HADİSDEKİ TERİMLER VE ANLAMLARI

HADİSDEKİ TERİMLER VE ANLAMLARI

İnsan hayatı için ruh ve akıl ne ise;insanlık ve onun da ötesinde kainat için Kur’an ve Hadis öyledir.

Eğer kâinattan peygamber Efendimizin (SAM) nuru çıksa gitse,kâinat ve her şey vefat edecek.

Eğer Kur’an çıksa,gitse kâinat deli-divane olacak. Belki akılsız kalan kafasını bir gezegene çarpacak,bir kıyameti koparacaktır.

Efendimiz için ne söylesek yeridir ve de azdır. Zira O’nu Allah övmüş,yadetmiştir.

Binaenaleyh,Peygamberimizin zatı gibi,sözleri de nurludur. Karanlıkta kalan kalbler onun sözleriyle nurlanır,aydınlanır ve aydınlatır. Ölmüş vicdanlar hayat bulur.

O’nun sözlerinin nuraniyetine bakınız ki;1400 sene önce söylediği sözlerle asırları,asrımızı ve gelecek asırları nurlandırmakta,feyizlendirmektedir.

Bunun içindir ki;sahabeler Peygamber Efendimizin her ha, hareket ve sözünü –Kur’an-ı Kerim-i muhafaza gibi- hıfzetmişler,kaçırmayarak bizlere kadar,sağlam bir silsile içerisinde nakletmişlerdir.

Bunları dönem olarak ele alacak olursak;

1)Zatının ve hadislerinin hıfzedildiği birinci dönem.

2)Tedvin ve Tasnif dönemi. Yani bu hadislerin düzenlenib bir kitab haline getirilerek,akabinde tasnif işlemleri yapılmış,hadisler çeşitli konular halinde sınıflandırılmıştır.

Bu konuda;-İmam-ı Malik-in Muvatta-ı

-Ahmed bin Hanbel-in Müsned-i ve Kütüb-ü Sitte ki altı kitab diye isimlendirilen ;

-Buhari ve Müslim-in sahihleri.

-Ebu Davud,Tirmizi ve Nesâ-inin Süneni.

-İbni Mâce adlı eserlerdir.

Peygamber Efendimizin mübarek sözlerini sarraf gibi,diğer insanların sözlerinden ayırıp tesbit etmek üzere,İslam literatürüne bazı terimler getirilmiştir. Sıhhatinin bilinmesi için çalışmalarda ve araştırmalarda bulunulmuştur.

-Muhteviyat bakımından gayet geniş olan Hadislerin çeşitleri konusu birkaç cilt eser yazacak kadar bir araştırmayı gerektirmektedir. Bunları birkaç başlık altında özetleyecek olursak;

1)SAHİH HADİSLER= Bir hadisin sahih ve doğru olabilmesi için Adalet ve Zapt yönünden güvenilir olan Râvilerin,arada kopukluk olmaksızın zincirleme olarak,her türlü illetten uzak kalıp yapmış oldukları rivayete denir.

2)HABERİ VAHİD=Her ne kadar bir kişinin nakletmesi anlamına gelse de,kesinliği ifade etmediği için,kesinliliği ifade eden mütevatir hadis olmaması demektir.

3)ZAYIF HADİS=Sahih hadisin şartlarını içerisinde taşımayan hadislere denir. mesela;adalet ve zapt durumundaki eksiklik,rivayet edenlerdeki kopukluk gibi hususlardır.

4)MEVZU HADİSLER=Mevzu hadis,zayıf hadis olmayıp,uydurma hadistir. Mesela; Peygamberimiz zamanında birisi,kızlarından birisiyle evlenmek istediği aileye gelerek;”Beni Rasulullah gönderdi,istediğin kadınla evlenmemi emretti.”diyerek ailesinden kızı ister. Onlar tahkik ettiklerinde işin yanlışlığı ortaya çıkar. Bunun üzerine Peygamberimiz o adamı gayet ağır bir şekilde cezalandırır. Öyle ki münafıklar bile böyle bir şeye tevessül edemezler.

Bu uydurma işini ilk yapanlar Şia-lardır. Bu durum ise başta Hz. Ali-yi yükseltme amacıyla başlamıştır.

Aynı zamanda 3. Halife Hz. Osman ve ondan sonraki karışıklıklar ve fitneler buna mahal vermiştir.

Peygamberimizin meşhur olan şu hadisi ki:” Men kezebe aleyye müteammiden fel- yetebevve’ mak’adehu minen-nar.”,”Kim bilerek ve kasden (ben söylemediğim halde)bana yalan ve iftirada bulunursa (yalan söz söylerse)cehennemde yerini hazırlasın.”

Müslümanları hassasiyetli davranmaya sevk etmiş,hadisin aslına sadık kalınmış,aksi durumda rivâyet etmekten sakınılmıştır.

Tevatür de iki kısımdır. Bir kısmı;

SARİH TEVATÜR=Açıkça tevatürlüğü bilinir.

MANEVİ TEVATÜR=Bir cemaat içinde,bir adamın söylediği bir sözü,diğerleri sükut ile tasdik etmeleridir.

Veya;Bir olayın naklinde mesela;”Bir kıyye taam (okka,1282 gr.) ikiyüz adamı tok etmiş.” her kes bu hadisenin oluşunda müttefik olup,ancak başka başka suretlerde açıklama yaparlar.

peygamberimizden bize naklolunan hadislerde,büyük bir kısmı Tevatür iledir. Mu’cizeler ve Peygamberliğinin delili ile ilgili hadisler…

Bunlarda;Ya Sarih,ya manevi,ya sükuti ve az bir kısmı da Haber-i Vahid iledir.

Hadislerdeki an’aneli rivayetler;o hadislerin güvenilir râvilerin ittifak etmesiyle,hadisinde tam bir güvenilirliliğini ve onlara karşı itimadı sağlar. Şüpheleri izale eder.

Kelime-i şehadetin iki kelamından biri Allah’ı,diğeri ise Peygamberimizi ifade eder. Allah O’nu kendine şehadet eden varlığının yanına almış,onunla tamlığını ifade ve tasdik etmiş. Doğru olan Allah,Doğru zatı kendisiyle beraber şehadette bulunmayı şart koşmuş.

Allah hak ve doğruyu söyler,Rasulü de…

1-4-1997

MEHMET ÖZÇELİK




ÇEVRE TEMİZLİĞİ

Ç E V R E T E M İ Z L İ Ğ İ

Ö N S Ö Z

İnsanlık gün-be gün bir ilerleme,maddi ve manevi bir olgunluk içerisinde oluşu,çeşitli önemli meselelerin de ortaya çıkmasında zemin hazırlamış oluyor. Bu durum da ferdi değil toplumsal olarak Çevre temizliğinin de bundan payını almış olması ve bu husustaki girişimler geç bile olsa isabetli kararlardır.

Böyle bir çağda dünyanın ve insanın pislik içerisinde yüzmesi,bu medeni seviyede her tarafın kirli,her yerin pislik içerisinde olması elbetteki akıl alacak bir iş değildir.

“Çevre sorunları” olarak literatüre yerleşmiş bulunan ve çevremizdeki her çeşit pislik ve kirliliği içine alan bu problem,yalnız insanlığı tehdit etmekle kalmamakta,çevremizdeki ince,hassa ve planlı sistemin normal çalışmasına da mani olmaktadır.[1]

Kur’an-ı Kerim-in ifadesiyle:”Göklerde ve yerde ne varsa,hepsini size verdi.(Emanet olarak,yerli yerinde kullanmak üzere) Şüphe yok ki,bunda iyi düşünecek kimseler için ibretler vardır.”[2]

Zira tabiatta bir bozukluk olmayıp,bir denge vardır.”İşte çevir gözünü,bir çatlak görebilir misin? Sonra gözünü bir daha bir daha çevir,bak. Nihayet gözün bir kusur bulamayıp yorgun ve çaresiz geri döner.”[3]

Böylece tabiat kusursuz ve intizamlı…İnsan kirletmedikçe…

Özellikle Hava-kara-deniz üçlüsü,insanda korkuya yakın bir hayranlık uyandıracak kadar mükemmel bir denge meydana getirir. Hava-su insan için hayat kaynağı. İnsan hiç hayat kaynağını tahrib eder mi?[4]

Su devamlı atmosfere okyanus sularından taşınıp hidrolojik bir dolaşım içerisinde arıtılarak tatlı suya dönüşür.[5] Böylece gökten bir ölçüye göre indirilir.”[6]

Amerikalı bir bilim adamı olan R.L.Heilbroner 100 kadar ilim adamının çevre ile ilgili yaptıkları araştırmaları şöyle özetler:”Eğer sosyal ve fiziki ilimlerle uğraşan bir grup ilim adamının hesapları doğru ise,nüfus artışı ve ekonomik gelişmenin bugünkü hızlarıyla devam etmesi halinde,hayatı destekleyen çevremizin felce uğrayarak,bazı alanlarda kitle halinde ölümlere,diğerlerinde endüstriyel çöküntüye ve hemen hemen her yerde hayatın büyük ölçüde kısalmasına sebeb olması için sadece 50 yıl yetecektir.[7]

“Allah tevbe eden ve temizlenenleri sever.”[8] ayetiyle günah kirlerinden tevbe ederek temizlenen ve kendisini,hanesini ve çevresini temiz tutanları sever.
* Tabiattaki her şey insan için,ya insan?

Evet,ya insan? Onları elbette ki yersiz kullanmak,tabiatın o güzel ve dengeli düzenini bozmak,tabiat ve çevreyi kirletmek için değildir.

Tabiat kendi fıtri düzeniyle güzeldir.

Tabiat ve çevre dengeli işleyen pilli bir saat gibidir. İnsana düşen,burada o dengenin devamını sağlamak ve imarını yapmaktır.

Tabiat ve çevre insan için var,elbette insan da çevreyi kirletmek için değildir.

* Kirlenmemek için kirletmeyin !

Kirlenmemek istiyorsak –ki en güzel bir arzudur.- kirletmemek gerek. İnsan yaratılıştan güzeldir. Güzele de layık tek varlıktır. Her insan oturduğu,bulunduğu yerin temiz olmasını sever. İşte insan bir haftada kendisini,bir ayda da evini ve çevresini temizlemediğinde kirlenecektir.

· · Temizlikte çare çevre temizliğidir .

İnsan madde ve manadan oluşan bir varlıktır. Ruhunu ihmal edemiyeceği gibi,bedeni ve çevresini de ihmal edemez. Ruhunu temizleyen iman,ibadet ve güzellikler olduğu gibi,bedenini de çeşitli kirlerden temizlemekle ruh-beden bütünlüğü oluşacaktır.

İnsan her zaman yeşil,temiz ve ırmakların aktığı,meyveli ağaçlar ve üzerinde ötüşen kuşların bulunduğu bir mekanı her zaman arzu eder. Boş anlarını böyle yerlerde geçirmeyi arzu eder. Bunların varlığı yeterli çare olmayıp,varlığı kadar devamı da önemlidir. Aksi takdirde orası bir bahçe değil,bir mezbeleye dönecektir.

O halde çevre temizliği, temizlikte çaredir

* Temizlik İmandandır . Temizlik imanın yarısıdır.[9] Temizlik imanın ana umdesini oluşturur. Temizliğin maddi yönü,görünen kirlerden temizlenmek,manevi yönü ise,görünmeyen kirlerden arınmaktır.

Manevi yönden temiz olmak,iman yönünden olgun olmak olduğundan,o sorumlulukla her fert temizliği kendisi için bir vecibe sayacak ve ona ihtimam gösterecektir.

Allah’a karşı sorumluluğunu idrak eden kişi,kendisine ve çevresine karşı da bunu ifa edecektir.

Temizliğin imandan olduğunu anlayabilmek için her asra ayna olan Asrı Saadet ve öncesi cehalet asrına bakmak kafidir. Zira İslâmın gelmesi ile insanlar hem madde de hem de ahlakta insanca yaşayıp,insanlara rehberlik yapmışlardır.

Kur’an-ı Kerim-in ikinci inen ayetinin kişi ve çevre temizliğiyle ilgili oluşu,[10] İslâmiyetin insan ve çevre temizliğine vermiş olduğu önemi göstermektedir. Nitekim ayette:”Ey örtüye bürünen,kalk da uyar. Rabbinin büyüklüğünü an. Elbiseni temiz tutmaya devam et. Murdar şeyleri de bırakmaya devam göster.”[11]

O halde iç ve dış temizliğine itina göstermek,hem imanın yarısı,hem de büyük sevablardan biridir.

Sokağını,çevresini temiz tutmayan,evindeki kirli sularını sokağa akıtan,yol üzerine,ağaç altlarına küçük ve büyük abdest bozan kimselerin peygamber dili ile lanetlendiğini düşünecek olursak,Rasulullah Efendimizin buna ne kadar önem verdiğini rahatlıkla anlarız.

Kur’an-da iç ve dış temizliği yönünden arınanların Allah tarafından sevildiği ve böyle bir temizliğe devam edilmesi [12],ayrıca Allah’ın bizleri temizlemek,çevre güzellik ve nezafetine kavuşturmak için gökten yağmur indirdiği,[13] gelen ziyaretçilere Kabe’nin tertemiz tutulmasının gereği açıklanmaktadır.

Böylece İslâm dini,abdest ve gusül doğrultusunda temizliği farz kılmış ve ilahi sevginin ancak imanla temizliği kendinde birleştirip Mü’minlere yöneleceğini haber vermiştir.

Temizlik konusunda kırka yakın hadis rivayet edilmiştir. Kur’an-ı Kerim-de ise –Taharet,temizlenmek- kökünden bir çok defa zikredilmiştir.[14]

Bunların içinde Müddessir,A’raf ve Neml surelerindeki âyetler Mekke’de,diğerleri ise Medine’de nazil olmuştur.[15]

Bir ismi de Kuddüs yani kusur ve noksanlıklardan müberra olan en mukaddes,hiç eksiği olmayan,pak,temiz [16] olan Allah,elbette temizdir ve temizlenenleri sever.

Cennet bir setir manasından zemini görülmez,gayet girift ağaçlarla mestûr (örtülmüş) bahçe ve bostan diye isimlendirilmiş.[17] Bundan dolayı Cenab-ı Hak Kur’an-da cenneti tavsif ederken insan fıtratına en güzel gelecek şekilde bir çevreyi cennet ehline şöyle tarif eder:”Orada suları bozulmayan nehirler,tadı değişmeyen süt nehirleri,içenlere lezzet veren şurub nehirleri ve saflaştırılmış bal nehirleri,yine onlar için orada bütün meyvalar ve Rablerinden mağfiret vardır.”[18]

Böylece burada insan için en orijinal taze,öz ve münasib olanın bozulmayan,özelliği değişmeyen,lezzet verip nefret ve acı vermeyen,saflığını koruyup bulanık olmayan,meyvelerin bulunduğu ve netice olarak Allah’ın rızası ile olan bir hayatın gerçek bir hayat olduğu da ifade edilmiş olmaktadır.

Cenâb-ı Hak Kur’an-ı Kerim-de:”Yer yüzünü biz yapıp döşedik. Ne güzel döşeyiciyiz.”[19]

İnsan evvela evini,sonra da yatacağı yeri temiz tutar. Nitekim atasözünden de anlaşılacağı üzere:”Arslan yattığı yerden belli olur.” Böylece bütün yer yüzü ve çevre insanlar için bir yataktır. İnsan toplumsal bir varlık olduğuna göre kendi yatağını koruduğu gibi,toplumun yatağını da yani çevreyi de kirletmemek ve korumakla mükelleftir.

Her insan kendisine yararı olup,kendisiyle faydalandığı şeyi korumak ihtiyacını hisseder. Madem her vesile ile tabiattan istifade etmekteyiz,o nisbette korumak da bir vecibe olmaktadır.

Tıbbı Nebevi de belirtildiği üzere,bütün hastalıkların ana kaynağı kirlilik ve mikropların çoğalmasıdır. Nitekim Hadis’lerde:”Allah’ın müslüman üzerindeki haklarından biri de,o müslümanın bütün başını ve vücudunu yıkamak suretiyle her yedi günde bir gusül etmesidir.”

“Ellerinde et ve yağ kokusu eseri olduğu halde yatan bir kimse,hastalığa mübtela olur ve hayvanlar ve haşarattan bir zarara uğrarsa,kendinden başkasını kınamasın.”

“Yemeğin hayrı yemekten önce ve sonra elleri yıkamaktır.”

“Uykudan uyandığınızda ellerinizi üç kere yıkamadıkça başka bir kab içine sokmayın. Çünkü ellerinizin nerelerde gecelemiş olduğunu bilemezsiniz.”

“Dişlerinizi misvaklayınız. Zira bu hal temizliktendir. Temizlik ise imana yöneltir. İman da sahibi ile cennettedir.”

“Saçlarınızı,sakallarını parmaklarınızla hilalleyin.(Tarayın) Kılların arasını ve diplerini temiz tutmaya çalışın. Tırnaklarınızı da kesin. Çünkü şeytan her halde etle tırnak arasına girip orada faaliyet gösterir. Burada özellikle tırnakların kesilmesi emredilmekle,mikropların tırnakla et arasında barındığı,bilhassa kolibasilinin orada kümelendiğini öğrenmekteyiz.[20]

Ağız temizliği hem solunum,hem solunum yolu,hem de sindirim sistemi hastalıklarını önler. Bu konuda Peygamber Efendimiz:”Eğer ümmetimi zora koşmayacağımı bilseydim,her abdest aldıklarında dişlerini fırçalamalarını (Misvaklamalarını) emrederdim.”[21] buyurmakla,bu işin devamlı yapılması zor da olsa netice itibariyle kolay ve faydalı olacağı belirtilmektedir.

Akşemseddin de (1389-1459) –Maddetül Hayat- ‘Hayatın Maddesi’ adlı Tıb kitabında:”Hastalıkların insanlarda teker teker ortaya çıktığını sanmak hatalıdır. Hastalık insandan insana bulaşmak suretiyle geçer. Bu bulaşma gözle görülemiyecek kadar küçük,lakin canlı tohumlar vasıtasıyla olur.” Böylece hem mikrobun tarifini,hem de her türlü hastalığın,kirliliğin doğurduğu gözle görülemiyecek kadar küçük canlıların yaptığını da keşfetmiş olmaktadır.[22]

Çevre toplumların aynasıdır. Çevre insanların kalb ibresini ayarlar. Çevrenin kirliliği ruhların da kirlenmesine sebebtir. Nasıl olmalı? Çimentolar arasında çimenler fışkırmalı… Ağaç boyları gökdelenleri geçmeli.. gemiler balık bolluğundan karaya oturmuş gibi olmalı deniz ortasında… Ve neticede kan gelecek yüzüne insanların,yanaklar pembe pembe…Her şey ilki gibi olmalı..Bozduklarımız düzelmeli…[23]

o Gök mavi,deniz masmavi,kara yemyeşil olmalı. Özellikle evlerin bazı zamanlarda –sabah gibi- havalandırılması veya kekik gibi kokularla havasının düzeltilmesi,mikroplu havanın teneffüs edilmesini de engellemiş olur. Ancak dezenfeksiyonla beraber itinalı bir temizlik örneğini ecdadın da gösterdiği gibi ve daha da tekniki bir şekilde göstermek icab eder. Şöyle ki;Napolyon 1798’de Akka kalesini muhasara ettiği zaman ordusunda veba zuhur etmiş ve hastalığa karşı çaresiz kalınca düşmanı olan Müslüman-Türklerden yardım dilenmek zorunda kalmıştı. O zamanki bir Fransız,eserinde şöyle yazılmaktadır. Türkler ricamızı kabul ederek hekimlerini yolladılar. Bunlar tertemiz giyinmiş,nur yüzlü kimselerdi. Evvela dua ettiler ve sonra ellerini bol su ve sabun ile uzun uzadıya yıkadılar. Hastalarda zuhur eden hıyarcıkları neşterle yardılar. İçindeki sıvıyı akıttılar ve yaraları tertemiz yıkadılar. Sonra hastaları ayrı ayrı yerlere koydular. Ve sağlamların kabil olduğu kadar onlara yanaşmamasını tenbih ettiler. Hastaların elbiselerini yaktılar ve onlara yeni elbiseler giydirdiler. En nihayet tekrar ellerini yıkadılar.

o Hastaların bulunduğu yerlerde öd ağacı yakarak ve tekrar dua ederek ve bizden hiçbir ücret veya hediye kabul etmeden yanımızdan ayrıldılar.”

o Buradan çıkarılacak olan ise;dezenfeksiyon yapmak,mikroplu havayı yok etmek için öd ağacı vs. kullanmak,düşmanına sağlık,şifa ve temizlik konularında yardım etmek,ondan gerekirse ücret taleb etmemek,bulaşıcılık anlayışının çok iyi idrak edilmesi,karantina işlemleri,antibiyotiğin bulunmadığı dönemlerde iyi bir tedavi yapılması,mikroba karşı korunma tedbirleri,hijyenik işlemler ve temizlik anlayışları bu günkü tıbbın takdir edeceği hususlardır.[24]

o Galinos adamlarına şöyle dermiş:Üç şeyden sakının,dört şeye de sıkıca sarılırsanız doktora ihtiyacınız kalmaz:Tozdan,dumandan ve pis kokudan sakınınız. Yağlı ete (iç yağı),güzel kokuya,tatlıya devam ediniz. Ve sık sık hamama gidiniz. Doyduktan sonra daha fazla yemeyiniz.[25]

o Kur’an-ı Kerim-de hıfzıssıhha açısından da önemli olan örtünmeden[26] ,elbise temizliğinden,[27] yeter derecede istirahat etmekten,[28] iyi bir beslenmeden,[29] kötü ve bozulmuş yiyeceklerin yenilmemesinden,[30] bitkisel yiyecekler ve bunların faydalarından,[31] iyi ve kötü içecekle [32] ve mutlak zararından ötürü içkinin kesin olarak yasaklanmasından,[33] beslenme ile tedavi,[34] genel sağlık kurallarından olan ölülerin gömülmesi [35] gibi konularla,[36] leş,kan gibi yasaklananlar,[37] namaz kılınamıyacak haller-sarhoşluk ve cünüblük,[38] bütün organların özellikle insanın en fazla kirlendiği organları olan -el-yüz-ayak gibi- su ile yıkanıp,olmadığında teyemmümün ancak temiz bir toprakla olacağı [39] belirtilmektedir.[40] fuhuş ve zinadan uzaklaşılması ise emredilmektedir.[41]

§ Klikman (1965) deride yaşayan canlıları yer küre üzerinde yaşayan canlılara benzetmiş ve bir insanın vücudundaki mikrobların sayı ve çeşitlilikte dünyanın nüfusundan çok daha fazla olduğunu belirtmiştir. İnsan vücudu bu mikrobların zararından korunmak için yıkanmalı,ağız,vücut,ev ve çevre temizliği,yolların,okul,cami,hastahane gibi yerlerin temizliği,gerekli olmadıkça köpek beslememek,sünnetsiz erkeklerle evlenen kadınlarda rahim kanserinin olmasından sünnete riayet etmek,tırnak kesmek,atıcılık,yüzme ve güreş gibi sporlarla,sağlık ve temizlik uygulamaları ile tıbbın koruyucu üstünlüğü görülmüş olur.[42] Bütün bunlar da Kanuni’nin şu sözünü hatırlatmaktadır:

Halk içinde mu’teber bir nesne yok devlet gibi,

Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.

Peygamber Efendimiz de Allah’dan afiyet dileyip ümmetine de emretmiş,insanların çoğunun da bundan gafil olduğuna dikkat çekmiştir.[43]

İslâmiyetin yasakladığı yasaklara bakıldığında ve de emirlerinde gerek maddi,gerekse manevi olarak insandan başlayıp topluma ve çevreye doğru girift olarak bir temizlik sistemini ortaya koyduğunu görürüz. Bunun da temeli İslâmiyetin Tevhid dini olduğundan insanları iman,ahlak,kültür değerleri bakımından bir birlik içerisinde yetiştirip gerçek yasakçıyı kalbe yerleştirmiştir. Muhitin manevi bakımdan kirlenmesi de böylece engellenmiş olmaktadır.

Mesela ders vermeye gittiğim hapishanede mahpuslardan biri:”Biz artık hırsızlık damgasını yemişiz. Çevremizde hırsız olarak bilinmekteyiz. Onun için yapmasak da yapmış gibi görülürüz.”diye kendisi için meşru bir bahane uydurmaya çalışmıştı. Oysa dünya demek onun memleketi,sadece o kirli muhit ve arkadaş çevresi olmadığı gibi,daha münasib ve temiz,değişik bir çevreye giderek kendisi için bir düzgün hayat seçebilir.

Buda gösteriyor ki;İbni Haldun’un dediği gibi:”İnsan tabiatının ve mizacının değil,kendisini saran muhitin ve bu muhitten kazandığı alışkanlıkların kültürün ve yaşayışın çocuğudur.”

Nitekim geçmiş ümmetlerin içinde yüz kişiyi öldürüp tevbe yolu arayan azgın bir katilin nasihatçı bir alime gelip affedileceği hakkındaki sorusuna alimin verdiği cevabı Peygamber efendimiz şöyle nakleder:”Seninle tevben arasına kim girebilir. Ancak yaşamakta olduğun o kötü köyden çıkacaksın. Falanca köye gideceksin. Orada Allah’a ibadet eden (iyi ve dürüst) insanlar var.Onlarla sen de ibadet et. Artık bir daha kendi beldene dönme,zira orası kötü bir yerdir.”[44]

· Çevre temizliği sadakadır.

· İnsanların çevreyi temiz tutmaları Peygamber Efendimizin ifadesiyle sadaka vermeye denk tutulmuştur. Nitekim:”kim insanlara eziyet (eza) verici bir şeyi yoldan atarsa sadakadır.” Bunun kapsamı ise gayet geniştir. Bunlar:Yoldaki bir dikenden,evdeki bacadan çıkan kirlere,hayvan pisliğinden atılan her türlü çöpe ve onların üzerine konan sineklerin rahatsız ediciliğine,arabanın eksozundan gürültüsüne kadar,bağırtıdan kavgaya,kötü görünümlü olmadan edebe aykırı giyime kadar,tükürmeden yol kazımı,inşaat artıkları,maddi ve manevi hoşa gitmeyip rahatsız eden her şey bu kapsam içerisinde dahildir. Her şeyin bir kapasitesi vardır. Binlerce insanın kirlettiği bir beldeyi birkaç kişiden temizlenmiş beklemek biraz abes ve zor olacaktır. O halde bir yeri nasıl görmek istiyorsak,öyle de bırakmalıyız. her kesin kendi kapısının önünün temizlemesi halinde çöpçülere de ihtiyaç kalmıyacaktır. Pis suların akmış olduğu bir yerde hayatın sürdürülmesi zor olacaktır. Zira bu gibi yerlerde mikrobların büyümeleri sırasında enzim denilen bazı maddeler çıkarırlar. Bunlar sudaki pis ve zararlı maddeleri ayrıştırır. Böylece akarsular ve denizler aşırı derecede kirlenmekten kurtulur. Nehir ve denizlere fabrikadan akıtılan pis sular ve diğer artık maddelerin çoğunluğu ile bu ayrıştırma olmayacak,zehirli maddelerle kirlenecek,kıyı ve körfezler fena kokudan geçilmeyecektir. Neticelerde bu sularda yaşayan balıkların vücutlarında zehirli maddeler birikir ve bir çoğu da ölür. Bu balıkları yiyen insanlar da çeşitli hastalıklar ve zehirlenmeler görülür.Arıtma tesislerinde arıtma ve temizlik ile,pislik içinde boğulma engellenmiş olur.

Temiz ve düzenli okulda,öğrenciler eğitim ve öğrenimi zevkle yaparlar. Okulun ve çevrenin pisliğinden dolayı salgın hastalıklar doğabilir. Bu yüzden başarısızlığa uğrayan öğrencilerde olabilir. Okulun temizliği,öneminin anlatılması,iyi yönde örnek olup,çöp tenekesinin konularak,sınıfın havalandırılması,ekmeklerin yerlere dökülmemesi,yağmurlu havalarda çamurların içerilere taşınmaması daha sağlıklı bir eğitimin bu temizlik çerçevesi içerisinde daha verimli olacağı görülecektir.

Çevre temizliği için en uygun yatırım ağaç dikme ve yeşilliklerdir. Başlangıcından beri dünyadaki varlıklar havanın oksijenini alıp,karbondioksit salarak havayı kirletmiş olsalardı ve bunun dışında bir ameliye olmasaydı,zamanla havanın içindeki oksijen miktarı tükenecek ve yer yüzündeki yaratıklar nefes alamıyacak duruma geleceklerdi. Ama yüce yaratıcı bizi yeryüzüne yerleştirdiği gibi,kloroform adı verilen özümleme ameliyesi ile oksijenin tükenmesini önleyen değişik bir ameliyeyi var ederek,hayatın devamını sağlamıştır. Şöyle ki;bitkiler havadaki karbondioksidi alırlar,güneş ışığının etkisiyle saf oksijeni ayırarak tekrar havaya verirler. İçindeki karbonu da biriktirirler. Bu karbonun bitki kökünün teşekkülünde sakkarizasyon ameliyesinde (işinde),gelişmesinde kullanılır. Şüphesiz ki bu özümleme olayı yaratıcının fevkalade büyük mu’cizelerinden biridir. [45]

* İnsan ve Temizlik Peygamber Efendimiz:”Kim ki evinde Allah’ın bereketini artırmasını istiyorsa,yemek hazırlandığı ve kaldırıldığı zaman abdest alsın,(ellerini yıkasın)”[46] Derinin temizliği de çok mühimdir. Çünkü insan vücudu mikroplara karşı öldürücüdür. Fakat pis deride bu güç azaldığı gibi,ölüde 15 dakika sonra kaybolur.[47] Bundan dolayı Hz. Peygamber en az haftada bir defa yıkanmayı lüzumlu görmüştür. Bütün bu temizlikler arasında diş temizliği de önemli bir yer tutar. Zira kirli,çürük ve eksik dişler neticesinde insanda bademcik,nezle,mide ve barsak hastalıklarının sebebi olabilir.[48] Dişlerin temizlenmesi için misvak,fırça veya parmak ile ovalamak faydadan hali değildir. Misvak kullanan şahsın tükürüğü ile,fırça ve macun kullanan şahsın tükrüğünün mikroskobik muayenesini yapan diş tabibi Beşir Akınal şöyle diyor:”Diş tababeti okulunda asistanlığım zamanında merhum hocam Prof. Ziya Cemal beyle yaptığımız incelemede,misvağın diş etlerini katılaştırmada ve beslenmede fırçadan çok üstün olduğu,hatta mikroplar üzerinde etkisi dolayısıyla da ağız sıhhati bakımından çok faydalı olduğu anlaşılmıştır.”

Hadis alimlerinden İmam-ı Nevevi (V.1277):Misvaktan başka şeylerle dişi temizlemek de,misvaklamanın yerini tutabilir.[49] Zira burada önemli olanın temizleme işleminin yapılmış olmasıdır. Bir İslam alimi olan İbni Kayyım,vebanın belirtisi olarak koltuk altının temizlenmemesi,kulak arkası ve yumuşak etlerde siyahlık veya solgunluktur,der. [50] Çevre Kirliliği ve Kanser.

Çevre kirliliğinin açtığı bir çok zararlardan ve hastalıklardan biri de kanserdir. Özellikle teknoloji bazı problemlerimizi hallederken,yeni ve ciddi problemlerde doğurmaktadır. İşte böylece kansere yataklık eden amillerin arasında yer alan kirli hava bu problemlerden birini oluşturmaktadır.

Kirli havanın doğrudan kanser hücresi doğurma ihtimali azdır. ancak kirli hava kemik iliği için bir zehir teşkil eder ve kansere yataklık yapan tesir de bu noktada gizlidir.[51]

Böyle bir durum da alınacak bir tedbir de,bahçemizde,evimizde,balkonumuzda hatta yatak odamızda,büyük yapraklı bitki ve çiçekler bulundurmak,istirahat,günlük gezi ve yıllık seyahatlerimde daima en iyi havalı yerleri seçmek. Günlük hayatımızdan basit bir örnek;Kapalı havalı bir kahvede oturmak yerine,bir parkta yahut bahçede oturmayı tercih etmek.[52] Tabiatın temizlikçileri.

Tabiata baktığımızda Cenab-ı Hakkın koymuş olduğu sistem içerisinde devamlı bir temizlenme işleminin olduğunu görürüz. Bunlar: Rüzgarların esmesiyle toz toprağın ortadan kalkıp,arkasından yağmur yağmasıyla etrafın yatışarak temizlendiğini görürüz. Bir yandan gübre böcekleri gübre yiyerek yer yüzünü temiz tutmak için çalıştırılıyorlar.[53] Sanki tabiattaki hayvanların hepsi doğuştan vücut bakımı temizlik bilgileri ile proğramlanmıştır.

Kedi vücudunu,tüylerini yalamakla temizler.

Pis sayılan porsuk bile ininde sık sık temizlik yapar,aynı yeri tuvalet olarak kullanmaz.

Tilki temizlenmek için ağzına aldığı bir dal ile yavaş yavaş suya girer. Neticede postundaki pireler boğulmamak için dalın üzerine sıçrar ve tilki bunu ağzından atarak temizlenmiş olur.

Filler hortumlarını temizlenmek,duş yapmak için kullanırlar.

Hemen hemen bütün kuşlar suya girerek yıkanır ve kuyruk çevresinde olan yağ guddeleri ile yağlanır. Yuvaları da böyle temizdir. Yavru kuş yapmasa bile anne gagasıyla bunları toplar ve temizler.

Bazı balıklar ağzını ve dişlerini temizletmek üzere diğer balıkların ağızlarının içine kadar girmesine müsaade ederler.[54] 1 hektarlık alanı kontrol eden 300 bin karınca yaklaşık 93,6 ton besin tüketip,bunların 56,2 tonunun zararlı böcekler oluşturmaktadır. Ve bir kısım karıncalar da 3 milyon yengeci öldürüp yedikleri,böylece ormanların doğal koruyucuları olduklarını da göstermiş olmaktadırlar.[55]

O halde insan da tabiatı,çevresini ve kendisini çirkin etmemeli,çirkin yapmamalı ve çirkin olmamalıdır. Tabiat devamlı işleyen bir fabrika gibidir. Pisliklerle,süprüntülerle kirleniyorlar ve kokuşmuş maddeler her tarafında birikiyorlar. Eğer pek çok dikkatle bakılıp temizlenmezse içinde durulmaz,insan onda boğulur. Ve yine,eğer o temizlik işlemi olmasaydı hayvanların yüz bin çeşitleri yer yüzünde boğulacaklardı. Yer yüzündeki bütün hayvanların cenazeleri ve bitkilerin döküntüleri kara ve denizleri öyle kirleteceklerdi ki,belki bir kuş bile kolaylıkla kanadını oynatamıyacaktı. Cenâb-ı Hak tarafından öyle temizlenmektedir ki,kirlilikten sevimsiz gibi olan dünya,temizliğinden sevimli hal alıyor. Bütün bunlar denizlerin temizlikçileriyle temizlenmekte, çünkü bir balığın bir milyon yumurta yapması çoklukla olup,denizin yüzünü kaplayarak temizlenmemesi halinde sevimsiz olacaktı.

Yine temizlikçi kartallar kilometrelerce mesafeden leşlerin kokusunu alır ve temizler.

Karıncalar geride kalan ufak tefek artıkları toplamakla temizlik işlemine katkıda bulunur. Mesela arslan, yabani atları kovalarken ve onları kasıtlı olarak koştururken geride kalan ve hastalıklı olan avını yakalayarak yemekle,o hayvanın temizlenmesini ve onda bulunan hastalığın diğerlerine geçmesini de önlemiş olur.

Bir yandan kanadını temizleyip,bir tarafında zehir,diğer tarafında ise panzehir bulunan sineklerin dünyayı devamlı surette temizlemeleri,temiz tutmaları…

İşte dünyada görülen denge ve dengeli temizlenme…

Kaşlar bir an boş durmadan gözleri temizlemekte…

Bedendeki alyuvarlar,bedenin hücrelerini temizledikleri gibi,nefes dahi o kanı temizler. İşte temiz olup temizliği ve temizlenenleri seven Allah’ın insandaki harika temizlik işlemi… Bir yandan maddi olarak temizlerken,diğer yandan gönderdiği kitaplarıyla onu kin,düşmanlık,kötü düşünce,topluma zarar verme gibi,kötü duygu ve ahlaklardan temizler…

O halde insanların sevgisini kazanmak isteyen kendisini ve çevresini temiz tutsun. Allah’ın sevgi ve rızasını dahi kazanmak isteyen yine kendisini ve çevresini temiz tutsun. Maddi-manevi,görünen-görünmeyen kirlerden kendisini arındırsın..

İşte gerçek ve olgun insan,ancak temiz insandır.

S o n S ö z :

ABD’de uzman Henry Still şöyle der:”Kara,su ve havayı kirletmek ve başka yollardan tahrib etmekle böcekten balığa kadar binlerce cinsin hayat zincirine müdahale ediyoruz. Topraktaki küçücük bir ağaç veya bir hektar ot,yüzlerce değişik hayvan ve bitkiye gıda ve barınak ve tekrar mahsul verebilecek bir çevre temin edebilir. Bunlar ot yiyen hayvanlardan kuşlara,böceklere ve nihayet ölü madde ile beslenip bunun esas hayat zincirine tekrar dönmesi için kimyevi madde olarak icad eden bakterilere kadar uzanır.[56]

Böylece zincirin halkalarında sadece biz bulunup fayda ve zarar gören biz değiliz.

Peygamber Efendimizin:”Kıyamet kopacağında elinizde bir fidan varsa onu dikin.”sözü,aynı zamanda ormanların da,tabii çevrenin korunmasında,atmosfer ile toprak arasındaki münasebetlerin düzenlenmesinde önemli rolün olduğunu ifade eder.[57]

İsmail Hami Danişmend’in 1961 yılında yayınlanan –Garb menbalarına göre eski Türk seciyye ve ahlakı-adlı eserinde,ellinin üzerinde batı kaynağına dayanarak incelediğine göre,eskiden atalarımızın çevre temizliğine ne kadar ehemmiyet verdiklerini şöyle sıralar: -Eski Türk hayatında hayır işleri yalnız insanları değil,hayvanları ve bitkileri de içine alır. Bunun içindir ki,hayvan hastaneleri ve ağaçlara su vermek için vakıflar kurulmuştur.

-Eski Türk temizliğinin temeli,İslâmın temizliği imandan saymasındandır.

-Eski Türklerin inanışına göre maddi temizlik aynı zamanda,manevi temizlik demektir. -Günde beş vakit abdest almak suretiyle yüz,eller,ayaklar ve ağız devamlı olarak temizlenir.

-Haftada üç-dört defa hamama gidilerek yıkanılır.

-Tırnaklar,kıllar,saçlar muntazaman kesilir.

-Yemeklerden önce ve sonra ağız ve eller yıkanır. Gül suyu gibi kokular sürülür.

-Bütün Türk evleri çok temizdir. Evlere ayakkabı ile girilmez. Hayvan ve kuş sokulmaz. -Köylerde bile hamam vardır.

-Avrupa’da sokaklar umumi hela olarak kullanılırken,Türkiye’de ayrıca umumi helalar yaptırılmıştır. -Evlere sokulmayan sokak köpeklerini beslemek için vasiyetnamelere maddeler konduktan başka,vakfiyeler de yapılmıştır. Fırıncılarla kasaplara her hafta veya her ay,köpekler için muayyen bir para verip et ve ekmek dağıttırmak adeti de vardı.

-Yavrulayan köpekler için sokaklara küçük kulübeler yaptırılırdı.

-Leyleklerle kırlangıçların yuvalarına hürmet edilir ve evlerin damlarında barınmaları hayra alamet sayılırdı. -Büyük binalar yapılırken kuşlar için de yuva inşa edilirdi.

-Hububat nakledilirken üstüne üşüşüp yiyen kuş sürülerine dokunulmazdı.

-Eski Türkler avcılıktan nefret ederlerdi.

-Hayvanları korumak için kanunlar çıkarılmıştır.

-Ağaçların hatta verimsiz ağaçların bile sulanması için vakıflar kurulmuştur.

-Ev yapılan arsalarda ağaçlar varsa,onlar için damlarda açıklık bırakılır,böylece kesilmeleri önlenmiş olurdu. -Netice olarak:Avrupa yazarları,Türk’lerdeki yüksek ahlak ve karakterin sebebi olarak Kur’an-ı Kerim-i göstermişlerdir.[58] Osmanlı devleti 1539’da temizlikle görevli,çöplük subaşılarına temizlik nizamnamesi doğrultusunda temizlik uygulamasını 11 madde sıralamaktadır.[59]

Çevre ile ilgi li olarak Fatih Sultan Mehmed vasiyetnamesinde:”Ben ki İstanbul Fatihi Abdu-aciz Fatih Sultan Mehmet bizatihi alun terimle kazanmış olduğum akçelerimle satun aldığım İstanbulun taşlık mevkiinde kain ve malumul hudut olan beş dükkanımı,aşağıdaki şartlar muvacehesinde vakfı sahih eylerim. Şöyle ki:Bu gayrı menkulatımdan elde olunacak nemalarla,İstanbulun her sokağında ikişer kişi tayin eyledim. Bunlar ki ellerindeki bir kap içerisinde kireç tozu ve kömür külü olduğu halde günün belirli saatlerinde bu sokakları gezeler,bu sokaklara tükürenlerin tükrükleri üzerine bu tozu dökeler ki,yevmiye 20-şer akçe alsunlar. Ayrıca 10 cerrah,10 tabib ve 3’de yara sarıcı tayin ve nasb eyledim. Bunlar ki ayın belli günlerinde İstanbula çıkalar,bila-istisna her kapuyu vuralar ve o evde hasta olup olmadığını soralar. Var ise ve şifası orada mümkün ise,şifayab olalar,değil ise kendilerinden hiçbir karşılık beklemeksizin,darul acezeye kaldırılarak orada salah buldurulalar.

Maazallah her hangi bir gıda maddesi buhranı da vaki olabilir. Böyle bir hal karşısında bırakmış olduğum 100 silah ehli erbaba verile,bunlar ki hayvanat-ı vahşiyelerin yumurtada veya yavruda olmadığı sıralarda Balkonlara çıkıp avlanalar ki zinhar hastalarımızı gıdasız bırakmayalar.”[60] 10-10-1991 / MEHMET ÖZÇELİK

[1] Çevre Kirliliği.Taşkın Tuna.sh.13.

[2] Casiye.13.

[3] Mülk.3-4.

[4] Etrafımızdaki Hava.T.Tuna.sh.30.

[5] Age.sh.30.

[6] Zuhruf.11.

[7] Çevre Kirliliği.age.sh.21.

[8] Bakara.222.

[9] Müslim Taharet. I.(1-203-223.

[10] Müddessir.4.

[11] Müddessir.1-5.

[12] Bakara.222.

[13] Enfal.11.

[14] Ayetler:Bakara.22,125,222,232,Al-i İmran.15,42,55,Tevbe.103-104,108,Maide.6,41,Enfal.11,Ahzab.33,53,Hac.26,Müddessir.4,A’raf.82,Neml.56,Furkan.48,İnsan.21,Hud.78, Mücadele.12,Nisa.57,Abese.14,Beyyine.2,Vakıa.79.

[15] Büyük Sevablar.C.Yıldırım.sh.35-36,Mu’cemul Müfehres Li Elfazil Kur’an-il Kerim. Muhammed Fuad Abdulbaki.sh.428-429.

[16] Yeni Lugat Abdullah Yeğin.sh342.

[17] Hak Dini Kur’an Dili.E.H.Yazır. 1 / 274.

[18] Muhammed.15,Daha geniş bilgi için .Ahiret Ahvali.Mehmet Özçelik (Tez)sh.94-101.

[19] Zariyat.48.

[20] İbadetin getirdikleri. Saffet Senih.sh.78-79.

[21] İmam Malik ve Şafii rivayeti. Bak.250. Hadis. sh.151.

[22] Müslüman İlim öncüleri ansiklopedisi. Ş.Döğen.sh.19.

[23] Bak.Zafer dergisi.sayı.167.sh.17.

[24] Sızıntı dergisi.1988.Kasım.sh.410-411.

[25] Zad-ul Mead.İbni Kayyım el-Cevziyye. Terc.M.Erdoğan. 5 / 123.

[26] Nahl.5,80-81,Taha.171,Nur.30,58,İnsan.12,21.

[27] Müddessir.4.

[28] A’raf.4,Yunus.68,İnsan.26.

[29] Bakara.57,Fatır.13,Tur.22.

[30] En’am.146-147,Hucurat.12.

[31] Bakara.61,En’am.100,Nahl.67,Tin.1.

[32] Bakara.249,Fatır.13,Muhammed.15,17,Hakka.37.

[33] Bakara.219,Maide.90-91.

[34] Nahl.68.

[35] Abese.21.

[36] Kur’an- Kerim ve modern ilimler.C.Kırca.sh.175-176,Bak.Kur’an-ı Kerim ve hadislerde tıb.M.Denizkuşları..sh.57.

[37] Maide.3.

[38] Nisa.43.

[39] Maide.6.

[40] Allah ve modern ilim.A.Nevfel. 2 / 194.

[41] En’am.151,İsra.17,32.

[42] Zafer dergisi.1990.sh.12-14,Dr.A. el Padah.Terc.Z.Örsdemir.

[43] Hz.Peygamberi sünnetinde terbiye.İ.Canan.235,Tirmizi.Müslim,İbni Mace,Davud.

[44] Altınoluk dergisi.Haziran.1987.sh.8. Buhari.Müslim.

[45] Bak.Allah ve Kainat.Dr.M.C.Fendi.Terc.A.Bingöl.sh.168.

[46] Tirmizi.Et’ıme.39,K.K.ve H. Tıb.age.sh.61.

[47] K.K.ve H.Tıb.age.sh.63.

[48] Age.45,23,66.

[49] Age.sh.68.

[50] Age.95.

[51] Kanser.Dr.H.Nurbaki.sh.50-51.

[52] Age.79-80.

[53] Dur ve Düşün.C.Suavi.sh.27.

[54] Age.sh.45,Bak.Harikalar ans.sh.195.

[55] Bak.zaman gaz.3-5-1999.

[56] Çevre Kirliliği.age.sh.sh.30.

[57] Age.53.90-92.

[58] Belgeler gerçekleri konuşuyor. Doç. Ahmet Akgündüz.

[59] Age.3, bak Türkiye gazt. M. Kemal Öke.24-Mart.1991.

[60] Zafer derg.1988.




ÇAĞIRIRIM HAAA!

ÇAĞIRIRIM HAAA!

Yer altı dünyasının,karanlık dünyanın ismidir mafya! Haklı yoldan elde edilemiyen hakların ve haksızlıkların hak edilme,kazanılmaya çalışılması için hakkın kalktığı,uygulanmadığı,uygulanmaktan aciz kaldığı yerde devreye giren bir kazanç yoludur mafya!

Hakkı mı isterim! Vermem! Ver,diyorum! Veremem!

Mafyayı çağırırım haa! Mafya ya söylerim haa! Baba-lara bir bildirirsem,vay senin haline! Yedi sülaleni silerler! Ve… iş tamam…

Hemen hemen her dönemde,her devlette çeşitli adlarla çıkan veya devreye giren mafya-cılık;hukukun eksik ve yetersizliğinden istifade etmektedirler. Boşaltılan bu boşluğu mafya gibi faaliyetlerle doldurmaya çalışmaktadırlar,işsiz olan ve kalanlar..

İş dünyasında mafya..çek-senet mafyası..arazi mafyası..para babaları..yer altı mafyası..kumarhaneler kralı..siyaset mafyası..yurt içi ve yurt dışı mafyası..mafyalar mafyası.. mafyalar hesaplaşması..kısaca,dolaplar mafyası..döndürülecek dolaplar mafyası.vs.vs.

Evelden efeler vardı..İstanbul efesi..efeler efesi..istanbul efendisi.

Toplum değişip,değerler kaybedilince incelik ve estetik yerini kabalığa terk etmektedir. İstanbul mafyası..doğu mafyası..vs.vs.

Nerde o eski mafyalar!Eskiden mafyalar elle-parmakla gösterilirdi! İki açıdan;İstanbul efesi veya efendisi. Şimdi o kadar çok ki;artık burun ucuyla,yarında göz-kaşla gösterime girecek!

Buyurun beyefendi,ne var! Şeyy..mafya olmak istiyorum da!

Başka işin yok mu ,git işine!

İşim yok ki!hem başka işler pek gelir getirmiyor da!

Ancak mafya olmanın bazı ağır şartları var. Şöyle ki;Mafya olacaklar,matbu dilekçeyi doldurup,yabancı dilden,meslekten ve de üçüncü olarak sözlüden geçirilirler. Üniversite mezunu olmak tercihimizdir. Doktora yapma mecburiyeti görev süresince uygulamalı ve rapor halinde bir dosya da sunulacaktır.

Çökmemek için,Fransız mafyasının çöküş sebeblerini bilmek şarttır. Rus mafyasının işleyiş şekilleri bilinecek. dünyadaki mafyalar ve onlarla diyalog uygulamaları,bağlantı yolları ve yönleri mafyamızın proğram çerçevelerinden bir kaçıdır. Kabul mü?

(Zaten hayatımı bir hedef tahtası haline getirdim. Hayatı anlayamadım ve anlayacağa da benzemiyorum. Bu durumda???)

Beyefendi! Sana diyorum!Tamam mı?

E-vet…

(Artık aydınlık dünyanın tünelinden karanlık yolların izbe kanalizasyonlarından geçiş başlamıştır.)

Karanlık işler..karanlık..karanlık gidişler..faili meçhul cinayetler ve sonunda da aynı akibete maruz kalarak..bitiş;defteri dürülerek bir kenara atılış..

Karanlıkdan gelib,karanlığa uğrayan yol;karanlığa gider.

Nasıl oldu?

Öldü!!!

Nasıl öldü???

??????

31-08-1998

MEHMET ÖZÇELİK




BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ

BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ

Geçmiş zamanlardan bir zaman içinde,bir çağ dönemlerinde,her şeyin ilk ve ilkel olduğu sürelerdeydi. Bir adada değişik yapı ve özelliklerde insanlar yaşarlarmış. Bu insanlar hem kendilerine yabancı,hem de başkalarına karşı yabani imişler.

Hani ilk dünyaya gelen çocuğun etrafına bakış hali var ya..işte onun gibi. Ancak o çocuk saf ve masum iken bunlar tam tersine bir yapı içerisinde…

Derken bu insanlar içerisinde farklı özelliklerde olanlar olunca ona karşı cephe alırlardı. Onun için ölüm de dahil neler yapmazlardı ki…

Orada kanunlar yok,kanun adamları vardı. Kanunu onlar yapar,onlar bozar. Filmi onlar yazar,yaparlar,başkalarını da bu oyunda oynatırlardı,piyon gibi…

Asırlar,görmediklerini o asırda görmüştü. Bazıları güldüler,bazıları ağladılar. Ancak ağlama ve feryatlar onların gülmelerini bastırınca kızdılar,kızınca da kızıl kıyameti kopardılar. Kıyamet devamlı masum ve mazlumların başında patladı,patlatıldı. Patlatanlardan oldular.

Tam bir keyfi ve küfri havalar estiriliyordu. Alkışlanmıyorlar da değillerdi içten ve de diğer adalardan…

Derken zamanlar zamanları kovalamış,uzun zamanlar geçmişti.

Ferdi fedakarlar da yok değildi. İşte bu sümbül gibi çoğaldı,kalabalıklar oluştu.

Yavaş yavaş tavizler koparıldı,yumuşamaya peyder pey gidildi.

Ancak sona doğru koparılması gereken bir tavizi vermeye nedense pek yanaşmadılar. Direttiler,direndiler. Direttirdiler her türlü cebir ve zorbalığı da reva görerek…

Ne mi? Bazı kadınların diğerlerinin giyindikleri gibi giyinmeyip,fazla fazla kumaş kullanmaları idi sebep olarak gösterilen…

Üstüne üstlük,bir de vücudun bir kısmının hadi neyse az kimse yapmakla kalmadı,bir de başlarını örttüler. Buna da tesettür-mü ne?diyorlarmış?

Oda bu adada,bu kumaş kıtlığı içerisinde,enflasyon mu ne imiş,onun yükseldiği bir zamanda… Eğer böyle bir bolluk olsa,kendilerinin de bir çok yerlerini örteceklerini de belirtiyorlardı.

Bu uğurda uzun mücadeleler verildi. Bir taraf inadı uğruna,öbür taraf inancı hesabına…

Tabii ki burada ilk çağların ilkelliği ağır basmakta idi. İşte başlarını örtmeye karşı başlatılan bu patlama aslında kendisiyle beraber bir çok patlamalarını da gündeme getirmişti. Artık örtünmeyle beraber insanca yaşama mücadelesi de başlamış oluyordu.

Artık çeşitli alanlarda bir kıpırdanma ve silkinme baş gösteriyor,gün-be gün ilkelliklerden kurtulma yolları ve çabaları baş gösteriyordu.

Bu masumane hareketleri engellemek amacıyla :”Kurdun kuzuya bahanesi nevinden,öküzün altında buzağı arama kabilinden”bahaneler öne sürülüyordu.

Âdeta deniz mayalanmaya çalışılıyordu,mayasını bulamamış ve tutamamışlarca… Ve o mazlum ve mağdur olanlar devamlı şunları söylüyorlardı:

“Hep biz mi destanlar yazacağız? Hep biz mi edebiyatlarımız da ağıtlar söyleyeceğiz?”

Bu mektub ilk çağlardan son çağların insanlarına bir armağan ve bir yadigârdır.

15-11-1995

MEHMET ÖZÇELİK




BUĞDAY HIRSIZLARI

BUĞDAY HIRSIZLARI

Bu olay Kırşehir’in küçük bir köyü olan Çimeli köyünde,1942’de cereyan eder. Türkiye’nin her tarafında olduğu gibi Çimeli’de de halkın kaldırdığı buğdaylar toplanır. Öşür adıyla ellerinden alınır. Olay şöyle gelişir:

Bir öğle vakti Mehmet anasına seslenir:

-Anaaa! Ana,gel,gel. Öşürcüler gelmiş.

-Ne telaş edersin oğlum,gelcez.

-Bacı bu harman sizin mi?

-Evet oğul,çok şükür bizimdir.

-Nede çok kaldırmışsınız!

-Allah vergisi. Allah bizlere acıyor veriyor,devlet bizlere acımıyo,elimizden alıyo…

Bacı,devlet onu askere verecek tamam mı? Toplayın buğdayları… Ben bunu böyle işaretledim. Bundan alınmayacak. Alınırsa çok ağır ceza var,bilirsiniz. Yarın gelip alacaz. Tamam mı muhtar? Seninde haberin olsun..

-Bey oğlum. Bize ne yiyecek kaldı,ne de tohumluk? Acıma yok mu? Biz ne yiyecez? Biraz merhamet edin.

-Bacım devletimiz sağ olsun!

-Bey oğlum,biz öldükten sonra devlet sağ mı olur? Biz ölürsek,oda ölür. Biz diri olmalıyız ki,oda diri olsun.

-Bu bööyle. Muhtar,buğdayı mühürledim. Yarın gelip alacağız. Hadi eyvallah…

*****************

-Ana,niye düşünürsün?

-Oğlum Mehmedim.Ben Hacce anan düşünmesin de kim düşünsün? Ben kendimi de düşünmem. Bir nefisim. Ya bu soyhalar? Bu insanlar ne yiyecekler?

-Ana! ana,bak hele. Be bende çalarım.

-Şiiişşt. Öyle delilik yapma. Hemen git yerine,karışma öyle işlere,haydii…

*****************

(Mahzun gecenin yarısında anne oğlu Mehmedi kaldırır.)

-Ne var ana? Beni niye gece vakti kaldırırsın?

-Hemen konuşmadan kalk. Torbaları getir,buğdaylarımızı alacaz.

-Ana sen bana kızmamış mıydın,başımızı belaya sokmayalım diyen sen değil miydin?

-Haydii…haydi ,durma. Doldur. Götür de içeri boşalt. iyi,iyi. Etraf da kimseler de yok…

-Ooff be. Ana yetmez mi? Çok götürdük? Pek bir şeyde kalmadı! Belli olur?

-Götür oğlum,götür. Kendi malımızın hırsızı olduk. Etrafı iyice süpür. bende kasaları etrafına koyayım. Şööylecene mühürledim mi,oldu işte.. Haydi gidiyoruz. Şimdi iyi bir yat…

******************

-Memeed,memeeed..

-(Mehmed gözünü ovalayarak) Ne var muhtar emmi. Rahat uyuyamıyacak mıyız yavv.

-Oğlum öşür memurları geldi,sizi çağırır.

-(Öşür memurları şaşkın şaşkın bir buğdaylara,bir mühüre bakar,bir türlü bir şey anlıyamaz.) Allah ,Allaaah.. Yahu muhtar,dün buğday bu kadar değildi.. Bu buğday eksik görünüyor. Dün topladığımızda gayet çokdu. Ama mühürü yerinde,noolmuş buna?

-Emmi! Dün nasıl koyduysanız,öyle durur. Bak muhtar emmi beni uykudan yeni kaldırdı,uyurdum.

-Valla muhtar bunda bir yanlışlık var ya! Ama nerede? muhtar bunları sana teslim ediyorum. Devlet isteyene kadar sende kalacak. Tam 140 teneke buğday…

(Öşür memuru düşünceli düşünceli gide dursun,aynı hayretini muhtarda gizleyemez.)

-Yaav bacı. Dün gördüğümüz buğday bu kadar değildi! Bunlara nolmuş?

-Ne olacak muhtar. Siz topladınız,siz mühürlediniz. Bak mühür bile bozulmamış.

-Doğru,doğru,amma??

******************

(Muhtar kendisine teslim edilen köyün buğdaylarını bir yere toplar,etrafını taşla örerek,çamurla suvar. Her günde sabah-akşam etrafında bir gezer,acaba her hangi bir durum var mı?diye…)

*******************

-Oğlum Mehmed,haydi akşam oldu. Kimse görmeden şu buğdayları eşeğe yükle. Boztepeye değirmene götür de,öğüt. unumuz bitmiş. Kimse görmeden de geri gel. Kimseye görünme haaa?

-Sen telaş etme ana. Kimseye çaktırmam. Ruhları duymaz. Nasıl olsa işsiz adamım. Orada kahvede vakit geçirir,soranlara gezdiğimi söylerim.

-Oğlum Mehmed! Biz yeriz ya,köylüde hiçbir şey kalmamış. Ne kendileri yerler,nede hayvanları. Ekinlikleri bile yemiş bitirmişlerdir. Bak Hanife bacın gelir. Kabını da örtüsünün altında saklar.

-Hacce anaa!

-Geldim kızım. Kabını ver. Biterse gene gel. Sen neysen de o çocuklar ne yapar! Al ununu kızım.

-Allah senden razı olsun Hacce ana. Sende olmasan bizler ne yapardık? Halimiz nice olurdu?

-Aman haa kızım. Kimselere söylemeyin?

-Yok ana,hiç söyler miyiz. Burası bir çok kimsenin rızık kapısıdır. Bu kapımızda kapanırsa,biz hangi kapıya gideriz? Demek Allah bir kapıyı kaparsa,başka bir kapıyı açarmış. Allah kapınıda açık etsin,Hacce ana…

(Hacce ana un bittikçe oğlu Mehmedi Boztepe’ye geceleri yollar,üğüdür,gece döner. Oraya devamlı gidiş gelişinin dikkat çekmemesi için de gezdiğini,arkadaşını ziyarete geldiğini söyler,geçiştirirdi.

Değirmencide ,eğer bunlar olmasa değirmende sinek avlıyacakdı. Zira her kesin buğdayı bitib,kalmadığından,kimse değirmene buğday götüremez. Mehmedin devamlı buğday getirmesi durumunu hayretle karşılayan değirmenci fazla dayanamaz ve sorar:

-Yahu evlad. Sen bu buğdayları nereden alırsın? Sizin buğdaylar hiç bitmez mi? Millet yemeye kepek bulamazken,siz buğday yersiniz?

(Durumun vehametini ve kritik olduğunu anlayan,ele verilmesinden çekinen Mehmed)

-Değirmenci Emmi! Sen bu işlere karışma. Eğer karışır,başkalarına söylersen,beraber çaldığımızı ve ortak olduğumuzu söylerim. Bunca yol geliyom. Senin değirmeninden başka da yok. Paranıda veriyorum. Daha bu işe niye karışırsın?

-Aman oğlum,bana ne! Ben niye başkasına söyliyeyim. Ancak öğreneyim,dedim. Bu buğdayları nereden alıyorsunuz diye?

********************

(Artık zamanla kendilerince yenilen ve köylülerin fakir olanlarına gizlice verilen buğday ve unda biter. Bunları da bir telaştır alır. Ne yapacaklarını konuşurlar.)

-Oğul her kesinki gibi artık bizim buğday da bitti. Bundan sonra biz ne yapacağız? Kimden isteyip,kimden alacağız?)

-Muhtar dayımdan isteriz ana,nasıl olsa onda çok…

-Aman oğul o devletindir. Dayın hiç verir mi? Görmüyor musun o günden beri her gün sabah-akşam iki defa kontrol eder.

-Ana,bende çalarım!

-Aman oğul, hiç olur mu? Görürlerse ne yaparız?

-Ana,sen o işi bana bırak. Herkes yatınca giderim,duvarın arkasından taşı söker,buğdayı alırım. Geri taşı yerine kor,suvarım. Kimse de farketmez. Nasıl olsa dayım dışardan bakıyo. Bir şey olmayınca,içeriye girip de kontrol etmiyor.

-Bilmem ki oğul. Ancak korkarım!

-Tamam ana,ben böyle yaparım…

****************

(Yaza kadar hal bu minval üzere devam eder. Bu hane aç kalmaz. Artık gün gelmiş-çatmış,her yerlerden buğdaylar ofise götürülmek üzere istenmektedir. Çimeli köyüne de emir gelir. Derhal gönderilmesi-diye…

Muhtar etrafını duvarla çevirdiği anbarın kapısını açar. Hayret ve dehşet içinde dona kalır. Çünkü buğdayların yarıya yakını yoktur. Odanın belirli bir cephesinden buğdaylar alınmıştır. Ancak kim almış olabilir? Bu cüreti kim göstermiş olabilir ki? Olsa olsa şimdiye kadar açlık ve buğday sıkıntısı çekmeyen Hacce bacı gil olabilir. Nasılda şimdiye kadar düşünmemişdim? Devlete ne cevab verecek,kaybedilenlerin yerini nasıl,kimden alıb dolduracağım?

Sorularına cevab bulmak üzere Hacce bacı gile gider.)

-Bacıı! bacıı. Ne yaptınız? Ocağıma ağaç diktiniz. Bunu siz yaptınız,siz..

-Dur kardeş,dur. Ne var? Kıyamet mi kpptu?

-Daha ne ola? Buğdaylar,buğdaylar? Hırsızladığınız buğdaylar? Başıma kıyameti kopardınız…

-Evet kardaş… Biz aldık. Ne yiyecektik?

-………….

-Madem öyle. O halde sizde bunun çaresine bakın. Ofisede siz götürün. Nasıl götürürseniz,götürün? İstemiş olduklarını verin?

(Mehmed soğuk kanlılıkla lafa karışır.)

-Men yaparım,dayı! Sen karışma. Bir senin selamını götürdüm mü,olur işte.

-Oğlum ne selamı? Oğlum sen delimisin? Bu selam-melam işi mi?

Allah kerimdir dayı…

(Mehmed birkaç kişide yanına alır,kafasındaki planı uygulamaya koyulur. Ofise üç sefer yapılacak. 140 torba buğday götürülecektir. 90 torba ancak vardır. Ya diğerleri? onu Mehmede bırakalım)

-Arkadaşlar! Torbaların yarısına kadar kum doldurulacak,üstüne de buğday konulacaktır. Ancak dört torba tamamen buğday olacaktır. O özel…

(birinci seferlik buğday hazır olup kağnıya konularak ofisin önüne getirilir. Mehmed müdürün yanına sokulur. Kulağına eğilerek,fısıltı ile:

-Efendim! Müdür beg! Muhtarımızın size selamı var. Şu dört torbayı size yolladılar.

(İstifini bozmayan ofis müdürü,bir şey yokmuş gibi davranarak seslice):

-Çimeliler!.. Siz çekilin. Bekleyin bakalım şurada…

-……………

-Çimeliler,geçin bakalım. Sizinki tamamdır,eksik yok. Kontrol edilmiştir.

(Fısıltı ile Mehmede) O dört torbayı bize götür bırak..

(Mehmed önceden haberdar ettiği arkadaşlarına verdiği talimatı uygulattırır. Bir araba gidecek,boşaltmadan arkadan gidip,dönerek bir daha gelecek. Ta ki sayı tamamlanana kadar…

Nitekim 4 torba rüşvet verilen buğday hürmetine ilk posta rahat atlatılmış olur. Özel torbalar önceden haberdar edilmiş olan ofis müdürünün hanımına teslim edilir. Hanımı da akşamleyin gelenlerin blançosunu kocasına bildirir. Geldi mi diye?

(Mehmed köye varır,muhtara uğrar ve;

-Muhtar dayı,tamam teslim ettim. Müdüründe size selamı var.

-Ula,bire oğul! Sen hangi selamdan bahsediyorsun? Hele buğdayları ne yaptın,ondan haber ver?

-Tamam muhtar dayı. Teslim ettim. Senin dört torbayı da kendisine göndermiş olduğunu söyledim. Evine götürdüm. Oda sana selam gönderdi,o kadar…

-Oğlum,sen hangi göndermeden bahsediyorsun? Bizim buğday zaten eksikdi,birde müdüre mi gönderecek mişiz?

(Diğer iki seferi de bu şekilde bitirip,ofis müdüründen:”Tam teslim edildi.”Mühürlü kağıdını alıp,ayrılacak olan Mehmede sırasını bekleyen köylülerden birisi yanaşarak:

-Kardaş! Noolur,bizim şu işi de yapın. Köy komşunuzdanız. Ne yapacağımızı bilemiyoruz. Bir kağnılık buğdayımız eksik.

-…Olur kardaş. Arkadaşlar! Bunlarla bir sefer yapıp,onlara katılında işleri bitsin.

Bir çok defa geçtikleri halde kapıdakilerin dikkatini çekmeyen kağnılar bu sefer kapıdaki bekçinin gözünden kaçmaz. Çünkü rüşvet olan buğdayı bunlardan almamıştır. Bekçi:

-Dur hele yav! Bu demin geçen boz katır değil mi? Bu demin geçmişdi. Torbalar sayılsın.

-Etme ağam! Yapma ağam. Kulun kölen olam. Bırakda boşaldalım. Biz daha ilk,yeni geçiyoruz.

(Güç bela boşaltılır. Köye dönülür.)

Mehmed –Berat- kağıdı mesabesindeki “Alındı” pusulasını muhtara teslim eder. Muhtar yine şaşkındır. Artık her şeyin olup bittiğini,bunun ve bundan önceki meydandan buğdayı nasıl çaldıklarını sorar. Mehmedin annesi Hacce ana anlatmaya başlar:

-Muhtar,siz memurla konuşurken memur damgalıyor ve bırakıyordu. Bende onun arkasında tezek ile meşgul olup,sizlerle ilgilenmiyor görünerek,o kalın olan mühürü tezeğe çıkarıyor,temizleyip yerine koyuyordum. Buğdayı almak için mühürü bozduğumuzda,önceden tezeğe çıkardığımız mühürü vuruyordum. Memurda dikkatli bakmayıp,sadece mühürlenmiş olduğuna baktığı için fark etmemişti.

-(Mehmed’de):Muhtar emmi,bende yarısını kum doldurdum. Ofis müdürüne rüşvet olarak dört torba verince,kapıcılarla anlaşmış olduklarından,benim ne kadar getirdiğime bakmaksızın göz yumdular. Bizde hepsini geçirdik.

-Vay sizi gidi… Verdiği buğdayı çalan buğday hırsızları! Buğday hırsızları vayy!

(O yıl Türkiye’de alınan buğday torbalarının altları hep kumlu çıkar. Anbarlara konulan buğdaylar da küflenir ve denize dökülür.

Hay’dan gelen Hu’ya gider. Yani O’ndan gelen yine O’na döner.

İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn…

4-12-1992

MEHMET ÖZÇELİK




BAŞKA DÜNYALAR

BAŞKA DÜNYALAR

Kur’an-ı Kerim-de yerlerin ve göklerin yaratılışı ile ilgili bir çok ayet-i kerimelere şahid oluruz.[1]

Gerek yer ve göklerin yaratılışı konusunda,gerekse de dünyamızdan başka dünyaların olup olmadığı hakkında Bediüzzaman-ın eserlerinde açık ve açıklayıcı ve net ifadeleri görürüz.

Nitekim eserlerinde:” Hakikat ve hikmet ister ki,zemin gibi,semâvâtında kendine münasib sekeneleri bulunsun. Lisan-ı şer’ide o ecnas-ı muhtelifeye melaike ve rûhaniyet tesmiye edilir. Evet,hakikat öyle iktiza eder. Zira,zemin,küçüklüğü ve hakaretiyle beraber,zihayat ve zişuur mahluklardan doldurulması ve ara sıra boşaltılıp yeniden zişuurlarla şenlendirilmesi işaret eder,belki tasrih eder ki,şu muhteşem burçlar sahibi müzeyyen kasırlar hükmünde olan semavat dahi zişuur ve zevil idrak mahluklarla doludur. Onlar dahi ins ve cin gibi,şu alem sarayının seyircileri ve şu kainat kitabının mütalaacıları ve şu saltanatı rububiyetin dellallarıdırlar. Çünki,kainatı had ve hesaba gelmeyen tezyinat ve mehasin ve nukuş ile süslendirip tezyin etmesi,bilbedahe,mütefekkir istihsan edici ve mütehayyir takdir edicilerin enzarını ister.”[2]

“Arzı da o seb’a semavat gibi halketmiş. Ve mahlukatına mesken ittihaz etmiş.”[3] Yedi tabaka olarak halkettim ,demiyor. Misliyet ise mahlukiyet ve mahlukata meskeniyet cihetiyle bir teşbihtir.

… Kalb,cesede mukabil geldiği gibi,küre-i arz dahi,koca hadsiz semavata karşı bir kalb ve manevi bir merkez hükmünde olarak mukabil gelir.

Hem küre-i arzımıza benziyen yedi küre-i uhra dahi bulunmasına işareten küre-i arz dahi,yedi tabaka âyat-ı Kur’aniyeden fehmedilmiştir.

“Gökleri yedi kat olarak tanzim etti.”[4] ayetinde,kısa nazarlı ve dar fikirli bir tabaka-i insaniye,hava-yı nesiminin tabakatını fehmeder. Ve kozmoğrafya ile sersemleşmiş diğer bir tabaka-i insaniye dahi,elsine-i enamda seb’a-i seyyare ile meşhur yıldızları ve medarlarını fehmeder. Daha bir kısım insanlar küremize benzer zevil hayatın makarrı olmuş semavi yedi küre-i aheri fehmeder. Diğer bir taife-i beşeriye,manzume-i şemsiyenin yedi tabakaya ayrılmasını,hem manzume-i şemsiyemizle beraber yedi manzumat-ı şumusiyeyi fehmeder. Daha diğer bir taife-i beşeriye,madde-i esiriyyenin teşekkülatı yedi tabakaya ayrılmasını fehmeder. Daha geniş fikirli bir tabaka-i beşeriye,yıldızlarla yaldızlanıp,bütün görünen gökleri bir sema sayıp,onu,bu dünyanın semasıdır diyerek,bundan başka altı tabaka-, semavat var olduğunu fehmeder. Ve nev’i beşerin yedinci tabakası ve en yüksek taifesi ise:semavat-ı seb’ayı,alemi şehadete münhasır görmüyor. Belki avalimi uhreviye ve gaybiye ve dünyeviye ve misaliyenin birer muhit zarfı ve ihatalı birer sakfı olan yedi semavatın var olduğunu fehmeder.”[5]

Her bir devlet de ve alem de insanlar ve varlıklar yaşamaktadır. Onlar oraya münasib ve münasebattardırlar.

İnsanlarda başlı başına bir alem olup,kendi alemine uygun bir vaziyet almaktadır.

Bunlar gibi de;meskun yani üzerinde oturulabilecek,dünyamızdan başka dünyaların varlığına inanıp,ancak üzerinde şu anda varlıklar var mıdır? O varlıklar nasıl varlıklardır? Konularında konuşulabilir.

Ancak insan olarak,insanların meskun oldukları yer bu dünyadır. İnsanda bir kalb vardır. İki kalb düşünülemez. Dünyamız da,kainat büyük insanının bir kalbi mesabesindedir.

-Hadis-de:”Hz. Abbas ibnu Abdulmuttalib (r.a) anlatıyor:”Batha nam mevkide,aralarında Rasulullah 8SAM)-ın da bulunduğu bir grup insanla oturuyordum. Derken bir bulut geçti. Herkes ona baktı. Rasulullah(SAM):

“Bunun ismi nedir,bileniniz var mı?”diye sordu.

“Evet bu buluttur.”dediler. Rasulullah (SAM):

“Buna Müzn-de denir”dediler. Oradakiler:

“Evet Müzn-de denir.”dediler. Bunun üzerine Rasulullah (SAM):

“Ânan’da denir.”buyurdu. Ashab da:

“Evet ana da denir”dediler. Sonra Hz. Peygamber (SAM):

“Biliyor musunuz,sema ile arz arasındaki uzaklık ne kadardır?”diye sordu.

“Hayır,vallahi bilmiyoruz!”diye cevapladılar.

“Öyleyse bilin,ikisi arasındaki uzaklık ya yetmiş bir,ya yetmiş iki veya yetmiş üç senedir. Onun üstündeki sema(nın uzaklığı da) böyledir.”

Rasulullah (SAM) yedi semayı sayarak her biri arasında bu şekilde uzaklık bulunduğunu söyledi. Sonra ilave etti:

“Yedinci semanın ötesinde bir deniz var. Bunun üst sathı ile dibi arasında iki sema arasındaki mesafe kadar mesafe var. Bunun da gerisinde sekiz adet yabani keçi (suretinde melek) var. Bunların sınnakları (hayvan tırnağı) ile dizleri arasında iki sema arasındaki mesafe gibi uzaklık var,sonra bunların sırtlarının gerisinde arş var,arşın da alt kısmı ile üst kısmı arasında iki sema arasındaki uzaklık kadar mesafe var. Allah,bütün bunların fevkindedir.”

-Katâde ve Abdullahtan yapılan bir rivayet şöyle:”Rasulullah (SAM) ashabıyla birlikte otururken bir kısım bulutlar geçmişti.:”Bunun ne olduğunu biliyor musunuz?

Bu,el-ana (denen buluttur) bu arzımızın sakasıdır. (su taşıyıcısı) Allah taala bunu kendisine hiç ibadet etmeyen bir kavme de göndererek (su ihtiyaçlarını görür.)dedi. Bir müddet sonra devamla:

“Bu sema nedir biliyor musunuz? Dürülmüş bir dalga,korunmuş bir tavandır. Bunun üstünde diğer bir sema vardır.”dedi ve böylece üst üste yedi semanın olduğunu söyledi. Sonra konuşmasına devamla:

“İkisi arasında ne (kadar uzaklık) var biliyor musunuz?” diye sorduktan sonra;”Beş yüz yıl”dedi. Sonra tekrar:

“Bunun gerisinde ne olduğunu biliyor musunuz? Bunun gerisinde su var. Suyun gerisinde arş var. Allah,arşın fevkindedir. Adem oğlunun ef’alinden hiçbiri O’na gizli kalmaz.”buyurdu. Sonra tekrar:

Bu arz nedir,biliyor musunuz? Bunun altında bir diğer arz var,ikisi arasında beş yüz yıl var. Böylece yedi arzın varlığını birer birer saydı.”hadisi zikretti.

-Başka bir rivayette:Sema ve arz için aynı ifade de bulunulduktan sonra;

“Sonun da şu açıklamayı yaptı:

“Muhammedin nefsini elinde tutan zat-ı zül celale yemin ederim,şayet siz,en aşağıdaki arza bir ip sarkıtacak olsanız,bu ip Allah’ın (ilmi) üzerine inecektir.”Rasulullah (SAM) sözünü tamamlayınca:

“O her şeyden öncedir,kendisinden sonra hiçbir şeyin kalmayacağı sondur,varlığı aşikardır,gerçek mahiyeti insan için gizlidir. O,her şeyi bilir.”[6] ayetini kıraat buyurdu.[7]

-Abdullah ibni Mes’ud (r.a)dan yapılan rivayette Rasulullah (SAM) şöyle buyurmuştur:”Allah yedi semayı yarattı. Her birinin kalınlığı beş yüz yıl yürüme mesafesidir.”[8]

“O Allah ki,yedi semayı,arz dan da onun mislini yarattı.”[9]

İbni Abbasdan rivayet edilen bir hadis de:”Yedi arz vardır. Her arzda sizin peygamberiniz gibi bir peygamber,Adem’iniz gibi bir Adem,Nuh’unuz gibi bir Nuh,İbrahiminiz gibi bir İbrahim,İsa gibi bir İsa vardır.”

“Rabbinin katında bir gün,saydıklarınızdan bin yıl gibidir.”[10]

“Melekler ve Cebrail,miktarı elli bin yıl olan o derecelere bir günde yükselir.”[11]

Hadis-de:”Her şeyin mahiyetini anlamak için tefekkürde bulunun,düşünün. Fakat Allah’ın zatı hususunda düşünmeyin. Zira yedinci sema ile Allah’ın kürsüsü arasında yedi bin ışık yılı mesafesi vardır. Zatı zül-celal hazretleri (nin ilmi) bunun ötesini de kuşatmıştır.”[12]

“Yedi gökle yer ve onların içindekiler onu tesbih eder.”[13]

“Bundan başka sema ya da iradesini yöneltti ve gökleri yedi tabaka olarak tanzim etti.”[14]

“… hem cin ve ifrit ve sair muhtelif zişuur ve zihayat mahlukların alemleri ve meskenleri olduğu,çok kesretli ehli keşif ve ashabı şuhudun şehadetiyle sabit yedi kat arzın alemleri,;”[15]

Özetle;israf etmeyen Allah,her yerde,o yere münasib olan mahlukları yaratmıştır. Ateş,toprak,su ve hava gibi. Oralarda,oralara münasib canlıları var etmiş,yaratmıştır.

Özellikle;”Meskun” (üzerinde oturulan,oturulabilecek)[16]ifadesiyle Bediüzzaman;oturmaya elverişli ve oturulacak bir yer olduğunu da belirtmektedir.

-Bu arada:”On sekiz bin alem”ile bir çok hikmetlerin murad edildiği de belirtilir.[17]

“Madem,alem-i ulvide muhtelif teşkilat var,muhtelif vaziyetlerde muhtelif ahkamlar görünüyor;öyle ise,o ahkamların menşeleri olan semavat muhteliftir. İnsanda,cisimden başka nasıl akıl,kalb,ruh,hayal,hafıza gibi manevi vücutlarda var;elbette,insanı ekber olan alemde ve şu insan meyvesinin şeceresi olan kainatta,alemi cismaniyetden başka alemler var. Hem alemi arzdan,ta cennet alemine kadar her bir alemin,birer seması vardır.”[18]

Ve bunlar hız bakımından farklılık arzederler.[19]

-“Yer,yalnızca dünyamız değil;başka her dünya ihtimalini de içermektedir.”[20]der Aiberg.

-Ve bir haberde:”Galile uzay aracının Jüpiter gezegeninin atmosferinde hayat bulunduğunu tesbit ettiği,ancak bu gerçeğin Amerikan hükümetince kamuoyundan gizlendiği öne sürüldü.”[21]

-Özet ve bir cevap:Milyarlarca galaksi ve her bir galakside 200 milyar yıldızla beraber,aynı apartmanda oturmaktayız.

-Dünyanın dışında canlılar var mı?sorusuna –Evet-deriz.

-Ama,insan var mı?sorusuna –Evet-demek,büyük bir cesaret ve ihata ister. Olmadığını söylemekle beraber,olduğunu farz ettiğimizde,bir çok acabalar,birbirini kovalayacaktır;

-Acaba teknolojiye sahiplermi? Ortak noktalarımız neler? Vs…

-Bilim ve Teknik dergisinde bir yazar,birkaç dengesiz ifadede bulunmuş.[22] Maddede boğulan,maddeyi aşamayan sayın yazar,nur hızını,düşünce hızını kabul etmediği gibi,ilim perdesine bürünerek bunları inkara yeltenib,teorik ve saçmalık diye ifade etmiş.

“Kişi bilmediğinin düşmanıdır.”derler,doğruymuş.

İki asırdır Darwin-in hala teorilik ve varsayımdan kurtulamıyan görüşünü –ışık tutma-olarak nitelerken,ışık ve düşünce hızını nasıl inkar etmektedir.

Acaba kendilerine mi geç ulaştı,yoksa kendileri mi geç ulaştılar?

Sayın yazar? bazı din gruplarının bunu reddettiğini,bazılarının da dinsel inançlarını kuvvetlendireceğinden,kabul ettiğini söylerken;şunu bilmelidir ki;İslâmiyetin,Kur’an-ı Kerim-in ve hakikatlarının,bizlerin kabulüne ihtiyacı olmayıp,bir şey kazanmıyacağı gibi,bizlerin inkarından dolayı da bir kaybı söz konusu değildir.

İslamiyet ve Kur’an başlı başına bir bürhandır. Kendi kendisinin hakkaniyetini gösteren bir delildir.

Ancak sayın yazar? kendileri daha yeni bu konuyu işlerken,biz oralarda canlıların olduğunu yıllar öncesinden iddia ediyorduk. Baştan buraya kadar ki şekilde de ifade ettiğimiz gibi…

Bediüzzaman hazretleri ise;yarım asır öncesinden fazla bu hakikatları eserine yazmışdı,bizim şimdi yazıb,söylediğimiz gibi…

Meselenin dinsel? veya metafizik olarak çözülemiyeceğini iddia eden sayın yazar? şunu bilmelidirler ki;kendilerinin yarım yamalak söylediklerini Kur’an-ı Kerim ve Peygamber Efendimiz bin dört yüz sene öncesinden haber vermişlerdir.

7-7-1996

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Konularına göre Kur’an-ı Kerim Fihristi. N. Yüksel.sh.16-17.

[2] Sözler. B. Said Nursi.sh.162.

[3] Age.469.

[4] Bakara.29.

[5] Lem’alar. B. Said Nursi. 12. lem’a.2.sual.sh.58-62,bak.R.N. Kudsi Kaynakları. A. Badıllı.sh.734,bak.Aksiyon dergisi.23-29-Mart-1996,bak.Zafer dergisi.Mayıs-1996.sh.4.

[6] Hadid. 3.

[7] Kütüb-ü Sitte Muhtasarı. Prof. İ. Canan. 6 / 368-370.

[8] Age. 6 / 372.

[9] Talak.12.

[10] Hacc.47.

[11] Mearic.4.

[12] Kütüb-ü Sitte Muhtasarı. age. 6 / 376.

[13] İsra.44.

[14] Bakara.29.

[15] Lem’alar.age.59.

[16] İşarat-ül İ’caz. B. Said Nursi. sh.216.

[17] Mektubat. B. Said Nursi. 26.mektub.4.mebhas.Birincisi.sh. 315-316,Sözler.age.31.söz.ikinci esas.sh.518-519.

[18] Sözler.age.sh.523.

[19] Bak. Sözler.age.524-525.

[20] Arz’dan Arş’a Mi’raç. Prof. H. Von Aiberg. 1 / 50.

[21] Bak.Zaman gaz.3-4-1996.

[22] Tübitak.1996.Nisan.341.sayı.sh.34-41.




B U MU ? K A P I

B U MU ? K A P I

Manevi kıtlığın yaşandığı bir dönemdi. Müfettişler teftişe ha geldi ,ha gelecek tedirginliği içerisinde idik.

Millet olarak sanki kor ateşin üzerinde oturuyorduk. Şeyy, afedersiniz,körlerin içerisinde gibiydik. Bizlerinde manen kör olması istenmekteydi. Çünkü uygulamalar onu göstermekte idi.

“ Selâmun aleyküm”demenin,”Takke ve sarık takmanın” ve çalıştığın yerde kendi imkanlarınla değil mescid açmak,tahtadan seccade yapmanın suç olduğu dönemlerden gelmekteyiz. Kıtlık dönemlerin insanları olup,kıtlığı yaşamış kıt kimseleriz.

İşte böyle bir kıtlık senesinde,kıtlıktan çıkmış,kıt görüşlü ve kıt nazarlı,kıt kanaat geçinip giden biri bizi teftişe gelmişti.

Kendilerine yardımcı olmak amacıyla bizde yanında bulunmaktaydık. Boş bir odaya geldiğimizde;hiç münasebeti yokken,birdenbire,bu oda ile öbür oda arasında,aradaki ara kapısına doğru parmağını uzatarak,birazda sert bir tavırla bağırarak;

-Şu ney? Orada ne arıyor?

-Zamansız,zeminsiz,münasebetsiz ve de yersiz bu ifadeyi oturtturacak bir yer bulamadığımızdan,birdenbire;

-Bu mu? Kapı…. deyince;

-Yersiz sözüne yer bulmaya çalışan bu vatandaş bu sefer sinirli,kızgın ve de kızarmış bir vaziyette dalga geçtiğimi zannederek;-O da böyle sakin bir okulda-

-Hayııırrr.. şunu diyorum,diyerek parmağını ve biraz da kendisini daha yaklaştırarak tahta seccadeyi işaret edince,ben de gayet sakin olarak,hiçbir şey yokmuş gibi;

-Namaz kılmak için seccade,deyince;gümleyip çekip gitti…

Dünya da yer-siz ve yar-sız kalıp yaşayan,belki de ölmüş olan bu insanlar orada,kendilerine dar ve bar olacak olan o kabir,mahşer,sırat ve cehennem de dost arasınlar ve varsa bulsunlar.

Ne yar kaldı,ne de kar kaldı. Hepsi kendi derdi ve günahıyla çekip bu dünyadan gitti.

Niyazi-i Mısrî-nin dediği gibi;

Bir ticaret yapmadım,nakdi ömür oldu heba.

Yola geldim lâkin göçmüş cümle kervan bî-haber.

Ağlayıp nâlân edip düştüm yola tenha garip,

Dîde giryân,sine biryân,akıl hayran bî-haber.

Ahirette ağlamamanın yolu;maddi ve manevi ağlatmamaktan geçer. Sen bu dünyada ehli imanı haksız yere ağlat da,orada ağlama? Mümkün mü?

Zulüm bir kirdir. Cennet,kiri ve kirliyi ve de kirliliği kabul etmez,temizlemedikçe, temizlenmedikçe….

10-3-1996

MEHMET ÖZÇELİK




CANLILAR ALEMİNDE BİR ANLAŞMA

CANLILAR ALEMİNDE BİR ANLAŞMA

Acaba muhal olanı mı konuşuyorum? Öyle de olsa,düşünülüp hayal edilmesi muhal olmasa gerek. Çünkü hayalde fiiliyat ve temas durumu yok…

Eğer tüm hayvan ve bitkiler insanlar gibi konuşsa ve düşünse idiler nasıl ve ne derece anlaşabilir,uyum sağlayabilirdik? Onları kendi emrimiz altına alabilir miydik? Yoksa makamımızı bize kaptırmazlar mıydı? Kimler baş bakan,Cumhurbaşkanı,amir,kimler memur olurlardı?

Acaba onları biz mi kendimize ram ettik,itaatkar kıldık? Çocuğumuza yaptıramadığımızı,onların en büyüğüne yaptırabiliyoruz. Elbette bunları güç ve kuvvetimizle yaptırıyor değiliz!

Mesela,arslan kardeş, akşama bize gel. Davetlisin…

Meselelerin altından gücümüzle nasıl kalkar,nasıl çözebilirdik? Zor görünüyor,değil mi?

Devler,balıklar,kuşlar ve bitkiler,bunların arasında yerimiz neresi ve nasıl olurdu? Üstesinden nasıl gelebilir? Ne kadar ve ne derece idare edebilirdik?

Kendisini idareden aciz olan bu insan,acizliğini ve güçsüzlüğünü daha iyi anlardı…

Bunlarla anlaşmak için elbette ortak bir nokta aranacaktı.

Bu meseleler ateistlerin kopukluğuyla,meçhuller üzerine konulan binalarla çözüme kavuşamazdı.

Kominist ve sosyalist düşünce doğrultusunda her şey eşit olarak nasıl paylaştırılacak? Ney?..Kime?..Nasıl verilecekti?

Her şeyi maddede arayan materyalistlere göre;kuvvetli olan haklı olursa,hayvanların haklılığına şimdiden hükmetmek gerekecekti.

Güçlülerin güçsüzleri yutması ile hayatın devamı düşüncesi gerçekleşecek olsaydı,hayattan ilk silinenin insan olması gerekmez miydi?

Bir referanduma gidilse,kimler kazanırdı acaba? İnsan mı?

O halde,bu kıymet ölçüsü neye göre belirlenmiştir de,bir kısmı ot,bir kısmı hayvan,bir kısmı da insan olmuştur?

Kim tarafından belirlendiği düşünülmesi gerekmez mi?

Bizleri diğerlerine karşı üstün kılan üstünlük vasfı nedir? Maddi yapımız mıdır?

Eğer öyle olmuş olsa idi,diğer varlıkların içinde değişik farklılıklarda geride kalabilirdik…

O halde tüm mesele o imtiyazlı noktayı yakalamakta… Onu muhafaza ve devam ettirmekte odaklanmış olmaktadır. Aksi takdirde elimizden kaptırabiliriz!

Tüm alternatifler düşünüldüğünde o mümtaz noktaların ağırlıkla insanın maddi cephesinde değil,manevi cihetinde temerküz edip,yerleştiğini görürüz.

Maddeyi ayakta tutan manadır. Lafızlar mana üzerine otururlar. Lafızlar mananın irer kalıp ve kılıfıdırlar. Bedenle ruh gibi…

Her şeyde hakim olan güç;insan ve insanlık manasının,hayvan ve hayvanlık maddesine üstünlüğü ile gerçekleşmekte…

Mâna ve ruhun da ruhu;İman ve Marifettir.

23-08-1995

MEHMET ÖZÇELİK




AKİDE ŞEKERİNDEN MÜHENDİSLİĞE

AKİDE ŞEKERİNDEN MÜHENDİSLİĞE

Hayatın içinde bazen nokta gibi durum ve hareketler,hayatın noktalanmasında son noktayı koyuyor.

Anlatacağım olay,hanımın amcasının başından geçmiştir.

“Babamız vefat etmiş,abimde o imkansızlık içerisinde hiç olmazsa orta ve liseyi bitirmek amacıyla akrabalarımızın yanına giderek evden ayrılmıştı.

Evde kala kala bir ben ve bir de yaşlı annem kalmıştık. Ben de büyük güçlükle liseyi bitirmiş. Üniversiteyi okumak için imtihana girerek neticeyi beklemekteydim.

Ancak kazandığıma dair belge hala gelmemişti. Demek ki kazanmamıştım. Zaten kazansam da okuyabilir miydik ki? Meçhul?

Demek ki kaderde ya köyde kalıp tarla sürmek veya koyun gütmekte varmış. Ama,okumalıydım. Fakat kazanamayınca da okunmaz ya!..

Bu bekleyişler,düşünceler,ümit ve emeller süre dursun;ben akide şekerini çok severim. Annem bunu bildiği için eve akide şekeri almayı da ihmal etmezdi. Ortaya da koyacak hali olmazdı elbet! Çünkü bir anda bitebilirdi.

Bir gün gönlüm akide şekeri istemişti. Ancak şeker neredeydi? Annem onu nereye koymuştu? Etrafı aramaya başladım. Akide şekeri… Akide şekeri… Annenin kaybettiği evladı,Yakub’un Yusuf’unu arar gibi her tarafa bakmaya ve aramaya koyuldum.

Sanki evladını bulan anne gibi değil,Yusufuna kavuşan Yakub gibi değil,şekerden daha şeker bir haberle karşılaşmış,aradığımı bulmuştum: İnşaat Mühendisliğini kazanma belgesi…

Fakat burada ne arıyordu? Belli ki geleli de biraz olmuştu. Tam bir sır. Ve ona ulaşılan tam bir tevafuk…

Bir yandan sevinç umuduyla,bir yandan merak saikasıyla anneme sordum. Aldığım cevap gayet ilginçti:

-“Oğlum,gelen kazanma belgeni ben mahsustan sakladım. Okumaya gitmeyesin,yanımdan ayrılmayasın,diye… Eğer sen de gidersen benim yanımda kim kalacak? Yalnız başıma ben kiminle kalacağım? Kimin yanında kalacağım?

Anam kendini düşünüyordu. Hep beni düşünen,benim için çırpınan anam,böyle önemli bir dönüm noktasında beni unutuyor,düşünmüyordu!

Benim için her şeyini veren anam,bir anlık bir hatasıyla benim her şeyimi aldığının belki de farkında değildi…

Neyleyim o benim anamdı… Sebebi vücudumdu…

Ve bu gün orayı bitirmiş,akrabalarımdan farklı bir seviyeye gelmiştim. Köyün dar sokaklarında gezmiyor,derelerinde yüzmüyor,sarp kayalarına tırmanmıyor,tarlalarını sürmüyor,toz toprağa bulanmıyor,çamurdan-kerpiçten bir ev yapmıyor,ahırdaki hayvanlarla ilgilenmiyor,hasılı dar bir meskende daralmıyor,belki;

İnşaatlar inşa ediyor,bir çok plan ve projelere imza atıyor,hareketli ve de bereketli hayatın denizleri içerisinde yüzerek,büyük gemilere binip,büyük balıklarla seyahat ederek,hayata büyük pencereden bakıyor isem;

-Akide şekerine olan hayranlığımdandır.

-Seni o zaman seviyordum. Yine de seviyorum. Sevmeye de devam edeceğim. Sizlere de tavsiye ediyorum.

O zaman sadece bir akide şekeri idin,şimdi ise şekerler şekerisin ey akide şekeri…

Şeker olasın… Şeker kalasın,emi…

18-04-1998

MEHMET ÖZÇELİK




DABBETÜL ARZ

DABBETÜL ARZ

Ebu Katade radıyallahu anh anlatıyor: “Resülullah aleyhissalatu vesselâm buyurdular ki: “(Kıyametin büyük) alâmetleri ikiyüz (senesin)den sonra gelecektir.”

Kıyametin kopuşu ise,tesbih ipinin kopması gibi birbirini takib edecektir.

İbnu Ömer radıyallahu anhüma anlatıyor: “(Bir gün) Resülullah aleyhissalâtu vesselam yanımıza gelip şöyle buyurdular: “Ey muhacirler! Beş şey vardır, onlarla imtihan olacağınız zaman (artık cemiyette hiçbir hayır kalmamıştır. Onların siz hayatta iken zuhurundan Allah’a sığınırım. (Bu beş şey şunlardır:) l) Zina: Bir millette zina ortaya çıkar ve aIenî işlenecek bir hale gelirse, mutlaka o millette tâun hastalığı yaygınlaşır ve onlardan önce gelip geçmiş milletlerde görûlmeyen hastalıklar yayılır. 2) Ölçü-tartıda hile: Ölçü ve tartıyı eksik yapan her millet mutlaka kıtlık, geçim sıkıntısı ve sultanın zulmüne uğrar.

3) Zekat vermemek: Hangi millet mallarının zekatını vermezse mutlaka gökten yağmur kesilir. Hayvanlar da olmasaydı tek damla yağmur düşmezdi.

4) Ahdin bozulması: Hangi millet Allah ve Resülünün ahdini (yani düşmanla yaptığı anlaşmayı) bozarsa, Allah Teâla hazretleri o millete, kendilerinden olmayan bir düşmanı musallat eder ve ellerindeki (servet)lerin bir kısmını onlar alır.

5) Kitabullahla hükmetmeyi terk: Hangi milletin imamları Kitabullahla ameli terkederek Allah’ın indirdiği hükümlerden işlerine gelenleri seçerlerse, Allah onları kendi aralarında savaştırır.”[1]

Abdullah İbnu Mes’ud radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Kıyametin kopmasına yakın (bazı insanlar günahları sebebiyle) “mesh”e (hayvan süretine çevrilme), “hasf”e (yere batma) ve “kazf’e (taşlanma azabı) uğrayacaktır.”

Abdullah İbnu Amr radıyallahu anh anlatıyor: “Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Ümmetimde hasf, mesh ve kazf olacaktır.”

İbnu Amr İbnu’l-As radıyallahu anhümâ anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Çıkış itibariyle, Kıyamet alametlerinin ilki güneşin battığı yerden doğması, kuşluk vakti insanlara dabbetu’l-arzın çıkmasıdır. Bunlardan hangisi önce çıkarsa, diğeri de onun hemen peşindedir.”[2]

“O söz başlarına geldiği (kıyamet yaklaştığı) zaman, onlara yerden bir dâbbe (mahlûk) çıkarırız da, bu onlara insanların âyetlerimize kesin bir iman getirmemiş olduklarını söyler.”[3]

Dabbe,debelenme,kımıldama gibi anlamlara gelib,bütün hayvanlar için kullanılır.[4]

Bu konuda Bediüzzaman:“Amma “Dabbet-ül Arz”: Kur’anda gayet mücmel bir işaret ve lisan-ı hâlinden kısacık bir ifade, bir tekellüm var. Tafsili ise; ben şimdilik, başka mes’eleler gibi kat’î bir kanaatla bilemiyorum. Yalnız bu kadar diyebilirim:

”Gaybı ancak Allah bilir.”Nasılki kavm-i Firavun’a “çekirge âfâtı ve bit belası” ve Kâ’be tahribine çalışan Kavm-i Ebrehe’ye “Ebabil Kuşları” musallat olmuşlar. Öyle de: Süfyan’ın ve Deccalların fitneleriyle bilerek, severek isyan ve tuğyana ve Ye’cüc ve Me’cüc’ün anarşistliği ile fesada ve canavarlığa giden ve dinsizliğe, küfr ü küfrana düşen insanların akıllarını başlarına getirmek hikmetiyle, arzdan bir hayvan çıkıp musallat olacak, zîr ü zeber edecek. Allahu a’lem, o dabbe bir nev’dir. Çünki gayet büyük birtek şahıs olsa,her yerde herkese yetişmez. Demek dehşetli bir taife-i hayvaniye olacak. Belki 2 “Asâsını kemirmekte olan bir ağaç kurdu.” Sebe’ Sûresi, 34:14.
”âyetinin işaretiyle, o hayvan, dabbet-ül arz denilen ağaç kurtlarıdır ki; insanların kemiklerini ağaç gibi kemirecek, insanın cisminde dişinden tırnağına kadar yerleşecek. Mü’minler iman bereketiyle ve sefahet ve sû’-i istimalâttan tecennübleriyle kurtulmasına işareten, âyet, iman hususunda o hayvanı konuşturmuş.”[5]

Burada o hayvanın konuşmasından maksad;lisanı haliyle yapılan bir konuşmadır.[6]

“Bakınız bu dabbetülarz, dehşetli hücum ve gürültüsü ve bağırmasıyla ve tünel deliğinden çıkıp hücum ettiği dakikada, geçeceği yola bir metre yakınlıkta o çocuk duruyor. O dabbetülarz tehdidiyle ve hücumunun tahakkümü ile bağırarak tehdid ediyor. “Bana rast gelenlerin vay haline” dediği halde o masum yolunda duruyor. Mükemmel bir hürriyet ve hârika bir cesaret ve kahramanlıkla beş para onun tehdidine ehemmiyet vermiyor. Bu dabbetülarzın hücumunu istihfaf ediyor ve kahramancıklığıyla diyor: “Ey şimendifer! Sen ra’d ve gök gürültüsü gibi bağırmanla beni korkutamazsın.”[7]

“İşte ey bu şimendiferdeki arkadaşlarım ve elli sene sonra, fenlere çalışan kardeşlerim! Bu mâsum çocuğun yerinde, Rüstem-i İranî veya Herkül-ü Yunanî o acip kahramanlıklariyle beraber tayy-ı zaman ederek o çocuğun yerinde bulunduğunu farzediniz. Onların zamanında şimendifer olmadığı için, elbette şimendifer bir intizam ile hareket ettiğine bir itikadları olmayacak. Birden bu tünel deliğinden, başında ateş ve nefesi gök gürültüsü gibi, gözlerinde elektrik berkleri olduğu halde, birden çıkan şimendiferin dehşetli tehdit hücumuyla Rüstem ve Herkül tarafına koşmasına karşı, o iki kahraman ne kadar korkacaklar; ne kadar kaçacaklar; o hârika cesaretleriyle bin metreden fazla kaçacaklar. Bakınız, nasıl bu dabbetülarzın tehdidine karşı hürriyetleri, cesaretleri mahvolur. Kaçmaktan başka çare bulamıyorlar. Çünkü onlar, onun kumandanına ve intizamına itikad etmedikleri için mutî bir merkep zannetmiyorlar; belki, gayet müthiş, parçalayıcı, vagon cesametinde yirmi arslanı arkasına takmış bir nevi arslan tevehhüm ederler.”[8]

Bediüzzaman dabbeyi trene teşbih etmektedir. Teşbihden amaç,onun azamet ve tehlikesini bildirmek içindir. Yoksa bizzat kasdedilen tren değildir.

Elmalı tefsirinde tren,otomobil ve bisiklet içinde kullanıldığı söylenmektedir.[9]

“Ne zaman ki Süleyman’a ölümü hükmettik, cinlere onun ölümünü sezdiren olmadı. Yalnız bir güve böceği yere dayandığı asâsını yiyordu. Bu sebeple Süleyman yere yıkılınca ortaya çıktı ki, cinler eğer gaybı bilir olsalar o zilletli azab içinde bekleyip durmazlardı.”[10]

Kadı Beyzavi ve bazı hadisçiler bununla Hain,kötü kimseleri kasdetmişlerdir.

“cessâse”casuslar olarak göstermişlerdir.[11](Allahu a’lem,bundan murad muhabir ve medya manalarıda kasdedilebilir.) ki, bir hadiste haber verildiğine göre,cessâse, Deccal için haberler araştırıp toplayan casus demektir.[12]

Ebü’s-Suud da diyor ki: Bu dâbbe, casustur. Bundan cins isim söylenip, bir de tefhîm (büyüklüğüne işaret) tenviniyle bilinmezliğinin tekid edilmesi, şanının garibliğine ve özelliğinin, davranışının açıklamadan uzak olduğuna delalet eder. Bundan dolayı hadiste bildirilen bazı garip rivayetleri kaydettikten sonra, şunu da ilave ediyor: Hz. Ali’den naklolundu: Kuyruğu olan bir dâbbe değil, sakalı olan bir dâbbedir, demiş bir erkek olduğuna işaret etmiştir. Fakat meşhur olan bir dâbbe olmasıdır.[13]

Şüphesiz Kur’ân’da {dabbeten} denildiği için bir dâbbedir. Fakat erkek bir dâbbedir. {(Dabbeten tükellimühüm-dan çıkarılmış) “Onlara söyleyen dâbbe” denilmesi ise, bunun bir insan olmasını belirtmek için açık bir delildir. (Burada bu dabbenin bir insan olması halinde her tarafa ve herkese yetişmesi ve zarar vermesi durumu olacaktırki buda bir ferdin yapabileceği bir iş değildir. Ondan dolayı dabbeden insan manasının anlaşılması gayet uzak bir ihtimaldir.)Burada söze mecazî bir mânâ vermek veya {tükellimühüm} fiilini “söylemek” mânâsına değil de cerh (yaralama) mânâsına konuşma ile yorumlamak, açık beyanın zıddınadır. Garib rivayetler ile Kur’ân’ı açık mânâsından çıkarmak yakin ilmine zarar vermektir.

Kaldı ki, Ahmed Tayalisi, Naim b. Hammad, Abd b. Hamid, Tirmizî hasen hadis diyerek, İbnü Mâce, İbnü Cerir, İbnü Münzir, İbnü Ebi Hatim, İbnü Merduye ve Beyhakî gibi zatların Ebu Hüreyre (r.a)den rivayet ettikleri bir hadiste Resulullah (s.a.v) buyurmuştur ki: “Dâbbetü’l-arz, Musa’nın âsası, Süleyman’ın mührü yanında olarak çıkacak, mühür ile müminin yüzünü parlatacak, âsa ile kâfirin burnunu kıracak, insanlar sofraya toplanacak, mümin ve kâfir tanınacak.”[14]

Bu hadise göre de, dâbbe, maddî ve manevî normalin üzerinde bir kuvvet ve saltanat ile ortaya çıkıp büyük bir İslâm devleti kuracak lider olmuş oluyor. Şüphe yok ki, Musa’nın asasına, Süleyman’ın mührüne sahip olan kimse,büyük bir şahsiyet olacaktır. Hem de kötülerden değil, iyi ve hayırlılardan olacak, bütün müminlerin yüzünü güldürecek, kâfirlerin burnunu kıracaktır. Âyette:”Onlara insanların âyetlerimize kesin bir iman getirmemiş olduklarını söyler” [15]buyurulması da bunu gerektiriyor. Şu halde buna dâbbe ismi verilmesinin sebebi, onun kâfirlere karşı acımasız olacağını ve Allah Teâlâ’ya göre onun meydana çıkarılmasının zor bir şey değil, yerden normal bir dâbbe çıkarmak gibi kolay olduğunu anlatmaktır. Burada bazı eserleri (haberleri) de kaydedelim:

1- İbnü Cerir’in Huzeyfe b. Esîd’den rivayet ettiğine göre: “Dâbbe’nin üç çıkışı vardı: Birisinde bazı çöllerde çıkar, sonra gizlenir. Birisinde de, emirler kan dökerken bazı şehirlerde çıkar, yine gizlenir. Sonra insanlar mescidlerin en şereflisi, en büyüğü ve faziletlisi içinde iken yeryüzü kendilerini fırlatmaya başlar. Derken halk kaçışır, müminlerden bir grup kalır, bizi Allah’tan hiç bir şey kurtaramaz derler. Dâbbe de onların üzerine çıkar, yüzlerini parlak yıldız gibi parlatır. Sonra hareket eder, artık ne takip eden yetişebilir, ne de kaçan kurtulabilir. Bir adama varır, namaz kılıyordur, vallahî sen namaz ehli değilsin der. Yakalar, müminin yüzünü ağartır, kâfirin burnunu kırar” dedi. “O zaman insanlar ne halde olur” dedik. “Arazide komşu, malda ortak, yolculuklarda arkadaş olurlar” dedi.[16]

2- İlim ehlinden bir çokları dâbbenin ortaya çıkması, emir bi’l-ma’rûf (iyilikleri emir), ve nehiy ani’l-münker (kötülüklerden menetme) terkedildiği vakittir demişler.[17]

İbnü Ömer (r.a) den rivayet edilir ki,[18]âyeti emir bi’l-ma’ruf ve nehiy ani’l-münker terk olunduğu vakittir, demiştir. Buna göre “müslümanlar da bozulup aleyhlerinde hüküm hak olduğu vakit” demek oluyor.[19]

“İnsanlar din konusunda aralarında bölüklere ayrıldılar.”[20] âyeti ile işaret edildiği ve sahih hadislerde de bildirildiği üzere, bu ümmette de ayrılıklar çıkacak; aralarında emir (komuta zinciri) parçalanarak memleketler elden çıkacak; bununla beraber yine de Peygamber ve ashabının yolunda giden bir fırka-i nâciye (ehl-i sünnet ve’l cemaat denilen kurtuluşa eren bir grup), bir iyiler grubu eksik olmayacak; zamanlar gelecek din garib olacak, iyi insanlar garib kalacak; sonra yine din, başlangıçta olduğu gibi dönüp yeniden ortaya çıkacak; peygamberlik iddiasında bulunacak olan otuz kadar Deccal’dan sonra ilâhlık davasına kalkışacak olan büyük Deccal, İsa Mesih’in yeryüzüne inmesiyle helak olacak; derken Ye’cûc ve Me’cûc çıkacak, yeryüzünde görülmedik fesatlar, tasvire sığmaz savaşlar yaptıktan sonra Allah’ın emriyle yok olacaklar. Artık salib (haç) kırılacak, domuz öldürülecek, iyi insanlar hakim olacak, Hz. Muhammed’in getirdiği şeriatın her tarafa yerleşmesiyle insanlık bir mutluluk dönemine girecektir. Nihayet küçük ve orta nice kıyametlerden sonrada Dâbbetü’l-arz’ın (yerden çıkacak bir hayvanın) çıkması, güneşin batıdan doğması ve Sûr’un üflenmesiyle büyük kıyamet kopacak ….”[21]

Zaman en büyük müfessirdir. Zaman hükmünü icra etse,elbette inkâr edilmez. Bu nakillerin hakikat payı taşıdıkları bir mâna olduğu gibi,AİDS mikrobu veya o mesabede ilikleri ağaç kurtları gibi kemiren her türlü hayvana teşmil edilebilir. İmana taalluk eden bir mesele olmadığı için,o mânaya tetabuk ve tevafuk eden her mâna,mantıklı oldukça kabul edilir,mantıklı olmazsa ferdi görüş olarak değerlendirilir. Herkese ulaşabilecek bir varlık ve canlı olması gerekirki,umumu alakadar eden bir mesele olsun.

Sefahet neticesinde kurtuluşu olmayan Aids hastalığına düşen insanların pişmanlıkları ve ikrarları hem bir ceza hem de bir ibret levhası olarak görülmekte,insanları intibaha sevketmektedir.

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Mürşid.2.CD. 7170.

[2] Müslim.Fiten.118.(2941),Ebu Davud.Melahim.12.(4310).

[3] Neml.82.

[4] Mecmuatün minet-Tefasir.Kadı Beyzavi-Nesefi-Hazin-İbni Kesir.(Arp)5/153.

[5] Şualar.591-592,359,Barla Lahikası.147.

[6] Bak.Kütüb-ü Sitte.Prof.İ.Canan.4/153-155.

[7] Tarihçe-i Hayat.102,B.Cevab veriyor.102,Hutbe-i Şamiye.65,67.

[8] Tarihçe-i Hayat.103,102,Bediüzzaman Cevab Veriyor.102.

[9] Age.6 / 160.

[10] Sebe.14.

[11] Beydavi. II / 206.

[12] Müslim.Kitabul Fiten.52,Babı kıssatil cessase.24.

[13] Suyuti.Eddürrül Mensur. IV /382,Ebussuud. VI / 301.

[14] Tirmizi.Tefsiri sureti.27,İbni Mace.Fiten.31,Ahmed İbni Hanbel. II / 296,491,Kütüb-ü Sitte. İ.Canan. 14 / 342-343,Tac.(Arp) M.A.Nâsif. 4 / 197,Elmalı. 6 / 160-162.

[15] Neml.82.

[16] Suyuti.Eddürrül Mensur. IV / 381.

[17] Bak.Saffetüttefasir.M.A.Sabuni. 4 / 398,Büyük Kur’an Tefsiri.Konyalı Mehmet Vehbi. 10 / 1048,Muhtasar Tefsiri İbni Kesir. (Arp) 2 / 682.

[18] Neml.82.

[19] Elmalı.6 / 161.

[20] Enbiya.93.

[21] Elmalı. 5 / 466.




CUMHURBAŞKANI OLSAYDIM ?

CUMHURBAŞKANI OLSAYDIM ?

Mehmet dedeniz olarak ahirete giderayak bazı tavsiyelerde bulunayım dedim. Dedeniz olmam hasebiyle bazı babalara,liderlere,belli bir sorumluluk üstlenip de yok mu bize ileriyi gösterecek tavsiyelerde bulunanlarımız?

Bizde son demimizde bir katkımız,geride birazda olsun kalıntılarımız ve kırpıntılarımız olsun diye başladık babalar kralından söze… o ki;hem,hem baba,hem de kurtarıcı. Bugüne bugün altı kerecik! gidip yedi defa haşmetli ve haşmetle gelmiş olan yarım asırlık cumhurbaşkanımız..

Benden soruyorlar,sen cumhurbaşkanı olsaydın ne yapardın? Madem oralarda gözün yok,elinde ne tavsiyelerin var?

Her ne kadar ben sekizinci cumhurbaşkanı olsam da,ilk cumhurun başkanı olan,aday olmayıp aday oldurulan,talib değil matlub yani arayan değil,aranan olan Hz. Ebubekir-i kendime örnek alırdım.

Elbette sizde takdir edersiniz ki;hasta olan bir kimse veteriner-e değil,insan doktoruna gider. Ehliyetliyi ve ileriyi görüp götüreni seçmeli.

Gelmesini bilmek gibi,gitmesini de bilmeli,neticeyi hazmetmeli. Yeni dinamiklere yol açmalı,önlerini tıkamamalı,tecrübe ve bilgilerinden istifadelerini sağlayarak rehber olmalıyım.

Marifetin çok kalıp,asırlık siyasetçiliği isbat etmek olmayıp,az zamanda çok iş yapan insan durumunda olmak,hayır ve takdirle yad edilmek olduğunu bilmeli.

Tıpkı hasenatı ve seyyiâtıyla,herkesin takdirini toplayan T. Özal-ın bazı güzel atılımlarında yaptığı gibi.

“Mahkeme kadıya mülk olmaz.”atasözünü kendime düstur edinip,gençliğin maddi-manevi alanda önünü açmak,ileriyi göstermek..

İnsanlar yaptıklarıyla kalırlar. Yapmadıkları,yapamadıkları ve yapamıyacakları ile giderler ve yokturlar.

Topluma müsbet hareketi tavsiye etmek..müsbet hareket içerisinde olmak..siyaset,siyasi entrikalar ve politika ile değil eğitimle,birikimle,toplumla el-ele ileriye yürümek..

Yapmadan vadetmemek..kendi yükselmemi,başkasının alçalmasına ve alçaltılmasına bina etmemek..hiçbir nokta da milletin değerlerine ters düşmemek,ters düşecek insanların tersliklerini gösterip,düzeltme yolunu tercih etmek..kendim için kimsenin burnunun kanamasına müsaade etmemek.

Adnan Menderes-in 1950-de araladığı, T. Özal-ın 1983-de açtığı kapıyı ben-de genişletmeye çalışır,daha çok insanın geçişini sağlarım.

Gerek makamımdan,gerekse dünyadan gittiğim zaman sadece ve sadece üç-beş çakalla,karanlık sevdaları,hırsızları sevindirip,bir an evvel güneşin batmasını arzulayan karanlık yolcuları,yarasa tabiatlıları sevindirmem..

Her şey güneşle doğar,güneş doğmasıyla her şey hayat bulur. Batışıyla her şey batar,yuvasına yatar,üç-beş fıtratı bozuk kalkar,bu batışı ganimet bilir.

Işık olmak,nur saçmak,karanlığı örtmek,aydınlık nesillere akıl olmak,vicdan olup,göz olmak,hiçbir şey olunamasa da,çok şeyi sünbül veren toprak olmak,üzerinde çiçekler bitirmek,tohumları kucaklamak,insanların rahat basıb geçmelerini sağlamak.

İnsanların sırtına basıb yükselmek değil,çünki bu küçüklerin ve düşüklerin işidir. Değerli insanları sırtlamak,omuzlayıp yüceltmek,böylece yücelen kendimiz bir fert olarak kalmak değil,bir millet olmak.Çıkılacaksa milletle beraber çıkmak,düşülecekse,kendin düşmek,milleti düşürmemek. Hele hele milletin değerlerini hiç mi hiç düşürmemek.

Mevlâna gibi bir kucağa sahip olub insanlığı kucaklamak.mazlum ve mağdurlara sahiblikte bulunmak,el uzatıp,destek bulup,kaynayan veya kaynatılan İslam alemine sükunet ve emniyet kazandırmak..vagonu çok olan şu dünyaya lokomotif olmak.lokomotif bulmak.

Gelişen şu dünyada gelişmeye ayak uydurmak;geride ve gerisinde kalmayıp her alanda tam bir donanım içerisinde olmak.

Cehenneme çevrilmeye çalışılan şu dünyayı,her yönüyle cennete çevirmek,cennet gibi yapmak.

Yoksa Demirel-in;FP ve DYP tekrar iktidara gelirse;”devlet harekete geçer.”sözüyle,demokrasi olsun,ama izinli ve benimki gibi olsun! veya bir yerlere mesaj vererek ,hiç darbe almamış ve darbe görmemiş gibi öncesini unutmak,öncesine davetiye çıkarmak demektir.

Aklı başa almalı,uzaktan kumandayla hareket edip hareket ettirmemeli ve de mantıklı olunmalıdır.

Böylece –inşaallah meseleler halledilmiş olur.

Korkuya,vehme,şüpheye kapılıp,imkânatı vukuat yerinde,olmuş gibi değerlendirmeye gerek yok….

30-08-1998

MEHMET ÖZÇELİK




50 SENE SONRA

50 SENE SONRA

İnsan fıtratı gereği şimdiki zamanın dar çerçevesinde kalmayıp,her üç zamana da nüfuz etmektedir.

Bir çok özelliklere sahip olan bu insanın bir özelliği de;diğer hayvanların her birinin sahip olduğu (Sadakat,his gibi) özelliklerin tümüne birden sahip olmasıdır.

Yaş 15,20,30,40 yaşları içerisinde ayrı ayrı elli yıl sonrayı düşünüyorum:

Yaş 35 yolun yarısı demişti şair,iki yıl sonra da vefat etmişti. Ben nasıl değişecek,ben de ne gibi değişiklikler olacak merak ediyorum?

Aynı şeyi dünya ve içindekiler içinde düşünüyorum! Tam kavrayamıyor,tam anlayamıyor,ayak bağları olabilecek,akıl bağları yol vermiyor. Oraya ulaşmaya,aralardakini aşmaya.. aşamazsam aşınırım… Yaşamazsam,yaşlanırım…

Çocuktu,baba oldu,ona şimdi dede diyorlar. Yarın mı? Rahmetli veya zahmetli!.

Yıllar çok çabuk geçiyor,yollar gibi… İkisi de birbirlerini biteviye bitirme peşinde… Bitmeyen ama bitiren bitiriciler…

Elli sene nasıl geçecek? Epey bir zaman gibi görünüyor. Aslında hiç de öyle değil. Çünki Hz. İsa-dan bu yana geçen zaman 1998 sene,ya öncesi? Daha da uzun bir zaman…

Okulu bitirip üniversite,askerlik,evlenmek,çoluk-çocuk,ihtiyaçların tedariki,bitmeyen taksitler,maaşlara yapılacak zamlar,adeta bunların koşturmacası ve mücadelesi,sıkıntılı geçen yıllar ve emeklilikle açılan ayrı yollar…

Ev mi alsam? Araba mı alsam? Çocukları mı eversem? Hayaller,düşler ve düşünceler… Ve hayat da canlanan canlı hatıralar ve hatırlı bir roman,veya ölü geçen,ölmüş birinin bir hayat hikayesi… Biten yıllar bitmeyen yıllara doğru gitmekte,varmak için adeta kendini kendisindekiler hesabına bitirmektedir.

Her şey fenâdan bekâya kalbolmakta,değişip dönüşmektedir.

31-07-1998

MEHMET ÖZÇELİK




CİNLER VE ŞEYTANLAR

CİNLER VE ŞEYTANLAR

“ Cinni ise Hâlis ateşten yarattı.”[1]

Cinler ruhani varlıklardır.[2]

Kur’an-ı Kerim’de 13 surede haklarında bilgi verilmektedir.[3]

Bunlar da insanlar gibi ibadet için yaratılmışlardır.[4]

İçlerinde iman edip-etmeyenler [5] yani Mü’min cinler [6] ve Kafir cinler [7] vardır.

Peygamberimiz Hz. Muhammed hem insanlara hem de cinlere peygamber olarak gönderilmiştir. Ondan dolayı kendisine ‘Rasulüs Sakaleyn’ yani yer yüzünün iki ağırlığı olan insan ve cinlerin peygamberidir.

Kur’an-ı Kerim cinlere de gelmiş ve onlar Kur’an-ı dinlemişlerdir.[8]

Kur’an-ı Kerim’de onların adıyla adlandırılan Cin suresi mevcuttur. Bu adla adlandırılması;Kur’an-ı dinleyip hidayete geldiklerinden dolayıdır.

Abdullah b. Amr b. As’dan rivayette:”Hz. Adem’in yaratılmasından 2000 sene önce cinlerin yer yüzünde bulunduğuna işaret edilmektedir.[9]

İbni Abbastan rivayette:”Allah yer yüzünün zimamını önceleri cin taifesine vermişti. Fakat onlar;isyan edip,peygamberlerini öldürdüler. Daha sonra gökten melekler geldi ki,aralarında cinlerin kendi cinslerinden olan İblis’de vardı,bu isyankarları yer yüzünden sürdüler.Onlar da denizlere kaçtı ve oralara taht kurdular. “[10]

Cinnin farsça karşılığı,peridir.

İslâmdan önce Kahinler vardı. Bunlar halka,ileride olabilecek bazı bilgileri haber verirlerdi. Bunlar ise;gökte kulak hırsızlığı yapan cinlerden istifade ederlerdi. İslâmiyetten sonra ise,bu kapı kapatılmış,cinlerin istifadesine sed çekilerek recmedilmişler,koğulmuşlardır.[11]

Cahiliye döneminde Sabiiler, Süryaniler, Eski Yunan ve Romalılar cinleri ilah derecesine çıkarmış ve dev, peri, şeytan adlarıyla anılan bu varlıklara tapınmışlardır.

Hadiste:”Kim bir kahine gelir,bir şeyler sorar ve söylediklerine de inanır,onu tasdik ederse,kırk gün namazı kabul edilmez.”

Diğer bir hadiste:”Muhammede indirilenden beri olur.”buyurulmuştur.

Cinler gaybı bilmezler.[12]

Onlara sığınıp,onlardan yardım beklenilmemelidir.. Âyette:”Şu da gerçek ki,insanlardan bazı kimseler,cinlerden bazı kimselere sığınırlardı da onların (şımarıklıklarını ve) azgınlıklarını arttırırlardı.”[13]

Çünkü onlarında bir çoğu insanlar gibi cehennemliktir. Ayette:”Kalbleri vardır,gerçeği kavramazlar. Gözleri vardır,hakikatları görmezler. Kulakları vardır,işitmezler. Onlar hayvan ve ondan daha aşağıdırlar.”[14]

Cinlerden olan Şeytandan sığınıldığı gibi,cinlerin kötülüklerinden de Allaha sığınmak gerektir.

Onlar manevi üstünlükte bulunan insanlara zarar veremezler.

Erkek ve dişilikleri olan bu cinler,[15] Teshir edilebilirler.[16] Nitekim Süleyman Peygamber onları Teshir etmiş ve en ağır işlerde çalıştırmıştır.[17]

Taşköprüzade ve Kâtib Çelebi Sultan Mahmud-u Gaznevinin bir kaleyi azâimle aldığını söyler.

Azâim;Cinleri tesir ve emir altına alma ilmi. Bir kimsenin kalbini bir şeye bağlayarak bütün manevi ve ruhi gücüyle ona yönelmesine denir.

Peygamber Efendimiz ordusuyla Semud kavminin bulunduğu bölgedeki Hicr mevkiinden geçerken şöyle buyurdu:”Buranın suyundan içmeyiniz,Namaz için abdest almayınız,o su ile yoğurduğunuz hamurları develere yediriniz,siz o hamurdan yemeyiniz,arkadaşsız dışarıya çıkmayınız.”

Herkes denileni yaptı. Ancak (Said oğullarından) biri,bir ihtiyaçtan,diğeri devesini aramak için dışarı çıkmışlardı. İhtiyaç için çıkan bir cin tarafından çarpıldı. Diğeri fırtınaya kapılıp Tayy kabilesinin dağlarına kadar sürüklendi. Daha sonra bulundu.

Bu durum Peygamberimize bildirildiğinde:”Tek başınıza çıkmaktan sizi men etmedim mi?”buyurdu. Daha sonra dua etti,çarpılan kurtuldu.

Ona:”Uhruc ya aduvvallah”(Ey Allahın düşmanı çık)dedi.

Peygamberimiz Hz. Enes’le Mekke dağlarında gezerken bir cinniyle karşılaşıp,yaşını sorduğunda cin:”Pek azı müstesna,dünyanın ömrünü yedim (yaşadım). Ben,Kabil Habil’i öldürürken,tepeler arasında geziyordum.”der.

Bu cin Ham ibni Heym ibn Lakıs ibn İblistir.

Ve devamla:”Bana İsa ibni Meryem;”Eğer Muhammedle karşılaşırsan,benden ona selam söyle.”dedi. Ben de,selamını şu anda sana tebliğ ettim ve sana da iman ettim.”dedi.

Bunun üzerine Hz. Peygamber (SAM):”İsa’ya selam olsun. Ey Hâme,sana da selam olsun. İhtiyacın nedir?”deyince,o,”Musa bana,Tevrat’ı,İsa’da bana,İncili öğretti. O halde,sende bana Kur’an-ı öğret.”dedi.

Bunun üzerine Hz. Peygamber(SAM) ona,on sure öğretti. Hz. Peygamber (SAM) ahirete göçtüğünde,bu cin yaşamaya devam ediyordu. Zira vefat haberini Hz. Peygamber (SAM) bildirmemiştir. Ömer ibnül Hattaba da:”Ben onun hala yaşadığını sanıyorum.”demiştir.”[18]

Hadiste:”Elinize geçen, üzerine Allah’ın ismi zikredilmiş her kemik, olabildiği kadar bol etli olarak sizindir. Her deve ve at mayısı da hayvanlarınızın yemidir”buyurmuşlar. Sonra Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize şu tenbihte bulundu: “Sakın bu iki şeyle (kemik ve kuru hayvan mayısı) abdest bozduktan sonra istinca etmeyin, çünkü onlar (cinnî olan) din kardeşlerinizin yiyecekleridir.” [19]

– Abdullah İbnu Abdirrahman İbni Ebî Sa’sa’a anlatıyor: “Ebü Saîd (radıyallâhu anh) bana dedi ki:”Seni, koyunları ve kır hayatını seviyor görüyorum. Koyunlarınla birlikte veya kırda olunca namaz ezanı okursan, ezan sırasında sesini yükselt. Zîra, müezzinin sesini insan, cin ve sair her ne işitirse en uzağı” bile Kıyâmet günü onun lehinde şehadet eder.”

Peygamberimiz cinlerle konuşmuş,hatta namazını bozmaya çalışan bir cini yakalamış ve onu ashaba göstermek için bir yere bağlamak istemişse de,daha sonra bundan vazgeçip serbest bırakmıştır.

Diğer bir rivayette,Peygamberimiz geceleyin onlarla oturup Kur’an okumuş,ertesi günü ashabına anlatıp,yaktıkları ateşin kalıntılarını da göstermiştir.(Buhari-Müslim)

Umum görüşe göre;insanlara gönderilen peygamberler cinler içindir de…

Kaynaklarda cinler;insan,yılan,kedi,köpek ve inek şekline girebilir denilmiş. Ve onlar;harabe,dağlık,deniz,çöl,çöplük ve mezar gibi yerlerde yaşarlar.

Peygamberimiz onlardan gelen bir davetçi üzere onlarla gitmiş,Kur’an okumuş ve onlara yiyeceklerini sormaları üzerine;elinize geçen,üzerine Allah’ın ismi zikredilmiş her kemik,olabildiği kadar bol etli olarak sizindir.”buyurmuştur.

Çoğunluğa göre;Mü’min cin cennetliktir. Ebu Hanifeye göre;Cehennemden kurtulma mükafattır,diyerek,hayvan gibi yok olacaklarını,cennete girmeyeceklerini söyler.

Cinler konusunda Bediüzzman Said Nursi ise;

“İşte beşerin, san’at ve fennin imtizacından süzülen, maddî ve manevî fevkalâde hassasiyetinden tezahür eden ispirtizma gibi celb-i ervah ve cinlerle muhabereyi şu âyet, en nihayet hududunu çiziyor ve en faideli suretlerini tayin ediyor ve ona yolu dahi açıyor. Fakat şimdiki gibi; bazan kendine emvat namını veren cinlere ve şeytanlara ve ervah-ı habiseye müsahhar ve maskara olup oyuncak olmak değil, belki tılsımât-ı Kur’aniye ile onları teshir etmektir, şerlerinden kurtulmaktır.”[20]

“Hayvanat taifesi, ölüler taifesi, cinler taifesi, melaikeler taifesi o Zât-ı Mübarek’i tanıyorlar ve nübüvvetini tasdik ediyor.”[21]

“Veladet gecesinde, yıldızların düşmesinin çoğalmasıdır ki; şu yıldızların sukutu, şeyâtîn ve cinlerin gaybî haberlerden kesilmesine alâmet ve işarettir. İşte madem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm vahiy ile dünyaya çıktı; elbette yarım yamalak ve yalanlar ile karışık, kâhinlerin ve gâibden haber verenlerin ve cinlerin ihbarâtına sed çekmek lâzımdır ki, vahye bir şübhe îras etmesinler ve vahye benzemesin. Evet bi’setten evvel kâhinlik çoktu. Kur’an nâzil olduktan sonra onlara hâtime çekti. Hattâ çok kâhinler imana geldiler. Çünki daha cinler taifesinden olan muhbirlerini bulamadılar. Demek Kur’an hâtime çekmişti. İşte eski zaman kâhinleri gibi, şimdi de medyumlar suretinde yine bir nevi kâhinlik Avrupa’da ispirtizmacıların içlerinde baş göstermiş. Her ne ise…”[22]

“Nasılki meselâ gayet merhametli, sehâvetli, gayet kerim âlîcenab bir zât, fıtratındaki âlî seciyelerin muktezasıyla büyük bir seyahat gemisine, çok muhtaç ve fakir insanları bindirip, gayet mükemmel ziyafetlerle, ikramlarla o muhtaç fakirleri memnun ederek denizlerde Arz’ın etrafında gezdirir ve kendisi de onların üstünde, onları mesrûrâne temaşa ederek o muhtaçların minnettarlıklarından lezzet alır ve onların telezzüzlerinden mesrur olur ve onların keyiflerinden sevinir, iftihar eder. Madem böyle bir tevziat memuru hükmünde olan bir insan, böyle cüz’î bir ziyafet vermekten bu derece memnun ve mesrur olursa.. elbette bütün hayvanları ve insanları ve hadsiz melekleri ve cinleri ve ruhları, bir sefine-i Rahmanî olan Küre-i Arz gemisine bindirerek; rûy-i zemini, enva’-ı mat’umatla ve bütün duyguların ezvak ve erzakıyla doldurulmuş bir sofra-i Rabbaniye şeklinde onlara açmak ve o muhtaç ve müteşekkir ve minnetdâr ve mesrur mahlukatını aktar-ı kâinatta seyahat ettirmekle ve bu dünyada bu kadar ikramlarla onları mesrur etmekle beraber, dâr-ı bekada Cennetlerinden her birini ziyafet-i daime için birer sofra yapan Zât-ı Hayy-ı Kayyum’a ait olarak o mahlukatın teşekkürlerinden ve minnetdârlıklarından ve mesrûriyetlerinden ve sevinçlerinden gelen ve tabirinde âciz olduğumuz ve me’zun olmadığımız şuûnat-ı İlâhiyeyi, “memnuniyet-i mukaddese” “iftihar-ı kudsî” ve “lezzet-i mukaddese” gibi isimlerle işaret edilen maânî-i

ububiyettir ki, bu daimî faaliyeti ve mütemadi hallakıyeti iktiza eder.”[23]

“Bütün ins ve cinleri ve hayvanı ve ruhanî ve melekleri haşr-i ekberin meydanına ve mizan-ı a’zamın önüne getirir. Bir iş bir işe mani olmaz.”[24]

“ Nasılki şimdi ispirtizmacılar “cinler ile muhabere” namıyla şarlatanlık yapıyorlar; dinin zararına âlet ederler diye çokça medar-ı bahs edilmez. Hem Hâtem-ül Enbiya’dan sonra, cinlerde peygamber gelmemiş.”[25]

“Cinlere halife olmakla beraber, beşerde de kuvve-i gazabiye ve şeheviye halkedilmiştir. Bunlar, cinlerden daha ziyade fesad yapacaklardır.” [26]«

(Halife): Bu tabir, Arz’ın insanların hayatına elverişli şeraiti haiz olmazdan evvel Arz’da idrakli bir mahlukun bulunmuş olduğuna ve o mahlukun hayatına o zamandaki Arz’ın evvelki vaziyetleri muvafık ve müsaid bulunduğuna işarettir. . tabirinin bu manaya delaleti, mukteza-yı hikmettir. Amma meşhur olan manaya nazaran, o idrakli mahluk, cinlerden bir nev’ imiş; yaptıkları fesaddan dolayı insanlar ile mübadele edilmişlerdir.”[27]

Kur’an Arabistan’ın basit bedevilerini öyle bir istihaleye uğratmıştır ki, bunların âdeta meshur olduklarını zannedersiniz. Hristiyanların telakkisine göre Kur’anın nâzil olmuş bir kitab olduğunu söyleyecek olsak bile, Kur’an putperestliği imha, Allah’ın vahdaniyet akidesini tesis, cinlere, perilere, taşlara ibadeti ilga, çocukları diri diri gömmek gibi vahşi âdetleri izale, bütün hurafeleri istîsal, taaddüd-ü zevcatı tahdid ile, bütün Arablar için İlahî lütuf ve nimet olmuştur.”[28]

Şeytan

Şeytanla ilgili Kur’an-da bir çok ayet zikredilmektedir.[29]

“Nefis ve hevâ, cin ve ins şeytanlarına karşı mücahede edip günahlardan ve ahlâk-ı rezileden kalb ve ruhunu helâket-i ebediyeden kurtarmak.”[30]

“Cennet ve Cehennem’in vücudunu iktiza eden isim ve ünvan ve şe’n ise; kanun-u tenasül, kanun-u müsabaka, kanun-u teavün gibi pek çok umumî kanunlar misillü, kanun-u mübarezenin dahi bir derece tamimini isterler… Kalb etrafındaki ilhamat ve vesveselerin mübarezelerinden tut, tâ sema âfâkında melaike ve şeytanların mübarezesine kadar o kanunun şümulünü iktiza eder.”[31]

“Müzahrefat-ı arziyenin mümessilât-ı habiseleri olan casus şeytanları, temiz ve temizlerin meskeni olan semayı telvis etmemek ve nüfus-u habise hesabına tecessüs ettirmemek için, edebsiz casusları korkutmak için atılan mancınıklar ve işaret fişekleri misillü, o şeytanları ebvab-ı semadan o şahablarla red ve tarddır.”[32]

“Melaikelerin Âdem’e secdesiyle beraber, Şeytan’ın secde etmemesi olan hâdise-i cüz’iye-i gaybiye, pek geniş bir düstur-u külliye-i meşhudenin ucu olduğu gibi, pek büyük bir hakikatı ihsas ediyor. Şöyle ki: Kur’an, şahs-ı Âdem’e melaikelerin itaat ve inkıyadını ve Şeytan’ın tekebbür ve imtinaını zikretmesiyle; nev’-i beşere kâinatın ekser maddî enva’ları ve enva’ın manevî mümessilleri ve müekkelleri müsahhar olduklarını ve nev’-i beşerin hassalarının bütün istifadelerine müheyya ve münkad olduklarını ifham etmekle beraber, o nev’in istidadatını bozan ve yanlış yollara sevkeden mevadd-ı şerire ile onların mümessilleri ve sekene-i habiseleri, o nev’-i beşerin tarîk-i kemalâtında ne büyük bir engel, ne müdhiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar ederek, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, bir tek Âdem’le (A.S.) cüz’î hâdiseyi konuşurken bütün kâinatla ve bütün nev’-i beşerle bir mükâleme-i ulviye ediyor.”[33]

“Sakın siz de terakkiyatınızda şeytana uyup hikmet-i İlahiyenin semavatından, tabiat dalaletine sukuta vasıta yapmayınız. Vakit be-vakit başınızı kaldırıp esma-i hüsnama dikkat ederek, o semavata uruc etmek için fünununuzu ve terakkiyatınızı merdiven yapınız. Tâ fünun ve kemalâtınızın menbaları ve hakikatları olan esma-i Rabbaniyeme çıkasınız ve o esmanın dûrbîniyle, kalbinizle Rabbinize bakasınız.”[34]

“Şeytan evvelâ şübheyi kalbe atar. Eğer kalb kabul etmezse, şübheden şetme döner. Hayale karşı şetme benzer bazı pis hatıraları ve münafî-i edeb çirkin halleri tasvir eder. Kalbe “Eyvah” dedirtir. Ye’se düşürtür. Vesveseli adam zanneder ki kalbi, Rabbine karşı sû’-i edebde bulunuyor. Müdhiş bir halecan ve heyecan hisseder. “[35]

“İfrata varmamak, hem galebe çalmamak şartıyla, asl-ı vesvese teyakkuza sebebdir, taharriye dâîdir, ciddiyete vesiledir. Lâkaydlığı atar, tehavünü def’eder. Onun için Hakîm-i Mutlak, şu dâr-ı imtihanda, şu meydan-ı müsabakada bize bir kamçı-yı teşvik olarak, vesveseyi şeytanın eline vermiş. Beşerin başına vuruyor. Şayet ziyade incitse, Hakîm-i Rahîm’e şekva etmeli, “Eûzü billahi mineşşeytanirracim” demeli.”[36]

“Sen eğer nefis ve şeytanı dinlersen, esfel-i safilîne düşersin. Eğer Hak ve Kur’an’ı dinlersen, a’lâ-yı illiyyîne çıkar, kâinatın bir güzel takvimi olursun.”[37]

“Cin ve insin hattâ şeytanların netice-i efkârları ve muhassala-i mesaîleri olan medeniyet ve hikmet-i felsefe ve edebiyat-ı ecnebiye, Kur’anın ahkâm ve hikmet ve belâgatına karşı âciz derekesindedirler, demektir. “[38]

“Kâinattaki şerlerin, zararların, beliyyelerin ve şeytanların ve muzırların halk ve icadları, şer ve çirkin değildir; çünki çok netaic-i mühimme için halkolunmuşlardır. Meselâ: Melaikelere şeytanlar musallat olmadıkları için, terakkiyatları yoktur; makamları sabittir, tebeddül etmez. Keza hayvanatın dahi, şeytanlar musallat olmadıkları için, mertebeleri sabittir, nâkıstır. Âlem-i insaniyette ise meratib-i terakkiyat ve tedenniyat nihayetsizdir. Nemrudlardan, firavunlardan tut, tâ sıddıkîn-i evliya ve enbiyaya kadar gayet uzun bir mesafe-i terakki var.”[39]

“İşte kömür gibi olan ervah-ı safileyi, elmas gibi olan ervah-ı âliyeden temyiz ve tefrik için, şeytanların hilkatıyla ve sırr-ı teklif ve ba’s-i enbiya ile, bir meydan-ı imtihan ve tecrübe ve cihad ve müsabaka açılmış. Eğer mücahede ve müsabaka olmasaydı, maden-i insaniyetteki elmas ve kömür hükmünde olan istidadlar, beraber kalacaktı. A’lâ-yı illiyyîndeki Ebu Bekr-i Sıddık’ın ruhu, esfel-i safilîndeki Ebu Cehl’in ruhuyla bir seviyede kalacaktı. Demek şeyatîn ve şerlerin yaratılması, büyük ve küllî neticeye baktığı için icadları şer değil, çirkin değil; belki sû’-i istimalattan ve kesb denilen mübaşeret-i hususiyeden gelen şerler, çirkinlikler, kesb-i insana aittir; icad-ı İlahîye ait değildir.”[40]

“İşte nev’-i beşer bi’set-i enbiya ile, sırr-ı teklif ile, mücahede ile, şeytanlarla muharebe ile kazandıkları yüzbinlerle enbiya ve milyonlarla evliya ve milyarlarla asfiya gibi âlem-i insaniyetin güneşleri, ayları ve yıldızları mukabilinde; kemmiyetçe kesretli, keyfiyetçe ehemmiyetsiz hayvanat-ı muzırra nev’inden olan küffarı ve münafıkları kaybetti.”[41]

“Hazret-i İmam-ı Ahmed İbn-i Hanbel, Ebî Said-il Hudrî’den tahric ve tashih eder ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Katade İbn-i Nu’man’a karanlıklı, yağmurlu bir gecede bir değnek verir ve ferman eder ki: “Sana lâmba gibi, onar arşın her tarafta ışık verecek. Evine gittiğin zaman, bir siyah şahıs gölge göreceksin. O, şeytandır. Onu hanenden çıkar, tardet.” Katade değneği alır, gider. Yed-i beyza gibi ışık verir. Evine gider; o siyah şahsı görür, tardeder.”[42]

“Ehl-i siyer ve hadîs, müttefikan haber veriyorlar ki: Kureyş kabilesi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı öldürtmek için, kat’î ittifak ettiler. Hattâ insan suretine girmiş bir şeytanın tedbiriyle, Kureyş içine fitne düşmemek için, her kabileden lâakal bir adam içinde bulunup, ikiyüze yakın, Ebu Cehil ve Ebu Leheb’in taht-ı hükmünde olarak, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın hane-i saadetini bastılar. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın yanında Hazret-i Ali vardı. Ona dedi: “Sen bu gece benim yatağımda yat.” Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm beklemiş, tâ Kureyş gelmiş, bütün hanenin etrafını tutmuşlar. O vakit çıktı, bir parça toprak başlarına attı. Hiç birisi onu görmedi, içlerinden çıktı gitti. Gâr-ı Hira’da iki güvercin ve bir örümcek, bütün Kureyş’e karşı ona nöbetdar olup, muhafaza ettiler.”[43]

“Altıncı Desise-i Şeytaniye şudur ki: İnsandaki tenbellik ve tenperverlik ve vazifedarlık damarından istifade eder. Evet şeytan-ı ins ve cinnî her cihette hücum ederler.”[44]

“ Şeytan-ı ins ü cinnin kâinattaki müdhiş âsâr-ı tahribkâraneleri ve enva’-ı küfür ve dalalet ve şerr ve mehaliki yaptıkları halde, zerre mikdar icada ve hilkate müdahaleleri olmadığı gibi, mülk-ü İlahîde bir hisse-i iştirakleri olamıyor. Ve bir iktidar ve bir kudretle o işleri yapmıyorlar, belki çok işlerinde iktidar ve fiil değil, belki terk ve atalettir. Hayrı yaptırmamakla, şerleri yapıyorlar. Yani, şerler oluyorlar. Çünki mehalik ve şerr, tahribat nevinden olduğu için, illetleri, mevcud bir iktidar ve fâil bir icad olmak lâzım değildir. Belki bir emr-i ademî ile ve bir şartın bozulmasıyla koca bir tahribat olur.”[45]

“Mecusilerde inkişaf etmediği içindir ki; kâinatta “Yezdan” namıyla bir hâlık-ı hayır, diğeri “Ehriman” namıyla bir hâlık-ı şerr itikad etmişlerdir. Halbuki onların Ehriman dedikleri mevhum ilah-ı şerr, bir cüz’-i ihtiyarıyla ve icadsız bir kesble şerlere sebebiyet veren malûm şeytandır.”[46]

“İşte ey ehl-i iman! Şeytanların bu müdhiş tahribatına karşı en mühim silâhınız ve cihazat-ı tamiriyeniz istiğfardır ve “Eûzü billah” demekle Cenab-ı Hakk’a ilticadır. Ve kal’anız Sünnet-i Seniyedir.”[47]

ALTINCI İŞARET: Şeytanın en tehlikeli bir desisesi şudur ki: Bazı hassas ve safi-kalb insanlara tahayyül-ü küfrîyi tasdik-i küfürle iltibas ettiriyor. Tasavvur-u dalaleti, dalaletin tasdiki suretinde gösteriyor. Ve mukaddes zâtlar ve münezzeh şeyler hakkında gayet çirkin hatıraları hayaline gösteriyor. Ve imkân-ı zâtîyi, imkân-ı aklî şeklinde gösterip imandaki yakînine münafî bir şekk tarzını veriyor. Ve o vakit o bîçare hassas adam, kendini dalalet ve küfür içine düştüğünü tevehhüm edip imandaki yakîninin zâil olduğunu zanneder, ye’se düşer, o ye’sle şeytana maskara olur. Şeytan hem ye’sini, hem o zaîf damarını, hem o iltibasını çok işlettirir, ya divane olur yahud “herçi bad âbad” der, dalalete gider.”[48]

“Hem bazan şeytan, kalb üstündeki lümmesi cihetinde Cenab-ı Hak hakkında fena sözler söyler. O adam zanneder ki; onun kalbi bozulmuş ki, böyle söylüyor. Titriyor. Halbuki onun titremesi ve korkması ve adem-i rızası delildir ki: O sözler, kalbinden gelmiyor, belki lümme-i şeytaniyeden geliyor veya şeytan tarafından ihtar ve tahayyül ediliyor.”[49]

“Hem insanın letaifi içinde teşhis edemediğim bir-iki latife var ki, ihtiyar ve iradeyi dinlemezler; belki de mes’uliyet altına da giremezler. Bazan o latifeler hükmediyorlar, hakkı dinlemiyorlar, yanlış şeylere giriyorlar. O vakit şeytan o adama telkin eder ki: “Senin istidadın hakka ve imana muvafık değil ki, böyle ihtiyarsız bâtıl şeylere giriyorsun. Demek senin kaderin, seni şekavete mahkûm etmiştir.” O bîçare adam, ye’se düşüp, helâkete gider.”[50]

“İşte şeytanın evvelki desiselerine karşı mü’minin tahassüngâhı: Muhakkikîn-i asfiyanın düsturlarıyla hududları taayyün eden hakaik-i imaniye ve muhkemat-ı Kur’aniyedir. Ve âhirdeki desiselerine karşı; istiaze ..”[51]

“Fenalık ve hevesat yolu, tahribat olduğu için gayet kolaydır. Şeytan-ı ins ü cinnî çabuk insanları o yola sevkediyor.” [52]

“Şeytanlar tahribat cihetinde sevkettikleri için, az bir amel ile çok şerleri yaparlar. Onun için tarîk-ı hakta ve hidayette gidenler, pek çok ihtiyat ve şiddetli sakınmaya ve mükerrer ihtarata ve kesretli muavenete muhtaç olduklarındandır ki, Cenab-ı Hak o tekrarat cihetinde binbir ismi ile ehl-i imana muavenetini takdim ediyor ve binler merhamet ellerini

imdadına uzatıyor. Şerefini kırmıyor, belki vikaye ediyor. İnsanın kıymetini küçük düşürtmüyor, belki şeytanın şerrini büyük gösteriyor.”[53]

“İblis’in en mühim bir desisesi: Kendini, kendine tabi olanlara inkâr ettirmektir.”[54]

İnsanlarda şeytan vazifesini gören cesedli ervah-ı habise bilmüşahede bulunduğu gibi, cinnîden cesedsiz ervah-ı habise dahi bulunduğu, o kat’iyyettedir. Eğer onlar maddî cesed giyseydiler, bu şerir insanların aynı olacaktılar. Hem eğer bu insan suretindeki insî şeytanlar cesedlerini çıkarabilse idiler, o cinnî iblisler olacaktılar. Hattâ bu şiddetli münasebete binaendir ki, bir mezheb-i bâtıl hükmetmiş ki: “İnsan suretindeki gayet şerir ervah-ı habise, öldükten sonra şeytan olur.” ….Evet cinnî şeytanın vücuduna kat’î bir delili, insî şeytanın vücududur.”[55]

“Kâinattaki umûr-u hayriyedeki kanunların mümessili, nâzırı hükmünde olan meleklerin vücudu, ittifak-ı edyan ile sabit olduğu gibi, umûr-u şerriyenin mümessilleri ve mübaşirleri ve o umûrdaki kavaninin medarları olan ervah-ı habise ve şeytaniye bulunması, hikmet ve hakikat noktasında kat’îdir; belki umûr-u şerriyede zîşuur bir perdenin bulunması daha ziyade lâzımdır. Çünki Yirmiikinci Söz’ün başında denildiği gibi: Herkes, herşeyin hüsn-ü hakikîsini göremediği için, zahirî şerriyet ve noksaniyet cihetinde Hâlık-ı Zülcelal’e karşı itiraz etmemek ve rahmetini ittiham etmemek ve hikmetini tenkid etmemek ve haksız şekva etmemek için, zahirî bir vasıtayı perde ederek, tâ itiraz ve tenkid ve şekva, o perdelere gidip, Hâlık-ı Kerim ve Hakîm-i Mutlak’a teveccüh etmesin. Nasılki vefat eden ibadın küsmesinden Hazret-i Azrail’i kurtarmak için hastalıkları ecele perde etmiş. Öyle de: Hazret-i Azrail’i (A.S.) kabz-ı ervaha perde edip, tâ merhametsiz tevehhüm edilen o haletlerden gelen şekvalar, Cenab-ı Hakk’a teveccüh etmesin. Öyle de: Daha ziyade bir kat’iyyetle şerlerden ve fenalıklardan gelen itiraz ve tenkid,Hâlık-ı Zülcelal’e teveccüh etmemek için, hikmet-i Rabbaniye, şeytanın vücudunu iktiza etmiştir.”[56]

“-İnsanda kalbin bir köşesinde lümme-i şeytaniye denilen bir âlet-i vesvese ve kuvve-i vâhimenin telkinatıyla konuşan bir şeytanî lisan ve ifsad edilen kuvve-i vâhime, küçük bir şeytan hükmüne geçtiğini ve sahiblerinin ihtiyarına zıd ve arzusuna muhalif hareket ettiklerini hissen ve hadsen herkes nefsinde görmesi, âlemde büyük şeytanların vücuduna kat’î bir delildir.”[57]

“Ve bu lümme-i şeytaniye ve şu kuvve-i vâhime, bir kulak ve bir dil olduklarından, ona üfleyen ve bunu konuşturan haricî bir şahs-ı şerirenin vücudunu ihsas ederler.”[58]

belki fesaddan ve alçaklıktan ve tahribden ve ehl-i hakkın ihtilafından istifade etmesinden ve içlerine ihtilaf atmaktan ve zaîf damarları tutmaktan ve aşılamaktan ve hissiyat-ı nefsaniyeyi ve ağraz-ı şahsiyeyi tahrik etmekten ve insanın mahiyetinde muzır madenler hükmünde bulunan fena istidadları işlettirmekten ve şan ü şeref namıyla riyakârane nefsin firavuniyetini okşamaktan ve vicdansızca tahribatlarından herkes korkmasından geliyor. Ve o misillü şeytanî desiseler vasıtasıyla muvakkaten ehl-i hakka galebe ederler. Fakat ””Akıbet takvâ sahiplerinindir.” A’râf Sûresi, 7:128.

” sırrıyla, ””Hak daima üstün gelir; hakka galebe edilmez.” Bu hadis-i şerifin Buharî, Cenâiz: 79’daki rivayeti şu şekildedir: “El-İslâmu ya’lû velâ yu’lâ””düsturuyla: Onların o muvakkat gelebeleri, menfaat cihetinden onlar için ehemmiyetsiz olmakla beraber, Cehennem’i kendilerine ve Cennet’i ehl-i hakka kazandırmalarına sebebdir.”[59]

“Şeytanın en büyük bir desisesi: Hakaik-i imaniyenin azameti cihetinde dar kalbli ve kısa akıllı ve kasır fikirli insanları aldatır, der ki: “Bir tek zât, umum zerrat ve seyyarat ve nücumu ve sair mevcudatı bütün ahvaliyle tedbir-i rububiyetinde çeviriyor, idare ediyor deniliyor. Böyle hadsiz acib büyük mes’eleye nasıl inanılabilir? Nasıl kalbe yerleşir? Nasıl fikir kabul edebilir?” der. Acz-i insanî noktasında bir hiss-i inkârî uyandırıyor.”[60]

Elcevab: Şeytanın bu desisesini susturan sır: “Allahü Ekber”dir. Ve cevab-ı hakikîsi de “Allahü Ekber”dir. Evet “Allahü Ekber”in ziyade kesretle şeair-i İslâmiyede tekrarı, bu desiseyi mahvetmek içindir. Çünki insanın âciz kuvveti ve zaîf kudreti ve dar fikri, böyle hadsiz büyük hakikatları “Allahü Ekber” nuruyla görüp tasdik ediyor ve “Allahü Ekber” kuvvetiyle o hakikatları taşıyor ve “Allahü Ekber” dairesinde yerleştiriyor ve vesveseye düşen kalbine diyor ki: Bu kâinatın gayet muntazamca tedbir ve tedviri bilmüşahede görünüyor.”[61]

“Eğer tam lâyık ve tam yerinde olan azametli ve kibriyalı rububiyet olmazsa, o vakit her cihetçe gayr-ı makul ve mümteni bir yol takib etmek lâzım gelecek. Lâyık ve lâzım olan azametten kaçmakla, muhal ve imtinaa girmeyi, şeytan dahi teklif edemez.”[62]

“Şeytanın mühim bir desisesi: İnsana kusurunu itiraf ettirmemektir. Tâ ki, istiğfar ve istiaze yolunu kapasın. Hem nefs-i insaniyenin enaniyetini tahrik edip, tâ ki nefis kendini avukat gibi müdafaa etsin; âdeta taksirattan takdis etsin. Evet şeytanı dinleyen bir nefis, kusurunu görmek istemez; görse de, yüz tevil ile tevil ettirir.”[63]

“Nefsini ittiham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiaze eder. İstiaze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar; itiraf etse, afva müstehak olur.”[64]

“İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir desise-i şeytaniye şudur ki: Bir mü’minin bir tek seyyiesiyle, bütün hasenatını örter. Şeytanın bu desisesini dinleyen insafsızlar, mü’mine adavet ederler.

Şeytanın bu desisesine benzer diğer bir desise ile, insanın selâmet-i fikrini ifsad ediyor, hakaik-i imaniyeye karşı sıhhat-ı muhakemeyi bozuyor ve istikamet-i fikriyeyi ihlâl ediyor.”[65]

“İşte ey şeytanın desiselerine mübtela olan bîçare insan! Hayat-ı diniye, hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiyenin selâmetini dilersen ve sıhhat-ı fikir ve istikamet-i nazar ve selâmet-i kalb istersen; muhkemat-ı Kur’aniyenin mizanlarıyla ve Sünnet-i Seniyenin terazileriyle a’mal ve hatıratını tart ve Kur’anı ve Sünnet-i Seniyeyi daima rehber yap ve “Eûzü billâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm”de, Cenab-ı Hakk’a ilticada bulun.”[66]

“Senden tam ders alan şakirdin, bir firavun olur. Fakat en hasis şeye ibadet eden ve menfaat gördüğü her şeyi, kendine rab telakki eden bir firavun-u zelildir. Hem senin şakirdin mütemerriddir. Fakat bir lezzeti için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir. Hasis bir menfaat için şeytanın ayağını öper derecede alçaklık gösterir. Hem cebbardır fakat kalbinde bir nokta-i istinad bulamadığı için, zâtında gayet âciz bir cebbar-ı hodfüruştur. O şakirdin gaye-i himmeti, hevesat-ı nefsaniyeyi tatmin ve hamiyet ve fedakârlık perdesi altında kendi menfaat-ı nefsini arayan ve hırs ve gururunu teskin etmeye çalışan bir dessastır. Nefsinden başka ciddî olarak hiçbir şeyi sevmiyor. Herşeyi nefsine feda ediyor.”[67]

“Çünki insan eğer insan olmazsa, şeytan bir hayvana inkılab eder.”[68]

. Evet insanı dünyaya çağıran ve sevkeden esbab çoktur. Başta nefis ve hevası ve ihtiyaç ve havassı ve duyguları ve şeytanı ve dünyanın surî tatlılığı ve senin gibi kötü arkadaşları gibi çok dâîleri var.”[69]

“Ey kardeşlerim! Mühim ve büyük bir umûr-u hayriyenin çok muzır manileri olur. Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle çok uğraşır. Bu manilere ve bu şeytanlara karşı, ihlas kuvvetine dayanmak gerektir.”[70]

“Fakat nefs ve şeytan, ehl-i dalalet ve ehl-i felsefeden aldıkları derse istinad ederek, akıl ve kalbe hücum ettiler. Bu hücumdaki münazarat-ı nefsiye lillahilhamd kalbin muzafferiyetiyle neticelendi.”[71]

“Şeytanın muvakkat bir şakirdi ve ehl-i dalaletin ve ehl-i felsefenin bir vekili olan nefsim sustu.”[72]

“Cinn ve şeytanın casusları, semavat haberlerine kulak hırsızlığı yapıp, gaybî haberleri getirerek, kâhinler ve maddiyyunlar ve bazı ispirtizmacılar gibi, gaibden haber vermelerini, nüzul-ü vahyin bidayetinde vahye bir şübhe getirmemek için onların o daimî casusluğu, o zaman daha ziyade şahablarla recm ve men’edildiği…”[73]

“Evet bir melaikenin üfürmesiyle uçurulabilir olan casus şeytanları, böyle bir işaret-i azîme-i semaviye ile, melaikelerle mübareze ettirmek, elbette o vahy-i Kur’anînin haşmet-i saltanatını göstermek içindir. Hem bu haşmetli olan beyan-ı Kur’anî ve azametli tahşidat-ı semaviye ise; cinnîlerin, şeytanların, semavat ehlini mübarezeye ve müdafaaya sevkedecek bir iktidarları, bir müdafaaları bulunduğunu ifade için değil, belki kalb-i Muhammedîden (A.S.M.) tâ semavat âlemine, tâ Arş-ı A’zam’a kadar olan uzun yolda, hiçbir yerde cinn ve şeytanın müdahaleleri olmamasına işaret için, vahy-i Kur’anî, koca semavatta, umum melaikece medar-ı bahsolan bir hakikattır ki, bir derece ona temas etmek için, şeytanlar tâ semavata kadar çıkmaya mecbur olup, hiçbir şeye muvaffak olamayarak recmedilmesiyle işaret ediyor ki; kalb-i Muhammedîye (A.S.M.) gelen vahy ve huzur-u Muhammediyeye (A.S.M.) gelen Cebrail ve nazar-ı Muhammedîye (A.S.M.) görünen hakaik-i gaybiye, sağlam ve müstakimdir, hiçbir cihetle şübhe girmez diye Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan mu’cizane haber veriyor.”[74]

“Amma bir daire-i külliyenin cüz’î bir hâdise-i şahsiye ile meşgul olması, yani kâhinlere gaybî haberleri getirmek için şeytanlar, tâ semavata çıkıp kulak veriyorlar, yarım yamalak yanlış haberler getiriyorlar diye tefsirlerdeki ifadelerin bir hakikatı şu olmak gerektir ki: Semavat memleketinin payitahtına kadar gidip o cüz’î haberi almak değildir. Belki cevv-i havaya dahi şümulü bulunan semavat memleketinin -teşbihte hata yok- karakol haneleri hükmünde bazı mevkileri var ki, o mevkilerde Arz memleketi ile münasebetdarlık oluyor; cüz’î hâdiseler için, o cüz’î makamlardan kulak hırsızlığı yapıyorlar. Hattâ kalb-i insanî dahi o makamlardan birisidir ki, melek-i ilham ile şeytan-ı hususî o mevkide mübareze ediyorlar. Ve hakaik-i imaniye ve Kur’aniye ve hâdisat-ı Muhammediye (A.S.M.) ise, ne kadar cüz’î de olsa, en büyük, en küllî bir hâdise-i mühimme hükmünde en küllî bir daire olan Arş-ı A’zam’da ve daire-i semavatta -temsilde hata olmasın- mukadderat-ı kâinatın manevî ceridelerinde neşrolunuyor gibi her köşede medar-ı bahsoluyor, diye beyan ile beraber, kalb-i Muhammedî’den (A.S.M.) tâ daire-i Arş’a varıncaya kadar ise, hiçbir cihetle müdahale imkânı olmadığından, semavatı dinlemekten başka, şeytanların çaresi kalmadığını ifade ile, vahy-i Kur’anî ve nübüvvet-i Ahmediye (A.S.M.) ne derece yüksek bir derece-i hakkaniyette olduğunu ve hiçbir cihetle hilaf ve yanlış ve hile ona yanaşmak mümkün olmadığını, gayet beligane belki mu’cizane ilân etmek ve göstermektir.”[75]

“ Şeytanın en büyük bir desisesi, hakaik-i imaniyenin azameti cihetinde, dar kalbli ve kısa akıllı ve kasır fikirli insanları aldatması”[76]

“Şeytan, kusurlu insana kusurunu itiraf etmemek ile istiğfar ve istiaze yolunu kapayıp, enaniyeti tahrik ederek, avukat gibi, nefsini müdafaa ettirir.”[77]

“Şu Hikmet-ül İstiaze Risalesi’nin iki mühim kardeşi var. Birisi Yirmidokuzuncu Mektub’un Altıncı Risalesi olan “Hücumat-ı Sitte”, mühim bir kal’a olduğu gibi; ikinci bir kardeşi olan Yirmialtıncı Mektub’un “Hüccet-ül Kur’an Aleşşeytan Ve Hizbihi” namındaki risalesi dahi bir hısn-ı hasindir. Bu üç risale birbiriyle münasebetdardır.”[78]

“Nefis ve şeytanın en büyük hile ve desiselerinden olan; kâfirlerin çokluklarını ve onların bazı hakaik-i imaniyenin inkârındaki ittifaklarını vesvese suretiyle göstererek, şübheleri ve dine karşı lâkaydlığı, ayn-ı hak ve hakikat (göstermektir)”[79]

“Hattâ şeytanın dahi, manevî terakkiyat-ı beşeriyenin zenbereği olan müsabakaya ve mücahedeye sebeb olduğundan, o nev’in icadı dahi hayırdır, o cihette güzeldir.”[80]

“Salavatın namaza tahsisi hikmeti ise……., şübehat-ı şeytaniyeden ve evham-ı seyyieden kurtulmaktır. Ve bu kafile, bu kâinat sahibinin dostları ve makbul masnuları ve onların muarızları, onun düşmanları ve merdud mahlukları olduğuna delil ise: Zaman-ı Âdem’den beri o kafileye daima muavenet-i gaybiye gelmesi ve muarızlarına her vakit musibet-i semaviye inmesidir.”[81]

“Şeytanın gayet zaîf desiselerine karşı Kur’anın büyük tahşidatı ve melaikeleri ve Cenab-ı Hakk’ın yardımını ehl-i imana göndermesi “[82]

“Kâinatta adem âlemleri hesabına çalışan şerirlerden ve insî ve cinnî şeytanlardan kendinizi muhafaza ediniz.” Peygamberimize ve ümmetine emrederek, her asra baktığı gibi mana-yı işarîsiyle bu acib asrımıza daha ziyade, belki zahir bir tarzda bakar; Kur’an’ın hizmetkârlarını istiazeye davet eder”[83]

“Büyük Deccal, şeytanın iğvası ve hükmü ile şeriat-ı İseviyenin ahkâmını kaldırıp Hristiyanların hayat-ı içtimaiyelerini idare eden rabıtaları bozarak, anarşistliğe ve Ye’cüc ve Me’cüc’e zemin hazır eder. Ve İslâm Deccalı olan Süfyan dahi, şeriat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) ebedî bir kısım ahkâmını nefis ve şeytanın desiseleri ile kaldırmağa çalışarak hayat-ı beşeriyenin maddî ve manevî rabıtalarını bozarak, serkeş ve sarhoş ve sersem nefisleri başıboş bırakarak, hürmet ve merhamet gibi nurani zincirleri çözer; hevesat-ı müteaffine bataklığında, birbirine saldırmak için cebrî bir serbestiyet ve ayn-ı istibdad bir hürriyet vermek ile dehşetli bir anarşistliğe meydan açar ki, o vakit o insanlar gayet şiddetli bir istibdaddan başka zabt altına alınamaz.”[84]

“Sual: Şeytanın kalbinde marifet var mıdır?

Cevab: Yoktur. Çünki san’at-ı fıtriyesi iktizasınca, kalbi daima idlâl ile telkin için, fikri daima küfrü tasavvur etmekle meşgul olduğundan, kalbinde veya fikrinde boş bir yer marifet için kalmıyor.”[85]

“Cenab-ı Hak hayr-ı mahz olarak melaikeyi yaratmıştır, şerr-i mahz olarak da şeytanı yaratmıştır, hayır ve şerden mahrum olarak behaim ve hayvanatı halketmiştir. Hikmetin iktizasına göre, hayır ve şerre kadir ve câmi’ olarak dördüncü kısmı teşkil eden beşerin yaratılması da lâzımdır ki; beşerin şeheviye ve gazabiye kuvvetleri kuvve-i akliyesine münkad ve mağlub olursa, beşer mücahedesinden dolayı melaikeye tefevvuk eder. Aksi halde hayvanattan daha aşağı olur, çünki özrü yoktur.”[86]

“İnsan, zerre-miskal o sünnetlerden inhiraf ve udûl ederse; şeytanlara mel’ab, evhama merkeb, ehval ve korkulara ma’rez ve dağlar kadar ağır yüklere matiyye olacaktır.”[87]

“İ’lem Eyyühel-Aziz! İnsan kalben ve fikren hakaik-i İlahiyeye bakıp düşündüğü zaman, bilhassa namaz ve ibadet esnasında, gerek şeytan tarafından, gerek nefsi tarafından pek fena, pis ve çirkin vesveseler, hatıralar, sinekler gibi kalbe, akla hücum ederler. Bu gibi hevaî, vehmî ve çirkin şeylerin def’iyle uğraşan adam, o vesveselere mağlub olur. Ancak onları mağlub edip kaçırmak çaresi, müdafaayı terk edip onlar ile uğraşmamaktır. Evet arılar ile uğraşıldıkça onlar hücumlarını arttırırlar. Onlara karışılmadığı takdirde, insanı terkeder, giderler. Hem de o gibi vesveselerin, ne hakaik-i İlahiyeye ve ne de senin kalbine bir mazarratı yoktur. Evet pis bir menzilin deliklerinden semanın güneş ve yıldızlarına, cennetin gül ve çiçeklerine bakılırsa, o deliklerdeki pislik ne bakana ve ne de bakılana bulaşmaz. Ve fena bir tesir etmez.”[88]

“O çirkin sözler senin kalbinin sözleri değil. Çünki senin kalbin ondan müteessir ve müteessiftir. Belki kalbe yakın olan lümme-i şeytanîden geliyor. Meselâ: Sen namazda, Kâ’be karşısında, huzur-u İlahîde âyâtı tefekkürde olduğun bir halde, şu tedai-i efkâr seni tutup en uzak malayaniyat-ı rezileye sevkeder. Meselâ: Âyinenin içindeki yılanın timsali ısırmaz. Ateşin misali yakmaz. Ve necasetin görünmesi âyineyi telvis etmez.”[89]

“İşte Nakşibendîler, zikir hususunda ittihaz ettikleri zikr-i hafî sayesinde kalbin fethiyle, ene ve enaniyet mikrobunu öldürmeğe ve şeytanın emirberi olan nefs-i emmarenin başını kırmağa muvaffak olmuşlardır. Kezalik Kadirîler de zikr-i cehrî sayesinde tabiat tagutlarını tar ü mar etmişlerdir.”[90]

“Kezalik bu kesif âlemde ruhanîleri deverandan, cinnîleri cevelandan, şeytanları cereyandan, melekleri seyerandan men’edecek bir mani yoktur.”[91]

“Nefis, devekuşu gibidir. Şeytan sofestaî, heva da bektaşîdir.”[92]

“Cenab-ı Hakk’ın iktizaları, hükümleri mütegayir bazı esmaları vardır. Meselâ: Bedir gibi bazı gazâlarda Ashab-ı Kiram’a yardım etmek üzere küffar ile muharebe etmek için melaikenin semadan inzâlini iktiza eden ismi, melaike ile şeyatîn -yani semavî olan ahyar ile arzî eşrar- arasında muharebenin vukuunu istib’ad değil, iktiza eder. Evet Cenab-ı Hak melaikeye bildirmeksizin şeytanları def’ veya ihlâk edebilir. Fakat satvet ve haşmetinin iktizası üzerine bu kabil mücazatın müstehaklarına ilân ve teşhiri, azametine lâyıktır.”[93]

“Kur’an-ı Kerim bu âyet ile pek geniş saltanat-ı rububiyete karşı ins ve cinnin aczlerini ilân zımnında nida ediyor: “Ey insan-ı hakir, sagir, âciz! Ne suretle, şeytanları recmeden melaike ile necimlerin, şemslerin, kamerlerin itaat ettikleri Sultan-ı Ezel’e isyan ediyorsun! Nasıl kocaman yıldızları mermi, kurşun yerinde kullanabilen bir askere sahib olan bir sultana karşı isyan etmeye cesaret ediyorsun!”[94]

“İnsanın Allah’a karşı ubudiyet, vazifesidir. Terk-i kebair takvasıdır. Nefis ve şeytanla uğraşması, cihadıdır.”[95]

“Şeytanın ve onun şerik ve muînleri olan ehl-i dalaletin şerrinden ancak şeriat-ı Muhammediye (A.S.M.) ile âmil ve sünnet-i Ahmediye (A.S.M.) ile mütemessik olmakla kurtulmak imkânı olduğunu..”[96]

“Küfre giren ehl-i dalaletin kemmiyeten çokluğunun kıymetsizliği; şeytan ve avenelerinin tasallutlarına karşı, istiaze, istiğfar, hıfz-ı İlahîye iltica ve takva ile Sünnet-i Seniyeye yapışmaktan başka çare olmadığını…”[97]

“ Zahiren cüz’î hata ve isyanla çok büyük tahribat yapmakta olan hizb-üş şeytana karşı, en kuvvetli kal’a olan Kur’anî kal’aya iltica lâzım geldiğini…

…….Kur’an-ı Hakîm’in azîm tergib ve teşviklerinin tam yerinde olup, ehl-i imanın desais-i şeytaniyeye kapılmaları, imansızlıktan ve imanın zaîfliğinden ileri gelmediğini; hem günah-ı kebairi işleyenlerin küfre girmediklerini,

“Kim zerre kadar bir iyilik yaparsa onun mükâfâtını görür. Kim zerre kadar bir kötülük yaparsa onun cezasını görür.” Zilzâl Sûresi, 99:7-8.

iki âyetle sabit olduğunu ve nihayet Cenab-ı Erhamürrâhimîn’in Gafur ve Rahîm isimlerini melce’ ve tahassüngâh yaparak şeytandan istiaze edilmesini…”[98]

“Cinnî şeytandan ders alan insan şeytanları, dünyevî meşgaleleri ile seni bir çember içine alıp, Nurlara hizmetini tahdid etmek için, sezdirmeyerek perde altında çalışmışlar.”[99]

“İman-ı tahkikî ilmelyakînden hakkalyakîne yakınlaştıkça daha selbedilmeyeceğine ehl-i keşf ve tahkik hükmetmişler ve demişler ki: Sekerat vaktinde şeytan vesvesesiyle ancak akla şübheler verip tereddüde düşürebilir. Bu nevi iman-ı tahkikî ise yalnız akılda durmuyor. Belki hem kalbe, hem ruha, hem sırra, hem öyle letaife sirayet ediyor, kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor; öylelerin imanı zevalden mahfuz kalıyor. Bu iman-ı tahkikînin vusulüne vesile olan bir yolu, velayet-i kâmile ile keşf ve şuhud ile hakikata yetişmektir. Bu yol ehass-ı havassa mahsustur, iman-ı şuhudîdir.”[100]

“İnsî ve cinnî şeytanlar hiç boş dururlar mı? Onların daima fenalıkları yapmak ve yaptırmakla meşgul olduklarından…”[101]

“Bediüzzaman tesettür taraftarıdır. Kadınların yarı çıplak, açık dolaşmalarına, İslâmiyet’e karşı muharebede şeytan kumandasına verilen fırkalar olarak tasvir etmekte;”[102]

“ (Hadiste)Rü’ya-yı sadıkada ervah-ı habise ve şeytan, peygamber suretinde temessül edemez. Fakat celb-i ervahta; ervah-ı habise, belki peygamberin lisanen ismini kendine takıp, sünnet-i seniyeye ve ahkâm-ı şer’iyeye muhalif olarak konuşabilir. Eğer bu konuşması şeriatın ahkâmına ve sünnet-i seniyeye muhalif ise tam delildir ki, o konuşan ervah-ı tayyibe değildir, mü’min ve müslüman cinnî de değildir, ervah-ı habisedir. Bu şekilde taklid ediyor.”[103]

“Eskiden büyük şehirlerde açık-saçık, çıplaklık derecesinde hususan yarım çıplak Hristiyan kızları şeytan kumandasında ahlâk-ı İslâmiyeye zarar veriyorlar.”[104]

1-4-2001

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Rahman.15.

[2] Hak Dini Kur’an Dili.E.H.Yazır. 3 / 499, 7 / 17, 8 / 361,364,366,368-369,377,

[3] En’am,A’raf,Hicr,Şuara,Neml,Sebe’,Saffat,Ahkaf,Zariyat,Rahman,Cin,Mülk,Nas. ŞU AYETLER Cinlerden Bahsetmektedir : En’am.1oo,112-113,128,A’raf.27,179,Hicr.17,18,27,Şuara.212,221,223,Neml.39,Sebe’.12,14,sAffat.7-8,10,13,Ahkaf.29-30,Zariyat.56,Rahman.15,Cin.1-2,4,7,11,16,19,22,25,Müzzemmil.1,9,18,Müddessir.8,19,31,44,Kıyame.2,Nas.1-2,4,6,Bak.İlmihal.İSAM. 1 / 96, Risale-i Nurun Kudsi Kaynakları. A.Badıllı.sh.489-497,499-500,İslam Ansiklopedisi. İSAM. 8 / 5-11.

[4] Zariyat.56-57,Cin.16-17.

[5] Cin.11-14.

[6] Ahkaf.29-31.

[7] Cin-4-7,15.

[8] Ahkaf.29-31,Cin.1-2,13,19.

[9] Bak.İlmihal.İSAM. 2 / 297.

[10] Age. 2 / 298.

[11] Hicr.17,Şuara.212,Saffat.7-10,Mülk.5,Cin.8-9.

[12] Sebe’.14,Cin.10.

[13] Cin.6.

[14] A’raf.179.

[15] Bak.Fatiha suresi tefsiri.R.M. Sami. sh.12.

[16] Bak.Ruh Nedir? M. Kırkıncı.sh.110-111.

[17] Bak.Tefsir-i Kebir.Fahreddin-i Razi. 16 / 196-198.

[18] Bak.Tefsir-i Kebir.age. 20 / 51-52.

[19] Müslim, Salat 150 (450); Tirmizî, Tefsir, Ahkâf, (3254); Ebu Dâvud, Taharet 42, (85).

[20] Sözler.258,Sad.38,İbrahim.49,Enbiya.82.

[21] Mektubat.152,154,158.

[22] Age.178,Barla Lahikası.287.

[23] Lem’alar.349.

[24] Şualar.161.

[25] Age.377.

[26] İşarat-ül İ’caz.199,Bakara.30.

[27] Age.201.

[28] Age.220.

[29] Şeytan:Bakara.14,168,Enfal.48,Hicr.1718,Nahl.98,Şuara.210,221-222, Yaratılışı:A’raf.12,Hicr.27,Sad.76,Hayasızlık ve kötülüğü: Bakara.14,169,268,Nisa.14,18-19,60,120,En’am128,A’raf.200,Enfal.48,Tevbe.56,62,Nur.21,Neml.24,Saffat.28-30,Sad.82-83,Zuhruf.37,Haşr.16,İnsanın kalbine vesvese vermesi.A’raf.201,Yusuf.24,Nas.5,Ondan Allaha sığınmak.A’raf.200,Nahl.98,Mü’minun.97-98,Fussilet.36,Nas.1-6,Şeytanlar kime iner?:Şuara.221-222,O ateşe çağırır:Fatır.6,O insanın düşmanıdır:Bakara.168,208-209,En’am.142,A’raf.16-17,27,Yusuf.5,Hicr.39-40,İsra.53Taha.116-117,Hac.52,Fatır.6,Yasin.60-64,Zuhruf.62,Onlar kafirlerin ve Münafıkların dostu olup,dost edinmemek:A’raf.27,30,201-202,Enfal.48,Bakara.257,Nisa.38,76,En’am.71,Meryem.83,Furkan.55,Şuara.221-223,Fussilet.25,Mücadele.19-20,Haşr.16-17,Yaldızlı söz söyleyip,peşlerine düşmemek:Bakara.168,208,En’am.112-113,Nur.21,A’raf.200,Fussilet.36,Allaha dayananlara karşı güçsüzdür:A’raf.201,İbrahim.22,Hicr.39-40,42,Nahl.99-100,İsra.65,Saffat.40,Sad.82-83,Etkili olduğu kişiler ise:Hac.52-55,Hilesi fakirlikle korkutmak ve kuruntuya düşürmek:Bakara.268,Nisa.19-21,İsra.63-64,Gözetirler:A’raf.27,Enfal.48,Şeytana tanınan süre:A’raf.14-15,Hicr.36-38,İsra.62,Sad.79-81,Kur’an-dan yüz çevirene yönelmesi ve arkadaşlığı:A’raf.175,Zuhruf.36-38,Nisa.38,Fussilet.25,Kaf.27,Şeytanın Allaha baş kaldırması:Meryem.44.Bak.Mürşid.2.CD,Mu’cemul Müfehres.M.Fuad Abdulbaki.sh.342-343,Konularına göre Kur’an-ı Kerim Fihristi.N.Yüksel.sh.11-13,89,146,149,246.

[30] Sözler.23.

[31] Age.179.

[32] Age.182.

[33] Age.246Bak.Elmalı. 1 / 272,Kehf.50.

[34] Age.262.

[35] Age.274.

[36] Age.278.

[37] Age.328.

[38] Age.412.

[39] Mektubat.43,489,Lem’alar.70-72,76.

[40] Mektubat.44.

[41] Age.44.

[42] Age.137.

[43] Age.158.

[44] Age.426.

[45] Lem’alar.73.

[46] Age.73.

[47] Age.73.

[48] Age.74.

[49] Age.75.

[50] Age.75.

[51] Age.75.

[52] Age.77.

[53] Age.77-78.

[54] Age.82.

[55] Age.82.

[56] Age.82-83.

[57] Age.83.

[58] Age.83.

[59] Age.86.

[60] Age.87.

[61] Age.87.

[62] Age.87.

[63] Age.87-88.

[64] Age.88.

[65] Age.88.

[66] Age.89.

[67] Age.118.

[68] Age.120.

[69] Age.122.

[70] Age.160.

[71] Age.239.

[72] Age.242.

[73] Age.280-281.

[74] Age.282.

[75] Age.283.

[76] Age.386.

[77] Age.387.

[78] Age.387.

[79] Age.391.

[80] Şualar.31.

[81] Age.96.

[82] Age.258.

[83] Age.266.

[84] Age.593.

[85] İşarat-ül İ’caz.67.

[86] Age.205.

[87] Mesnevi-i Nuriye.77.

[88] Age.96.

[89] Age.96.Haşiye.1.

[90] Age.103.

[91] Age.138.

[92] Age.183.

[93] Age.205.

[94] Age.205.

[95] Age.224.

[96] Barla Lahikası.151.

[97] Age.151.

[98] Age.151.

[99] Age.316.

[100] Kastamonu Lahikası.18.

[101] Emirdağ Lahikası. 2 / 133.

[102] Age. 2 / 137.

[103] Age. 2 / 156,Sikke-i Tasdik-i Ğaybi.21.

[104] Age. 2 / 194.




BABA BENİ BAKAN YAP

BABA BENİ BAKAN YAP

Baba ben bakan olmak istiyorum. Beni bakan yap. Beni de meclise gönder.

Beni de seçin. Eğer beni seçmezseniz,işleriniz hep kötüye gidecektir! Benim kazanmam,sizin kazanmanızdır.

Efendim! Adıyaman’da meşhur mu meşhur Belediye başkan adayı Dursun Çavuş’umuz vardı.

Bu zat PTT’den emekli olduktan sonra,adaylığını koydu. ve emekli parasını da bu uğurda harcadı.

Başkalarını ve onların mallarını değil,yıllarca biriken emekli parasını harcamıştı.

Her gece bir yerde davet veriyor. Etrafını gençler sararak,alkışlarla Adıyaman caddelerinde gezdiriliyordu. Bu alkışlar onun kazanmasını daha da pekiştiriyor,gibiydi. Bu gidişle kazanacak gibiydi!

Sadece bu etrafında dönen gençlere kalsaydı,yine de hemen hemen kazanabilirdi!

Ve Dursun Çavuş’dan gençlere bol bol müjdeler veriliyordu. İçlerinden en cazip olanı da;bekar olan gençleri evlendirecek,evli olanlara da bir tane daha alacaktı. Bir belediye başkan adayı olarak,seçildiğinde yapacakları önemli faaliyetlerdendi.

Ve nihayet Adıyaman’da belediye başkanlığı seçimleri yapıldı. Sayımlara geçildi. Sonuç ise;

-Belediye başkan adayı Dursun Çavuş,iki oy almıştı.

Ancak bu bir fazlalık nereden geliyordu? Mutlaka şefkatli,yaşlı bir annenin oyu olsa gerek!

Bunu da çözemeyen Dursun Çavuş’dan gelen mesaj ise;

Ya hu,bu biri benim de,ya şu bilmem………diğer oy kimin?

Çünki hanımı bile kendisine vermemişti.

Ne garib bir tecelli değil mi? Ancak kendisi kaybetse,gitse de;hatırası olan “Dursun Çavuş Camii”ve hatıraları yaşamaktadır.

Hatırı ve hatırası olmayanların kulakları çınlasın!!

MEHMET ÖZÇELİK




Ü Ç Ü M Ü Z Ü D E A Ğ L A T T I

Ü Ç Ü M Ü Z Ü D E A Ğ L A T T I

Kurban bayramının ilk günüydü. Konyalı Hüseyin ustamla,kurban almak üzere,hayvan pazarına vardık. Kurbanlık hayvanların ayrıldığı bölümlere geldik. Ustama bir kurbanlık alacaktık. O sırada bir koç arkamızdan ustama boynuzuyla vurmaya başladı.

Ustam oradan ayrılıp diğer bölümlere gidecekti. Koç-da peşinden takib etmeye başladı. Bu sırada sahibi koçu alarak,tekrar yerine getirdi. Ustam bir kurbanlığa daha bakmakta idi. Birden arkasından yine aynı koç koçuyla ustama vurarak,ona bakmaya başladı. Tekrar yanımıza gelen sahibi ustama;

-“Bunu alın,vardır bunda bir hikmet”diyerek,ustama almasını söyledi. Hayvan hala orada duruyor,ustama bakmaya devam ediyordu. Ve ustam aldı. Bir arabaya koyarak eve getirdik.

Ustam,ben ve kasap. Üçümüz de orada hazırdık.

Hayvanı kesmek için bir çukur kazdık. İçmesi için bir kova da su getirdik. Koç;kovaya yaklaşarak suyu içti. Arkasından kasaba bakarak,kendisi için ayrılan çukura gelip,boynunu çukura uzatarak beklemeye başladı.

Bu duruma şahit olan bizler,hayrette kaldık. Kendimizi tutamayarak,ağlamaya başladık.

Tekbirlerle kurbanlık koçu kestik. Kesim işi bitmiş,taksimat yapılmıştı. Kasap ise hala ağlamaktaydı. Çünkü;yıllardır kestiği halde,ilk defa şahit olduğunu söylüyordu,böylesine…

Kurbanlık koçun bu hali üçümüzü de ağlatmıştı.

Hayat;ibretlerle dolu bir hayat,ibret ve ders alabilene… Bir yanda hayatını vermede sevdalı kurbanlık koç..diğer yan da ise;para ve dünya sevdalısı,kara sevdalı insan…

Tezatları birbirinden ayıran hayat;dünya hayatı…

“Vemtâzul yevme eyyühel mücrimûn”,[1]”Ey mücrimler,günahkarlar! Bu gün ayrılınız.” Kimden mi? Mükrimlerden. İkram eden kerim insanlardan.

Böylece dünya hayatı;mücrimleri bir yana,ikram edicileri onlardan ayrı öbür yana ayırmaktadır.

Böylece hayat;cennet hayatı ve cehennem hayatı suretinde devam etmektedir.

Bir yanda;Allah için kesilen kurbanlıklar,diğer yanda;nefsi için kesilen hayvanlar,nefse kurbanlar…

Birinde;terfi ve terakki,diğerinde;tenzil ve tedenni…

Bir taraftan;insan vücudunda yükselen hayvan,diğer taraftan;insan vücudunda alçalan hayvan.

“Onlar (İnanmayanlar),hayvanlar gibidirler. Belki (muhakkak,kesin olarak) onlar,hayvandan daha aşağıdırlar.”[2]

Evet,hayvandan kıymet ve ehemmiyet yönüyle daha kıymetsizdirler.

Hayat;insanlar ve hayvanları,insanlığa yükselenlerle,insanlıktan düşenleri birbirinden tefrik ve temyiz içindir.

Allahım! Her şeyimiz sana feda ve kurban.. Hayvanlarımız ise,kurbanlık…

7-5-1996

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Yasin.59.

[2] A’raf.179.