır.”

“Ey gaflete dalıp ve bu hayatı tatlı görüp ve ahireti unutup,dünyaya talib bedbaht nefsim! Bilirmisin neye benzersin? Deve kuşuna…Avcıyı görür,uçamıyor;başını uma sokuyor,ta avcı onu görmesin. Koca gövdesi dışarda. Avcı görür. Yalnız o,gözünü kum içinde kapamış,görmez.”

“Ey nefsim! Deme:”Zaman değişmiş,asır başkalaşmış,herkes dünyaya dalmış,hayata perestiş eder. Derdi maişetle sarhoştur.” Çünki:Ölüm değişmiyor. Firak,bekaya kalbolup başkalaşmıyor. Aczi beşeri,fakr-ı insani değişmiyor,ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor,sür’at peyda ediyor.”

Evet,değerli gençler! İhtiyarlık size gelmeden evvel,siz bazen ihtiyarlığa hayâlen dahi olsa gidiniz. Kendinizi birde oradan seyrediniz.

Hadiste buyurulur:”Mûtû Kable en temûtü”,(Ölmeden evvel ölüme hazırlanınız.) Bizde diyoruz ki;ihtiyar olmadan evvel gençliğin kıymetini bilip,ihtiyarlığa öylece hazırlanınız.

Fâni ve geçici bir gençliği,ebedi ve sonsuz bir gençliğe feda etmek ister misiniz? Madem istemek insaniyetin ve aklın bir gereğidir. O halde baki fani olana tercih edilmelidir. Ta ki ebedi neticeler vermiş olsun…

Mümtaz genç! Ebedi ve sonsuz bir hayatta,Allah’ın mümtaz iltifatına mazhar gençtir. Her şeyiyle imtiyazlı bir gençtir,mümtaz genç ve gençler…

14-5-1994

MEHMET ÖZÇELİK




Â İ L E

Â İ L E

Muhabbet üzerine kurulan kainat muhabbet ile başlayıp,yine onunla devam eder ve etmektedir.

Ailenin manevi bir zenbereğidir muhabbet…

Küçük bir manevi cenneti hatırlatan aile,aksi durumda cehennemi bir halete döner.

Ailenin saadeti ve sağlıklı olarak devamı;iman ve sevgi iledir. Onlar üzerinedir,Onların içerisindedir,onlarladır,onlarsız olamaz ve düşünülemez.

İmanın tesiri azim ve büyüktür.[1]

Aileyi ayakta tutan en büyük iman esası;öldükten sonra tekrar beraber olma düşüncesi,o mânevi rabıtayı temin etmektedir.[2]

Bu muhabbetin ve ahirette tekrar beraber olma düşüncesi,beraberliği ve o beraberliğin devamlılığını da sağlamış olacaktır.

İhtiyarların ihtiyarladıkça,ahirete yaklaştıkça dindarlıklarının artmasındaki en önemli faktör;bu ahiretteki beraberlik düşünce ve inancıdır.[3]

Ailedeki bu manevi hat ve bağlar onları ayakta tutarken,bunların gitmesi anne babayı yıktığı gibi,düzensiz çocukların yetişmesine,başarısızlığa kapı açarak,nesilleri etkileyecektir.

Bir kaset gibi,kamera gibi çocuklar yanlış sesler ve görüntülerle dolmuş olacak ve topluma da onları boşaltacaktır.

Aile;[4] nikahla başlar. Nikahta bazı şartlar vardır. Bunlar;

Hanefi:İki şahit.

Şafii: Velinin rızası.

Maliki: İlan,esas demiştir.

Böylece aile bu bağla bağlanır,bu manevi bağın kopmasıyla da kopar.

Ayriyeten Mut’a ile yani geçici bir süre için evlilik ile ilgili olarak;Prof.İ.Canan-ın;”Namus fitnesi Mut’a”adlı kitabında titiz bir araştırma neticesinde ortaya konan husus şudur ki;

-Ehli sünnet ve cemaatın ittifakla kabulü;Mut’a Haramdır.

-Şiiler bunu sırf Hz. Ömer’e muhalefetten (ondan rivayet edildiği sebebiyle) mut’ayı meşru görür,yaparlar.

-Acaba bu insanlar kızları için bunu nasıl düşünmektedirler? Abes görmemekte midirler?

Mut’a;fuhşun meşru kılıf giydirilmeye çalışılan vechesidir.

Mut’a;paralı fuhşun biraz daha uzun süreli olanıdır.

Mut’a;aileyi ve aile mefhumunu bozar.

3 – 6 – 1996 MEHMET ÖZÇELİK

[1] Bak. Şualar. B. Said Nursi.11.şua.8.mesele.sh.226,Emirdağ Lahikası. B. Said Nursi. II / 211, Sözler. B. Said Nursi.32.söz.2. nokta.2.Mebhas.sh.699,644,648-de 3. işaret.

[2] Bak.Şualar.age.9.şua.4.delil.sh.183.

[3] Bak. Kastamonu Lahikası. B. Said Nursi.sh.124.

[4] Bak. Devlet Felsefesi. (aile) S. Mürsel.sh.135, Hadislerle Müslümanlık. M. Yusuf Kandehlevi. 2 / 585(Kadınların savaşı)




BULANIK HAYATIN BULANIK ÇOCUKLARI

BULANIK HAYATIN BULANIK ÇOCUKLARI

Saf ve berrak bir hayattan gelen bu insanlar,bulanık bir su,bulanık bir havayla karşılaştılar. Tuttular,kendilerini hayatın bu bulanıklılığına attılar,daha doğrusu terk ettiler. Çok şeylerini,değer ve kimliklerini terk ettikleri gibi…

İnsanlar onları terk etti,onlarda insanları ve ailelerini… Eller uzatılmadı ki,o ellere uzansınlar,gerçek sahiplerine ulaşsınlar.

Terkedilmiş bölgelerin,metruk insanları oldular.

Hilelerle onlara yaklaşıldı,hayatları tüketilmek üzere.

Boşlukları doldurulmadı. Bilakis boşluklarına boşluklar açıldı. Kapanmaz boşluklar oluştu. Topluma kapatılmaz maddi-manevi yaralar açtı.

Kapatmak isteyenlerin ağızları kapandı,yerleri-yurtlar zan altında bırakılarak kilitler vurulmaya çalışıldı.

Yani;birisinin hayatına kilit vurulurken,diğerlerinin hayat kaynaklarına kilitler vuruldu. Kilitleri kırmak isteyen ellere kelepçeler vuruldu,hayatına son verildi.

Öldüren bu asırda;hem maddi hayata,hem de manevi hayata gem vuruldu. Manen öldürülen insanlar,madden de ölmeye başladı.

Ödüllendirilen bu asırda;öldürenler,ölmeyen ölüler olarak yaşadılar. Harama verilen müsaade ve yetki,helale verilmedi.

Günah illetine tutulanlara –Helal olsun-denildi. Toplumun sırtına binenler alkışlandı,binmeyip de inenler, toplumu sırtlayanlar taşlandı;buda yetmemiş gibi,her türlü eziyetlerle haşlandı.

Onlar bir yandan taşlayıp haşlarken,kader-i İlahi;” Hamdım-Pişdim-Yandım”misali onları pişirdi. Pişkin ve seçkin insanlar kıldı.

Bulanık hayatın bulanık çocuklarının ve insanların her şeyleri de bulanık idi. Her şey toz-pembe görülüyordu.

Bir rüya da gibi..Ama bir gün uyanacak,uyandırılacak idi. Ölmeden evvel uyanmalı,uyandırılmalı idiler.

Onların topluma ihtiyacı olduğu kadar,toplumunda onlara ihtiyacı vardı.

Sarhoşlar güruhu,neden uyanıklar güruhu olmasın? Uyuyanlar ne kadar uyanık olabilir? Bu bulanık kafayla nereye kadar gidilebilir?

Gelin,millet olarak uyuyan sarhoşlarımızı uyandıralım! Ayık insanlar olalım!

Uyur-gezer. Nereyi? Ne kadar? Gerçekleri nasıl sezer? Hayatın kirini ve pasını nasıl süzer?

Ayık gezelim..gerçekleri sezelim..faydalıyı süzelim…

29-10-1997

MEHMET ÖZÇELİK




ALEMLER VE İNSAN

ALEMLER VE İNSAN

“Cenab-ı Hakkın şu ğayrı mütenahi fezada çok alemleri vardır.”[1]

İnsanı yokluktan alıp ahirete götüren Allah,bu insanı bir çok menzillere uğratarak tabiri caizse,her bir yerde oraya münasip pişme usulleri ile pişirdikten işledikten sonra ebedi cennet ve cehennem hayatına götürmektedir. Mevlana’nın deyimi ile:

“Hamdım,Pişdim,Yandım”

İşlenmemiş bir taş ancak ustasının eline girmekle bir kıymet alır. ancak o taşında taş olması gerek…

Hadis-de”İnsanlar madenler gibidir.” İnsan bu seyrinde işlenmek için yola çıkarılmıştır. Kabiliyetine göre nasıl bir maden olacaktır?

İnsanda Cenab-ı Hakkın terbiyesi altında terbiyelenmekte,bir kıymet almaktadır. Allah gönderdiği peygamber ve kitabı ile verdiği akıl,kalb,ruh,vicdan,his,şuur,idrak,şefkat gibi duyguları ile o insanı gerçek insanlığa namzed kılmaktadır. Çünkü alem ve alemlerden maksad insandır.

Mesela bir ekmeğin elde edilebilmesi için bir çok aşılması gereken zorluklar ve engeller vardır. Bunlar ise;O buğday tanesinin toprağın karanlıklarından,onun mengenesi altında ezilerek,yağmur,dolu,kar ve güneşin altında pişmesi ile,değirmenin altında inim inim inleyip,posası atılarak,fırıncının yumrukları altında belli bir kıvama girecek ve en müthişi olan ateşin içinde evrile çevrile pişirilecek ki ekmek olup yenilebilir bir hale gelsin.

Mesele bu kadarla da bitmemektedir. O ekmek insanın diş değirmenin de öğütülecek,oradan midenin yakıcı asid salgılaması ile hazmedilip ayrıştırılacak ve oradan da vücudun münasib olan her hangi bir yerine oturarak orada iş görecek,bir hücre olacak,geriye kalan posaları da tekrar dışa ve dışarıya dışkı olarak atılacaktır. layık olduğu yere gidecektir. Çünkü,alınması gereken alınmıştır.

İşte alemde böyledir. İnsanda bu dünyaya gelene kadar tavırdan tavıra,halden hale dönüşerek gelmiş ve de gitmektedir. Milyonlarca sperm içinde sadece sağlıklı olarak kendisi seçilmiştir. Diğer milyonlarcası,milyarlarcası atılmıştır. Kazanamamışlardır. İnsanlığa aday değillerdir. Kazanan aday kendisidir. İlahi lutfun desteği ve tercihidir.

Amaç ise kamil manada gerçek insan elde etmektir. Özü alıp posasını kazurat ve pislik olarak cehennemine boşaltmaktır.

Gelelim alemdeki seyahatimize;İnsanı yokluktan,hiçlikten,atom ve zerrede iken Allah’ın kudreti ile varlık alemine çıkmıştır. Çünkü Allah için yok diye bir şey yoktur. Her eşya onun ilim ve kudretinin sınırları içerisindedir. O’nun varlığının sınırı yok ki varlıklar onun dışına çıkıp kaçabilsinler. Yokluk ile varlık sanki iki alem gibidirler. Birinden alıp ötekine koymak gibidir.

Mesela;yokluk karanlık ise,varlık aydınlığın ifadesidir. Hatta diyebiliriz ki;küfür ve imansızlık en büyük bir yokluktur. Zira onun için varlık,var olma bir anlamsızlıktan ibarettir. Nitekim ay ve yıldızlar güneş ile olan bağlantılarını kestikleri zaman,bizim için karanlıkta kaldıklarından ve varlıkları bilinmediğinden,görülmediğinden,bize meçhul ve gizli kalıp,yok olmuş olacaklardı. Karanlık olan küfürde,Allah’dan bağlılığın kesilmesi ve karanlığa gömülmesidir.

Var olan Allah insanı var ederken onu taş ve toprak yapmadı. İnsan onun özelliğini taşıdı ve o mertebeyi aştı. Bitkiler ve hayvanlar alemini geçerek,aldığı yüce duygular ile insanlığa namzed oldu. Oysa insan, insan değil de her şey olabilirdi,bir şeyde olmayabilirdi. İşte Allah insanı bütün bu aşamalardan aşırıp onu bir şey olan insan olarak yaratmayı irade etti.

Evvela;İnsan olarak yaratılacak bu varlığa temel oluşturacak olan bir öz gerekti. o öz de ruh olarak tecelli etti.

RUHLAR ALEMİ : Mahiyeti ve her şeyi ile Allah’ın ilminde olan varlıklar,Allah’ın emri ve var etmesi ile var olurlar. Bedenden ayrı olan ruh,Allah’ın emir dairesindendir. Ayetin ifadesi ile:”Sana ruhtan sorarlar:Deki,ruh rabbimin emrindendir. Ve size bilgiden ancak,çok azı verilmiştir.”[2]

Ruh ve onun ışığı olan hayat ve hayatın ışığı olan şuur ile her şeyin hatta Allah’ın isimlerinin üzerindeki perdeler açılarak,varlıklar ve Allah’ın isim ve sıfatları keşfedilmiş ve bilinmiş olmaktadır.

Ruh esas olduğunda,madde onun olgunlaşmasına sebeb olmaktadır. O halde münasebeti az da olsa bu latif duygu olan ruha bir cesed,maddi bir kılıf gerekti. Artık ilk imtihan ruhlar aleminde başlamış,Allah ruhları kendi varlığına şahidler kılmış,ruhlarda bu şahitlikte bulunmuştur.

Bu ilk aşamadır,belki de sonu belirleyen bir sonun ilki.

Ruhlar aleminin varlığı o kadar açıktır ve nettir, aramızdaki mesafe o kadar incedir ki;bir veli onlarla irtibat kurup sohbet edebilir.Ahirete gitmek için bekleyen ruhlarla görüştüğü gibi,mümkün olsa ve çıkıla bilse,dünyaya gelmek için bekleyen ruhlarla da görüşülebilir.

Müstakim olan ruh,girdiği vücudun ölmesi ile ölmez,çıplak kalmaz,kendi sabit kılıfında muhafaza edilir. Cesed gibi bozulmayan bir birliği vardır,dağılmaz.

Ruh aynı zamanda Allah’ın _Ol –emri ile,emir dairesinden çıkmış bir kanundur. Ancak mücerred olarak kanun bir şeye sahib değildir.Bir şey yapamaz. Lakin yaptıracak bir güce,kanun koyucuya ihtiyaç vardır. Kanunlar arasında da farklılık vardır. Bir gün ceza verecek kanun ile,idam ettirecek kanun aynı boyutlarda olmayıp farklılık arzederler.

Yetki sahibi olan ruh kanun ise,cesed de onun icrasında bir memurdur.

O ruhtur ki;Hz. Ali;ruhlar alemini bugünkü gibi hatırladığını söylerken,bir diğer alimde;çevremde olanların kimler olduğunu söyleyebilirim,demektedir.

Tabiattaki yer çekimi,suyun kaldırma gücü gibi kanunlar da bir derece ruha benzer.yani onlara da insana giydirildiği gibi bir cesed giydirilseydi,o zaman o kanun o cesedin ruhu olurdu.

Ancak insanın ki hayatlı ve şuurlu bir kanundur. Allah’ın iradesi ile de ulvi kılınmıştır.

-ANNE KARNI (RAHMİ MÂDER) : İnsan için ikinci aşama ise anne karnıdır. Başlı başına bir alemdir. Allah ruha münasib bir cesedi burada dokur ve ruha giydirir. Artık insan burada tavırdan tavıra döndürülmekte,kendisi için takdir edilen cesed ve sureti insan olarak yaratılıb dünyaya gönderilmeye hazırlanır.

Kur’an ve fennin de ifade ettiği gibi;Üç karanlık devreyi aşmakla karşı karşıyadır. Bunlar ise evvela;sık ağaçlıklarla kaplı bir ormanı hatırlatır. İkincisi;Sularla kaplı,sulu bir araziyi oluşturmaktadır. Üçüncüsü;Zifiri karanlık bir tüneldir.

Böylece insan bu gibi hallerde yoğrula yoğrula,en önemlisi Allah tarafından dünyaya gönderilmesine dair son karar çıktıktan sonra şu maddi aleme,dünyaya gönderilir. Çünkü karar çıkmadan bir sebeble anne karnında ölebilir veya kürtaja maruz kalabilirdi.

Anne karnı insan için,ruh ile bedenin tanıştığı bir mekandır. Biri ulvi,diğeri ise süfli yani aşağı… Biri medeni,diğeri denîyi temsil eden iki zıd. Biri madde ile yoğrulmuş,diğeri özden ibaret hakikat ve mana. Artık ezeli iki rakib.Birbirleri ile sonu belirleyen,en şiddetli engellere ilk adım atma merhalesine yani aşamasına gelinmiştir.

DÜNYA ALEMİ : Gözle görülen,elle tutulabilen her şeyin bulunduğu alem. Yapısı maddi,kışır,kabuk,kılıf,lafız ve mahfazadan ibaret,başlı başına bir kıymet ve manası olmayan varlık. Hedef değil,araç. Manaya yardım eden bir lafızdır. Cevizin içini koruyan bir kabuk gibi. Ahirete çıkmaya yarayan bir basamak. Manaya ve hakikata bir kılıf. Ruh için mahfaza ve yücelmesine bir vesile. Allah hakikatına ulaştıran bir yol. Manaya hizmetkar yani madde mana ile ayakta durup,madde olmasa da var idi. Bunlarla beraber,madde mananın önünde aşılması gereken ayrı bir engeldir. Bunun aşılması ile yani dünya kabuğunun kırılması ile ahirete ulaşılabilir ve elde edilir.

Dünya öyle bir maddedir ki,mana ve hakikat olan ahirete meyve yetiştirir. Oda nasıl meyveler! Peygamberler,veliler,yıldız gibi sahabeler hep buradan yetişir. Duygular burada yeşerir,açılır ve ahirete namzed ve layık olarak seçilir.

Bununla beraber küçük ancak sürekli akan bir çeşme gibi ahireti dolduracak mahsuller hep buradan gider. O kadar ve öyle mahsuller ki,cennet ve cehennemi doldurur,doyurur ve memnun olur müşterileri ile…

-MİSAL ALEMİ : Dünya ile ahiret arasında kurulmuş,dünyadakilerin ahirettekileri görmelerini engelleyip,ahirettekilerin ise dünyadakileri görmelerini engellemiyen ince,tenteneli bir perde gibidir. Nitekim tül perde ile dışarıdan içeriye bakıldığında görülmez,içeriden dışarısı görülür. Böylece biz de o ahiret alemine göre dışarıda yer almaktayız.

Misal alemi her şeyin gerçek hali ile görüldüğü bir alemdir. Dünya alemindeki bir çekirdeğin ağaç olarak açılıp görüldüğü bir alemdir. Gerçekte,çekirdeğin içinde ağacın dalları,yaprakları ve meyveleri ile mevcuttur. Ancak bu,toprağa ekilip,açılıp belli bir zaman ve süreye ihtiyaç vardır ki gerçek hali açılsın ve görülsün.

Misal aleminde ise eşyanın;bir zaman ve süreye ihtiyaç duyulmadan gerçek hali ile görüldüğü alemdir.

Misal alemi bir ayna gibidir ki;aynada görülen kişi gerçek kişinin ne aynısıdır,ne de ğayrısıdır. yani ne bizzat kendisidir,çünkü görüntüsüdür. ne de başkasın ait bir görüntüdür. O insanın görüntüsü olup,başkası da değildir.

Misal alemi gerçeklerin yansıdığı bir alemdir. Mesela;İnsanın gerçek hali ile,Cenâb-ı Hakkın yanındaki kıymet ve itibarı ve gerçek çehrenin görüldüğü alemdir.

Nitekim İstanbul / Üsküdardaki Aziz Mahmud Hudâ-î’nin durumu buna güzel bir örnektir. Zira o gündüz vakti,elinde mumla çarşıda dolaştığını gören dostları,böyle gündüz vakti mumla ne aradığını sorduklarında cevaben:-Adam arıyorum-der. Çünkü o insanların alemi misaldeki gerçek halini görmektedir ki,o da tam bir dehşet verici hal.

M. Akif: Kimi yamyam,kimi hindu,kimi bilmem ne bela.

Hani tauna da züldür bu rezil istila…

İşte o vahşi insanların misal aleminde görülen suretleri,insan eti yiyen yamyam ve hindu gibidir.

Yine deli denilen fakat veli olan Behlül Dânâ’nın çarşıda insanların üzerine bevletmesi ile Harun Reşide şikayet edilir. Harun ise sebebini sorduğunda Behlül şöyle der:

Ben insanların üzerine bevletmedim. İstersen bak,der. Ve cübbesini Harun Reşid’in gözü önüne getirince,Harun dehşette kalır. Zira demin karşısında duran insanlar,şimdi kendisine maymun,tilki,hınzır şeklinde görülmektedir.

Sanki mübarek hayvanat parçası. Harun yine de ricada bulunarak,yapmamasını söyler. İşte dünyadaki durumu insan iken,alemi misaldeki açılmış gerçek hali,vasfına göre bir hayvan şeklini almaktadır.

Alemi misal;bir sinema perdesi gibidir. Film odası ise,dünya gibidir. projöktörün önüne gelen film,görüntüsüyle perde de görülür. Bir de projöktörün daha önüne gelmeyen filimler vardır ki,oda olacak olan gelecekteki takdir ve kadere aid yönüdür. Oda Allah’ın ilmiyle bağlantılıdır. Ancak Cenab-ı Hak bazen o gelecek filimleri veli kullarına da bildirir.Böylece onlarda daha olmadan o şey hakkında bilgi sahibi olurlar.

Alemi misal;rüyada görülen alem…

Alemi misal;dünyada olan olayların,ahirettekilere seyrettirilmek üzere filimlerin çekildiği bir stüdyo…

-KABİR ALEMİ : Ahiret yolculuğunun ilk durağı. İlk istasyon. Bekleme salonu. Ahirete açılan ilk kapı. Maddi alemden sıyrılıp,manevi aleme geçiş,görünmeyen alemin başlangıcı. Fani,geçici hayattan,ebedi aleme ve hayata geçmek için bir köprü ve bir dinlenme salonu. İmtihanın bitip,ilk sorgulamanın yapıldığı yer. Ya bir cennet bahçesi veya bir cehennem çukuru. Dünyanın bitimine kadar verilen nimetlerin muhasebesinin yapıldığı yer. mahkemeden önceki nezarethane. ve ileride verileceklerin belirlendiği yer. Dünyada iken akıl gibi duyguların önündeki perdelerin kalkıp,her şeyin iç yüzünün bilindiği ve görüldüğü yerdir. Kimi için ağzını açmış,her şeyi yutan korkunç bir ağız iken, kimi için de;anne şefkati gibi bağrına basmak için bekleyen merhametli,sıcak bir kucak. Birini bağrına basarken,diğerini bağrından atmakta,uzaklaştırmaktadır.

-BERZAH ALEMİ : Kabir alemi olup,uyku,rüya,mana,misal alemi olarak da isimlendirilir.

Mahşerde büyük hesap yapılmadan önce burada küçük çapta bir soruşturma yapılır. O haşir ki,insanın önünde belki de aşılması gereken en zor ve en son merhale diyebiliriz. Zira mahşer,kararların verileceği ve okunacağı yerdir. Öyle bir mahkeme salonu ki;insan,cin,şeytan,hayvan ve var olan bütün varlıkların gerek hesap,gerek şahitlik için toplandıkları mahşer mi mahşer bir yer…

Hakimler hakimi olan Allah’ın adaletiyle her şeyi neticeye bağladığı,zalim ile mazlumu birbirinden ayırdığı yer. Gidilecek yerin nere,nasıl ve ne şekilde olacağının belirlendiği makam.

-AHİRET ALEMİ : Cennet ve cehennem. Gerçek son,en son alem. Son karargah. Kendisinden başka yerin olmadığı bir yer. Bitiş. Müsabakanın sonu. Asıl hayata geçiş. Sonsuzluk zincirinin ilk halkası. İyilik ve kötülüklerin içerisine boşaldığı iki havuz ve iki mahzen. Adem’den beri süregelen,birinden nurun,diğerinden kirin aktığı iki oluk…

İşte insan böyle uzun bir yolculuğa çıkan,yani;Ruhlar aleminden anne karnına,oradan çocukluk,gençlik ve ihtiyarlığa,kabre,haşre,sırattan geçerek cennet veya cehenneme giden müstesna bir varlıktır.

Çünkü çarşıda başı boş,avare bir şekilde gezene hesab yok. Şu anda sorulmamaktadır. Zira yaptığı iş,yapmadığıdır,gayet basit ve adicedir. Fakat ilk-orta-lise-üniversite ve profesörlüğe kadar çıkan insan için her kademe ve makamda hesap ve imtihan çok,çünkü derece yüksek…

İşte netice olarak:Hedef olan cennete varmak,yaratanı razı etmek,gerçek bir insan olmak alemlerdeki bu badire ve uçurumları geçmek iledir. Mesele geçmekte… Geçememek ise,gayet hazin bir tablo görünümünü yansıtmaktadır…

“ Sen kendini küçük bir cisim zannedersin. Lakin alemi ekber (Kainat) sende toplanmıştır.”

10-4-1991

MEHMET ÖZÇELİK

[1] İşarat-ül İ’caz. B. Said Nursi. Sh.215-216.

[2] İsra.85.




DEDENİN FERYADI

DEDENİN FERYADI

“Eğer beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasa idi,belalar üzerinize sel gibi yağardı.”

Hayatımızı kendilerinin hayatına feda ettiğimiz,ancak kendi hayatlarını bizim ölümümüze bağlayan evlatlarımız,eğer ölmezlerse kendileri de ihtiyar olacaklardır. Men dakka dukka,yani kim kimin kapısını çalarsa onunda kapısı çalınır. Kaidesince kendi evlatları da kendilerine aynı muameleyi yapacaklardır.

Ben ki aciz ve güçsüz bir insanım. Çocuktan daha çocuk olmama rağmen o çocuğun az bir ağlaması halinde bütün ev halkı onun yardımına ve ihtiyaçlarının teminine koşarken,ben feryad ederimde,kimse yüzüme bile bakmaz. Ölse de bu herif,bizde kurtulsak. Veya malı mülkü bize kalsa da devran sürsek. benim ölümümü isteyip de malıma konarak devran sürmek isteyen bir evlada,evladı da devran değil,feveran ettirir.

Aslında inanıyoruz ki,bizi siz değil ancak rabbimiz memnun eder. Onun davetini beklemekteyiz. Ne zaman ki emri hak vaki olursa,bizde icabet ederiz.

Evin bir parça sıcak ekmeğini bize çok gördüler. Yerleri darmış, geçinemiyorlarmış, beni huzur evine gönderdiler,orada ise huzursuzum. Öyle zannediyorum evladım da huzursuzdur,torunlarım da huzursuzdur. Onlar beni düşünüyorlar mı bilmiyorum ama ben onları düşünmeden edemiyorum. Bayramları değil,her zaman yollarını gözlüyorum.

Torunlarımla bir hizmetçi,bir dadı gibi ilgileniyordum. Şimdi ise çocuklarla kim ilgilenecek,kim onlarla oynayıp,onları güldürecek,hikaye anlatacak,bilmiyorum? Öyle zannediyorum onlarda beni arıyorlardır.

Aaah hanım aah. Sen var iken ne güzel geçinip gidiyorduk. Her ne kadar ufak tefek şeyler oluyorduysa da,bu durumdan o durum binlerce defa daha iyiydi. Eskiden eve gelirlerdi,şimdi buraya beni sormaya kimse gelmiyor. Evladım bile bayramdan bayrama geliyor,geri nasıl gideceğini şaşırıyor. Torunlarımı bile bana çok görüyor,onları bile gelirken getirmiyor.

Bize buda mı reva görülecekti? Bulunduğunuz hayatı biz size hazırladık. İşte sizin bizlere hazırladıklarınız?

Geriye bakıyorum. Birde buna müstahakım,diyorum. Çünkü ihtiyarlığa daha doğrusu ahiret hayatıma bir hazırlık yapmadım. Gençlik geçtikten sonra,kimse bizi yanına almazken bizde camiye ve ibadete koştuk adeta sığındık,sığınmalık bile olamadık. Burada ise kimse bize kötü davranmıyor. Gençliğimde yetiştirmediğim çocuğumun elinden,ihtiyarlığımda çekiyorum. demek bunu böyle ektim,aynısını biçiyorum.

Allahım! İhtiyarlığımızda kimse bize merhamet etmiyor,sen bize merhamet et. Zira sen merhametlilerin en merhametlisisin. Senin merhametin olmasa,bizim halimiz nice olur.

Rabbim sen Kur’an-ın da;-Sana imandan sonra beş mertebe anne-baba hakkının gözetilmesini söyler-,Rasulünde:”Eğer beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasa idi belalar üzerinize sel gibi akardı.”buyurulmasına rağmen,belalar onların değil,bizlerin üzerine sel gibi yağmada…

Bize sahib çıkan,elimizden tutan yok. Biz mi onlara merhamet etmedik,ellerinden tutmadıkta bu kadar bîgâne kaldılar?

Korkarım ki bir gün bir köşede ölürümde kimse duymaz. Ortada kalırım.

Dünya çocuğu,genci ve ihtiyarıyla güzeldir evlatlarım. Bizlere sahib çıkın. Bizleri yitmeyin. Şefkat etmeseniz de ilgilenin. Bizde sizin gibi gençken meğer uyuyormuşuz. Oysa bugün uyanmış durumdayız. Sizler bizim gördüklerimizi görmez ve bilmezsiniz.

Bizler sizin tarihiniz ve geçmişiniziz. Geçmişi olmayan,geçmişine sahib çıkmayan bir milletin geleceği de olmaz. geçmişiniz ve tarihiniz olan biz ihtiyarlara sahib olunuz.

MEHMET ÖZÇELİK




İLGİSİZ ÇOCUKLAR

İLGİSİZ ÇOCUKLAR

Tinerci dedik,sokak ve sahibsiz çocuklar dedik,şimdi de ilgisiz çocuklar diyoruz. Aslında başlık “Saldım çayıra,Mevlam kayıra” olmalı idi. Zira bir çok ailenin ilgisizliğini millet olarak çekmekteyiz.

Hepimiz çocuklarımızdan şikayetçiyiz. Ancak çocuklarımıza neyi, ne kadar verdiğimizi de hiç düşünmemekteyiz! Çocuklarımıza vermediklerimizi,veremediklerimizi onlardan istemekteyiz!

Tinercilerden daha çok tehlikeli olan,adeta potansiyel suçlu olabilecekler toprağın altında,sessizce beklemekteler. Çocuklar ihmalle çok şeyden de mahrum bırakılmaktadır.

Yeni yetişecek nesillerin;fikirleri hür,vicdanları hür,inançlarını söylemekten ve yaşamaktan sıkılmayan dinleri hür nesiller olarak yetiştirilmeleri gerekir. İlim ve irfan sahibi olmalı. Faziletli ve atılımlı olmalı.

Bahçe bahçıvansız,çiçek bakımsız,akçe sahibsiz bırakılmamalı,korunmalıdır.

Fıtrat fıtri olmayan bir şeyi –ister fikir bazında olsun,ister uygulamaya yönelik her hangi bir uygulamada olsun- istifrağ ile,ifrağ eder, def-u hacetle def ve ref ve ihraç eder. Yanlış uygulamalar,batıl ideolojiler de bu kabildendir. Ma’kes bulamaz.

Bu gün Rusya-nın yıkımı,dış da ve iç-de gücünü yitirmesi;fıtrata muhalif bir icraatta bulunmasındandır. Dünya onu kustu.

Dünya fuhşu kusacak.. Dünya içtiği kanı kusacak.. Dünya kendisine uygun olmayan şeyleri dışarıya atacaktır. Er veya geç.

Geç kalanlar düşünmeli,tedbirini almalıdır.

21-11-98

MEHMET ÖZÇELİK




ÇOCUK ÜZERİNE

ÇOCUK ÜZERİNE

Âyetin ifadesiyle:”Çocuklar dünya hayatının süsüdürler.”[1]

Çocuktaki fiziki gelişmeyle beraber şahsiyet de beraberinde gelişir. Öyle ki bu daha çocuk 6 aylıkken kendisini gösterir.

-Anneden kopma,çocuk da bir çok kopukluklara neden olup,kendisini boşlukta hissetme durumları meydana getirir.

Öyle ki bunun kendisi için bir eksiklik olduğu bunalımında olan çocuk,aynı durumun verdiği eksiklikle kendisini şuurlu-şuursuz suçun içinde bulur veya bazılarında kasıtlı olarak,onlardan istifade düşüncesiyle kolayca suça itilirler.

Kendisine bir mesned,bir dayanak bulmayı,çocukluk psikolojisiyle kucaklanmayı istemekte ve beklemektedir. Emin eller tarafından tutulup kollanmayan bu çocuklar,neticede emin bildiği hain ellerde kendisini bulmaktadır.

Zamanla bu olayların kangrenleşmesi sonucu,topluma tedavisi güç yaralar açmaktadır.

-Çocuklar birer çiçektirler. Soldurulmamaları ve dondurulmamaları gerekmektedir.

Çiçeklere gösterilecek ihmal ne gibi bir çöküntüyü netice veriyorsa;aynısı çocuklar için de geçerlidir.

-Çocuk sevgi suyuyla,ilgi sıcaklığı güneşiyle gelişir ve büyür.

Bu eksiklik ise umumi bir eksiklik ve de kayıptır.

Büyük bir insan bile ilgi beklerken hatta ararken,çocuğun hakkı değil midir ilgi?

İnsanda sevgi,çocukta da onu alma duygusu vardır. Bunlar birbirini tamamlamakla tamlanırlar. Aksi durumda eksiktirler.

Sevgi bir irtibat duygusudur. Sevgi koparsa irtibat da kopar. Bu irtibat devam ettirilmelidir.

Yaradılışla beraber İslâmın verdiği bu güzel duyguyu,menfi kimseler,-şeytan dahi gösterse- başarılı olup,kendisine çekmektedir.

Çocuk problemlerini ve keşmekeşliklerini onunla çözer,sevgiyle atar,bertaraf eder. Yoksa kendi bertaraf olur.

İnsanlık kâinatın bir çekirdeği olduğu gibi,çocukta dünya ağacının bir meyvesi olan insanı oluşturur.

Meyveler kurtlanmasın! O halde çekirdeklere iyi bakılsın,iyi olsun. Çekirdekler paralanıp parçalanmasın.

Çekirdek çocuk çekirdek aileyi;çekirdek aile,çekirdek toplumu ve o da çekirdek olan bir dünya ile gerçek insanlığı vermiş olur.

-Bir insan bir yere gittiğinde ne derece ve ne yere kadar uyum sağlamaktadır?

İşte çocuk da,yeni gelmiş olduğu dünyaya karşı,size karşı bir uyumsuzluk içinde ise,bu devam edecek anlamına değildir.

-Acaba biz de ne kadar uyum göstermiştik ve gösterebilmiştik?

Uyumsuzluklar uyumsuzluklarla düzeltilmeye çalışılırsa,katmerli bir uyumsuzluğu netice vermiş olur.

O halde kir,kirle temizlenmemelidir. Yoksa kirin kirliliğini arttırmış oluruz.

-Büyüdüklerinde her hangi bir yönlerinden arızalı olarak yetişmiş olan çocuklar;küçük yaştaki bu eksikliklerin ve ilgisizliklerin bir eseri olarak kendisini gösterecektir.

Bu konuda onlar sürekli cezalandırılma yöntemleriyle düzeltilmeye çalışılmamalıdır.

Zira ceza sevgiden sonra gelir. Ceza;son ve çaresizliğin bir çaresidir.

“Ayinesi iştir kişinin,lafa bakılmaz. Görünür şahsı sureti eserinde.” En güzel usül,nümûne-i imtisal oluşturmaktır. Ona ayine olmaktır.

-Çocuk konusunda,devletin başlı başına bir izleyeceği ve bir politikası olmalıdır. Tâki istikbalinden de emin olunabilsin.

-Çocuk zariftir. Çabuk etkilenir. Fakülte seviyesinde,bakanlık derecesinde onlarla alakalı tedbirler düşünülmeli,şimdiden yöntemleri belirlenmelidir.

-Dünyada en fazla etkilenen ve heder olanlardan biri de;işte bu çocuklardır.

-Dünya hakimiyeti için bir yandan çocukların doğması engellenmekte,bir yandan toplu ölümlere terk edilmekte,bir yandan Kolombiya da olduğu gibi bazılarının sağlıkları uğruna gözleri feda edilmekte,çalınmaktadır.

Her sene dünyada harb gibi,hastalık gibi çeşitli sebeblerle milyonlarca çocuk ölmektedir.

“Nüfus planlaması”oyun ve hileleriyle,gizli raporlarla,milyonlar harcanarak,İslam aleminin artışı engellenirken,ebter olan batı nüfuslarının artışı için her yola baş vurmakta,teşvike çalışmaktadırlar.

ABD’nin 1976’dan beri başlatıp,sadece 1996 yılında bunun için harcadığı para 5.400.000 dolar yani (324 milyar) dır.[2]

Aynı oyun 1994 yılında Mısır da da oynanarak,böylece müslümanların,İslâm aleminin nüfusu kontrol altına alınmaya çalışılmaktadır. Bu konuda batı ısrarla kürtajı da teşvik etmektedir.[3]

Çocuklar doğmasınlar! Bu,çocuklar ölsünler,demektir. Onlar ölsünler mi? Peki,doğmasınlar ile olan farkı nedir?

-Avrupa’da çocuk,aile ve kadın gibi bir meta olup,çocuklar başı boş olmalarının yanında,mal gibi satılmaktadırlar.

-Çin’deki bir çocuk sahibi olma mecburiyeti,neticede bunun 2020 yılında erkeklerin evlenecek kadın bulmakta zorluk çekecekleri istatistikler neticesinde ortaya konulmaktadır.

-Dünya özellikle dinimiz çocuğun doğumunu,sağlıklı büyütülmesini teşvik ederken,maalesef bizde ısrarla kısırlaştırılmaya gidilmektedir. Tedbirlerde kısırca tedbirlerden öteye de gidememektedir. Teşvik bir yana adeta cezalandırılmaktadır.

-D. Gürlek;Osmanlıda çocuğun 5 yaşında mektebe verilip ve bunun 12 yaşına kadar devam ettiğini ifade eder.[4]

-Çocukların başarısızlılıklarını etkileyen faktörlerden birisi de,onların yaramazlıklarıdır.

Bu da onun devamlı kendisini gösterme ve isbat etme duygusundan kaynaklanır.

Ancak neticede buda müsbet yaklaşımlarla telafi edilebilir.

-Çocukların fiziki ve ruhi gelişmelerinde bir proğram takib edilmelidir.

Rast gele,işi oluruna bırakarak,adeta –saldım çayıra,mevlam kayıra- şeklinde gösterilecek bir davranış ve uygulama,çocukta da sürekli bir dengesizliğe yol açacaktır.

Fiziki ve ruhi gelişmelerinde her durumu mümkün mertebe de itibara alınmalıdır.

-İhmalin faturası da,topluma büyük bir ödeme zorluğu getirmiştir. Nitekim Unesko tarafından 1994’de,dünyadaki çocukların durumu ile ilgili raporda:

“Bugün dünyada 30 milyonu aşkın çocuk sokaklarda yaşamaktadır;7 milyon çocuk mülteci statüsünde bulunmakta,en az 50 milyon çocuk güvenliksiz ortamlarda çalışmakta,100 milyonu aşkını ilk öğretimden yoksun ve 150 milyon civarında çocuk da beslenme yetersizliğiyle baş başa bulunmaktadır.”der.

-Yiyecek konusunda çocuğa ısrarla yemek yedirme yoluna gidilmemelidir. Çocuktaki inad,onun inadını daha da arttırıp,fayda yerine zarar verecektir.

Her yiyen sağlıklı,yemiyen sağlıksız anlamına gelmemelidir.

Kısaca;ölçülü ve dengeli olunmalıdır.

Çocuklardaki oluşan deprasyonun çeşitli sebebleri göze çarpmaktadır. Bunlar;

-Gündüz seyrettiği veya kendisine anlatılan masalların zihninde yer etmesiyle,gece sakin bir zeminde depreşmesidir.

-Çocuğu susturmaya veya dediğini yaptırmaya çalışırken öcülerle korkutarak,onda sevgiden önce nefret ve korkunun gelişmesine sebeb olunmaktadır.

Bu durum onun korkuyla büyümesine,saldırgan bir tutum ve ruh haletine sahib olmasını netice verecektir.

Bu menfi duygu depreştikçe,menfilikler de kendiliğinden depreşecektir.

-Çocuklar sevgiyle büyütülmelidir. Bir tanıdığımız vardı. Bu kişi üç-dört yaşlarındaki çocuğuna,cenneti tüm güzellikleriyle anlatır. Bunu hayran hayran dinleyen çocuk dayanamayıp;-arabası da olan babasına dönerek-

-Baba,haydi o zaman bizde cennete gidelim.

Daha sonra baba çocuğuna oraya ne zaman ve nasıl gidileceğini anlatarak teskin eder.

Bu olayı duymuştuk. İki sene kadar sonra çocuk,babasıyla yanımıza geldiğinde çocuğa;

-Haydi,beraber cennete gidelim,dediğimizde o çocuk bize;

-Şimdi gidilmeyeceğini,ikna olmuş bir şekilde anlatmaya başladı.

-Evet,çocuk kaçırılmamalı. Belki o güzelliklere doğru teşvik edilmelidir.

-Ruhta meydana gelen bu korku duygusu,çocuktaki bir dengesizliğin neticesi ve ilerideki bir olumsuzluğun belirti ve habercisidir.

Bediüzzamanın ifadesiyle:”Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır.”

-“Batıl şeyleri iyice tasvir,safi zihinleri idlaldir.”bozmaktır.

-Şiddet ve şiddetli rüyalar ise;güzel görmemenin veya göstermemenin,kötü şeyleri tasvir etmenin,güzel düşünmemenin ve düşündürmemenin ve neticede hayattan lezzet yerine elem almayı netice vermektedir.

Çocuğa devamlı müsbet,yapıcı ve güzel şeylerin tasviri yapılmalıdır.

-Cennet,cehennemi şeyleri kabul etmez,reddeder.

-Bir gün Peygamber Efendimize sorulmuştu:”Ya Rasulallah! Kim cennete girecek?

-Allah rasulü ise:”Peygamber cennetliktir. Şehid cennetliktir. Çocukken ölen cennetliktir. Diri diri gömülen çocuk cennetliktir.”(Ebu Davud)

-Çocuklar korku ve şiddet filimlerinden de sakındırılmalıdırlar. Bununla yetinmeyip o çocuk tv. ile değil,anne-baba terbiyesiyle yetiştirilmelidir.

Çocuk kimin terbiyesiyle yetiştirilirse,onun malı olur. Başkası –anne ve babası bile olsa-hak dava edemezler.-

-Çocuğun yetiştirilmesinde en büyük faktörlerden biri de;arkadaş seçimidir. Atasözünde ne güzel belirtilmiş:”Bana arkadaşını söyle,sana kim olduğunu söyliyeyim.”

Çocuğun iyi bir arkadaş seçimi,kişiliğinin oluşmasında da büyük tesir icra eder.

Buda onun ailesine ve topluma uyum sağlamasını sağlar.

-Çocuk eğitimle gelişir. Verilecek iyi bir eğitim,iyi bir çocuk,iyi bir çocuk da iyi bir nesil ve gelecek demektir.

Eğitim çocuğa sevdirerek verilmeli ikna edilip,tatmin edilmelidir.

Çocuğa faydalı ve lüzumlu şeyler öğretilerek hafızasının gelişmesine yardımcı olunmalıdır. Aksi takdirde bilgisiz bir bilgi hamalı olmuş olur.

“Çalışmayan demir paslanır.” Zeka ve hafızanın gelişmesi,çalışmasıyla ilgilidir.

Çocuk konusunda İbni Cerir:”Çocuk,ebeveyni yanında emanettir. Onun tertemiz kalbi nakış ve suretten başı berrak ve soyut bir cevherdir. Bu mübarek kalb,kendisine öğretilecek her şeye kabiliyetlidir. Neye meylettirilirse ona meyleder. Kendisine hayırlı ve güzel şeyler öğretilirse hayır üzerine büyür. Dünya ve ahiret mutluluğuna kavuşur. Anne ve babası sevabına ortak olurlar. Eğer şerre atılır,bu doğrultuda yetiştirilirse şaki olup dünyada da,ahirette de helak olur. Günah da onun terbiyesiyle mükellef olanındır. Çünki onun velisi sorumludur.”[5]

-Çocuğun yetiştirilmesi ona anlatılacak güzel hikayelerle olduğu gibi,zihninin gelişmesinde yardımcı olacak eğitici ve düşündürücü oyuncaklarla da takviye edilebilir. Yani çocuk eğitilerek öğretilmelidir. Meseleleri kavrıyamıyan çocuk,böylece oyun ile bilgilendirilmiş ve kabul ettirilmiş olacaktır.

-Çocuğun maddi ve manevi gelişimi anne karnından itibaren başlar. Mesela;

Hadisde:”O nutfe o rahimde yerleşti mi Allah,o nutfe ile Hz. Âdem arasındaki bütün soyunu o nutfenin başında hazır eder (de,o bunlardan birisinin şeklini alır.)”[6]

-Çocuğun gelişmesinde özellikle 0-6- yaş arasında verilenler veya çocuğun aldıklarının büyük ve silinmez etkileri vardır.

Nitekim kendimizden pay biçebiliriz. Öyle ki zihnimizde iz bırakmış olan bir olayı,hayatımız boyunca kolay kolay unutmaz ve unutamayız.

O dönemde öğrenilenler,hafıza arşivlerinin taze olması,mermere kazınmış gibi sağlamlılık gösterir.

-Onlara kıymet verilmeli,sevginin yanında saygıda kusur etmemelidir.

Hadisde:”Çocuğunuza,Muhammed adını koyduğunuzda,ona değer veriniz ve oturduğunuz mecliste ona yer açın.”[7]

Çocuğun yetişmesinde anne-baba kadar,belki daha fazla diyebileceğimiz bir faktörde okuldur.

Böyle bir yükü yüklenmeden önce çocuk o eğitime hazırlandırılmalıdır..Fiziken hazır haldeki durumu göz önünde bulundurulduğu gibi,ruhen o münasib ve müsaid hale getirilmelidir.

-Çocuğun fiziki olarak yetişmesinin de,ruhi olgunluğuna etkisi vardır. Aynı zamanda bir sünnet olan “Kaylûle” [8] yani;kuşluk ve öğle uykusunun,herkesin olduğu gibi hasseten çocukların dinlenmesine ve dikkatlerinin dağılmamasına ve zayıflamamasına sebeb olmakta,dinçlik sağlamaktadır.

Açlığa karşı ağızdaki salgılama gibi öğle vakti,öğleden sonra vücutta uykuya karşı öyle bir salgı salgıladığı bugün tıbben de tesbit edilmiş durumdadır.

-Bugün çocukların dengesizleşmesinde ve bozulmasında menfi görev yapan medyanın büyük rolü vardır.

Görüntülü ve resimli medya bu saf ve temiz kalbleri,tâ ruhun derinliklerine kadar hançerlemektedir.

Bugün medya;kadını yuvası olan evinden alıp kopardığı gibi,çocukları da o cennet yuvasından uçurmuş ve kaçırmıştır. Problemli çocukların meydana gelmesine zemin hazırlamıştır.

-Çocuğu sarmalayarak boğan o kadar sebebler teşekkül etmiştir ki;bunun izalesi,mesuliyetini hisseden ve hissedecek olan büyük bir himmet ve gayret sahibi toplum ile mümkün olacaktır.

Ancak bahane hazırdır;kendi problemlerini çözemediklerini,maişet derdinin boylarını aştığını ve onlarla uğraştığını söyleyen bir toplumda,iş fertlere kalmış olmakta,gönüllü erlerin ve fedailerin geç de olsa hizmetleriyle yerine getirilebilir.

-Habersiz olan büyüyen çocuğun durumunu,onun sorumluğunu üstlenen kimse daha fazla görmektedir. Daha fazla da dikkat etmesi gerekmektedir.

Zira;her şeyinde kendisini anne ve basının kucağına atmaktadır. Problem büyüdüğünde toplumun ve neticede devletin kucağına atmaktadır.

-İlk yapılacak iş;çocukta manevi bir kontrol mekanizmasını oluşturmaktır. Muhasebesini yapacak ve yapabilecek bir duygunun yerleştirilmesine çalışmak lazımdır.

Bununda temelini;iman ve inanç duygusunu harekete getirip,ibadet şuurunun onda yerleşmesini sağlamaktır. Zira bunlar kötülüklere karşı bir dizgin,bir fren görevini görecektir

Belki haklı olarak,siz bir gölge gibi onun arkasında olamazsınız. Fakat Cenâb-ı Hakkın onu her yerde ve her zaman gördüğü inancı,omuzunda iyilik ve kötülüklerini yazan –Kirâmen Katibin- melekleri tarafından her şeyinin yazılıb,hesaba çekilerek,mükafat ve cezaya çarptırılmak üzere ahiret diye bir alemin varlığı inanç ve şuurunu yerleştirdiğinizde,bu onun için de,sizin için de bir teminat olacaktır.

“Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyat da kördür,görmez.” Her şey madde ölçülü ve madde orantılı değildir.

-Zamanında ibadete alıştırılmayan ve namaza başlamayan bir çocuğun büyüdüğünde bir gayr-ı müslimin,müslüman olması kadar zorlaşacağını söyleyen Bediüzzaman;[9]onların namaza alıştırılmaları gerektiğini belirtir.

Çocuk;terbiye ve tedris süzgecinden geçirilmelidir.[10]

-Anlatılmaktadır;İdam edilmek üzere olan şahsa son istek ve arzusu sorulur. Oda annesini ister ve annesine hitaben,dilini öpmek isteğinde olduğunu belirtir.

Ağlayan ve üzüntülü olan anne,hiç olmazsa son anda çocuğunu memnun etme düşüncesiyle dilini uzatır.

Öpmek üzere olan çocuk,birden annesinin dilini ısırarak koparır ve tükürür.

Annenin feryadı bir netice vermez. Artık anne dilsiz kalmıştır.

İdamlık çocuğa,neden bunu annesine yaptığının nedeni sorulduğunda cevaben şöyle der;

-Ben küçükken,komşudan yumurta çalsam,annem beni engellemez,tersine;-aferin benim oğluma,der. Beni engelleme yerine teşvik ederdi. Her yaptığım yanlışlık da böyle davranırdı. İşte bu idamlığa ben onun dilinin cezası olarak gelmiş ve çıkmış olmaktayım.

Bana çektirdiğinin karşılığını,dilinin acısıyla bu dünyada çeksin,der.

-Yine anlatıldığı üzere;Evladı tarafından dayak yeyip,süründürülen baba bu duruma güler. Sinirlenip de evlat vurdukça,baba yine gülmeye devam eder. Hiddeti artıp,bir yandan da vuran evlad sebebini sorduğunda,cevaben baba;

-Evladım! Ben de babama aynen senin bana yaptığın gibi yapmış,bu ağacın altına kadar sürüyüp atmıştım,der. Ve vurması halinde de hakkını kendisine helal edeceğini de söyler. Ve bu durum evladı düşündürür.

-Ben de böyle bir duruma şahit olan birisini dinlemiş ve o kimsenin hala kendi mahallelerinde yaşamakta olduğunu da söylemişti ki;nitekim herkes buna benzer olaylara hayatında değişik şekillerde vakıf olmuştur. İbret alına…

-Elbette evladın da anne babaya karşı yapması gereken sorumluluklar vardır.

-Fahreddin-i Râzi-ye göre;İsra 23.24. ayetin açıklamasında,evladın anne babaya karşı mükellefiyeti beş şekilde tasnif edilir:

1)Onlara –öf- bile dememek.

2)Azarlamamak.

3)Hoş söz söylemek.

4)Onlara acımak.

5)Onlara dua etmek.[11]

Ana babanın çocuklar üzerinde bir çok hakları olup,peygamber lisanıyla;onların ihtiyacını karşılamanın Allah yolunda savaşmayla eş anlamda zikredilmiştir.[12]

Bediüzzamanın ifadesiyle:”Anne babasını rencide eden insan,insan bozması bir canavardır.”

-Dininden dönme ve dine aykırı gibi bir durum olmadıkça evlad anne-babasına itaatte kusur etmemelidir. Nitekim:

-“Sa’d bin Ebi Vakkas’ın müslüman olmasından hoşlanmayan annesi,oğlunun kendisine olan sevgisini de düşünerek;

-Dininden dönmedikçe yemek yemiyeceğini söyleyib,üç gün böyle devam etmesine karşı Hz. Sa’d şöyle demiştir:

“Vallahi ana! İyi bil ki,senin yüz canın olsa da onlar birer birer çıksa ben yine o peygamberin dinini bırakmam.

Bunun üzerine Ankebut suresinin 8. ayeti indi.Bunda:”Ana-babaya iyilik tavsiye edilmekle beraber,şayet onlar,çocuklarını Allah’a şerik koşturmaya kalkışır ve uğraşırlarsa,bu yolda kendilerine asla itaat edilmemesi gerektiğine….açıklandı.”

Sa’d ibni ebi Vakkas’ın kardeşi Amir’in de müslüman olması,annesini artık çileden çıkarmış ve şöyle söyletmişti:”Hz. Sa’d annesi ile kardeşinin başına halkın toplandığını görüb sebebini sorduğunda;”Şu anan,kardeşin Âmir’in yakasına yapıştı. Tuttuğu dini bırakmadıkça,hurma ağacının altında gölgelenmemeye,yeyip içmemeye and içti.”dediler. Hz. Sa’d annesinin yanına vararak;”Vallahi,ey ana! Cehennem ateşi durağın oluncaya kadar sakın gölgeleneyim,yeyip içeyim deme!”dedi.[13]

Hadis-de:”Her çocuk İslam fıtratı üzerine doğar. Sonra babası onu;yahudi,nasrani ve müşrik yapar.”[14]

İbni Abbas’dan;Kafirlerin çocuklarının cennetlik olduğu da[15] rivayet edilir.

-Çocukların eğitimlerinde hadisler[16] ölçü alınmalı,yahudilik ve hristiyanlıkta olmayıp,İslâmiyette olan farklı bir özelliği ki;rivayetleri Rasulullaha dayandırmalı,[17]sohbetlerde hadis ve sünnet kelimeleri geçmeli,[18]sahabeyi övüp,onlardan ve hayatlarından[19] bahisler açmalı,Peygamberlerin hayatlarını anlatmalı,büyük zatların hayatları anlatılıp ibret almaları sağlanmalı,onların çocukları nazara verilerek,onlar gibi büyüklüğe adım atmaları sağlanmalıdır.

Aksi takdirde çocukların nazarlarını başka alanlara çevirip,onlarla meşgul olmalarına sebeb olmak tıpkı Hz. Ömer zamanındaki kadının aç olan çocuklarını susturmak için taş kaynatmasına benzeyecektir. Ve insanların durumlarını araştıran Hz. Ömer onları bu durumdan kurtardığı gibi bize de bir Hz. Ömer gerekecektir ki,bu insanları ve çocukları böyle eğlence ve aldatmacalardan kurtarsın. Tükenen nesiller yerine,tükenmeyen nesiller yer almış olsun…

3-6-1996

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Kehf.46.

[2] Bak.Zaman gaz.8-1-1996.

[3] Bak. Zafer dergisi.Ağustos.1992.sh.23,agd.Eylül.1998.sh.14.

[4] Zaman gaz.10-9-1994.

[5] Aile Eğitimi. 1 / 156.

[6] Müsned.3 / 297,Tefsir-i Kebir. F. Razi. Terc. heyet. 22 / 549.

[7] Kenzul Ummal,T.Kebir.age. 23 / 221.

[8] Lem’alar.B Said Nursi.256.

[9] Emirdağ Lahikası. II / 66.

[10] Teğabün.14-15,Bakara.187,25,Tahrim.6, Emirdağ Lahikası.age. II / 41,(Birincisi),64,102,212,252,66(Rabian), Kastamonu Lahikası. B. Said Nursi.252, Mektubat. Agy.17.mektub, Şualar. B.Said Nursi.333,Lem’alar.age.277.

[11] Kur’an-ı Kerim-de adab-ı muaşeret. Doç. Z. Duman.141.

[12] Bak. Büyük sevablar. C. Yıldırım. 288,293,Bak.Kütüb-ü sitte.age. 2 / 485.

[13] İslam Tarihi. Mekke Devri. M. Asım Köksal. 1 / 181.

[14] Tirmizi. 4 / 447.

[15] Muhtasar Tefsir-i İbni Kesir. (Arapça) 3 / 606.

[16] Ma’ruf ve Münker. S. C. el-Amra. Terc.M. İslamoğlu.278,Kütüb-ü sitte.age. 1 / 495-496.

[17] Kütüb-ü Sitte.age. 1 / 499-500.

[18] Age. 1 / 491.

[19] Age. 1 / 518,522.




YIKILAN HAYAL VE ÂİLELER

YIKILAN HAYAL VE ÂİLELER

Evlenmeden önce düşünmüş ve evlenenlere benim için gizli olan noktalarını sormuştum.

Gerçi âilede yetişmiş,âileyi müsbet ve menfi olarak gözlemlemiştim. Ancak ne kadar yeterliydi?

Olaya birde başkasının gözü ve gözlüğüyle bakmak,özellikle bir öğretmen arkadaşa âilenin ve evliliğin zor ve güzel taraflarının ne olduğunu sormuştum.

Kolay demedi. Ancak bu âile hayatının yorucu durumu içerisinde çocuğunun kendisine gelerek-babacığım- deyip kucağına atlamasının,kendisi için büyük bir rahatlık olduğunu söylemişti. Âile yoruyor,rahatlatıcı durumlar o zorluğu gideriyordu.

Bu ise beni biraz daha ümidlendirmiş ve bir nebze olsun adım atmak için cesaretlendirmişti. Çünki gerek ben gereksede evlenecek olan kız,hiç tanımadığı,huyunu bilmediği bir insanla ömür boyu arkadaşlık yapacaktı. Elbet bu durum kolay değildi. Ancak yeterki,uyum ve anlayış olsundu.

Bu durum bana şu iki olayı hatırlatmıştı:

-Dünyada şöhret bulan,milyonlarca kasedi,milyonlarca alkışlayanı,trilyonları olan bir bayan sanatçının intihar etmeden önce yazmış olduğu not,ibretâmiz idi. Benim içinde düşünülebilirdi,bir baba olarak.Notta şu tek cümleyi söylüyordu:

“Eğer anne olsaydım,intihar etmeyi düşünmezdim.”

Âdeta şu mesajı veriyordu;Evlenmemek intihar etmektir.

Evlenen bahre düşer,evlad olursa ğark olur.

Sen kenarı bahri tut,evlenme sultanlık budur.

Tut ki kazara evlendin,sabredip artık otur.

Bir beladır başında sus,söylenme insanlık budur.(Tahirul Mevlevi)

Evlenmekle sultanlığı terk mi etmiş olacaktım? Ama birde âdet vardı. Her doğanın ölmesi gibi,her yaşayanında bir evlenmesi söz konusu idi.

O halde bu evlenilecek aday,kalbe mukabil bir kalb olmalıydı.

Durum hem erkek hemde kadın açısından değerlendirilmeli.

Hadisde:”Cennet annelerin ayakları altındadır.”buyurulmakta.Mantık oyunu demeden önce,birde şöyle düşünülmeli;”Cennet kızların değil,annelerin ayakları altındadır.”

-Aday Okumuş mu Olmalıydı?

Denk olmalıydı. Bu denklikte ne güzellik,ne zenginlik,ne neseb değil,din-ahlak ve diyanet noktasında bir denklik taşımalıydı.

Kadının erkekten aşağıda olması,bazı olumsuzlukları gemlemede rol oynar.

Bu adayın okumamış olması anlamına değildir.

Okumamışın ne derece yetiştirildiğine bağlıdır. Zira bir zamanlar,hâlada geçerli olmakta,kız çocukları okutulmazken yetiştirilmesi yapılmıyorsa,problem olacaktır. Bundan dolayı bazı büyükler evlenecek adaylara,okumamış olmayı tavsiye ederlerdi. Buda bir nevi elde kalan inançlı kimselerin çocuklarının iyi kimseleri gitmesini sağlamayı amaçlamakta idi. Terside mümkün. Âile iyi olmayan kız çocuklarının iyi birisine gitmesini sağlamak amacıyla her türlü iyi yönü gösterebilirler.

Önemli olanın anlayışlı,inançlı ve ahlaklı bir hanım,okumamış olanına tercih edilirken,okumamış,ahlaklı ve inançlı olanda,okumuş,ahlaki özelliği olmayana tercih edilir.

Âile ferdleri dünyanın kazanılmasında destekçi ve yardımcı olmaları göz önünde bulundurulur iken,âhiret hayatını berbad etmemeleri,kazanmalarıda göz ardı edilmemelidir.

Hadiste:“Kim kadınla güzelliği için evlenirse Allah onu rezil eder. Zenginlik için olanı fakir eder. Nesebi için olanı alçaltır. Dini için olanı huzurlu eder.”

-Çalışan Kadın Tercih Edilmeli mi?

Evvela kişi bunu kendi çocuğunu okutma,neyi,nasıl okutma ve çalıştırma düşüncesinde olup olmama,tercih edip etmeme yönüyle düşünmelidir.

Çalışan kadının gerek kendisi açısından,özellikle çocuğuyla ilgili ve terbiyesi açısından büyük riskleri vardır.

Göndereceği en iyi kreş kendisi kadar ilgilenemeyecektir. Bu aynı zamanda bir yük getirecek veya bir bakıcı tutacaktır. Kendisi memure olması hasebiyle giyimindeki farklılıklar ve giderler ayrı bir masraf çıkartacaktır.

Bu farklı gelir,farklı gider ve harcamalara sebeb olduğundan pekte maddi açıdan önemli bir faydası olmayacaktır.

Çalışan ve çalıştırılan hiçbir kadın için kimse memnun değildir. Zoraki olarak götürmektedir.

Evini,kocasını ve çocuğunu ihmalde işin cabası olacaktır.

-Öğretmenin Tecrübesi…

Kendisi görüşme usulüyle ve konuşarak evlenen bir öğretmen hanım,öğretmenler odasında evlenme ile ilgili bir konuşma esnasında önce şaşırdığım,sonrada hoşuma gidip takdir ettiğim şu görüşünü dile getirmişti;

6 yaşında olan çocuğunun,evlenme çağına geldiğinde,oğlunun bizzat kendisinin bularak evlenmesine karşı olduğunu,anne olarak kendisinin arayıp bulmak suretiyle evlendireceğini söylemişti.

Buna gerekçe olarakta;Çocuğunun sağlıklı düşünerek bir tercih yapamayacağını,his duygusuyla hareket edeceğini,bununda ilerisi için uygun olmayacağını söyledi.

Evet. Erkek galeyanda olan nefsini tatmin için karşısındakinde gerekli özellikleri aramayacağı,hissi davranacağı âşikârdır. Bu kadın içinde geçerlidir.

Nitekim uzun süren nişan süresinde tarafların birbirleriyle olan içli dışlı görüşmeleri,neticede ayrılmalara dönüşecektir.

-İlk geceden sonra başlayan âile içi münakaşalar;hep tarafların karşısındakinde aradığını,bulamama hayal kırıklığıdır.

Önceden aranmayan özellikler,sonradan bulunulmaya çalışılmaktadır.

Umduğunu bulamamıştır.

Toz pembe olan hayat ve âiledeki kapalılık ve tozluk ve pembelik gitmiş,yerini yersiz münakaşalar almıştır.

Aşk üzerine kurulan âile hayatında,aşk gitmiş yerini münakaşa almıştır.

Oysa aşkın yanına birde şefkat oturtturulmalıdır ki,devam etsin.

Şefkat ve merhametten mahrum bir âile hayatı,kadın için,öldürücü zehirli bir hayattır.

Hürmet ve saygıdan yoksun âile hayatıda erkek için,çekilmez bir yuvadır.

Âilenin devamı bu iki duygu olan Hürmet ve Merhamet üzerine oturtturulmalıdır.

-Münakaşa…

Âiledeki münakaşanın ana sebebi;iletişimsizliktir ki;itişmelere sebeb olur. Buda tarafların birbirlerini anlamama,anlayamama,anlatamama veya anlamak istememelerinden kaynaklanır.

Münakaşanın en büyük zararı;âile içerisinde büyüyen çocuklaradır. Âile huzursuz olurken,onun büyük fatura ve bedelini çocuklar ödemektedir. Ya huysuz olur veya psikolojik dengesizlikler onlarda görülmeye başlar. En azından zihinde kalan fotoğraflar bir gün depreşir.

Bir ömür boyu etkisi –şuurlu veya şuursuz olarak – onlarda görülür.

Uyumsuz aile,uyumsuz doku gibi ve doku nakli gibidir.İstenmeyen ve birbirlerini istemeyen aile ferdleride birbirlerinin uyumsuz dokuları mesabesindedirler.

-Boşanma…

İngiliz ajan Hempher Müslüman-Türk milletinin yıkımının,bu milletin âile hayatının çökertilmesiyle mümkün olacağını söylemektedir ki,doğrudur.

Âile küçük bir toplum,toplum büyük bir âiledir.

İlâhiyatçı olan müdürümüz Hukukuda bitirmek üzere iken,ne yapacağı kendisine sorulduğunda;Boşanma davalarına bakacağını söylemişti. Özellikle İzmir gibi yerlerde bu durumun dahada çoğunlukta olduğunu ifade etmişti.

Mesela Halis Toprak adındaki bir iş adamının,boşamış olduğu hanımına trilyonları vererek avukat ücreti olarak verilecek paranında payı azımsanmayacak kadar büyüktür.

Kronikleşmesini önlemek amacıyla;Allahın boşanmayı helal görüp,fazla kızmış olduğu bir olaydır,boşanma…

Taraflar mümkün mertebe emanetine aldığı kişiyi,emin olarak korumalı,başka alternatifin olmadığı en son noktada öyleki ölümü tercih etmeye,düşünmeye götürecek durum halinde boşanmayı seçmelidir.

Allahın en fazla kızdığı bir helaldır boşanma. Çaresizliğin en son çaresi olarak varılacak son çaredir boşanma…

Cahiliye döneminde talak bilinir mi?diye İbni Abbasa sorulduğunda cevaben;Evet,bilinirdi. Bain olarak üç talak vardı,diyerek Beni Kays bin Sa’lebelerden Aşâ-nın bu husustaki beyitlerini okudu.[1]

Batı dünyasında âile hayatı çökük olduğundan dolayı,elbise değiştirir gibi kadın değiştirilmektedir. Burada harcanan ise kadındır. Birde çocuğun olduğunu düşündüğümüzde,ömür boyu onun sıkıntısınıda yüklenmiş olacaktır.

Bu kadar sıkıntılarına rağmen,bizdeki ömür boyu bir kadınla yetinmeye hayret etmektedirler. Oysa hayret edilecek,âilesiz bir hayatın hayat olarak devam ettirilmeye çalışılmasıdır.

Kopuk hayatın,kopuk insanları…

Bugün içinde bulunan toplumumuzda aynı noktaya itilmektedir.

O halde sonunda düşüneceğimiz noktaları,başlangıçta düşünüp,ona göre tercih yapmalıyız.

Her yola baş vurduktan sonra kısmete rıza göstermeli. Hayatı bir okul gibi geliştirerek sürdürmelidir.

İman-ibadet-ahlak içerisinde devam eden bir âile hayatı;cennet hayatıdır.

Âyette:”Kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yarattık.”

Eşler birbirlerinin huzur kaynağıdırlar,öyle de olmalı ve kalmalıdırlar. Zira hayat âile olarak başlar,öylede devam edip,öyle son bulur. Cennet hayatıda âile hayatı ile devam eder.

-Kadının Sadakati…

Bir dostumun dükkanında bulunurken,Almanyada çalışan bir bay ve bayan karı-koca gelmişlerdi. Aralarındaki samimiyetten dolayı o dostum,seçim zamanı olduğundan erkeği ikna edemeyeceğini anlayınca kadına dönmüş ve şöyle demişti;Bacı,kocanın verdiği o partiye verme. Kadın ise;o hangisine verirse,bende ona veririm. O cehennemede gitse,bende onunla beraber giderim. Hayret etmiş ve hayran kalmıştım. Çünki tam bir sadakat ve emniyet duyuyordu. Âile için ise bu en büyük bir şarttı.

Buradaki yanlışta ısrardan ziyade,kocasına olan bağlılığını simgelemiş olmasıydı.

Sadakat ve Emniyet. Birbirlerine bağlı ve güven duyan bir âile,kopmaz ve koparılamaz bir âiledir.

-Kadın Evini Sevmeli…

Kadının gözü ve hevesi dışarıda olmamalıdır. Evini seven kadın,evinde olanlarıda,âilesinide sevecektir.

Evini seven kişi,evine bağlı kalacaktır. Bu aynı zamanda erkek içinde geçerlidir. Evini sevmeyen erkek,huzuru başka yerlerde arayacak,soğukluk ve kopukluk baş gösterecektir.

Süslenirkende evine göre değil,dışarıdakileri göz önünde bulundurarak süslenecektir.

Nitekim Beyin biri karısına bir elbiselik almak ister. Ancak bir türlü beğenemez. Gider davulcunun yanına. Ona şuradan karısı için bir elbiselik beğenmesini söyler. Davulcu şaşırır. Ben senin hanımının neyi seveceğini ne bileyim,der.

Adam ise;Karım elbise alırken benim için almıyor,sizin karşınızda nasıl bir elbiseyle oynayacağını düşünerek alıyor. Yani kendini bana değilde,size beğendirmek için aldığından,elbiseyide sen benden daha iyi bilirsin deyip ona seçtiriyor.

Kadın ibadetini olabildiği kadarıyla yapmalı. Zira onların hizmeti ve onlara hizmet eksiktir. Kadın hayızlı iken camiye giremez,kâbeyi tavaf edemez,ancak tavaf ederken hayız durumu olsa;tavaf eder,sonra kurban keserek,kabulü için dua eder.

-Kadın Sorumsuz mu?

Olur olmaz,ceviz kabuğunu doldurmaz meselelerden münakaşa mı çıkarıyor? Sizi anlamıyor,anlıyamıyor,anlamak mı istemiyor? Gücünüzün üzerinde isteklerde bulunup,sizi zora hatta ğayrı meşru kazançlara mı sevkediyor? Evinize bakmıyor,yemek yapımında ihmal gösterip,malınıza sahiblik etmiyor mu? Zamanlı zamansız yatıp,istediği zaman kalkıp ileri asıyormu? Öğlene kadar uyuyor,gidişinizden,çocuklarınızın aç olarak okula gitmesinden rahatsız olmayıp,sorumsuzluk mu yapıyor? Siz dış işleriyle ilgilenirken,o iç işleriyle ilgilenmiyor mu? Çocukların sadece midesini düşünürken,eğitim ve terbiyelerini ihmal mi ediyor? Âilenize gerekli saygıyı göstermiyor,çocuklarınızla ilgilenmiyor mu? Evinize geldiğinizde gerekli sıcaklığı ve tebessümü görmüyor,senin tabirinle dır-dır larla mı,şikâyetlerle mi karşılaşıyorsun?

Veya sayamadığım,senin bildiğin bazı olumsuzluklar mı var?

Veya bütün bu durumlar senden kaynaklanıyor da,sen mi sorumsuz davranıyorsun?

Evine sahib olmuyor,ilgilenmiyor,zamanlı zamansız geliyor,evi otel ve lokanta olarak mı kullanıyorsun? Çocukların ve hanımınla ilgilenmiyor musun? Onların yetişmesinde ne gibi bir katkıda bulunuyorsun? Başkasıyla ilgilendiğin kadar çocuklarınla ilgileniyor musun?

-Başkalarıyla İlgilendiğimiz Kadar….

Sürekli büyüklerle yapılan istişarelerde aynı konu bir çok defa gündeme gelirdi. Başkalarının çocuklarıyla ilgilendiğimiz kadar,kendi çocuklarımızla ilgileniyormuyuz? Başkalarıyla ilgilenmek için onları arayıp bulmaya gerek yok,işte evinde ve elinin altında;kendi evladın.

Herkes bundan muzdarip,herkes bunun çözülmesini ve hayata geçirilmesini arzu etmektedir. Ancak eksiklikler devam etmektedir. Bazen gerçekleri dile getirerek,bazende nefsi müdafaada bulunarak. Marangozun kapısı olmaz,terzinin elbisesi yırtık olur,ayakkabı tamircisinin ayakkabısı tamire muhtaçtır,öğretmenin kalemi olmaz,vs.vs…

Bende bir gün oğlumun başarısızlığından dolayı okula gitmiş,şunu söylemiştim. Ben her yıl binlerce talebe ile uğraşıyorum,bana ağır gelmiyor. Ancak bir çocuk bana ağır geliyor. Kendi çocuğum…

Adıyamanın eşrafından merhum Mahmut Allahverdi abimiz,ölene kadar durmadı,ölüm onu ancak durdurabildi. İnsanlarla,gençlerle ilgilenmekten,çocuklarıyla ilgilenmeye vakit bulamazdı. Çocuklarıda bundan şikâyetçiydi.

Tâ bizi ziyaret için Yozgat / Yerköye gelmiş,ogün doğan çocuğumuzun isminide kurmuştu. Acaba âile içi durumu nasıldı?

Bu amaçla oğlu Feyziye sordum. Oda içini dökerek şöyle anlatmıştı;Babam bizimle pek ilgilenmezdi,zaten evdede pek kalmazdı ki… Dışarıdan arayan bile onu evde bulamayacaklarını bildiklerinden dolayı gece 1030-dan sonra veya sabah namazı esnasında ararlardı. Başka türlü bulamazlardı.

Nitekim bir gün kızmış ve babama çıkışarak;Baba bir gün olsun seni evde doğru dürüst göremiyoruz. Başkaları seni bizden daha çok görüp,istifade ediyor. Nedir bu? Başkalarıyla ilgileniyor,bizimle ilgilenmiyorsun? Talebelerin bile para ihtiyacını karşılıyor,bize vermiyorsun?

Sertte olsa soru haklı ve meşru hakkı idi Feyzinin… Ancak cevab ise ondan geri değildi.Haklısın deyip,devam etmişti;

-Allahım!Eğer benim için ne yaptın diye beni hesaba çekersen;işte evladımı kendime isyan ettirecek derecede senin rızan için çalıştım ve koşturdum.

Cevab doğru ve mantıklı olsada,yeterli değildi. Üstün bir fedakârlık ruhunun bir yansıması idi.

Çünki kişi birinci derecede elinin altındakilerden sorumlu idi.

Hadiste:”Hepiniz çobansınız. Hepiniz raiyyetinizden,güttüklerinizden sorumlusunuz.”

Ancak bu sözü merhum değilde,başkası söylemiş olsa idi,sorumluluktan ve vicdan azabından kurtulmak için söylenilmiş olduğuna inanacaktım. Bu ise onun samimiyetinden şüphe etmeyi mümkün kılmaz.

Âile ferdler tarafından bir bütün olarak düşünülmeli,bütünlüğü korunmalıdır. Cüzlerden meydana gelen bir kül ve bütün olsada,parçalara ayrılmayan bir bütün olarak telakki edilmelidir.

-Erkek Evin Direği,Kadın Erkeğin Direği…

Hz. Haticenin öldüğü yıla –Hüzün yılı- denilmektedir. Peygamberimizin hayatındaki tek hüzün yılı,hanımı Hz. Haticenin öldüğü yıldır. Peygamberimizi ayakta tutan her ne kadar kendi şahsiyeti isede,maddi ve mânevi hayatının her safhasında yıkılmayıp ayakta kalmasında,hayatına ümid olmada hanımı Hz. Haticenin büyük desteği olmuştur. Hedefe varmada onun payı büyüktür. Peygamberliğin ilk anında telaşını gidermiş,herkes inkâr ederken ilk inanan o olmuş,madden desteklemiş ve ona güç vermiştir. Peygamberimizde onu kadınlar içerisinde farklı kadın olarak değerlendirmiştir.

Erkeğin ayakta kalabilmesi,kadının ayakta tutabilmesine bağlıdır.

Kadın bir erkeği azizde eder,zelilde…

Hadiste:”Kişinin takvadan sonra en hayırlı işi saliha hanımdır. Ki ona baktığında rahatlar. İyi bir halef olur.”

“Elbet sefil olursa kadın, alçalır beşer” (Tevfik Fikret) kadın üreten bir varlık.erkek dal,kadın çiçek. Çiçek dalla kâim,dal çiçeksiz zalim,ne varlık olur nede çalım. Birbirini tamamlayan iki satır,ikisi bir cümle. Bağışlayın,biri at ise,diğeri semer. Biri gaz,diğeri fener.

-Evlenecek Aday…

Akrabamdan bir genç,bocalama devresi içerisinde idi. Okul-iş-evlenme kıskacında yorulmuştu. Âdeta herkesten kaçıyordu. Banada o kaçışla geldi. Netleşen değil,bocalayan bir görünümü vardı.

Evlilik konusunda sordu.

Bende kendisine Kur’an-Hadis ve İslâm bilginlerinin hep tavsiye edici ve teşvik edici olduklarını,hayattan örneklerle açıkladıktan sonra;

Son olarakta bütün bunlarla beraber birçok zorluk ve sorumluluklarınında bunu takiben başladığını anlattım.

Deniz sakin görünmekle beraber,derin ve derinden akmaktadır.

Âilede iki farklı dünyanın insanları,birbirlerini tamamlamak amacıyla bir araya gelmişlerdir. Fırtına ve dalgalarıda o nisbette büyük ve derindir.

Bir batılınında yabana atılmayacak olan şu görüşünü naklettim:”Evlenmek ahmaklıktır. Evlenmemek en büyük ahmaklıktır.”

“Şerri kalil için,hayrı kesir kabul edilir,terkedilmez.”

Âile hayatında problem oluşturulmayıp,çözülmeli. Gelenek ve göreneklerle âile yük altına sokulmamalıdır.

Farklı güzellikler farkedilmelidir. Medeni kadının inceliği ve nezaketi,köylü kadının fedakârlığı,erkenden kalkıp işlerin üstesinden gelişi,kiminin becerikliliği,farklı insanlardaki bu güzellikler tesbit edilip bir araya gelmelidir.

-Düğün Merasimi…

Düğün merasimleri her iki tarafın anlayışı ve anlayışlılığıyla gerçekleştirilmelidir.

İslâmi usullere göre düğünler yapılmalıdır.

Nişanlanan bir öğretmen arkadaşımız bir gün düşünceli ve sıkıntılı görünüyordu. Sebebini sorduğumuzda ilk sözü şu olmuştu;Evlenmekten vaz geçeceğim.

Sebebini ise şöyle anlatıyordu; Yozgat / Akdağmadeninin köyü olan köyümüzde bir âdet vardır. Dindar olsun olmasın,namaz kılsın kılmasın mutlaka düğünler içkili yapılır. Ben ise bunu engelliyemiyorum. Ondan dolayı vaz geçeceğim,demişti.

Bizde kendisine yardımcı olmak amacıyla,niyetini bozmamasını söyleyerek bir gün öncesinden bir münibüsle köylerine vardık. Babası ve amcalarını toplayarak ikna ettik. Veya öyle görünmüşlerdi.

Ve arkadaş evlendi. Sonradan içki içilip içilmediğini sorduğumuzda,gizlice içilmiş olduğunu söyledi.

-Yozgat / Yerköy ilçesiki on binin üzerinde mâneviyatı olan bir yerdir. Buradada bir arkadaş mevlitli ve yemekli bir düğün tertib ettiğinde,bir konuşma yapan ilçe müftüsü şu tesbitte bulunmuştu:-Arkadaşımızınki mevlidli yapılan düğünlerimizin 71.cisidir.

Düğün yapacak kişi ayağını yorganına göre uzatmalı. Eşyayı zaruri olan ihtiyaçlar sıralaması içerisinde tedarik ederek,zamana yaymalıdır.

İyisini alıp,tekrar değiştirme durumuna girmemelidir.

Düğün günü akraba ve dostlar çağrılıp,mevlid ve sohbet yapılmalı,bir yemek vererek fazla israftan kaçınmalıdır.

Bilenlerle istişare etmeli,yardımcı olunmalıdır. Bilinmelidirki,evlenen ile ev yapana Allah yardım eder. Allah yardımcısı olsun.

Evlenen kimseye dost ve yakınları hediye ve yardımda bulunmalı ancak mesela Kırşehirde gördüğüm açık arttırmalı bir usulle,falan şu kadar verdi,filan bu kadar verdi,başka….gibi ifadelerle bazılarının mahcub olabilecekleride düşünülmelidir.

-Bir Hatıra…

Bediüzzamanın talebelerinden Doktor sadullah Nutku’ya,meslek hayatında en ibretli bulduğu bir hatırasını anlatması istenildiğinde şöyle der:

Bir gün muayene için yaşlı bir kadın getirmişlerdi. Muayene esnasında kadın aniden ölmüştü. Artık yapacak bir şey yoktu. O sırada kadının beyi;

Zaten pekte hoşnut değildim. Devamlı dır-dır ederdi,diye şikâyetlerde bulundu.

Birden ölmüş olan kadın yattığı yerden doğrularak;Hayır,yalan söylüyor. Bana az mı çektirdi,deyip geri düşmüştü

Hepimiz bu olaya çok şaşırmıştık.

Acaba bizler nasılız? Hangi durumdayız? Giderken nasıl gideceğiz? Hoşnud olarak mı?

-Bediüzzaman hazretlerine kardeşi Abdulmecid Efendi,kendisinden on yaş büyük olmasına rağmen,kadınlara ilgi duymamasının sebebini sorup,acaba o duygu sende yokmu?dediğinde Bediüzzaman;

Ben şimdi evlensem 20 kadınla evlenebilirim. Ben mahfuzum. Yatağada girsem,hizmetin kudsiyeti bana onu düşündürmüyor,der.

-Bediüzzaman hazretleri talebeleriyle birlikte bir mezardan geçerken,yeni gömülmüş bir mezarın başında durur ve talebelerine gitmelerini söyler. Kendisinden iki yaş büyük olan Molla Rasulün dışında hepsi gider.

Tefekküre dalar ve bir ara tebessüm eder. Ayrıldıkları sırada Molla rasul ısrarla tebessümünün sebebini sorduğunda,Bediüzzaman şöyle izah eder:

Bu yeni konulmuş bir kadın mezarı idi. Kadın ipe boncuk saplarken ölmüş olup,kabrindede ipe boncuk saplamakla meşguldü. Öyleki,kıyamet kopacağı zaman diyecekki;Allah ,Allah. Nede çabuk kıyamet koptu. Daha ipe boncuğumu saplamadım.

Hadiste:”Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz,nasıl ölürseniz öylede dirilirsiniz.”buyurulur.

Âile hayatımız nasıl?Nasıl yaşamaktayız? İpe boncuk saplamakla mı?Yoksa boncukları tesbih yapıp çekerek,alemleri tesbih tanesi gibi tefekkür ederek mi?

Âhirette –inşaallah- tekrar beraber olacağımız âilemizde güzel hatıraları hatırlayacak hatıralar bırakmalı,orada mahcub olmamalıyız. Mahcub olacak durumlara düşmemeliyiz.

-Çocuklarımızla Nasılız?

Önce yaşantımız ile onlara örnek olmalıyız.

Orta birdeki oğlumun derslerle ilgisizliğini anket yaparak öğrenmek istediğimde;başarısızlığının sebeblerinden biri olarak sürekli,ısrarla çalış demem,çalışmasını istemem idi.

İlgisizlik menfi tesir yaptığı gibi,ısrarda olumsuz izler bırakıyordu.

Çocuklarımız biz değil,kendileridirler. Kendileri olmalıdırlar. Kendileri olmalarına yardımcı olmalıyız.

Bazen çocuklarımızla çocuk olmalı,bazende büyüklüğümüzü hatırlatmalıyız.

Bilindiği üzere,Bir gün peygamberimiz torunlarını öpüp sevdiği bir sırada sahabenin birisi kendisinin on çocuğu olduğu halde hiç birini öpmediğini söyleyince peygamberimiz cevaben;

-Allah senin kalbinden şefkati çıkarmışsa ben ne yapayım.

-Kendimizi her şeyden evvel evladlarımıza kabul ettirmeliyiz.

-Çocukların yetişmesi için başka uygun yerlere göndermeli.

-Şefkat su-i istimal edilmemeli. Yani şefkatten dolayı sırf çocuğun uykusunun kaçmaması veya yorulmaması için sabah namazına kaldırmamazlık etmemeli.

“bir çocuk küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imanî alamazsa, sonra pek zor ve müşkil bir tarzda İslâmiyet ve imanın erkânlarını ruhuna alabilir. Âdeta gayr-ı müslim birisinin İslâmiyeti kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabani düşer. Bilhassa peder ve vâlidesini dindar görmezse ve yalnız dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa, daha ziyade yabanilik verir. O halde o çocuk, dünyada peder ve vâlidesine hürmet yerinde istiskal edip çabuk ölmelerini arzu ile onlara bir nevi bela olur. Âhirette de onlara şefaatçi değil, belki davacı olur. Neden imanımı terbiye-i İslâmiye ile kurtarmadınız?”[2]

-Hissi durumlardan kaçınılmalı.

-Çocukları yaşlarına göre değerlendirmeli. Nitekim İmamı Âzam zamanında 8 yaşındaki alim bir çocuk acıktığında ağlayıp yiyecek isterken,alimliğinide alim olarak yürütür.

Hitabı duruma göre yapmalı. Yaşa ve zamana göre tavır almalıdır. Nitekim İbni Sina çocukken oyun oynadığında bundaki büyüklüğü sezen ferasetli bir ihtiyar;Sen büyük adam olacaksın. Sana oyun yakışır mı?sorusuna cevaben;Her yaşın bir yakışığı vardır,der.

-Kişi çocuğuna verdiğini isteyebilir,vermediğini değil.

-Çocukların beşte bir keyfi hevesatlarına müsaade etmek gerekirken,meşru ve helal daire içerisinde olmasına dikkat edilmelidir.

-Sinema ve tiyatro gibi eğlenceler,birer şaraptır,sarhoş eder.

-Kişi evladını seviyor gibi değil,sevdiğini aynen göstermeli. Nitekim Efendimiz:”Bir kimseyi sevdiğinizde ona –Sizi seviyorum.-deyin,der.

-Çocuğunu terbiye eden,haliyle ve kaliyle örnek olmalıdır.

-Anne ve baba uyum içerisinde bulunmalıdır.

-Evde tezekkür ve sohbette bulunulmalıdır.

-Çocuğun kimlerle gezdiğine bakmalı,dikkat edilmelidir.

-Hataları yüze vurmadan,ölçülü tedip etmek.

-Kabiliyetlerine göre davranıp,teşvik etmek.

-Çocuğun zahmetsiz büyümesi engellenmelidir. Hayatı tanımalıdır.

-Hayata atılacakları zaman;onlara içtima-i ve hayatın siyaseti dersi verilmelidir.

-Yalan ve ölçüsüz olmamalı.Mesela;peygamberimiz savaş için yer tesbitinde tanımayıp gören birisi;Ne aradıklarını sorduğunda ona cevaben:”Nahnu min Irak.Yani;-Biz Irakdanız.- İki mânayada gelir;Irak şehrinden de olur,uzaktan anlamınada gelir. Böylece yalan söylenilmemiş olunur. Söylenilmeyecek bir şey bile olsa,yalan olmamalıdır.

-Kur’anda:”Onlar onu (Muhammedi) evladlarını bildikleri gibi bilirler.”[3]buyurulur. O halde baba evladını biliyormu? Nasıl ve ne kadar biliyor? Burada onlar sorumluluktan evladlarını bile bilmiyorlar. Veya o derece evladlarını biliyorlarki,seni de o kadar bilip inat ve cehaletlerinden kabul etmiyorlar. Veya evladlarını bile bilip sorumluluklarını yerine getirmiyorlarki,seni bilip sana olan vazifelerini yerine getirsinler!

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Heysemi.Mecmauz-Zevaid. 6 / 303-310, 9 / 278-284,Bak.Talak.1,İslam Tarihi.A.Köksal.Medine Devri.5/184.

[2] Emirdağ Lahikası.B.Said Nursi. 1 / 40.

[3] Bakara.146,En’am.20.




EDEB VE EDEBİYAT

EDEB VE EDEBİYAT

*“İnsan fezailden neye erişirse edeble erişir.”[1]

*-Edebden mahrum olan,Rabbin lutfundan da mahrum olur.”

“Gezdim Haleb ile şam’ı

Eyledim ilmi taleb

Meğer ilim bir hiç imiş

İlla edeb illa edeb…”

Hayatını edebden uzak günah kirleriyle,zina içerisinde harama yönelerek geçiren bir insan,budanmamış bir odun ve kütük gibidir.

Asr-ı saadette Peygamberimiz (A.S.) Ashabıyla beraber bulunuyordu. Bir genç çıkageldi ve çok saygısızca:
– Ya Resulallah! Ben falanca kadın ile arkadaş olmak olmak istiyorum, onunla zina yapmak istiyorum dedi.
Ashab-ı Kiram, bu durumdan çok öfkelendiler. İçlerinden gazaba gelerek genci dövmek ve huzuru Resulullah’dan çıkarmak isteyenler oldu. Bazıları bağırıştılar. Çünkü genç çok hayasız konuşmuştu.
Sevgili Peygamberimiz (S.A.V.) bırakın o genci buyurdu. Resulullah, genci yanına çağırdı, dizinin dibine oturttu. Gencin dizlerini kendi mübarek dizine değdirecek bir şekilde oturttu ve:
– Ey genç, birinin annenle bu kötü işi yapmasını ister misin? Bu çirkin hareket hoşuna gider mi? diye sordu. Genç hiddetle:
– Hayır Ya Resulallah, diye cevap verdi. Resulallah:
– Öyle ise o çirkin işi yapacağın kimsenin evlatları da bundan hoşlanmazlar. Sonra:
– Peki, bu çirkin işi senin kız kardeşinle yapmak isteseler, sever misin? diye sorduklarında genç :
– Hayır, asla! diyerek hiddetleniyordu. Şu halde insanlardan hiç kimse bu işi sevmez buyurdu.
Sonra Hz.Peygamber (A.S.) mübarek elini bu gencin göğsüne koyarak şöyle dua etti:
– Allah’ım! Sen bu gencin kalbini temiz kıl. Namusu ve şerefini muhafaza eyle ve günahlarını da bağışla, buyurdu.
Genç, Resulallah’ın huzurundan ayrıldı. Bir daha günah işlemediği gibi böyle bir kötü düşünce aklından bile geçmeden yaşamış!
Rasulullah;-Kadınlarınızın namuslu olmasını istiyorsanız,başkalarının kadınlarına yan gözle bakmayınız.”buyuruyor.

Edeb ve terbiye erkekte olursa güzeldir,ancak kadında olursa daha güzeldir.

Edeb bir tâc imiş nur-u hudadan

Sen giy o tâc-ı kurtul her belâdan.

Özellikle edibler edebli olmalıdırlar,hem de edeb-i islâmiye ile edeblenmiş olmalılar.

Edibleri her türlü yazarlardan en bâriz vasıfları,edebleridir.

Fuzuli,Bâki,Nâbi,Yunus,Mevlâna gibilerini diğer insanlardan ayıran en belirgin özellik,onların edebleridir.

Edeb her şeyden önce;kişinin her konuda haddini,hududunu,kendini bilmesidir.

Edebi olmayan edebiyatçı olamaz,edebi konuşamaz,edebiyat yapamaz,yapmaya da hakkı yoktur.

Edebi olmayan her söz ve uygulama,Rafine edilmemiş,Revizyondan geçirilmemiş,İşlenmemiş bir madde ve madendir.

Edeb fıtrattır.Fıtrata uygun olmayan bir şey,edebe de aykırıdır.

Sünnet bir edebtir.Allah edebin her çeşidini Efendimizde cemetmiştir.

Edeb;dilde,gönülde,fizikte,metafizikte,âdab-ı muaşerette ölçülü hareket etmektir.

Yasaklar edebi sağlamak ve muhafaza altına almak içindir.

İbadetler edebtir.

Namaz,Fuhşiyat ve münkerattan koruyucu edeb bekçisidir.

Edebli toplumlar,kültürlü toplumlardır.Kültür edebin bir şubesidir.

Kıyametin kopması esnasında insanlardan ilk kaldırılacak en değerli şey,edebdir.

Edebin toplumdan kalkması,kıyametin ilk habercisidir.

Edeb kalkmadıkça,kıyamet kopmaz.

Bu konuda Bediüzzaman;

*“Haysiyet ve namus ise, edebsizlerin te’dibini ister.”[2]

*Edebsizlik yeryüzünün birer pisliğidir.[3]

*Kur’an-ı Hakîm edeb-i muaşeretdir.[4]

*”Âlet-i tenasül-i insan, insan nazarında bahsi hacalet-âverdir. Fakat şu perde-i hacalet, insana bakan yüzdedir. Yoksa hilkate, san’ata ve gayat-ı fıtrata bakan yüzler öyle perdelerdir ki, hikmet nazarıyla bakılsa ayn-ı edebdir, hacalet ona hiç temas etmez.”[5]

*Kur’an-ı Hakîm menba-ı edebdir.[6]

*” Şeytan münafî-i edeb çirkin halleri tasvir eder. Kalbe “Eyvah” dedirtir. Ye’se düşürtür. Vesveseli adam zanneder ki kalbi, Rabbine karşı sû’-i edebde bulunuyor. Müdhiş bir halecan ve heyecan hisseder. Bundan kurtulmak için huzurdan kaçar, gaflete dalmak ister.”[7]

“Dinle ey bîçare! Nasılki, senin namazın edeb-i nezihanesinin vesilesi olan zahirî taharete, batnının bâtınındaki necaset ona tesir etmez ve bozmaz.”[8]

*” Bir edebsizin yüzünden, bazan olur ki, bir memleket harab olur.”[9]

*” Esfel-üs safilîne giden o edebsiz zalimler cezalarını buldular”[10]

Hem nasıl medeniyet-i hazıra, hikmet-i Kur’anın ilmî ve amelî i’cazına Öyle de: Medeniyetin edebiyat ve belâgatı da, Kur’anın edeb ve belâgatına karşı mağlub oluyor. [11]

*” Cin ve insin hattâ şeytanların netice-i efkârları ve muhassala-i mesaîleri olan medeniyet ve hikmet-i felsefe ve edebiyat-ı ecnebiye, Kur’anın ahkâm ve hikmet ve belâgatına karşı âciz derekesindedirler.”[12]

*“Mü’minlerin de, böyle edebsiz ehl-i isyana karşı dayanmak için Cenab-ı Hakk’ın çok inayatına muhtaçtırlar.”[13]

*“Edebsiz adam, te’dib suretiyle hapse atılır.”[14]

*“Zira küçük bir hâkimin küçük bir izzeti, küçük bir gayreti, küçük bir celali bulunsa; bir edebsiz ona serkeşane dese: “Beni te’dib etmezsin ve edemezsin.” Herhalde o yerde hapishane yoksa da, tek o edebsiz için bir hapishane teşkil edecek, onu içine atacaktır. Halbuki kâfir,”[15]

*“Hem üdeba-yı İslâmiyenin meşhurlarından bedbînlikle maruf Ebu-l Alâ-i Maarri ve yetimane ağlayışıyla mevsuf Ömer Hayyam gibilerin, o mesleğin nefs-i emmareyi okşayan zevkiyle zevklenmesi sebebiyle, ehl-i hakikat ve kemalden bir sille-i tahkir ve tekfir yiyip; “Edebsizlik ediyorsunuz, zındıkaya giriyorsunuz, zındıkları yetiştiriyorsunuz” diye zecirkârane te’dib tokatlarını almışlar.”[16]

*Her asrın bir edebî rütbesi vardır.[17]

“Avrupa’dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat romanvari nazarla, Kur’anda olan letaif-i ulviyet, mezaya-yı haşmeti göremez, hem tadamaz.

Edebiyatta vardır üç meydan-ı cevelan; onlar içinde gezer, haricine çıkamaz:

Ya aşkla hüsündür, ya hamaset ve şehamet, ya tasvir-i hakikat. İşte yabani edebse hamaset noktasında hakperestliği etmez.

Yine ondan gelen, dalaletten neş’et eden ruhun ızdırabatına o edebsizlenmiş edeb (müsekkin hem münevvim); hakikî fayda vermez.İştihayı kabartır, hevesi tehyic eder, his daha söz dinlemez. Kur’andaki edebse hevayı karıştırmaz.

Avrupazade edebse fakd-ül ahbabdan, sahibsizlikten neş’et eden gamlı bir hüznü veriyor, ulvî hüznü veremez.

Kur’anın edebi ise: Öyle bir hüznü verir ki, âşıkane hüzündür, yetimane değildir. Firak-ul ahbabdan gelir, fakd-ül ahbabdan gelmez.

İkisi birer şevki de verir: O yabani edebin verdiği bir şevk ile nefis düşer heyecana, heves olur münbasit; ruha ferah veremez.”[18]

*”Risale-i Nur’da müstesna bir edebiyat ve belâgat ve îcaz, nazirsiz, cazib ve orijinal bir üslûb vardır. Evet, Bediüzzaman zâtına mahsus bir üslûba mâliktir. Onun üslûbu, başka üslûblarla müvazene ve mukayese edilemez. Eserlerin bazı yerlerinde, edebiyat kaidesine veya başka üslûblara nazaran pek münasib düşmemiş gibi zannedilen bir noktaya rastlanırsa, orada gayet ince bir nükte, bir îma veya ince bir mana veya hikmet vardır. Ve o beyan tarzı, oraya tam muvafıktır. Fakat o ince inceliği, âlimler de birden pek anlamadıklarını itiraf etmişlerdir. Bunun için, Bediüzzaman’ın eserlerindeki hususiyet ve incelikleri, Risale-i Nur’la fazla iştigal etmemiş olanlar, birden intikal edemezler.”[19]

*”Büyük şâirimiz, edebiyatımızın medar-ı iftiharı merhum Mehmed Âkif, bir üdebâ meclisinde, “Viktor Hügo’lar, Şekspirler, Dekartlar; edebiyatta ve felsefede, Bediüzzaman’ın bir talebesi olabilirler.” demiştir.”[20]

*Sünnet,şeriatın bir edebidir.[21]

*Âdâb-ı Nebevîye muhalefet onların nurundan ve o hakikî edebden istifade etmemektir.[22]

*”Sünnet-i Seniye, edebdir. Hiçbir mes’elesi yoktur ki, altında bir nur, bir edeb bulunmasın! Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: : Yani: “Rabbim bana edebi, güzel bir surette ihsan etmiş, edeblendirmiş.” Evet siyer-i Nebeviyeye dikkat eden ve Sünnet-i Seniyeyi bilen, kat’iyyen anlar ki: Edebin enva’ını, Cenab-ı Hak habibinde cem’etmiştir. Onun Sünnet-i Seniyesini terkeden, edebi terkeder. -Bîedeb mahrum bâşed ez lûtf-i Rab -(Edepsiz kişi Allah’ın lütfundan mahrum olur.)kaidesine mâsadak olur, hasaretli bir edebsizliğe düşer.”[23]

*”Sual: Herşeyi bilen ve gören ve hiçbir şey ondan gizlenemeyen Allâm-ül Guyub’a karşı edeb nasıl olur? Sebeb-i hacalet olan haletler, ondan gizlenemez. Edebin bir nev’i tesettürdür, mûcib-i istikrah hâlâtı setretmektir. Allâm-ül Guyub’a karşı tesettür olamaz?

Elcevab: Evvelâ: Sâni’-i Zülcelal nasılki kemal-i ehemmiyetle san’atını güzel göstermek istiyor ve müstekreh şeyleri perdeler altına alıyor ve nimetlerine, o nimetleri süslendirmek cihetiyle nazar-ı dikkati celbediyor. Öyle de: Mahlukatını ve ibadını sair zîşuurlara güzel göstermek istiyor. Çirkin vaziyetlerde görünmeleri, Cemil ve Müzeyyin ve Latif ve Hakîm gibi isimlerine karşı bir nevi isyan ve hilaf-ı edeb oluyor.

İşte Sünnet-i Seniyedeki edeb, o Sâni’-i Zülcelal’in esmalarının hududları içinde bir mahz-ı edeb vaziyetini takınmaktır.”[24]

*”Nasılki bir tabib, doktorluk noktasında bir nâmahremin en nâmahrem uzvuna bakar ve zaruret olduğu vakit ona gösterilir. Hilaf-ı edeb denilmez. Belki edeb-i Tıb öyle iktiza eder, denilir. Fakat o tabib, recüliyet ünvanıyla yahut vaiz ismiyle yahut hoca sıfatıyla o nâmahremlere bakamaz. Ona gösterilmesini edeb fetva veremez. Ve o cihette ona göstermek, hayâsızlıktır.”[25]

*“Esma-i cemaliye ve kemaliye ise, melaike ve ruhanî ve cinn ve insin nazarında güzelliklerini, mevcudatın güzel vaziyetleriyle ve hüsn-ü edebleriyle göstermek isterler.”[26]

*”Hayal veya fikir âyinesinde küfriyatın ve şirkin akisleri ve dalaletin gölgeleri ve şetimli çirkin sözlerin hayalleri, itikadı bozmaz, imanı tağyir etmez, hürmetli edebi kırmaz.”[27]

*“Cenab-ı Hakk’ın rububiyetine karşı imtihan tarzı sû’-i edebdir, ubudiyete münafîdir.”[28]

*“ Edeb-i Furkanî ile edebleniniz!”[29]

*“Hâlık-ı Rahîm’in hazır nâzır olduğunu düşünüp, ondan başkasının teveccühünü aramayarak; huzurunda başkalarına bakmak, meded aramak o huzurun edebine muhalif “[30]dir.

*“Hem edebiyatça en ileri bulunan Arab edibleri, -İslâmiyete girmeyenler- şimdiye kadar muarazaya pekçok muhtaç oldukları halde Kur’anın i’cazından yedi büyük vechi varken, yalnız birtek vechi olan belâgatının, (tek bir surenin) mislini getirmekten istinkâfları ve şimdiye kadar gelen ve muaraza ile şöhret kazanmak isteyen meşhur beliglerin ve dâhî âlimlerin onun hiçbir vech-i i’cazına karşı çıkamamaları ve âcizane sükût etmeleri; Kur’an mu’cize ve tâkat-ı beşerin fevkinde olduğuna bir imzadır.”[31]

*”Mesmuatıma göre: Merkez-i hükûmette, bir kundura boyacısı çarşı içinde bir büyük adamın yarım çıplak karısına sarkıntılık edip o acib edebsizliği yapması, tesettür aleyhinde olanın hayâsız yüzüne şamar vuruyor.”[32]

*”Bilhassa lise ve üniversite tahsil gençliğine bu hârika eserler orijinal ve çekici üslûbu ve yüksek edebî san’atıyla kendini okutturuyor.”[33]

*”Ahlâk, edeb ve terbiye gibi en yüksek meziyetlere sahib olabilmek için, kuvvetli bir imana sahib olmak lâzımdır.”[34]

*”Bu hesab-ı ebcedî, makbul ve umumî bir düstur-u ilmî ve bir kanun-u edebî olduğuna deliller pek çoktur.

Yüksek edibler bu hesabı, edebî bir kanun-u letafet kabul edip, eski zamandan beri onu istimal etmişler.”[35]

*Kur’an;“edebiyatın mu’cize-i kübrası “[36]

*Kur’an insanların ve ediblerin“edebî malûmatlarına imale etmesi ve benzetmesi, mukteza-yı belâgat ve irşad”dır.[37]

*”Edebiyat ile alâkadar olanlar için Kur’an, bir kitab-ı edebdir.”[38]

*”Edebî dehaların ve yüksek şâirlerin, Kur’an huzurunda eğildikleri bir vakıadır.”[39]

*”Kur’anın güzelliği, diğer bütün edebî eserlerin güzelliklerinden kabil-i temyizdir.”Carlyle.[40]

*”Evet, bazı ibareler belki edebiyat denilen şeye tam muvafık düşmüyormuş. Bunda da isabet var. Çünki edebiyat satılmıyor, Kur’an’dan nurlar gösteriliyor.”[41]

*”Fedakâr Üstad! Diyanetten meded almayan, ehl-i gafletin gafletini ziyadeleştiren edebiyat denilen müdhiş sarhoşluk, ancak ve ancak sizin âsâr ve telkinleriniz sayesinde mündefi’ oluyor.

Sevgili Üstadım! Felsefe mezbelelerinde nâlân, sürünen edebsizler elbette hakikî edebi ve edebiyatı sizin eserlerinizde bulacaklarına asla şübhe yoktur ki, böyle olacak.”[42]

*“Vahdaniyet-i İlahiyeyi güneş gibi isbat eden ve Kur’an’ın otuzüç âyet-i azîmesini tefsir eden Otuzüç Pencere namındaki Otuzüçüncü Mektub ki, sırr-ı tevafukla beraber kıymet-i ilmiyesi ve edebiyesi itibariyle ehl-i tevhidce yalnız maddeten bin lira kadar ehemmiyetli olan risale”dir.”[43]

*”Sehil ve muvaffakıyetime hayırlı dualarınızı rica eder, kemal-i edeble ellerinizi öperim, muhterem üstadım.”[44]

*”Ulaşmaz Dest-i edeb-i garb-ı hevesbar-ı hevâkâr-ı dehâdar

De’b-i edeb, ebed-müddet. Kur’an-ı ziyabar-ı şifakâr-ı hüdâdar.”[45]

*”Evet dinden gelmeyen, belki felsefenin hassasiyetinden gelen celb-i ervah da; hem hilaf-ı hakikat, hem hilaf-ı edeb bir harekettir.

Belki ayn-ı hakikat ve edeb ve hürmet ve istifade odur ki; Celaleddin-i Süyutî, Celaleddin-i Rumî ve İmam-ı Rabbanî gibi zâtların seyr ü sülûk-u ruhanîleri gibi seyr ü sülûk ile yükselerek o kudsî zâtlara yanaşmak ve istifade etmektir.”[46]

*”Kendisinin; ilmî, ahlâkî, edebî, birçok fazilet ve meziyetleri arasında beni en çok meftun eden şey; onun o, dağlardan daha sağlam, denizlerden daha derin, semalardan daha yüksek ve geniş olan imanıdır.”[47]

*“Kitaba girmezden evvel, Üstadı; ilmî, fikrî, tasavvufî ve edebî cepheleri ile de mütalâa etmek isterdim… Fakat çok derin ve pek Şümullü olan bu mevzuların birkaç sahife ile hulâsa edilemiyeceğini kat’î bir surette idrak ettikten sonra; artık, adı geçen mevzulara birkaç cümle ile temas etmeyi münasip gördüm.”[48]

*”Üstad; Risale-i Nur Külliyatı’nda; dinî, içtimaî, ahlâkî, edebî, hukukî, felsefî ve tasavvufî en mühim mevzulara temas etmiş ve hepsinde de hârikulâde bir surette muvaffak olmuştur.”[49]

*“Üstad zevk inceliği, gönül hassasiyeti, fikir derinliği ve hayal yüksekliği bakımından harikulâde denecek derecede edebî bir kudret ve melekeyi hâizdir.”[50]

*“Kendisi, asr-ı hâzırın ihtiyacını karşılayacak, zamanın ilmî ve edebî seviyesinin fevkinde bütün dünyaya Kur’anın mu’cize olduğunu isbat ve herkesi ikna edebilecek bir kabiliyet, metanet, emel ve fedakârlık taşıyordu.”[51]

*”– Ey gazeteciler! Edibler edebli olmalı; hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddib olmalı.”[52]

*”Bildiğime göre, edibler edebli olurlar. Edebsiz bazı gazeteleri, nâşir-i ağrâz görüyorum. Eğer edeb böyle ise ve efkâr-ı umumiye böyle karmakarışık olsa, şahid olunuz ki, böyle edebiyattan vazgeçdim; bunda da dahil değilim. Vatanımın yüksek dağlarında, yâni Bâşid başındaki ecram ve elvâh-ı âlemi, gazetelere bedel mütalâa edeceğim.”[53]

*“ İslâmiyetin hakikatında mevcud maddî-manevî en yüksek terakkî ve medeniyet umdeleri yerine; dinsiz felsefenin bataklığındaki nursuz prensipler, edebsiz edib ve feylesofların fikir ve ideolojileri, gizli komünistler, farmasonlar, dinsizler tarafından telkin ediliyor ve çok geniş bir çapta tedris ve talime çalışılıyordu. Bilhassa İngiliz, Fransız gibi İslâm düşmanlarının İslâm Âlemini maddeten ve mânen yıpratmak, sömürmek emellerinin başında Kahraman Türk Milletinin dinî bağlardan uzaklaştırılması; örf âdet, an’ane ve ahlâk bakımından tamamen İslâmiyete zıt bir duruma getirilmek plânları vardı ve bu plânlar maalesef tatbik sahasına konmuştu!”[54]

*”Üstad;”edeb ve iffetin en şâheser nümunelerini nefsinde gösterebilmiş bir nezahet ve hüsn-ü hulk âbidesidir.”[55]

*”Ey sû-i niyetleriyle ve kendi menfî ruhlarına kıyasla bu ahlâk, edeb, îman, marifet ve hakikat âbidesine dil uzatan ve şeytanları dahi utandıracak derecede iftiralarla bu fazilet timsalini yok etmeğe, tezvire çalışmış bedbahtlar!”[56]

*”Bazan yüksek dağ başlarında, büyük kayalıklar arasında gezer, yalnız başına sessiz dolaşır; bazan bağ ve bahçeleri, nebatat ve hayvanatı temaşa ve tefekkür edip; sonra dönüp, şehre inip, en büyük siyasî içtimalarda, gayet beliğ ve mâkulâne hitabeler, ahlâkî edebî nutuklar irad edebilen cevval bir ruh haletini taşırdı.”[57]

*”Maksadım, İslâmiyete hizmet, Türk edebiyatını tanıtmak ve Türk düşmanlarına karşı, yazmak ve çalışmaktır.”[58]

*Bu memleket için bir“İslâm Edebiyatı sergisi” [59]ve de dergisine ihtiyaç vardır.

*“Sû’-i fehm ve sû’-i edeb ile İslâmiyetin hakkını ve müstehak olduğu hürmeti îfa edemedik. Tâ o da bizden nefret ederek evham ve hayalâtın bulutlarıyla sarılıp tesettür eyledi.”[60]

*“Kürdlerin emsal-i edebiyesi”[61] gibi her milletin bir çok edebi meselleri mevcuttur.

*”Eğer istersen Harîrî gibi bir dâhiye-i edebin Makamat’ına gir, gör! O dâhiye-i edeb nasıl hubb-u lafza mağlub olarak lafızperestlik hevesi o kıymetdar edebini lekedar ettiği gibi lafızperestlere de bast-ı özür etmiştir ve nümune-i imtisal olmuştur. Onun için o koca Abdülkahir bu hastalığı tedavi etmek için Delail-i İ’caz ve Esrar-ül Belâgat’ın bir sülüsünü onun ilâçlarından doldurmuştur. Evet lafızperestlik bir hastalıktır, fakat bilinmez ki hastalıktır…”[62]

*“Bir nükte-i zarafet için veya kafiyenin hatırı için, çok edib edebde edebsizlik etmeye şimdiden başlamışlardır.” [63]

*Tabiatperestlik edebizce bir hatadır. [64]

*”Sakalımın beyazlanmakla parlaması seni korkutmasın. Zira nur-u mütecessim gibi dimağdan erimiş sakaldan mecra bulup kendini gösteren fikir ve edebin tebessümüdür.”[65]

*”Bir kısmı da, selâmet-i millet fedaileridir. Onların ukde-i hayatiyelerini teşkil eden, mason olmayan ekserî İttihad ve Terakki’dir. Ve sizin şu aşairiniz kadar ülema ve meşayih, Jön Türkler meyanında mevcuddur. Vakıa onlarda bir takım edebsiz, çok sefih masonlar dahi bulunur; lâkin yüzde ondur. Yüzde doksanı sizin gibi mu’tekid müslimlerdir. (Velhükmü lil-ekser).”[66]

*”Madem ki hasene on misline çıkar. Seyyie, nefsinde birde münhasır kalır. Sen de haseneden neş’et eden muhabbeti, muhsinden muhsinin müteallikatına teşmil et. Uyûbundan iğmaz-ı ayn et. Seyyieden neş’et eden adavet-i müsi’den, müsi’in ekaribine veya sair güzel sıfatlarına tecavüz ettirme. Bu edeb-i illiye-i âdile-i Kur’aniye ile edeblen! Kur’an’ın edebiyle edeblenmeyen, zamanın sillesiyle te’dib olunacağı muhakkaktır.”[67]

*”Esefa! Heyet-i içtimaiyeyi faaliyet ve harekete götüren çok ukde-i hayatiyelerden, bizde inkişafa başlayan yalnız fikr-i edebiyat, bahusus şâirane, müfritane, edebşikenane, hodpesendane olan fikr-i hiciv ve arzu-yu tahkirdir.”[68]

*”Te’dib-i hakikîye karşı edebsizliktir ki, birbirine saldırıyor. Fakat millete ve İslâmiyet’e karşı olan ta’rizat-ı zımniyelerini o kâselislerin yüzlerine çarpmakla beraber, onlar birbirine karşı dinsizcesine hiciv ve terzilleri ise, kimbilir belki müstehaktırlar düşünüp, deyip geçmek ile iktifa ederiz.”[69]

10-5-2003

Mehmet ÖZÇELİK

[1] Feyizli Sözler.R.Küllüoğlu.180.

[2] Sözler.50,64,66,122.

[3] Sözler.182.

[4] Sözler.185,Mektubat.311.

[5] Sözler.232.

[6] Sözler.232.

[7] Sözler.274.

[8] Sözler.275.

[9] Sözler.280.

[10] Sözler.376.

[11] Sözler.411,448,Mektubat.413,Tarihçe-i Hayat.367.

[12] Sözler.412.

[13] Sözler.465.

[14] Sözler.471.

[15] Sözler.503.

[16] Sözler.543.

[17] Sözler.734,Kastamonu.172.

[18] Sözler.736-7,Kastamonu.174-6.

[19] Sözler.764.

[20] Sözler.764.

[21] Lem’alar.50.

[22] Lem’alar.53.

[23] Lem’alar.54.

[24] Lem’alar.54.

[25] Lem’alar.54.

[26] Lem’alar.55.

[27] Lem’alar.75.

[28] Lem’alar.131,Mesnevi-i Nuriye.170.

[29] Lem’alar.155.

[30] Lem’alar.163.

[31] Şualar.137.

[32] Şualar.396,231.

[33] Şualar.545.

[34] Şualar.547.

[35] Şualar.712-713.

[36] Şualar.713.

[37] İşarat-ül İ’caz.118.

[38] İşarat-ül İ’caz.214.

[39] İşarat-ül İ’caz.215.

[40] İşarat-ül İ’caz.216.

[41] Barla.62.

[42] Barla.78.

[43] Barla.359.

[44] Barla.370.

[45] Kastamonu.174.

[46] Emirdağ.2/156.

[47] Tarihçe.8.

[48] Tarihçe.16,18.

[49] Tarihçe.17.

[50] Tarihçe.19-20.

[51] Tarihçe.51,Haşiye.1.

[52] Tarihçe.65.

[53] Tarihçe.77.

[54] Tarihçe.154.

[55] Tarihçe.455.

[56] Tarihçe.456.

[57] Tarihçe.456-457,497,700.

[58] Tarihçe.715.

[59] Tarihçe.722.

[60] Muhakemat.9.

[61] Muhakemat.21.

[62] Muhakemat.88.

[63] Muhakemat.88.

[64] Muhakemat.128.

[65] Muhakemat.95.

[66] Münazarat.41.

[67] Nurun ilk kapısı.47.

[68] Sünuhat-Tuluat-İşarat.63.

[69] Sünuhat-Tuluat-İşarat.63.




CİHAD

CİHAD

“Vazifeperver nefer, talime ve cihada dikkat eder.”Çünki,”Onun asıl vazifesi, talim ve cihaddır.”[1]

Hayatı muhafaza etmekte bir cihaddır.[2]

Bu zamanda ise,“Cihad ve hem gazâya, bağy ismi takılmış.”[3]

“Eski zamandan beri istiklal-i İslâm’ın bekası, hem Kelimetullah’ın i’lâsı için, farz-ı kifaye-i cihadı; o lâzime-i diyanet Deruhde ile, kendini yekvücud-u vahdanî, İslâm’ın âlemine fedaya vazifedar, hilafete bayrakdar görmüş olan bu devlet, Şu millet-i İslâm’ın felâket-i mazisi, getirecek de elbet İslâm’ın âlemine saadet ve hürriyet. Olur geçen musibet,

İstikbalde telafi. Üçü veren, üçyüzü kazandıran, etmiyor elbette hiç hasaret. Halini istikbale tebdil eder, zîhimmet…”[4]

“Bediüzzaman’ın bu hali de, bütün İslâm mücahidlerine ve umum Müslümanlara bir örnektir. Yani, cihad ile ubudiyet ve takvayı beraber yapıyor; birini yapıp, diğerini ihmal etmiyor. Cebbar ve zalim din düşmanlarının plânıyla hapishanelere sevk edilip, tecrid-i mutlakta ve gayet soğuk bir odada bırakılması ve şiddetli soğukların ve hastalıkların ızdırabları ve titremeleri ve ihtiyarlığın tâkatsızlıkları içinde bulunması dahi, te’lifata noksanlık vermemiştir.”[5]

“Fakat o elîm acılar, Bediüzzaman’ı asla ye’se düşürmemiş, bilakis öyle küllî ve umumî bir dinî cihada ve dua ve ubudiyete sevk etmiştir ki: “Kurtuluşun çare-i yegânesi, Kur’ana sarılmaktır.” demiş ve sarılmış.”[6]

“Tarihte eşine rastlanmayan bir istibdad-ı mutlak ve eşedd-i zulüm altında ve dehşetli bir esaret içinde bırakılan ve kendini ve eserlerini imha etmeye çalışan din düşmanlarına mukabil, bir şahs-ı manevî olan Bediüzzaman Said Nursî, Resul-i Ekrem (Aleyhissalâtü Vesselâm) Efendimizin sünnetine tam ittiba’ ederek yaptığı dinî cihad-ı ekberinde, beşer tarihinde misli görülmemiş bir tarzda muvaffak ve muzaffer olmuştur.”[7]

“Evet Bediüzzaman Said Nursî’ye, yalnız âlem-i İslâm değil, Hristiyan dünyası da medyun ve minnettardır ki; dinsizliğe karşı umumî cihadında mazhar olduğu muvaffakıyet ve galibiyetten dolayı Roma’daki Papa dahi, kendisine resmen tebrik ve teşekkürname yazmıştır.”[8]

“Hayr-ı kesîr için, şerr-i kalil kabul edilir. Eğer şerr-i kalil olmamak için, hayr-ı kesîri intac eden bir şer terkedilse; o vakit şerr-i kesîr irtikâb edilmiş olur. Meselâ: Cihada asker sevketmekte elbette bazı cüz’î ve maddî ve bedenî zarar ve şer olur. Fakat o cihadda hayr-ı kesîr var ki, İslâm küffarın istilasından kurtulur. Eğer o şerr-i kalil için cihad terkedilse, o vakit hayr-ı kesîr gittikten sonra şerr-i kesîr gelir. O ayn-ı zulümdür. Hem meselâ: Gangren olmuş ve kesilmesi lâzım gelen bir parmağın kesilmesi hayırdır, iyidir; halbuki zahiren bir şerdir. Parmak kesilmezse, el kesilir; şerr-i kesîr olur.”[9]

“İşte kömür gibi olan ervah-ı safileyi, elmas gibi olan ervah-ı âliyeden temyiz ve tefrik için, şeytanların hilkatıyla ve sırr-ı teklif ve ba’s-i enbiya ile, bir meydan-ı imtihan ve tecrübe ve cihad ve müsabaka açılmış. Eğer mücahede ve müsabaka olmasaydı, maden-i insaniyetteki elmas ve kömür hükmünde olan istidadlar, beraber kalacaktı. A’lâ-yı illiyyîndeki Ebu Bekr-i Sıddık’ın ruhu, esfel-i safilîndeki Ebu Cehl’in ruhuyla bir seviyede kalacaktı.”[10]

“Tevrat’ın diğer bir âyeti daha: “Seçkin kulum,katı yürekli ve kaba değildir.-İşte “Muhtar”ın manası; “Mustafa”dır, hem ism-i Nebevîdir. İncil’de, İsa’dan sonra gelen ve İncil’in birkaç âyetinde “Âlem Reisi” ünvanıyla müjde verdiği Nebinin tarifine dair: Yanında kılıncı vardır;onunla savaşacaktır.Ümmeti de böyledir.-İşte şu âyet gösteriyor ki: “Sahib-üs seyf ve cihada memur bir peygamber gelecektir.” Kadîb-i Hadîd, kılınç demektir. Hem ümmeti de onun gibi sahib-üs seyf, yani cihada memur olacağını, Sure-i Feth’in âhirinde -İncildeki vasıfları ise şöyledir:Onlar filizini çıkarmış,sonra git gide kuvvet bulmuş,kalınlaşmış ve gövdesi üzerinde yükselmiş bir ekine benzerki,bu,çiftçilerin hoşuna gider.”[11]-âyeti, İncil’in şu âyeti gibi, başka âyetlerine işaret edip, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm sahib-üs seyf ve cihada memur olduğunu İncil ile beraber ilân ediyor.”[12]

Bediüzzaman gerçek cihadı,manevi cihad,cihadı dini olarak adlandırır.[13]

Beiüzzaman Hazretleri eserlerinin yüzlerce yerinde,gerek Kur’an-dan çıkarmış olduğu istihraçlara istinaden gerekse de zamanın şartları gereği,bu zamandaki dini en büyük cihadın manevi olduğunu ve bununda ana zenbereğinin müsbet hareket üzerine bina edildiğini ifade etmiştir.

Geçmiş asırlardan farklı olarak,kafaları koparma yoluna gitmemiş,kafanın içerisindeki küfrü en müdellel delillerle yok edip,yerine imanı yerleştirme yolunu takib etmiştir.

İnsanları küfürlerinden dolayı cehenneme götürme yolunu değildi,kazandırdığı imanla cennete adam yetiştirme yolunu seçmiştir.

“Türklerin hakikî bir vatandaşı ve eskiden beri cihad arkadaşı olan Kürdler…”[14]

“Milyonların imanını kurtardı cihadın”[15]

“Amma maddî cihadın muktezası ise; o vazife şimdilik bizde değildir. Evet ehline göre kâfirin veya mürtedin tecavüzatına sed çekmek için topuz lâzımdır. Fakat iki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa, ancak nura kâfi gelir. Topuzu tutacak elimiz yok!..”[16]

“Meşhurdur ki: Bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz’in ordusunu müteaddid defa mağlub eden Celaleddin-i Harzemşah harbe giderken, vüzerası ve etbaı ona demişler: “Sen muzaffer olacaksın, Cenab-ı Hak seni galib edecek.” O demiş: “Ben Allah’ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım, Cenab-ı Hakk’ın vazifesine karışmam; muzaffer etmek veya mağlub etmek onun vazifesidir.” İşte o zât bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla, hârika bir surette çok defa muzaffer olmuştur.”[17]

“Ben de dedim: “O fenalıklar ve o dinsizlikler, o gibi kumandanlara mahsustur. Ordu onun ile mes’ul olmaz. Bu Osmanlı ordusunda belki yüzbin evliya var. Ben bu orduya karşı kılınç çekmem ve size iştirak etmem.” O zâtlar benden ayrıldılar, kılınç çektiler, neticesiz Bitlis hâdisesi vücuda geldi. Az zaman sonra, harb-i umumî patladı. O ordu, din namına iştirak etti, cihada girdi. O ordudan yüzbin şehidler evliya mertebesine çıkıp beni o davamda tasdik edip kanlarıyla velayet fermanlarını imzaladılar. “[18]

Ayasofya cihadın yadigârıdır.[19]

“Bir zaman meşhur bir allâmeyi, harbin müteaddid cephesinde cihada gidenler görmüşler, ona demişler. O da demiş: “Bana sevab kazandırmak ve derslerimden ehl-i imana istifade ettirmek için benim şeklimde bazı evliyalar benim yerimde işler görmüşler.”[20]

“Büyük Mehdi’nin çok vazifeleri var. Ve siyaset âleminde, diyanet âleminde, saltanat âleminde, cihad âlemindeki çok dairelerde icraatları olduğu gibi..”[21]

“Cesaretin verilmesi, cihadı manen ve tekvinen emrediyor.”[22]

“ nin ye tercihan zikrinden anlaşılıyor ki; sefk, zulmen yapılan katldir. Bu ise fesada daha münasibdir. Çünki katlin ifade ettiği mana, katlin mubah kısmına da şamildir. Cihadda veya bir cemaatı kurtarmak için yapılan katiller gibi ki; bu katl, fesada münasib olmaz.”[23]

“İnsanın Allah’a karşı ubudiyet, vazifesidir. Terk-i kebair takvasıdır. Nefis ve şeytanla uğraşması, cihadıdır.”[24]

“Kâfir ve münafıkların Cehennem’de yanmalarını ve azab ve cihad gibi hâdiseleri kendi şefkatine sığıştırmamak ve tevile sapmak; Kur’anın ve edyan-ı semaviyenin bir kısm-ı azîmini inkâr ve tekzib olduğu gibi, bir zulm-ü azîm ve gayet derecede bir merhametsizliktir. Çünki masum hayvanları parçalayan canavarlara himayetkârane şefkat etmek, o bîçare hayvanlara şedid bir gadir ve vahşi bir vicdansızlıktır. Ve binler müslümanların hayat-ı ebediyelerini mahveden ve yüzer ehl-i imanın sû’-i akibetine ve müdhiş günahlara sevkeden adamlara şefkatkârane tarafdar olmak ve merhametkârane cezadan kurtulmalarına dua etmek, elbette o mazlum ehl-i imana dehşetli bir merhametsizlik ve şeni’ bir gadirdir.”[25]

“Cihad-ı dinîde olsa, kâfirlerin çoluk-çocuklarının vaziyetleri aynıdır. Ganîmet olabilir; Müslümanlar, onları kendi mülküne dâhil edebilir. Fakat İslâm dairesinde birisi dinsiz olsa; çoluk-çocuğuna hiçbir cihetle temellük edilmez, hukukuna müdahale edilmez. Çünki o masumlar, İslâmiyet rabıtasıyla dinsiz pederine değil, belki İslâmiyet’le ve cemaat-ı İslâmiye ile bağlıdır. Fakat kâfirin çocukları, gerçi ehl-i necattırlar; fakat hukukta, hayatta pederlerine tâbi’ ve alâkadar olmasından, cihad darbesinde o masumlar memluk ve esir olabilirler.”[26]

“Asıl mes’ele bu zamanın cihad-ı manevîsidir. Manevî tahribatına karşı sed çekmektir. Bununla dâhilî asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir.”[27]

“Cihad-ı maneviyenin en büyük şartı da; vazife-i İlahiyeye karışmamaktır ki, “Bizim vazifemiz hizmettir, netice Cenab-ı Hakk’a aittir; biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz.”[28]

“Hariçteki cihad başka, dâhildeki cihad başkadır. Şimdi milyonlar hakikî talebeleri Cenab-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dâhilde ancak asayişi muhafaza için müsbet hareket edeceğiz. Bu zamanda dâhil ve hariçteki cihad-ı maneviyedeki fark, pek azîmdir.”[29]

“Hem dâhildeki cihad-ı manevî; manevî tahribata karşı çalışmaktır ki; maddî değil, manevî hizmetler lâzımdır. Onun için ehl-i siyasete karışmadığımız gibi, ehl-i siyaset de bizimle meşgul olmaya hiçbir hakları yok.”[30]

“Herkes; kendi âleminde bir kumandan olduğundan, âlem-i asgarında cihad-ı ekber ile mükelleftir ve ahlâk-ı Ahmediye ile tahalluk ve sünnet-i nebeviyyeyi ihya ile muvazzaftır.”[31]

“Herbir mü’min İ’lâ-yı Kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi, maddeten terakki etmektir. Zira; ecnebiler fünun ve sanayi silâhiyle, bizi istibdad-ı mânevîleri altında eziyorlar. Biz de fen ve san’at silâhiyle, İ’lâ-yı Kelimetullahın en müthiş düşmanı olan cehil ve fakr ve ihtilâf-ı efkâra cihad edeceğiz. Amma; cihad-ı haricîyi, şeriat-ı garrânın berâhin-i katıasının elmas kılınçlarına havale edeceğiz; zira, medenîlere galebe çalmak, ikna iledir; söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir. Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur!…”[32]

“Eskidenberi İ’lâ-yı Kelimetullah ve beka-yı istiklâliyet-i İslâm için farz-ı kifaye-i cihadı deruhte ile, kendini yekvücut olan Âlem-i İslâma fedaya vazifedar ve hilâfete bayraktar görmüş olan bu devlet-i İslâmiyenin felâketi, Âlem-i İslâmın saadet-i müstakbelesiyle telâfi edilecektir.”[33]

“Şehid velidir. Cihad farz-ı kifaye iken farz-ı ayn olmuştur. Belki muzaaf bir farz-ı ayn hükmüne geçmiştir. Hacc ve zekat gibi, cihadda da niyetin tasarrufu azdır. Hattâ adem-i niyet dahi asıl nokta-i nazarından niyet hükmündedir. Demek zıdd-ı niyet, yakînen tebeyyün etmezse, cihad şehadet-i hakikiyeyi intac eder. Zira vücub tezauf etse, taayyün eder. İhtiyarı tazammun eden niyetin tesiri azalır. Şu günahkâr millette, birdenbire onbinler evliya inkişaf ve tezahür etse, az bir mükâfat değildir.”[34]

“İman ve İslâmiyete hayat ve hareket vermiş; nesl-i cedidi ihtizaza getirmiş ve kahraman ve cengâver fıtratları inkişaf ettirerek, cihad-ı İslâmiye meydanlarında herşeyini iman uğrunda feda ettirecek derecede koşturmuştur ve koşturmaktadır. Nihayet, dünyanın ve Âlem-i İslâm’ın fevkalâde takdir ve hayranlığına mazhar olmuş ve olmaktadır.”[35]

“Cebbarlığa ve zalime karşı cihad…”[36]

“Melaikeler ise onlarda mücahede ile terakkiyat yoktur. Belki herbirinin sabit bir makamı, muayyen bir rütbesi vardır.”[37]

“En mühim bir mücahede olan ehl-i dalalete karşı manen mücahede etmektir.”[38]

“Birtek gayem vardır: O da, mezara yaklaştığım bu zamanda, İslâm memleketi olan bu vatanda bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyoruz. Bu ses, âlem-i İslâmın iman esaslarını zedeliyor. Halkı, bilhassa gençleri imansız yaparak kendisine bağlıyor. Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücadele ederek gençleri ve müslümanları imana davet ediyorum. Bu imansız kitleye karşı mücadele ediyorum. Bu mücahedem ile inşâallah Allah huzuruna girmek istiyorum, bütün faaliyetim budur. Beni bu gayemden alıkoyanlar da, korkarım ki bolşevikler olsun! Bu iman düşmanlarına karşı mücahede açan dindar kuvvetlerle el ele vermek, benim için mukaddes bir gayedir. Beni serbest bırakınız. El birliğiyle, komünistlikle zehirlenen gençlerin ıslahına ve memleketin imanına, Allah’ın birliğine hizmet edeyim.”[39]

“Bizim uğrumuzda mücahede edenlere mutlaka yollarımızı gösteririz. Ve hiç şüphe yok ki, Allah muhsinlerle -Allah’ı görür gibi ibadet eden mücahitlerle- beraberdir.”[40]

“Mücahede ile, gönüllerde îman ve Kur’ân hakikatlerini yerleştirmek için geçen uzun, bir asra yakın bir ömür.”[41]

Tüm hizmetini de bu esas üzerine bina etmiştir.

“Fitne kalmayıncaya ve din tamamıyla Allah’ın oluncaya kadar onlarla muharebe edin.Eğer vazgeçerlerse şüphesiz ki Allah ne yapacaklarını hakkıyla görücüdür.”[42]

“Dünyada rezalet bulundukça faziletin ona karşı cihad etmesi zaruridir. Muhakkak cihad ebedidir.”[43]

Sual: Hal-i hazırdaki medeniyet, dinî cihada müsaade etmediği ve fetva vermediği halde İslamiyet ile bu medeniyet-i hazıra arasında tatbikat nasıl olur?

Cevab: Vakta ki medeniyet, müdafaa için gayr-ı meşru vasıtaları bile meşru kılıp cevazına fetva verdiği halde nasıl bütün şeriatların tesbit ve emr ettikleri cihada müsaade ve teşvik etmeyecek? Dünyada rezalet bulundukça faziletin ona karşı cihad etmesi zaruridir. Muhakkak cihad ebedidir!!!

Sonra bizim mevki ve mekanımız –ki bize çok geniş olup başkaları gibi dar değildir- tedafü’ mevkiidir, tecavüz değil… Ve dinimizin esası da buna işaret eder. Çünki لاَ اِ كْراَه فِى الدِّينِ ve تَعاَلوْا اِلىَ كلِمَةٍ سَواَءٍ بَيْنَناَ وَ بَيْنَكُمْ bizi müdafaa mevkiinde durduruyor. Çünki تَعاَلوْا kelimesi işaret ediyor ki bizim en evvel vazifemiz da’vettir. Sonra onlara karşı cihadla müdafaa yaparız.”[44]

Sahih-i Buharide zikredilen hadislerde özetle:

-Sürekli kılınan namaz ve tutulan oruca denk tutulmuş,harb süresince ibadet sevabı verilmiştir.

-Dünya ve içindeki her şeyden değerli sayılmış.

-Harb için Rıdvan ağacının altında biat edenler diğerlerinden faziletçe üstün kılınmış

-Mekke’nin fethinden sonra hicret değil,cihadın olacağı ifade edilmiştir.

-“Mü’minlerden (evlerinde)oturanlar ile Allah yollunda cihad edenler beraber olmaz.”[45]âyetine ek olarak,maddi yardımla bulunanlar da ortak kılınmıştır.

-Rasulullah sürekli cihada katılmayı arzu etmiştir.

-Bütün bunlarla beraber kişinin dini yolunda hayatını tehlikeye atan,hakir gören her hareketi cihaddan da önemli kılınmıştır.Nitekim İbni Abbas’dan rivayet edilen bir hadiste,Zilhiccenin ilk on gününde yapılan amel cihaddan daha efdal sayılmıştır.

31-05-2003

Mehmet ÖZÇELİK

[1] Sözler.22.

[2] Sözler.52.Haşiye.1.

[3] Sözler.707.

[4] Sözler.711-712.

[5] Sözler.757.

[6] Sözler.761.

[7] Sözler.769.

[8] Sözler.772.

[9] Mektubat.43.

[10] Mektubat.44.

[11] Fetih.29.

[12] Mektubat.167,170,Lemalar.32,Barla Lahikası.276.

[13] Mektubat.412,415,Lemalar.155,Şualar.271,Barla Lahikası.45,110,Tarihçe-i Hayat.27.

[14] Mektubat.430.

[15] Mektubat.480.

[16] Lemalar.104,105.

[17] Lemalar.131.

[18] Şualar.361.

[19] Şualar.385,435.

[20] Şualar.485.

[21] Şualar.590.

[22] İşarat-ül İcaz.174.

[23] İşarat-ül İcaz.203.

[24] Mesnevi-i Nuriye.224.

[25] Kastamonu Lahikası.75.

[26] Emirdağ Lahikası.1/39-40.

[27] Emirdağ Lahikası.2/241.

[28] Emirdağ Lahikası.2/241.

[29] Emirdağ Lahikası.2/242.

[30] Emirdağ Lahikası.2/245.

[31] Tarihçe-i Hayat.58.

[32] Tarihçe-i Hayat.59,64.

[33] Tarihçe-i Hayat.130.

[34] Hutbe-i Şamiye.142.

[35] Nurun ilk kapısı.192.

[36] Sünuhat-Tuluat-İşarat.22.

[37] Sözler.353.

[38] Lemalar.167.Haşiye.1.

[39] Şualar.497-498.

[40] Ankebut.69,Tarihçe-i hayat.9.

[41] Tarihçe-i Hayat.627

[42] Enfal.39,Bakara.217,251.Cihad ve mücahede ile ilgili yüzlerce âyet zikredilmektedir.Bak.Konularına göre Kur’an-ı Kerim Fihristi.Nevzat Yksel.sh.183-191.

[43] Arabi Hutbe-i Şamiye/ Teşhis-ul illet.

[44] Arabi Hutbe-i Şamiye/ Teşhis-ul illet.

[45] Nisa.95-96.