ÖLDÜRÜLEMİYEN MEHDİ

ÖLDÜRÜLEMİYEN MEHDİ

Kırşehirin eşrafından emekli imam ve hafız İhsan Barutçu hocamız;küçük yaşlarda hafızlığa çalıştığı sırada hocalarından Mehdi hakkında konuşurlarken şunları duyduğunu anlatmıştı;

Âhirzamanda Mehdi 20 sefer ölüp dirilecek…

Bunun tevili ile ilgili olarak ise;Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri,kendiside eserlerinde bir çok defa dile getirdiği üzere;19 defa öldürücü zehirlerle zehirlendiği halde,Allahın inayetiyle kurtulmuş,vücudunda bir ur olarak top halinde toplanmıştır.

2.sinde de öldüğünde rahat bırakılmamış,kabrinden çıkarılarak sonuncusu böyle gerçekleşmiştir.

İster bu durum bir hadise isnad edilsin,ister evliya kerâmeti olarak veya ilmin istihracı sonucu olsun;bu ifade tıpa tıp Bediüzzaman hazretlerine tevafuk ve tetabuk etmektedir.

-Hocamız diğer bir rivayetinde,çeşitli tevillere müsaid olsa bile nakilde;

Hz. Alinin oğlu (Mehdi) bir kayada (kovuğunda) gizlenip,âhirzamanda çıkacak…

Allahu a’lem bir tevili şudur ki;Bediüzzamanın doğduğu yer olan Bitlis / Hizan / Nurs karyesi etrafı 15 köyle çevrilmiş,ortada çukurda,etrafı dağlarla kaplı bir coğrafi yapıya sahibtir. Âdeta yalçın kayalıkların bir kovuğunu andırmaktadır.

Ve bütün eserleri oralarda yazılmış,Barlada,Burdurda tâ Tiflise kadar hep yalçın kayalarda zuhur etmiş,eserleride oranın mahsulü olmaktadır.

Akılların takdirine bıraktığımız bu ifadelerin hiçbir isabet ve sevab ciheti olmasa bile,günah yönüde bulunmamaktadır.

Sadece hakikata açılan bir penceredir…

“Bediüzzaman; Şarkî Anadolu’da “Medresetüz-zehra” namında bir dârülfünun açmak, ya Van’da veyahut da Diyarbakır’da dârülfünun derecesinde bir medrese tesisine çalışmak için İstanbul’a geldi. İstanbul’a gelişini bir muharrir şöyle tasvir etmişti: “Şarkın yalçın kayalıklarından, bir ateşpâre-i zekâ, İstanbul âfâkında tulû etti.”[1]

“Kürdistan’ın sarp, yalçın kayaları arasından gelerek İstanbul’da bulunan Bediüzzaman Said Nursî’yi ilzam edemeyen İstanbul uleması…”[2]

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Tarihçe-i Hayat.52.

[2] Age.53.




İMAN VE İSLAM

İMAN VE İSLAM

İman;Cibril hadisinde de[1] belirtildiği üzere;Cebrail-in Peygamber Efendimize;-İslam-İman-İhsan ve Kıyamet sorusunda imanı açıklarken,imanın altı esasını kabul edip,kalben doğruluğunu tasdik ederek,dil ile de ikrar etmekten ibaret olduğunu ifade etmektedir.

İslâm ise;Allah’dan başka ilah olmayıp,Hz. Muhammed’in O’nun elçisi olduğunu kabul etmektir.

İmanda esas olan Tevhiddir. Yani,Allah’ın var ve bir olmasını kabul ile,bu noktadan diğer dinlerden ayrılırken,İslâm ile de her meselesine tam bir teslimiyeti ifade eder. Birbirini tamamlayıcı iki unsurdur. Çünkü imansız İslâmiyet kurtuluşa sebeb olmadığı gibi,İslâmiyetsiz iman da kurtuluşa sebeb ve de makbul değildir.

Yahudiler Üzeyir Allah’ın oğludur,[2]Hritiyanlar da Teslis (Üçleme) Allah-Oğul-Ruh-ül Kudüs-[3] inançlarıyla İslâmiyetten ayrılmaktadırlar.

Peygamber Efendimiz:”Kalbinde zerre miktar iman bulunan kimse ateşten çıkacaktır.”[4] Bunu;”Allah zerre kadar haksızlık yapmaz.”[5] ayeti de açıklamaktadır.

İslâm ile ilgili “Allah indinde din İslâmdır.”[6],”Size din olarak İslâmı seçtim.”[7],”Kim din olarak İslâmdan başkasına yönelirse bu ondan kabul edilmeyecektir.”[8]

Peygamber Efendimiz müslüman olup,imanı kalbine ve duygularına yerleştirmiş olan mü’mini tavsif ederken şöyle buyurmaktadır:”Mü’min mütemadiyen rüzgarın eğici tesirine maruz bir bitkiye benzer. Mü’min devamlı belalarla baş başadır. Münafığın misali de çam ağacıdır. Kesilip kaldırılıncaya kadar hiç ırgalanmaz.”

Burada mü’min,mütemadiyen esen rüzgarın önünde,sağa sola eğilerek kırılmadan dik olan canlı bir bitkiye benzetilmektedir. Diğer bir hadiste:”Mü’min yaprağını hiç dökmeyen yeşil bir ağaca benzer. (devamla) Bu hurma ağacıdır.”buyurdu.[9]

İman sahibini tenvir eden bir nurdur. Girdiği kalbi nurlandırdığı gibi,derecesine göre diğer insanları ve özellikle Peygamber Efendimizin imanı ki;bütün insan ve asırları kucaklar ve aydınlatır.

İman;her yönüyle aciz,fakir ve güçsüz ve mesnedsiz olan insanı gerçek sahibine rabtedip bağlar. İman bir intisabtır.

İman;kişiyi her yönüyle yüceltirken,imandan mahrumiyet de her yönüyle alçaltır. Neticesi gayet vahim vartalara ve tehlikelere sürüklenmektir. Bunalımlar,stresler,çılgınlıklar,anarşi,boşlukta yürümek,keşmekeşlik,sefâhet,intihar ve bunun gibi haller hep imansızlığın veya imanın zayıflığının bir neticesi,zehirli birer meyveleridir.

İman cennet meyvesini verirken,imansızlık da cehennem zakkumunu ve acılı meyvesini vermektedir. Bu ise insanın hem dünya,hem de ahiret hayatının yıkımıdır. Vücut dengesinin anormal bir şekilde bozulmasıdır.

Günümüzde ise menfi şartların her vesile ile insana hücumu,imanın önemini daha da belirgin bir şekilde göstermektedir.

Maddi bakımdan ne derece yükselinilirse yükselinilsin,o maddeyi de ayakta tutan iman ve ruh olduğundan,iman onun aslını oluşturur. Çünkü iman ruhun da ruhudur.

Kur’an-ı Kerimde yüze yakın İslâm ve beş yüz küsur iman ile ilgili ayet zikredilmektedir.[10]

İMANIN DERECELERİ

İmanın yerden göğe,bir damla sudan bir okyanusa kadar derecesi vardır. Gerçi su olmak itibariyle bir damla su da sudur,bir okyanus da sudur. Çünkü suyun özelliğini taşımaktadırlar. Fark ise,damla ve okyanusluktadır. Fark zahirdir.

Hayata tesir etmeyip,yaşayışıyla imanın özelliğini göstermeyerek günaha dalan bir kişi inkarda bulunmadıkça mü’mindir. Ancak kamil ve olgun bir mü’min değildir. Çünkü imanı bir damla mesabesindedir. Damla bir çöpü götürmekten aciz kalırken,okyanus büyük gemileri rahatlıkla götürmektedir.

Oysa bütün insanların imanının bir kefeye,Rasulullahın imanının da öbür kefeye konulması halinde,Peygamberimizin o ulvi imanı hepsinden ağır basacaktır. Çünkü imanı bir okyanustur. Diğer damla hükmünde olanlar o okyanusa muadil gelip,boy ölçüşemez. Onun imanının feyzinden nasibini almış Hz. Ebu Bekir gibiler ise:”Ya Rabbi! Vücudumu cehennemde öyle büyült ki,ehli imana yer kalmasın.”İşte iman ve tezahürü!

Biri kendini kurtarmaya çabalarken,diğeri başkalarının imanının kurtulması için her türlü fedakarlığa katlanmaktadır,cehennem bile olsa. İşte Bediüzzaman Hazretleri… Çünkü imansızlık öyle bir illettir ki;hiçbir şeye benzemez. Ortada iki yol var. Üçüncü bir alternatifte mevcut değildir. Tasviri ciltlerle kitap edecek olan bir ebedi hayatı kazanmak ve ya kaybetmek… Kazanmak halinde bundan daha büyük bir kazanç olmayacaktır.

İnsan insan olmak haysiyetiyle başkasının çektiği elemden ızdırap duyar. İmansız olarak giden bir insandan ızdırap duymayıp bî-gâne ve ilgisiz kalmak ne derece bir insanlıktır?

Hz. Ali-nin dediği gibi;İnsan kainatın küçültülmüş bir örneği olduğundan,onun imansız olarak ölümü kâinatın yıkımı ve yok olması demektir. İnsanı bir evin yıkılması veya kaybı düşündürsün de,bir kainatın yıkımı düşündürmesin? Bu durum,mü’min için en büyük gaflet,kâfir için ise en büyük dalâlettir.

Peygamber Efendimiz Hayberin fethi sırasında Hz. Ali-ye:”Vallahi,senin sayende,Allah’ın onlardan bir tek kişiyi doğru yola getirmesi,senin bir çok kızıl develere malik olup,onları Allah yolunda tasadduk etmenden daha hayırlıdır.”[11] buyurmakla,dünyada insan için ve insanın ticareti için en önemli meselenin iman olduğunu ifade etmektedir.

İman üç kısımda değerlendirilir:Mesela;uzakta bir dağda yanan ateşin evvela dumanı görülür. Yanına varıldığında alevi görülür. Temas halinde yakıcı olduğu anlaşılmış olur. Bunun gibi de;

1)Dünyaya gelen her insan,aleme nazar ettiğinde bilir ve anlar ki;bu koca kainat rast gele,körü körüne,tesadüfen,şuursuz tabiat neticesinde olamaz. Nitekim nasıl ki bir köy muhtarsız,bir iğne dahi ustasız,her bir sanat sanatkarsız,bir okul müdürsüz,muhteşem bir mimari sanat ve şaheser dahi mimarsız olmayacağı gibi;eser müessirini göstermesi sırrınca,her yönüyle nizamlı,intizamlı ve her şeyi hikmetli yapılan şu kâinatta elbette sahibsiz olamaz. Onun da bir sahibi vardır ki O da Allahtır. İlmen bu düşünceye varmaya imanın İlmel Yakin mertebesi denir. Duman misali gibi. Nitekim duman da bir ateşin varlığına delalet eder ve onun varlığını gösterir.

2) Ancak akılları gözlerine inip,akıllarının değil de gözlerinin gördüğüne inanan,her şeyi madde ile değerlendiren insanlar, ve ya imanda mertebe kat edip iman bakımından yükselen insan gibi ki Hz. Ali;”Eğer alem-i gayb (görünmeyen alem) açılsa, gözümle görsem yakinim (inancım) ziyadeleşmeyecek.”bana da Aynel Yakin denir. Görür gibi inanmak,dumanla iktifa etmeyip,bizzat ateşi görme derecesine yükselmek…

3)Bir çok maddi ve manevi zelzele ve sarsıntılardan korunmak,hayatın başlangıcından sonuna kadar zikzak çizmeden,istikamet üzere devam edebilmek,ölçülü bir bakış açısı için kuvvetli bir imana gerek vardır. Öyle ki,her zerrede bütün engelleri aşarak O’nu görmek,O’nun varlığını anlayabilmekle olur. Zira Allah’a giden yollar varlıların nefesleri sayısıncadır.”hakikatınca,her şeyde O’nu görmektir ki,bu imana Hakkal Yakin denir. Yani sadece akıl ve göz ile değil,bütün vücut zerrelerince hissetmek ve bilmek,hakikatların hakikatına ermektir.

Buda ateşe temas etmekle ateşin yakıcılık özelliğini bütün zerreleriyle anlamak gibidir.

Böylece;Allah’dan ihsan edilmiş bir nur ve ebedi hayattan da bir parıltı olan iman,Peygamber Efendimizin tebliği ettiği dinin inanç gibi zaruri olan kısmını tafsili ve geniş olarak,bunun dışında kalıp inanca taalluk etmeyen kısmında icmali ve özet olarak tasdik etmekten hasıl olan bir nurdur…

21-01-1992

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Bak. Kütüb-ü Sitte. Prof. İ. Canan. 2 / 216.

[2] Tevbe.30.

[3] Maide.17,110,Bakara.87,253,Nahl.102.

[4] Kütüb-ü Sitte.age. 2 / 200.

[5] Nisa.40.

[6] Al-i İmran.19.

[7] Maide.4.

[8] Al-i İmran.85.

[9] Kütüb-ü Sitte.age. 2 / 320.

[10] Bak. Mu2cemul Müfehres. M. F. Abdulbaki. sh. 81,355.

[11] İslam Tarihi. M. Asım Köksal. 7 / 166, Sahih-i Buhari. 4 / 1872, İbn-i Esir. Üsdül Gabe. 4 / 28,Zat-ul Mead. İbn-i Kayyım el Cevzi. 2 / 149,Ebu Fidl,İbn-i Kesir. Sire. 3 / 351, Diyarı Bekri Hamis. 2 / 149, Halebi. İnsanul Uyun. 2 / 736.




İZAK RABİN VE YAHUDİLİK

İZAK RABİN VE YAHUDİLİK

İsrail başbakanı olan İzak Rabin-i öldüren Tıb fakültesi öğrencisi Yigal Amir bunu;”Allah’ın bir emri olarak yapıyordu.” Amacını ise;”Su-i kasdı barış sürecini durdurmak için gerçekleştirdim. Rabin,ülkemizi Filistinlilere vermek istiyordu. Cezaevindeki filistinli tutukluları serbest bıraktı. Onlar da yahudileri öldürdüler. Rabin-in izlediği siyaset sonucunda bir filistin devletinin ortaya çıkacağı gerçeğini israil halkının fark edememesini ilginç buluyorum.”

Bunun mesnedinde de savcıya karşı:”Yahudi şeriat yaslarına dayandığını..”ifade ile,”Düşmanı savaşta öldürmenin haklı bir hareket..” ile eş anlamda olduğuna da dayandırıyordu.

Bunu te’yiden;İşte yahudilerin zulümlerini belgeleyen muharref Tevrattan pasajlar: -“Ve Rabbin Musa’ya emrettiği gibi Midyana karşı cenk ettiler;ve her erkeği öldürdüler.”[1]

-“…. Ve içinde oturdukları bütün şehirleri,ve bütün obalarını ateşle yaktılar. Ve insan olsun,hayvan olsun bütün ganimeti,ve bütün çapul malını aldılar…”[2]

-“ Ve Musa onlara dedi:Bütün kadınları sağ mı bıraktınız?…”[3]

-“… Ve şimdi çocuklar arasındaki her erkeği öldürün ve erkekle yatmış olarak erkek bilen her kadını öldürün.”[4]

-“Ve erkekle yatmış olmayarak erkek bilmeyen bütün kadın çocukları,kendiniz için sağ bırakın.”[5]

-“ Ve kahin Eleazar muharebeye gitmiş olan cenk adamlarına dedi: ‘Rabbin Musa’ya emrettiği şeriatın kanunu budur;”[6]

-“Ateşe dayanan her şeyi ateşten geçireceksiniz ve tahir olacaktır.”[7]

-“Ve cenge çıkan askerlerden,adamdan olsun sığırdan olsun,eşeklerden olsun,sürülerden olsun,beş yüzden bir can olmak üzere Rab için vergi alacaksın;

Onlara düşen yarıdan alın Ve Rabbin kaldırma takdimesi olarak kahin Eleazara vereceksin.

Ve israil oğullarına düşen yarıdan,adamdan olsun sığırdan olsun,eşeklerden olsun ve sürülerden olsun,bütün hayvanlardan,her elliden çekilmiş olan birini alacaksın ve onları Rabbin meskeninin bekçiliğini tutan Levililere vereceksin.

Ve Musa ile kahin Eleazar Rabbin Musa-ya emrettiği gibi yaptılar.”[8]

-“Ve Allahın Rab onu senin eline verdiği zaman,onun her erkeğini kılıçtan geçireceksin;

-Ancak kadınları ve çocukları ve hayvanları ve şehirde olan her şeyi,bütün malını kendin için çapul edeceksin;ve Allahın Rabbin sana verdiği düşmanlarının malını yiyeceksin.

-Bu milletlerin şehirlerinden olmayıp senden çok uzakta bulunan bütün şehirlere böyle yapacaksın.

-Ancak Allahın Rabbin miras olarak sana vermekte olduğu bu kavimlerin şehirlerinden nefes alan kimseyi sağ bırakmayacaksın;

-fakat onları,Hittileri ve Amorileri ve Kenanlıları ve Perizzileri ve Hivileri ve Yebusileri,Allahın Rabbin sana emrettiği gibi tamamen yok edeceksin;

-ta ki,kendi ilahlarına yaptıkları bütün mekruh şeylerine göre yapmağı size öğretmesinler;yoksa Allahınız Rabbe karşı suç edersiniz.”[9]

-“”Orduların Rabbi şöyle diyor:Amalekin israile yaptığını,Mısırdan çıktığı zaman yolda ona karşı nasıl durduğunu arayacağım.

-Şimdi git,Amaleki vur ve onların her şeylerini tamamen yok et ve onları esirgeme ve erkekten kadına,çocuktan emzikte olana,öküzden koyuna,deveden eşeğe kadar hepsini öldür..”[10]

Eski Ahit’deki Yeşu kitabı ki buna Katliamlar Sıfri’de denilir. Bütün israillerin katillikleri buna dayanır.[11]

-“Allah israilin Allahı”[12]

-“O zaman Rab bütün milletleri önünden kovacak ve sizden büyük,kuvvetli milletlerin mülkünü alacaksınız. Ayak tabanınızın bastığı her yer sizin olacak. Sınırınız çölden Lübnan-dan ırmaktan,Fırat ırmağından garb denizine kadar olacaktır. Önünüzde kimse duramıyacak, Allahınız Rab size söylediği gibi dehşetinizi ve korkunuzu ayak basacağınız bütün diyar üzerine koyacaktır.”[13]

-Ve Yakub Beer-Şebadan çıktı ve Harana gitti.”[14]

-Ve “Her tarafa dağılacağı,çok olacağı” da belirtilmektedir.[15]

-David Ben Gurion:”Filistinlinin bugünkü haritası İngiliz manda yönetimi tarafından çizilmiştir. Yahudi halkının gençlerimizin ve yetişkinlerimizin yerine getirilmesi gereken bir başka haritası daha vardır. Nil-den Fırat-a kadar.”

-Ve Teodor Herzl:”Kuzey sınırlarımız Kapadokyadaki (Orta anadolu) dağlara kadar dayanır. Güneyde de süveyş kanalına. Sloganımız David ve Solomon-un Filistini olacaktır.”[16]

Bütün bu zulümlerin altında,bu ‘zulme davetler’ yatmaktadır.

Bu gayelerine gölge düşüren başbakanları İzak Rabin-de olsa öldürür ve bununla yetinmeyerek:

“Polis,Rabin-in Kudüsdeki Herzl dağında bulunan mezarına tüküren ve tuvaletini yapan 20 yaşlarında 2 kişinin tutuklandığını söyledi.”[17]

Ve bugün israil kendileri için vadedilen yerleri yani Arz-ı Mev’ud diye ifade edilip,Allah tarafından kendilerine vadedilen yerleri ki buna Türkiyenin Güney doğu başta olmak üzere Adana ve Hatayda dahil olmaktadır..[18]

Bunu elde etmek için her yola baş vurulmakta,gerekirse bu uğurda “Kürdistan Devleti” kurma yoluna bile gidilmektedir. Çünkü az ve azınlıklı bir devleti devre dışı bırakmak kolay olacaktır. Rusların yıllardır uyguladığı gibi:”Böl,parçala,yut.”

Ve yıllar öncesinden yahudiler şimdiki yerlerini filistinlilerden yüksek meblağlar ödeyerek aldıkları gibi…

Bugün yahudi atını rahat oynatmaktadır. Ve bu durumda bizleri de oynatıyorsa;II. Abdulhamid-in yokluğundan ve o ruhun eksikliğinden istifade etmektedirler.

Bugün İslam alemini bırakmış,bir çok noktada “İsraille anlaşma” yapmaktayız. ne kadar hazin ve hüsran dolu olarak gözler perdelenmektedir.

Evet,Garaudy-nin ifadesiyle:”Haçlı seferleri devam ediyor.”[19] O da israilin öncülüğünde…

Şairin ifadesiyle;-yahudiler yumurtalarını pişirmek veya sigaralarını yakmak için- dünyayı ateşe vermekten,yakmaktan çekinmezler. her şeyi kendi menfaatları doğrultusunda uygularlar.

Nitekim:”Tevratta faiz yasağı yer almış,[20]ancak bu yasağın yalnız yahudiler arasında geçerli olduğu,yahudilerin yahudi olmayanlarla faizli muamele yapabileceği belirtilmiştir.[21]

-“Yahudi milleti hubbu hayat ve dünya perestlikte ifrat ettikleri için her asırda zillet ve meskenet tokadını yemeğe müstehak olmuşlar. Fakat bu filistin meselesinde,hubbu hayat ve dünya-perestlik hissi değil,belki enbiya-i beni-israiliyenin mezaristanı olan filistin o eski peygamberlerin kendi milliyetlerinden bulunması cihetiyle bir cihette bir ehemmiyeti hissi dini ve milli olmasından çabuk tokat yemiyorlar. Yoksa koca Arabistan-da az bir zümre hiç dayanamayacaktı,çabuk meskenete girecekti.”[22]

-Müfessirinin beyanlarına nazaran (tarihlerde) yahudiler günde elli rekat namaz,malının dörtte birini vergi vermek,pislik bulaşan elbiseyi kesmek,vatanlarından çıkarılmak,bir çok hususatta hemen idam cezası tatbik edilmek,vs. gibi şeylerle mükellef olmuşlardır.[23]

-Her şey bir bedel ister. Kefaretler günahların bedelidir.

Müslüman olan yahudi asıllı Abdullah bin Selam Hz. Osmanın evinin etrafı katillerce öldürmek üzere çevrelenince onlara bundan vazgeçmelerini,aksi takdirde Hz. Osmanın kanının otuz bin kişiye bedel olacağını yani otuz bin kişi ölmeden fitnenin durulmayacağını söyler ve evine gider. Kendi de yaşlıdır. Bunu şuna atfederek söylemiştir;

-“Yahudiler Yahya peygamberi öldürür,mezara gömerler. Ancak devamlı kan sızmaktadır. Üzerine toprak koyarlar,yine sızar. Dağ kadar yığarlar,kan yine durmaz,akar.

O sırada yahudiler İranlılarla savaşır ve yenilirler. İran kralı,bu dağ gibi toprağı ve kan sızmayı görünce yahudilere sorar,söylemezler. Bir yaşlı yahudi kadını durumu anlatır ve kral,komutana emir verir

“Nerede bir yahudi görürseniz öldürün.”Ve yetmiş bin yahudi öldürülür. Ve Yahya peygamberin bedeli kabul edilir.

Orta doğuda,diğer yerlerdeki karışıklıklar da bir bedelin neticesidir. Netice bitince,fitneler durulur. Çünkü bedel ödenmiştir. Böylece her şey bir bedel istemektedir.

Hz. Osmanın katlinden dolayı da otuz bin müslüman ölür ve fitne durulur. Hz. Hasan ve Hz. Hüseyinden dolayı başlar. Otuz bin bedel verilir ve o da durulur.

-Bugün Sovyet arşivleri şu gerçeği ortaya koymaktadır ki;Yahudi asıllı ve terörizmin babası olan Lenin;işin proğlamlayıcılığını ve temelini oluştururken,Stalin de bunu icra edip,tüm zulmünü sergilemiştir.[24]

53 yaşında ölen Lenin-in dahi olmayıp,beyni incelenmek üzere 30963 parçaya bölünür. Sovyet uzmanlardan Dr. Oleg Adrianov,ocak,1994-de “Anatomik yapı olarak Leninin beyninde olağanüstü hiçbir şey yok.”demişti.[25]

“Romen televizyonunda yer alan bir proğramda konuşan eski bir MOSSAD ajanı,gaz odalarında öldürülen yahudilerin intikamını almak için oluşturulan ve birinin başkanlığını da israilin bugünkü Cumhurbaşkanı Ezher Weizman-ın yaptığı:”Yahudi İntikam Grupları”nın zehirleme yoluyla binlerce Almanı katlettiğini söyledi.”[26]

-Bugün dünyada haber ağını sistematik olarak kurmuş olan yahudiler,dünyaya sahib olmanın yolunun,maddi yükselmeden geçtiğini bildiklerinden,her yolu meşru görmüş,o uğurda önce öldürmüş,sonra da ölmüştür.

Bu uygulamalarını da büyük bir Pazar olan iki milyarlık İslam aleminin topraklarında denemekte ve insanların asli kimlikleriyle ciddi manada oynamaktadırlar.

Yahudileri muvaffak eden en önemli faktör;diğer insanları,dinleri ile olan bağlantılarından koparmak ve zayıf düşürmektir ki;bunların başında müslümanlar gelmektedir. Kendilerinin ise tavizsiz dinlerine bağlı olmaktan kaynaklanmaktadır. Öyle ki;

Daha düne kadar Cumartesi-nin kendilerince kutsal olduğundan o günde,saçlarında yerleşen bitleri öldürmeyi ve de bitleri ayırmak amacıyla taranmayı yasaklayan bir yahudilik;ne kadar günün ve asırların problemlerini çözmeye muktedir olabilir?

-Bütün bunlarla beraber işte bir itiraf:” Tevrat ve İncilden sonra Kur’an-ı Kerim-i de Fransızcaya çeviren yahudi asıllı Chouragui:”Evet,Kur’an bir vahiydir.”[27]

-İnanç ve kinleri uğruna: 1967 yılından beri yahudilerin ellerinde bulundurdukları Mescid-i Aksa-nın altı kazılarak yok edilip,altında olduğunu iddia ettikleri havralarının yerine inşa etmeyi hedeflemektedirler.

Bizzat bu fotoğrafla,çekimle tesbit edilmiştir.[28]

-Nitekim:”Rabin,birkaç hafta önce New York-a BM: kutlamaları için geldiğinde öfkeli bir yahudinin protestosu ile karşılaşmış;hatta musevi cemaatı içerisinde bazı hahamların,israil devletine ihanet ettiği gerekçesiyle Rabin hakkında ölüm fermanı çıkarttığı,New York-ta yayınlanan ve musevi cemaatına hitab eden gazetelerde yer almıştı. Fetvada Rabini öldüren kişinin bundan dolayı sorumlu tutulamıyacağı ve museviliğe hizmet etmiş sayılabileceği vurgulanıyordu.”[29]

Su testisi su yolunda,İzak Rabin “Akıttıkları” yolunda… Milyonların kanını akıtmak gibi bir zulüm içerisinde idi İzak Rabin…

-Rabin,2000 yıllık yahudi tarihinde bir yahudi tarafından öldürülen ilk lider idi.

-Rabinin öldürülüşü olayı 47 yıllık israilin tarihinde görülen ilk bir devlet başkanının öldürülme olayıdır.

-“Rabin orta doğuda,son yirmi yılda öldürülen devlet ve hükümet başkanlarının 8.cisi oldu. Diğerleri şunlar:Suudi Arabistan kralı Faysal (1975),Yemen Arap Cumhuriyeti Devlet başkanı İbrahim el-Hamdi (1977), İran devlet başkanı Ali Radca-i ve başbakan Cavad Bahonar Tahran-da (1981),Mısır devlet başkanı Enver Sedat (1981),Lübnan devlet başkanı Beşir Cemayel (1982),Lübnan başbakanı Raşid Kerami (1987),Lübnan devlet başkanı Rene Muavad (1989).[30]

-“İzak Rabin mi? O bir “Barış yanlısı bir savaşçı” idi.

-O bir “Güvercin kılığında bir şahin” idi.

-“O bir “Rüzgar ekicisi olup,fırtına tarafından da biçildi.

-O bir “Yahudi milliyetçiliğinin yayıcısı olup,şiddetin yayılmacılığına kapıldı.

-18 yaşında,bir yahudi yer altı örgütüne katılan Rabin,Avrupa yahudilerinin filistine göçünü örgütleyen,batı şeria ve gazze şeridini işgal eden isimdi.

-Rabinin son sözleri:27 yıl boyunca savaş adamı olmuştum. Ama bugün barış için bir şans olduğuna inanıyorum.[31]

Şansı yokmuş!!

“Beşer zulmeder,Kader adalet eder.” hakikatınca dünyaya zulmü hoş gören yahudilere,başkaları tarafından da zulüm hoş görülmektedir. Protestan Lideri Martin Luther’den,İşte örneği: “1-Yahudiler’in sinagoglarını yakın. Sinagoglardaki Yahudiler’in üzerine de sülfür ve katran dökün. Ve yakılan Yahudiler’in cesetlerinin üzerini, hiçbir iz kalmayacak şekilde toprakla örtün.

2-Yahudiler’in evlerini yıkın. Tüm Yahudiler’i sürüler halinde ahırlara doldurun. Böylelikle Yahudiler, bu dünyanın efendileri olmadıklarını, sadece sürgüne mahkum edilen mahpuslar olduklarını öğrenmiş olsunlar.

3-Kutsal kitaplarını ve metinlerini ellerinden alın. Böylelikle Yahudiler, Tanrı’ya ve İsa’ya lanet okumaktan alınıkonulmuş olsunlar.

4-Yahudiler’in hahamlarının çocuklarını eğitmelerini, kamusal mekanlarda Tanrı’ya ibadet etmelerini yasaklayın. Yasağa uymayanları ölüm cezasıyla cezalandırın.

5-Alman İmparatorluğu’nun sınırları içinde seyahat etmelerini yasaklayın.

6-Yahudiler’in faiz peşinde koşuşturmalarını yasaklayın. Ellerinden paralarını, altınlarını, gümüşlerini ve tüm mallarını, mülklerini alın. Çünkü Yahudiler’in, elde ettikleri her şey hırsızlık ve faiz yoluyla elde edilmiştir.

7-Yahudiler’in çocuklarını ve gençlerini en zor işlerde çalıştırın. Böylelikle, alın teriyle ekmek kazanmanın nasıl bir şey olduğunu öğrenmiş olsunlar. Ama en iyi yöntem, bunların hepsini Almanya’dan, İspanya’dan, Fransa’dan, Bohemya’dan ve diğer Avrupa ülkelerinden sürmektir.” [32]

Yahudi ve Nasraniler derler:”Birde:”Yahudi ve hristiyan olanlardan başkası asla cennete giremez”dediler.Bu onların kendi kuruntuları..Sen de ki;-İddianızda doğruysanız haydi delilinizi ortaya koyun.”[33]

Ve ayrıca:”Hem yahudiler hemde hristiyanlar;”Biz Allahın evladları ve sevgilileriyiz”dediler.[34]

“Birde:”Allah evlad edindi dediler.”[35]Yahudi;uzeyrunibnillah,yani Üzeyir Allahın oğludur,dediler.[36] Hristiyanlar ise;Mesihubnullah,Mesih,Allahın oğludur dediler.[37]Arab müşrikleri ise,elmalâiketü,benatullah yani melaikeler Allahın kızlarıdır,dediler.[38]

“Ne yahudiler ne hristiyanlar,sen onların dinlerine tabi olmadıkça asla senden razı olmazlar.”[39]

Yahudi ve hristiyanlar;Biz Allahın çocukları ve sevgilileriyiz,puta Allaha yaklaşmak için tapıyoruz,demeleri üzerine;”[40]inen âyette:”Ey resulüm,deki;Ey insanlar,eğer Allahı seviyorsanız,gelin bana uyunki Allahda sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın”[41]şartına bağlamıştır.Bu durum tahakkkuk etmedikçe,yahudilerin islam dininin dışında olduğu belirtilmektedir.[42]

Kur’anın yahudi ve nasara hakkındaki hükmü;Onlar Kur’andan yüz çevirmiş olduklarından dolayı,hidayet üzere olmadıkları yönündedir.[43]

Kitab ehlinin müslüman sayılabilmesi için Abdullah ibni Selam gibi olması yani:”Kendilerine verdiğimiz kitabı,layık olduğu şekilde okuyup izleyenler varya,işte onlardır onu tasdik edenler.Kim onu inkar ederse,işte onlar husrana uğrayacakların ta kendileridir.”[44]

Yahudiler recm ayetinde olduğu gibi,ayeti değiştirmektedirler.Âyette:”Yahudilerden bir kısmı kelimeleri yerlerinden değiştirirler.”[45] Âyette:”Ey ehli kitab!Biz,bir takım yüzleri silip dümdüz ederek arkalarına çevirmeden,yahut onları,cumartesi(ne hürmet etmeyen) adamları gibi lanetlemeden önce (davranarak),size gelenleri doğrulamak üzere indirdiğimize(kitaba)iman edin;Allahın emri mutlaka yerine gelecektir.”[46]

Bu aşırı menfiliklerinden dolayıdırki çeşitli cezalarla cezalandırılmışlardır.Bazı şeyler ceza olarak haram kılınmıştır.Ki bu haksızlıkları;zulüm,insanları Allah yolundan menetmeleri,faizi yasak olmasına rağmen almaları,halkın malını haksızlıkla yemeleri sebebiyle[47] mesela;deve eti,iç yağı,balık,kuşlardan bazıları,ancak hristiyanlıkda bu şiddetler hafifletilmiştir.[48]Hayızlı oldukları halde hanımlarıyla cima ederlerdi ve sakınmazlardı.[49]

Allah yahudilere;50 vakit namaz,mallarının dörtte birini zekat,birisinin elbisesine necaset isabet ettiğinde orayı keserlerdi,bu onlara farz kılınmıştı,birisi bir günah işlediğinde bu günahı kapısına yazılırdı.[50]Bizde de İslamın başında gece namazı vacib idi.

Yahudileri ve hristiyanları dost edinmemekle beraber,müminlerin kâfirleri sevgide ve yardımda dost edinmeyecekleri,bildirilir.[51]

Yahudiler derlerki:”Bir de derler ki:”cehennem ateşi,sayılı bir kaç gün dışında bize asla dokunmayacak.”De ki:”Buna dair Allahtan garanti mi aldınız?Aldıysanız ne âla,Allah vadinden asla caymaz.Yoksa kesin bilmediğiniz şeyimi Allah adına söylüyorsunuz?”[52]İbni Abbas onlardan nakille;Dünyanın 7 bin sene olduğunu,her bin sene için bir gün,toplam 7 gün azab çekeceklerini iddia ederler.[53]

Yahudilerin;enne ebana yeşfeu lena,yani babalarımız bize şefaat edecek sözünü ayet reddeder:”Öyle bir günden sakınınki o gün hiç kimse başkasının yerine bir şey ödeyemez,kimseden şefaat kabul edilemez,hiç kimseden fidye alınmaz,hem onlara yardımda edilmez.”[54]

Allah yahudilere cumartesi çalışmayı haram kıldı,Nuha hayvanları helal kıldı,Musa ve Beni israile bir çok hayvanı haram kıldı.Hz.Âdem kardeşi kardeşle evlendiriyordu,daha sonra ise haram kılındı.Kur’an ise;tüm incil-tevrat ve d,ğerlerin hükmünü neshetti.Ayetle ayet neshedildi.[55]

Sabiiler ise;yahudiler ve hristiyanlardan ve yahudi-mecusi arası ayrılan ve çıkan anlamına olup,meleklere ve yıldızlara Allaha yakınlaşmak amacıyla ibadet ederler.Allahın alemi yaratırken idaresini yıldızlara verdiğine inanır,zebur okurlar.İbni Abbas onların kestiklerinin yenilmeyeceği ve nikah edilmeyeceğini söyler.[56]

Peygamberimiz:”Ehli kitabı tasdik ve tekzib etmeyiniz ve deyiniz;Biz Allaha,bize indirilen Kur’an-a,keza İbrahime,İsmaile,İshaka,Yakuba ve onun torunlarına indirilene ve yine Musaya,İsaya,hülasa bütün peygamberlere Rableri tarafından verilen kitablara iman ettik.Onlar arasında asla bir ayrım yapmayız.Biz yalnız ona teslim olan müslümanlarız.”[57]

Hristiyanlar dinlerinde ifrat yani aklı azletmek suretiyle,yahudiler tefrit yani dinlerini tahrif etmek suretiyle,İslamiyet ise vasattır yani dinlerini aslıyla muhafaza etmek suretiyle.Hristiyanlar mesihe uluhiyet isnad ettiler,yahudiler meryeme zina isnad edip,İsayı veledi zina kabul ettiler.Müslümanlar ise peygamber olarak bilmektedirler.

Yahudilere sadece afsız kısas farz kılındı,hristiyanlara mutlak olarak Afv emredildi,bu ümmet için ise kısas ile afv arasında muhayyer bırakıldı.Cahiliyette ise arablar bazan öldürür,bazende diyet alırlardı.Şerefli birisi olursa bundan vaz geçer,hasis kimsenin diyetinden fazla diyeti ona ödetirlerdi.İslamiyet ise eşitliği getirmiştir.(M.tefasir.1/252)

Hz.Ali der:”Eğer yahudi ve nasarayı Allahın adının dışında başka bir adla anarak kestiklerini mesela,Mesih adıyla,duyar veya görürseniz onu yemeyiniz,duymazsanız yeyiniz.Elbetteki Allah onların kestiklerini helal kılmıştır ve O onların dediklerini bilendir.[58]”O size sadece meyteyi,kanı,domuz etini ve Allahdan başkası adına kesilen hayvanın etini haram kıldı.”[59]

Hristiyanlar meşrik tarafına,yahudiler mağrib (Kudüs) tarafına yönelip namaz kılarlar.Onlar bir ve iyiliğin burada olduğunu zanneder,Allah ise olmadığını söyler.[60]

Yahudilerin müslümanların kudüse yönelip bir pay çıkarmalarından dolayı kıblenin çevrilmesi ile ilgili âyette eskiden kılanların durumunu izah babında;Beni Neccardan Es’ad bin zürare ve beni Selemeden Bera bin Ma’rur bazı kimselerle peygamberimize gelerek;kıblenin çevrilmesiyle önceki kılanların durumunun ne olacağını sorması üzerine bu ayet nazil oldu:”…Allah imanınızı (yani önceki kılmış olduğunuz namazınızı) zayi edecek değildir.”16 veya 17 ay kudüse yönelip kılınmıştır. [61]

Yahudiler Cibrile düşmandırlar.[62]

Hz.Ömer Abdullah bin Selama;”Kendilerine kitab vermiş olduğumuz kimseler,onu(Muhammedi) tıpkı evladlarını tanıdıkları gibi tanırlar.Böyle iken,onlardan bir kısmı,bile bile gerçeği gizler.”[63] âyetteki bilmenin nasıl bir bilme olduğunu sorunca,Abdullah bin Selam;-Onu görür görmez evladımı tanır gibi tanıdım,onu bilmiş olmam evladımı bilmeden daha şiddetlidir.-Hz.Ömer bunun nasıl olduğunu sorduğunda ise;Onun Allah tarafından hak olduğuna şehadet ederim.Allah kitabımızda onun sıfatını bildiriyor.Ancak kadınların ne yaptığını bilmiyorum.Hz.Ömer Abdullahın başını öpüp,Ey İbni Selam Allah seni muvaffak etsin,dedi,gerçekten doğru söyledin.[64]

Hz.Musanın tih çölündeki yahudilerle olan durumu konusunda:”Allah;Öyleyse orası onlara 40 yıl yasaklanmıştır.(Bu müddet içinde)Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar.Senden yoldan çıkmış toplum için üzülme-dedi”[65]

Yahudilerin namazlarında rüku yoktur.[66]

12 – 11 – 1995

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Tevrat. Sayılar. Bab. 31’de 7.

[2] Age. 10.da.

[3] Age. 15.de.

[4] Age. 17.de.

[5] Age. 18.de.

[6] Age. 21.de.

[7] Age. 23.de.

[8] Age. 28-29-30-31.de. Kitab-ı Mukaddes.sh.168-169.

[9] Tesniye. Bab.20.13-14-15-16-17-18,sh.197.

[10] I: Samuel. Bab. 15. 2-3,sh.286.

[11] Age. sh.216,bak. Bab.5.sh.219,Bab.34.sh.34,Yeşu.Bab.21.sh.236,Sayılar.Bab.5.sh.137,Levililer.Bab.20.sh.119.

[12] Tekvin.34.Ayet.20.sh.34.

[13] Tevrat. Tesniye. 12 / 25.

[14] Tekvin.28. Ayet.10,sh.27-28.

[15] Tekvin.27.

[16] Zaman gaz.9-11-1994.

[17] Agg.17-11-1995.

[18] Agg.1-11-1994,10-11-1994.

[19] Agg.6-10-1994.

[20] Nisa.160-161.

[21] Tevrat.Çıkış. 22 / 26,Levililer. 25 / 35-37, Yeremya. 15 / 10, Tesniye. 23 / 19-20, İslami Yaklaşımlar. Dr. H. Döndüren.sh.62.

[22] Şualar. B. Said Nursi.427.

[23] Hak Dini Kur’an Dili. E. H. Yazır. 2 / 1005.

[24] Bak.Zaman gaz.4-12-1994.

[25] Agg.4-12-1994.

[26] Agg.2-3-1996.

[27] Agg.15-2-1991.

[28] Bak. Aksiyon Dergisi. 13-19-Mayıs.1995 /32-36.

[29] Zaman gaz. 6-11-1995.

[30] Agg.6-11-1995.

[31] Bak.Agg.6-7 / 11 / 1995,Türkiye gaz. 7 / 11 / 1995,Aksiyon derg.13-19-Mayıs.1995.sh.32.

[32] Bak.Yeni Şafak gazt.Y.Kaplan.7-5-2001.

[33] Bakara.111.

[34] Mâide.18.

[35] Bakara.116,Yunus.64.

[36] Tevbe.30, Mecmuatün minet Tefasir.(Arapça)1/329.

[37] Tevbe.30,Mâide.17.

[38]Mecmuatün minet Tefasir.(Arapça) 1 / 184.

[39] Bakara.120.

[40] Zümer.3.

[41] Âl-i İmran.31.

[42] Mecmuatün minet-Tefasir.age.1/482-484.

[43] Age.1/475

[44] Bakara.121,bak.maide.66-68,isra.107-108,kasas.52-54)Bak.M.Tefasir.age.1/188)

[45] Nisa.46,Maide.13,41,Mecmuatün minet-Tefasir.age. 1/475,2/90,92)

[46] Nisa.47.

[47] Nisa.160-161.

[48] Mecmuatün minet-Tefasir.age.1/501

[49] age.1/332.Bak.bakara.222.

[50] Age.1/452-453.

[51] Age.1/480,Al-i İmran.28

[52] Bakara.80.

[53] M.Tefasir.1/150.

[54] Bakara.48,123,254.Meryem.87,Taha.109,Sebe.23,Zümer.44,Zuhruf.86,Müddessir.48,Yasin.23,Necm.26.

[55] Bakara.106.

[56] M.Tefasir.1/135.

[57] Bakara.136.

[58] M.tefasir.1/244.

[59] Bakara.173,123,Maide.3,En’am.145,Nahl.115.M.tefasir.age.1/120.

[60] Bakara.177.

[61] Bakara.143,isra.82,Fussilet.44.)M.tefasir.1/216.

[62] Bakara.97-98.

[63] Bakara.146.

[64] M.tefasir.1/220.

[65] Maide.26.

[66] M.Tefasir.age.1/116.




İSKELETLER RAKSEDİYOR

İSKELETLER RAKSEDİYOR

Bir lise öğrencisi olan Songül arkadaşlarıyla beraber bahçeye teneffüse çıkmış oyun oynuyorlardı.

Ancak bu esnada dalgınlaşan ve soluklaşan Songül,dalmış olduğu hayalindeki hakikat aleminde gezmeye başlamıştı.

Yaşım on beş. Ancak on altı sene önce yoktum. Hayatımın en neşeli ve sevinçli dönemini yaşamaktayım. Belki de hayatın zorluklarının yavaş yavaş sırtlanmaya başlayacağı dönemler içerisindeydim.

Küçükken kucaklarda geziyordum. Elden ele dolaşıyordum. Ondan önce de doğacağım diye yollarım gözleniyordu. Bekleniyor-özleniyor-seviliyor-bağra basılıyordum. Biraz büyüdüm,ilgiler azaldı,sıkıntılar yavaş yavaş artmaya başladı.

Vücudum genç. Ama hep böyle mi kalacak?Bugün belki bu gençliğimden dolayı bana meyledenler acaba elli sene sonra da aynı meyli gösterecekler mi?

Evet,elli sene sonra. Çünkü eğer ölmezsem ben de yaşlanacağım. Nenem gibi gözlerim görmez,kulaklarım işitmez,ellerim ve ayaklarım tutmaz olacak. Sevgi ve sevmek beklediğim şu insanlardan belki de nefret duyacağım.

Hani Din hocamız anlatmıştı ya… Yazar Ahmet Haşim birisiyle nişanlanır. Kurban bayramında bir koç götürür nişanlısına. O zaman kızın yaşlı annesini gördüğünde;-Yoksa bu kızı da mı annesi gibi böyle çirkin olacak-diyerek,sevgisini kızın zahiri güzelliğinde arayıp onu boşamıştı.

Evet,gerçi ben de böyle arkadaşlarımla eğleniyor,raks ediyor ve bazı toplantılarımızda oynuyoruz. Oynayan ben değil de,elli sene sonraki Songül olduğunu düşünsem çok çirkin düşecek. Gülen değil,gülünen pozisyonuna düşmüş olacağım.

Ve bir de ölmüş,kabre konmuş,etlerini dökmüş,geriye iskeleti kalmış bir Songül şimdi raks edip eğleniyor. Hayret,kabrinden kalkan iskeletler oynuyor,dans ediyor!

Bu güzelliğimi kaybedeceğim. Ellerim,yüzlerim buruşacak. Tazeliğimi yitireceğim. Çocukluğumdaki sevgilerimi yitireceğim.

O halde bu eğlence,bu hoppala neyin nesi? Bu dünyadan gitmeyi mi kutluyoruz? Gitmemek için mi zıplıyoruz? Burada kalmak için halimiz bir protesto mu?

Yoksa gitmek için bir hazırlık gerekmez mi? Dış güzelliğimizi kaybetsek de iç güzelliğimizi korumamız gerekmez mi?

Şimdi bana gözü gibi bakan sevdiklerim,arkadaşlarım,yakınlarım beni elleriyle toprağın altına gömecekler. Oda bir gün fazla olarak yanlarında kalmama tahammül etmeksizin… Yalınız gireceğim kabre. Orada vereceğim hesap ta kimse yardımıma gelmeyecek,imdat etmeyecek. Bir sevaba ihtiyacım olsa vermeyecek,veremeyecekler.

Bana yatlarını,yalılarını,arabalarını,her şeylerini veren anne ve babam o gün benden kaçacaklar. Yardımıma koşmayacaklar,koşamayacaklar. Belki de benden kaçacaklar…

Acaba şimdiden sonra da gülecek miyim? Eğer ebediyyen ağlayacaksam niye gülüyorum, Ağlanacak halime?…

Bu gülme bir ağlamanın ve sıkıntının bir ürünümüdür? İçim beni yakıyor,dışım başkalarını. Demek yanıcı ve yakıcı bir haldeyim…

Sanki kendimi iki mezar arasında sıkışıp kalmış hissediyorum. On altı sene önce yoktum,yetmiş sene sonra da,belki de daha kısa bir an sonra da olmayacağım. Aynen giden emsallerim gibi. Diğer bir sınıftan bir kız arkadaşımız gitmemiş miydi?

İki yok arasında olana var denilebilir mi? Uyur gezer gibi,ölür gezer hissediyorum kendimi…

Saniye,dakika,saat gibi;günler,aylar ve yıllar peş peşe birbirini kovalamakta,hiç durmamaktadır. Bir yerlere varmak için acelesi mi var acaba? O halde bu gidiş nereye? Ne zaman son bulacak? Nasıl olacak? Ne yapacağım? Çare,çare yok mu? Evet yok mu?

Bir gün evde anneme de sormuştum da bana böyle şeyleri düşünme demişti. Fakat bizde akıl var,nasıl düşünmeyelim? Düşünmememiz hiç mümkün mü? Düşünmemek için ya aklı ortadan kaldırmak veya görevini iptal ettirmek için uyutmak ve uyuşturmak lazım. Hayvan mı olayım şimdi???

-Songül,ne oluyor? Ne çaresi? Yirmi dakikadır seni arıyoruz. Sınıfa girdik,seni görmeyince hocamız aramak ve çağırmak için beni gönderdi. Deminden beri başında duruyorum. Çok ilerilere gitmişsin,çok derinlere dalmışsın galiba… Nedir bu hal?

-Hayır Kadriye! İleri ve derin dediğin şeyler zaman olacak ki,geri kalacak,topuk bile ıslatmayacak. İşte ben o ilerilere ve derinlere gittim,geldim bile. Ve de işte o hali yaşadım.

Senin beni uyardığın ve uyandırdığın gibi,bir gün bizleri de bu dünya uykusundan uyandıracaklar. Hayal aleminden bizleri çekip çıkaracaklar.

Uykuda iken kendini ayık zanneden bizler keşke uyanabilsek,uyuyanları da uyandırabilsek…

Sen beni uyandırmış olmuyor,belki tekrar uyumaya davet etmiş oluyorsun. Yine uyuyacağız her halde…

1-8-1993

MEHMET ÖZÇELİK




KAYNAĞINA DÖNÜŞ

KAYNAĞINA DÖNÜŞ

“De ki:”Her biri kendi asli tabiatına göre hareket eder. O halde kimin daha doğru yolda bulunduğunu Rabbin daha iyi bilir.”[1]

İnsanlar tek bir fıtrat,tornadan çıkmış bir alet gibi yapılamaz. Ancak onlar tek bir nokta da bir araya getirilip anlaşmalarını sağlamak,bağlılık ve uyum içerisindeki devamiyetleri sağlanılabilir.

Tıpkı damlaları tek bir damla yapamayıp,hepsini tek bir okyanusta bir araya getirerek damlalıktan kurtararak okyanus gibi güçlü,anlaşmalı ve anlayışlı bir ortamda diyalog,sevgi ve kardeşlikler ile birleştirilebilir.

Nitekim farklı organların bir başta,tesbihlerin bir imamede bir araya gelerek,birliklerini sağlayıp,dağılmaktan kurtulmaları gibi…

Sâvi tefsirinde:”Bu ümmetin tabiatında;başkasına hakkı ve doğruyu göstermesi bakımından peygamberlerin müşterek vasıflarına bir benzeyiş vardır.”[2]

Bilgisayar her yönüyle hazırlanmış hazır bekliyor. İş sadece onu çalıştıracak çalıştırıcı da ve onun kapasitesinde yatmaktadır.

İnsanda tüm değerlerle donatılmış bir vaziyette dünyaya gönderilmektedir. Mesele onların yerlerine oturtulmasındadır. Yani 29 harfin uygun olanlarının bir araya getirilerek,uygun cümleler kurulması gibi…

a-t;den –at-da olur,ot,it,et-gibi şeyler de olur. Mesele onları elde etmede veya elden kaçırmada…

Her şey aslına rücu’ eder.

Dönüp dolaşıp aynı yere,aslına,fıtratına,toprağa,su denize,hayvan inine,insan dinine,her şey kendi benliğine,kimliğine,kendi şablonuna,kendi vitrinine,kendi tinetine…

19-4-1998

MEHMET ÖZÇELİK

[1] İsra. 84.

[2] Ma’ruf ve Münker. S. C. el- Amra. Terc. M. İslamoğlu.39,84.




FERTTEN CEMİYETE İSLÂMİYET

FERTTEN CEMİYETE İSLÂMİYET

İslamiyet;selamet,emniyet ve huzurdur. Eğer bir kişi,aile ve toplumda huzursuzluk varsa,huzur demek olan İslâmiyete karşı ortada bir eksiklik var demektir. Kendimizi test etmeliyiz. Nerede hata etmekteyiz? Hatamız nerede ve nede?

Allah indinde din İslâmiyettir. İnsanların neresinde? İnsanlar onun neresine?

İslamiyet evrenseldir. Hayatın her kademesine yansımaktadır. Doğan güneşin bazı yerleri aydınlatmaması,girmemesi düşünülemiyeceği gibi,İslâmiyetin de hayatın bazı kademelerinde kalıb bir kısmına girmemesi de düşünülemez. Kusur girende değil,girmesini istemiyen ve ya engel olandadır.

İslâmiyetin de içtima-i alana yansıyan bir çok yönü vardır. Gerek tesettürde,gerek faiz konusunda.

Fuhuş ve sefâhetleri engellemede de amildir. Yani İslamiyet sadece ahiret dini değil,dünya hayatının temininde de vardır. O bir hayat dinidir. Hayat verir,hayatı korur.

Huzur dini olan İslamiyet den uzak olmak,belalara davetiye çıkarmaktır. İslamiyet insan için ve insanlık için vardır. Hukuk ve kanunlarda insanlar içindir. Yoksa insanlar kanunlar için olmayıp,ona feda edilmezler.

İslâmiyeti anlamanın iki yolu vardır:1) Kendisinden önceki ile sonraki durumun mukayesesi.

2)İnsanların geleceklerine dair kazandırdıkları. hayata getirdikleri.

Bununla beraber elbette ki hayattan götürdüklerinin ve kendisini de her vesile ile götürmeye çalışacağı ve bunun entrikalarının kurulacağı da bir vakıadır. Menfilik de hesabı olanların müsbetin gelmesiyle kaybettiklerini kazanmak,hesaplarını koruma amaçlarını gerçekleştirmeye çalışılacaktır. Bu, hayatın bir gerçeğidir.

İslâmiyetin amacı şerde kaybedenlere hayırda kazandırmaktır. İnsanların manen müflis olması,problemin artmasına sebeb olmaktadır. Alt yapının olmaması,üst yapının yapılmasını geciktirmekte ve engel olmaktadır. Çünki altta ve altında kalmaktadırlar.

Her ne vesile ile olursa olsun,hayattan tecrid edilmeye çalışılan İslâmiyetin toplayıcı,bütünleyici çerçevesinde yer alınmasıyla bütünlük korunacak ve sağlanacaktır.

İslâmiyet “ Ve lâ teziru vâziretün vizre uhrâ”[1] sırrıyla,bir kişinin hatasıyla bir başkasının,yakınının günahkâr olamıyacağı gerçeği,bir kişinin hayatının dahi ne derece kutsal olduğunu ifade eder.

Nitekim bir gemide dokuz masum bir caninin bulunması durumunda o gemi hiçbir suretle batırılamıyacağı gibi,,dokuz cani bir masum dahi olsa ,o bir kişinin rızası olmadıkça adalet gereği o gemi batırılamaz.

Evet,hak haktır. Küçüğüne,büyüğüne bakılmaz. Kimin için olursa olsun. Ve her insan suçu sabit olmadıkça masumdur.

Gerçekler göz ardı edilip görülmezse kronikleşme başlar. Memleketimizin de bazı gerçekleri vardır. Görülmeli ve çaresi de aranmalıdır.

Devlet millet için vardır. devlet bir çarı,bir şemsiyedir. Altındakileri korumak ve kollamakla yükümlüdür.

Halk iç içe,birbirine yakın olduğundan pek önemli anlaşmazlıkları söz konusu olmuyor. Olsa da oturarak meseleyi fikir teatisinde bulunarak çözüm yoluna gidiyorlar.

Devlet denilen bu müessesenin de halkına yakın ve açık olmasıyla gerginlik yerini yumuşaklığa bırakacaktır. Vatandaşına suçlu gözüyle değil,suçsuz gözüyle bakmalıdır. Zira imkânat ayrıdır,vukuat ayrıdır. Her kes suç işleyebilir düşüncesiyle insanlar cezalandırılamazlar. Hukuk;yorumlara göre,yapabilirlere göre uygulama içerisine giremez

Toplumda gereği olmadan mürteci,irtica,aşırı dinci gibi ifadelerle insanları manen rencide etmek yarayı kapatmaz,belki kapanmaz hale getirir. bir öğretmen arkadaşın dediği gibi; Ben aşırı dinciyim. Arkadaş aşırı fenci,falan aşırı. fizikçi,filan aşırı kimyacı,vs.. Elbette bu işin geriliği ve cıvıklığı olmaz.

Dinin literatüründe böyle ayırıcı kavramlar yerine ;müttaki,salih,sefih gibi kavramlar ile tesbit edilmektedir. şimdiki kavramlar ise;kutuplaşmalara yol açmaktadır.

İslâm ruhumuzdur. Kur’an aklımız. Hz. Muhammed (sam) rehberimizdir. Din,parçalarımızdan oluşan bir bütünümüzdür. Bunlar olmazsa,mahvoluruz. Ancak onlarla varız.

En önemli çözüm;tekli ve toklu çözümdür. toplumun bilinçlendirilmesi. Topluma seviye kazandırılmasıdır.

Meselelerin sokağa yitilerek değil de,sokaktan içeriye çekilerek fikir platformunda,ehlilerince konuşularak çözüme kavuşturulmalıdır.

Olur-olmaz her kesin konuşması,ya otoriter olanları susturur veya sesinin duyurulmaması gibi zor bir duruma itilir.

Yıllardır kadınları yuvalarından çıkarmak için çok uğraşıldı. Tenkid edildi. Cahil kalıyorlar,denildi. Şimdi ise yuvalarından uçurulan o insanların bir kısmı sefâhetin kucağına,az bir kısmı başarıya,bir kısmıda değerlerini muhafazaya çalışırken engel olundu. Bu sefer tekrar yuvalarına döndürülmeye çalışıldı. Tesettürlüsün,denildi. Erkeklerle iç-içe değilsin,gibi fıtratına zıt noktalara sevk edildi.

Bu insanlara,baştan,yuvalarından çıkmadan,çıkarılmadan,adeta mutlak serbestiyet olmadan önce ruhlarına ve hayatlarına uygun bir zemin hazırlanabilirdi. Onlara yazık edildi ve de edilmektedir.

İnsanlar sağlıklı sularla beslenmeyib,vanalar,kaynaklar kapatılırsa,her kes kendi başına su çıkartmaya çalışır ki,buda sağlıksız bir sonuca sebeb olur.

İnsanların dinlerini sağlıklı ve yeterli kaynaklardan öğrenmeleri sağlanmalı,yardımcı olunmalıdır.

Dişi ağrıyan dişçiye,hasta hastahaneye,gıda için markete,et için kasaba,her bir ihtiyaç için bir yere müracaat edilmektedir. Çünki yeri bellidir.

Ancak yüzde doksan dokuzu müslüman olan bu insanlar nereye gidecekler? İlahiyata mı? Kaç da kaçı? hepsini gönderebilir misiniz?

Müftülüğe mi? Oysa müftülük dini bilgilerin verilmesinden ziyade,resmi işlerin yürütüldüğü,isteyene fetvanın verildiği yerdir.

Okullarda verilen din dersleri mi? Ne kadar yeterli? Göstermelik!

Hasılı,bu insanlara yeterli dini bilgi sunulamamaktadır. İnsanlar öğrenmekte yetersiz kalmaktadırlar.

Aile bu konuda yeterli olmadığından,yeterli bilgiyi verememekte,baştan savıp,ölçü olamamaktadır.

Buda ölçüsüz ve yetersiz bir gelişmeyi ve büyük bir boşluğu doğurmaktadır.

Gerçek de İman ve İslâm herkes de vardır. Sadece küfür ve gafletle üzeri örtülmektedir. Veya gizlenib saklanarak faaliyet alanı daralmakta ve daraltılmaktadır.

İman edenin ve intibaha gelenin durumu;onun açığa çıkması,çıkarılması ve faaliyet sahasına girmiş olmasındandır.

12-06-99
MEHMET ÖZÇELİK

[1] En’am.164,İsra.15,Fatır.18,Zümer.7,Necm.38.




KUR ‘ AN IŞIĞINDA KÖRFEZ

KUR ‘ AN IŞIĞINDA KÖRFEZ

Her şey neticeleri itibariyle güzeldir. Kur’an-ın ifadesiyle:”Umulur ki hoş görmediğiniz bir şey sizin için hayır ve hoş gördüğünüz bir şey de sizin için şerdir.”[1]

Şu anda gerçekten Irak’ın durumu da hoş görülmeyecek bir haldedir. Zira mazlumlar,ihtiyarlar,kadınlar,çocuklar,hastalar ve bütün bunların durumu üzücü ve merhamete değer bir durumdur.

Ancak Allah’ın merhameti şüphesiz ki bütün mahlukatın merhametinden daha faik,üstün ve geniştir. O’nun rahmetinin buna müsaadesi de rahmetin ta kendisidir.

Nitekim I. Dünya savaşında ölen müslümanlar namaz kılmadıkları,oruç tutmadıkları,zekât ve hac ibadetlerini yapmamalarına karşı bir keffâretüz zünub olarak günahlarından temizlenerek,şehadet mertebesini kazandılar. Mertebelerin en üstünü olan bu mertebeye ulaşmak için senelerini verselerdi ulaşamayacaklardı.

Irak senelerdir Baas partisinin katı kominist sistemini ve Arap devletleri arasında Arap milliyetçiliği uygulamasıyla ve buna karşı hak da en küçük bir hizmet belirtisinin olmayışı,bir tepkinin gösterilmemesi ,şu anda kendilerine yapılan zulme,kadere fetva verdirmektedirler. Bununla mazlum büyük mükafatını alırken,zalimde cezasını görmüş olmaktadır.

Hadis-i Kudsi de:”Zalim Allah’ın kılıncıdır. Onunla intikam alır,sonra dönülür ondan intikam alınır.” Burada görüldüğü gibi cephede ön safta işi başlatan iki zalim bulunmakla,şairin bize şu sözünü hatırlatmakta:”Aferin çarhaki çattırdı kuduzu kuduza.”

Cenâb-ı Hak kuduzu kuduza çattırmakla,birbirlerine musallat kıldı. Mazlumu da rahmetine alıp,mükafatlandırmış oldu.

Umumi efkarca da bilindiği gibi;Irak müttefik güçlerle savaşmış olmasaydı,yüzünü bize dönüp,su meselesini mesele yapıp kavga çıkaracaktı.

Bu durumlar da bize Peygamberimizin gayb aşina gözüyle gelecekten haber verdiği şu gerçekleri düşündürüyor.:

“Fırat’ın altından hazinenin çıkıp,savaşın olması.”,diğer hadiste;”Hazineyle beraber hasfı (yere batması) yakındır.”buyuruluyor.[2]

“İki büyük cemaat davaları bir olduğu halde çarpışmadıkça (ki aralarında bir çok katiller olur.) kıyamet kopmaz. Hatta bir çok otuza yakın Deccal ve Kezzablar (yalancı ve inkarcılar) çıkar ve kendilerinin rasulullah olduğunu zanneder.”[3]

“Türklerle savaşılmadıkça kıyamet kopmaz.”[4]

“Müslümanlar yahudilerle savaşmadıkça kıyamet kopmaz. Öyle ki taş ve ağaç der:Ey Müslim gel,arkamda yahudi var,öldür. Ğarkad ağacı hariç,o yahudi ağacıdır.”[5]

Umum asırlara ışık tutan Kur’an-ı Kerim2in asrımıza ılık tutmaması,asrımızın meselelerinden bahsetmemesi mümkün değildir. İşte bunlardan birinde;

Kur’an-daki Hurûfu Mukattaa (Kesik harfler) umumi bir şifredir ki;hakiki manasını Ancak Allah bilir. Cenâb-ı Hak onlarla gaybi olan işaretleri vererek,onun anahtarını da o has kulu Muhammed Aleyhisselama ve onun varisleri olan alimlerin ellerine vermiştir. her asrın ayrı ayrı bütün özelliklerini de içine almaktadır. Veli ve tahkik ehli olanlar seyri süluklarında (manevi seyahatlarında) bir çok gaybi sırları o kesik harflerde bulmuşlardır.

Evet,nasıl ki Kur’an-ın hükümleri uzun bir surede,uzun bir sure kısa bir surede, kısa bir sure bir ayette,bir ayet bir cümlede,bir cümle bir kelimede,o kelime de;”Elif-lam-mim”gibi hurufu mukattaa da görülür.

Şifre vâri hurufu mukattaanın zikri,Hz. Muhammed’in (SAM) fevkalade bir zekaya malik olduğunun bir işaretidir ki;Muhammed Aleyhisselatu Vesselam remizleri,imaları ve en gizli şeyleri sarih gibi anlar,telakki eder.

Mesela;Peygamber Efendimiz:”Elif-Lam-Mim”-i okuyunca yahudiler:Ya Muhammed! Ümmetinin ömrü kısadır.”deyince,Peygamberimiz;”Daha var”(Yani bundan başka 13 surede daha hurûfu mukattaanın olduğunu) söylemiştir.

-“Ha-Mim”bir harfdir ki;zelili aziz,azizi zelil eder. Ve bir mülktür ki(Mim);bir kavimden bir kavme geçmeyi ifade eder.[6]

Bir rivayette Peygamberimiz:”Elif Allah,Lam Cebrail,Mim-in de Muhammed olduğunu ifade etmiştir.

Aşık oldum bir Mim-e.

İnciler dizilmiş Cim-e.

Cim öyle bir Cim-ki,

Elif-den Gaf getirir Mim-e.

(Elif Allah,Cim Cebrail,Gaf Kur’an-dır)

Bunlardan hareketle;Tasavvufi bir eser olup,Farsça ibarelerinde bulunduğu,dört asır önce yaşamış olan (H.D.1006) İsmail Hakkı Bursevi’nin “Ruh-ul Beyan”adlı tefsirinde,Şura suresinde:Ha-Mim-Ayin-Sin-Gaf- harfleri açıklanırken açıkça bunların Bağdad şehrine[7] işaret ettiği ifade edilmektedir.

“Hurûf-u Mukattaa”hakkında gramer bazı açıklamalar yapıldıktan sonra şöyle anlatılır:Taberi-nin rivayeti üzere;bir adam İbni Abbas-ın yanına geldi ve yanında Huzeyfetül Yemani-de vardı. Ha-mim-ayin-sin-gaf- hakkında sordu. İbni Abbas başını önüne eğdi,sustu. Ve ondan yüzünü çevirdi. Öyle ki adam bunu üç kere tekrarladı.Huzeyfe İbni Abbasa dedi:Onu ben sana haber vereyim. Haber vermemekte ve bu soruda bir kerih görmüyorum.”Bu ehli beytten bir adam hakkında nazil olmuştur. Ona Abdullah denir. Şarkta bulunan bir nehre varır. Ve orada arasını nehrin ayırdığı iki şehir kurar. Allah ise onun mülkünün zevalini,ülke ve kuvvetlerinin tükenmesini irade etmiştir. Onlardan (şehirlerden) birisinin üzerine gece ateş iner ve simsiyah kesilir. Sanki orası yokmuş gibi,yanar. Sahibi (idarecisi) ise;salimen (sağ olarak) ve taaccüble sabahlar ve”O gün bembeyazdı,nasıl batmış?”der.

Öyle ki;o iki şehir ehline karşı bütün Cebbar ve Anid (zorba ve inatçı) ler birleşirler. Sonra Allah onu ve onların hepsini gecelerde batırır ve zelil ve horlanmış kılar. İşte bu Allah’ın sözü “Ha-mim-ayin-sin-gaf- dır. Yani bu Allah’ın hukuklarından bir hukuk ve –Ha-mim-in fitnesi (imtihanı)dir. Yani Allah tarafından bir hüküm,kader ve adalettir ki;bu iki şehirde,ilerde gerçekleşecektir.

Bu tefsirin benzeri Cerir İbni Abdillahil Beceli-den rivayet edilmiştir:Duydum ki Rasulullah diyor:Dahle (Hurması çok bir karye,köy), Düceyl (Bağdad-daki Dicle nehrinin bir şubesi,küçük dicle), Katrabil (Bu iki yerdir ki;onlardan biri kendisine,birbirine girmiş sık ağaçların nisbet edildiği Irak’dır.) , Sarrat (Irak’da bir nehirdir.),bunlar arasında iki şehir kurulur. Orada arzın Cebbarları (Dünyanın zalim ve zorbaları) birikir,toplanır,hazineleri toplar. (Bir rivayete ehliyle beraber) batar. Ve onlar yerde sür’atle giden demir aletlere sahiptirler.

Dahhak dedi:azabın hükmü ilerde gerçekleşecektir. İsterdim ki bu azab Bedir gününde geçmiş olsun.

Sa’lebi ve Kuşeyri zikretti ki;bu ayet inince Nebi Aleyhisselamın yüzünde üzüntü ve bitkinlik eseri görüldü. Denildi ki;Ya Rasulallah,seni üzen nedir? Dedi:Bana,ümmetime inen belalar haber verildi. Bunlar:Hasf (yere batma),Mesh (bir şeyin suretini çirkin ve kötü hale çevirmek), İnsanları toplayıp,sevk eden ateş,insanları denize atan bir rüzgar. Bunlar İsa’nın inişi ve Deccalın çıkışı ile birbirine bağlı,peş peşe gelen ayet ve alametlerdir.

Hz. Ali’den rivayet edilir ki:O surelerin başlarındaki bu harflerden Harp ve Fitneler hakkında yararlanıyordu.

Şehr bin Huşeb dedi:Ha-mim-ayin-sin-gaf- bir harbdir ki;onda aziz zelil,zelil de aziz kılınır. Bu deccalın inişine bağlı olarak Kureyşden Arab’a,Arab’dan Aceme kadar varır.

Fakir’de(İ.H.Bursevi) der ki:Deccalın çıkışıyla bağlantılı bir fitne olup,bazısı geçmiş olup,bazısı da (Hicri) bin-den sonra iki yüz arasında gerçekleşir.

Ata:Ha-mim-ayin-sin-gaf- hakkında;bu insanlar arasında çabuk yayılan ölüm,mülkü bir kavimden bir kavme nakletmek ve her şeyin iç yüzünün Allah’ın elinde ve O’nun kudretinde olduğu manalarına geldiğini söyler.[8]

Elbette Allah en doğru olanını bilir.

Bediüzzaman Said Nursi’ye İkinci Dünya savaşı münasebetiyle merak edip bakmamasının sebebini sorduklarında cevaben : (sanki halimizi Irak savaşında,nasıl bir tutum içerisinde bulunmamız gerektiğini,meselelerin neye bina edildiğini ifade etmesi yönünden zamanımıza ışık tutmaktadır.) ”İnsan çok zalimdir.”[9] ayetine en a’zam (büyük) bir tarzda şimdiki boğuşan insanlar mazhar olmalarından,onlara değil taraftar olmak veya merakla o cereyanları takib etmek (gazetelerle) ve onların yalan,aldatıcı propağandalarını dinlemek (Radyoyla ve sadece SNN televizyonunun haberleriyle) ve müteessirane mücadelelerini seyretmek (televizyonla),belki o acib zulümlere bakmak da (üzüntüyle bir tarafa meyledeceğinden)Caiz değil. Çünkü zulme rıza zulümdür. Taraftar olan zalim olur.(Hangi tarafa taraftar olursa olsun) Meyletse:”Zalimlere meyletmeyiniz.” Ateş (cehennem) sizi yakalar.”[10] ayetine mazhar olur.

Evet,hak ve hakikat ve din ve adalet hesabına olmadığı ve belki inad ve asabiyeti milliye (müttefiklerin ve Irak’ın Arab milliyetçiliği gibi) ve menfaatı cinsiye ve nefsin enaniyetine dayanan (artık işi gurur meselesi yapıp,binlerce masumun kanının heder olması gibi..),dünyada emsali vuku bulmayan gaddarâne bir zulüm hesabına olduğuna kafi bir delil şudur ki:Bin masum çoluk-çocuk,ihtiyar,hasta bulunan bir yerde,bir iki düşman askeri bulunmak bahanesiyle,bombalarla onları mahvetmek ve tabakatı beşer cereyanları içinde,burjuvaların en dehşetli müstebitleri ve sosyalistlerin ve bolşeviklerin en müfritleri olan anarşistlerle ittifak etmek (Baas partisinin Rusyaya bağlı kalıp sosyalizmi uygulayarak,senelerdir şark,doğu tarafını teröristlere yaptığı desteklerle,anarşistlerle beraber çalkalaması) ve binler,milyonlar masumların kanlarını heder etmek ve bütün insanlara zarar olan bu harbi idame (Türkiye,Mısır gibi devletlere verdiği zarar) ve sulhü reddetmektir. (Sulh için bütün devletlerin peşi peşine devreye girdikleri halde Irak’ın bunu reddetmesi.)

İşte böyle hiçbir kanunu adalete ve insaniyete ve hiçbir düsturu hakikat ve hukuka muvafık gelmeyen boğuşmalardan (Irak’ın Kuveyte girişi hukuku çiğneme olduğu gibi,müttefiklerin saldırısı da hukuki olmamıştır.) Elbette alemi İslam teberri eder. (Bu hukuksuzluktan kaçınır.) Yardımcılıklarına tenezzül etmez. Çünkü onlarda öyle dehşetli bir fir’avunluk,bir hodgâmlık hükmediyor,değil Kur’an-a,İslâma yardım belki kendine tabi ve alet etmekle elini uzatır. Öyle zalimlerin kılınçlarına dayanmak,hakkaniyeti Kur’aniye elbette tenezzül etmez.

Ve milyonlarla masumların kanıyla yoğrulmuş bir kuvvet yerine,Hâlıkı kâinatın kudret ve rahmetine dayanmak,ehli Kur’ana farz ve vacibtir. Gerçi zendaka ve dinsizlik,o boğuşanların birisine dayanıp ehli diyaneti ezer. O zendekanın tazyikinden kurtulmak,onun aksi cereyanına taraftar olmak bir çaredir. Fakat şimdiye kadar o taraftarlık,bir menfaat vermeyerek çok zararları dokunmuş.

Hem zendeka nifak hasiyetiyle her tarafa döner. Senin dostunu kendine dost edip,sana düşman eder. Senin taraftarlık cihetiyle kazandığın günahlar faidesiz boynunda kalır. Risale-i Nur şakirdlerinin vazifeleri iman olduğundan,hayat meseleleri onları çok alakadar etmez ve baktırmaz. İşte bu hakikata binaen,değil on üç ay,belki on üç sene dahi bakmasam hakkım var. Sizler baktınız. Günahlardan başka ne kazandınız?Ben bakmadım,ne kaybettim?”[11]

Hem –nakli sahih ile-o zamanda vücudu olmayan Basra ve Bağdad_ın vücuda geleceklerini ve Bağdad’a dünya hazinelerinin gireceğini…

Ve Türkler ve Bahri Hazar (Hazar denizi) etrafındaki milletler ile Arablar muharebe edeceklerini ve sonra onlar çoklukla İslâmiyete girecekler;Arablara Arablar içinde hakim olacaklarını haber vermiş. Demiş ki:”İçinizde acemlerin çoğalması yakındır. Onlar mal ve ğanimetlerini yer ve boyunlarınızı vururlar.[12]

Abdulkadiri Geylaninin (D.1077) –Gaybın Dili- adlı menkıbe kitabında şu nakledilir:”Ey yer yüzündeki insanlar,Ey Ehli Irak,gelin benden öğrenin: Barış istemelisiniz,yoksa hiç bilmediğiniz yerlerden askerler getiririm.

Ey Gulam (oğul) Bin Senelik yere git,yine sözümü orada okuyacaksın.- O günlerde mutlak bir savaş ve işgalden Abdulkadiri Geylaninin himmetiyle kurtulduğu (ve kurtulacağı) ifade edilmektedir.[13]

13-3-1991

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Bakara.216.

[2] Ebu Davud. 4 / 493, Buhari. Fiten babı. 8 / 100.

[3] Buhar. 8 / 100,Müslim. c.3,Hadis No.2214.

[4] Tirmizi. 4 / 481,Ebu Davud. 4 / 486.

[5] Müslim.C.3,H.No.2238.

[6] Mecmuatün Minet-Tefasir.(Arapça) Hazin ve İbni Abbas tefsirinde. 5 / 396,Ruhul Beyan. (Arapça) 3 / 285-286.

[7] Ruh-ul Beyan.Age. 3 / 285-286.

[8] Age. 3 / 285-286.

[9] İbrahim. 34.

[10] Hud.113.

[11] Kastamonu Lahikası. sh.189.

[12] Bak. Mektubat. B. Said Nursi.sh.102.

[13] Age.Sh.326,Bak.Zaman Gazt.7-3-1991.




İ S L Â M C I L I K

İ S L Â M C I L I K

“Cılık” ekiyle adlandırılan İslâm ile,İslâmiyet değil,belli bir grup ve bir kısım müslüman tasvir edilmektedir.

Amaçda;Müslümanı islâm seviyesine çıkarmak değil,İslâmiyeti o müslümanın seviyesine indirerek,o aşağı seviyede göstermeye çalışmaktır.

İslâmiyetin önüne geçemiyen batı dünyası her vesile ile İslâmiyeti karalama yoluna gitmiştir.

Müslümanı terörist göstermeye çalışarak,İslâmiyetle özdeşleştirmeye çalışmıştır.

Müslümanı kol ve baş kesen,zorba bir insan göstermeye çalışarak bu özelliğini İslâmiyetten almış göstermektedir.

Müslümanların cehaleti,İslâmı Temsil rolünü üstlenememeleri,sefih bir hayat içerisine girmeleride onların bu menfi olarak göstermelerinde vitrin rolünü oynamaktadır. Vitrini kirli ve görünümsüz olan dükkana pek kimse talib olmaz. Herkes tahkik ehli değildir.

Bilhassa bu durum gayrı müslimlerin İslâmiyete girmelerini geciktirmekte önemli rol oynamaktadır. Birinci amaç müslümanı ve İslâmiyeti kötülemek görülse bile,gerçek amaç kendi mensublarını korumak,müslüman olmalarını engellemektir.

Nitekim İslâma karşı hedefler içerisinde;

1)Aleyhinde yapılan menfi propağandalar ile onu dejenere etmek.

2)İslâmı ve müslümanları kontrol altında tutarak,zayıflatma yoluna gitmek. Bunuda İslâm memleketlerinde uygulanan baskıcı,yaşamayı engelleyen uygulamalar ile önünü tıkamak. Aşırı dinci ifadeleriyle belli bir noktada tutmaya çalışarak,kontrol edilebilirliğini sağlamaya çalışmak.

3)Ellerinden bulunan zenginlik kaynaklarından faydalanmalarını engelleyip,ezilmelerini sağlamak. Tüm dünyada bulunan fakir müslümanları göstererek,İslâmı fakirlikle eş değerde göstermeye çalışmak. Bir zamanlar müslümanlar okumamış ve fakir olarak gösterilirken;daha sonra bu durumların aşılması üzerine ya görevlerine son verilmeye veya o noktaya gelmesine mani olunmuştur. Bir yandanda yeşil sermaye sözleriyle büyümeleri engellenmiştir.

4)İmha etmek plânlarını uygulamış ve girişimlerde bulunmuşlardır. Bosna-Hersek,Cezayir,Filistin,Keşmir,Tunus,Çeçenya,Endonezya,Tayland,Filipinler,Burma,Sudan gibi İslâm devletlerinde imha hareketlerine girişilmiş,müdahale edilmemiştir.

Girişenler ise;Sırp,Hindu,Rus,İngiliz,A.B.D,Fransız,İsrail gibi ülkeler…[1]

Çünki bunlar bazı ortak noktalarda birleşmekte idiler. Mesela:”İsraillilerin siyon yıldızı,Hindular tarafından kutsal sayılıyordu. Bu ayrıntı,aralarındaki bağı dahada güçlendirmekteydi. -Araştırmada- Yahudi lobisiyle Hindular,özelliklede Keşmirdeki müslüman katliamının baş sorumlusu olan Radikam Hindu örgütleri arasında tam bir –ittifak- oluşturulduğu belirtiliyordu.[2]

Kudüs İbrani üniversitesinden Israel Shahak:”İsrail,İslâmi düşmana karşı girişilecek olan savaşta batının öncülüğünü yapmak hedefindedir.”[3] sözüyle bunu teyid etmektedir.

Bu amaçla Lıoyd George 1917 yılındaki konuşmasında:”Sırplar her zaman Avrupa medeniyetini doğudan (İslâm dünyasından) gelen saldırılara karşı korumak için ellerinden geleni yapmışlardır.” Ve bunuda bu –Kapının Bekçileri- kabul etmişlerdir,kendilerince İslâmi bir tehdide karşı…[4]

İslâmcılık;göz yummacılık,köşe kapmacılık gibi bir oyun değildir. Bu ifadeylede basite indirilmeye çalışılmaktadır.

İslâmiyet;selm ve selâmet,emniyet ve huzur dini olup,beşeriyetin aklı,kalbi ve ruhudur.

İslâmiyet cüz-ü değil,küllü ve umumu aydınlatan bir güneştir.

Bediüzzamanın ifadesiyle:” Eğer biz İslâmiyeti ef’alimizle yaşamış olsaydık,sair dinlerin mensubları fevc fevc İslâmiyete gireceklerdi.”

Eğer bu gün islâmiyete girilmemekle kalmayıp,her türlü karalama yoluna gidiliyorsa,bu müslümanların Temsil ve Tebliğ rolünü üstlenememelerinden kaynaklanmaktadır.

İslâm dünyasıyla beraber batı dünyası bu eksikliğini ve günahını anlayacak,islâmiyete tarziye vererek günahlarına keffâret olmak üzere islâmiyete sahib çıkacaktır.

Buda hadisin işaret ettiği:”Bedeel islâmu ğariben feseyeûdü ğariben”-İslâmiyet ğarib,acib,harika ve eşsiz olarak doğdu ve öylede (ahirzamanda) geri dönecektir.-

İlk zamandaki harikalık,insanlığın son deminde tüm imkânlarıyla beraber şahlanacaktır.

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Bak.Makaleler.3-H.Yahya.sh.45-46.

[2] Age.35.

[3] Age.143.

[4] Bak.age.9.




İNCE PERDE

İNCE PERDE

Kâinatta her şey çift yaratılmıştır. zıtlıklarda çifttir. Bütün bunların arasında ise,ince bir perde,ince bir hat ve bir sınır vardır. İnce bir çizgi…

Görülen şu alem ile misal alemi arasında,dünya ile ahiret alemleri arasında ince,tenteneli bir perde vardır. Dikkat ile,sahib olunan manevi derece ile,ilmin tetkiki ile bu durumlar görünmekte ve bilinmektedir.

İman ile küfür arasında,helal ile haram arasında,meşru ile gayr-ı meşru arasında,örtünme emrine itaat ile örtünmeme arasında bir perdelik ara vardır.

Çocuğun doğuşu hep aynıdır. ancak bu meşru ile gayr-ı meşru doğuşlara göre ad alır. Şekil aynı,adı değişik olur.

Yemeler,içmeler hep aynıdır. ancak helal yoldan alınan durum ile,haram arasındaki o hattı muhafaza etmekle kıymetlenir veya kıymetsizleşir.

Saymakla bitiremeyeceğimiz her şey arasındaki taksimat,tasnifat,tavsifat;işte o ince hat ve perdeyi açmak ve korumakla bağlantılıdır. Tıpkı gözün perdesini açmak ve kapamak gibi. Aradaki yol ve mesafe gayet kısadır. Geçiş perdenin kalkmasıyla olur.

Bir yandan devletlerin sınırları gibidir. Kendi sınır hattında istediği gibi hareket edebilirken,sınırı aşmasıyla,mayınlı tarlaya geçişiyle bu dünyadan göçüşü arasındaki perde de tıpkı tül perde gibidir.

Osmanlıca da –olma- ile – ölmenin yazılışı aynıdır. farklılık okunuştadır. Okuyana ve okumaya göre değişir. Hayat ile ölüm arasındaki sınırda bu derece kısadır. her şey arasında da bu derece çok ince bir mana vardır. Zaten mana da bir perdedir.

Sebepler alemi olan bu dünyada perdelere riayet edilmesi gerekir. Ahirette ise bu perdeler kalkacak,her şey zahir olarak perdesiz görülecektir. Allahın rü’yeti de perdesiz olacaktır.

Dünya ile ahiret arasında ki fark da budur. Perdeli dünyadan perdesiz aleme geçiş olacaktır..perdelerin kalkması ve kaldırılması ile…

Bakara suresinin ilk beş ayetinde mü’minlerin vasıfları belirtilirken; ‘Onlar ğayba inanırlar.” yani perdenin arkasındakilere görmeden inanırlar. Ahirette ise bu perdeler kalkıp,gaybilikden çıkarak şuhudi ve görünür bir hal alacaktır.

Perde kalkınca Allah,melek,kitap,peygamber,ahiret,kader,kaza,cennet, cehennem, haşir,mizan,sırar,hepsi perdeli olan inanmanın ötesinde,perdesiz olarak görülecek ve anlaşılacaktır.

Bu perelere riayet edilmedikçe;insan ile hayvan,bitki ve cansızlar arasındaki perdeler de muhafaza edilmemiş,aşağıya doğru düşüşte başlamış olacaktır.

İnanma,helal,ibadetler bu perdeyi korumakta,her şeye bir ölçü getirmektedir.

Ölçüler perdelerle tayin edilmektedir.

31-01-99

MEHMET ÖZÇELİK




N O K T A

N O K T A

“ÜÇÜNCÜ REMİZ: Ey insan. Fatırı hakimin senin mahiyetine koyduğu en garib bir halet şudur ki,bazen dünyaya yerleşemiyorsun. Zindanda boğazı sıkılmış adam gibi “of of “ deyib dünyadan daha geniş bir yer istediğin halde,bir zerrecik,bir iş,bir hatıra,bir dakika içine girip yerleşiyorsun. Koca dünyaya yerleşemeyen kalb ve fikrin o ZERRECİK de yerleşir. En şiddetli hissiyatınla o dakikacık,o hatıracık da dolaşıyorsun.

Hem senin mahiyetine öyle manevi cihazat ve latifeler vermiş ki,bazıları dünyayı yutsa tok olmaz,bazıları bir zerreyi kendilerinde yerleştiremiyor. Baş bir batman taşı kaldırdığı halde,göz bir saçı kaldıramadığı gibi,o latife bir saç kadar bir sıkleti,yani,gaflet ve dalaletten gelen küçük bir halete dayanamıyor. Hatta bazen söner ve ölür.

Madem öyledir,hazer et,dikkatle bas,batmaktan kork. Bir lokma,bir kelime,bir dane,bir lem’a,bir işarette,bir öpmekte batma. Dünyayı yutan,büyük letafetlerini onda batırma.Çünkü çok küçük şeyler var,çok büyükleri bir cihette yutar. Nasıl küçük bir cam parçasında gök,yıldızlarıyla beraber içine girip gark oluyor. Hardal gibi küçük kuvve-i hafızanda senin sahife-i a’malin ekseri ve sahaif-i ömrün ağlebi içine girdiği gibi,çok cüz-i küçük şeyler var,öyle büyük eşyayı bir cihette yutar,istiab eder.”[1]

-Noktadan kainata her şey bilim tarafından yutulur. Nokta da sünger gibi bilimi yutar.

Noktadan çıkan her şey tekrar noktaya rücu’ eder.

Nokta gibi bir damla suyu yutan okyanus,neticede bir nokta gibi bir damla su tarafından yutulur.

Dört büyük nehre her gün bir damla su damlar. O nehirler bitmeden,tükenmeden okyanusları oluşturur.

Hz. Ali:”Ben (Arapçadaki) Be harfinin noktasıyım”der.

Tüm Kur’an Besmelede,Besmele Be harfinde,Be harfi de Be-nin noktasında mündemiçtir,gizlidir.

Çekirdek bir noktadır. Koca ağaç ve nesiller boyu ağaçlar o bir çekirdekten çıkmıştır.

Atom da bir noktadır. Kainat atom noktalarından oluşmuş büyük bir noktadır.

Atomdan küçük,bölünmez bir madde olan ESİR maddesi de bir noktadır. Ancak her şeyin temelinde o vardır.

İnsan nokta gibi bir damla sudur. İnsan vücudu noktalardan oluşmuş bir nokta kütlesidir.

Cümle, noktaların bileşiminden oluşur. Nokta ile noktalanır. Kainat da ir cümledir. Kıyamet ise onun noktası…

Kütüphaneleri içine alan ve yutan hafıza bir nokta gibi olup,ciltlerle bilgiyi,bilgisayar gibi içine alan dev bir noktadır.

Levh-i mahfuz da kainatın bir hafızasıdır. O da noktaları noktalar.

Şehirleri yutan ateş,nokta gibi bir kıvılcımın parlamasıyla başlar ve hepsini yutup ve bitirerek bir nokta içinde noktalanır.

Uzayda bulunan kara delik,kara lekeler ve kara noktalar kendilerinden kat kat büyük olan dev küreleri yutarlar. Tıpkı develerin iğne deliğinden geçmesi,yılanların filleri yutmasından daha büyük bir özelliğe sahiptirler.

Bir nokta gibi olan göz penceresi alemleri seyreder,içine alır.

Neticede;bir noktadan yola çıkıp,teşekkül eden alem,sonuç da bir nokta da noktalanacak,tekrar o noktadan açılıp oluşacaktır. Tıpkı nokta gibi bir damla sudan olan insanın,bütün vücudu çürürken acb-uz zeneb denilen kuyruk sokumu bir nokta gibi kalıp çürümeyip,tekrar ondan teşekkül edeceği gibi…

Ezeli olmayan ebedi olamaz. Belli bir noktadan başlayan netice de belli bir noktada biter. Başlangıç neticeden,netice de başlangıçtan haber verir.

“Ve keza,hardaleden daha küçük kuvve-i hafızasında öyle bir latife-i müdrike bırakılmıştır ki,o hardalenin tazammun ettiği geniş alemde o latife daimi seyir ve cevelan etmekte ise de,sahiline vasıl olamaz. Maahaza,bazen bu büyük alem o latifeye o kadar darlaşır ki,alem o latifenin karnında bir zerre gibi olur ve o latifeyi,bütün seyahat meydanlarıyla,mütalaa ettiği kitaplarıyla o hardale dahi yutar,yerinde oturur,karnı da ağrımaz.

İşte,insanın mütefavit mertebeleri bu sırdan anlaşılır.

Evet,bazı insanlar zerrede boğulurlar,bazısında da dünya boğulur.Bazılarda kendisine verilen anahtarlardan birisiyle kesretin en geniş bir alemini açar,fakat içinde boğulur,sahil-i vahdet ve tevhide zorla vasıl olur. Demek insanın seyri ruhanisinde çok tabakalar vardır. Bir tabakada,insanlara huzuru Tevhid,pek suhuletle nasib ve müyesser olur. Bir tabakasında –gaflet ve evham öyle istila eder ki- kesret içinde gark olmakla,tam manasıyla tevhidi unutmuş olur. Sükutu suud,tedenniyi terakki,cehl-i mürekkebi yakin,uykunun son perdesini intibah zan ve tevehhüm eden bir kısım medeniler,ikinci tabakadaki insanlardandır. Onlar,hakaik-i imaniyeyi derk etmekte,bedevilerin bedevileridir.”[2]

Nokta vahdet ve tevhidi ifade eder,temsil eder. Eşyalar ise kesret ve çoğunluğu,ondaki yoğunluk ve boğulmayı ifade eder.

“Mahiyeti beşerde pek ince bir ip,insanın vücudunda şuurlu bir kıl,şahsın kitabında bir elif kıymetinde ve miktarında olan enenin iki vechi vardır. Biri,hayra bakar. Bu vecihle yalnız kabili feyizdir,fail değildir. Diğer vechi ,ise,şerre bakar. Bu vecihle kendisini fail bilir.”[3]

“Eğer,vaktiyle o enenin şiddetli bir terbiyeyle başı kırılmaz ise,büyür,insanın vücudunu yutar.”[4]

Bir nokta gibi olan ene yani benlik bir yandan kainatı yutarken,diğer yandan da marifetullah olan Allah’ı bilmek,kendinde yerleştirmek için,ebede doğru uzanır ve büyür…

9-3-1996

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Mesnevi-i Nuriye.B.Said Nursi.177.

[2] Mesnevi-i Nuriye. B. Said Nursi. 178.

[3] Age.167.

[4] Age. 168.




KEŞKE VE TEMENNİLER

KEŞKE VE TEMENNİLER

LEV-VE LEV- FE LEV OLANLAR :

BAKARA:”165. Ve insanlardan öyleleri vardır ki Allah’tan başkalarını Allah’a denk tanrılar ederler. Onları Allah’ı sever gibi severler. Mü’minlerin ise All!h Teâlâ’ya muhabbetler! daha ziyadedir. Eğer zulm edenler azabı görecekleri zaman bütün kuvvetin Allah’a muhsus olduğunu ve hakikaten Allah’ın azabının şiddetli bulunduğunu görüp anlasalar -ne kadar nadim ve pişman olacak-lardır-.”

”167.”Ve o uyanlar diyeceklerdir ki: Eğer bizim için bir kere -dünyaya- dönüş olsa biz de onlardan uzaklaşırız, onlar bizden uzaklaştıkları gibi. İşte Allah Teâlâ onlar amellerini üzerlerine pişmanlıklar halinde gösterecektir. Ve onlar ateşten çıkacak kimseler de değildir.”

”220.”Dünya ve âhiret hakkında. Ve sana yetimlerden soruyorlar. De ki: Onlar için ıslâhta bulunmak hayırlıdır. Onlar ile beraber bulunursanız onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah Teâlâ ise bozan ile ıslâh edeni bilir. Ve Allah Teâlâ dilese idi sizleri elbette meşakkate uğratırdı. şüphe yok ki Allah Teâlâ azizdîr, hakîmdir.”

”221.” Müşrikleri imân edinceye kadar nikâh etmeyiniz. Elbette mü’min olan bir câriye, bir müşrik kadından hayırlıdır. İsterse müşrik kadın sizin hoşunuza gitsin. Ve müşrik erkeklere de imân etmedikçe -müslüman kadınları- nikâh ettirmeyiniz. Elbette bir mü’min köle, bir müşrikten hayırlıdır. İsterse o müşrik hoşunuza gidecek olsun. Onlar -o müşrik erkek ve kadınlar, insanı- ateşe dâvet ederler. Allah Teâlâ ise kendi izniyle cennete ve mağfirete dâvet buyurur. Ve insanlara âyetlerini açıkça bildirir, ta ki öğüt alsınlar.”

”253. “O resuller yok mu, biz onların bazılarını bazıları üzerine faziletli kıldık. Onlardan kimi vardır ki. Allah Teâlâ onunla konuşmuştur. Bazılarına da yüksek dereceler vermiştir. Meryem’in oğlu İsa’ya da açık deliller verdik ve onu ruhulkuds ile destekledik. Eğer Allah Teâlâ dileseydi onlardan sonrakiler, kendilerine o açık deliller geldikten sonra birbirini öldürüp durmazlardı. Fakat ihtilâfa düştüler, artık onlardan kimi imân etti ve onlardan kimi de kâfir oldu ve eğer Allah Teâlâ dilemiş olsaydı birbirlerini öldürmezlerdi ve lâkin Hak Tealâ neyi irade ederse onu yapar.”

-ÂL-İ İMRAN”30.” O günü ki, herkes hayırdan her ne yapmış ise onu hazırlanmış olarak bulacaktır. Kötülükten de ne yapmış ise onunla kendi arasında uzak bir mesafe bulunmasını temenni edecektir. Ve Allah Teâlâ sizi yüce zatından sakındırır. Ve Allah -azimuşsan- kullarını çok esirgeyicidir.”

”91. Şüphesiz o kimseler ki, kâfir oldular ve kâfirler oldukları halde öldüler, artık onların hiç birinden yer yüzü dolusu altın feda edecek olsa elbette kabul edilmeyecektir. İşte onlar için elîm bir azap vardır. Ve onlar için yardımcılardan bir kimse yoktur…”

”110. Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz, iyiliği emredersiniz, kötülükte men eylersiniz ve Allah Teâlâ’ya imân ediyorsunuz. Eğer ehlikitap da imân etselerdi elbette kendileri için hayırlı olurdu. Onlardan mü’min olanlar vardır, en çoğu ise fâsık kimselerdir.”

”154. Sonra o gamın ardından üzerinize bir emniyet, hafif bir uyku indirdi ki, sizden bir gurubu örtüp kaplayıverdi. Sizden bir gurubu da nefisleri kayguya düşürmüştür Allah Teâlâ’ya karşı cahiliye zannî gibi hakka muhalif bir zanda bulunuyorlardı. Diyorlardı ki: Bize bu emirden bir şey var mıdır?. De ki: Şüphesiz emrin hepsi de Allah’ındır. Onlar sana açıklamıyacakları şeyleri kendi nefislerinde gizleyiverirler. Derler ki: Eğer bizim için bu emirden bir şey olsaydı burada öldürülmezdik. De ki: Eğer sizler evlerinizde olsaydınız, üzerlerine öldürülmeleri yazılmış olanlar yine çıkar, ölüp yatacakları yerlere kadar muhakkak giderlerdi. Ve Allah Teâlâ göğüslerinizin içinde olanı meydana koymak ve kalblerinizde olanı temizlemek için -bu hadiseyi vücude getirirdi-. Ve Allah Teâlâ göğüslerde bulunanları hakkiyle bilendir.”

”156. Ey imân edenler!. Kâfir olanlar ve kardeşleri için sefere çıktıkları veya gaziler oldukları zaman, “eğer onlar bizim yanımızda olsalar idi ne ölürlerdi ve ne de öldürülmezlerdi” diyenler gibi olmayınız. Allah Teâlâ onu kalblerinde bir hasret kılmak için yapmıştır. Halbuki Allah Teâlâ yaşatır, öldürür ve Allah Teâlâ yaptığınız şeyleri hakkiyle görücüdür.”

”159. İmdi Allah Teâlâ’dan bir rahmet sebebiyledir ki, onlara yumuşak davrandın, ve eğer sen çirkin huylu, katı yürekli olsaydın, elbette etrafından dağılırlardı. Artık onları affet, onlar için af talebinde bulun, ve onlar ile emr hususunda müşavere yap. Sonra azmettiğin zaman da Allah Teâlâ’ya tevekkül et. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ tevekkül edenleri sever.”

”167. Ve münafık olanları açığa çıkarmak içindi. Ve onlara: Geliniz Allah yolunda savaşınız veya müdafaada bulununuz denildi. Dediler ki: Biz savaşmayı bilseydik elbette size uyardık.. Onlar o gün imândan ziyade küfre yakın bulunmuşlardı. Onlar kalblerinde olmayan şeyi dilleriyle söylerler. Ve Allah Teâlâ onların ne sakladıklarını tamamen bilicidir.”

”168. Onlar ki, kedileri oturdukları halde kardeşleri için eğer bize itaat etseydiler öldürülmezler idi, dediler. De ki: Öyle ise kendi nefislerinizden ölümü def ediniz!. Eğer sâdık kimseler iseniz.”

-NİSA”42. Kâfir olanları ve Peygambere isyan etmiş bulunanlar o gün:Yerin dibine batırılmayı temenni ederler ve Allah’tan hiçbir haberi gizleyemezler.”

“46. O Yahudi olanlardan ki, kelimeleri yerlerinden değiştirirler ve dillerini eğerek ve dine dokunarak “işittik ve isyan ettik, işit, işitmez olası ve raina” derler. Ve eğer onlar işittik ve itaat ettik ve işit ve bizi gözet” deselerdi elbette onlar için hayırlı ve çok dürüst olurdu. Ve lâkin Allah Teâlâ onlara küfürleri sebebiyle lânet etmiştir. Artık pek az müstesnâ olmak üzere onlar îman etmezler.”

”64. Bîz hiçbir Peygamber göndermedik. Ancak Allah Teâlâ’nın iz-niyle itaat edilmesi için gönderdik. Ve eğer onlar nefislerine zul-mettikleri zaman sana gelseler de Allah Teâlâ’dan mağfiret iste-seydiler ve onlara Peygamber de istiğfarda bulunsaydı elbette Allah Teâlâ’yı tövbeleri çok kabul edici ve çok esirgeyici bulacaklardı.”

”66. Eğer onların üzerine nefislerinizi öldürünüz veya yurtlarınızdan çıkınız diye yazsaydık bunu onlardan birazı müstesnâ olmak üzere yapmazlardı. Ve eğer onlar kendisiyle öğüt verildikleri şeyi yapsa idiler elbette onlar için hayırlı ve devamlı olmak itibariyle daha sağlam olurdu.”

”82. Kur’an’ı düşünmezler mi? Ve eğer Allah Teâlâ’dan başkası ta-rafından olsa idi elbette birçok ihtilâf bulurlardı.”

”83. Ve onlara eminlikten veya korkudan bir haber geldiği zaman onu yayıverirler. Ve eğer onu Peygamber’e veya kendilerinden olan emir sahiplerine arzetseler elbette onlardan bunun hükmünü çıkaracak zatlar bunu bilirlerdi. Ve eğer Allah Teâlâ’nın lûtuf ve rahmeti üzerinize olmasa idi pek azınız müstesnâ, elbette şeytana uymuş olurdunuz.”

”90. O kimseler müstesnâ ki, onlar sizin aranızla kendi aralarında bir anlaşma bulunan bir kavme iltica etmiş veyahut sizinle savaşta bulunmaktan veya kendi kavimleriyle harb etmekten göğüsleri darlaşmış oldukları halde size gelmiş olurlar. Ve eğer Allah Teâlâ dilemiş olsa idi elbette onları size musallat ederdi ve sizi katlediverirlerdi. İmdi onlar sizden bir tarafa çekilirler de sizinle savaşta bulunmazlarsa ve barışı size bırakırlarsa artık Allah Teâlâ sizin için onların aleyhine bir yol vermemiştir.”

”102. Sen içlerinde olup da onlara namaz kıldıracağın zaman on-lardan bir grup seninle beraber namaza dursun, silahlarını da alıversinler. Bunlar secde edince arka tarafınızda bulunsunlar, ve namazı kılmamış olan diğer bir zümre de gelsin seninle beraber namazı kılsın ve ihtiyat tedbirlerini ve silahlarını da alıversinler. Kâfir olan kimseler arzu ederler ki, siz silâhlarınızdan ve eşyanızdan gafil bulunasınız da sizin üzerinize bir baskın ile baskında bulunuversinler. Ve eğer size yağmurdan bir eziyet var ise veya siz hasta bulunmuş iseniz silâhlarınızı bırakmanızdan dolayı üzerinize bir günah yoktur. Ve ihtiyat tedbirinizi alınız, şüphe yok ki Allah Teâlâ kâfirler için küçültücü olan bir azab hazırlamıştır.”

”129. Ve kadınlar arasında adalette bulunmanıza ne kadar istekli olsanız da asla muktedir olamazsınız, artık birine büsbütün meyl ile temayül edîp de ötekini asıklı gibi bırakmayınız. Ve eğer ıslah eder ve sakınırsanız şüphe yok ki Allah Teâlâ çok bağışlayan, pek esirgeyendir.”

”135. Ey imân edenler!. Adaletle hakkiyle kaim. Allah için şahit kimseler olunuz. İsterse kendi şahıslarınızın veya ana-babanızın veya en yakınlarınızın aleyhine olsun, ister zengin veya fakir bulunsun. Çünki Allah Teâlâ onlara daha yakındır. Artık haktan dönerek nefse tâbi olmayınız. Ve eğer dilinizi eğer bükerseniz veya yüz çevirirseniz şüphe yok ki Allah Teâlâ işlediğiniz şeyden hakkıyle haberdardır.”

-MAİDE”36. Şüphesiz o kimseler ki, kâfir oldular eğer yerde bulunanların hepsi ve onunla beraber bir misli daha onların olup da kıyâmet gününün azâbından dolayı onları feda edecek olsalar kendilerinden kabul edilmez ve onlar için elîm bir azap vardır.”

”48. Ve sana kitabı da hak olarak indirdik, kendisinden evvelki -semavî- kitabı tasdik edici ve üzerine bir koruyucu olmak üzere. Artık aralarında Allah Teâlâ’nın indirmiş olduğu -hükümler- ile hükmet. Ve sana gelen haktan -ayrılıp da- onların havalarına tâbi olma. Sizden her biriniz için -vaktiyle- bir şeriat, bir açık yol kılmıştık. Ve eğer Allah Teâlâ dilese idi elbette sizleri bir ümmet kılmış olurdu. Fakat size vermiş olduğu şeyler de sizi imtihan etmek için -bir ümmet kılmadı- artık hayırlı işlere koşunuz. Nihâyet cümleten dönümünüz Allah Teâlâ’yadır. Binaenaleyh nelerde ihtilâf etmiş olduğunuzu o size haber verecektir…”

”65. Ve eğer ehli kitap imân etseler ve sakınsalardı elbette biz onların günahlarını örter ve elbette onları nîmetleri bol cennetlere girdirirdik.”

”66. Ve eğer onlar Tevrat’ı ve İncil’i ve onlara Rab’leri tarafından indirilmiş olanı dosdoğru tutsalar idi elbette hem üstlerinden hem de ayakları altından yiyeceklerdi. Onlardan mutedil bir cemaat vardır. Onlardan bir çoğunun yaptıkları ise ne kadar fenâdır!.”

”81. Eğer onlar Allah Teâlâ’ya ve Peygamberlere ve ona indirilmiş olana imân etmiş olsalar idi o kâfirleri dostlar edinmezlerdi. Fakat onlardan bir çokları fâsık kimselerdir.”

”100. De ki: Murdar ile temiz eşit olmaz. İsterse murdarın çokluğu hoşuna gitsin. Artık ey güzel akıl sâhipleri!. Allah Teâlâ’dan korkunuz ki, kurtuluş bulabilesiniz.”

”104. Ve onlara, Allah Teâlâ’nin indirdiğine ve Peygambere (sünnetine) geliniz denildiği vakit “babalarımızı üzerinde bulunduğumuz şeyler bize yeter” derler. Ya babaları hiçbir şey bilmiyorlar ve doğru yola gitmiyorlar idiyseler de mi?.”

”106. Ey imân edenler!. Herhangi birinize ölüm hâli geldiği zaman vasiyet vaktinde aranızda şâhitlik edecekler, ya sizden adâlet sâhibi iki kimsedir veya size yer yüzünde yolculuk halinde iken ölüm müsibeti isabet etti ise sizin gayrınızdan iki şahıstır. -Bunların şâhitliklerinden- Şüphelendiğiniz takdirde bunları namazdan sonra alıkorsunuz. Bunlar “yemin karşılığında hiçbir bedel almayız, isterse lehine şâhitlik edeceğimiz kimse bizim için akraba olsun. Ve Allah’ın şahitliğini gizlemeyiz, o takdirde şüphe yok ki, biz günahkârlardan bulunmuş oluruz” diye yemin ederler.”

-MAİDE”48. Ve sana kitabı da hak olarak indirdik, kendisinden evvelki -semavî- kitabı tasdik edici ve üzerine bir koruyucu olmak üzere. Artık aralarında Allah Teâlâ’nın indirmiş olduğu -hükümler- ile hükmet. Ve sana gelen haktan -ayrılıp da- onların havalarına tâbi olma. Sizden her biriniz için -vaktiyle- bir şeriat, bir açık yol kılmıştık. Ve eğer Allah Teâlâ dilese idi elbette sizleri bir ümmet kılmış olurdu. Fakat size vermiş olduğu şeyler de sizi imtihan etmek için -bir ümmet kılmadı- artık hayırlı işlere koşunuz. Nihâyet cümleten dönümünüz Allah Teâlâ’yadır. Binaenaleyh nelerde ihtilâf etmiş olduğunuzu o size haber verecektir…”

”63. Din bilginleri, fakihleri onları günah sözlerinden ve haram yemelerinden engellemeli değil midirler?. İşledikleri şey elbette ne kadar kötü!.”

”104. Ve onlara, Allah Teâlâ’nin indirdiğine ve Peygambere (sünnetine) geliniz denildiği vakit “babalarımızı üzerinde bulunduğumuz şeyler bize yeter” derler. Ya babaları hiçbir şey bilmiyorlar ve doğru yola gitmiyorlar idiyseler de mi?.”

-EN’AM:”7. Eğer sana kâğıtta- yazılı- bir kitab indirseydik de onu elleriyle yoklıyacak olsalardı elbette o kâfir olanlar, yine diyeceklerdi ki bu bir sihirden başka değildir.”

”9. Ve eğer onu -Peygamberi- bir melek kılsaydık, elbette onu yine bir erkek -suretinde- kılardık ve onları yine düşmüş oldukları şüpheye düşürürdük.”

”27. Ve -onları- ateşin üzerine durdurulup da: “Eyvah bize ne olurdu bir geriye çevrilseydik ki, Rab’bimizin âyetlerini yalanlamasaydık ve mü’minlerden olsaydık” dedikleri zaman bir görecek olsan.”

”28. Hayır: Evvelce gizlemekte oldukları şey kendilerine göründü de -ondan- ve eğer geri çevrilselerdi kendisinden yasaklandıkları şeye elbette yine dönüverirlerdi. Ve şüphe yok ki, onlar elbette yalancılardır.”

”30. Ve -onları- görecek olsan Rablerinin huzuruna durduruldukları zaman!. Buyuracak ki: “Şu hak değil miymiş?..” onlar da: “evet. Rab’bimize andolsun ki,” diyecekler. -Cenâb-ı Hak’ta- “o halde azâbı tadınız, küfreder olduğunuz şeyler sebebiyle” diye buyurmuş olacaktır.”

”35. Ve eğer senin üzerine onların yüz çevirmeleri ağır gelmiş ise artık yapabilirsen yerde bir tünel, veya gökte bir merdiven araştırıp da onlara bir mucize getirecek isen -haydi getir- ve eğer Allah Teâlâ dilese idi onları hidâyet üzerine toplardı. Sakın câhillerden olma.”

”58. De ki: Eğer o acele istediğiniz şey benim yanımda olsaydı benimle sizin aranızda elbette iş bitirilmiş olurdu. Allah Teâlâ zâlimleri hakkıyla bilendir.”

”88. İşte o, Allah Teâlâ’nın hidâyetidir, onunla kullarından dilediğine hidâyet eder. Ve eğer onlar ortak koşsalardı elbette yapmış oldukları amelleri boşa giderdi.”

”93. Ve daha zâlim kim vardır!. O kimseden ki yalan yere Allah Teâlâ’ya iftirada bulunmuş, veya kendisine birşey vahy edilmediği halde bana vahy olundu demiş ve ben de Allah’in indirdiğinin benzerini indireceğini diye iddiada bulunmuş olur. Görecek olsan o zaman ki, zâlimler ölümün dalgaları içinde kalacak, onlara Melekler de ellerini uzatarak: Çıkarınız canlarınızı!. Bugün alçaklık azabıyla cezâlanacaksınız. Allah Teâlâ’ya karşı gerçek olmayanı söyler olduğunuzdan ve onun ayetlerinden böbürlenerek kaçtığınızdan dolayı, diyeceklerdir.”

”107. Ve eğer Allah Teâlâ dilese idi onlar şirke düşmezlerdi. Ve seni onların üzerine bir bekçi kılmadık, ve sen onların üzerine bir vekil de değilsin.”

”111. Eğer biz hakîkaten onlara Melekleri indirsek ve onlar ile ölüler konuşacak olsalar ve onların üzerine herşeyi de bölük bölük toplasak yine imân edecek değillerdir. Meğer ki Allah Teâlâ dileyecek olsun. Fakat onların çokları bunu bilmezler.”

”137. Ve bunun gibi müşriklerden birçoklarına çocuklarını öldürmeyi onların ortakları güzel göstermişler. Tâki onları helâk etsinler, ve dinlerini de kendilerine karıştırsınlar. Ve eğer Allah Teâlâ dileseydi onu yapmazlardı. Artık onları, iftira ettikleri şeyi de bırak.”

”149. De ki: Kesin delil, Allah Teâlâ’ya mahsustur. Eğer o dileseydi elbette hepinizi hidâyete erdirirdi.”

”152. Ve yetimin malına -rüştüne kadar- yaklaşmayınız, sâdece en güzel bir şekilde yaklaşın. Ve ölçüğü ve tartıyı adâlet üzere yapın. Biz bir kimseyi gücünün üstünde birşey ile mükellef kılmayız ve söz söyleyeceğiniz zaman adâletle bulununuz, isterse, yakınlarınız olsun. Ve Allah Teâlâ’ya verdiğiniz sözü yerine getiriniz. İşte size bunlar ile tavsiyede bulunmuştur. Umulur ki, düşünürsünüz, -öğüt alırsınız-.”

”157. Yahut demeyesiniz ki, eğer bize kitap indirilmiş olsa idi, elbette biz onlardan daha fazâ hidâyete ermiş olurduk. İşte size Rabbinizden açık bir delil de geldi, hidâyet ve rahmet de. Artık Allah Teâlâ’nın âyetlerini yalanlayandan ve ondan -yüz- çevirenden daha zâlim kimdir?. Biz âyetlerimizden yüz çevirenleri elbette böyle yüz çevirmeleri sebebiyle azabın en kötüsü ile cezâlandıracağızdır.”

-A’RAF:”88. Onun kavminden kibirlenen bir cemaat demişti ki: Ey Şuayb!. Seni ve seninle beraber imân edenleri elbette yurdumuzdan çıkarırız veyahut kat’î surette bizim dinimize dönüverirsiniz. O da demişti ki: Ya biz onu istemesek de mi?.”

”96. Eğer o ülkelerin halkı, imân etselerdi ve sakınmış olsalar idi elbette onların üzerine gökten ve yerden bereketler açardık. Fakat yalanladılar. Artık biz de onları kazandıkları şey sebebiyle tutup yakalayıverdik.”

”100. Yere önceki sahiplerinden sonra vâris olacaklar için belli olmadı mi ki: Eğer biz dilemiş olsak onları da günahları sebebiyle musîbetlere uğratırdık ve kalblerini mühürlerdik de artık onlar işitemezlerdi.”

”155. Ve Musa kavminden yetmiş erkeği tayin ettiğimiz vakit için seçmişti. Ne zaman ki, onları yıldırım yakaladı, dedi ki: Ey Rabbim!. Eğer dilese idin onları ve beni daha evvel helâk ederdin. Bizden bir takım beyinsizlerin yaptıkları şey sebebiyle bizi helâk eder misin?. Bu ancak senin bir imtihanındır, bununla dilediğini saptırırsın ve sen dilediğini hidâyete kavuşturursun. Sen bizim dostumuzsun, artık bizi bağışla ve bize acı! Sen bağışlayanların en hayırlısısın.”

”188. De ki: Allah Teâlâ’nın dilediğinden başka nefsim için ne bir faideye ve ne de bir zarara sâhip değilim. Ve eğer ben gaybı bilir olsa idim, elbette hayırdan daha çok şeyler yapardım, ve bana kötülük de dokunmazdı. Ben imân eden bir kavim için korkutucu ve müjdeleyiciden başka birşey değilim.”

-ENFAL:”8. Tâki: Hakkı isbat ve bâtılı iptal etsin. İsterse, günahkâr olanlar hoşnut olmasınlar.”

”19. Eğer -ey kâfirler- fetih istiyorsanız işte size fetih gelmiştir. Ve eğer vazgeçerseniz artık o sizin için hayırlıdır. Ve eğer dönerseniz biz de döneriz. Ve elbette cemaatiniz çok olsa da size birşey ile fayda verir olamayacaktır. Ve muhakkak ki. Allah Teâlâ müminler ile beraberdir.”

”23. Ve eğer Allah Teâlâ onlarda bir hayır bilse idi elbette onlara işittirirdi. Ve eğer işittirecek olsaydı elbette onlar yine dönerlerdi. Ve onlar kaçınan kimselerdir.”

”31. Ve onlara âyetlerimiz okunduğu zaman dediler ki: Artık işittik, eğer dileyecek olsak elbette bunun benzerini biz de söyleyebiliriz. Bu evvelkilerin efsanelerinden başka birşey değildir.”

”42. O vakit ki, siz yakın vâdide idiniz, onlar ise uzak vâdide idiler. Kervan ise sizden aşağıda idi. Eğer birbirinizle vâdeleşe idiniz, elbette vâde mahallinde ihtilâfa düşerdiniz. Ve lâkin Allah Teâlâ yapılmış olan bir emri yerine getirmek için -böyle yaptı- tâki, helâk olan kimse, apaçık bir delilden helâk olsun ve diri kalan da âşikâr bir delilden diri kalmış olsun ve şüphe yok ki. Allah Teâlâ tam mânâsıyla işiticidir, tamamıyle bilicidir.”

”43. O vakit ki. Allah Teâlâ onları sana rüyanda az gösteriyordu. Ve eğer onları sana çok göstermiş olsaydı elbette korkacak idiniz ve cihad işinde ihtilâfa düşerdiniz. Ve lâkin Allah Teâlâ selâmete erdirdi. Şüphe yok ki, o, göğüslerin içinde olanı hakkıyla bilicidir.”

”50. Ve görecek olsan, o zaman ki, melekler, kafir olanların canlarını alırlar, yüzlerine ve arkalarına vururlar ve yangının azabını tadın -derler-.”

”63. Ve onların kalblerinin arasını telif etti ki, eğer yerde bulunanın tamamını sarfedecek olsa idin onların kalpleri arasını birleştiremezdin. Ve lâkin Allah Teâlâ onların arasını birleştirdi. Şüphe yok ki, o galiptir, hikmet sahibidir.”

-TEVBE:”32. Onlar Allah Teâlâ’nın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Allah Teâlâ ise nurunu tamamlamaktan başka birşeye razı olmaz. İsterse kâfirler hoşlanmasınlar.”

”33. O bir Yüce Yaratıcıdır ki, Peygamberini hidayet ile ve hak din ile gönderdi ki, onu bütün dinlerin üzerine yükseltsin, isterse müşriklerin hoşuna gitmesin.”

”42. Eğer o, yakın bir ganîmet ve orta bir sefer olsa idi elbette sana tâbi olurlardı. Fakat o meşakkatli mesafe onlara uzak geldi ve az sonra Allah Teâlâ’ya yemin edeceklerdir ki; eğer iktidarımız olsa idi elbette seninle beraber sefere çıkardık. Bunlar kendilerini helâk ediyorlar. Allah Teâlâ ise onların mutlâka yalancı kimseler olduklarını biliyor.”

”46. Eğer -cihada- çıkmak isteseydiler, elbette onun için bir hazırlık -bir kuvvet- hazırlar idiler. Fakat Allah Teâlâ onların cihada çıkmalarını çirkin gördü de onları alıkoydu. Ve oturanlar ile beraber oturunuz denildi.”

”47. Eğer sizin aranızda -cihada- çıkacak olsalardı, size bozgunluktan başka birşey arttırmış olmayacaklardı ve sizin aranıza fitne sokmak isteyerek koşar dururlardı. Ve sizin aranızda onları ziyadesiyle dinleyenler de vardır. Allah Teâlâ o zâlimleri tamamiyle bilicidir.”

”57. Eğer bir sığınılacak yer veya mağaralar veya girecek bir delik bulsalardı onlar koşar oldukları halde oraya dönerlerdi.”

”59. Ve eğer onlar Allah Teâlâ’nın ve Peygamberinin kendilerine verdiğine razı olsalardı ve şüphe yok ki. Allah Teâlâ bize yeter, Allah Teâlâ lütfundan bize verecektir Resûlü de. Muhakkak ki, bizler Cenâb-ı Hak’ka rağbet eden kimseleriz -deselerdi- elbette haklarında hayırlı olurdu.”

”113. Peygamber için ve imân edenler için uygun değildir ki, müşrikler hakkında af talebinde bulunsunlar. İsterse akrabaları olsunlar. Onların cehennem ehli oldukları kendilerine açıkça belli olduktan sonra.”

-YUNUS:”11. Eğer Allah Teâlâ, insanlara hayrı çarçabuk istedikleri gibi şerri de alelâcele verecek olsa idi elbette onların ecelleri bitirilmiş olurdu. Artık bize kavuşmalarını ummayanları kendi azgınlıktan içinde şaşkın bir halde bırakırız.”

”16. De ki: Eğer Allah Teâlâ dilese idi onu size okumazdım ve onu size bildirmezdi. Muhakkak ki, ben ondan evvel sizin aranızda bir ömür sürmüştüm. Siz hiç akıllıca düşünmez misiniz?.”

”42. Ve onların içinde senin sözlerini işitmek isteyenler de vardır. Fakat sağırlara mı işittireceksin?. Eğer akılları da kesmez kimseler bulunmuş ise.”

”43. Ve onlardan sana bakanlar da vardır. Ya sen körlere göremez kimselerde olsalar doğru yolu gösterebilir misin?.”

”54. Eğer zulmetmiş olan her şahıs için bütün yerde bulunanlar olsa idi elbette onları feda ederdi ve azâbı gördükleri zaman için için pişmanlıkta bulunmuş oldular. Ve onların arasında adâletle hükmolunmuş olur ve onlar zulm olunmazlar.”

”97. İsterse, onlara her âyet gelsin. Pek acıklı azâbı görünceye kadar -küfrlerinde devam ederler-“

”99. Ve eğer Rab’bin dilese idi elbette yeryüzünde kim varsa hepsi de cümleten imân ederlerdi. Artık o halde inanmaları için sen mi insanları zorlayacaksın?.”

-HUD:”80. Dedi ki: Keşke benim için size karşı bir kuvvet olsa idi veya şiddetli bir kaleye sığınacak olsa idim.”

”118. Ve eğer Rab’bin dilese idi, elbetde bütün insanları bir tek ümmet kılardı. Fakat onlar ihtilâf eden kimseler olmaktan geri durmayacaklardır.”

-YUSUF:”17. Dediler ki: Ey babamız!. Biz hakikaten bir yarış ederek gittik. Yûsuf’u da eşyamızın yanında bıraktık, hemen onu kurt yemiş ve sen bize doğru sözlü kimseler olsak da inanmazsın.”

”103. Ve insanların çoğu sen fazlaca arzu etsen de imân edici kimseler değildirler.”

-RA’D.”18. Rab’lerine -Cenâb-ı Hak’kın davetine- uyanlar için bir güzellik vardır. O’na uymamış olanlar için de yeryüzünde olan şeylerin hepsi ve bir misli de beraber olacak olsa idi elbette kendilerini azaptan kurtarmak için hepsini fedâ ederlerdi. İşte onlar ki, hesabın en kötüsü kendileri içindir ve onların dönüp girecekleri yer cehennemdir. Ve o ne fenâ bir yataktır.”

-HİCR”2. O kâfir olanlar, çok kere arzu edeceklerdir ki, keşke müslüman olmuş olsaydılar.”

”7. Eğer sen dogru söyleyenlerden isen bize melekleri getirmeli değil misin?”

”14. Ve eğer onların üzerine gökten bir kapı açsak da oradan yukarıya çıkacak olsalar.

-NAHL.”35. Ve müşrikler dediler ki: Eğer Allah dilese idi ondan başkasına ne biz ve ne de babalarımız ibadette bulunmazdık ve ne de onsuz bir şeyi haram kılmazdık. İşte onlardan öcekiler de böyle yapmışlardır. Artık Peygamberlerîn üzerine apaçık tebliğden başka ne vardır?.”

”41. Ve o kimseler ki, zulme uğratıldıktan sonra Allah uğrunda hicret ettiler. Elbette onları dünyada güzel bir şekilde yerleştireceğiz ve ahiret mükâfatı ise elbette daha büyüktür. Eğer bilirlerse.”

”61. Ve eğer Allah Teâlâ insanları zulümleri sebebiyle cezalandıracak olsa idi yeryüzünde hiç bir canlı bırakmazdı. Fakat onları takdir edilen bir zamana kadar erteliyor. Onların ecelleri geldiği vakit ise onlar ne bir saat geri kalabilirler, ve ne de öne geçebilirler.”

”93. Ve eğer Allah Teâlâ dilese idi elbette sizleri bir tek ümmet kılardı. Fakat o dilediğini sapıklıkta bırakır ve dilediğini hidayete erdirir ve sizler yapmakta olduğunuz şeylerden elbette sorulacaksınızdır.”

-İSRA:”42. De ki: Eğer onunla beraber dedikleri gibi Tanrılar olacak olsa idi, o takdirde arşın sahibine elbette -galip gelmek için- bir yol ararlardı.”

”88. De ki: Andolsun, eğer insanlar ve cinler bu Kur’an’ın bir benzerini getirmek üzere toplanacak olsalar, elbette onun bir benzerini getiremeyeceklerdir. İsterse, bazıları bazılarına yardımcı olsun.”

”95. De ki: Eğer yeryüzünde yerleşmişler olarak gezip dolaşan melekler olsa idi elbette onlara gökten Peygamber olarak bir melek indirirdik.”

”100. De ki: Eğer siz Rabbimin rahmet hazinelerine sahip olacak olsaydınız, yine harcamak korkusuyla kıstıkça kısardınız ve insan pek cimri olmuştur.”

-KEHF.”18. Ve onları uyanıklar sanırsın, halbuki, onlar uykudadırlar ve onları sağ taraflarına ve sol taraflarına çeviririz ve köpekleri de iki kolunu kapı tarafına uzatmış bir haldedir. Eğer onların bu hallerine muttali olsa idin elbette onlardan döner kaçardın ve onlardan korku ile dolardın.”

”58. Ve Rabbin mağfireti pek fazladır, rahmet sahibidir. Eğer onları kazandıkları sebebiyle cezalandıracak olsa elbette onlar için azabı çarçabuk getirirdi. Fakat onlar için va’d edilmiş bir zaman vardır. Onun ötesinde bir kurtuluş yeri bulamazlar.”

”77. Sonra yine gittiler, bir belde ahalisine varınca onun ahalisinden yiyecek istediler. Onlar ise bunları misafir kabul etmekten kaçındılar. Derken orada bir duvar buldular ki, yıkılmak istemekte idi. Onu hemen doğrultu verdi. Dedi ki: Eğer dileseydin bunu üzerine elbette bir ücret alıverirdin.”

”109. De ki: Eğer Rabbimin kelimeleri için deniz mürekkep olsa elbette Rabbimin kelimeleri tükenmeden deniz tükenir biter. İsterse denizin bir mislini de yardımcı getirecek olsak.”

-TAHA.”134. Ve eğer biz onları ondan evvel bir azab ile helâk etmiş olsa idik, elbette diyeceklerdi ki: Ey Rabbimiz!. Bize bir Peygamber göndermeli değil mi idin ki, bir zillete ve rüsvaylığa düşmeden evvel senin âyetlerine tâbi olsa idik?”

-ENBİYA:”17. Eğer biz bir eğlence edinmek istese idik elbette onu kendi tarafımızdan edinirdik. Eğer yapacaklar olsa idik.”

”22. Eğer o ikisinde -gökler ile yerde- Allah’tan başka ilâhlar olsa idi elbette ikisi de fesada uğramış olurdu. Binaenaleyh arşın Rabbi olan Allah Teâlâ, onların vasf ettikleri şeylerden yücedir.”

”39. Eğer o kâfir olanlar, o zamanı bir bilseler idi ki, ne yüzlerinden ve ne de arkalarından ateşi men edemiyeceklerdir ve onlar yardımda olunamayacaklardır.”

-HAC:”73. Ey insanlar!. Bir misal verildi, onu artık dinleyiniz!. Şüphe yok ki, Allah’tan başka kendilerine ibadet ettikleriniz, bir sinek bile yaratamazlar, isterse onun için hepsi de toplansınlar ve eğer sinek onlardan bir şey kapacak olsa onu ondan geri de alamazlar. İsteyen de, istenilen de zayıf olmuştur.”

-MÜ’MİNUN.”24. Bunun üzerine kavminden kâfirler olmuş olan ileri gelen bir zümre dedi ki: Bu başka değil, ancak sizin gibi bir insan, istiyor ki, sizin üzerinize üstünlük etsin. Ve eğer Allah dilemiş olsa idi elbette melekleri indirirdi. Biz bunu evvelki babalarımızda işitmedik.”

”71. Eğer hak onların hevalarına uyacak olsa idi elbette gökle ve yer onlarda olanlar fesada uğramış olurdu. Hayır.. biz onlara -şereflerine vesile olacak olan- Kur’an’ı, getirdik, onlar ise-kendi vesilei şerefleri olan- Kur’andan yüz çevirenlerdir.”

”75. Ve eğer onlara merhamet etsen ve kendilerindeki zararı açıversen elbetteki, yine azgınlıklarında devam edip tereddütte bulunacaklardır.”

-NUR.”35. Allah Teâlâ, göklerin ve yerin nurudur. Nurunun meseli, içinde güzel bir çırağ bulunan bir kandillik gibidir, o çırağ ise bir kandil içindedir. O kandil ise sanki bir incimsi yıldızdır, doğusu ve batısı olmayan mübarek bir zeytin ağacından tutuşturulmaktadır. Onun yağı bir halde ki, kendisine ateş dokunmasa bile hemen hemen ışık verecektir. Nur üstüne nurdur. Ve Allah nuruna dilediğini kavuşturur. Ve Allah Teâlâ insanlara misaller getirir ve Allah Teâlâ her şeyi hakkıyla bilicidir.”

-FURKAN.”45. Görmedin mi, gölgeyi nasıl uzatmıştır. Eğer dileyecek olsa idi onu elbette sakin kalırdı Sonra güneşi gölge üzerine bir delil kıldık.”

”51. Ve eğer dilemiş olsa idik elbette her beldede bir korkutucu gönderirdik.

-ŞUARA.”30 Musa Aleyhisselâm da dedi ki: Ben sana apaçık blr şey getirmiş olunca da mı beni zindana alacaksın!.”

”102. İmdi bizim için bir kere -geriye- dönüş olsa idi artık müminlerden olsa idik.”

”113. Onların hesabı ancak Rabbime aittir, eğer anlayabilirseniz.”

”198. Eğer onu Arabca bilmeyenlerin biri üzerine indirmiş olsa idik.”

-ANKEBUT.”64. Bu dünya hayatı eğlenceden ve bir oyundan başka birşey değildir. Ve hakikaten ahiret yurdu ise elbette ki, daimî hayat O’dur, eğer bilecek olsalar idi.”

-LOKMAN.”21. Onlara “Allah’ın indirmiş olduğuna tâbi olun” denildiği vakit, dediler ki: Hayır.. Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye tâbi oluruz. Ya şeytan onları alevli âteşin azabına dâvet eder olsada mı? -yine tâbi olacaklar-.”

”27. Muhakkak ki: Eğer yerde olan ağaçlar kalem olsa, deniz de -mürekkep olsa- ona arkasından yedi deniz de yardım eylese yine Allah’ın kelimeleri -yazılmakla- tükenmez. Şüphe yok ki, Allah Azîzdir, hakîmdir.”

-SECDE.”12. Görecek olsan o vakit ki, günahkârlar Rab’lerinin huzurunda başlarını eğmiş oldukları hâlde ey Rab’bimiz!. Gördük ve işittik, artık bizi geri çevir. Bir sâlih amel işleyelim. Şüphe yok ki, biz kat’î surette inanmışlarız. -derler-.”

”13. Ve eğer dilemiş olsa idik her nefsi elbette hidayete erdirirdik. Fakat elbette ki, cehennemi bütün cinlerden ve insanlardan dolduracağım, sözü benden hak olmuştur.”

-AHZAB.”14. Eğer onların üzerlerine her taraflarından girilse, sonra da kendilerinden fitne istenilecek olsa idi elbette onu -meydana- getirirlerdi ve bu hususta ancak pek az dururlardı.”

”20. Sanırlar ki, -düşman- orduları gitmemiştir. Ve eğer o ordular gelecek olsa arzu ederlerdi ki: Çölde bedevîler içinde bulunup size âit haberleri soruversinler. Ve eğer sizin aranızda bulunacak olsalar, pek azdan başka savaşta bulunmazlar.”

”52. Bundan sonra sana -başka- kadınlar helâl olmaz ve bunları başka eşler ile değiştirmek de helâl olmaz, isterse, güzellikleri pek hoşuna gidecek olsun. Ancak sağ elinin sahip olduğu müstesnâ. Ve Allah herşey üzerine nâzır olmuştur.”

-SEBE:”14. Sonra vaktaki, onun üzerine ölüm ile hükmettik, onun vefat etmiş olduğuna asâsından yemekte olan bir ağaç kurdundan başkası onlara delâlet etmiş olmadı. Ol vakit ki, yere düşüverdi, cin taifesi anlamış oldu ki, eğer gaybı bilmiş olsalar idi o ihânetli azap içinde kalmış olmazlardı.”

”51. Görecek olsan telâşa düştükleri zaman -ne garip bir manzara görmüş olursun- artık kurtuluş yok ve onlar yakın bir yerden yakalanmışlardır.”

-FATIR.”18. Ve hiçbir günahkâr, başkasının günâhını yüklenmez ve eğer ağır yüklü bir kimse, onu taşımaya çağıracak olsa ondan hiçbir şey yükletilemez isterse, -o çağırılan- akraba olsun. Sen ancak Rablerinden gıyaben korkar olanları ve namazı dosdoğru kılanları korkutursun ve her kim temizlenirse ancak kendi nefsi için temizlenmiş olur. Ve nihayet dönüş Allaha’dır.”

”45. Ve eğer Allah insanları yaptıkları şey yüzünden cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı mahlûk bırakmazdı. Fakat onları belli bir müddete kadar tehir buyuruyor. Nihayet ecelleri gelince -haklarında amellerine göre muamele yapılacaktır- çünki Allah Teâlâ kullarını hakkıyla görücü bulunmaktadır.”

-YASİN”47. Ve onlara “Allah’ın size rızık olarak verdiklerinden hayra sarfediniz” denildiği vakit kâfir olanlar, imân edenlere dediler ki: Biz mi doyuracağız, o kimseyi ki, eğer Allah dilese idi onu doyururdu. Siz başka değil, ancak apaçık bir sapıklık içindesiniz.”

”66. Ve eğer dilese idik gözlerini büsbütün mahvederdik de yola koşar dururlardı. Artık nereden görebilecekler?.”

”67. Ve eğer dilese idik onları en kuvvetli bulundukları yerde mahvederdik. Artık ne geçip gitmeğe ve ne de geri dönmeğe güç yetiremezlerdi.”

-ZÜMER.”4. Eğer Allah çocuk edinmek istese idi, elbette yarattığından dilediğini seçiverirdi. O bundan uzaktır, o tek ve kahhar olan Alah’tır.”

”26. Artık Allah, onlara dünya hayatında rezilliği tattırdı ve elbette ki, ahiret azabı daha büyüktür, eğer bilen kimseler olsalardı, -elbette öyle yalanlamaya cür’et edemezlerdi-.”

”43. Yoksa Allah’tan başkasını şefaatçiler mi edindiler?. De ki: Eğer hiçbir şeye sahip olmamış ve akıl erdiremez bulunmuş iseler de mi?.”

”47. Eğer zulm etmiş olanlar için yerde olanların hepsi ve onunla beraber onun bir misli de olacak olsa elbette ki, kıyamet gününde azabın fenalığından dolayı -kurtuluş için- onu mutlaka fedâ ederlerdi ve onlar için Allah tarafından hiç de hesaba kalmamış oldukları şeyler meydana gelmiş olacaktır.”

”57. Veya -her nefsin-: Şüphe yok ki, eğer Allah bana hidayet etse idi elbette ben sakınanlardan olurdum. Demesinden evvel -uyan- ması lâzımdır-.”

”58. Veyahut azabı gördüğü zaman: Keşke benim için bir kerre daha -dünyaya- dönmek olsa idi de iyi işler işleyenlerden olsa idim. -demesinden evvel uyanmalıdır.”

-MÜMİN.”14. Artık Allah’a dini O’nun için hâlis kılarak ibadet ediniz. İsterse kâfirler hoşlanmasınlar.”

-FUSSİLET.”44. Ve eğer O’nu, yabancı bir lisan ile bir Kur’an kılsa idik elbette derler ki: Âyetleri ayrıntılı şekilde açıklanmalı değil mi idi -Arabî bir Peygambere- yabancı bir lisan ile -Kur’an- olur mu?. De ki: O, îman edenler için bir hidâyet vesilesidir ve bir şifâdır ve O kimseler ki îman etmezler, onların kulaklarında bir ağırlık vardır. Ve o, onlara karşı bir körlüktür. Onlara uzak bir yerden sesleniliyor.”

-ŞURA.”8. Ve eğer Allah dilemiş olsa idi elbette onları bir ümmet kılmış olurdu. Velâkin dilediği kimseyi rahmetine girdirir. Zâlimlere gelince onlar için ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.”

”27. Ve eğer Allah, rızkı kulları için yayacak olsa elbette yerde haddi aşarlardı. Velâkin dilediğini bir miktar ile indiriyor. Şüphe yok ki, O, kullarından haberdardır. -ve hepsini- görücüdür.”

-ZUHRUF.”20. Ve dediler ki: Eğer O Rahmân dilemeseydi onlara ibadet etmezdik. Onların buna dair hiçbir bilgileri yoktur. Onlar başka değil, ancak yalan söylerler.”

”24. Dedi ki: Ya size atalarınızı üzerinde bulduğunuz şeyden daha doğrusunu getirdimse de mi?. Dediler ki: Şüphe yok biz, kendisiyle gönderilmiş olduğun şeyi inkâr edicileriz.”

”60. Ve eğer dileyecek olsa idik, elbette sizden yerde melekler yaratırdık, sizin yerinize geçerlerdi.”

-AHKAF.”11. Ve kâfir olanlar, îman edenler için dedi: Eğer bir hayr olsa idi ona bizi geçemezlerdi. Ve onlar bununla -Kur’an ile- hidayete eremedikleri vakit de hemen diyeceklerdir ki: işte bu, eski bir iftiradır.”

-MUHAMMED.”4. İmdi kâfir olanlar ile -savaşta- karşılaştığınız zaman hemen boyunlarını vurunuz, nihâyet onların kanlarını ziyadesiyle döktüğünüz vakit artık bukaguyu sıkıca bağlayın, sonra da -onları- ya meccânen âzad edersiniz veya bir bedel karşılığında serbest bırakırsınız. Tâki: Savaş ağırlıklarını atıversin. Emr böyledir. Ve eğer Allah dilese elbette onlardan -muharebesiz de- intikam almış olurdu. Velâkin bâzınızı bâzınız ile imtihan etmesi için, böyle savaş ile emretmiştir. Ve o kimseler ki; Allah yolunda öldürülmüşlerdir, elbette -Allah- onların amellerini zayi kılmayacaktır.

21. -Onlar için, itaat ve güzel söz -yaraşır- sonra -savaş- emri, kesinlik kazanınca eğer Allah’a sadakatda bulunsalar idi elbette kendileri için hayırlı olurdu.”

”30. Ve eğer dilesek elbette onları sana gösteriveririz de onları herhâlde simâlariyle bilirsin. And olsun ki: Onları lâkırdılarının üslûbundan da bilirsin. Ve Allah ise bütün amellerinizi bilir.”

-FETİH.”22. Ve eğer o kâfir olanlar, sizinle savaşta bulunacak olsalar idi elbette arkalarına döneceklerdi, sonra ne bir dost ve ne de bir yardımcı bulamazlardı.

-HUCURAT.”5. Ve eğer onlar, kendilerine sen çıkıncaya kadar sabretselerdi elbette ki, kendileri için hayırlı olurdu. -maamafih- Allah, gafurdur, rahîmdir.”

”7. Ve biliniz ki, aranızda muhakkak Allah’ın Peygamberi vardır. Eğer’ O, birçok işte size itaat edecek olsa idi elbette helâke düşmüş olurdunuz. Velâkin Allah -Teâlâ- size imânı sevdirdi ve onu kalblerinizde süsledi ve size küfrü ve fâsıkca hareketleri ve isyânı çirkin gösterdi. İşte doğru yola gidenler de onlardır.”

-VAKIA.”65. Eğer dilese idik onu elbette bir ot kırıntısı yapardık. Artık siz, şaşırır dururdunuz.”

”70. Eğer dilese idik onu acı bir su yapardık, artık şükretmeli değil misiniz?”

”76. Ve şüphe yok ki, o, eğer bilseniz, elbette pek büyük bir yemîndir.”

-MÜCADELE.”22. Allah’a ve âhiret gününe îman eden hiçbir kavmi bulamazsın ki, Allah’a ve Resûlü’ne muhalefet eder kimseleri sevsinler isterse: Babaları veya oğulları veya kardeşleri veya kabileleri olsunlar, onlar o zatlardır ki, -Allah- onların kalplerinde îman yazmıştır. Ve onları kendisinden bir ruh ile desteklemiştir ve onları altlarından ırmaklar akar cennetlere girdirecektir. Oralarda ebedî olarak kalıcılardır. Allah, onlardan râzı olmuştur, -onlar da- Ondan râzı olmuşlardır. İşte onlar, Allah’ın askerleridir. İyi biliniz ki, muhakkak Allah askerleridir, onlardır kurtuluşa ermiş olanlar.”

-HAŞR.”9. Ve o kimseler ki: Onlardan evvel yurt ve îman edinmişlerdir, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı kendi kalplerinde bir ihtiyaç duymazlar, ve kendilerinde bir ihtiyaç bulunsa dahi onları kendi nefislerine tercih ederler. Ve her kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte kurtuluşa ermiş olanlar onlardır.”

”21. Eğer bu Kur’anı bir dağ üzerine indirmiş olsa idik elbette onu Allah’ın korkusundan baş eğmiş, parça parça olmuş görürdün ve biz o misâlleri insanlar için veriyoruz, tâ ki, düşünüversinler.”

-MÜMTEHİNE.”2. Eğer onlar sizi ele geçirirlerse sizin için düşmanlar olurlar ve size karşı fenâlıkla ellerini ve dillerini uzatırlar ve sizin kâfirler olmanızı arzu ederler.

SAF.” 8. Allah’ın nûrunu ağızlar ile söndürmek isterler, Allah ise nûrunu tamamlayıcıdır. İsterse, kâfirler hoşlanmasınlar.”

”9. O, O -Kerem sahibi Mabud- dur ki; Peygamberini Kur’an ile ve Hak dîn ile gönderdi. Onu her dîn üzerine yükseltmek için, isterse: Müşriklerin hoşuna gitmesin.”

-MÜLK.”10. Ve diyeceklerdir ki: Eğer biz işidir olsa idik veya akıllıca düşünse idik, biz bu çılgın cehennemin yârânı arasında bulunmuş olmaz idik.”

-KALEM.”9. Onlar arzu ettiler ki: Sen yaltaklanıvermiş olsa idin, o zaman onlar da yaltaklanacaklardır.”

”33. İşte azap, böylecedir ve muhakkak ki, âhiret azabı daha bü-yüktür, eğer bilecek olsalar idi.”

-HAKKA.”44. Eğer O -Peygamber faraza- bâzı lakırdıları bize karşı bir iftira olarak söylemiş olsa idi:”

-MEARİC.”11. Onlar; birbirlerine gösterilirler, günahkâr olan temenni eder ki: O günün azabından dolayı oğullarını fedâ etsin.”

-CİN.”16. Ve eğer onlar, o yol üzerinde dosdoğru gitse idiler, elbette kendilerine bol bol su içirirdik.”

-KIYAME.”15. İsterse, mazeretlerini ortaya atmış bulunsun.”

”TEKASÜR.”5. Vaz geçin, sizin anladığınız gibi değil, eğer yakın bir bilgi ile bilecek olsa idiniz. -öyle yapmazdınız .- “

LEVLÂ –VE LEVLÂ – FE LEVLÂ OLANLAR :

-BAKARA:“118. Ve bilmeyen kimseler dedi ki: Allah bizimle konuşsa ya veya bize bir âyet gelse ya. Onlardan evvelkiler de onların dedikleri gibi demişti. Kalbleri bir birine benzemiştir. Biz âyetlerimizi kesin îman sahibi olan bir kavme apaçık bildirdik.”

-NİSA”77. O kimseleri görmez misin ki, onlara: Ellerinizi çekiniz ve na-maz kılınız, zekât veriniz denilmişti. Vaktaki üzerlerine cihat yazıldı, o zaman içlerinden bir takımı. Allah Teâlâ’dan korkarcasına veya daha fazla insanlardan korkar oldular. Ve onlara: Ey Rabbimiz!. “Ne için üzerimize cihadı yazdın? Ne olurdu bizi yakın bir müddete kadar tehir etseydin” dediler. De ki: Dünyanın faidesi pek azdır, âhiret ise takva sahibi olanlar için elbette hayırlıdır. Ve siz kıl kadar zulme uğramayacaksınızdır.”

”83. Ve onlara eminlikten veya korkudan bir haber geldiği zaman onu yayıverirler. Ve eğer onu Peygamber’e veya kendilerinden olan emir sahiplerine arzetseler elbette onlardan bunun hükmünü çıkaracak zatlar bunu bilirlerdi. Ve eğer Allah Teâlâ’nın lûtuf ve rahmeti üzerinize olmasa idi pek azınız müstesnâ, elbette şeytana uymuş olurdunuz.”

”113. Eğer Allah Teâlâ’nın lûtuf ve rahmeti senin üzerine olma-saydı elbette onlardan bir taife seni şaşırtmaya kasdedecekti. Halbuki, onlar kendi nefislerinden başkasını şaşırtamazlar ve sana hiçbir şeyden zarar veremezler. Ve Allah Teâlâ sana kitabı ve hikmeti indirdi ve sana bilir olmadığın şeyleri öğretti. Ve Allah Teâlâ’nın lütfu senin üzerine pek büyük olmuştur.”

-MAİDE”63. Din bilginleri, fakihleri onları günah sözlerinden ve haram yemelerinden engellemeli değil midirler?. İşledikleri şey elbette ne kadar kötü!.”

-EN’AM”8. Ve dediler ki; onun üzerine bir Melek indirilmeli değil mi idi?. Ve eğer biz bir melek indirmiş olsaydık elbette iş bitirilmiş olurdu. Sonra onlara göz açtırtmazdı.”

”37. Ve dediler ki: Onun üzerine Rab’binden bir âyet indirilmeli değil mi idi?. De ki: Şüphe yok Allah Teâlâ âyet indirmeğe kadirdir. Fakat onların çoğu bilmezler.”

”43. Artık bizim azâbımız onlara geldiği zaman yalvarmalı değil miydiler. Fakat onların gönülleri katılaşmış ve şeytan onlara yapar oldukları şeyleri süslemiş idi.”

-A’RAF:”43. Ve biz onların göğüslerinde kinden her ne var ise hepsini söküp atmışızdır. Onların altlarından ırmaklar akar ve derler ki: O Allah Teâlâ’ya hamdolsun ki, bizi hidayetle buna kavuşturdu. Eğer Allah Teâlâ bize hidâyet etmeseydi biz kendi kendimize hidâyete eremezdik. Muhakkak ki, Rabbimizin peygamberleri hak ile geldiler. Ve onlara işte bu cennettir ki, siz buna -salih- amelleriniz sebebiyle vâris oldunuz, diye nidâ olunacaktır.”

”203. Ve onlara bir âyet getirmediği!! zaman “onu kendi tarafından uydurmalı değil miydin” derler. De ki: Ben ancak Rabbimden bana vahy olunana tâbi olurum. Bu Rabbiniz tarafından basîretlerdir, ve inanan bir kavim için hidâyettir ve rahmettir.”

-ENFAL:”68. Eğer Allah Teâlâ’dan bir yazı geçmiş olmasa idi, almış olduğunuz şey hususunda size elbette pek büyük bir azap dokunurdu.”

-YUNUS”20. Ve derler ki: Ona Rabbi tarafından bir mucize indirilmeli değil midir?. De ki: Gayıp ancak Allah içindir. Artık siz bekleyiniz, şüphe yok ki, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.”

”98. Hiç bir şehir ahalisi yoktur ki, -ümitsizlik halinde- imân etmiş olsun da bu imânı ona fâide versin. Yunus kavmi ise müstesnâ. Ne zaman ki imân ettiler, onlardan dünya hayatında rüsvaylık azâbını kaldırdık ve kendilerini bir müddete kadar faydalandırdık.”

-HUD”91. Dediler ki: Ey Şuayb!. Söylediklerinden bir çoğunu iyice anlayamıyoruz. Şüphe yok ki, biz seni aramızda cidden zayıf görüyoruz ve eğer senin kabilen olmasa idi elbet de seni taslayarak öldürürdük ve sen bizden üstün değilsin.”

”110. Ve yemin olsun ki; Musa’ya kitabı verdik. Derken onda ihtilâf edildi. Eğer Rab’bin tarafından bir kelime geçmiş olmasa idi elbetde aralarında hüküm verilirdi. Ve muhakkak ki, onlar ondan kuşkuya düşüren şiddetli bir şüphe içindedirler.”

”116. Sizden evvelki asırlarda yeryüzünde bozgunculuktan alıkoyacak bir kısım fazilet sahipleri bulunmalı değil miydi?. Ancak onlardan kurtuluşa erdirdiğimiz bir kısmı müstesnâ, ve o zulm edenler ise kendilerinin içinde bulundukları refaha -dünya varlığına- uydular ve günahkâr kimseler oldular.”

-YUSUF”94. Ne zaman ki, kâfile ayrıldı. Babaları dedi ki: ben muhakkak Yûsufun kokusunu alıyorum. Eğer bana bunaklık isnâd etmiyecek olsa idiniz elbetde beni tasdik ederdiniz-.”

-RA’D.”7. Ve o kâfir olanlar der ki: Onun üzerine Rab’binden bir mucize indirilmiş olmalı değil mi?. Sen ancak bir uyarıcısın ve her kavin için bir hidâyet rehberi vardır.”

”27. Ve kâfîr olanlar derler ki: Ona Rab’binden bir mucize indirilmiş olmalı değil mi idi?. De ki: Muhakkak Allah Teâlâ dilediğini sapıklığa düşürür ve hak’ka yönelen! de kendisine hidâyet eder.”

”31. Ve eğer bir Kur’an ki, onunla dağlar yürütülmüş veya onunla yer parçalanmış veya onunla ölüler konuşturulmuş olsa idi işte bu Kur’an ile olmuş olurdu. Fakat bütün işler Allah’ındır. İmân edenler anlamadılar mı ki: Allah Teâlâ dileyecek olsa idi elbette bütün insanları hidâyete erdirirdi. Kâfirlere gelince onlara kendi kötü amelleri sebebiyle bir felâket isabet edip duracaktır. Veya Allah’ın vâdi gelinceye kadar o felâket yurtlarının yakınına inecektir. Şüphe yok ki. Allah Teâlâ verdiği sözden asla dönmez.”

-KEHF.”39. Bağına girdiğin zaman “Maşallah, lâ kuvvete illâ billâh” demeli değil mi idin?. Eğer beni malca ve evlâtça senden daha az görüyorsan.”

-TAHA.”129. Ve eğer Rabbinden önceden verilmiş bir söz ve tâyin edilmiş bir müddet olmasa idi elbette büyük bir azap lâzım gelirdi.”

”134. Ve eğer biz onları ondan evvel bir azab ile helâk etmiş olsa idik, elbette diyeceklerdi ki: Ey Rabbimiz!. Bize bir Peygamber göndermeli değil mi idin ki, bir zillete ve rüsvaylığa düşmeden evvel senin âyetlerine tâbi olsa idik?”

-HAC-40. Onlar ki, haksız yere, ancak Rabbimiz Allah’tır, demelerinden dolayı yurtlarından çıkarıldılar. Eğer insanların bazılarını bazıları ile Allah’ın defetmesi olmasa idi manastırlar, kilisler, havralar, ve içlerinde Allah’ın adı çok zikredilen mescitler elbette ki, yıkılırdı, ve elbette ki Allah kendi dinine yardım edenlere yardım eder. Şüphe yok ki, Allah elbette pek kuvvetlidir, pek izzetlidir.”

-NUR.”10. Ve eğer üzerinize Allah’ın lütufu ve rahmeti olmasa idi -haliniz ne olurdu?- ve şüphe yok ki, Allah Teâlâ tövbeleri kabul edicidir, hikmet sahibidir.”

”12. Onu işittikleri zaman mümin erkekler ile mümin kadınlar kendi vicdanlarında hayırlı bir zanda bulunarak bu bir apaçık iftiradır demeli değil mi idiler?.”

”13. Onun üzerine dört şahit getirmeli değil mi idiler?. Madem ki, şahitleri getiremediler, artık onlardır. Allah katında yalancılar onlardır.”

”14. Ve eğer Allah’ın fazlu rahmeti dünyada ve ahirette üstünüzde olmasa idi elbette o içine daldığınız yaygaradan dolayı sizi pek büyük bir azap kaplardı.”

”16. Onu işittiğiniz zaman, bunu söylemek bize lâyık olmaz, hâşâ, bu, pek büyük bir iftiradır, demeli değil mi idiniz?.”

”20. Ve eğer Allah’ın fadlı ve rahmeti sizin üzerinize olmasa idi -elbette ki, sizi azaplandırırdı- ve şüphe yok ki, Allah çok esirgeyicidir, çok merhametlidir.”

”21. Ey îmân etmiş olanlar!. Şeytanın adımlarına uymayın ve her kim şeytanın adımlarına uyarsa elbette ki o, çirkin ve inkâr edilmiş şeyler ile emreder. Ve eğer üstünüzde Allah’ın lütufu ve merhameti olmasa idi sizden hiç bir kimse ebediyen temize çıkamazdı velâkin Allah dilediğini temize çıkarır ve Allah hakkiyle işiticidir, bilicidir.”

-FURKAN”21. Ve bize kavuşmayı ümit etmeyenler dedi ki: Bizim üzerimize melekler indirilmeli değil mi idi?. Veya Rabbimizi görmeli idik. Andolsun ki, -onlar- nefislerinde bir büyüklük görmüşlerdir ve büyük bir azgınlık ile azgınlıkla bulunmuşlardır.”

-NEML.”46. Dedi ki: Ey kavmim!. Ne için iyilikten evvel kötülüğü acele istiyorsunuz?. Allah’tan af dilemeli değil misiniz?. Olabilir ki, rahmete kavuşursunuz.”

-KASAS.”10. Musa’nın annesinin kalbi, bomboş olarak sabahladı. Eğer inananlardan olsun diye onun kalbini pekiştirmemiş olsaydık, neredeyse onu açığa vuracaktı.”

”82. Ve dünkü gün onun yerinde olmayı temenni edenler, ertesi sabah diyorlardı ki: Vay sana!. Şüphe yok ki, Allah kullarından dilediğine rızkı bol veriyor, dilediğine de az. Eğer Allah bize lûtfetmese idi elbette bizi de yerin dibine geçirmişti. Ay!. Muhakkak ki, kâfir olanlar kurtuluşa eremezler.”

-ANKEBUT.”50. Ve dediler ki: Onun üzerine Rabbinden mucizeler indirilmiş olmalı değil mi idi?. De ki: O mucizeler ancak Allah’ın katındadır ve ben ancak apaçık bir uyancıyım.”

”53. Ve senden azabı alelâcele isterler. Eğer tayin edilmiş bir vakit olmasa idi elbette onlara azap geliverirdi. Ve muhakkak ki, o, onlara kendileri farkında olmaksızın gelecektir.”

-SAFFAT.”67. Ve eğer dilese idik onları en kuvvetli bulundukları yerde mahvederdik. Artık ne geçip gitmeğe ve ne de geri dönmeğe güç yetiremezlerdi.”

”143. Eğer o çokca tesbih edenlerden olmasa idi.”

-FUSSİLET.”44. Ve eğer O’nu, yabancı bir lisan ile bir Kur’an kılsa idik elbette derler ki: Âyetleri ayrıntılı şekilde açıklanmalı değil mi idi -Arabî bir Peygambere- yabancı bir lisan ile -Kur’an- olur mu?. De ki: O, îman edenler için bir hidâyet vesilesidir ve bir şifâdır ve O kimseler ki îman etmezler, onların kulaklarında bir ağırlık vardır. Ve o, onlara karşı bir körlüktür. Onlara uzak bir yerden sesleniliyor.”

”45. And olsun ki, Mûsa’ya da kitap verdik, onda da ihtilâf edildi. Ve eğer Rab’binden bir söz geçmiş olmasa idi elbette onların aralarında iş bitiriverirdi ve şüphe yok ki, onlar ondan elbette tereddüde düşürücü bir şüphe içindedirler.”

-ŞURA.”14. Ve ayrılığa düşmediler, ancak kendilerine bilgi geldikten sonra, sadece aralarında haddi aşmaktan dolayı -ayrılığa düştüler- ve eğer Rab’binden belirli bir süreye kadar geçmiş bir kelime bulunmasa idi elbette aralarında hükm olunurdu. Ve muhakkak O kimseler ki, onlardan sonra kitaba vâris oldular, elbette ondan şaşkınca bir şüphe içindedirler.”

”21. Yoksa onlar için ortaklar var da onlar için dinden kendisiyle Allah’ın izin vermediği şeyleri meşru mu kıldılar?. Ve eğer O ertelemek sözü olmasa idi elbette aralarında hükm verilmiş olurdu ve şüphe yok ki, O zâlimler için elem verici bir azap vardır.”

-ZUHRUF.” 31. Ve dediler ki: Şu Kur’an, iki beldeden bir büyük erkek üzerine indirilmiş olmalı değil mi idi?.”

”33. Ve eğer insanlar -küfre düşüp- bir ümmet olacak olmasa idiler elbette Rahmânı inkâr edenlerin evleri ve üzerine çıktıkları merdivenleri için gümüşten tavanlar kılardık.”

”53. O’nun üzerine altından bilezikler atılmalı değil mi idi?. Veya onunla beraber melekler birbirine yardımcılar olarak gelmeli değil mi idi?.”

-AHKAF.”28. Onlara Allah’tan başka yakınlık sağlamak için tanrı edinmiş oldukları şeyler yardım etmeli değil mi idiler?. Bilâkis onlardan gaip oluverdiler ve bu da onların yalanlarının ve iftirâ eder oldukları şeyin -bir eseri- dir.”

-MUHAMMED.”20. Ve imân edenler derler ki: Bir sûre indirilmiş olmalı değil mi idi, Vaktaki, bir muhkem sûre indirildi ve onda savaş zikredildi, kalblerinde bir hastalık olanları gördün ki: Sana ölümden baygın kimsenin bakışı gibi bakıyorlar. Artık -ölüm- olarak daha lâyıktır.”

-FETİH.”25. Onlar, o kimselerdir ki: Kâfir oldular ve sizi Mescid-i Haram’dan men eylediler. Kurbanları da mahalline varmaktan alıkoydular. Eğer bilmediğiniz mümin erkekler ile imân sahibi kadınlar bulunmasa idi, onları bilmeksizin çiğneyip de o yüzden size bilmeksizin bir meşakkat, bir keder, bir üzüntü -isabet etmeyecek olsa idi- elbette ellerini onlardan çektirmezdi, fakat çektirdi, tâki, Allah dilediğini rahmeti içine girdirsin. Eğer onlar seçilmiş olsalar idi, elbette onlardan kâfir olanları elîm bir âzab ile azaplandırırdık.”

-VAKIA.”57. Biz sizi yarattık, artık tasdik eder olmalı değil mi idiniz!.”

”62. Ve muhakkak ki, siz ilk yaradılışı bildiniz, o halde düşünmez misiniz?”

”83. Artık, değil mi ki, -can- boğaza geldiği vakit.”

”86. O halde haydin, eğer siz cezâ görmeyecekler oldunuz iseniz.”

-MÜCADELE.”8. Bakmaz mısın, o kimselere ki: Gizlice konuşmadan men edilmişlerdir, sonra da men edilmiş olduktan şeye dönüverirler ve günah ile ve düşmanlık ile ve Peygambere isyan ile fısıldaşırlar ve sana geldikleri zaman da seni Allah’ın selâmlamadığı birşey ile selâmladılar ve kendi içlerinde ne derler ki: Allah bizi söylediğimiz şey ile cezâlandırmalı değil mi? Onlara cehennem kâfidir, ona yaslanacaklardır. Artık ne fenâ bir dönüş yeri.”

-HAŞR.”3. Ve eğer Allah, onların üzerine sürgünü yazmamış olsa idi, el-bette onlara yine dünyada azap ederdi ve onlar için âhirette ise ateş azabı vardır.”

-MÜNAFİKUN.”10. Ve size rızk olarak verdiğimiz şeylerden harcamada bulunun, birinize ölüm gelmesinden, artık Yârabbi!. Beni bir yakın müddete kadar tehir etse idi de sadaka verse idim ve sâlihlerden olsa idim demesinden evvel.”

-KALEM.”28. Orta halde bulunanları dedi ki: Ben size “tesbîh eder olmalı değil misiniz?” demedim mi?”

”49. Eğer ona Rab’binden bir nîmet erişmiş olmasa idi, elbette fezâya kınanmış bir halde atılmış olacaktı.”

– LEN OLANLAR :

-BAKARA:”24. Eğer siz onu yapamaz iseniz, elbette yapamayacaksınız ya, artık o ateşten sakınınız ki, onun çırası, bir takım insanlar ile taşlardır. O ateş ise kâfirler için hazırlanmıştır.”

”61. Hani siz bir vakitte demiştiniz ki: Ya Musa! biz bir çeşit yemeğe elbette sabredemeyiz. Bizin için rabbine dua etde yerin bitirdiği tere, hıyar, buğday, mercimek, soğandan bizim için de çıkarsın. -Musa da- demişti ki: Siz bayağı olan şey ile hayırlı olan şeyi değiştirir misiniz? Öyle ise bir kasabaya ininiz sizin için istediğiniz şeyler -orada- vardır. Onların üzerlerine alçaklık, yoksulluk vuruldu ve Allah’ın gazabına uğradılar. Bu da şüphe yok ki Allah’ın ayetlerini inkâr, peygamberlerini haksız yere katletmeleri sebebiyle olmuştur. İşte bu ceza onların isyan etmelerinden ve haddi aşmış olmalarından dolayıdır.”

”80. Ve dediler ki: Bizlere bir kaç sayılı günden başka cehennem ateşi temas etmeyecektir. De ki: Siz Allah’ın huzurunda bir ahid mi aldınız? Elbet de Allah Teâlâ dönmez. Yoksa bilmeyeceğiniz bir şeyi Cenab’ı Hakka isnad edip söylüyor musunuz?”

”95. Halbuki onu evvelce kendi elleriyle yaptıkları şeyler sebebiyle aslâ temenni etmezler.”

”111. Ve dediler ki cennete Yahudî veya Hırıstiyan olanlardan başkası elbette giremeyecektir. Bu onların boş hülyalarıdır. De ki: delilinizi getirin, eğer siz doğru kimseler iseniz.”

”120. Sen onların milletine tâbi oluncaya değin senden ne Yahudiler ne de Hıristiyanlar aslâ hoşnut olmazlar. De ki: Asıl hidayet Allah’ın hidâyetidir. Eğer sen sana gelen ilimden sonra, onların arzularına uyacak olsan, yemin olsun ki senin için Allah tarafından ne bir dost bulunur ne de bir yardımcı.”

-ÂL-İ İMRAN”91. Şüphesiz o kimseler ki, kâfir oldular ve kâfirler oldukları halde öldüler, artık onların hiç birinden yer yüzü dolusu altın feda edecek olsa elbette kabul edilmeyecektir. İşte onlar için elîm bir azap vardır. Ve onlar için yardımcılardan bir kimse yoktur…”

”92. Sevdiğiniz şeylerden harcayıncaya kadar iyiliğe nail olamazsınız ve her ne şey harcarsanız şüphe yok ki. Allah Teâlâ hakkiyle bilir.”

”111. Size ezîyetten başka bir zarar veremezler. Ve eğer sizinle savaşta bulunurlarsa size arka çevirir kaçarlar. Sonra yardım da olunmazlar.”

”115. Ve hayırdan her ne yaparlarsa elbette karşılıksız bırakılmayacaklardır. Ve Allah Teâlâ o takvâ sahiplerini hakkiyle bilendir.”

”116. Muhakkak o kimseler ki, kâfir oldular, onları ne malları ve ne de evlâtları Allah Teâlâ’nın azabından kurtaramaz. Ve onlar cehennem ehlidirler. Onlar orada ebedî kalacak kimselerdir.”

”124. O vakitte idi ki, sen mü’minlere diyordun ki: Rabbinizin indirmiş olduğu üç bin melek ile size yardım etmesi size yetmez mi?”

”144. Ve Muhammed de ancak bir peygamberdir. Ondan evvel de peygamberler gelip geçmiştir. Eğer o ölse veya öldürülse siz gerisin geriye mi dönüvereceksiniz?. Ve her kim gerisin geriye dönerse elbette Allah Teâlâ’ya hiçbir zarar vermiş olamaz. Ve Allah Teâlâ şükredenlere mükâfat verecektir.”

”176. O küfre koşanlar seni üzmesinler. Şüphe yok ki, onlar Allah Teâlâ’ya bir şey ile zarar veremezler. Allah Teâlâ istiyor ki, onlara âhirette bir nasip vermesin. Ve onlar için büyük bir azap vardır.”

”177. Muhakkak o kimseler ki, imân karşılığında küfrü satın almışlardır. Elbette onlar Hak Teâlâ’ya bir şey ile zarar veremezler. Ve onlar için acıtıcı bir azap vardır.”

-NİSA:”52. Onlar o kimselerdir ki, Onlara Allah Teâlâ lânet etmiştir ve her kime ki, Allah Teâlâ lânet ederse artık onun için bir yardımcı bulamazsın.”

”88. Size ne oluyor ki, münâfıklar hakkında iki fırka bulunuyorsu-nuz? Allah Teâlâ onları kazandıkları şey sebebiyle tersine döndürmüştür. Hak Teâlâ’nın saptırdığını doğru yola getirmek mi is-tiyorsunuz?. Ve her kimi ki, Allah Teâlâ saptırırsa artık sen onun için bir yol bulamazsın.”

”129. Ve kadınlar arasında adalette bulunmanıza ne kadar istekli olsanız da asla muktedir olamazsınız, artık birine büsbütün meyl ile temayül edîp de ötekini asıklı gibi bırakmayınız. Ve eğer ıslah eder ve sakınırsanız şüphe yok ki Allah Teâlâ çok bağışlayan, pek esirgeyendir.”

”141. Onlar ki, sizi gözeli verirler, eğer sizin için Allah Teâlâ’dan bir zafer olursa biz de sizinle beraber değilmiydik derler. Ve eğer kâfirler için bir pay olursa biz size galip gelmez miydik ve size mü’minlerin saldırısını engeller olmadık mı derler. Artık Allah Teâlâ kıyamet gününde aranızda hükmedecektir. Ve elbette Allah Teâlâ kâfirler için mü’minler aleyhine bir yol vermeyecektir.”

”143. Onun arasında bocalayıp duruyorlar. Ne onlara ne de bun-lara mensup, ve her kimi ki, Allah Teâlâ sapıtırsa artık ona elbette bir yol bulamazsın.”

”145. Şüphe yok ki; münâfıklar ateşin en aşağı tabakasındadırlar. Ve elbette onlar için bir yardımcı da bulamazsın.”

”172. Mesihde Allah Teâlâ için kul olmaktan asla çekinmez. Allah’a yakın olan melekler de. Her kim onun ibadetinden çekinir ve kibirlenirse elbette onların hepsini huzuruna toplayacaktır.”

-MAİDE:”22. Dediler ki, ya Musa!. Muhakkak orada zorbalar olan bir kavim vardır. Ve onlar oradan çıkmadıkça biz oraya elbette girmiyeceğizdir. Fakat onlar oradan çıkarlarsa bizler oraya muhakkak giricileriz.”

”24. Dediler ki: Ya Musa!.. Biz elbette oraya ebediyen girmeyeceğiz, onlar orada devam ettikçe artık sen Rabbinle git savaşta bulunun, bizler ise burada oturucularız. “

”41. Ey Resûl!. Küfr içinde yarış edenler seni mahzun etmesin. O kimselerden ki, ağızlarıyla imân ettik dedikleri halde kalbleri imân etmemiştir. Ve Yahudi olan kimselerden ki, bunlar pek ziyâde yalan dinleyicilerdir. Ve sana gelmeyen diğer bir kavmi de ziyadesiyle dinleyicidirler. Kelimeleri yerlerine konulduktan sonra değiştirirler. Derler ki: Eğer size bu verilirse alıveriniz ve eğer size bu verilmezse sakınınız. Ve Allah Teâlâ her kimin fitnesini isterse elbette sen onun için Allah Teâlâ tarafından birşeye sâhip olamazsın. Onlar o kimselerdir ki Allah Teâlâ onların kalblerini temizlemek istemiştir. Onlar için dünyada zillet vardır ve onlar için âhiret de pek büyük bir azap vardır.”

”42. Onlar yalanı çokca dinleyicilerdir. Haram olanı da pek çok yiyicilerdir. Artık sana gelirlerse aralarında hükmet veya onlardan yüz çevir. Ve eğer onlardan yüz çevirirsen sana hiçbir şey ile zarar veremezler ve eğer hükm edersen aralarında adâletle hükmet. Şüphe yok ki: Allah Teâlâ adaletde bulunanları sever.”

-EN’AM”124. Ve onlara bir âyet geldiği zaman derler ki: Allah’ın Peygamberlerine verilmiş olanın benzeri bizlere verilinceye kadar biz imân etmeyiz. Allah Teâlâ peygamberliği nereye yönelteceğini en iyi bilendir. Elbette günahkâr olanlara yapmakta olduktan tuzak ve hileden dolayı Hak Teâlâ’nın katında bir alçaklık ve şiddetli bir azap isâbet edecektir.”

-ENFAL:”19. Eğer -ey kâfirler- fetih istiyorsanız işte size fetih gelmiştir. Ve eğer vazgeçerseniz artık o sizin için hayırlıdır. Ve eğer dönerseniz biz de döneriz. Ve elbette cemaatiniz çok olsa da size birşey ile fayda verir olamayacaktır. Ve muhakkak ki. Allah Teâlâ müminler ile beraberdir.”

-TEVBE”80. Onlar için istiğfarda bulun veya onlar için istiğfarda bulunma. Eğer onlar için yetmiş defa af dileyecek olsa elbette Allah Teâlâ onları af etmeyecektir. Çünki onlar Allah Teâlâ’yı ve Resûlünü inkâr ettiler. Allah Teâlâ ise fasıklar olan bir kavme hidayet etmez.”

”83. Eğer Allah Teâlâ seni onlardan bir taifenin yanına döndürür de başka bir cihada çıkmak için senden izin isterlerse de ki: Artık siz benimle beraber çıkmayınız ve benim maiyetimde olarak savaşta bulunmayınız. Çünki, siz ilk defa da oturmaya razı oldunuz. Artık geri kalanlar ile beraber oturunuz.”

”94. Onlara döndüğünüz zaman size mazeret beyan edeceklerdir. De ki: Mâzerette bulunmayınız, elbette size inanmayacağızdır.Muhakkak ki, Allah Teâlâ sizin bir kısım hallerinizden bizi haberdar buyurdu ve sizin amellerinizi Allah Teâlâ ve Peygamberi görecektir. Sonra gizliyi de âşikâreyi de bilene döndürüleceksiniz. Artık o neler yapmış olduklarınızı size haber verecektir.”

-HUD:”81. Dediler ki: Ey Lût!. Şüphe yok ki biz senin Rab’binin elçileriyiz. Onlar sana elbette kavuşamayacaklardır. Artık sen âilen ile gecenin bir kısmında yürü ve sizden hiç bir kimse geri kalmasın, eşin ise müstesnâ. Şüphesiz ki, onlara isâbet edecek şey, ona da isâbet edicidir. Muhakkak ki, onlara va’dedilen zaman, sabah vaktidir, sabah vakti ise yakın değil midir?.”

-YUSUF”66. Dedi ki: Onu sizinle beraber göndermem, onu bana getireceğinize dâir Allah Teâlâ’dan bana sağlam bir söz verinceye kadar. Ancak kuşatılmanız hariç. Vaktaki, ona teminatlarını getiriverdiler. Dedi ki: Allah Teâlâ’da dediklerimizin üzerine şâhitdir.”

”80. Ne vakit ki, ondan ümitlerini kestiler, birbiriyle fısıldaşarak diğerlerinden ayrıldılar. Büyükleri dedi ki: Babanızın muhakkak Allah’a yemin ile teminat almış olduğunu ve sizin evvelce de Yûsuf hakkında yapmış olduğunuz kusuru bilmiyor musunuz?. Artık babam bana izin verinceye kadar veya benim için Cenab’ı Hak hükmedinceye kadar bu yerden ayrılmam ve o, hükmedenlerin en hayırlısıdır.”

-İSRA.”37. Ve yer yüzünde böbürlenerek yürüme. Şüphe yok ki, sen ne yeri yarabilirsin ve ne de boyca dağlara yetişebilirsin.”

”93. Veyahut senin için altından bir ev olmalı veya göğe derece -derece yükselesin ve senin yükselmene de asla inanmayız, ta ki, üzerimize kendisini okuyacağımız bir kitap indiresin. De ki: Rabbimi tenzih ederim ben bir beşer olan elçiden başka bir şey değilim.”

”97. Ve Allah kime hidayet ederse işte hidayete eren o’dur ve kimi saptırırsa artık onlar için Allah’tan başka asla yardımcılar bulamazsın ve onları kıyamet gününde körler, dilsizler, ve sağırlar olarak yüzleri üzerine haşrederiz. Onların varacakları yer, cehennemdir. Her ne zaman alev azalırsa onlar için cehennem ateşini arttırırız.”

-KEHF.”14. Ve onların kalplerini kuvvetlendirdik, o vakit ki: Kıyam ettiler de dediler ki: Bizim Rab’bimiz, göklerin ve yerin Rab’bidir, ondan başkasına bir ilâh diye tapamayız. Diyecek olsak elbette ki, haktan pek uzak bir söz söylemiş oluruz.”

”17. Ve güneşi görürsün ki, doğduğu zaman onların mağaralarının sağ tarafına meyleder ve battığı vakit de onların sol taraflarına dönüverir ve onlar ondan bir geniş orta yerdedirler. Bu Allah’ın âyetlerindendir. Allah kime hidayet ederse o hidayet bulmuş olur ve kimi de saptırırsa artık onun için bir irşat edici yardımcı bulamazsın.”

”20. Şüphe yok ki, onlar eğer size galebe ederlerse sizi ya taslayarak öldürürler, veya sizi kendi dinlerine döndürürler ve o takdirde artık ebedî olarak kurtuluş bulamazsınız.”

”27. Ve Rab’bin kitabından sana vahyolunanı oku, onun kelimelerini değiştirecek yoktur ve ondan başka bir sığınak da bulamazsın.”

”41. Yahut suyu çekilir de artık onu aramaya asla güç yitiremezsin.”

”48. Ve Rabbine bir saf olarak arzedilmişlerdir. Muhakkak ki, siz, kendinizi ilk defa yarattığımız gibi bize gelmiş oldunuz. Hayır.. Siz iddia etmiş idiniz ki, sizin için hiçbir mevid tayin etmiyeceğiz.”

”57. Daha zalim kim vardır, o kimseden ki, Rabbinin âyetleri kendisine hatırlatıldığı halde ondan hemen yüz çevirir ve iki elinin takdim etmiş olduğu şeyi unutmuş olur. Biz onların kalpleri üzerine onu güzelce anlayabilmelerine mâni perdeler, kulaklarında da bir ağırlık kılmış olduk ve onları hidayete davet edip dursan onlar yine o vakit hidayete ebediyyen ermezler.”

”58. Ve Rabbin mağfireti pek fazladır, rahmet sahibidir. Eğer onları kazandıkları sebebiyle cezalandıracak olsa elbette onlar için azabı çarçabuk getirirdi. Fakat onlar için va’d edilmiş bir zaman vardır. Onun ötesinde bir kurtuluş yeri bulamazlar.”

”67. Dedi ki: Şüphe yok sen benimle beraber sabra kâdir olamazsın.”

”72. Dedi ki: Ben demedim mi ki: Şüphe yok sen benimle beraber sabra takat getiremezsin?.”

”75. Dedi ki: Ben sana demedim mi ki, şüphe yok sen benimle beraber sabra takat getiremezsin.”

-MERYEM.”26. Artık ye ve iç, ve gözün aydın olsun, imdi insanlardan bir kimseyi görürsen de ki: Ben Rahman için oruç adadım, artık bugün hiç bir insan ile asla konuşmayacağımdır.”

-TAHA.”72. Dediler ki: Ellbette seni bize gelen âyetlere ve bizi yoktan var etmiş olana tercih edemeyiz. Artık sen, ne ile hüküm edecek isen hüküm et. Sen ancak bu dünya hayatında hükmedersin.”

”91. Dediler ki, bize Musa dönüp gelinceye kadar biz buna – buzağıya- sürekli olarak tapmaktan geri duracak değiliz.”

”97. -Hz. Musa- da dedi ki: Çık git. Çünkü artık sana hayatta -bulundukça takdir edilmiş olan- dokunma yok demektir. Ve muhakkak ki, senin için bir va’de mahalli de vardır ki, ondan asla ayrılmayacaksındır. Ve kendisine tapınıp durduğun tanrına da bak. Biz onu elbette ki, yakacağız, sonra da onu denizde yarça parça edip savuracağız.”

-ENBİYA.”87. Ve Zünnun’ü da -an- o vakit ki: Öfkeli olarak gitmişti. Bizim kendisini sorumlu tutmayacağımızı zannetmişti. Derken karanlıklar içinde -kalıp- niyazda bulundu ki: -Yarabbi!.- senden başka ilâh yoktur, seni tenzih ederim şüphe yok ki, ben zalimlerden oldum.”

-HAC-“15. Her kim O’na -Peygambere- Allah’ın ne dünyada ve ne de ahirette yardım etmeyeceğini zannediyor ise semaya bir ip uzatsın, sonra onunla intihar etsin, artık baksın ki, kendisinin bu hilesi, onun nefret ettiği şeyi giderecek mi?.”

”37. Elbetteki, onların ne etleri ve ne de kanları Allah’a erecek değildir. Ve lâkin ona sizden takva erecektir. Onları öylece size musahhar kılmıştır, tâki size hidayet buyurduğundan dolayı Allah’a tekbirde bulunasınız ve güzel davrananları müjdele..”

”47. Ve senden azabın acele gelmesini isterler. Halbuki, Allah vadinden asla dönmez ve şüphe yok ki, Rabbin katındaki birgün, sizin sayacaklarınızdan bir yıl gibidir.”

”73. Ey insanlar!. Bir misal verildi, onu artık dinleyiniz!. Şüphe yok ki, Allah’tan başka kendilerine ibadet ettikleriniz, bir sinek bile yaratamazlar, isterse onun için hepsi de toplansınlar ve eğer sinek onlardan bir şey kapacak olsa onu ondan geri de alamazlar. İsteyen de, istenilen de zayıf olmuştur.”

-FATIR.”29. Muhakkak o kimseler ki, Allah’ın kitabını daima okurlar ve namazı dosdoğru kılarlar ve bizim kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden gizlice ve âşıkâra olarak harcamada bulunmuş olurlar, -işte onlar- hiç zevâl bulmayacak bir kazanç umarlar. “

”43. -Bu da- yerde böbürlenmekten ve kötü tuzaklar kurmaktan -doğmuştur- ve kötü bir tuzak, kendi ehlinden başkasına ârız olmaz. O halde evvelkilerin kanunundan başka ne bekliyorlar?. Artık sen Allah’ın kanununda asla bir değişiklik bulamazsın. Ve Allah’ın sünnetinde bir sapma da bulamazsın.”

-ZUHRUF.”39. Bu gün size bu temennîniz, aslâ bir fâide vermeyecektir. Çünkü zulmettiniz. Şüphe yok ki, siz azapta ortalarsınızdır.”

-MUHAMMED.”34. Muhakkak o kimseler ki, kâfir oldular ve Allah yolundan men ediverdiler, sonra da onlar kâfir olarak öldüler, artık Allah, onlar için mağfirette bulunmayacaktır.”

”35. Binaenaleyh zâfiyet göstermeyiniz ve sizler en üstün olduğunuz hâlde sulha dâvet etmeyiniz ve Allah sizinle beraberdir ve size amelinizi eksiltmez.”

-FETİH.”15. O geri bırakılmış olanlar, siz ganimetler elde etmek için sefere çıkıp gideceğiniz zaman diyeceklerdir ki: Bizi bırakınız, arkanızdan gelelim. Onlar Allah’ın kelâmını değiştirmek isterler. De ki: Siz bize aslâ tâbi olamazsınız, işte sizin için Allah Teâlâ önceden böyle buyurmuştur. Buna da diyeceklerdir ki: Hayır. Bizi kıskanıyorsunuz. Halbuki, pek azdan başka birşey anlayamaz olmuşlardır.”

”23. Allah Teâlâ’nın öteden beri süregelen âdeti -budur- ve Allah’ın âdeti için aslâ bir değişiklik bulamazsın.”

-MÜCADELE.”17. Onları ne maları ve ne de evlâtları hiç bir şey ile Allah’tan kurtaramaz -müstağni kılamaz- onlar, ateş ashabıdırlar, onlar o ateşte ebediyen kalıcılardır.”

-MÜMTEHİNE.”3. Elbette size kıyamet gününde ne hısımlarınız ve ne de evlât-larınız fâide veremeyeceklerdir. Aralarınızı ayıracaktır ve Allah ne yapar olduklarınızı hakkıyla görücüdür.”

-MÜNAFİKIN.”11. Halbuki, Allah hiç bir şahsı eceli geldiği vakit sonraya bırakmaz, ve Allah her ne yapar iseniz haberdardır.”

-TEĞABÜN.”7. Kâfir olanlar, iddia ettiler ki: Öldükten sonra aslâ diriltilmeyeceklerdir. De ki: Hayır ve Rab’bime andolsun ki: Elbette diriltileceksinizdir. Sonra da yapmış olduğunuz şeyler elbette size haber verilecektir. Ve bu ise AIlah’a göre pek kolaydır.”

-CİN.”22. De ki: Şüphe yok, beni Allah’tan hiçbir kimse elbette koru-yamaz ve ben ondan başka sığınacak kimse bulamam.”

-İNŞİKAK.”14. Muhakkak o, sanmıştı ki: Elbette dönmeyecektir.”

-BELED.”5. Sanıyor mu ki: Onun üzerine hiç bir kimse güç yetiremeyecektir?.”

METÂ OLANLAR :

-BAKARA.”214. Yoksa Cennete gireceğinizi mi zannettiniz?. Sizden evvelki geçmiş ümmetlerin hali sizlere gelmedikçe. Onları nice şiddetli ihtiyaçlar, hastalıklar kapladı ve sarsıntılara uğradılar. Hattâ peygamberleri ve onunla beraber imân edenler. Allah’ın yardımı ne zaman? diyecek bir hale geldiler. Haberiniz olsun Allah’ın yardımı şüphe yok ki pek yakındır.”

-YUNUS.”48. Ve derler ki: Eğer siz doğru kimseler iseniz bu vâd ne zamandır?.”

-İSRA:”51. Veya göğüslerinizde büyütülenden herhangi bir yaratık -olunuz, herhalde diriltileceksinizdir-. Diyeceklerdir ki: O halde bizi kim geri getirecektir?. De ki: Sizi ilk defa yaratmış olan zat -geri getirecektir-. Artık sana başlarını sallayacaklar ve diyeceklerdir ki: O ne zaman?. De ki: Yakın olsa gerek!”

-ENBİYA.”38. Ve derler ki, bu va’d ne zaman? Eğer siz sadıklar iseniz.”

-NEML.”71. Ve derler ki: Bu tehdit ne zamandır?. Eğer siz doğru sözlü kimseler iseniz -haber veriniz bakalım-.”

-SECDE:”28. Ve diyorlar ki: Bu feth ne zamandır?. Eğer siz doğru sözlü kimseler iseniz -söyleyiniz bakalım!-“

-SEBE’.”29. Ve derler ki: Eğer siz doğru sözlü kimseler iseniz ne vakit bu vâd?.”

-YASİN.”48. Ve derler ki: O tehdit ne zaman?. Eğer siz sadıklar oldunuz iseniz.”

-MÜLK.”25. Ve derler ki: Şu vâdedilen, ne zamandır?. Eğer sâdıklar oldu iseniz.”

LEYTE-LEYTENA-LEYTENİ-LEYTEHA-

-NİSA.”73. Ve yemin olsun ki, eğer size Allah tarafından bir lûtuf nasib olursa, sanki sizinle onun arasında hiçbir tanışıklık yok imiş gibi “ne olurdu ben de onlar ile beraber olsaydım da büyük bir ganimete nâil olsa idim” diyecektir.”

“EN’AM.”27. Ve -onları- ateşin üzerine durdurulup da: “Eyvah bize ne olurdu bir geriye çevrilseydik ki, Rab’bimizin âyetlerini yalanlamasaydık ve mü’minlerden olsaydık” dedikleri zaman bir görecek olsan.”

-KEHF.”42. Ve meyvesini -servetini- helâk kapladı. Artık ona sarfettiği şeylerden dolayı iki avucunu ovuşturmaya başladı. O -bağ- ise çardakları üzerine çökmüş ve diyordu ki: Ne olurdu, ben Rabbime bir ferdi ortak koşmamış olsaydım!.”

-MERYEM.”23. Derken ona doğum hareketi gelerek kendisini bir hurma ağacının altına gitmeğe zorunlu kıldı, dedi ki: Ne olurdu bana, bundan evvel ölmüş olsaydım ve unutulup terkedilmiş bulunsa idim!.”

-FURKAN.”27. Ve o gün ki, zalim iki elini ısırır, der ki: Keşke ben Peygamber ile bir yol tutmuş olsa idim.”

“28. Eyvah bana!. Keşke falanı döş edinmese idim.”

-KASAS.”79. Derken Kârun kavmine karşı ihtişamıyla çıkıverdi. Dünya hayatını isteyenler, dedi ki: Keşke Karun’a verilmiş olan şeyin misli bizim için de verilmiş olsa. Şüphe yok ki, o, pek büyük bir şans sahibidir.”

-AHZAB.”66. O günde yüzleri âteş içinde çevrilip durur. Derler ki: keşke biz Allah’a itaat etse idik ve Peygamber’e itaat etse idik.”

-YASİN.”26. Denildi ki: Cennete giriver. Dedi ki: Keşke kavmim bilselerdi.”

-ZUHRUF.”38. Nihâyet bize geldiği zaman -O arkadaşına- der ki: Keşke benim ile senin aranda iki doğunun uzaklığı olsa idi, -sen- ne kötü arkadaş!.”

-HAKKA.”25. Fakat o kimseye ki, kitabı sol tarafından verilmiş olur, -o da-der ki: Keşke kitabım bana verilmemiş olsa idi.”

“27. Keşke o -ölüm hayatımı- kesip bitirmiş olsa idi.”

-NEBE’.”40. Şüphe yok ki: Biz, sizi yakın bir azab ile korkutmuş olduk. O gün ki: Herkes iki elinin ne yapmış olduğuna bakacaktır. Kâfir de: Ah ben keşke, bir toprak olaydım, diyecektir.”

-FECR.”24. Der ki, keşke hayatım için -güzel ameller- takdim etmiş olsa idim.”

TEMENNİ :

-BAKARA.”78. Ve onlardan bâzıları da ümmîdirler. Kitabi bilmezdirler. Ancak bir takım batıl şeyleri bilirler. Ve onlar yalnız zanneder dururlar. “

“94. De ki: Eğer Allah Teâlâ’nın yanında ahiret yurdu başka insanların değil de özel olarak sizin ise ölümünüzü temenni ediniz, eğer siz doğru sözlü kimselerseniz.”

“95. Halbuki onu evvelce kendi elleriyle yaptıkları şeyler sebebiyle aslâ temenni etmezler.”

“111. Ve dediler ki cennete Yahudî veya Hırıstiyan olanlardan başkası elbette giremeyecektir. Bu onların boş hülyalarıdır. De ki: delilinizi getirin, eğer siz doğru kimseler iseniz.”

-ÂL-İ İMRAN.”143. Andolsun ki, siz ölümü onunla karşılaşmadan evvel temenni ediyordunuz. İşte siz bekleyip durduğunuz halde onu görüverdiniz.”

-NİSA.”32. Ve Allah Teâlâ’nın bazınıza diğer bazınız üzerine ihsan bu-yurmuş olduğu şeyi temenni etmeyiniz. Erkekler için kazançlarından bir nasip vardır: Kadınlar için de kazançlarından bir nasib vardır. Ve Allah Teâlâ’dan lütfunu isteyiniz. Şüphe yok ki Allah Teâlâ her şeyi hakkıyla bilicidir.”

“119. Ve elbette onları sapıtacağım ve elbette onları kuruntuya düşüreceğini ve muhakkak onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar ve herhalde onlara emredeceğim de Allah Teâlâ’nın yarattığını değiştireceklerdir. Ve her kim Allah Teâlâ’yı bırakır da şeytanı dost edinirse şüphe yok ki, pek açık bir ziyan ile ziyana düşmüş olur.”

”120. Şeytan onlara vadeder ve onları kuruntuya düşürür. Halbuki, şeytan onlara bir aldatmadan başka birşey vâdetmez.”

”123. Sizin kuruntularınızla değildir, ehli kitabın kuruntuları ile de değildir. Her kim bir kötülük yaparsa onunla cezalandırılır. Ve kendisi için Allah Teâlâ’dan başka ne bir yar ve ne de bir yardımcı bulamaz.”

-HAC.”52. Ve senden evvel bir Resul bir nebi göndermedik ki, illâ bir temennide bulunduğu zaman onun temennisine şeytan bir şey atıvermiştir. Fakat Allah şeytanın attığım defeder, sonra Allah âyetlerini muhkem kılar ve Allah bilendir, hikmet sahibidir.”

-KASAS.”82. Ve dünkü gün onun yerinde olmayı temenni edenler, ertesi sabah diyorlardı ki: Vay sana!. Şüphe yok ki, Allah kullarından dilediğine rızkı bol veriyor, dilediğine de az. Eğer Allah bize lûtfetmese idi elbette bizi de yerin dibine geçirmişti. Ay!. Muhakkak ki, kâfir olanlar kurtuluşa eremezler.”

-NECM.”24. Yoksa insan için her temennî ettiği şey var mıdır?.”

-HADİD.”14. Onlara bağırırlar ki: Biz sizinle beraber değil mi idik?. Onlar da derler ki: Evet.. Ve lâkin siz nefsinizi fitneye düşürdünüz, ve -mü’minler hakkında fenâlık- gözettiniz ve sizi bâtıl şeyler, gurura düşürdü, tâ ki, Allah’ın emri geliverdi. Ve sizi şeytan Allah ile aldattı.”

-CUMA.”6. De ki: Ey Yahûdî bulunan kimseler… Eğer siz, Allah için insanlardan ayrı dostlar olduğunuzu iddia ediyor iseniz, imdi ölümü te-menni ediniz eğer siz doğru söyleyenler oldu iseniz.”

”7. Halbuki, onu ebediyen temennî etmezler, ellerinin takdim et-tiği -günah- sebebi ile. Allah ise zâlimleri hakkı ile bilicidir.”

MEHMET ÖZÇELİK




L A V L A R

L A V L A R

Taşları,kayaları,sert olan her şeyi eriten lavlar;cehennemi hatırlatır. Harika ve ibretlerle dolu,su gibi eşyanın eriyişi ve akışı…

Eşya;emir ve nehye göre şekil almada,ona göre işlemektedir.

Emirle zerre,küreyi taşır…Nehiyle cehennem de olsa yakmaz. İbrahimi yakmayan ateş,aynı nehiyle hiçbir şeyi yakmaz. Zira kanunun kuvveti,kanun koyucudan gelmektedir. O kanun kaldırıldığında,kanunun fonksiyonu da kalkar. Bir tesir icra etmez. Eski ve eskiyen,eskimiş bir kanun olur.

O emir ve iradeyle küre zerreye sığar,zerre küreyi taşır..biri küçülür büyüklüğüyle beraber,diğeri büyür küçüklüğüyle beraber…

Çünkü bu ve buna benzer şeyler nisbidir,nisbet ile bilinir,küçülür-büyür,artar veya eksilir. Bu durum her şeyde ve her yerde görülür.

Basit şeyde harikalık,büyük şeyde cansızlık…

Her şey emir ve nehiyle her şey olur,her şey bir şey,bir şeyde her şey olduğu gibi… Ona yollar açılır,zaman ve zemin kalmaz,kalkar.

Allah;kainattaki,varlıklardaki işleri emir ve nehiyle yapmaktadır. Biri irade ve kudretinden çıkan kanunlarla –cansız ve hayvan gibi- varlıklarda cereyan edip devam ederken;diğeri de kelamından çıkan suhuf ve kitaplar yoluyla beşere,şuurlu varlıklara emir ve nehiyle gerçekleşir.

Her şey zincirleme olarak,silsile halinde cereyan eder. Suyun akışı gibi akar..çarkları döner,çarkları döndürür,netice ve ürün aldırılır onlara…

Eşya;sebeb silsilesine zincirleme olarak,üzüm salkımı gibi takılır.

Elbetteki mesele takılmışlıktan ziyade takanda ve onun takmasında aranmalıdır.

Kim takmış? Neyi yakmış? Nereye takmış? Neden ve Niçin takmış? Ne istemekte? Neyi beklemektedir? Kime neyi? Kimin için takmıştır? demeli ve düşünmelidir…

20-4-1998

MEHMET ÖZÇELİK




BİRLİĞİN DÜŞMANI IRKÇILIK

BİRLİĞİN DÜŞMANI IRKÇILIK

Milliyet,ümmet;aralarında din,dil ve tarih birliği olan topluluktaki haldir.

Millet olarak;”Milliyetimiz bir vücuddur. Ruhu;İslamiyet,aklı Kur’an ve İmandır.”[1]

“Fikri milliyet,hürriyetin pederidir.”[2]

“Zira hürriyet,milliyeti gösterdi. Milliyet sadefinde olan İslamiyetin cevheri nuranisi tecelliye başladı.”[3]

Aynı zamanda;Kimin himmeti milleti ise o tek başıyla bir millettir. Ben ölsem de milletim sağ olsun,düşüncesinde mezc olma,yoğrulma inancı.

Irk;Nesil,zürriyet,sülale,soy ve kök…

Kavm;Bir peygambere bağlı ve tabi insan topluluğu,aynı zamanda millet…

Kavmiyetçilik;Bir kavmin hususiyetleri. İslamiyetin men ettiği soy-sop üstünlüğü ileri sürerek kendi kavminden olmayanlardan ayrılmak ve onları hakir görmek,asabiyeti cahiliye,cahiliye döneminde uygulanan kendi kavmini üstün görme…

Kişilerin ırki taraf tutma neticede diğer insanları da bir anarşi ve ihtilale kadar vardırır. Anarşinin en büyük silahı ırkçılıktır. İslâmın ise reddettiği ırk değil,ırkçılıktır. Bölgecilik,particilik,sınıf farkı gibi ayrıntılar ırkçılığın hep aynı uzantısıdır. Zira,aynı temel esaslara inanan insanların ayrılması,aralarında tefrika tohumunun ekilmesi söz konusudur.

Başlangıç itibarıyla insanlar Adem ve Havva’dan olmak itibariyle birdirler. Veda hutbesinde belirtildiği gibi:”Hepiniz Adem’densiniz,Adem ise topraktandır.” O halde aslı toprak olan insanların birbirlerine tefâhura,üstünlüğe hakkı yoktur. Üstünlük ancak Takvâ’da,Allah’dan korkma nisbetindedir.[4]

Diğer bir çok âyette de bu mana ifade edilmektedir.[5]

Râzi;Din ve iman dışında herhangi bir farklılık sebebiyle bir müslümanın,ğayrı müslim bir kimseyle bile olsa istihza edip ona karşı böbürlenmeye kalkmasının caiz olmıyacağını,kafir olsun,mü’min olsun bütün insanların iman ve küfür haricinde,övünülen şeylerde müşterek olduklarını belirtir.

Kur’anın:”Bütün mü’minler kardeştir.”[6] hakikatı,ırkçılığı temelinden yıkar. Zira kardeşler aynı anne ve babanın birer evladları olduklarından bir üstünlük durumu olmayıp,ancak fazilet cihetinden imtiyaz ve farklılık görülecektir.

Kur’an-da yapılan hitablar,ırklara göre değil,iman eden ve etmeyene göredir. Bir ırk ayrımı yapılmamıştır. Irkçılık yahudinin mesleğidir ve değiştirilmiş Tevrat’ın hükmü olup:”Allah’ın insan olarak sadece yahudileri yaratmış olduğu,onun dışındakilerin hayvan olduğuna”itikad edilir.

İnsanları cinslerine göre seçme ve ayırma kasabta geçerlidir. Temel ruhtur. Ruhta ırk yoktur. ırkçılık ancak ruhsuzların işidir.

Ahirette insanların ayırımı da ırk üzerine değildir. İman-Küfür üzerinedir. Cennetin tabakaları da ırklara göre ayrılmamıştır.

Peygamberimizin:”Mü’minler birbirlerine destek veren bir binanın taşları gibidirler veya bir vücudun azaları gibidirler.”Sırrı da bize şunu ifade eder ki;elbette o taşların ve organların birbirleriyle uğraşmaları,üstünlük taslamaları yıkılmalarına sebeb olacaktır. Merdivenin ilk basamağı, son basamağı ayakta tuttuğundan,ayak da başı taşımış olmasından dolayı birbirine köstek değil,destek olup,umumi gayeye doğru hareketlerinde birbirlerini takviye edeceklerdir.

İstila,sürgün,savaş,zulüm ve katliamların temelinde ırkçılık yatar. Alman ırkının hakimiyeti düşüncesidir ki;Hitleri zalim,mazlum,kadın,ihtiyar,çocuk demeden dünyayı ateşe verip yakma düşüncesi ırkçılığın meyvesidir.

1789’da Fransız ihtilali ile ortaya çıkıp,müslümanların içine atılan bu sari illet,illetliliğini hala devam ettirmekte ve devam edeceğe de benzemektedir.

Saddam’ı mazlumların âhına kulak vermeden zulme iten en büyük sebeb ırkçılık,yani kendi zihninde tasarladığı Arap ırkçılığı ve hakimiyetidir.

Hele hele dünyayı bir ev haline getiren terakki asrında ırkçılık en büyük seddir ilerlemenin önünde…

Kur’an kan bağını değil,iman bağını esas alır. Nitekim;Hicretin 5. yılında Beni Mustalikle yapılan savaşta galib olduktan sonra dönüş de,Müreysi kuyusunda su sırası yüzünden Hz. Ömer’in ücretle tuttuğu seyisi Cehcah bin Mesud ile baş münafık Abdullah bin Übeyy’in arkadaşı Sinan bin Veber münakaşaya tutuşunca Cehcah Sinan’a vurur,Sinan;yetişin ey Ensar cemaatı,Cehcah’da;Yetişin ey Muhacir! diye seslenince müslümanlar birbirine girecek duruma gelirler.

Bunu duyup olay yerine gelen Rasulullah kızarak;”Bırakın şu cahiliyet davasını,bölücülük iddiasını! Çünkü o kötü bir adettir. Mü’minleri bölen kimse,cahiliyet davası güttüğünden cehenneme atılır.”buyurdu. Oruç tutsa,namaz kılsa da mı? denilince:”Evet,oruç tutsa,namaz kılsa,müslüman olduğunu söylese de…”buyurdu.

Bu durum münafıklar için,özellikle Abdullah bin Ubey için bulunmaz bir tezgahtı. Nitekim oda tezgahını kurdu. Ensara;Siz azaldınız,onlarsa çoğaldılar. Vallahi Medine’ye bir dönelim,izzetli v kuvvetli olan,zelil ve zayıf olanı muhakkak oradan sürüp çıkaracaktır.

Bunu duyan Hazreç gençlerinden Zeyd bin Erkam-da;vallahi kavmin içinde zelil,kalil ve menfur olan sensin. Hz. Muhammed ise Allah tarafından aziz kılınmıştır,diye cevab verdi. Ve durumu Peygamber Efendimize iletti. Bu durumdan Medine uzun müddet çalkalandı. Hz. Ömer rasulullahdan izin isteyib onu öldürmek istediğinde Peygamberimiz;Hayır ya Ömer,bu dediğin olmaz. İşin iç yüzünü bilmiyenler:”Muhammed ashabını öldürüyor.” diye konuşmaya başlarlar. Hal nice olur? Asıl fitne bundan sonra başlar.” demiştir.

Hatta İbni Übey’in oğlu Abdullah babasının bu çirkin sözlerini duyunca,Rasulullaha gelerek;”Ya Rasulallah,sana dediklerinden dolayı babamı öldürtmeyi düşünüyorsan,onu öldürmeyi bana emret. Olur ki başkası öldürürse ona tahammül edemem.” Peygamberimiz bu sözlerden memnun olup:”Hayır,merak etme. Babana karşı yumuşak davranırız. Aramızda yaşadıkça da ona iyi arkadaşlık ederiz.”buyurdu. Daha sonra inen ayetler Abdullah bin Ubey ve arkadaşlarının islâm aleyhine olan sinsi davranışları açıkça belirtiliyordu.

İşte ırkçılığın açtığı vahim netice.. İki tarafın kendi taraflarını çağırıp etrafı bulandırmaları…

Peygamber Efendimiz,ümmetimin helak olması üç şeyden ileri gelecektir:

1)Kaderiye (Kaderi inkar edenler)

2)Unsuriyet. (Kendi ırkının üstünlüğünü kabul etme.)

3)Dini meselelerin rivayetinde gevşeklik,laubalilik)(Mu’cemus Sağir.)

-“Irkçı bizden değildir.”

-“Irkçı cehenneme iki dizi üzerine sürünür,oruç tutsa,namaz kılsa da.”(Hadis)

-“Kavmiyetçilikte bulunan cahiliye ölümü üzere ölmüştür.”(Hadis)

-“Arabın Arab olmayana üstünlüğü yoktur.”(Hadis)

Şeytanın Adem’e secde etmemesinde bir derece ırkçılık,yani ona karşı üstünlük vardır. İnsanın üstünlük taslayışı zenginlikten değil (zira o kesbidir.),nesebtendir.

Ancak birinin kavmini sevmesinde bir sılayı rahim (akrabalar arasında ağlılık,ziyaret,yakınlaşma) vardır. Ancak nehyedilen,zulme ve adaletsizliğe,kayırma,hakir görmeye alet edilen sevgidir.

Hadisde:”Kim haksızlıkla kavmine yardım ederse,kuyuya düşüp,kurtarılmak için (beyhude yere) kuyruğundan çekilen deveye benzer.” Yani abesle iştiğaldir.

Körü körüne ecdadla iftiharda yasaklanmıştır. Nitekim ayette:”Çoğunluk olma iddianız sizi o kadar meşğul etti ki,mezardakileri ziyaretle oradakileri de sayacak kadar oldunuz.”[7]

Nüfusun çokluğu ile övünenler tenkid edilir.

Lenin,Marx,Stalin gibi keferelerin kabirlerini yaparak övünmeleri de bu kabildendir.

Türklerle övünürken Moğolları ve Macarları çıkarmadan onları da katarak övünmek ırkçılıktır,zulümlerine ortaklıktır.

Uhud savaşında Rasulullah,cengaver olan Kuzman ez- Zaferi için;-Falan kişi cehennemliktir.-buyurmuştur. Bir çok kişiyi vurub-geçiren Kuzman daha sonra yaralanıp atından düşünce,bunu gören Katâde İnbu Nûman ona.”Sana şehâdet mübarek olsun.” Buna cevaben:”Vallahi bu cengi din için yapmadım,kavmimin şerefi için yaptım.”der. Ve sonra da yaralarının ızdırabına dayanamıyarak intihar eder.[8]

Zira Allah’ın ismini yüceltmek için yapsaydı ölümü sevecek ve şehidlik mertebesine ulaşacaktı. Ancak yapılan iş kavminin ismini yüceltmek olduğundan hayat ve ölüm onun için anlamsız olmaktadır.

Peygamberimiz:”El-İslâmiyetü Cebbetil Asabiyyetel Cahiliyyete”(İslamiyet cahiliyet döneminde güdülen ırkçılığı kökünden kesmiştir.”buyurub,bunu da şöyle uygulamıştır: Kölesi Zeydi Kureyş’in önde gelenlerinden,itibarlı olan Hz.Zeyneb’e vermesi… Ve oğlu Üsame’yi (evlatlığı) orduya kumandan tayin etmesi.. İran asıllı Selman,Bizans asıllı Süheyb,Habeş asıllı Bilâle müstesna yer vermesi,hükmünü teyid eder.

Hz.Ömer’den;Mekke’ye kimi halef kıldın?diyen valiye, kölelerden –azadlı- İbnu Evzâ’yı demiştir.

Ömer ibnu Abdulaziz;devletçe tahsis edilen ödeneklerde –yiyecek-giyecek,nakit ve diğer çeşit ikramlarda- Arap ve Mevâli (azad edilmiş köleler) arasında tam bir eşitlik vazeder.

Toynbee:”Garbın kavmiyetçilik mikrobu ile ortaya çıkan siyasi hastalık (kavmiyetçilik) İslâmiyetin temeli olan insanların kardeşliği prensibi ile tedavi edilebilir.” Ve”Müslümanlar arasında ırkçılığın kaldırılması İslâmın kalıcı ahlaki başarılarından birisi. Günümüzde bu İslâmi özelliği yaygınlaştırmak zorundayız. Çünkü tarih kayıdları her ne kadar ırkçılığın çoğalan insan ırkları arasında bir istisna olduğunu gösteriyorsa da bu gün ırkçılığın bu denli kabul görmesi bir felaket sayılmalı,ki bu daha çok son 400 yıl içinde batılı güçler arasındaki yarışmada,yeryüzünün paylaşılması konusunda aslan payını alan ülkeler tarafından körüklenmekte…”[9]

Yazar izdeki yükselişine şöyle işaret eder:”1922’den beri Türkler İslâmi inceliklerle alay etmek için ellerinden geleni yaptılar,yinede,Türkleri küstah olarak anons eden diğer müslümanlar arasında bile saygınlıkları arttı. İşte bu yüzden bugün Türklerin oldukça kararlı yürüdükleri milliyetçilik yolunda yarın diğer müslümanların aynı şekilde yürümesi mümkün gözüküyor.

….Gerçekte,milliyetçilik müslümanların içine düştükleri bir oyun;müslümanların büyük bir çoğunluğu için milliyetçiliğin kaçınılmaz bir sonucu,batı dünyasının proleter kalabalığı içinde erimek olacaktır.

Ondokuzuncu yılın ilk çeyreğinde,halifelik ünvanını Topkapı sarayının sandık odasında bulan Sultan Abdulhamid,onu kendi kişiliğinde”Panislâmcı” duyguyu canlandırmak için kullandı. 1922’den sonra M. Kemal ve arkadaşları yeniden diriltilen bu halifelik müessesesini kendi radikal “Herodian” cı siyasal görüşlerine aykırı bularak,önce halifeliği laik bir kurum getirdiler ve sonra tamamiyle ortadan kaldırdılar. Türkiyedeki bu hareket diğer müslümanları üzdü ve 1926’da Kahire’de tarihsel islâmi bu kurumu, çağın şartlarına uydurma yollarını araştırmak üzere bir konferans düzenlemeye zorladı. Bu konferansın kayıdlarını incelediğinizde,halifeliğin öldüğüne inanacaksınız. Bunun en büyük sebebi elbette ki”Panislâmizmin “uykuda olması..”[10]

Irkçılık tehlikesine karşı tek çarenin İslam ve onun kurumlarının işlettirilmesiyle ortadan kaldırılacağını ifade eden yazar şöyle der:”Panislamizm uykudadır,ne var ki batılılaşmış dünyanın proleter kalabalığı batı sömürgeciliğine karşı ayaklanıp,anti batıcı bir hareket oluşturursa,uyuyan devin uyanabileceğini hesaba katmak zorundayız. Bu çağrının,İslâmın militan ruhunu,kış uykusuna yatmış gibi görünüyorsa da uyandırıp zafer dolu bir çağa yöneltmede,hesab edemediğimiz etkinlikleri olabilir. Geçmişte İslâm,doğulu bir toplumu batı saldırısına karşı çok güzel ayaklandırmıştı. Peygamberin ilk takibçileri zamanında İslâm,Suriye ve Mısırı bin yıldır ellerinde tutan Helen egemenliğinden kurtarmıştı. Zengi,Selahaddini Eyyubi ve Memlukler zamanında İslam,haçlı seferlerine ve Moğol istilasına karşı durdu. Eğer insanlığın bu günkü durumu bir “IRK” savaşına yol açacaksa,İslam,tarihi görevini yapmak üzere bir kere daha çağrılmalıdır. Dileyelim ki böyle bir savaş çıkmaz.”[11]

Bizdeki batıl batıcıların kulakları çınlasın. Kendi değerlerini ve hastalıklarının reçetesinin İslâmiyet olduğunu bir batılı kadar da anlamaktan mahrum,bigane ve ilgisiz!

Yine bu yazar ırkçılık tehlikesine İslâmın tek çare olacağını söyler ve İslâm tehlikesini de bertaraf etmek için ikide yol gösterir:”1)İçkinin halk tabakasına yaygınlaştırılması. 2)Irkçı düşüncelerin müslüman milletlere sokulması.[12] Yani Toynbee batı için tehlikenin ne dindar mutaassıb ne de laik batıcıdan gelmeyip,”İstanbul hamalları” ve Mısır fellahları diye diye nitelediği halk tabakasından geleceğini söyler. Yine Toynbee’ye göre,İslam bu iki iblisi reddederek kendini korumuştur.

Mutaassıb bir hristiyan olan bu yazar,bir yandan batıya ışık yakarken diğer yandan da reçetesinin ne olduğunu belirterek ona baş vurulacağı alternatifi de gösterir. Mü’min olmayan bir müslim sıfatıyla hal çaresini de göstermekten ve onu uygulamaktan başka çarenin olmadığını da ifade eder.

Garaudy’de şöyle der:”Fakat her şey batı tarafından sokulan çok kötü bir hastalığın pençesine yakalanmış durumda;ırkçılık üçüncü dünya ülkelerinin ırkçılığı,sömürgeciliğin ulaştığı bir zaferdir. Tipik misali şu:milliyetçilik teorisi asla müslümanlar tarafından geliştirilmedi. Baas partisini kuran teorisyen Michel Eflak adlı bir hristiyandı. Sizin ülkenizde Pantürkizmi icad eden bir yahudiydi,hem de padişahın yakınına sokulan bir yahudi;Van Berri. İşte üstesinden gelmek zorunda olduğumuz hususlar:ırkçılığa karşı mücadele ve güney-güney alışverişinin temini. Diğer yanda,askeri zaferlerine rağmen güçlüklerle karşı karşıya bulunan ABD.”[13]

Kur’an-ın da ifade ettiği gibi,insanların dişi ve erkek,cemaat ve kabileler halinde ayrı ayrı yaratılmalarındaki sebeb,birbirlerini tanımak,toplum hayatına âid mesele ve bağlantıları bilmek ve birbirine yardım etmektir. Yoksa birbirlerine düşmanlık için değildir.[14]

Hele böyle bir zamanda,yani bolşeviklik (Koministlik ve dinsizlik) ve sosyalistliğin her tarafı istila ettiği bir zamanda karşısında mukavemet edecek ancak ve ancak İslamiyet ve onun esaslarıdır.

Prof. M. Kemal Öke araştırmalarında İngilizlerin açıkça belgelerinde:”Alemi İslâma milliyetçilik perdesi altında bu ırkçılık tohumlarını biz attık.”Ve işte alemi İslâmın durumu. Türk ve Arab arasındaki uçurum. Ve Arabların bölük-pörçük düşmüş oldukları vaziyetler.. Yek ve tek vücud halindeki Osmanlıyı yıkan sebeb ırkçılıktır.

Irkçılığın modası batıda ikinci cihan savaşından bu yana geçmiş olmasına rağmen, bizde varlığı hala devam etmekte,körüklenmektedir. Bizdeki ırkçılıkta batılı müsteşriklerin büyük rolü olmuştur. Planlı olarak bir kısmı Türkçü,bir kısmı Arab ve Farsçı ve yaptıkları şey Hz. Ali’nin dediği gibi:”Batıla alet edilen doğru söz.”

Irkçılığın en büyük amili dinden uzaklaşmadır. Oysa Hz. Nuh oğlu Kenan’ın kendisine uymayıp,sular yükselip boğulunca:”Ya Rabbi,o benim ailemdendir,oğlumdur”demesi üzerine Allah;Hayır,o senin oğlun değildir.”[15] demekle,İman bağının kopuşu, irsi bağında kopmasına sebeb oluyor. İslam hukukunda,böyle inanmayan bir evlad babasından Miras alamaz. Hak taleb edemez. Birleştirici ırk veya aynı kökten olma değil,iman birliğidir.

Türk düşmanlığının gerek içte ve gerekse dıştaki tek sebebi;tarihinde göstermiş olduğu rolüdür yani-İ’la-yı kelimetullah- Allah’ın yüce ismini duyurma,ilan etme davasındandır. İngiliz araştırıcı Bernard Lewis bunu şöyle açıklar:Osmanlı imparatorluğu,kurulduğu andan yıkıldığı ana kadar,İslâm imanının neşrine,hakimiyetinin ilerlemesine ve düşmanlara karşıda müdafaasına kendini adamış bulunan bir devlet idi.”

Türk milleti kendi milliyetini İslâmiyetle mezcetmiş bir millet olduğundan Kur’anca övülmüştür.”Ey İnananlar! Aranızda dininden kim dönerse bilsinki,Allah,sevdiği ve onların onu sevdiği,inananlara karşı alçak gönüllü,inkarcılara karşı güçlü,Allah yolunda cihad eden,yerenin yermesinden korkmayan bir millet getirir. Bu,Allah’ın dilediğine verdiği bol nimetidir. Allah her şeyi kaplar ve bilir.”[16]

Nerede bir Türk varsa müslümandır,müslüman olmayan Türk,Türk de değildir. Macarlar ve Bulgarlar gibi.

Türklerin yapmış oldukları bütün hizmetler,kendi milliyetlerine değil,İslamiyet defterine ve hesabına geçmiştir.

Avrupayı taklid edip,milliyet uğruna mukaddesatı terketmek şuna benzer ki:Bir kadına bir jandarma elbisesi giydirilmez! Bir ihtiyar hocaya tango bir kadın elbisesi giydirilmediği gibi,körü körüne taklid dahi,çok defa maskaralık olur.

Zira Avrupayı ayakta tutan fen ve felsefe ise;Asyayı ayakta tutan din ve diyanettir. Hem ne vakit müslümanlar,dine ciddi sahib olmuşlarsa,o zamana nisbeten yüksek terakki etmişlerdir. Buna şahid,Avrupanın en büyük üstadı,Endülüs İslâm devletidir.

Hem ne vakit dine karşı lakayd vaziyeti almışlar,perişan vaziyete düşerek alçalmışlardır.

Şu memleketimiz eski zamandan beri çok göçlere maruz olduğundan,diğer kavimlerden gelib yerleşmişlerdir. Bu durumda menfi milliyeti iddia etmek manasız ve hem pek zararlıdır.

Türk milleti Avrupanın ejderhalarına karşı hayatını ve varlığını devam ettirmesi dininden gelen “Ölürsem şehid,öldürsem gaziyim.” düşüncesi olup,bunun yerine elbette başka bir şey gösterib,böyle bir fedakarlık yaptıramaz. Kişi kendi milletinin kıymet ve değerini düşürmemek,faydalı şeylerde bulunmak için milletini sevebilir. Buda müsbet milliyettir. Yani dini milliyetine değil,milliyetini dine hizmetçi kılmaktır.

Emevilerin bir parça ırkçılığa girmeleri İslâmın yayılmasını engellemiş,duraklama dönemi yaşatmıştır.Türklerin İslâmiyete girmelerini geciktirmiştir.

Gerçek huzurun imanda olduğunu,günahlardan kaçınmakla gerçekleşib,ırkçılıkla eski cahiliyet dönemindeki ateşin yakılması olduğu hususu ayette şöyle belirtilir:”İnkar edenler,gönüllerindeki cahiliye çağının asabiyet ateşini ateşlendirdiklerinde,Allah,peygamberine ve inananlara huzur indirdi;onların takva sözünü tutmalarını sağladı. Onlar,bu söze layık ve ehil kimselerdi. Allah,her şeyi bilmektedir.” [17]

İnsanların ırk ve kabile bağında bir birliğe karşı,din bağında bin birlik bağları vardır. Çünkü yaratıcıları bir,rezzakları bir,peygamberleri bir,kıbleleri bir,kitapları bir,vatanları bir.Bir,Bir,binler kadar bir bir…

İslâmiyet inançda Tevhid dini olduğu gibi,yaşayışta da insanların birliğini ister.

Vatan birliğinden önce gerekli olan,iman birliğidir.

İslâmdan önceki peygamberlerin ümmeti milli (bir kavim),bir ümmet iken,Nitekim:”Ey Muhammed,doğruya yönelmiş olan ve Allah’a eş koşanlardan olmıyan İbrahim’in dinine uyarız,de.”[18] Peygamberimizin ümmeti bütün insanlığı içine almıştır.Ayette.”Şüphesiz ben Allah’ım,benden başka ilah yoktur,bana kulluk et;beni anmak için namaz kıl.”[19]

Hadisde:”El Küfrü milletün vahidetün.”(Küfür ise tek bir millettir.)

Gayrı müslimleri bağlayan bağ vatan ve millet bağıdır. Mesela Din Mehmet ise,milliyet de onun parçalarıdır.

Milliyet;bir toplum yılbaşını kutlarken,diğeri milli adet,örf ve inancından dolayı Mevlidi kutlar.

Ölmüş adetler canlandırılamaz. Fakat canlı adetler rahatlıkla öldürülebilir. Yani batının teknik ve teknolojisini alırken,onun küfür ve adetlerini almamakla değerler korunur.

Bir frenk illeti olan kavmiyetçilik de zalimane bir düsturdur ki:”Milletin selameti için her şey feda edilir.” Böylece Emevilerin Hz. Hasan ve Hüseyine giriştikleri milliyet davasında hem diğer milletlere zarar verildi,hem de hadisdeki:”Müslüman olduktan sonra Habeşli bir köle ile Kureyşli bir efendi arasında fark yoktur.”esası çiğnenmiş oldu.

Özellikle,çeşitli özellikteki insanları içinde barındıran Türkiye için bu tam bir illettir. Oysa zamanımız ideolojiler devridir. İdeolojiler çarpışırken,ırkı esas almak,düşmanı bırakıp kendiyle uğraşmaktır.

O halde her şeyde olduğu gibi bunda da yapılacak iş vasatı,orta yolu yani istikameti takib edip,Kur’an ve hadisin ışığında hareket etmek gerekir;yoksa”Bir kimsenin cahiliye adetince kavim ve kabilesine intisab ederek onlardan yardım taleb ettiğini duyacak olursanız ona:”Babanın bilmem nesini ısır,deyiniz.”(Başka rivayette-Bunu açık açık söylemeyiniz-de denilmiştir.)

“Her kim övünmek ve şereflenmek kastıyla kafir olan atalarından dokuz tanesini kendisine nisbet ederse,cehennemde onların onuncusu olur.”

Ve böyle kimseler:”Pisliği yuvarlayan mayıs böceğinden daha değersiz olurlar.”Hakikatına mâsadak olur.

Seyfullah namıyla bilinen,İslâmın bahadır bir evladı Halid bin Velid’in yalancı peygamber Müseylimeye karşı;Muhacir-Ensar ve diğer kabileleri ayrı ayrı ayırmasındaki sebeb,sebat etmelerini sağlamak içindir. Bunda da netice başarıyla sonuçlanmıştır.

Nurettin Topçu der:”Ziya Gökalp’in milliyetçiliği dört devredir:1)Soycu olarak işe başladı. 2)Şaman dinini isteyip,sonra İslamlığı kabul etti. Ancak buda Arabın İslamlığından ayrı Türk dili ile.. 3) Hayatın zaruretlerinden dolayı İslamlığı kabul etti. 4)Sadece dilde Türkçü,Kemalistti.

Kendisi Kürt asıllı olan Ziya Gökalp,ateist olan Abdullah Cevdet’in tesiriyle çeşitli bocalamalardan sonra Türkçülük akımını İslâmla beraber mezcettirmeyip,mücerred olarak milliyetçilik akımını sürdürmüş,Atatürke fikir babalığı yaparak ölümüyle de onu ağlatmıştır.

Batıda millet anlayışı farklıdır. Fransızlar kültür,Almanlar ırk esasına,İsviçreliler vatan,Romanyalılar dil,Avusturya Almanları mezheb esasına dayanır. ABD: devletlerinde tabiiyyet,Çinde kültür,Batı Asya ile Kuzey Afrikadaki Arab aleminde dil esasına dayanır.

Bizdeki anayasanın 88. ve 54. maddesinde de olduğu gibi,vatandaşlıktır. Buda Halk partisi döneminde kanunlaşmıştır. Askeriyede ise;ırk esası takib edilmiştir. Bizde 1932’den beri milli eğitimde dil ve ırk esasları ile izah edilmiştir. Bizdeki milliyet meyilsiz yani beynelmilel milliyetçileriz. Hepsi de bizde var,İslâmınki ise yok..

“Müslüman kişi,diğer müslüman kişinin (rengi,dili,doğum yeri,içtima-i durumu,cinsiyeti ne olursa olsun) kardeştir. Öyle ise ona zulmedemez,ihanet edemez,aldatamaz,yardım isteğini cevabsız bırakamaz,tahkirde edemez.-Allah sizlerin cesedlerinize,mallarınıza bakmaz,fakat kalblerinize ve amellerinize bakar.-kalbini göstererek- takva şuradadır,takva şuradadır. Kişinin kötü sayılması için müslüman kardeşini tahkir edip horlaması kafidir. Bir müslümanın kanı,malı ve ırzı diğer bir müslümana haramdır.”[20]

Bediüzzaman Milliyet konusunda:”Asrın veba ve belası olan ırkçılık konusunda tatmin edici tavsiye ve reçetelerde bulunmuştur. Bilhassa tarihten gelen büyük şerefe sahib Türk milletine –Dikkat –demiştir.

Milliyetçiliğin,insanların nefsî nefsî demelerine sebeb olup,menfaatı esas aldığını,oysa bir ekmeği yemek için çok ellere muhtaç,bunca eller nasıl defedilir milliyetçilikle…[21]

Şarkı kalkındıracak olan milliyet duygusu olmayıp,din duyusudur.[22]

Belli bir milliyeti tutmak,diğer unsurları reddetmek olup,onları rencide eder. Bir buçuk milyar kardeşi bırakıp,200 milyon kardeşi kabul etmeyi netice verir. Bu ise vatana,hükümete,dindar siyasilere ve Türklere büyük bir tehlikedir. Ve öyle yapanlar da hakiki Türk değillerdir.[23]

Irkçılık esas olduğunda adalet ve hak takib edilmediğinden zulüm olur. Emeviler gibi.[24]

Bu bir frenk illeti ve öldürücü bir zehir hükmündedir.[25]

“Şimdi ise, en ziyade birbirine muhtaç ve birbirinden mazlum ve birbirinden fakir ve ecnebi tahakkümü altında ezilen anasır ve kabâil-i İslâmiye içinde, fikr-i milliyetle birbirine yabani bakmak ve birbirini düşman telakki etmek, öyle bir felâkettir ki, tarif edilmez. Âdeta bir sineğin ısırmaması için, müdhiş yılanlara arka çevirip, sineğin ısırmasına karşı mukabele etmek gibi bir divanelikle; büyük ejderhalar hükmünde olan Avrupa’nın doymak bilmez hırslarını, pençelerini açtıkları bir zamanda, onlara ehemmiyet vermeyip belki manen onlara yardım edip, menfî unsuriyet fikriyle şark vilayetlerindeki vatandaşlara veya cenub tarafındaki dindaşlara adavet besleyip onlara karşı cephe almak, çok zararları ve mehaliki ile beraber; o cenub efradları içinde düşman olarak yoktur ki, onlara karşı cephe alınsın. Cenubdan gelen Kur’an nuru var, İslâmiyet ziyası gelmiş; o içimizde vardır ve her yerde bulunur.”[26]

Bid’akarların işi olan bu milliyetçilik,hamiyet dava eden sarhoşların işidir.[27]

Dikkat ettim,bana zulmeden,eziyet veren ve ta’ciz eden kimselerin hakiki Türk olmadıklarını anladım.”[28]

Bediüzzaman Şeyh Said isyanına katılmak isteyenlere şu cevabı verir:”Türk milleti tarihde İslâmın reisliğini en iyi şekilde yapmıştır. Şimdiden sonra da,yine İslâmın reisliğini onlar deruhte edecektir.”[29]

Bediüzzaman Şeyh Said’e yazıb (Bu mektub İstiklal mahkemeleri dosyalarının içinde Şeyh Said’in dosyasında mevcuttur.) gönderdiği mektubda:”Yaptığınız mücadele kardeşi kardeşe öldürtmektir ve neticesizdir. Çünki Türk-Kürd birdir. Kardeştir. Türk milleti bin senedir İslâmiyete bayraktarlık etmiştir. Dini uğrunda milyonlarca şehid vermiştir. Binaenaleyh kahraman ve fedakâr İslâm müdafiilerin torunlarına –Türk milletine- kılınç çekilmez. Ve ben de çekemem.”[30] diyerek hem onların davet mektubunu reddeder,hem de vazgeçmelerini onlara hatırlatır.[31]

Tarihçi Mikosch,Şehy Said isyanının sebebini şöyle açıklar:”Hilafete dokunulmadığı sürece Kürdler sakin durdular. Hilafetin kovulması ve İslâmi kurumlara karşı yasalar çıkarılması,Türkiye Cumhuriyetinin din düşmanı ve tanrı tanımaz bir hükümet olarak gösterilmesine kolayca imkan verdi,buda Kürtleri isyana sürükledi.”[32]

Osmanlıya bağlılığını her vesile ile göstermiştir. Nitekim İstanbulun işgalinde de Doğu ve Güney Doğudaki meşayih,ulema,ümera ve rüesanın,işgal komutanlılığına uzun bir telgraf çekerek –İstanbul için başımızı veririz.- demişlerdir.[33]

Bediüzzamanın küçük kardeşi Molla Abdulmecid Efendi der:”Tarihçe malumdur ki;Kürdistanı Osmanlı Türk devletine ilhak etmeye muvaffak olan İdris-i Bitlisidir. Türk milletinden çok kimseleri dalaletten kurtaran da Said-i Bitlisidir. Said’de tarihe geçecektir.”[34]

Yavuz Sultan Selim’e gönderdiği mektubla da bu bağlılığını belgelemiştir.[35] Ve Yavuz Sultan Selim’in büyük Çaldıran seferindeki fütuhatçı ordusunda Kürt unsuru özellikle göze çarpmaktaydı.[36]

Unsuriyet fikrini hortlatmakla hem cahiliye adeti canlandırılıyor,hem de fitne uyandırılıyor.[37]

Bediüzzaman:”Emin olunuz ki biz Kürtler başkasına benzemiyoruz,yakinen biliriz ki;içtima-i hayatımız Türklerin hayat ve saadetinden neşet eder.”[38]

Bundan dolayı Kürt devleti fikrinin akim ve neticesiz olduğunu bildirir.

Eşref Edip nakleder:”Yine bir vakit,Mevlanzâde Rıfat namında birisi Kürdistan devleti kurmak fikriyle,Kürt Teali cemiyeti kurmuştu. Bu cemiyetin reisliğine Bediüzzamanı getirmek için yaptıkları teklife:”Yaptığınız milleti parçalamaktır. Millete ihanettir. ben sizin cemiyetinize giremem.”diye şiddetli bir surette reddetmiştir. Bu red mektubu halen hayatta bulunan Konsolidçi Asaf namıyla maruf ihtiyar bir gazetecidedir.” Ve devamla:

“Ezcümle mütareke devrinde Kürt teali cemiyetinin reisi Abdulkadirin;kendisini kavmiyetçiliğe yönelen faaliyetlerine iştiraklerine davete karşı,merhum Said-i Nursi şu cevabı vermiştir:”Allah-u zülcelâl hazretleri Kur’an-ı Kerim-de:”öyle bir kavim getireceğim ki;Onlar Allah’ı sever,Allah’da onları sever.”buyurmuştur. Ben bu beyanı ilahi karşısında düşündüm,bu kavmin Türk milleti olduğunu anladım. Bu kahraman millete hizmet yerine ve dört yüz elli milyon hakiki müslüman kardeş bedeline birkaç akılsız,kavmiyetçi kimselerin peşinden gitmem.”şeklinde yazmıştır.

Ve Rıfat beye:”Rıfat Bey! Kürdistan teşkil etmek değil,Osmanlı imparatorluğunu ihya edelim. Bunu kabul edersen,canımı bile feda ederek çalışırım.”diyordu.[39]

Böyle bir iş doğuda Kürtçülük faaliyetlerine girip,bunu da Türkçülük perdesi altına girerek yapan Ziya Gökalp gibi mülhid ve inkarcıların yapacağını söyler ve der:”Bu temsilin mealiyle (İkinci sözün) mühim bir mecliste,Ankara’da otuz sene evvel Ziya Gökalp gibi müthiş bir mülhid,şakk-ı şefe etmiyecek (ağız açmıyacak) derecede ilzam oldu.”[40]

Ortadoğunun karışmasında İsrailin yeri ve rolü ne ise,başta Türkiye ve Türk devletleri arasında Ermeninin yeri ve rolü odur. Ve o rolünü oynamak için doğu karakolluğunu ele geçirmesi gerekir. Yeni olmayan bu doğu meselesi yine ermeninin tavassutuyla bir asır öncede vardı. Ancak şimdiki gibi ilgisiz ve bilgisiz geç kalınmış ve bütün bütün sahibsiz değillerdi. Bir yandan Bediüzzaman uyarırken,diğer yandan Abdulhamidin usta siyaseti ve doğudaki şeyh ve ağaların ağırlığı o halkı tahrik edemiyor,ağızlarının payını alıyorlardı.

İşte Sebilürreşad’daki Bediüzzamanın yazısı:”Bağus Nübar ile Şerih paşa (Ermeniye alet olup,Boş herif-de denilir.) arasında akd edilen mukaveleye en müskit ve beliğ cevab Vilayatı Şarkiyyede Kürt aşairi rüesası tarafından çekilen telgraflardır. Kürtler camia-i İslamiyeden ayrılmaya asla tahammül edemezler. Bunun aksini iddia edenler mutlaka makasıdı mahsusa tahtında hareket eden ve kürtlük namına söz söylemeye selahiyattar olmayan beş-on kişiden ibarettir.

Kürtler,İslamiyet nam ve şerefini i’la için beş yüz bin kişi feda etmişler ve makamı hilafete olan sadakatlarını isar ettikleri kan ile bir kat daha te’yid etmişlerdir. Mahut muhtıranın esbab-ı tanzimine gelince,Ermeniler vilayatı şarkiyyede ekalli kalil derecesinde bulundukları için asla bir ekseriyet teminine ve ne kemiyeten ne de keyfiyeten şarki anadoluda iddiayı temellüke muvaffak olamıyacaklarını son zamanlarda anladılar. Maksadlarına kürtler namına hareket ettiklerini iddia eden Şerif Paşayı alet etmeyi müsait ve muvafık buldular. Bu surette kürt ve ermeni davası ortada kalmayacak ve Şarki anadoludaki iftirak amali mevki-i fiile çıkmış olacaktı. İşte bu gaye ile mahut beyanname müştereken imzalandı ve konferansa takdim olundu. Ermenilerin maksadı kürtleri aldatmaktan başka bir şey olamaz.[41] Çünki ileride kürtlerin kemiyeten hal-i ekseriyette bulunduklarını inkar edemeseler bile keyfiyeten yani ilmen,irfanen kendilerinden dun (aşağı) oldukları bahanesiyle kürtleri bir milleti tabia haline getirecekleri muhakkaktır. Buna ise aklı başında hiçbir kürt taraftar değildir. Zaten kürtler bu beyannameye yalnız sözle değil bilfiil muhalif olduklarını isbat ediyorlar.

Kürtlük davası pek manasız bir iddiadır. Çünki her şeyden evvel müslümandırlar. Hem de salahiyeti diniyeyi taassub derecesinde isal eden hakiki müslümanlardan,binaenaleyh ermenilerde aynı ırktan bulunup bulunmadıkları meselesi onları bir dakika bile isbat edemez.

İslam,uhuvveti İslâmiyeye münafi olan kavmiyet davasını meneder. Esasen bu tarihe ait bir şeydir. Kürtlerin asıl ve nesilleri ne olursa olsun İslâmdan iftiraka vicdanı millileri asla müsait değildir. Bununla beraber kürtlerin arap kavmi necibi ile ırken alakadar bulunduğu hakaiki tarihiyedendir.

İslâmiyet her hangi bir ırkın diğer bir unsuru İslâm aleyhine olarak menfi surette intibah hasıl etmesini kabul etmez. Binaenaleyh kürtleri müslümanlıktan ayırmak istiyenler esasatı islâmiyeye muhalif hareket ediyorlar. Fakat onlarda kimlerdir? Bir-iki kulüpte toplanan beş-on kişiden ibaret Hakiki kürtler kimseyi kendilerine vekil-i müdafi’ olarak kabul etmiyorlar. Onların vekili ve kürtlük namına söz söyliyecek ancak meclisi mebusanı Osmanideki mebuslar olabilir.

Kürdistana verilecek muhtariyetten bahsediliyor. Kürtler ecnebi himayesinde bir muhtariyeti kabul etmektense ölümü tercih ederler. Eğer kürtlerin serbesti-i inkişafını düşünmek lazım gelirse bunu Bağus Nübarla,Şerif paşa değil,devleti âliyye düşünür. Hülasa;Kürtler bu hususta kimsenin tavassut ve müdahalesine muhtaç değildir.

Seyyid Abdulkadir efendinin beyanatı malumesine gelince bu hususta şimdilik bir şey söyliyemem. Bununla beraber bu beyanatın tahrif edilip edilmediğini bilmiyorum.”[42]

Türklere bu kadar sadakat gösteren bu milletin haklı olarak o Türk milletinden de bazı istekleri olacak veya onlara verilecektir.Zira bu verme netice itibariyle yine kendimizedir. Çünki bu devletin; biri aklı ise,diğeri bedenidir. Bu Konuda da Bediüzzaman:

“Millet-i Osmaniye meyanında mühim bir unsur teşkil eden kürdistan ahalisinin ahval,hükümetçe malum ise de,hizmeti mukaddese-i ilmiyeye dair bazı metalibatı arz etmeye müsaade dilerim. Şu cihanı medeniyette ve şu asrı terakki ve müsabakatta sair ihvan gibi yek-ahenk terakki olmak için,hizmeti hükümetle”Kürdistanın kasaba ve kurasında mekteb tesis ve inşa buyurulmuş olduğu aynı şükran ile meşhud ise de,bundan yalınız lisanı Türkiye aşina etfal istifade ediyor. Lisana aşina olmayan evladı ekrad,yalınız medarisi ilmiyeyi ma’deni kemalat bilmeleri ve mekteb muallimlerinin lisanı mahalliye ademi vukufiyetleri cihetiyle maariften mahrum kalmaktadır. Bu ise;vahşeti,keşmekeşi,dolayısıyla garbın şematetini (şımarıklığını) davet ediyor. Hem de ahalinin ve taklid hal-i ibtidasında kalmaları cihetiyle evham ve şükukun tesiratına hedef oluyor. Eskiden beri her bir vechiyle ekradın madununda bulunanlar,bugün onların hal-i tevkufda (geri kalma9 kalmalarından istifade ediliyor.Bu ise ehli hamiyeti düşündürüyor. Ve bu üç nokta kürtler için istikbalde BİR DARBE-İ MÜDHİŞE hazırlıyor. Gibi ehli basireti dağ-dar etmiştir.

Bunun çaresi:Nümune-i imtisal ve sebebi teşvik ve terğib olmak için,kürdistanın nikatı muhtelifesinde (Değişik yerlerinde);Biri:Ertuşi aşairi merkezi olan “Beyt-üş şebab” cihetinde…

Diğeri;Motkan,Belkan,Sason vasatında…

Biri de:Sipkan ve Haydaran vasatı olan nefsi –Van- da medrese nam-ı me’lufuyla,ulumu diniye ve fünunu lazime ile beraber-hiç olmazsa ellişer talebe bulunmak ve oraca medarı maişetleri hükümeti seniyece tesviye edilmek (düzenlenmek) üzere üç dar-ut ta’lim te’sis edilmelidir. Bazı medarisin dahi ihyası maddi-manevi kürdistanın hayatı istikbaliyesini temin eden esbab-ı mühimmesindendir. Bununla maarifin temeli teessüs eder. Ve bu mebde-i teessüsden ittihad takarrur edecek,ihtilafı dahiliyeden dolayı mahvolan kuvve-i cesime-i hükümetin eline vermekle,harice sarfettirilmek için hakkıyla müstahakkı adalet ve kabili medeniyet oldukları gibi.. Cevheri fıtrilerini göstereceklerdir.”[43]

Bediüzzaman bütün ısrarlarında,şarkın cehaletten kurtarılması,başkaların onların bu cehaletinden istifade etmemeleri için anlayacakları bir dilde istifadelerine çalışmaktır. Marifet onların Türkçeyi öğrenip kürtçeyi öğrenmemelerinde değil,belki kürtçeyle beraber Türkçeyi öğrenmelerine çalışmaktadır. Lisan hususunda:Arapça Vacib,Türkçe Lâzım ve Kürtçenin câiz olduğunu ifade eder.

Maddi-manevi talebelerine el açarak üniversitenin Mısır’daki –el Ezher- gibi İslâm alemine hitab edecek bir külliyyenin açılması,şimdiki anarşiye harcanılan paraların yarısı bile bu iş için harcanması hem şimdi,hem de istikbal için ir teminat olacak ve o mazlum halkın müzminleşmiş hastalığına çare ve reçete olacaktır.

Öyle ya..Hasta kim? Doğu mu,batı mı? Bu konuda Bediüzzaman hazretleri.”Ben Kürdistan dağlarında büyümüş idim. merkezi hilafeti güzel tahayyül ediyordum. Vakta bundan yedi-sekiz ay (1908) mukaddem (önce) dersaadete geldim. Gördüm ki;İstanbul tavahhuş ve tenafuru kulub sebebiyle,medeni libasını giymiş vahşi bir adama benzerdi. Şimdi ittihadı milli sebebiyle,medeni adam,fakat yarı medeni ve yarı vahşi libasında bize arzı dîdar ediyor.

Evvel,kürdistanda fenalığın sebebi,kürdistan uzvu hastalanmış zannediyordum. Vakta ki,hasta olan İstanbulu gördüm;nabzını tuttum,teşrih ettim,anladım ki;kalbdeki hastalıktır her tarafa sirayet eder. Tedavisine çalıştım,bir divanelikle taltif edildim.”[44]

O mazlum kalabalıklı insanlara fen verilmeli,ta ki akılları aydınlansın,fitneye alet olmasın. Ve din ve din ilimleri verilmeli,ta ki şüphe ve tereddütten kurtulup,hamiyetkâr bir insan olsun. Samimi düşündüğümüz zaman bu iki hastalılarına da devletçe el atılmış olmayıp,ancak ferd ve cemaatların Allah için yaptıkları hizmetler orayı ayakta tutmaktadır Allah korusun,hele bir çekilse ve çektirilseler,o zaman seyreyleyin gümbürtüyü… Çakallar saracak sürüyü…

11-10-1992

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Münazarat B.Said Nursi.60,Bak. Bakara.130,135,Al-i İmran.95,Nisa.125.

[2] Age.26.

[3] Age.28.

[4] Hucurat.13.

[5] Mu’cemul Müfehres. M. Fuad Abdulbaki.761.Adem’in yaratılışı için bak.Nehcül Belağa.B.Işık,M.V.Taylan,F.Bozgöz.37.

[6] Hucurat.10.

[7] Tekasür.1-2.

[8] Bak Kütüb-ü Sitte.Prof.İ.Canan. 4 / 264.

[9] Medeniyet Yargılanıyor.sh.195.

[10] Age.199.

[11] Age.201.

[12] B.Said Nursi.Panel.68.

[13] Zaman Gazt.17-6-1991.

[14] Bak.Hucurat.13.

[15] Hud.45-46.

[16] Maide.54.

[17] Fetih.26.

[18] Bakara.135.

[19] Taha.14.

[20] Kütüb-ü Sitte.Prof.İ.Canan. 4 / 271.

[21] Bak.Tarihçe-i Hayat.sh.90.

[22] Age.92,Emirdağ Lahikası.B.Said Nursi. 2 / 242.

[23] Emirdağ Lahikası. 2 / 232-233,Mektubat.B.Said Nursi.393.

[24] Mektubat.51,Emirdağ L. 2 / 195.

[25] Mektubat.59,403.

[26] Age.299.

[27] Age.410-411.

[28] Bediüzzaman Said Nursi. Abdulkadir Badıllı. 1 / 499.

[29] Age. 1 / 550.

[30] Age. 1 / 530.

[31] Age. 1 / 524.

[32] Zaman gazt.9-3-1992.

[33] Agg.9-3-1992.

[34] B.Said Nursi.age. 1 / 41.

[35] Zaman gaz.9-2-1992.

[36] B.Said Nursi. 1 / 499, Zaman gazt.30-6-1992.

[37] Age. 1 / 211.

[38] Age. 1 / 211.

[39] Age. 1 / 542,548.

[40] Age. 1 / 272-273,434.

[41] Bak.Age. 1 / 418,217.

[42] Zaman Gazt.7-2-1992.

[43] Asar-ı Bediiyye. (Osmanlıca) A.Badıllı.sh.367,B.Said Nursi.A.Badıllı.age. 1 / 147-148.

[44] A.Bediiyye. 354,B.Said Nursi.age. 1 / 149.




KIRK KERE MÂŞALLAH

KIRK KERE MÂŞALLAH

Aslında kırk bin kere mâşallah demek daha münasib olur. Risale-i Nur Külliyatında Kırk üzerinde çok durulmaktadır. Âdeta eskilerde kırk-lar-yediler gibi,bu zamanda da tezahür eden kırk esrarı üzerine cereyan eden olaylar bir tesadüf olmayıp,tam bir kasdın tezahürüdür.Bu âyetlerde ve hadislerde de böyledir.

Fir’avunun kırk tane dünyaca meşhur sihirbazının Hz.Musa’ya karşı yenilerek müslüman olmaları…

Kur’an-da:bakara.51,maide.26,araf.142,ahkaf.15,

Yahudilerin kırk yıl tih çölünde dolaşıp,Hz.Musa’nın onların yeni yetişen nesillerini kırk yıl eğittikten sonra Kudüse gidip fethetmesi…

Hadisde belirtildiği üzere bazı;” Bazı melaikeler bulunur, kırk başı veya kırkbin başı var. Her başta kırkbin ağzı var, herbir ağızda kırkbin dil ile, kırkbin tesbihat yapar.”İfade edilir.(S.164,513-514,M.353,Ş.263,499,505,Ks.94-96,181,263,E.II/124,St.166,T.315,599)

Hadis-i şerif, mutasavvıfların üçler, yediler ve kırklar gibi değişik isimlerle andığı gayb erenlerinin mesnedi sayılmıştır: “Bu ümmetin içinde İbrâhim tabîatı üzere kırk, Mûsâ tabiatı üzere yedi, Îsâ tabiatı üzere üç, Muhammed fıtratı üzerebir kişi bulunur. Bunlar derecelerine göre halkın efendisi sayılır.” (bk. Keşfu’l-hafâ, I, 24; krş. İbn Hanbel, I, 112, V, 322, VI, 316)

Ebced hesabıyla bazı sırların kırk içerisinde gizli olması…

Risale-i Nur’da mükerrer olarak Kur’an-ı Kerim-in Kırk vecihle mu’cize oluşunun isbatı zikredilmektedir.(S.62,88,242,244,309,366,445,522,735,786,M.91,181,192,203,206,217,382,405-406,L.225,Ş128,134,220,240,247,275-276,625,709,Ms.30,230,267,Ks.174,E.I/178,II/235,St.85,97,121,T.451)

“otuz-kırk surelerin başlarında bütün kat’iyyetle hakikat-ı haşriyeyi kâinatın en ehemmiyetli ve vâcib bir hakikatı olduğunu… gösterilmektedir.(S.98)

“Şehnaz-ı Çelkezî, kırk örme saç ile meşhur bir dünya güzelidir.(S. 225 )

“Sen, yalnız şu ipe takılan tatlı konserve kutusuna bak.(Haşiye-16) Eğer onun gizli matbaha-i mu’ciznümasından çıkmasa idi, şimdi kırk para ile aldığımız halde, yüz liraya alamazdık.(Sözler 287)

“Yani: Mevlâna Câmî’nin dediği gibi; “Hiç yazı yazmayan o ümmi zât, parmak kalemiyle sahife-i semavîde bir elif yazmış; bir kırkı, iki elli yapmış.” Yani; şakktan evvel, kırk olan mime benzer; şakktan sonra iki hilâl oldu, elliden ibaret olan iki nuna benzedi. (Sözler 309)

“O yolculuk ise; âlem-i ervahtan, rahm-ı maderden, gençlikten, ihtiyarlıktan, kabirden, berzahtan, haşirden, köprüden geçen ebed-ül âbâd tarafına bir yolculuktur. O altmış altun ise, altmış sene ömürdür ki; bu vakıayı gördüğüm vakit kendimi kırkbeş yaşında tahmin ediyordum. Senedim yok, fakat bâki kalan onbeşinden yarısını âhirete sarfetmek için Kur’an-ı Hakîm’in hâlis bir tilmizi beni irşad etti. (Sözler 326)

“Alâmet-i Kıyametten olan Deccal hakkında hadîs-i şerifte “Birinci günü bir sene, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü eyyam-ı saire gibidir. Çıktığı zaman dünya işitir. Kırk günde dünyayı gezer.” rivayet ediliyor.

(Sözler 344)

“Kırk günde gezmesini de, merkebi olan şimendifer ve tayyare halletmiştir. Eskiden bu iki kaydı muhal gören mülhidler, şimdi âdi görüyorlar!..(Sözler 345)

“ onlara Cenab-ı Hak tarafından verilen maldan hem bereket, hem fakirlerin hased vE beddualarından kurtulmak için, ya on’dan veya kırk’tan birisini kendi fakirlerine vermek ağır bir şey midir ki, emr-i zekatı ağır görüp İslâmiyetten çekiniyorlar? Bunların tekzibleri ehemmiyetsiz olmakla beraber, hakları tokattır. Cevab vermek değil…

(Sözler 388)

. Bir kısmı yirmi ve otuz ve kırk ve altmış, hattâ seksen cild olarak muhakkikler tarafından yazılan yüzbinler tefsirler, Kur’anın câmiiyet ve hârikıyet-i lafziyesine kat’î bir bürhan-ı bahirdir. (Sözler 395)

“Kur’anı tefsir eden ve bir kısmı otuz-kırk hattâ yetmiş cild olarak birer tefsir yazan yüksek zekâlı müdakkik binler mütefennin ülemanın”eserler vermesi..(S.449)

“İşte bundandır ki, kırk dakikada bir sahabenin kazandığı fazilete ve makama, kırk günde, hattâ kırk senede başkası ancak yetişebilir.(Sözler 491)

“Üçüncü Vecih: Fazilet-i a’mal ve sevab-ı ef’al ve fazilet-i uhreviye cihetinde sahabelere yetişilmez. Çünki nasıl bir asker bazı şerait dâhilinde, mühim ve mahuf bir mevkide, bir saat nöbette, bir sene ibadet kadar bir fazilet kazanabilir ve bir dakikada bir kurşunu yemekle, en ekall kırk günde ancak kazanılacak velayet derecesi gibi bir makama çıkıyor.

(Sözler 493)

“Evet nasıl mîrî malından kırk parayı çalan bir adam, bütün hazır arkadaşlarına birer dirhem almasını kabul ile hazmedebilir. Öyle de “Kendime mâlikim” diyen adam, “Herşey kendine mâliktir” demeye ve itikad etmeye mecburdur.

(Sözler 538)

“Her zîkalb ve kâmil veli, seyr ü sülûk ile, arştan ve daire-i esma ve sıfâttan kırk günde geçebilir.

(Sözler 572)

“Kendi verdiği malından, kırkından ya onundan birini zekat istedi.(Sözler 715)

“Kıymetli kardeşlerim! Said Nursî kırk sene evvel İstanbul’da iken, “Kim ne isterse sorsun” diye, hârikulâde bir ilânat yapmıştır. (Sözler 753)

“Evet, üç aylık bir tahsili bulunan ve kırk seneden beri Kur’an-ı Kerim’den başka bir kitabla iştigal etmeyen,…”

(Sözler 754)

“Hem istinsahını tamamlayacağım yeni te’lif edilen Nur Risaleleri var.” diye düşünerek hapishane müdürüne, “Benim kırk gün sonra tahliye edilmem lâzım. Ceza müddetim daha bitmedi.” der. Hesab ederler ki hakikaten böyledir, tekrar hapse koyarlar.(Sözler 767)

“Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı hakaik-i imaniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaika çıkılacak bir yol bulunsa; o yola karşı lâkayd kalmak, elbette kâr-ı akıl değil…(Mektubat 23)

“Evet onbeş yaşından kırk yaşına kadar, hararet-i gariziyenin galeyanı hengâmında ve hevesat-ı nefsaniyenin iltihabı zamanında, dost ve düşmanın ittifakıyla kemal-i iffet ve tamam-ı ismet ile Haticet-ül Kübra (R.A.) gibi ihtiyarca bir tek kadın ile iktifa ve kanaat eden bir zâtın kırktan sonra, yani hararet-i gariziye tevakkufu hengâmında ve hevesat-ı nefsaniyenin sükûneti zamanında kesret-i izdivac ve tezevvücatı, bizzarure ve bilbedahe nefsanî olmadığını ve başka ehemmiyetli hikmetlere müstenid olduğunu, zerre kadar insafı olana isbat eder bir hüccettir(Mektubat 27)

“Evet günde yüz para, belki kırk para ile yaşayan bir adam, başkasının minnetini almaz. (Mektubat 66)

“Hem şu tavuğun yazın çıkardığı küçük bir yavrusu vardı. Ramazan-ı Şerifin başında yumurtaya başladı, tâ kırk gün devam etti. (Mektubat 68)

“İşte kırk sene sonra İslâmın en büyük iki ordusu karşı karşıya geldiği vakit, Hazret-i Hasan Radıyallahü Anhü, Hazret-i Muaviye (R.A.) ile musalaha edip, cedd-i emcedinin mu’cize-i gaybiyesini tasdik etmiştir.

(Mektubat 98)

“Hem Enes İbn-i Mâlik’in halası olan Ümm-ü Haram’ın hanesinde uykudan kalkmış, tebessüm edip ferman etmiş: (3- “Rüyâmda ümmetimin gazilerini gördüm. Tahtlarına oturmuş padişahlar gibi denizde savaşarak yollarına devam ediyorlardı.” Buharî, Ta’bîr: 12; Cihad: 3, 8, 63, 75; İsti’zân, 41; Müslim, İmâret: 160, 161; Ebû Dâvud, Cihad: 9; Tirmizî, Fedâilü’l-Cihad: 15; Nesâî, Cihad: 40; İbni Mâce, Cihad: 10; Dârîmî, Cihad: 28; Muvatta’, Cihad: 39; Müsned, 3:240, 264 …; el-Elbânî, Sahîhu’l-Câmiü’s-Sağîr, 6:24, no: 6620; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:556.)

Ümm-ü Haram niyaz etmiş: “Dua ediniz, ben de onlarla beraber olayım.” Ferman etmiş: “Beraber olacaksın.” Kırk sene sonra, zevci olan Ubade İbn-i Sâmit refakatıyla Kıbrıs’ın fethine gitmiş; Kıbrıs’ta vefat edip, mezarı ziyaretgâh olmuş. Haber verdiği gibi aynen zuhur etmiş.

(Mektubat 105)

“Hem -nakl-i sahih-i kat’î ile- ferman etmiş ki: -(1- Buharî, Cihad: 102,143, el-Mağâzî: 38; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe: 34, 35; Müsned, 2:484, 5:333; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve: 4:205.)deyip, “Hayber Kal’asının fethi, Ali’nin eliyle olacak.” Me’mulün pek fevkinde ikinci gün bir mu’cize-i Nebeviye olarak Hayber Kal’asının kapısını Hazret-i Ali çekip kalkan gibi istimal ederek, fethe muvaffak olduktan sonra kapıyı yere atmış; sekiz kuvvetli adam, o kapıyı yerden kaldıramamış; bir rivayette kırk adam kaldıramamış.(Mektubat 107)

Hususan Tercüman-ül Kur’an olan Abdullah İbn-i Abbas ve Abdullah İbn-i Amr İbn-il Âs, bahusus otuz-kırk sene sonra, Tâbiînin binler muhakkikleri, ehadîsi ve mu’cizatı yazı ile kaydettiler. (Mektubat 113)

“Onuncu Misal: -Nakl-i sahih-i kat’î ile- Hazret-i İmam-ı Ali der: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Benî Abdülmuttalib’i cem’etti. Onlar kırk adam idiler. Onlardan bazıları bir deve yavrusunu yerdi ve dört kıyye süt içerdi. Halbuki umum onlara, bir avuç kadar bir yemek yaptı; umum yeyip tok oldular. Yemek eskisi gibi kaldı. Sonra üç-dört adama ancak kâfi gelir ağaçtan bir kap içinde süt getirdi. Umumen içtiler, doydular. İçilmemiş gibi bâki kaldı.

(Mektubat 116)

“kırk defa hacceden ve kırk sene sabah namazını yatsı abdestiyle kılan, Tâbiînin azîm imamlarından ve çok sahabelerle görüşen, Taus denilen Ebu Abdurrahman-il Yemanî, (Mektubat 143)

“Tevatüre yakın meşhurdur ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, sahabe ve imana gelenler daha kırka vâsıl olmadan ve gizli ibadet etmekte iken dua etti: “Allahım, İslâmiyeti Ömer ibni’l-Hattâb veya Amr ibni’l-Hişâm (Ebû Cehil) ile aziz eyle.”Bir-iki gün sonra, Hazret-i Ömer İbn-il Hattab imana geldi ve İslâmiyeti ilân ve i’zaz etmeye vesile oldu. “Faruk” ünvan-ı âlîsini aldı.(Mektubat 144)

Urve diyor ki: Ben bazı Kûfe çarşısında duruyordum, bir günde kırkbin kazanıyordum, sonra evime dönüyordum. İmam-ı Buharî der ki: “Toprağı da eline alsa, onda bir kazanç bulurdu.”(Mektubat 145)

“Selman-ı Farisî, evvelce Yahudilerin abdi imiş. Onun seyyidleri, onu âzad etmek için çok şeyler istediler. “Üçyüz hurma fidanını dikip meyve verdikten sonra, kırk okıyye altun vermekle âzad edilirsin” dediler. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a geldi, beyan-ı hâl etti. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm kendi eliyle, Medine civarında üçyüz fidanı dikti. Yalnız bir tanesini başkası dikti. O sene zarfında, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın diktiği bütün fidanlar meyve verdi. Yalnız bir tek başkası dikmişti, o tek meyve vermedi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onu çıkardı, yeniden dikti. O da meyve verdi. Hem tavuk yumurtası kadar bir altunu, ağzının tükürüğünü ona sürdü, dua etti, Selman’a verdi. Dedi: “Git Yahudilere ver.” Selman-ı Farisî gidip o altundan kırk okıyyeyi onlara verdi; o tavuk yumurtası kadar olan altun, eskisi gibi bâki kaldı. İşte şu vakıa, Hazret-i Selman-ı Pâk’in sergüzeşte-i hayatının en mühim bir hâdise-i mu’cizekâranesidir. Muteber ve mevsuk imamlar haber vermişler.

(Mektubat 148)

“Ve ehl-i tarîkat ve velayete karşı, Kur’an bir deniz gibi daima temevvücde olan âyâtının esrarındaki i’cazını gösterir ve hâkeza… Kırk tabakadan her tabakaya karşı bir pencere açar, i’cazını gösterir.

(Mektubat 181)

“Kırk muhtelif tabakata ve ayrı ayrı insanlara, kırk vecihle Kur’an-ı Hakîm i’cazını gösterir veya i’cazının vücudunu ihsas eder. Kimseyi mahrum bırakmaz.

(Mektubat 182)

“Evet biz müsveddeyi yazıyorduk, Üstadımız da söylüyordu. Yanında hiç kitab yoktu; hiç müracaat da etmiyordu. Birdenbire gayet sür’atli söylüyordu, biz de yazıyorduk. İki-üç saatte, otuz-kırk, daha fazla sahife yazıyorduk. Bizim de kanaatımız geldi ki: Bu muvaffakıyet, mu’cizat-ı Nebeviyenin bir kerametidir.(Mektubat 196)

“Cenab-ı Hak, bir kısım maldan onda bir(Haşiye-1) veya bir kısım maldan kırkta bir(Haşiye-2), kendi verdiği malından birisini bizden istedi; tâ bize fukaraların dualarını kazandırsın ve kin ve hasedlerini men’etsin. Biz hırsımız için tama’kârlık edip vermedik. Cenab-ı Hak müterakim zekatını, kırkta otuz, onda sekizini aldı. (Mektubat 273)

Yani her sene taze verdiği buğday gibi mallardan onda bir. Yani eskiden verdiği kırktan ki: Her senede galiben ve lâakal ribh-i ticarî ve nesl-i hayvanî cihetiyle o kırktan taze olarak on aded verir. (Mektubat 273 *Haşiye 1)

“Altıncı Sualiniz: Sinn-i kemal itibar olunan kırk yaşında nübüvvetin gelmesi ve ömr-ü saadetlerinin altmışüç olmasındaki hikmet nedir?

Elcevab: Hikmetleri çoktur. Birisi şudur ki: Nübüvvet, gayet ağır ve büyük bir mükellefiyettir. Melekât-ı akliye ve istidadat-ı kalbiyenin inkişafı ve tekemmülü ile o ağır mükellefiyet tahammül edilir. O tekemmülün zamanı ise kırk yaşıdır. Hem hevesat-ı nefsaniyenin heyecanlı zamanı ve hararet-i gariziyenin galeyanlı hengâmı ve ihtirasat-ı dünyeviyenin feveranlı vakti olan gençlik ve şebabiyet ise, sırf İlahî ve uhrevî ve kudsî olan vezaif-i nübüvvete muvafık düşmüyor. Kırktan evvel ne kadar ciddî ve hâlis bir adam olsa da, şöhretperestlerin hatırlarına belki dünyanın şan ü şerefi için çalışır vehmi gelir. Onların ittihamından çabuk kurtulamaz. Fakat kırktan sonra, madem kabir tarafına nüzul başlıyor ve dünyadan ziyade âhiret ona görünüyor. Harekât ve a’mal-i uhreviyesinde çabuk o ittihamdan kurtulur ve muvaffak olur. İnsanlar da sû’-i zandan kurtulur, halâs olur.

(Mektubat 281)

“Ehl-i velayet nasılki seyr ü sülûk-u ruhanî ile, kırk günden tâ kırk seneye kadar bir terakki ile, derecat-ı imaniyenin hakkalyakîn derecesine çıkıyor.

(Mektubat 306)

“Bütün evliyanın sultanı olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm; değil yalnız kalbi ve ruhu ile, belki hem cismiyle, hem havassıyla, hem letaifiyle, kırk seneye mukabil kırk dakikada, velayetinin keramet-i kübrası olan Mi’racı ile bir cadde-i kübra açarak, hakaik-i imaniyenin

(Mektubat 306)

“Hadîs-i sahih ile nübüvvetin kırk cüz’ünden bir cüz’ü nevmde rü’ya-yı sadıka suretinde tezahür etmiş.

(Mektubat 347)

“âhiret kardeşim ve talebem vardı. Bana karşı haddimden çok fazla hüsn-ü zan ederek, büyük bir veliden himmet beklemek gibi bîçare benden meded bekliyordu. Birdenbire hiç münasebet yokken, Otuzikinci Söz’ü Burdur köylerinde oturan birisine mütalaa etmek üzere verdim. Sonra Hasan Efendi hatırıma geldi, dedim: “Şayet Burdur’a gidersen Hasan Efendi’ye ver, beş-altı gün mütalaa etsin.” O adam gitmiş, doğrudan doğruya Hasan Efendi’ye vermiş. Hasan Efendi’nin eceli otuz-kırk gün kalmıştı. Gayet susamış bir adamın, âb-ı kevser gibi tatlı suya rastgelirken yapışması gibi; öyle de Otuzikinci Söz’e yapışmış, mütemadiyen mütalaa yapa yapa ve tefeyyüz ede ede, hususan Üçüncü Mevkıfındaki muhabbetullah bahsinde, tamamıyla derdine deva bulmuş ve bir kutb-u a’zamdan beklediği feyzi onda bulmuş. Sağlam olarak câmiye gitmiş, namaz kılmış, orada ruhunu Rahman’a teslim eylemiş (Rahmetullahi Aleyh).(Mektubat 358)

“Diğeri İstanbul’da kırk binler hemşehrileri içinde ve herkesle görüşebilir bir vaziyette bırakılmış. (Mektubat 363)

“Hem meselâ: Sırr-ı Kader ve cüz’-i ihtiyarînin halli için, koca Sa’d-ı Taftazanî gibi bir allâme; kırk-elli sahifede, meşhur Mukaddemat-ı İsna Aşer namıyla telvih nam kitabında ancak hallettiği ve ancak havassa bildirdiği aynı mesaili, kadere dair olan Yirmialtıncı Söz’de, İkinci Mebhasın iki sahifesinde tamamıyla, hem herkese bildirecek bir tarzda beyanı, eser-i inayet olmazsa nedir?

(Mektubat 372)

“Şu tevafukat ise; şuursuz yalnız on adedde bir-iki tevafuka sebeb olabilen tesadüfün işi olmadığı gibi, san’atta meharetsiz, yalnız manaya hasr-ı nazar ederek gayet sür’atle bir-iki saatte otuz-kırk sahifeyi te’lif eden ve kendi yazmayan ve yazdıran benim gibi bir bîçarenin düşünüşü dahi elbette değildir.(Mektubat 382)

“Şu ikinci kısım, kırk dakikada sür’atle yazılmasından, ben ve müsvedde yazan kâtib ikimiz de hasta olduğumuzdan, elbette içinde müşevveşiyet ve kusur bulunacaktır.

(Mektubat 404)

Fakat yirmi, otuz, kırk ihtimalden bir ihtimal ile havf etmek evhamdır, hayatı azaba çevirir.”(Mektubat 415)

Türk Milleti, yalnız yirmi ile kırk yaşı ortasındaki gafil ve heveskâr gençlerden ibaret midir? (Mektubat 420)

“Bir lokma kırk paraya, diğer bir lokma on kuruşa. Ağıza girmeden ve boğazdan geçtikten sonra birdirler. Yalnız, birkaç saniye ağızda bir fark var. Müfettiş ve kapıcı olan kuvve-i zaikayı taltif ve memnun etmek için birden ona gitmek, israfın en sefihidir.

(Mektubat 476)

“²Evet o kadar acib fitneler ve dağdağa-i siyaset içinde, gece ve gündüzde Zeynelâbidîn gibi bin rek’at namaz kılan ve Taus-u Yemenî gibi, kırk sene yatsı abdestiyle sabah namazını eda eden çok mühim pek çok zâtlar, sırrını göstermişlerdir.

(Lemalar 31)

“Ehl-i zahirin kırk elli âyete hasretmeleri, nazar-ı zahirî iledir. Hakikatta ise binden geçer. Bazan bir âyette dört beş vecihle ihbar-ı gaybî bulunur.

(Lemalar 35)

“ Evet zîhayatın bedeninde şahm suretinde iddihar edilen rızk-ı fıtrî, hadd-i vasat olarak kırk gün mükemmelen devam eder. Hattâ bir marazın veya bir istiğrak-ı ruhanî neticesinde iki kırkı geçer. Hattâ bir adam, şedid bir inad yüzünden Londra mahpushanesinde yetmiş gün sıhhat ve selâmetle, hiçbirşey yemeden hayatı devam ettiğini, onüç -şimdi otuzdokuz- sene evvel gazeteler yazmışlar. Madem kırk günden yetmiş seksen güne kadar rızk-ı fıtrî devam ediyor ve madem Rezzak ismi, gayet geniş bir surette rûy-i zeminde cilvesi görünüyor ve madem hiç ümid edilmediği bir tarzda, memeden ve odundan rızıklar akıyor, baş gösteriyor. Eğer pür-şerr beşer, sû’-i ihtiyarıyla müdahale edip karışmazsa, her halde rızk-ı fıtrî bitmeden evvel, o zîhayatın imdadına o isim yetişiyor, açlıkla ölüme yol vermiyor. Öyle ise: Açlıktan ölenler, eğer kırk günden evvel ölseler, kat’iyyen rızıksızlıktan değildir. Belki “Terk-ül âdât min-el mühlikât” sırrıyla, sû’-i ihtiyardan gelen bir âdet ve terk-i âdetten neş’et eden bir illetten, bir marazdan ileri gelmiştir.

(Lemalar 63)

“İşte bu sırra binaen kırk gün ekmek yemeyen Seyyid Ahmed-i Bedevi’nin hârikulâde halleri, imkân-ı örfî dairesindedir. Hem keramet olur, hem hârikulâde bir âdeti de olabilir. Evet Seyyid Ahmed-i Bedevi’nin (K.S.) acib ve istiğrakkârane hallerde bulunduğu, tevatür derecesinde naklediliyor. Kırk günde bir defa yemek yemesi, vaki’ olmuştur. Fakat her vakit öyle değil. Keramet nevinden bazı defa olmuştur. Bir ihtimal var ki: Halet-i istiğrakıyesi, yemeye ihtiyaç görmediği için, ona nisbeten âdet hükmüne girmiştir. Seyyid Ahmed-i Bedevi (K.S.) nevinden çok evliyalardan bu tarz hârikalar mevsukan rivayet edilmiş. Madem Birinci Nokta’da isbat ettiğimiz gibi; müddehar rızık, kırk günden fazla devam eder ve o mikdar yememek, âdeten mümkündür ve mevsukan hârika adamlardan o hal rivayet edilmiştir. Elbette inkâr edilmeyecektir.

(Lemalar 64)

“Kardeşim; Âl-i Abâ hakkındaki cevabsız kalan sualinizin çok hikmetlerinden yalnız bir tek hikmeti söylenecek. Şöyle ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, giydiği mübarek abâsını, Hazret-i Ali (R.A.) ve Hazret-i Fatıma (R.A.) ve Hazret-i Hasan ve Hüseyn’in (R.A.) üstlerine örtmesi ve onlara bu suretle 1- “Tâ ki, ey Peygamber ailesi, Allah günahlarınızı giderip sizi ter temiz yapsın.” (Ahzâb Sûresi: 33:33.) âyetiyle dua etmesinin esrarı ve hikmetleri var. Sırlarından bahsetmeyeceğiz. Yalnız vazife-i risalete taalluk eden bir hikmeti şudur ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, gayb-aşina ve istikbal-bîn nazar-ı nübüvvetle otuz kırk sene sonra Sahabeler ve Tâbiînler içinde mühim fitneler olup kan döküleceğini görmüş. İçinde en mümtaz şahsiyetler, abâsı altında olan o üç şahsiyet olduğunu müşahede etmiş. Hazret-i Ali’yi (R.A.) ümmet nazarında tathir ve tebrie etmek ve Hazret-i Hüseyn’i (R.A.) ta’ziye ve teselli etmek ve Hazret-i Hasan’ı (R.A.) tebrik etmek ve musalaha ile mühim bir fitneyi kaldırmakla şerefini ve ümmete azîm faidesini ilân etmek ve Hazret-i Fatıma’nın zürriyetinin tahir ve müşerref olacağını ve Ehl-i Beyt ünvan-ı âlîsine lâyık olacaklarını ilân etmek için o dört şahsa kendisiyle beraber “Hamse-i Âl-i Abâ” ünvanını bahşeden o abâyı örtmüştür.”

(Lemalar 94)

“Otuz kırk tane veya elli altmış tane gibi az bir mikdarda iken, binler yerde Lihye-i Saadetin saçları bulunması, beni bir zaman çok düşündürdü. O vakit hatırıma gelmiş ki: Lihye-i Saadet, yalnız Lihye-i Şerifin saçlarından ibaret değil, belki re’s-i mübarekinin traş oldukça hiçbir şeyini kaybetmeyen Sahabeler, o nurlu ve mübarek ve daimî yaşayacak saçları muhafaza etmişler. Onlar binlerdir. Şimdiki mevcuda müsavi gelebilirler. Yine o vakit hatırıma geldi ki: Acaba her câmide bulunan, sened-i sahih ile bu saç Hazret-i Risalet’in saçı olduğu sabit midir ki, ona karşı ziyaret makul olabilsin? Birden hatıra geldi ki: O saçların ziyareti, vesiledir. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a karşı salavat getirmeye sebeb ve bir hürmet ve muhabbete medardır. Vesilelik ciheti o şeyin zâtına bakmaz, vesilelik cihetine bakar. Onun için eğer bir saç hakikî olarak Lihye-i Saadet’ten olmazsa, madem zahir hale göre öyle telakki edilmiş ve o vesilelik vazifesini yapıyor ve hürmete ve teveccühe ve salavata vesile oluyor; kat’î sened ile o saçın zâtını teşhis ve tayin lâzım değildir. Yalnız, aksine kat’î delil olmasın, yeter. Çünki telakkiyat-ı âmme ve kabul-ü ümmet, bir nevi’ hüccet hükmüne geçer. Bazı ehl-i takva böyle işlerde, ya takva veya ihtiyat veya azimet noktasında ilişseler de, hususî ilişirler. Bid’a da deseler, bid’a-i hasene nev’inde dâhildir. Çünki vesile-i salavattır. Re’fet Bey mektubunda diyor: “Bu mes’ele ihvanlar beyninde medar-ı münakaşa olmuş.” Kardeşlerime tavsiye ediyorum ki: İnşikaka ve iftiraka sebebiyet veren münakaşa etmesinler. Yalnız müdavele-i efkâr suretinde niza’sız mübahaseye alışsınlar.

(Lemalar 106)

“Ey Hâlık-ı Kerimim ve ey Rabb-ı Rahîmim! Senin Said ismindeki mahlukun ve masnuun ve abdin hem âsi, hem âciz, hem gafil, hem cahil, hem alîl, hem zelil, hem müsi’, hem müsinn, hem şakî, hem seyyidinden kaçmış bir köle olduğu halde, kırk sene sonra nedamet edip senin dergâhına avdet etmek istiyor. Senin rahmetine iltica ediyor. Hadsiz günah ve hatiatlarını itiraf ediyor. Evham ve türlü türlü illetlerle mübtela olmuş. Sana tazarru’ ve niyaz eder. Eğer kemal-i rahmetinle onu kabul etsen, mağfiret edip rahmet etsen; zâten o senin şânındır. Çünki Erhamürrâhimînsin. Eğer kabul etmezsen, senin kapından başka hangi kapıya gideyim? Hangi kapı var? Senden başka Rab yok ki, dergâhına gidilsin. Senden başka hak Mabud yoktur ki, ona iltica edilsin!..”

(Lemalar 130)

“ Bir lokma, peynir ve yumurta gibi mugaddi maddeden kırk para; diğer lokma, en a’lâ baklavadan on kuruş olsa.. bu iki lokma, ağıza girmeden, beden itibariyle farkları yoktur, müsavidirler; boğazdan geçtikten sonra, cesed beslemesinde yine müsavidirler belki bazan kırk paralık peynir daha iyi besler. Yalnız, ağızdaki kuvve-i zaikayı okşamak noktasında yarım dakika bir fark var. Yarım dakika hatırı için kırk paradan on kuruşa çıkmak, ne kadar manasız ve zararlı bir israf olduğu kıyas edilsin. Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır, “Hâkim benim” der. Kim fazla bahşiş ve lezzet verse onu içeriye sokacak, ihtilâl verecek, yangın çıkaracak, “Aman doktor gelsin, hararetimi teskin etsin, ateşimi söndürsün.” dedirmeye mecbur edecek.”

(Lemalar 140)

Kaideme ve düstur-u hayatıma muhalif bir surette, bir talebem iki buçuk okkaya yakın bir balı, bana hediye kabul ettirmeye ısrar etti. Ne kadar kaidemi ileri sürdüm, kanmadı. Bilmecburiye, yanımdaki üç kardeşime yedirmek ve Şaban-ı Şerif ve Ramazanda o baldan iktisad ile otuz kırk gün üç adam yesin ve getiren de sevab kazansın ve kendileri de tatlısız kalmasın diyerek, “Alınız” dedim. Bir okka bal da benim vardı. O üç arkadaşım, gerçi müstakim ve iktisadı takdir edenlerdendi. Fakat her ne ise, birbirine ikram etmek ve herbiri ötekinin nefsini okşamak ve kendi nefsine tercih etmek olan bir cihette ulvî bir haslet ile iktisadı unuttular. Üç gecede iki buçuk okka balı bitirdiler. Ben gülerek dedim: “Sizi, otuz kırk gün o bal ile tadlandıracaktım. Siz, otuz günü üçe indirdiniz. Âfiyet olsun.” dedim. “

(Lemalar 143)

“Sahabenin Abadile-i Seb’a-yı Meşhuresinden olan Abdullah İbn-i Ömer Hazretleri ki; halife-i Resulullah olan Faruk-u A’zam Hazret-i Ömer’in (R.A.) en mühim ve büyük mahdumu ve sahabe âlimlerinin içinde en mümtazlarından olan o zât-ı mübarek çarşı içinde, alış-verişte, kırk paralık bir mes’eleden, iktisad için ve ticaretin medarı olan emniyet ve istikameti muhafaza için şiddetli münakaşa etmiş. Bir sahabe ona bakmış. Rûy-i zeminin halife-i zîşanı olan Hazret-i Ömer’in mahdumunun kırk para için münakaşasını acib bir hısset tevehhüm ederek o imamın arkasına düşüp, ahvalini anlamak ister. Baktı ki Hazret-i Abdullah hane-i mübarekine girdi. Kapıda bir fakir adam gördü. Bir parça eğlendi; ayrıldı, gitti. Sonra hanesinin ikinci kapısından çıktı, diğer bir fakiri orada da gördü. Onun yanında da bir parça eğlendi; ayrıldı, gitti. Uzaktan bakan o sahabe merak etti. Gitti o fakirlere sordu: “İmam sizin yanınızda durdu, ne yaptı?” Herbirisi dedi: “Bana bir altun verdi.” O sahabe dedi: “Fesübhanallah! Çarşı içinde kırk para için böyle münakaşa etsin de, sonra hanesinde ikiyüz kuruşu kimseye sezdirmeden kemal-i rıza-yı nefisle versin!” diye düşündü, gitti, Hazret-i Abdullah İbn-i Ömer’i gördü. Dedi: “Ya İmam! Bu müşkilimi hallet. Sen çarşıda böyle yaptın, hanende de şöyle yapmışsın.” Ona cevaben dedi ki: “Çarşıdaki vaziyet iktisaddan ve kemal-i akıldan ve alış-verişin esası ve ruhu olan emniyetin, sadakatın muhafazasından gelmiş bir halettir; hısset değildir. Hanemdeki vaziyet, kalbin şefkatinden ve ruhun kemalinden gelmiş bir halettir. Ne o hıssettir ve ne de bu israftır.”

(Lemalar 144)

“Dört kerre dört ayrı ayrı olsa, onaltı kıymeti var. Eğer sırr-ı uhuvvet ve ittihad-ı maksad ve ittifak-ı vazife ile tevafuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verseler, o vakit dörtbin dörtyüz kırkdört kuvvetinde ve kıymetinde olduğu gibi.. hakikî sırr-ı ihlas ile, onaltı fedakâr kardeşlerin kıymet ve kuvvet-i maneviyesi dört binden geçtiğine, pek çok vukuat-ı tarihiye şehadet ediyor. “Lemalar 161)

“Bana sekiz sene kemal-i sadakatla hiç gücendirmeden hizmet eden Barla’lı Süleyman’ın halasının, bir vakit gözü kapandı. O sâliha kadın, bana karşı haddimden yüz derece fazla hüsn-ü zan ederek, “Gözümün açılması için dua et” diyerek, câmi kapısında beni yakaladı. Ben de, o mübarek ve meczube kadının salahatını duama şefaatçı yapıp, “Ya Rabbi, onun salahatı hürmetine onun gözünü aç” diye yalvardım. İkinci gün Burdur’lu bir göz hekimi geldi, gözünü açtı. Kırk gün sonra yine gözü kapandı. Ben çok müteessir oldum, çok dua ettim. İnşâallah o dua, âhireti için kabul olmuştur. Yoksa benim o duam, onun hakkında gayet yanlış bir beddua olurdu. Çünki eceli kırk gün kalmıştı. Kırk gün sonra -Allah rahmet etsin- vefat eyledi.”

(Lemalar 213)

İşte o merhume, kırk gün Barla’nın hazînane bağlarına rikkatli ihtiyarlık gözüyle bakmasına bedel; kabrinde, Cennet bağlarını kırkbin günlerde seyredeceğini kazandı. Çünki imanı kuvvetli, salahatı şiddetli idi. Evet bir mü’min gözüne perde çekilse ve gözü kapalı kabre girse, derecesine göre, ehl-i kuburdan çok ziyade o âlem-i nuru temaşa edebilir. Bu dünyada nasıl çok şeyleri biz görüyoruz, kör olan mü’minler görmüyorlar. Kabirde o körler, iman ile gitmiş ise, o derece ehl-i kuburdan ziyade görür. En uzak gösteren dûrbînlerle bakar nevinde, kabrinde derecesine göre Cennet bağlarını sinema gibi görüp temaşa ederler.”

(Lemalar 213)

(Haşiye): Bu hastalığın manevî şehadeti kazandırması, lohusa zamanı olan kırk güne kadardır.” (Lemalar 214 *Haşiye 1)

“Ben otuz-kırk seneden beri, bendeki kulunç denilen bir hastalıktan şifa için dua ederdim. Ben anladım ki, hastalık dua için verilmiş. “

(Lemalar 215)

“Harb-i Umumî’de esaretle, Rusya’nın şark-ı şimalîsinden, çok uzak olan Kosturma vilayetinde bulunuyordum. Orada Tatarların küçük bir câmisi, meşhur Volga Nehri’nin kenarında bulunuyordu. Oradaki arkadaşlarım olan esir zabitler içinde sıkılıyordum. Yalnızlık istedim; dışarıda izinsiz gezemiyordum. Tatar mahallesi, kefaletle beni o Volga Nehri’nin kenarındaki küçük câmiye aldılar. Ben yalnız olarak câmide yatıyordum. Bahar da yakın. O şimal kıt’asının pek çok uzun gecelerinde çok uyanık kalıyordum. O karanlık gecelerde ve karanlıklı gurbette, Volga Nehri’nin hazîn şırıltıları ve yağmurun rikkatli şıpıltıları ve rüzgârın firkatli esmesi, beni derin gaflet uykusundan muvakkaten uyandırdı. Gerçi daha kendimi ihtiyar bilmiyordum, fakat Harb-i Umumî’yi gören ihtiyardır. Güya “Çocukları ihtiyarlatan bir gün.” Müzzemmil Sûresi: 73:17. sırrına mazhar olarak, öyle günlerdir ki; çocukları ihtiyarlandırdığı cihetle, kırk yaşında iken, kendimi seksen yaşında bir vaziyette buldum. O karanlıklı uzun gece ve hazîn gurbet ve hazîn vaziyet içinde hayattan ve vatandan bir me’yusiyet geldi. Aczime, yalnızlığıma baktım, ümidim kesildi. O halette iken Kur’an-ı Hakîm’den imdad geldi; dilim dedi, kalbim de ağlayarak dedi:

Ruhum dahi vatanımdaki eski dostları düşünüp o gurbette vefatımı tahayyül ederek, Niyazi-i Mısrî gibi dedim: Dünya gamından geçip, yokluğa kanat açıp,
Şevk ile her dem uçup, çağırırım dost, dost!
diye dostları arıyordu.”

(Lemalar 234)

Hattâ benimle görüşmek için bazıları kırk-elli lirayı sarfederek gelip, ya yirmi dakika veya hiç görüşmeden döner giderdi. Ben bazı kardeşlerimi yakından görmek için, hapsin zahmetini severek kabul ederdim. Demek hapis bizim için bir nimettir, bir rahmettir.”

(Lemalar 266)

“Şimdi kırk para ile alacağımız bir kavunu, bir narı; kırk bin lira ile de yiyemezdik. Evet dünyadaki bütün sühulet, bütün ucuzluk, bütün mebzuliyet; vahdetten gelir ve Ferdiyete şehadet eder.”

(Lemalar 322)

“Hem ehl-i imanın göz hastalığı perdesi altında -yani kör olmasında- pek mühim bir nur ve manevî büyük bir göz olup, birkaç sene dünyanın hazinane fâni bir güzelliğini fâni bir surette seyredecek fâni bir göze bedel, kırk göz kuvvetinde ebedî gözler ile ebedî bir surette Cennet’te Cennet levhalarını seyretmesi daha evlâ olacağını beyan eder.(Haşiye)” “

(Lemalar 414)

“-ev kema kal- hadîs-i şerifinin sırrını; ve bazı hastalıklar şehid makamını kazandıracağını, bahusus kadınların lohusa zamanında kırk gün zarfında vefat ederlerse şehid olacaklarını en güzel bir surette haber verir.”

(Lemalar 415)

“Bu üçüncü meyveye ait bu zevkimi ve hissimi Siracünnur’un belki kırk risalelerinde cüz’î, küllî deliller ile beyan etmişim. Ve bilhassa “Yirmialtıncı Lem’a” olan İhtiyarlar Risalesi’nin onüç aded ricalarında o derece kat’î ve güzel izah edilmiştir ki, daha fevkinde izah olmaz. Onun için bu pek uzun kıssayı bu makamda pek çok kısa kestim.”

(Şualar 17)

“otuz-kırk surelerin başlarında bütün kat’iyyetle hakikat-ı haşriyeyi kâinatın en ehemmiyetli ve vâcib bir hakikatı olduğunu göstermekle beraber, sair âyetlerinde dahi o hakikatın çeşit çeşit delillerini beyan edip ikna’ eder. “

(Şualar 185)

“Bir zaman, Eskişehir hapishanesinin penceresinde bir cumhuriyet bayramında oturmuştum. Karşısındaki lise mektebinin büyük kızları, onun avlusunda gülerek raksediyorlardı. Birden manevî bir sinema ile elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü. Ve gördüm ki: O elli-altmış kızlardan ve talebelerden kırk-ellisi kabirde toprak oluyorlar, azab çekiyorlar. Ve on tanesi, yetmiş-seksen yaşında çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini muhafaza etmediğinden sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyorlar.. kat’î müşahede ettim. Onların o acınacak hallerine ağladım. Hapishanedeki bir kısım arkadaşlar ağladığımı işittiler. Geldiler, sordular. Ben dedim: Şimdi beni kendi halime bırakınız, gidiniz.”

(Şualar 198)

“Herkesin iman mukabilinde bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek davası başına açılmış. Eğer iman vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk taunuyla çoklar o davasını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşf ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği davanın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?”

(Şualar 203)

“Otuz-kırk seneden beri ecnebi hesabına ve küfür ve ilhad namına bu milleti ifsad ve bu vatanı parçalamak fikriyle, Kur’an hakikatına ve iman hakikatlarına her vesile ile hücum eden ve çok şekillere giren bir gizli ifsad komitesine karşı, bu mes’elemizde kendilerine perde yaptıkları insafsız ve dikkatsiz memurlara ve bu mahkemeyi şaşırtan onların Müslüman kisvesindeki propagandacılarına…….”

(Şualar 288)

“Ben de derim: Benim derslerim, bilâ-istisna bütünü, hükûmetin ve adliyenin eline geçmiş; bir gün cezayı mûcib bir madde bulunmamış. Kırk-elli bin nüsha risale, o derslerden milletin ellerinde dikkat ve merakla gezdiği halde, menfaatten başka hiçbir zararı hiçbir kimseye olmadığı, hem eski mahkemenin, hem yeni mahkemenin mûcib-i mes’uliyet bir madde bulamamaları cihetiyle, …..”

(Şualar 290)

“Evet yirmi-otuzdan ancak bir-ikisi ta’dil-i erkân ile namazını kılan mahbuslar içinde birden Risale-i Nur şakirdlerinden kırk-ellisi umumen bilâ-istisna mükemmel namazlarını kılmaları, lisan-ı hal ile ve fiil diliyle öyle bir ders ve irşaddır ki, bu sıkıntı ve zahmeti hiçe indirir, belki sevdirir. Ve şakirdler ef’alleriyle bu dersi verdikleri gibi, kalblerindeki kuvvetli tahkikî imanlarıyla dahi buradaki ehl-i imanı ehl-i dalaletin evham ve şübehatından kurtarmalarına medar çelikten bir kal’a hükmüne geçeceğini rahmet ve inayet-i İlahiyeden ümid ediyoruz.”

(Şualar 306)

“ Şimdi bu acib, dostsuz zamanda samimî kırk-elli dostunu birden bir-iki ay görmek ve Allah için sohbet etmek ve hakikî bir teselli alıp vermek; elbette başımıza gelen bu meşakkatler ve zayiat-ı maliye ona karşı pek ucuz düşer, ehemmiyeti kalmaz. “

(Şualar 310)

“Dördüncüsü: Mahmud. Ona “Meyve”den gençlik ve namaz mes’elelerini okudum ve dedim: “Kumar oynama, namaz kıl.” Kabul etti. Fakat haylazlık galebe etti, namaz kılmadı ve kumar oynadı. Birden, hiddet tokatını yedi. Üç-dört defada daima mağlub olup fakir haliyle beraber kırk lira ve sakosunu ve pantolonunu kumara verdi, daha aklı başına gelmedi.

Evet, doğrudur.

Mahmud”

(Şualar 333)

“Kırk sene evvel ehl-i siyaset, bana bir cinnet-i muvakkata isnadıyla tımarhaneye sevkettiler. “

(Şualar 345)

“Bundan kırk sene evvel ve hürriyetten bir sene evvel İstanbul’a geldim.”(Şualar 358)

“ Hem Ankara’da hükûmetin riyasetinde bulunan malûm birisine ettiğim itirazlara ve ağır sözlere karşı o reis mukabele etmeyip sükût etmesi ve o öldükten sonra, onun yanlışını gösteren bir hakikat-ı hadîsiyeyi kırk sene evvel beyandaki fıtrî ve lüzumlu ve küllî ve mahrem tenkidlerim, makam-ı iddia cerbezesiyle ona tam tatbik ile bize medar-ı mes’uliyet yapılmış. Ölmüş ve hükûmetten alâkası kesilmiş bir şahsın hatırı nerede? Hükûmetin ve milletin bir hatırası ve Cenab-ı Hakk’ın bir tecelli-i hâkimiyeti olan adalet kanunları nerede?”

(Şualar 366)378,385,418,E.I/52,II/34,47)

“kırk seneden beri bütün kuvvetiyle, bütün âsârıyla İslâmiyetin uhuvvetine ve müslümanların birbirine muhabbetine çalışan ve Türk milleti Kur’anın bayrakdarı ve sena-i Kur’aniyeye mazhar olduğu için, o milleti çok seven ve hayatını onlar içinde geçiren bir adam hakkında, sâbık vali resmî lisan ile ihanet için propaganda yapmak ve dostlarını ürkütmek için: “O Kürddür, siz Türksünüz, o Şafiîdir, siz Hanefîsiniz” deyip herkesi ürkütüp ondan çekindirmeğe çalışması ve yirmi senede ve iki mahkemede, tarz-ı kıyafeti değiştirilmeğe mecbur edilmeyen ve şapka yarı askerin başından kalkmasıyla beraber, münzevi bir adamın zorla başına şapka giydirmeğe cebretmeyi hangi maslahat, hangi kanun buna müsaade eder?”

(Şualar 375)

“Hükûmet beni tam himaye ve bana yardım etmek, milletin maslahatına ve vatanın menfaatına çok lüzumu varken, beni sıkması îma eder ki; kırk seneden beri benim ile mücadele eden gizli zındıka komitesiyle şimdi onlara iltihak eden komünist komitesinden bir kısmı, ehemmiyetli birer resmî makam elde ederek karşıma çıkıyorlar. Hükûmet ise, ya bilmiyor veya müsaade ediyor diye çok emareler bana endişe veriyor.”

(Şualar 382)

“Hem üç aydan beri benim aleyhimde kırk sahifelik bir iddianame yazılıp bana gösterildi. Yeni hurufu bilmediğimden, hem rahatsız ve hattım çok noksan olmasından çok rica ettim ki, “Bana biri iddianameyi okuyacak ve dilimi bilen talebelerimden benim itiraznamemi yazacak iki adama izin veriniz” dedim; izin vermediler. Dediler, “Avukat gelsin, okusun.” Sonra onu da bırakmadılar. Yalnız bir kardeşe dediler ki: “Eski hurufa çevir, ona ver.” Halbuki o kırk sahifeyi yazmak altı-yedi günde ancak olur. Bir saatte bana okumak işini, altı-yedi güne kadar uzatmak, tâ benimle kimse temas etmesin fikri ise, pek dehşetli bir istibdad ile benim bütün hukuk-u müdafaamı iskat etmektir.

Tecrid-i mutlakta hasta ve perişan

Said Nursî”

(Şualar 383)

“Yirmi seneden beri belki kırk seneden beri benim muarızlarım ve Risale-i Nur’a itiraza çalışanlar, hiçbir tevilimizi ilmen, mantıkan reddetmedikleri ve o muarız ülemalarla beraber Nur şakirdlerinin binler âlimleri tasdik edip, “fîhi nazarun” demedikleri halde; Kur’anın kaç sure olduğunu bilmeyen, bunu inkâr ile karşılasa ne kadar insaf haricinde olduğunu, insafınıza havale ediyorum. Elhasıl tevilin manası, hadîsin veyahut âyetin birçok manalarından bir mümkün ve muhtemel manası demektir.”

(Şualar 386 *Haşiye 1)

“Bir ay evvel bize verilen kırk sahifelik iddianameyi birisi yanıma gelip bana okumağa imkân bulamadığından, bugün 11 Haziran’da yeni olarak iddianameyi bana okudular. Ben dinledim. Gördüm ki, size yazdığım iki ay evvel itiraznamem, bir aya yakın evvelde itiraznamemin tetimmesi ve lâhikası, hem Ankara’nın altı makamatına hem makamınıza da verilmiş. İşte bu itirazname, o iddianameyi esasıyla kesiyor ve reddediyor. Yeniden iddianameye karşı itirazname yazmağa hiç lüzum görmüyorum. “(Şualar 389)

“doğrudan doğruya kırk seneden beri İslâmiyet ve iman aleyhinde çalışan gizli bir zındıka komitesi ve bu vatanda anarşiliği yetiştiren bir nevi bolşevizm namına bilerek veya bilmeyerek bizimle bir mücadeledir ki, üç mahkeme cem’iyetçilik cihetinde bütün Nurcuların ve Nur risalelerinin beraetlerine karar vermişler. “

(Şualar 396)

“hakikat-ı Kur’aniyenin muhafazası yolunda kırk-elli milyon şehid veren bu vatandaki geçmiş ecdadlarımızın ahfadlarına bu zamanda hakikat-ı Kur’aniyenin muhafazası ve âlem-i İslâmın nazarında eskisi gibi dindarane kahramanlıkları terk ettirilmeyecek. Zahiren çekilseler de, o hâlis şakirdler ruh u canıyla o hakikata bağlıdırlar. Ve o hakikatın bir âyinesi olan Risale-i Nur’u terkedip, o terk ile vatan ve millet ve asayişe zarar vermeyeceklerdir. “(Şualar 398)

“Kırk seneden beri bana sû’-i kasda çalışan gizli düşmanlarımın desiseleriyle şahsıma karşı eşedd-i zulmü yapanlardan çekinmek için gizlenmiştir.”(Şualar 410)

Kırk sene evvel İstanbul ülemasına verdiğim cevabı, mahkemede beyan ettiğim gibi; bütün ülema-i İslâmın istimal ettiği bir tabiri, yalnız bana isnad etmek ve bunu da bir iman haline geldiği ile tabir etmek, hem İslâmiyete, hem ehl-i ilme, hem bana karşı bir ittiham değil, divanecesine bir ihanettir. Ona iade ediyorum.”

(Şualar 418)

“Bu ittihamı hiç bir cihetle isbat edilemeyeceğine ve iftira olduğuna kat’î delili; şiddetli tarassud ve tam bir inziva ve dünya hâdisatına hiç kulak vermeyecek derecede bir tecerrüd ve ihtiyarlık ve za’fiyet ve hastalık içinde bulunmasıdır. Haftada yalnız bir tek mektub, birtek yere göndermekten başka hiç muhabere etmeyen ve te’lifi dahi bırakan ve serbestiyet verildiği halde, hadsiz dostları ve onu dinleyecek hemşehrileri bulunan memleketine gitmeyen ve hizmeti için bir-iki terzi çırağından başka kimseyi istemeyen ve ziyaret için gelenlerden kırktan birisini birkaç dakikadan ziyade yanında durdurmayan bir garib ve kabir kapısında ve beraet etmiş; ve otuz seneden beri siyaseti terketmiş bir bîçare hakkında, bu gizli cem’iyet isnadının ittihamı öyle büyük ve insafsızca ve zalimane bir hatadır ki, ona temas edenlerden zerre kadar aklı bulunan, bu yalandır ve asılsızdır der.

83.84.85. İddiacı demiş: Said’in gizli düşmanı yok. Ve onu zehirleyen yok. Ve zındık namını verdiği ve kırk seneden beri Said onların ehl-i iman hakkındaki ifsadatına karşı Kur’an’ın hakikatları ile mukabele ettiği bir komite yoktur. Belki onu tazyik eden bir kısım memurlara zındık ve münafık diyor.”

(Şualar 422)

“Nefs-i emmaremi tebrie etmem. Her fenalığa meyli olabilir. Fakat o nefsin kırk sene belasını çeken ve otuzbeş seneden beri onun şerlerinden ve heveslerinden çekilmeğe çalışan ve a’malde bütün kuvvetini ihlasta gören ve o halini yakın dostları müşahede eden ve Nur’un eczaları ve onun müstenkifane ve müstağniyane halkın hürmetinden ve medihlerinden çekilmesi, onun mahviyetkârane meşrebine şehadet eden bir adamı bu ittiham ile mes’ul etmek, pek insafsızca bir hatadır.”

(Şualar 424)

“Otuz-kırk sene evvel hakaik-i Kur’aniyeyi müdafaa için, bütün İslâm müçtehidlerine ve müfessirlerine ittibaen, Kur’an’ın irsiyet ve tesettür hakkındaki sarih âyetlerini tefsirim ve dört-beş defa hükûmetin tedkikinden geçtikten sonra bize iade edilen yalnız Tesettür Risalesi bahanesiyle, kanunen değil belki kanaat-ı vicdaniye ile bana hafif ceza çektiren ve mürur-u zamana uğrayan ve af kanunları gören ve Denizli ve Temyiz Mahkemelerince beraet kazanan birkaç cümleye yanlış mana verip, bize ceza vermesini haklı gören Son Posta Gazetesi düşünsün ki; ne kadar o neşriyatta hata var. Efkâr-ı âmmeyi aldatmamak lâzımdır.”

(Şualar 428)

“Nur’un bir şakirdinin hususî kanaatını umum Nurculara vermesi ve birisinin hususî bir dostuna yazdığı âdi bir mektubu mevhum bir gizli cem’iyetin naşir-i efkârı telakki etmesi ve otuz-kırk senede te’lif edilen yüzotuz risaleyi bu sene yazılmış ve hiç mahkemeleri görmemiş gibi üç-dört mahrem risalede olan otuz-kırk kelimeyi yüzotuz Risale-i Nur’daki bütün yüzbin kelimelere teşmil edip umumunu mes’ul etmesi ve yirmiüç seneden beri beni tarassud ve nezaret altında tutan ve dört-beş mahkemelere sevkeden ve beş-altı defa Risale-i Nur’un ekseriyet-i mutlaka eczalarını müsadereden sonra iade eden beş-altı vilayetin hükûmetlerini ve adliyelerini ve zabıtalarını bizim o mevhum, asılsız suçlarımıza tam teşrik etmesidir.”

(Şualar 428)

“Acaba bir nutuk ile, isyan eden sekiz taburu itaate getiren ve kırk sene evvel bir makalesiyle binler adamı kendine taraftar yapan ve mezkûr üç dehşetli kumandanlara karşı korkmayan ve dalkavukluk yapmayan ve mahkemelerde, başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa ve her gün biri kesilse, zındıkaya ve dalalete teslim-i silâh edip vatan ve millet ve İslâmiyete hıyanet etmem, …..”

(Şualar 450)

“Evet günde yüz para, belki kırk para ile yaşayan bir adam, başkasının minnetini almaz. “

(Şualar 466)

“Dünkü suale benzer, kırk sene evvel olmuş bir sual ve cevabı size hikâye edeceğim. O eski zamanda, Eski Said’in talebeleri üstadlarıyla şiddet-i alâkaları, fedailik derecesine geldiğinden, Van, Bitlis tarafında Ermeni komitesi, Taşnak fedaileri çok faaliyette bulunmasıyla Eski Said onlara karşı duruyordu, bir derece susturuyordu. Kendi talebelerine mavzer tüfekleri bulup medresesi bir vakit asker kışlası gibi silâhlar, kitablarla beraber bulunduğu vakit, bir asker feriki geldi, gördü dedi: “Bu medrese değil, kışladır.” Bitlis hâdisesi münasebetiyle evhama düştü, emretti: “Onun silâhlarını alınız.” Bizden ellerine geçen onbeş mavzerimizi aldılar. Bir-iki ay sonra harb-i umumî patladı. Ben tüfeklerimi geri aldım. Her ne ise…”

(Şualar 521)

“Bana ve Nurlara ait kırk küsur sahife ile beraber Hata-Savab Cedveli ve zeyli Posta gazetesine cevabı, herhalde hem yeni harfle, hem eski harfle basmasına, hem Isparta’da hem İstanbul’da, eğer mümkünse burada dahi çalışmak lâzımdır. “

(Şualar 537)

“Kırk sene evvel tekrarla dedim: Bir nur göreceğiz. Büyük müjdeler verdim. O nuru büyük daire-i vataniyede zannederdim. Halbuki o Nur, Risale-i Nur idi. Nur şakirdlerinin dairesini umum vatan ve memleket siyasî dairesi yerinde tahmin edip sehiv etmiştim.”

(Şualar 539)E.I/208,St.199

Risale-i Nur’un kıymetini kırk-elli sahifelik bir formada belirtmeğe çalışmıştım. Medhettim diyemem, çünki: Kâinatın güneşi ve aklı olan ve bin üçyüz küsur seneden beri beşeriyeti tenvir ve irşad eden Kur’an-ı Hakîm’in hakikî bir tefsiri olan …..”

(Şualar 544)

“ ve Kur’an bütün kitabların fevkinde kırk vecihle mu’cize ve saadet-i ebediyeyi nev’-i beşere müjdelemesiyle müştakları ebediyen kendine minnetdar kılan bir Şems-i Sermedî’nin bir mükâleme-i ezeliyesi ….”(Şualar 553)

“Makam-ı iddia tarafından bana tebliğ edilen iddianamede, Üstadım efendime hizmetimi büyük bir suç olarak gösteriyor. 1944 yılında teşrif ederek dört seneden beri kazamızda misafireten ikamet buyuran ve kendileri kırk seneden beri bütün dünya lezzetini ve istirahatını terk edip, sırf iman ve İslâmiyet’e ve hususan vatanımızda iman ve âhiret yolunda müslümanların saadet-i ebediyelerini kurtarmağa çalışan …”(Şualar 573)

(Haşiye): Şimdi kırk seneden geçmiş.”

(Şualar 578 *Haşiye 1)

“Rivayette var ki: “Âhirzamanda bir erkek kırk kadına nezaret eder.”

(Şualar 586)

Birisi: O zamanda meşru nikâh azalır veya Rusya’daki gibi kalkar. Birtek kadına bağlanmaktan kaçıp başıboş kalan, kırk bedbaht kadınlara çoban olur.”

(Şualar 586)

“Ve anarşistlik fikrinin tam yeri ise; hem mazlum kalabalıklı, hem medeniyette ve hâkimiyette geri kalan çapulcu kabileler olacak. Ve o şeraite muvafık insanlar ise, Çin-i Maçin’de kırk günlük bir mesafede yapılan ve acaib-i seb’a-i âlemden birisi bulunan Sedd-i Çinî’nin binasına sebebiyet veren Mançur ve Moğol ve bir kısım Kırgız kabileleridir ki, Kur’an’ın mücmel haberini tefsir eden Zât-ı Ahmediye (Aleyhissalâtü Vesselâm) mu’cizane ve muhakkikane haber vermiş.”

(Şualar 588)

“Onyedinci Mes’ele: Rivayette var ki: “Deccal çıktığı gün bütün dünya işitir ve kırk günde dünyayı gezer ve hârikulâde bir eşeği vardır.”

(Şualar 589)

“Allahu a’lem, bu rivayetler tamamen sahih olmak şartıyla tevilleri şudur: Bu rivayetler mu’cizane haber verir ki, “Deccal zamanında vasıta-i muhabere ve seyahat o derece terakki edecek ki, bir hâdise bir günde umum dünyada işitilecek. Radyo ile bağırır, şark garb işitir ve umum ceridelerinde okunacak. Ve bir adam kırk günde dünyayı devredecek ve yedi kıt’asını ve yetmiş hükûmetini görecek ve gezecek.” diye zuhurundan on asır evvel telgraf, telefon, radyo, şimendifer, tayyareden mu’cizane haber verir. Hem Deccal, deccallık haysiyetiyle değil, belki gayet müstebid bir kral sıfatıyla işitilir. Ve gezmesi de her yeri istilâ etmek için değil, belki fitneyi uyandırmak ve insanları baştan çıkarmak içindir. Ve bindiği merkebi ve himarı ise; ya şimendiferdir ki bir kulağı ve bir başı cehennem gibi ateş ocağı, diğer kulağı yalancı cennet gibi güzelce tezyin ve tefriş edilmiş. Düşmanlarını ateşli başına, dostlarını ziyafetli başına gönderir. Veyahut onun eşeği, merkebi; dehşetli bir otomobildir veya tayyaredir veyahut…… (sükût lâzım!)”

(Şualar 589)

“[Kırk sene evvel Şam’daki Câmi-ül Emevî’de Şam ülemasının ısrarıyla onbin adama yakın, içinde yüz ehl-i ilim bulunan azîm cemaate verilen bu Arabî ders risalesindeki hakikatları bir hiss-i kabl-el vuku ile Eski Said hissetmiş, kemal-i kat’iyyetle müjdeler vermiş ve pek yakın zamanda o hakikatlar görünecek zannetmiş. Halbuki iki harb-i umumî ve yirmibeş sene bir istibdad-ı mutlak, o hiss-i kabl-el vukuun kırk sene te’hirine sebeb olmuş ve şimdi o zamanda verdikleri haber, aynen tezahürleri âlem-i İslâmiyette başlamış. Demek bu pek ehemmiyetli ders, zamanı geçmiş eski bir hutbe değil, belki doğrudan doğruya 1327’ye bedel, 1371’deki -Câmi-ül Emevî yerine âlem-i İslâm câmiinde- üçyüz yetmiş milyon bir cemaate hakikatlı ve taze bir ders-i içtimaî ve İslâmîdir, diye tercümesini neşretmek münasib görürseniz neşredersiniz.]”

(Şualar 674)

“Gayet mühim bir suale verilen çok ehemmiyetli bir cevabı burada yazmağa münasebet geldi. Çünki kırk sene evvel Eski Said, o dersinde bir hiss-i kabl-el vuku’ ile Risale-i Nur’un hârika derslerini ve tesiratını görmüş gibi bahsediyor. “

(Şualar 674)

Kırk sene evvel Harb-i Umumî’de, cephede avcı hattında bazan at üstünde te’lif edilen bu İşarat-ül İ’caz Tefsirinin bir kısmını Üstadımızdan ders aldık. İlm-i Belâgatı ve kavaid-i Arabiyeyi bilmediğimiz halde, aldığımız ders ile bundaki bir sırr-ı azîmi fehmettik ki; bu İşarat-ül İ’caz Tefsiri, hakikaten hârikadır. “(İşarat-ül İ’caz 7)

(Haşiye): Kırk sene sonra Risale-i Nur, bu lem’a-i i’cazı körlere dahi göstermiştir.”

(İşarat-ül İ’caz 34 *Haşiye 1)

“Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm kendi kendine güneş gibi bir bürhandır. Ve keza o zâtın (A.S.M.) dört yaşından kırk yaşına kadar geçirmiş olduğu gençlik devresinde bir hilesi, bir hıyaneti görülmemiş ve bir yalanı işitilmemiştir. Eğer o zâtın yaradılışında, tabiatında bir fenalık, bir kötülük hissi ve meyli olmuş olsaydı; behemehal gençlik saikasıyla dışarıya verecekti. Halbuki bütün yaşını, ömrünü kemal-i istikametle, metanetle, iffetle, bir ıttırad ve intizam üzerine geçirmiş, düşmanları bile hileye işaret eden bir halini görmemişlerdir. Ve keza yaş kırka baliğ olduğunda iyi olsun, kötü olsun ve nasıl bir ahlâk olursa olsun rüsuh peyda eder, meleke haline gelir, daha terki mümkün olmaz. Bu zâtın tam kırk yaşının başında iken yaptığı…..”

(İşarat-ül İ’caz 107)

(Haşiye): Kırk sene sonra neşrolan Risale-i Nur’da Carlyle, Goethe ve Bismark gibi kırk meşhur feylesofların tasdikleri beyan edilmiş. İnşâallah bu kitabın zeylinde dahi yazılacak.”

(İşarat-ül İ’caz 113 *Haşiye 1)

“Birinci Nokta: Kırk elli sene evvel Eski Said, ziyade ulûm-u akliye ve felsefiyede hareket ettiği için, hakikat-ül hakaike karşı ehl-i tarîkat ve ehl-i hakikat gibi bir meslek aradı. Ekser ehl-i tarîkat gibi yalnız kalben harekete kanaat edemedi. Çünki aklı, fikri hikmet-i felsefiye ile bir derece yaralı idi; tedavi lâzımdı. Sonra hem kalben, hem aklen hakikata giden bazı büyük ehl-i hakikatın arkasında gitmek istedi. Baktı, onların herbirinin ayrı cazibedar bir hâssası var. Hangisinin arkasından gideceğine tahayyürde kaldı. İmam-ı Rabbanî de ona gaybî bir tarzda “Tevhid-i kıble et!” demiş; yani “Yalnız bir üstadın arkasından git!”

(Mesnevî-i Nuriye 7)

“Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelime ile dört kelâm öğrendim; tafsilen beyan edilecektir. Burada yalnız icmalen işaret edilecektir. Kelimelerden maksad: Mana-yı harfî, mana-yı ismî, niyet, nazardır. “(Mesnevî-i Nuriye 51)

“Evet gurur ile insan maddî ve manevî kemalât ve mehasinden mahrum kalır. Eğer gurur saikasıyla başkaların kemalâtına tenezzül etmeyip, kendi kemalâtını kâfi ve yüksek görürse, o insan nâkıstır. Böyle insanlar, malûmat ve keşfiyatlarını daha yüksek görmekle, eslaf-ı izamın irşadat ve keşfiyatlarından mahrum kalırlar. Ve evhama maruz kalarak bütün bütün çizgiden çıkarlar. Halbuki eslaf-ı izamın kırk günde yaptıkları bir keşfiyatı, bunlar kırk senede bulamazlar.”

(Mesnevî-i Nuriye 66)

Arkadaş! Bu niyet mes’elesi, benim kırk senelik ömrümün bir mahsulüdür. Evet niyet öyle bir hâsiyete mâliktir ki, âdetleri, hareketleri ibadete çeviren pek acib bir iksir ve bir mâyedir.”

(Mesnevî-i Nuriye 70)

“Ondokuzuncu Mektub yüzelli sahifedir. Üçyüzden fazla mu’cizatı, kitablara müracaat edilmeden ezber olarak dağ, bağ köşelerinde dört gün zarfında her gün üçer saat meşgul olmakla mecmuu oniki saatte te’lif edilmesi.. Ramazan Risalesi, kırk dakikada te’lif edilmesi.. Yirmisekizinci Söz, yirmi dakikada te’lif edilmesi.. bast-ı zamanın vukuunu isbat etmiştir.”

(Mesnevî-i Nuriye 197 *Haşiye 1)

“İman-ı Haşre dair olan bu risale Risale-i Nur’daki Onuncu Söz’ün esası olup Barla’da, Üstadımızın -bir bahar gününde- rahmet-i İlahiyenin âsârını bağ ve bahçelerde müşahedesinden ve ihtiyarsız olarak

Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor. Bunu yapan elbette ölüleri de öyle diriltecektir. O herşeye hakkıyla kâdirdir. (Rum Sûresi: 50.) âyet-i kerimesini kırk defaya yakın okumasından sonra tulû’ etmiş gayet kıymettar ve bu zamanda çok lüzumlu ve inkâr-ı haşir mefkûresini köküyle kesip İbn-i Sina gibi acib bir dâhînin “Haşir bir mes’ele-i nakliyedir, akıl bu yolda gidemez” dediği haşri en basit fehme de kabul ettiren; ve haşrin binler nümunelerini arz yüzünde gösteren; ve haşri iktiza eden pek çok esma-i İlahiyeden tut, tâ mahiyet-i insaniyede dahi haşri isbat eden bir risaledir.”

(Mesnevî-i Nuriye 261)

Bu Katre risalesi, bir mukaddeme, bir hâtime ve dört babdan ibarettir. Mukaddemede Üstadımız, kırk sene ömründe, te’lif eylediği seneye nisbetle otuz senelik ilim seyrinde, dört kelime ile dört kelâm tahsil ettiğini ve bu dört kelimenin biri “Mana-yı Harfî”, ikincisi “Mana-yı İsmî”, üçüncüsü “Niyet”, dördüncüsü “Nazar” olduğunu.. dört kelâm ise, biri “Ben kendi kendime mâlik değilim”, ikincisi “El-mevtü hakkun”, üçüncüsü “Rabbî vâhidün”, dördüncüsü “Ene’nin bir nokta-i sevda ve bir vâhid-i kıyasî” olduğunu söylüyor. Bu Risale hakîkatini Birinci Bab olarak, kâinat erkânından herbir rükün, elli beş küllî ve gâyet zâhir lisânla ispat ediyor.”

(Mesnevî-i Nuriye 261)

“Hem meselâ: Sırr-ı Kader ve cüz’-i ihtiyarînin halli için, koca Sa’d-ı Taftazanî gibi bir allâme; kırk-elli sahifede, meşhur Mukaddemat-ı İsna Aşer namıyla telvih nam kitabında ancak hallettiği ve ancak havassa bildirdiği aynı mesaili, kadere dair olan Yirmialtıncı Söz’de, İkinci Mebhasın iki sahifesinde tamamıyla, hem herkese bildirecek bir tarzda beyanı, eser-i inayet olmazsa nedir?”

(Barla Lâhikası 15)

Evet şu hakikati de itiraf etmek lâzım ki, bir mücevherat hazinesi ne kadar zengin ve ne kadar yüksek bir servete mâlik olursa olsun; bâyii, dellâlı, usûl-ü bey’ u şiraya aşina olmazsa, zilyed bulunduğu kıymetdar hazinenin müştemil ve muhtevi bulunduğu emtiayı, lâyıkıyla âleme ilân ve enzar-ı âmmeye vaz’ edemez. Binaenaleyh şu devr-i müşevveşte, hakaik-i Kur’aniyenin hakkıyla bey’ u şirasını yapan dellâl-ı Kur’an’ın değil altı senedir, belki kırk seneden beri ehl-i İslâm’a hitaben:

“Ey İmân edenler! Pek acı bir azaptan kurtaracak kârlı bir yolu size göstereyim mi?” Saf Sûresi: 61:10.

ferman-ı Rabbanîsiyle nida etmeleri, bil’umum envâr-ı imaniyeye muhtaç Ümmet-i Muhammed’i medyun-u şükran eylemiş ve eylemektedir.

Sabri”

(Barla Lâhikası 80)

“Ekalli, kırk seneden beri hakikat âleminde nurlar saçan nuranî, kudsî, feyizli sözlerin kâffesi, bütün safahatında tarîkat ve seyr-i sülûke ait pencereleri küşad ile, müştaklara temaşa ve berk-i hâtif misal (Ey kardeşler, geliniz.)nida-i beligi ile davet etmekte iken, dûrbînî bir nazara mâlik olanlar, pek aşikâre görüp ve dinleyip iltica etmekte iseler de, bu abd-i pürkusur onlarla omuz omuza yürüyen, tarîkatın ne demek olduğunu, matla’-ı şems-i füyuzat ve menba’-ı fevz-i necat olan, Yirmidokuzuncu Mektub’un dokuz levha-i saadeti câmi’ Dokuzuncu Nüktesini okuduktan sonra, alâ kadr-il istitaa öğrendim. Nihayetsiz füyuzat ve hadsiz ezvak-ı mütenevviayı hâvi olduğunu, bir kat daha tasdik ettim. Elhamdülillah, şu nüktede nura muhtaç kalbime lâyüadd nurlar bahşedildi.”

(Barla Lâhikası 111)

“Risale-i Nur’un vasıta-i neşri olan üstadımızın câmii, Barla’da seddedildi. Risale-i Nur’u yazacak hariçteki talebelerinin yanına gelmeleri men’ edildiği hengâmda kuraklık başladı. Yağmura ihtiyac-ı şedid oldu. Sonra yağmur başladı, her tarafta yağdı. Yalnız Karaca Ahmed Sultan’dan itibaren, bir daire içinde kalan Barla mıntıkasına yağmur gelmedi. Üstadımız bundan pek müteessir olarak dua ediyordu. Sonra dedi ki: “Kur’an’ın hizmetine sed çekildi, bu köydeki mescidimiz kapandı. Bunda bir eser-i itab var ki, yağmur gelmiyor. Öyle ise, madem Kur’an’ın itabı var. Yâsin Suresini şefaatçı yapıp Kur’an’ın feyzini ve bereketini isteyeceğiz.” Üstadımız, Muhacir Hâfız Ahmed Efendi’ye dedi ki: “Sen kırkbir Yâsin-i Şerif oku.” Muhacir Hâfız Ahmed Efendi bir kamışa okudu. O kamışı suya koydular. Daha yağmur alâmeti görünmezken, ikindi namazı vaktinde, üstadımız daima itimad ettiği bir hatırasına binaen Muhacir Hâfız Ahmed Efendi’ye söyledi ki: “Yâsinler tılsımı açtı, yağmur gelecek.”

(Barla Lâhikası 168)

“Muhterem Üstadım! Şu söz öyle bir hakikatı ders veriyor ki, daha insana yabancı ve bilinmesi mümkün olmayan bir şey kalmıyor. Her gördüğü munis bir arkadaş oluyor ve susuz vâdiler ve geniş sahralar ve koca küre-i arz bir bahçe hükmünde Hâlık-ı Rahîm tarafından ihzar edilmiş ve tılsımı da “Bismillahirrahmanirrahîm” olduğu ve tılsımı bulunmazsa ve alınmazsa, o bahçede yaşamak mümkün olmadığı ve yaşasa da her tarafta yabancı olarak ve her hatvesinde istiskal edilerek, hayat değil, belki camid olarak bulunacağını izah buyuruyorsunuz. Hele bizi her zaman, günde kırk defa havsalamız almayarak “ah!” ile geri dönen mi’rac-ı mü’min olan namazda sırrı öyle bir düğme olarak gösteriliyor ki; her mü’min kendi vücud âleminde bir elektrik fabrikası görüyor. Ve düğmesini açınca bütün dünyayı ziya ile gösteriyor.”

(Barla Lâhikası 186)

“Sonra Nuh’un hediyesi, yirmibeş liralık kıymetinde bir teneke, bizim namımıza geldiğini işittik. Arkadaşlarla beraber hesab ettik ki, biz burada hangi tarihte kitab hediyelerini Nuh için hazırlıyorduk. Aynı tarihte Nuh habersiz olarak kırk gün mesafede, bize o nisbette ve mana cihetiyle onun gibi mübarek hediyeyi hazırlıyordu. Bu tevafuk kat’iyyen tesadüf değil. Hattâ bir kısım dostlar dediler ki, bu Nuh Bey’in kerametidir. Acaba Nuh Bey’in kerameti var mı ki, biliyormuş gibi mukabilini gönderiyor dediler. Dedim ki: İhlasın ve sadakatın dahi velayet gibi kerameti var. Belki bazan daha fevkindedir.”

(Barla Lâhikası 255)

“Onuncu Söz’ün âhirinde yazıldığı gibi, altıyüz sahifeden ziyade bir mübarek kitabın tevafukatı yüz yirmibeş çıktı. Üçyüz elli sahifeden ibaret diğer bir kitabı yine saydım, elli tevafuk çıkmadı. Yine eskiden kendi te’lifatım Türkçe ve Arabî olan ikiyüz seksen sahifeden ibaret bulunan kitabın eliflerini saydım, tevafukatı kırkı tecavüz etmedi.”

(Barla Lâhikası 314)

“fazla teşekkür etmek ister. Ve bin o hediye kadar kıymetli bulunan, o hediye ile gösterilen iltifatına karşı, ne kadar teşekkürde israf ve ifrat etse de makbuldür. Ve o çok mübarek zâtın o hediyesine sardığı kâğıtları da teberrük deyip şeker gibi yese, hattâ o hediye içindeki cevizlerin sert kabuklarını da teberrük diye ekmek gibi yutsa ve o hediyenin kabını mübarek bir kitab gibi öpse ve başına koysa, israf olmadığı gibi; aynen öyle de, Risale-i Nur yüzünde irade-i âmme, inayet-i hassa iltifatını tevafuk zarfıyla ihsan edilmiş. Elbette tevafuka dair tafsilât, tasvirat fiilî teşekküratın bir nev’idir ve sevincin ve minnetdarlığın heyecanlı tereşşuhatıdır. Kusura bakılmaz. Evet böyle bir zâtın iltifatını gösteren maddî kırk para ihsanına karşı kırk bin teşekkür edilse israf değil.”

(Kastamonu Lâhikası 66)

“İşte seksenbeş, yetmişbeş, altmışbeş olması ve bir adedi seksenbeş ve iki adedi onun yarısı olan kırka ve üçü onun nısfı(Haşiye) yirmiye inmesi ve birbiriyle tevafukları ve Lafza-i Celal’in ve Kelime-i Tevhid’in lem’alarını ifade etmeleri gibi, muntazam niseb-i adediye ve manidar münasebat-ı tevafukiye bize kanaat veriyor ki; tesadüfî değil, belki alâmet-i kabul bir tevfiktir, bir tanzimdir.

Kardeşiniz

Said Nursî”

(Kastamonu Lâhikası 69)

“Bundan kırk-elli sene evvel, büyük kardeşim Molla Abdullah (Rahmetullahi Aleyh) ile bir muhaveremi hikâye ediyorum…”

(Kastamonu Lâhikası 88)

“Bu zât, dokuz-on sene zarfında dörtyüz risale kadar dikkatli ve tevafuklu olarak Risale-i Nur’dan yazdığı gibi; hâfız olmadığı halde yazdığı iki mükemmel Kur’an ile ve üçüncüsü -müteferrik surette- gözle görünür bir nevi i’caz-ı Kur’anı gösterir bir tarzda üç Kur’anı yazmış; tam mukabele edilmeden bize gelmiş; biz de mukabele etmeden size göndermiştik. Sizler de kemal-i dikkatle hareke ve harflerde gördüğünüz kırk-elli sehiv, Hüsrev’in kaleminin ne derece hârika olduğunu gösterir. Çünki her Kur’an’ın üçyüzbin altıyüz yirmi harfinde, o kadar hareke ve sükûnlarında yalnız kırk-elli sehiv bulunması, o kalemin isabette hârika olduğunu gösterir.”

(Kastamonu Lâhikası 108)

“Bu hasta ve gaddar ve bedbaht asrın bela ve vebasından ve zulüm ve zulmetinden en mücerreb bir kurtarıcı, Risale-i Nur’un mizanları ve müvazeneleriyle, neşrettiği nur olduğunu kırkbin şahid vardır. Demek Risale-i Nur’un dairesine yakın bulunanlar, içine girmezse, tehlike ihtimali kavîdir.”

(Kastamonu Lâhikası 110)

Hem bu medar-ı sürur ve ferah olan hediye-i nuraniyeyi, bir hiss-i kabl-el vuku’ ile benim ruhum tam hissetmiş, akla haber vermemiş idi ki o gelmeden iki gün evvel, Feyzi ve Emin’in fıkrasında beyan edilen rü’yayı gördüğüm gecenin gününde, sabahtan akşama kadar ve ikinci günü de kısmen, hiç görmediğim bir tarzda bir sevinç, bir sürur hissedip mütemadiyen bir bahane ile ferahımı izhar edip, otuz-kırk defa tebessüm ile güldüm.”

(Kastamonu Lâhikası 113)

“Risale-i Nur’un küçük ve masum şakirdlerinin elli-altmış talebesinin ve kırk-elli ümmi mübarek ihtiyarların ve kıymetdar üstadlarının yazdıkları tevafuklu ve şirin nüshaları bize göndermişler. O parçaları yedi cild içinde cem’ettik.”

(Kastamonu Lâhikası 120)

“Bu mübarek ümmi ihtiyarların kırk sene sonra Risale-i Nur hatırı için her işe tercihan yazıya başlamaları ve masum çocukların, Risale-i Nur’dan ders aldıkları ve yazdıkları risalelerin bir kısmıdır. Onların bu zamanda, bu ciddî çalışmaları gösteriyor ki, Risale-i Nur’da öyle manevî zevk ve cazibedar bir nur var ki, mekteblerde çocukları okumağa şevkle sevketmek için icad ettikleri her nevi eğlence ve teşviklere galebe edecek bir lezzet, bir sürur, bir şevk Risale-i Nur veriyor ki; çocuklar ve ümmi ihtiyarlar böyle hareket ediyorlar.”

(Kastamonu Lâhikası 121)

“Hem bu üç vezaifi birden bir şahısta, yahut cemaatte, bu zamanda bulunması ve mükemmel olması ve birbirini cerhetmemesi pek uzak, âdeta kabil görülmüyor. Âhirzamanda, Âl-i Beyt-i Nebevî’nin (A.S.M.) cemaat-ı nuraniyesini temsil eden Hazret-i Mehdi’de ve cemaatindeki şahs-ı manevîde ancak içtima edebilir. Bu asırda, Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki, Risale-i Nur’un hakikatına ve şakirdlerinin şahs-ı manevîsine, hakaik-i imaniye muhafazasında tecdid vazifesini yaptırmış. Yirmi seneden beri o vazife-i kudsiyede tesirli ve fatihane neşriyle gayet dehşetli ve kuvvetli zındıka ve dalalet hücumuna karşı tam mukabele edip, yüzbinler ehl-i imanın imanlarını kurtardığını kırkbinler adam şehadet eder.”

(Kastamonu Lâhikası 190)

“Risale-i Nur’un tercümanı, hakikî vazifesinin haricinde dünyadaki istikbaliyata arasıra bakması, bir derece zahirî bir müşevveşiyet verir. Meselâ: Bundan otuz-kırk sene evvel diyordu: “Bir nur gelecek, bir nuranî âlemi göreceğiz” deyip; o mana, geniş bir dairede ve siyasette tasavvur edilmiş.”

(Kastamonu Lâhikası 215)

“(Haşiye): Bu “Fil” lafzı kalkmasının sırrı: Eski zamanda dehşetli Fil-i Mahmudî azametine, heybetine dayanmış, hücum etmişler. Şimdi ise dünya servetine ve malına ve o servetle filolar teşkil edip, hattâ kırk milyon bir millet, o fil gibi filolarla nev-i beşeri esaret altına almış ve Avrupa medeniyetçileri medeniyetin mehasiniyle, iyilikleriyle, menfaatleriyle değil, belki medeniyetin seyyiatıyla ve sefahetiyle ve dinsizliğiyle üçyüzelli milyon müslümanların her tarafta hâkimiyetlerini imha edip istibdadına serfüru’ etmiş ve bu musibet-i semaviyeye sebebiyet vermiş. Ve dünyaperest gaddar zalimler, zulümlerine ceza olarak tokatlar gelmeye ve fakir ve masumlar ve mazlumlara, fâni mallarını ve hayatlarını âhiretlerine çevirmek ve kıymetdar eylemek ve dünyadaki günahlarına keffaret-üz zünub etmeye kader-i İlahîye fetva verdiler. Ben birbuçuk senedir dünyaperestlerin bu musibette vaziyetlerini ve safahatlarını ve ikinci harb-i umumî sahifelerini kat’iyyen bilmiyorum. Fakat iki sene evvelki vaziyetleri, bu sure-i kudsiyenin mana-yı işarî tabakasından gelen tokatlar, tam tamına onların başlarına iniyorlar ve surenin bir mana-yı işarîsini tam tefsir ediyor.”

(Kastamonu Lâhikası 226 *Haşiye 1)

“Merhum Mehmed Zühdü’nün vefatı, hakikaten Risale-i Nur cihetinde büyük bir zayiattır. Fakat Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki; o mübarek zât, az bir zamanda Risale-i Nur’a pek çok hizmet eylemiş. Kırk-elli sene vazife-i nuriyesini, sekiz-on senede tamamıyla yapmış. Ve manen içimizde, dairemizde o fevkalâde hizmetiyle, parlak bir surette yaşıyor. Hasenat cihetinde ölmemiş, daima defter-i a’maline, daha kesretli hasenat yazılıyor.”

(Kastamonu Lâhikası 244)

“Dünyada kemal-i hürmet ve itaatla şefkatlerine ve hizmetlerine bedel hâlis bir hürmet ve sadıkane bir itaat ve vefatlarından sonra salahatıyla ve hayratıyla ve dualarıyla onların defter-i a’maline hasenat yazdırmak ve onbeş seneden evvel masumen ölmüş ise onlara kıyamette şefaatçı olmak ve Cennet’te onların kucağında sevimli bir çocuk olmaktır. Şimdi ise terbiye-i İslâmiye yerine mimsiz medeniyet terbiyesi yüzünden, ondan belki yirmiden belki kırktan bir çocuk, ancak peder ve vâlidesinin çok ehemmiyetli hizmet ve şefkatlerine mukabil mezkûr vaziyet-i ferzendaneyi gösterir. Mütebâkisi endişelerle şefkatlerini daima rencide ederek, o hakikî ve sadık dostlar olan peder ve vâlidesine vicdan azabı çektirir ve âhirette de davacı olur: “Neden beni imanla terbiye ettirmediniz?” Şefaat yerinde, şekvacı olur.”

(Kastamonu Lâhikası 253)

“Risale-i Nur’un silsile-i keramatından Mu’cizat-ı Ahmediye ve kerametli Yirmidokuzuncu Söz ve İşarat-ül İ’caz’ın himayetkârane ve mu’cizane yeni bir kerametleri şudur ki: Bu Ramazan-ı Şerif’in başında doktorun ihbarıyla ve kuvvetli emarelerin delaletiyle ve birden hararet kırk dereceden geçmesiyle tebeyyün eden…”

(Kastamonu Lâhikası 266)

“Ben de derim: Benim derslerim bilâ-istisna bütünü, hükûmetin ve adliyenin eline geçmiş; bir gün cezayı mûcib bir madde bulunmamış. Kırk-elli bin nüsha risale, o derslerden milletin ellerinde dikkat ve merakla gezdiği halde, menfaatten başka hiçbir zararı hiçbir kimseye olmadığı…”(Emirdağ Lâhikası-1 11)

“Evet beni herşeyden tecrid etmek, işkenceli bir azab ve katmerli bir zulümdür ve bu millete gadirli bir hıyanettir. Çünki otuz-kırk sene hayatımı bu millet içinde geçirdiğim halde, temasımdan hiç zarar görmediğine ve bu dindar millet çok muhtaç olduğu kuvve-i maneviye ve teselli ve kuvvet-i imaniye menfaatini gördüğüne kat’î bir delili; bu kadar aleyhimde olan şiddetli propagandalara bakmayarak, her tarafta Risale-i Nur’a fevkalâde teveccüh ve rağbet göstermeleri.. -hattâ itiraf ederim- yüz derece haddimden ziyade lâyık olmadığım büyük iltifat etmesidir.”

(Emirdağ Lâhikası-1 18)

“Hem üç mahkeme ve yirmi senede kaç vilayetin zabıtaları, kıyafetime kanunca ilişmedikleri ve mazuriyetim ve inzivama binaen, tebdil-i kıyafetime hiçbir ihtar olmadığı halde, böyle keyfî, kanunsuz, cebren, ahali içinde başıma şapkayı giydirmeye çalışmak, kırk seneden beri bu vatanda, hususan iman-ı tahkikî dersinde kardeşane alâkadar olan yüzbinler adam, pek büyük bir heyecan içinde zemini hiddete getirip, emsalsiz ağlamağa vesile olacaktı.”

(Emirdağ Lâhikası-1 31)

“Evvelâ: Ben Şafiîyim. Şafiî Mezhebinde cumanın bir şartı; kırk adam imam arkasında Fatiha okumaktır. Daha başka şartlar da var. Onun için burada bana cuma farz değil. Ben, mezheb-i A’zamîyi takliden, bazan sünnet olarak kılıyordum.”

(Emirdağ Lâhikası-1 48)

“Denizli’nin bir Hüsrev’i Hasan Feyzi’nin uzunca, tafsilatlı bir mektubunu vasıtanızla aldım. Ve bildim ki; nasıl bir dane toprak altına konulur tâ çok daneleri sünbül versin, aynen öyle de: Şehid merhum Hâfız Ali o tarlada, toprak altına girdi, otuz-kırk Hâfız Ali’leri sünbül verdi ve verecek kanaatım geldi. “

(Emirdağ Lâhikası-1 58)

“İşte bu mecmuadaki risaleler, bu masum çocukların Risale-i Nur’dan ders aldıkları ve yazdıklarının bir kısmıdır. Onların bu zamanda bu ciddî çalışmaları gösteriyor ki: Risale-i Nur’da öyle bir manevî zevk ve cazibedar bir nur var ki; mekteblerde çocukları okumağa şevkle sevketmek için icad ettikleri her nevi eğlence ve teşviklere galebe edecek bir lezzet, bir sürur, bir şevk Risale-i Nur veriyor ki çocuklar böyle hareket ediyorlar. Hem bu hal gösteriyor ki; Risale-i Nur kökleşiyor. İnşâallah, daha hiçbir şey onu koparamıyacak, ensal-i âtiyede devam edecek gidecek. Aynen bu masum çocuk şakirdler gibi, Risale-i Nur’un cazibedar dairesine giren ümmi ihtiyarların dahi kırk-elli yaşından sonra Risale-i Nur’un hatırı için yazıya başlayıp yazdıkları kırk-elli parça, iki-üç mecmua içinde dercedildi. “

(Emirdağ Lâhikası-1 64)

“Demek bu yirmi senede bana verilen azab, bütün bütün kanunsuz ve keyfî bir muameledir. Bu yirmi sene kırk bayramımı münzevi, yalnız geçirdim. Artık yeter! Kabir kapısındayım, beni dünyaya baktırmayınız.”

(Emirdağ Lâhikası-1 77)

“Kırk gündür yatakta sizinle meşgulüm. Hayal ve mesmuuma nazaran, huzurunuzun muhtel olduğuna zâhibim. (Mü’min, musibete çok maruz kalır. Süyûtî, el-Fethü’l-Kebîr, 1:325; el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1:295.

)Tahminen on gün kadar evvelsi, sokaklarda “Hâlis Afyon tereyağım var” diyen birisini pencereden yanıma çağırıp biraz yağ aldım. Maksadım, sizi sormaktı. Afyon’dan Emirdağı kazasına sürüldüğünüzü, ahalinin sizinle görüşmesinin yasak olduğunu duyunca çok müteessir oldum.”

(Emirdağ Lâhikası-1 157)

“İşte bu komite, otuz sene belki kırk seneden beri hem tevessü’ etti, hem benimle mücadelede herbir desiseyi istimal etti. İki defa imha için hapse ve onbir defa da beni zehirlemeye çalışmışlar (şimdi ondokuz defa oldu.) En son dehşetli plânları, sâbık dâhiliye vekilini ve Afyon’un sâbık valisini, Emirdağı’nın sâbık kaymakam vekilini aleyhime sevketmeleriyle, resmî hükûmetin nüfuzunu bütün şiddetiyle aleyhimde istimal etmeleridir. Benim gibi zaîf, ihtiyar, merdümgiriz, fakir, garib, hizmete çok muhtaç bir bîçareye o üç resmî memurlar, aleyhimde öyle bir propaganda ve herkesi korkutmak o dereceye gelmiş ki; bir memur bana selâm etse, haber aldıkları vakitte değiştirdikleri için, casusluktan başka hiçbir memur bana uğramadığını ve komşularımın da bazıları korkularından hiç selâm etmediklerini gördüğüm halde; inayet ve hıfz-ı İlahî bana bir sabır ve tahammül verdi. Emsalsiz bu işkence, bu tazyik, beni onlara dehalete mecbur etmedi.”

(Emirdağ Lâhikası-1 193)

“Kelâm’ın ve Usûl-üd Din allâmelerinin ve Ehl-i Sünnet Velcemaat’ın dâhî muhakkiklerinin İslâmî akidelere dair çok tedkik ve muhakematla ve âyât ve hadîsleri müvazene ile kabul ettikleri Usûl-üd Din düsturları, şimdiki Risale-i Nur’un meşrebini muhafazaya emrediyor, kuvvet veriyor. Hattâ hiçbir yerde, hattâ ehl-i bid’a kısmı da bu meşrebimize ilişemiyorlar. Hakikat-ı ihlas tam muhafaza edildiği için, her nevi ehl-i İslâm içine giriyor. Şîalıkta mutaassıb ve Vehhabîlikte de müfrit, feylesofların en maddîsi ve mütefennini ve mutaassıb hocaların en enaniyetlisi, beraber Nur dairesine girmeğe başlamışlar ve kısmen şimdi de kardeşçe bulunuyorlar. Hattâ bazı misyonerler de, Din-i İsa’nın (A.S.) hakikî ruhanîsi de o daireye gireceklerine emareler var. Birbirine hücum değil; belki bir tesanüd, bir musalaha lüzumunu hissedip medar-ı münakaşa mes’eleleri ortaya atmıyorlar. Demek İmam-ı Ali’nin (R.A.) otuz-kırk işaretiyle sarahat derecesinde haber verdiği Risale-i Nur, bu zamanın müdhiş yaralarına tam bir ilâçtır. Onun için, o daire bize kâfi gelmiş, harice çıkmıyoruz.”

(Emirdağ Lâhikası-1 211)

“Edhem Hoca namında Balıkesir’de muhacir ve Celaleddin-i Rumî’nin mensublarından, yirmi seneye yakın köy hocalığı ve çocuklara Kur’an okutmakla meşgul ve şimdi de tam Risale-i Nur’a Balıkesir ve Kırkağaç havalisinde hizmet eden ve uzun mektubuyla korkak hocaları Nurlara davet eden ve cesaret veren ve “Balıkesir, Kırkağaç havalisi Nur şakirdleri namına, Sandıklı Alamescid Köy imamı İbrahim Edhem” imzasıyla yazdığı mektubda, çok ehemmiyetli ve güzel fıkraları var ve korkak hocalara tokatları var. O zâtı cidden tebrik ediyorum. Cenab-ı Hak muvaffak eylesin. Hem ona, hem mektubunda isimleri bulunan yeni ve çok Nurculara selâm ediyorum. Onun uzun mektubunu, hastalığımdan, tashih ve ıslah ve ta’dil edemedim. Hakkımda pek ziyade senalarını ya kaldırmak, ya ta’dil etmek lâzımdır. Lâhika’ya girmek için suretini size gönderiyorum. İnşâallah Hasan Feyzi, Ahmed Fuad, muallimleri Nurlara sevkettikleri gibi; bu gayretli kardeşimiz de hocaları Nurlara sevkedecek.”

(Emirdağ Lâhikası-1 226)

“Gerçi şimdi ayrı ayrı kasabalarda kardeşlerimi görüp, Nur hizmetinde bir cihette yardım etmek için, beş kardeşimizin benim için minnetsiz olarak aldıkları otomobil, bir cihette kırkbin lira kadar faidesi ve lüzumu varken, kabul etmediğimden zahirî bir zarar zannedildi. Fakat neticesinde Nur şakirdlerinin ellerinde kat’î bir hüccet oldu ki, dünya için ilme ve dine zaruret var diye zarar veren mu’teriz hocaları ve siyasîleri; Risale-i Nur’un yüksek hakikatı……”(Emirdağ Lâhikası-1 234)

“Hem kırk sene evvel İstanbul’da Kâğıthane şenliğinin yevm-i mahsusunda, Köprüden tâ Kâğıthane’ye kadar Haliç’in iki tarafında binler açık-saçık Rum ve Ermeni ve İstanbul’lu karı ve kızlar dizildikleri sırada, ben ve merhum meb’us Molla Seyyid Taha ve meb’us Hacı İlyas ile beraber kayığa bindik, o kadınların yanlarından geçiyorduk. Benim hiç haberim yoktu. Halbuki Molla Taha ve Hacı İlyas beni tecrübeye karar verdikleri ve nöbetle beni tarassud ettiklerini bir saat seyahat sonunda itiraf edip dediler: “Senin bu haline hayret ettik, hiç bakmadın.” Dedim: “Lüzumsuz, geçici, günahlı zevklerin akibeti elemler, teessüfler olmasından istemiyorum.”

(Emirdağ Lâhikası-1 264)

“Bu kırk sene zarfında bu vatana ve millete hiç zarar etmeyip pek çok menfaati dokunan; ezcümle Mart İhtilâli’nde isyan eden sekiz taburu bir nutukla itaate getiren ve çok zabitleri kurtaran; ve harekât-ı milliyede Hutuvat-ı Sitte Risalesi ile ülemayı ve Şeyhülislâmı ve İstanbul’u işgal eden ecnebi tarafdarlığından kurtaran; ve eski Harb-i Umumî’de merhum Enver Paşa’nın çok takdir ve tahsini ile fedakârane hizmet eden; ve üç dehşetli kumandanlar ona hiddet ettikleri halde ilişmeğe cesaret edemeyen; ve gizli zındıkların iftiralarına binaen kanunlar onu mes’ul ettiği halde, üç mahkeme onun takib ettiği hakikata karşı mağlub olup, mahkûmiyetine cesaret etmeyen; ve risaleleri ehl-i fen ve ehl-i ilim yanında çok takdir ve tahsinlerle karşılanan ve o risaleler hesabına konuşan bir adamı bir saat dinlemeniz, vazifeniz itibariyle elzemdir ve vâcibdir.”

(Emirdağ Lâhikası-1 277)

“İşte bu ehemmiyetli vesika, tam tamına Risale-i Nur tercümanının kırk küsur sene evvel hadîs-i şerifin ihbarına dair beyan ettiği hâdiseyi tasdik ettiği gibi; ve Şeriat-ı Ahmediye’ye ihanet eden o dehşetli şahsın mühim bir kuvveti Yahudi olduğu, Yahudi olan Lord Gürzon ile Hayim Naum o ihbarın hakikatını gösterdiklerini ve yirmibeş seneden beri Nurcuların imhasına keyfî kanunlarla dehşetli zulümlerin hikmetini tam gösteriyor.”

(Emirdağ Lâhikası-2 33)

“Kırk seneden beri takib ettiğim ve Sultan Reşad’ın yirmi bin altun ve eski müstebidler hükûmetinin Millet Meclisi’nde yüz altmışüç meb’usun imzasıyla yüzelli bin banknotu küşadı için tahsisat verdikleri; hem âlem-i İslâm’ın, hem şarkın, hem bu milletin en mühim bir işi olan Van Vilayetinde Câmi-ül Ezher gibi bir İslâm Dârülfünun’u ve büyük üniversitesi olan Medreset-üz Zehra’nın yapılması lüzumunu yeni hükûmetin reisi de anlamış ki; büyük memleket işleri içinde sizlere müjde olarak gönderdiğim aşağıdaki haberi vermiş. Fiilen yapılmasa dahi bu mananın anlaşılması büyük bir fâl-i hayırdır.”

(Emirdağ Lâhikası-2 35)

“Eşref Edib kırk seneden beri iman hizmetinde benim arkadaşım ve Sebilürreşad’da makale yazan ve şimdi vefat eden çok kıymetli kardeşlerimin mümessili ve hakikî İslâmiyet mücahidlerinden bir kardeşimdir ve Nur’un bir hâmisidir. Ben vefat etsem de Eşref Edib, Nurcular içinde bulunmasıyla büyük bir teselli buluyorum.”

(Emirdağ Lâhikası-2 35)

“Evvelâ: Sizi tebrik ediyorum. Ve bu defaki Hüsrev’in bakanlara yazdığı istida, pek mükemmel bir vesika-i tarihiye hükmündedir. Fakat bir-iki gün evvel Sungur’dan aldığımız bir telde, yüzseksenbeş eserin verilmesine emir verilmiş. Bu adedli cümleyi anlayamadık. Telgrafhanede müdürden sorduk. “O memur, onu yanlış almış. Makineden ben kulağımla işittim. Ve bütün eserlerin geri verilmesine demektir.” Hatırımıza geldi ki, acaba yüzotuz risalenin bazılarını müteaddid cüzleri birer risale yapıp yüzseksen beşe mi çıkardılar diye ihtimal verdik ve anlayamadık. Hem Yeni Sabah Gazetesi yazdığı gibi Medreset-üz Zehra’yı Doğu Üniversitesi namıyla büyük bir İslâm Dârülfünun’u, Reisicumhur tabiriyle “Her müşkilâtı iktiham edip onun yapılmasına çalışacaklarını” haber aldık. İnşâallah kırk senedir takib ettiğimiz mühim bir maksadımız, vatan ve milletin menfaatı için yapmağa mecbur olacaklar.”

(Emirdağ Lâhikası-2 39)

“Bu mealde adaletperver Demokratlara istida yazabilirsiniz. Hastayım; siz nasıl münasib ise öyle yapınız. Avukatımızdan, bir gün evvel aldığımız mektubda, “Kitablarımızın suç mevzuu olan ve olmayanlarını tefrik etmeye çalışıyorlar.” diye haber verdi. Şimdiye kadar yaptıkları gibi yine hiçbir kanuna uymayan bir tarzda, binler kelime içinde bir risalede bir tek kelimeyi bahane edip suç mevzuu yapmak, o risaleyi vermemek suretiyle Nurların intişarına garazkârane mani’ olmak fikriyle.. hem kararnamelerini Mahkeme-i Temyizce bütün bütün bozan o kararnamede suç mevzuu gösterdikleri, bizim aleyhimizde olmadığı halde müddeiumumînin iddianamesine karşı hata-savab cedvelinde seksenbir hatasını ve garazkârlığını kat’î isbat ettiğimiz halde, şimdi aynı garazkârlıkla dörtyüz sahife Zülfikar Risalesi’ni; birkaç satır tesettür ve irsiyet hakkındaki yüzbin tefsirin aynı manayı söylediklerine binaen otuz-kırk sene evvel yazılan cümlelerini suç mevzuu yapıp o mecmua-yı azîmeyi müsadere edip bize vermemek, dünyada hangi kanun buna müsaade eder? “(Emirdağ Lâhikası-2 41,61)

“Râbian: Nur kahramanı Hüsrev’in, ben Emirdağı’nda iken bana yazdığı umum mektublarından mühim parçalarını, hususan benim yazdığım mektubların hülâsalarını hâvi kısımlarını bir defterde yazmıştım. Fakat ben hapiste iken birisi hoşuna gitmiş, almış; kayboldu. Şimdi tekrar eski mektublarından kırk kadar bende var. Onları inşâallah ben işaret edeceğim; burada yazdırmazsam size göndereceğim. Bir defterde cem’edilerek belki ehemmiyetine binaen teksir edilecek.”

(Emirdağ Lâhikası-2 57)

“Sâniyen: Otuz-kırk gündür hakikî ehl-i imana bir nevi hücum içinde üç dindar vekilin İslâmiyet şeairini bir derece tamir etmeye meydan vermemek için bir sarsıntı verildi. Hizmet-i imaniye içinde en büyük kuvveti Nurcularda buldular. Bahanelerle onlara fütur vermek, şevklerini kırmak için çok desiseler yapıldı. Tarsus, İstanbul gibi Emirdağı’nda da acib desiseler ile beni hiddete getirip bir gaile çıkarmak istediler. Halbuki Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle bana fevkalâde bir sabır ve tahammül verildi. Onların da plânı zîr ü zeber oldu. Hattâ Afyon’da ve burada üç büyük memurun belki azlolmak ihtimali var. Ve üç vekil de lehimde bulunmuşlar. Demek inayet-i İlahiye daima bizi himaye ediyor, elhamdülillah. Bu gibi şeyleri merak etmeyiniz. Yalnız ihtiyat her vakit iyidir.”

(Emirdağ Lâhikası-2 63)

“Kalbime geldi ki: Bu vatan ve İslâmiyet’in maslahatı, her şeyden evvel dindarların serbestiyeti hakkındaki kanunun hem ta’cil, hem tasdik ve hem de çabuk mekteblerde tatbik edilmesi elzemdir. Çünki bu tasdik ile Rusya’daki kırk milyona yakın Müslüman’ı, hem dörtyüz milyon âlem-i İslâm’ın manevî kuvvetini bir ihtiyat kuvveti olarak bu vatana kazandırmakla beraber komünistin manevî tahribatına karşı şimdiye kadar Rus’un Amerika ve İngiliz’e karşı tecavüzünden ziyade, bin senelik adavetinden dolayı en evvel bize tecavüz etmesi adavetinin muktezası iken, o tecavüzü durduran, şübhesiz hakaik-i Kur’aniye ve imaniyedir. Öyle ise bu vatanda her şeyden evvel o acib kuvvete karşı hakaik-i Kur’aniye ve imaniyeyi bilfiil elde tutup dinsizliğin önüne kuvvetli bir Sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur’anî yapılması lâzım ve elzemdir. Çünki dinsizlik Rus’u, şimdiye kadar yarı Çin’i ve yarı Avrupa’yı istila ettiği halde; bize karşı tecavüz ettirmeyip tevkif ettiren, hakaik-i imaniye ve Kur’aniyedir. “(Emirdağ Lâhikası-2 71)

“Birinci Nümune: Medrese usûlünce hiç olmazsa onbeş sene tahsil-i ilim lâzım geliyor ki hakaik-i diniye ve ulûm-u İslâmiye tam elde edilsin. O zamanda Said’de, değil hârika bir zekâ veya bir manevî kuvvet; belki bütün istidad ve kabiliyetinin haricinde bir acib tarz ile bir-iki sene Sarf ve Nahiv mebadisini gördükten sonra üç ayda acib bir tarzda kırk-elli kitabı güya okumuş ve icazet almış gibi bir halet göründü.”

(Emirdağ Lâhikası-2 73)

“Mukaddeme: Kırk seneye yakın siyaseti terkettiğimden ve ekser hayatım bir nevi inzivada geçtiğinden, hayat-ı içtimaiye ve siyasiye ile meşgul olmadığımdan büyük bir tehlikeyi göremiyordum. Bugünlerde o tehlikenin hem millet-i İslâmiyeye ve hem de bu memleket ve hükûmet-i İslâmiyeye büyük bir zarar vermeye zemin hazırlamakta olduğunu hissettim. “(Emirdağ Lâhikası-2 81)

“Birinci Sualleri: Ne için eskiden hürriyetin başında siyasetle hararetle meşgul oluyordun? Bu kırk seneye yakındır ki, bütün bütün terk ettin?”

(Emirdağ Lâhikası-2 98)

“İkinci Sual: Sen eskiden şarktaki bedevi aşairde seyahat ettiğin vakit, onları medeniyet ve terakkiyata çok teşvik ediyordun. Neden, kırk seneye yakındır, medeniyet-i hazıradan “mimsiz” diyerek hayat-ı içtimaiyeden çekildin, inzivaya sokuldun?”

(Emirdağ Lâhikası-2 99)

“Hem onlardan bir yaşındaki masumu, kırk yaşındaki lâkayd bir adama tercih etmeye sebeb, bunlar günahsız ve samimî bir alâka göstermesinden elbette onları sevk eden bir hakikat var. Ben de o cihetten onları büyüklere temenna ettiğim gibi, onların temennalarına ciddî mukabele ediyorum.”

(Emirdağ Lâhikası-2 103)

“Evvelâ: Hürriyetin üçüncü senesinde aşairler arasında meşrutiyet-i meşruayı aşaire tam bildirmek ve kabul ettirmek için Ertuş aşairi içinde hususan Küdan ve Mamhuran’a verdiği ders ve 1329’da Matbaa-i Ebuzziya’da tab’edilen, kırkbir sene evvel tab’ edilmiş fakat maatteessüf yirmi-otuz seneden beri arıyordum, bulamamıştım. Bu defa birisi bir nüsha bulup bana göndermiş. Ben de Eski Said kafasını alıp ve Yeni Said’in sünuhatıyla dikkatle mütalaa ettim. Anladım ki, Eski Said acib bir hiss-i kabl-el vuku’ ile otuz-kırk sene sonra şimdi vukua gelen vukuat-ı maddiye ve maneviyeyi hissetmiş. Ve bedevi Ekrad aşairi perdesi arkasında, bu zamanın medenî perdesini kendilerine maske yapan ve vatanperverlik perdesi altında dinsiz ve hakikî bedevi ve hakikî mürteci; yani bu milleti, İslâmiyet’ten evvelki âdetlerine sevkeden hainleri görmüş gibi onlarla konuşup başlarına vuruyor.”

(Emirdağ Lâhikası-2 110)

“Bu Osmanlı ülkesinde büyük bir parlak nur çıkacak, hattâ hürriyetten evvel pek çok defa talebelere teselli vermek için “Bir nur çıkacak, gördüğümüz bütün fenalıklara karşı bu vatana saadet temin edecek” diyordu. İşte kırk sene sonra Risale-i Nur o hakikatı kör gözlere dahi gösterdi.”

(Emirdağ Lâhikası-2 111)

“Bir adam kabir kapısında seksenden geçmiş, kırk seneden beri kendisini inzivaya alıştırmış, yirmisekiz seneden beri tecrid-i mutlak ve hapis ve nefiy içinde bütün bütün dünyadan küsmüş, otuzbeş sene gazeteleri okumamış, dinlememiş, mukabelesiz ömründe hediye kabul etmemiş, en yakın akrabasından hattâ kardeşinden hiç mukabelesiz birşey kabul etmemiş, hürmetten, teveccüh-ü nâstan kaçmak için halklarla görüşmemek için zaruret olmadan kendine düstur yapmış. Ve bütün dostların medihlerini kendi şahsına almayarak, ya Nurcuların heyetine, ya Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsine havale etmiş. Ve dermiş: “Ben lâyık değilim. Haddim de değil. Ben bir hizmetkârım, çekirdek gibi çürüdüm gittim. Risale-i Nur ise, Kur’an-ı Hakîm’in tefsiridir, manasıdır.”

(Emirdağ Lâhikası-2 133)

“Elmas kılıncı hükmündeki iman-ı billah ve vahdaniyet-i İlahiye hüccetleriyle parça parça eden ve o nur eserleri şimdi âlem-i İslâm’ın büyük merkezlerinde kemal-i takdir ve istihsanla neşredilen ve geçen sene Türkiye’yi ziyarete gelen Pakistan’lı bir vekil, kırk-elli üniversite talebesine…”

(Emirdağ Lâhikası-2 139)

“Türk milletinin dünyaya örnek olmuş kahraman ecdadının yerinde İslâmiyet hakikatlarına sarılarak yine Kur’anın bayrakdarlığı vazifesiyle istikbalin kıt’alarında hâkim-i manevî olacağını hissedebilirler. Bu çok yüksek ve çok ehemmiyetli hakikatları tam anlayabilmek için, Bediüzzaman’ın bundan kırk sene evvel 1327’de Şam’da Câmi-ül Emevî’de, içinde yüz ehl-i ilim bulunan onbin kişilik bir cemaata hitaben irad buyurdukları Hutbe-i Şamiye eserini okumak lâzımdır. Şimdi o eserin tercümesini yapmak lütfunda bulunan o aziz zât, o zamanda perişan ve esaret altında bulunan İslâm âlemine pek azîm müjdelerle medeniyetin seyyiatı hasenesine galib gelmesine mukabil, istikbalde İslâmiyet’in kuvvetiyle medeniyetin mehasini galebe ederek Şems-i İslâmiyet’in büyük milletler ve kıt’alar üzerinde hâkim olacağını beyan ve isbat ederek haber veriyor.”

(Emirdağ Lâhikası-2 142)

“Ey bu Câmi-ül Emevî’deki kardeşlerim gibi âlem-i İslâmın câmi-i kebirinde olan kardeşlerim! Siz de ibret alınız. Bu kırkbeş senedeki hâdisattan ibret alınız. Tam aklınızı başınıza alınız. Ey mütefekkir ve akıl sahibi ve kendini münevver telakki edenler! Hasıl-ı kelâm: Biz Kur’an şakirdleri olan Müslümanlar, bürhana tâbi’ oluyoruz; akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin tâbileri gibi ruhbanı taklid için bürhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’an hükmedecek.”

(Emirdağ Lâhikası-2 143)

“Evet şimdi olmasa da otuz-kırk sene sonra fen ve hakikî marifet ve medeniyetin mehasini o üç kuvveti tam techiz edip, cihazatını verip o dokuz mani’leri mağlub edip dağıtmak için taharri-i hakikat meyelanını ve insaf ve muhabbet-i insaniyeyi o dokuz düşman taifesinin cephesine göndermiş, inşâallah yarım asır sonra onları darmadağın edecek.”

(Emirdağ Lâhikası-2 143)

“Hem de İslâmiyet güneşinin tutulmasına (inkisafına) ve beşeri tenvir etmesine mümanaat eden perdeler açılmaya başlamışlar. O mümanaat edenler çekilmeye başlıyorlar. Kırkbeş sene evvel o fecrin emaresi göründü. 71’de fecr-i sadıkı başladı veya başlayacak.”

(Emirdağ Lâhikası-2 143)

Hem hakikaten ömrü kırkıncı sene-yi devriyesinde müdhiş bir tarzdaki maddî ve manevî hastalıklarıma her bir ricasında ruha ve kalbe binler nur-u tevhidi ve ziya-yı teselliyi serpen İhtiyarlar Risalesi…”

(Emirdağ Lâhikası-2 149)

Sâniyen: Kur’anın Arabî bir tefsiri ve Risale-i Nur’un Arabî Mesnevî-i Şerifi olan ve Zülfikar büyüklüğünde ve altunla yazılmağa lâyık bir mecmua dahi inşâallah teksir edilecek. Bu çok hârika ve pek ehemmiyetli ve gayet mühim ve herbir bahsi birer kitab ve birer risale olacak derecede gayet îcazkâr olan ve kırk sene evvel te’lif edilen bu eserleri, o zamanın hakikî ve meşhur ve büyük ülema ve meşayihi de tam takdir ve tahsin etmişler. Ve o risalelerden birtek risale hakkında “Bu bir katre değil, bir bahrdir” diyerek fevkalâdeliğini izhar etmekle beraber tam anlamaktan da âciz olduklarını idrak etmişler. Risale-i Nur’un bu gayet mühim iki işini müjde ederim. Muvaffak olunması için dualarınızı bekleriz. Umumunuza pekçok selâm eder, muvaffakıyetler dileriz.”

(Emirdağ Lâhikası-2 160)

“Birisi: Birinci kanun-u esasîye muhalif olarak, bir câni yüzünden kırk masumu kesmiş, bir köyü de yakmış. Bu derecede bir istibdad-ı mutlak, her nefsin zevkine geçecek memuriyete bir hâkimiyet suretinde rüşvet vererek, dindar hürriyetperverlere hücum ediliyor.”

(Emirdağ Lâhikası-2 173)

“Bu acib tahribata ve bu iki kuvvetli muarızlara karşı; kırk sahabe ile dünyanın kırk devletine karşı meydan-ı muarazaya çıkan ve galebe eden ve bin dörtyüz sene zarfında ve her asırda üçyüz-dörtyüz milyon şakirdi bulunan hakikat-ı Kur’aniyenin sarsılmaz kuvvetine dayanmak ve onun içindeki dünyevî ve uhrevî saadet-i ebediyenin zevklerine o cazibedar hakikatla beraber nokta-i istinad yapmak…..”

(Emirdağ Lâhikası-2 174)

Ekser hayatım inzivada geçtiği gibi, otuz-kırk senedir tarassud ve taarruza maruz kaldığımdan, zaruretsiz sohbet etmekten çekinip tevahhuş ediyorum. Hem eskiden beri maddî ve manevî hediyeler bana ağır geliyordu. “

(Emirdağ Lâhikası-2 187)

“Otuz-kırk seneden beri inzivada tecrid, hastalık ve hapis gibi sebeblerle zaruret olmadıkça insanlarla görüşmeye tahammülü olmadığı için hariçten gelen dostlarını daima hatırlarını kırarak onları geri çevirmesi ve akşamdan ertesi gününün sabahına kadar hizmetçileri dahi yanına kabul etmemesi öyle bir hakikattır ki, bu kadar zahir ve gözle görünen bu hakikat karşısında başka bir söz söylemeye lüzum yoktur. “

(Emirdağ Lâhikası-2 197)

“Ben elli-altmış senedir küfr-ü mutlaka karşı imana hizmet etmek ve küfr-ü mutlakın neticesi olan anarşilikten milleti kurtarmak için bütün kuvvetimle iman hizmetindeki ihlasın neticesi olan asayişi muhafaza ile, bir cani yüzünden on masumu zulümden kurtarmak için rahatımı, şerefimi, haysiyetimi hattâ lüzum olsa hayatımı feda etmekle herbir tazyikata, manasız, lüzumsuz şeylere karşı sabır ve tahammül ettim. İşte benim otuz-kırk senedir bu hizmet-i imaniye için, benim hakkımda habbeyi kubbe yapıp bir bardak suda fırtına çıkarıp beni taciz ettikleri halde, sırf hizmet-i imaniyenin bir neticesi olan asayiş için sabır ve tahammül ettim. “(Emirdağ Lâhikası-2 199)

“Birincisi: Komünist, dinsizlik cereyanı. Bu cereyan yüzde otuz-kırk adama zarar verebilir.”

(Emirdağ Lâhikası-2 208)

“Nazilli’ye hiç gitmemiş olan, orada bir kimseyi tanımayan, kırk seneden beri “Eûzü billahi mineşşeytani vessiyase” deyip, siyasetle alâkasını kesen, yalnız ve yalnız Kur’an ve iman hakikatlarıyla imanı kurtarmak davasına ömrünü hasreden, bunun haricinde dünyevî şeylerle alâkadar olmayan, seksenyedi yaşında, daima yatakta olan, zehirli hastalıkların tesiratıyla ölüm nöbetleri geçirip “Kabir kapısındayım” diyen ve sükûnet ve istirahata pek muhtaç olan Said Nursî gibi bir İslâm müellifini böyle siyasî iftiralarla mevzubahs etmek; çok vecihlerle vicdansızlıktır, müdhiş bir gaddarlıktır, âdi bir yalancılık derekesine sukuttur.”

(Emirdağ Lâhikası-2 219)

“İkincisi: Onbeş sene benim yanımda okumuş ve yirmi seneye yakın müftülük etmiş ve kırk seneden beri birtek defadan başka görmediğim ve bütün kardeşlerim, akrabalarım içinde hayatta bir o kalmış olan kardeşimi ve çocuklarını ziyaret etmek ve onlarla görüşmek.”

(Emirdağ Lâhikası-2 220)

“Hiç olmazsa Konya’da iki-üç gün kalmak zarurî iken mecburî olarak bir saat içinde namazımı kılıp dönmüşüm. Fakat orada bana birdenbire öyle bir vaziyet verildi ki, bütün gazetelerde neşrettiler. Kırk senedir bir defadan başka görüşmediğim kardeşimin evine dahi gidip görüşemediğim ve konuşamadığım halde, sanki binler adamlarla görüşmüşüm gibi muamele gördüm.”

(Emirdağ Lâhikası-2 221)

“Evvelâ: Sizlerin Pakistan ve Irak’la gayet muvaffakıyetkârane ittifakını, bu millete kemal-i samimiyetle, sürur ve ferah ile kazanmanızı bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Bu ittifakınızı, inşâallah dörtyüz milyon İslâm’ın sulh-u umumiyesine ve selâmet-i ammenin teminine kat’î bir mukaddeme olarak ruhumda hissettim. Ve namaz tesbihatındaki kuvvetli bir ihtar ile bunu size yazmaya mecbur kaldım. Otuz-kırk seneden beri dünyayı ve siyaseti terkettiğim halde, şiddetli bir alâka ile bu ihtar-ı kalbînin sebebi: Elli seneden beri imanı kurtarmak için gayet kısa bir yolu bulan ve Kur’anın bu zamanda bir mu’cize-i maneviyesi olan Risale-i Nur’un Arabistan ve Pakistan’da her yerden daha ziyade tesiratı olduğu ve makbul olması, hattâ aldığımız habere göre, mahkemece tesbit edilen mikdarın üç misli Risale-i Nur’un talebelerinin o havalide bulunmalarıdır. Bu sır için âhir hayatımda kabir kapısında bu netice-i azîmeyi görmek ve beyan etmeye ruhen mecbur oldum.”

(Emirdağ Lâhikası-2 222)

“Otuz-kırk sene bu tazyikatımda, hukukullah manasında olan hukuk-u amme namındaki vazifelerle muvazzaf olan savcılar ekser hapislerimde, nefyimde şiddetlerini gördüğüm halde onlara karşı bir hiddet, bir küsmek bana gelmiyordu.”

(Emirdağ Lâhikası-2 238)

“Sâniyen: Benim bu seyahatlerimde kat’iyyen siyasetle alâkamın olmadığına bir delil; kırk seneden beri siyaseti terkettiğimden, yalnız ve yalnız Kur’anın bu zamana tam muvafık bir tefsiri olan Risale-i Nur küfr-ü mutlakı kırdığı için anarşistliğe ve tahribatçı cereyanlara……”

(Emirdağ Lâhikası-2 239)

“Kırk sene evvel bir başkumandan beni bir parça dünyaya alıştırmak için bazı kumandanları, hattâ hocaları benim yanıma gönderdi. Onlar dediler: “Biz şimdi mecburuz. “Eddarurati tubihul mahzurat”kaidesiyle Avrupa’nın bazı usûllerini, medeniyetin îcablarını taklide mecburuz.” dediler. Ben de dedim: “Çok aldanmışsınız. Zaruret sû’-i ihtiyardan gelse kat’iyyen doğru değildir, haramı helâl etmez. Sû’-i ihtiyardan gelmezse, yani zaruret haram yoluyla olmamış ise, zararı yok. Meselâ: Bir adam sû’-i ihtiyarı ile haram bir tarzda kendini sarhoş etse ve sarhoşlukla bir cinayet yapsa; hüküm aleyhine cari olur, mazur sayılmaz, ceza görür. Çünki sû’-i ihtiyarı ile bu zaruret meydana gelmiştir. Fakat bir meczub çocuk cezbe halinde birisini vursa mazurdur, ceza görmez. Çünki ihtiyarı dâhilinde değildir.” İşte, ben o kumandana ve hocalara dedim: Ekmek yemek, yaşamak gibi zarurî ihtiyaçlar haricinde başka hangi zaruret var? Sû’-i ihtiyardan, gayr-ı meşru meyillerden ve haram muamelelerden tevellüd eden hareketler, haramı helâl etmeye medar olamazlar. Sinema, tiyatro, dans gibi şeylerde tiryaki olmuş ise, mutlak zaruret olmadığı ve sû’-i ihtiyardan geldiği için, haramı helâl etmeye sebeb olamaz. “

(Emirdağ Lâhikası-2 242)

“Evvelâ : Nurun fevkalâde has şâkirdleri, “Sikke-i Gaybiye” müştemilâtiyle, o evliya-yı meşhûreden, kırk günde bir def’a ekmek yeyip kırk gün yemeyen Osman-ı Hâlidî’nin sarih ihbarı ve evlâdlarına vasiyeti ile ve Ispartanın meşhur ehl-i kalb âlimlerinden Topal Şükrü’nün zâhir haber vermesiyle çok ehemmiyetli bir hakikatı dâva edip, fakat iki iltibas içinde bu bîçâre, ehemmiyetsiz kardeşleri Said’e bin derece ziyade hisse vermişler. On senedenberi kanaatlarını tâdile çalıştığım halde, o bahadır kardeşler kanaatlarında ileri gidiyorlar. Evet onlar, Onsekizinci Mektuptaki iki ehl-i kalb çobanın macerası gibi, hak bir hakikatı görmüşler, fakat tâbire muhtaçtır. “(Sikke-i Tasdik-i Gaybî 9)

“kırkbir Yâsin-i Şerif oku.” Muhacir Hâfız Ahmed Efendi (R.H.) bir kamışa okudu. O kamışı suya koydular. Daha yağmur alâmeti görünmezken, ikindi namazı vaktinde, üstadımız daima îtimad ettiği bir hâtırasına binaen Muhacir Hâfız Ahmed Efendiye (R.H.) söyledi ki: “Yâsinler tılsımı açtı, yağmur gelecek.” Aynı gecede evvelce yağmadığı Barla dairesi içine öyle yağdı ki, üstadımızın odasının altındaki Çoban Ahmedin bahçesindeki duvar yağmurdan yıkıldı. Halbuki Karaca Ahmed Sultanın arkasında ve deniz kenarında balık avlamakla meşgul olan Şem’i ile arkadaşları bir damla yağmur görmediler. İşte bu hâdise kat’iyyen delâlet ediyor ki, o yağmur hizmet-i Kur’an ile münasebetdardır. O rahmet-i âmme içinde bir hususiyet var. Sûre-i Yâsin, anahtar ve şefaatçı oldu ve yağmur kâfi miktarda yağdı.”

(Sikke-i Tasdik-i Gaybî 20)

“Ve bir de Risale-i Nurun takviye-i din hakkında hizmetine işaret eden bir diğer hâdise şudur ki: Ispartanın mühim bir âliminin takriben otuz-kırk sene evvel yazdığı istikbale dâir kasidesinin fıkraları, Risale-i Nura tam tevafuk ediyor ve Risale-i Nuru gösteriyor. “

(Sikke-i Tasdik-i Gaybî 24)

“Şimdi benim kanaatım geliyor ki, bu zat, otuzüç senesinden sonra Risale-i Nur’u Isparta’nın imdadına çağırıyor. “Ey avn-i Şeriat! Ey Muhyi-d-din yetiş!” diyor. Yâni vefatından takriben otuzüç sene sonra Şeriata ve dinin şeairine, Isparta’ya yetişecek bir nuru çağırıyor. Cenâb-ı Hak duasını kabul etmiş ki, vefatından otuz-kırk sene sonra Risale-i Nur o vazifeyi görmüş.”

(Sikke-i Tasdik-i Gaybî 25)

“Yüksek ve ciddî irşadlarınızla adım atmağı en büyük bir maksad bilen talebeleriniz, son zamanlarda şâyân-ı şükran bir vaziyete girdiler. Hulûsi-i sâni, beş-on arkadaşiyle; Hâfız Ali, civarındaki yirmi-yirmibeş arkadaşiyle; mübârekler, otuz-otuzbeş refikleriyle ve bilhassa Hacı Hafız Köyünde Ahmedler ve Mehmedlerin çok hâlis gayretleriyle umumiyet itibariyle hem hiç mübalâğasız bin kalemle, belki daha fazla; en geride kalan Ispartada ise kahraman Rüşdünün ve risaleleri kendine tamamen yazan Mehmed Zühdünün ve Küçük Ali’nin ve Osman Nuri gibi fa’al talebelerin gayret ve himmetleriyle otuz ile kırk arasında, hattâ bir cihette mümtaziyet kazanan Mehmed Zühdünün Küçük Hâfız Ali gibi hem Risalet-ün-Nuru yazarak, hem kendi evinde yüz elli kadar çocuğu serbest olarak üç aydanberi okutmasiyle ve civarında diğer köylerde bulunan onbeş yirmişer arkadaşlariyle talebeleriniz, Kur’ânî hizmetlerinde gayretli bir surette çalışmaktadırlar. Mübâreklerin yazdıkları gibi, dört köyde dört ay zarfında elifba okumayan kırk-elli adam, Risalet-ün-Nuru mükemmel yazmağa muvaffak olmaları harika bir keramet-i Risalet-ün-Nur olduğuna kanaatımız geldi.”

(Sikke-i Tasdik-i Gaybî 43)

“Milâslı Mehmed Efendi, “Bir karyede bin kalemle Nura sarılan kardeşlerimizin köyündeki faaliyeti biraz mübalâğalı görmüşler. Ben onun tahkiki için geldim” dedi. Risalet-ün-Nurun bir kerameti idi ki, bu köyün kıymetli, fa’al bir talebesi Marangoz Ahmed yanımda idi. Ben dedim: Vâkıa ben bu köye gitmedim, kardeşlerimden soruyorum, onlar da diyordu: “Kadın-erkek, çoluk-çocuk, Risalet-ün-Nuru yazan bin kalem vardır.” Sonra Marangoz Ahmed dedi ki: “Bizim köyümüz, üçyüz elli hanedir. İki hoca, bir hacı, üç adamdan başka bütün evlerimize Risalet-ün-Nur girmiştir. Kadınlara, kız çocuklarına varıncaya kadar yazıyorlar. Hattâ ümmîlerden -kırk yaşından yukarı- yazı yazan on kadar kardeşimiz vardır” cevabında bulundu. Milâslı Mehmed Efendi bu faaliyete hayran oldu.”

(Sikke-i Tasdik-i Gaybî 46)

“Sâniyen: Isparta’nın Yenice Mahallesinden ve kardeşlerimizden Nuri tarafından merhum mumaileyh Ahmed Efendiden “Pederiniz, benim evlâdımdan birisi o müceddidle mükâleme ve musafahada olacaktır, demiş, nasıldır?” diye sorulmuş. Cevaben Ahmed Efendi merhumun “Evet doğrudur. Ben onunla görüştüm” cevabında bulunması, işbu keşfiyat ve beyanata medar olmuştur. Müşarünileyh Osman-ı Hâlidî Hazretlerinin müstesna tesbihat ve tahmidatının biri âyet-i kerîmesinin fazl u tevfikına sığınarak Isparta’nın cenubunda, dağda Sidre nam mevkide erbaîn eyyâm-ı mübarekesini tes’id ve hasr-ı tesbihata niyetle kırk günlük iaşeye tahsis ettiği ki, herbir gün için elli dirhem mikdarında bir bezdirme ekmeğinden kırk tane olan bir tahsisatı bir-iki günde yer ve kırk günde daha yemek yemeden o mevki-i mahsusada imrar-ı evkat ve tesbihatta bulunurlar. İkmalinde, geri avdetlerinde mübarek dudakları birbirine yapışır, bıçakla tekrar açarlar. “(Sikke-i Tasdik-i Gaybî 47)

“İkincisi: Nasılki çok mübarek ve kudsî büyük bir zat, gayet fakir ve muhtaç bir adama ümid edilmediği bir tarzda iltifatkârâne bir kabda bâzı kâğıtlara sarılı bir hediye ihsan etse, elbette o bîçâre adam, o pek büyük zâta karşı hediyesinin binler mislinden fazla teşekkür etmek ister. Ve bin o hediye kadar kıymetli bulunan o hediye ile gösterilen iltifata karşı ne kadar teşekkürde israf ve ifrat da etse, makbûldür. Ve o çok mübarek zâtın hediyesine sardığı kâğıtları da teberrük deyip şeker gibi yese, hattâ o hediye içindeki cevizlerin kabuklarını da teberrük deyip ekmek gibi yese, başına koysa, israf olmadığı gibi, Risalet-ün-Nur yüzünde irade-i âmmede inayet-i hâssa iltifatı, tevafuk zarfiyle ihsan edilmiş. Elbette tevafuka dair tafsilat, tasvirat fiilî teşekküratın bir nev’idir, ve sevincin ve minnetdarlığın heyecanlı bir tereşşuhatıdır. Evet, böyle bir zâtın iltifatını gösteren maddî kırk para ihsanına karşı, kırk bin liraya değer iltifatına karşı ne kadar teşekkür eylese, israf değil.”

(Sikke-i Tasdik-i Gaybî 49)

“Hakikatlı bir Lâtife : Sultan Süleyman-ı Kanunî, kesretli kırk çeşme sularını İstanbul’a getirdiği vakit, Şeyh-ül-İslâm Zenbilli Ali Efendi ona demiş: “Hilâf-ı şeriat kanunları Avrupa’dan getirdiğin cihetle, İstanbul’a öyle bir bok sıçdın ki; o getirdiğin suların cümlesi üzerinden akıp geçse yüz senede temizliyemez.”

(Sikke-i Tasdik-i Gaybî 161)

“Bu rü’yânın şimdiki tâbiri çıkmadan bir iki saat evvel, Feyzi ile Emin’in gösterdikleri tâbir dahi hakdır, ehemmiyetlidir. Hem bu medar-ı sürur ve ferah olan hediye-i Nuriyeyi bir hiss-i kablelvuku’ ile benim ruhum tam hissetmiş, akla haber vermemiş idi ki, o gelmeden iki gün evvel Feyzi ve Emin’in fıkrasında beyan edilen rü’yayı gördüğüm gecenin gününde sabahtan akşama kadar ve ikinci gününde kısmen hiç görmediğim bir tarzda bir sevinç, bir sürur hissedip mütemadiyen bir bahane ile ferahımı izhar edip otuz-kırk def’a tebessüm ile güldüm. Hem ben, hem Feyzi taaccüb ve hayret ettik. Otuz günde bir def’a gülmiyen, bir günde otuz def’a gülmek bizleri hayrette bıraktı.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybî 173)

“Aynen bu mâsum küçük şâkirdler gibi Risalet-ün-Nurun câzibedar dairesine giren ümmî ihtiyarların dahi kırk-elli yaşından sonra Risalet-ün-Nurun hâtırı için yazıya başlayıp yazdıkları kırk-elli parçayı iki-üç mecmua içinde dercettik. Bu ümmî ihtiyarların ve kısmen çoban ve efelerin bu zamanda bu acib şerait içinde herşey’e tercihan Risale-i Nura bu suretle çalışmaları gösteriyor ki: Bu zamanda Risalet-ün-Nura ekmekten ziyade ihtiyaç var ki; harmancılar, çiftçiler, çobanlar, yörük efeleri, hâcât-ı zaruriyeden ziyade Risale-in-Nura çalışmaları, Risalet-ün-Nur’un hakkaniyetini gösteriyorlar.”

(Sikke-i Tasdik-i Gaybî 177)

( “Bu hocalar kırk kadar sual sorarlar. Umumuna cevab verdikten sonra her nasılsa Molla Said bir sualin cevabını yanlış söylediği halde karşısındakiler doğru telâkki ederek tasdik etmişlerdi. Meclis dağılınca Molla Said hatırlar, hemen arkalarından koşarak……..”

(Tarihçe-i Hayat 41)

“Molla Said, Bitliste iken on beş – on altı yaşlarında idi. Henüz sinn-i bülûğa vâsıl olmuştu. O zamana kadar bütün malûmatı sünuhat kabilinden olduğu için uzun uzadıya mütalâaya lüzum görmezdi. Fakat o zaman sinn-i bülûğa vâsıl olduğundan mı veyahut siyasete karıştığından mı, her nedense eski sünuhat yavaş yavaş kaybolmağa başladı. Bunun üzerine her türlü fenne ait eserleri tetkike koyuldu. Bilhassa Din-i İslâma vârid olan şek ve şüpheleri reddetmek için “Metâli” ve “Mevâkıf” nam eserler ile ulûm-u âliye () (Sarf, Nahiv, Mantık vesaire) ve âliyeye () (Tefsir ve İlm-i Kelâm) a dair kırk kadar kitabı iki sene zarfında hıfzeyledi. Hattâ, her gün okumak şartiyle, hıfzettiği kitabların üç ayda bir kere devrine muvaffak oluyordu.” (Tarihçe-i Hayat 45)

“Birincisi, Kur’anın çok sür’atle okunması bir hürmetsizlik olmasın diye; ikincisi, Kur’an hakaikının hıfzının daha ziyade lüzumu var diye kalbine gelmiş. Onun için Kur’an hakaikının anahtarı olacak ve şüpehata karşı muhafaza ve mukabele edecek hikmet ve fünun-u İslâmiyeye dair kırk risaleyi iki senede hıfzına aldı. Her gün bir parça ezberden okumak suretiyle, hepsini üç ayda ancak devrediyordu.”

(Tarihçe-i Hayat 45)

“(Hâşiye): Bediüzzamanın çok genç yaşındaki bu vukufiyeti, onun istikbaldeki çok muazzam hizmet-i Kur’aniye ve İslâmiyesi için hazırlanmasını te’min etmiştir. Bu kanaatını o zaman izhar ettiğinden otuz – kırk sene sonra, İlm-i Kelâmda bir teceddüd yapan Risale-i Nur külliyatının te’lifine Cenab-ı Hak muvaffak eylemiştir.”

(Tarihçe-i Hayat 46 *Haşiye 1)

Altıncı, yedinci mâniler: Bizdeki istibdat ve şeriatın muhalefetinden gelen sû-i ahlâkımız mümânaat ediyordular. Bir şahısdaki münferid istibdat kuvveti şimdi zevâl bulması, cemaat ve komitenin dehşetli istibdatlarının otuz-kırk sene sonra zevâl bulmasına işaret etmekle ve hamiyet-i İslâmiyenin şiddetli feveraniyle ve sû-i ahlâkın çirkin neticeleri görünmesiyle bu iki mâni de zevâl buluyor ve bulmaya başlamış. İnşâallah tam zevâl bulacak.”

(Tarihçe-i Hayat 91)

“Evet, şimdi olmasa da otuz-kırk sene sonra fen ve hakikî mârifet ve medeniyetin mehâsini, bu üç kuvveti tam techiz edip, cihazatını verip, o sekiz mânileri mağlûp edip dağıtmak için taharri-i hakikat meyelânını ve insafı ve muhabbet-i insaniyeti, o sekiz düşman taifesinin sekiz cephesine göndermiş, şimdi onları kaçırmaya başlamış. İnşâallah, yarım asır sonra onları darmadağın edecek. Evet, meşhurdur ki: En kat’î fazilet odur ki, düşmanları dahi o faziletin tasdikine şehadet etsin.”

(Tarihçe-i Hayat 92)

“Ey bu Câmi-i Emevîdeki kardeşlerim ve kırk-elli sene sonra Âlem-i İslâm mescid-i kebîrindeki dörtyüz milyon ehl-i iman olan ihvanımız! Necat yalnız sıdkla, doğrulukla olur. Urvetülvüska, sıdkdır. Yâni en muhkem ve onunla bağlanacak zincir doğruluktur. Amma; maslahat için kizb ise, zaman onu neshetmiştir.”

(Tarihçe-i Hayat 96)

“(Hâşiye): Ey kardeşlerim! Kırk beş sene evvel Saidin bu dersinden anlaşılıyor ki: O Said siyasetle, içtimaiyat-ı İslâmiye ile ziyade alâkadardır. Fakat sakın zannetmeyiniz ki, O, dini siyasete âlet veya vesile yapmak mesleğinde gitmiş. Hâşa! Belki o, bütün kuvvetiyle siyaseti dine âlet ediyormuş. Ve derdi ki: “Dinin bir hakikatını, bin siyasete tercih ederim.” Evet o zamanda kırk elli sene evvel hissetmiş ki: Bazı münafık zındıkların, siyaseti dinsizliğe âlet etmeye teşebbüs niyetlerine ve fikirlerine mukabil; o da bütün kuvvetiyle siyaseti İslâmiyetin hakaikine bir hizmetkâr, bir âlet yapmaya çalışmış. Fakat o zamandan yirmi sene sonra gördü ki: O gizli münafık zındıkların garblılaşmak bahanesiyle siyaseti dinsizliğe âlet yapmalarına mukabil; bir kısım dindar ehl-i siyaset, dini, siyaset-i İslâmiyeye âlet etmeye çalışmışlardı. İslâmiyet güneşi, yerdeki ışıklara âlet ve tabi olamaz; ve âlet yapmak, İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir. Hattâ Eski Said o çeşit siyaset tarafgirliğinden gördü ki: Bir sâlih âlim, kendi fikr-i siyasîsine muvafık bir münafığı hararetle sena etti. Siyasetine muhalif bir sâlih hocayı tenkid ve tefsik eti. Eski Said ona dedi: “Bir şeytan senin fikrine yardım etse, rahmet okutacaksın. Senin fikr-i siyasiyene muhalif bir melek olsa, lânet edeceksin.” Bunun için, Eski Said “Eûzü billahi mineşşeytani vessiyase” dedi, otuzbeş senedenberi (şimdi kırk beş sene oldu) siyaseti terketti. (Hâşiye -1)”

(Tarihçe-i Hayat 96 *Haşiye 1)

“İşte bu mezkûr hakikat içindir ki; bu zamanda, hususan kırk elli sene sonra; seyyie, fenalık, işliyenin üstünde kalmaz; belki, milyonlar nüfus-u İslâmiyenin hukukuna tecavüz olur. Kırk elli sene sonra çok misalleri görülecek.”

(Tarihçe-i Hayat 97)

“Ey bu sözlerimi dinliyen bu Câmi-i Emevîdeki kardeşler ve kırk – elli sene sonra Âlem-i İslâm câmiindeki ihvan-ı müslimîn!”

(Tarihçe-i Hayat 98)

“Ey bu camideki kardeşlerim ve kırk-elli sene sonraki Âlem-i İslâm mescid-i kebîrindeki ihvanlarım!”

(Tarihçe-i Hayat 98)

“- Hususan – ey muazzam ve büyük ve tam intibaha gelmiş veya gelecek olan Araplar! En evvel bu sözlerle sizinle konuşuyorum. Çünkü, bizim ve bütün İslâm taifelerinin üstadları, imamları ve İslâmiyetin mücahidleri sizlerdiniz. Sonra muazzam Türk milleti, o kudsî vazifenize tam yardım ettiler. Onun için; tenbellikle, günahınız büyüktür ve iyiliğiniz ve haseneniz de gayet büyük ve ulvîdir. Hususan kırk elli sene sonra Arap taifeleri, Cemahir-i Müttefika-i Amerika gibi en ulvî bir vaziyete girmeye, esarette kalan hâkimiyet-i İslâmiyeyi eski zaman gibi Küre-i Arzın nısfında, belki ekserisinde tesisine muvaffak olmanızı rahmet-i İlâhiyeden kuvvetle bekliyoruz. Bir kıyamet çabuk kopmazsa inşâallah nesl-i âti görecek.”

(Tarihçe-i Hayat 98)”

“Bediüzzaman Kafkas cephesinde Enver Paşa ve fırka kumandanının hayranlıkla takdir ettikleri hizmet-i cihadiyeyi yaptıktan sonra, Rus kuvvetlerinin ilerlemesinden dolayı Van’a çekildi. Van’ın tahliyesi ve Rusların hücumu sırasında, bir kısım talebeleriyle Van kal’asında şehit oluncaya kadar müdafaaya kat’î karar verdikleri halde, geri çekilen Van Valisi Cevdet Beyin ısrariyle, Vastan kasabasına çekildi. Vali, kaymakam, ahali ve asker Bitlis tarafına çekilirken, bir alay Kazak süvarisi Vastan üzerine hücum etmişti. Molla Said, Van’dan kaçan ahalinin mal ve çoluk çocuklarının düşman eline geçmemesi için otuz kırk kadar kaçamamış asker ve bir kısım talebeleriyle o Kazaklara karşı koymuş ve hepsinin kurtulmasını sağlamıştır. Hattâ, hücum eden Kazaklara dehşet vermek için, geceleyin onların üstündeki yüksek bir tepeye hücum tarzında çıkıyor; gûya büyük bir imdat kuvveti gelmiş zannettirerek, Kazakları oyalayıp ilerletmiyordu. Böylelikle, Vastan’ın Rus istilâsından kurtulmasına sebep olmuştur.”

(Tarihçe-i Hayat 107)

“Harb-i Umumîyi gören, ihtiyardır. Gûya sırrına mazhar olarak öyle günlerdir ki; çocukları ihtiyarlandırdığı cihetle, kırk yaşında iken, kendimi seksen yaşında bir vaziyette buldum. O karanlıklı uzun gece ve hazin gurbet, hazin vaziyet içinde hayattan bir meyusiyet geldi. Aczime, yalnızlığıma baktım; ümidim kesildi. O hâlette iken Kur’ân-ı Hakîmden imdat geldi. Dilim ­ dedi; kalbim de ağlayarak dedi..”.(Tarihçe-i Hayat 119)

“– Mukaddemesi, üç mühim erkân-ı İslâmiyedeki ihmâlimizdir: Salât, Savm, Zekât. Zira, yirmi dört saatten yalnız bir saati, beş namaz için Hâlık Taalâ bizden istedi. Tenbellik ettik. Beş sene yirmi dört saat talim, meşakkat, tahrik ile bir nevi namaz kıldırdı. Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık. Keffareten beş sene oruç tutturdu. On’dan, kırktan yalnız biri, ihsan ettiği maldan zekât istedi. Buhl ettik, zulmettik. O da bizden müterâkim zekâtı aldı. El cezâu mincinsi’l-ameli.”

(Tarihçe-i Hayat 134)

“( Hâşiye): Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin İstanbul’da ve bir kısmını bilâhare Ankara’da tab’ ile neşrettiği o zamanki eserleri, kırk sene sonra “Arabî Mesnevi-i Nuriye” ismiyle bir arada bir mecmua halinde neşredildi. “

(Tarihçe-i Hayat 135 *Haşiye 1)

“Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin Şarkî Anadoluda dünyaya gelişinden itibaren geçirdiği hayat safhalarını buraya kadar birer birer gördük, temaşa ettik. Şimdi; geçen kırk-elli senelik hayatının neticesi ve meyvesi hükmünde, tarihin pek ender kaydettiği cihan vüs’atindeki muazzam bir dâvaya giriyoruz. Bütün maddî ve manevî zulmetleri izale edip, âlemi nuriyle ziyalandıracak olan Risale-i Nur meydana çıkıyor; dünya ilim ve irfan sahasına Türkiye’den bir güneş doğuyor!”

(Tarihçe-i Hayat 150)

“Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, Barla’da sekiz sene kadar kalmıştır. Ekseri zamanlarını kırlarda, bağ ve bahçelerde geçiriyordu. İki-üç saat kadar uzaklıktaki tenha dağlara veya bağlara çekilir, Nur Risalelerini te’lif eder; bir taraftan da te’lif ettiği risaleler Isparta ve havâlisinde el yazısiyle istinsah edilip kendisine gönderildiğinde bunları tashih ederdi. Bir gün içinde; hem tashihat yapar, hem gidip gelme dört-beş saat süren yerlere yaya olarak gider, hem aynı günün üç dört saatini te’lifata hasreder ve hem de, çok zaman yemeğini kendisi hazırlardı. O zamanlarda kırk yerde, risaleler, Risale-i Nura müştak ilk talebeler tarafından el yazısiyle çoğaltılıyordu. Üstad bu kitabları sırtına yüklenir; dağ, bağ veya kırlara kadar gider, orada tashihini yapar, evine gelirdi. Nefye mahkûm edilerek, zamanın en dehşetli zulmüne mâruz bırakılmış ve kimse ile görüşmesine müsaade edilmemişti. Fakat o, bu yokluk içinde tükenmez bir varlığa kavuşmuştu. Çünki o, Âlem-i İslâm ve insaniyeti tenvir ve irşad edecek Kur’andan gelen iman hakikatlarını te’lif ediyor ve aynı zamanda neşrediyordu. Bütün meşgalesini, te’lif etmekte olduğu eserlere hasretmişti. Bir gün gelecek bu eserler Anadoluya yayılacak, Âlem-i İslâm merkezlerine gidecek, ehl-i siyasetin nazar-ı dikkatini celbedecek ve o zaman, Âlem-i İslâmın asırlardır bayrakdarlığını yapmış bir millet içerisinde yerleştirilmek istenen dinsizlik, imansızlık ideolojilerini parçalayacak…..” (Tarihçe-i Hayat 165)

“Binbaşı Merhum Asım Bey isticvab edildi; eğer doğru dese, Üstadına zarar gelir ve eğer yalan dese, kırk senelik namuskârane ve müstakimane askerliğinin haysiyetine çok ağır gelir diye düşünüp, “Ya Rab, canımı al!” diyerek on dakikada teslim-i ruh eyledi. İstikamet şehidi oldu. Ve dünyada hiçbir kanunun hata diyemiyeceği bir muavenet-i hayriyeye ve bir tasdike hata tevehhüm edenlerin çirkin hatalarına kurban oldu. Evet; Risale-i Nur’dan tam ders alan, bir su içer gibi, kolayca terhis tezkeresi telâkki ettiği ecel şerbetini içer. Eğer benden sonra dünyada kalan kardeşlerimin teellümlerini düşünmeseydim, ben de, âlicenap kardeşim Asım Bey gibi “Yâ Rab! Canımı da al.” diyecektim. Her ne ise. “(Tarihçe-i Hayat 222)

“On sene zarfında yüz banknot ile idare eden ve günde, bazan kırk para ile geçinen ve yetmiş yamalı bir abayı yedi sene giyen bir adam hakkında: “Nereden para alıp yaşıyorsun ve teşkilât yapıyorsun?” diyenler, ne kadar insaftan uzak düştüklerini ehl-i insaf anlar.”

(Tarihçe-i Hayat 227)

“Hem, hey’et-i hâkimenin ellerinde bulunan otuz – kırk kitabımı; hususan İktisad, İhtiyarlar, Hastalar Risalelerini işhad ediyorum ki: Türk Milletinin beşten dört kısmını teşkil eden musibetzede, fakirler ve hastalar ve dindar müttakiler taifelerine bin Türkçü kadar hizmet eden o kitablar, Kürdlerin ellerinde değil, belki Türk gençlerinin ellerindedirler. “(Tarihçe-i Hayat 229)

“Ey efendiler! Benim hakkımda tesbit edilmeyen ve tesbit edilse dahi bir suç teşkil etmeyen ve suç olsa bile yalnız beni mes’ul eden bir madde yüzünden, kırktan fazla Türkün en kıymettar gençlerini ve en muhterem ihtiyarlarını, büyük bir cinayet işlemişler gibi bu belâya atmak, milliyetperverlik midir”

(Tarihçe-i Hayat 229)

“Üstadla tanışmamız kırk seneyi geçti. O zamanlar hemen her gün idarehaneye gelir; Âkif’ler, Naim’ler, Ferid’ler, İzmirli’lerle birlikte saatlerce tatlı tatlı musahabelerde bulunurduk. Üstad, kendine mahsus şivesiyle yüksek ilmî meselelerden konuşur, onun, konuşmasındaki celâdet ve şehamet bizi de heyecanlandırırdı. Harikulâde fıtrî bir zekâ, İlâhî bir mevhibe. “(Tarihçe-i Hayat 626)

Eski zaman Garp feylesoflarının çözemedikleri ve yeni zaman feylesoflarının da: “Felsefe henüz bunu halledememiştir” dedikleri düğümler, Risale-i Nur’da, Kur’ânın feyziyle keşf ve halledilerek aklen ve mantıkan ispat edilmiştir. Şarkın dâhî hükemalarının kırk sahifede anlatmaya çalıştıkları müşküller, Risale-i Nur’un bir sahifesinde veciz bir şekilde ifade edilmiştir.

(Tarihçe-i Hayat 696)”

“Bediüzzaman, kırk – elli senedenberi, yalnız Âlem-i İslâmda değil, bütün dünyaca tanınmış mümtaz bir şahsiyettir. Kendisi, küçük yaşındanberi ilim sahasında ilzam edilmemiş olduğundan; gerek dahilde ve gerekse hariçte nazarlar üzerine çevrilmiştir. Âlem-i İslâmın ilim merkezi olan Cami-ül-Ezher, onun mertebe-i ilmini ve yüksek zekâsını Üniversite Rektörü Şeyh Bahîd gibi müdakkik âlimler vasıtasiyle idrak ederken, müsbet ilimlerdeki derin vukufu da bütün dünyaya yayılıyordu. Mısır matbuatında “Fatîn-ül-Asr” diye tavsif edilerek hakkında makaleler neşrediliyordu. Kendisi, bundan kırkbeş – elli sene önce, Şam’da, içinde yüz ehl-i ilim bulunan onbin kişilik muazzam bir cemaata Cami-ül-Emevî’de irad ettiği mühim bir hutbede, Âlem-i İslâmın geri kalış sebeplerini ve nasıl ilerleyebileceğini izah ederek, Âlem-i İslâmın ittifakının ne kadar zarurî olduğunu beyan etmişti.”

(Tarihçe-i Hayat 710)

“Bu geçen kırk yıl zarfındaki inkılâb-ı zaman dolayısıyle müstağrak olarak uzaklara düşmüş bulunmaklığım hasebiyle, sıhhat ve afiyetinizden bîhaber kalmış daima vücud-u muhtereminizi soruşturmak, birinci emel ve arzularımdan idi. “(Tarihçe-i Hayat 733)

“Evet istikbal bu davaların bir kısmını tasfiye edecektir. Fakat tamam tasfiyesi ise âhirette görülecektir. Şöyle: Eşhastan kat’-ı nazar, nev’î ve umumî hüsn ve hakkın meydan-ı galebesi istikbaldir. Biz ölsek, milletimiz bâkidir. Kırk sene ile razı değiliz. En ekall bin sene galebeyi isteriz. “(Muhakemat 41)

İrşad ve İşaret: Tarih ve siyer ve âsâr nokta-i nazarından dikkat olunursa; Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm dört yaşından kırk yaşına kadar, lâsiyyema şe’ni, ahlâkı ve hileyi dışarıya atmakta olan hararet-i gariziyenin şiddet-i iltihabı zamanında, kemal-i istikametle ve kemal-i metanetle ve tamam-ı ıttırad-ı ahval ile ve müsavat ve müvazenet-i etvar ile ve nihayet-i iffet ile ve hiçbir hali mesturiyeti muhafaza etmeyen -lasiyyema öyle ehl-i inada karşı- bir hileyi îma etmemekle beraber yaşadığı nazara alınırsa, sonra istimrar-ı ahlâkının zamanı olan kırk seneden sonra o inkılab-ı azîm nazara alınırsa; haktan geldiğini ve hakikat olduğunu tasdik etmezse, nefsine levmetsin… Zira zihninde bir sofestaî gizlenmiş olacaktır.” (Muhakemat 147)

**************************

“Sual: Bir çok duanın kırk gün okunması bildiriliyor.
Kırk günün önemi nedir?

CEVAP:

Kırk sayısı, çoğunluğu bildiren işlerde asgari en
büyük sayıdır. Bir duayı çok okumak istenirse, en az
kırk kere okumalıdır.

Beş vakit namaz, sünnetleri ile beraber kırk rekattır.
Fatiha, beş vakit namazın, her rekatında okunur.
Böylece, her gün en az, kırk kere okunur.

Tırnak kesmek, koltuk, kasık temizlemeyi kırk günden
fazla geciktirmek günah olur. Müslüman olan akrabayı
ziyaret etmeli, kırk günü geçirmemelidir. (S.
Ebediyye)

Kırk gün sabah namazının sünneti ile farzı arasında
kırk bir kere Fatiha okunur. Besmelenin sonundaki Mimi
Fatihanın Lam harfi ile birlikte okunur. [Yani
(Rahimilhamdü) denir.] Sonra yapılan dua kabul olur.
Suya üfleyip hasta veya büyülenmiş kimseye içirilirse,
[eceli gelmemiş olan hasta] şifa bulur ve büyü
çözülür. (Tefsir-i Azizi)

Kur’an-ı kerimi kırk günde bir hatmetmek, müstehabdır.
(Şir’a)

Kırk sayısı ile ilgili hadis-i şeriflerden bazıları şu
mealdedir:

(Her gece kırk âyet okuyan gafillerden yazılmaz.)
[Beyheki]

(Kırk kişi bir cemaattir. Bir ölüye duâ ederlerse
Allahü teâlâ, o ölüyü affeder.) [Buhari]

(Şirkten uzak kırk mümin, bir müslümanın cenaze
namazını kılarsa, Allahü teâlâ, muhakkak o müminlerin
dualarını kabul ederek, o ölüyü affeder.) [Müslim, Ebu
Davud]

(Kırk gün içinde bir ilim sohbetinde bulunmayan
kimsenin kalbi kararır. Büyük günah işlemeye başlar.
Çünkü ilim kalbe hayat verir. İlimsiz ibadet olmaz.
İlimsiz ibadetin faydası olmaz!) [Hazanet-ür-rivayat,
Müjdeci Mek.]

(Bir âlim, bir şehirden gelip geçse, onun ayak
basmasının hürmetine, oradaki kabristandan kırk gün
azap kaldırılır.) [R. Nasıhin]

(Kırk gün ihlasla İslamiyet’e uyanın kalbini Allahü
teâlâ hikmetle doldurur.) [Ebu Nuaym]

(Kırk gün helal yiyenin kalbini Allahü teâlâ nur ile
doldurur. Kalbine, nehirler gibi hikmet akıtır. Dünya
sevgisini, kalbinden giderir.) [Ebu Nuaym]

(Lohusa kadın kırk gün geçtiği halde, kan devam
ederse, artık özürlü sayılır.) [Hakim]

(Kırk gün sabah namazının ilk tekbirine yetişene iki
berat yazılır: Cehennemden kurtuluş beratı ile
münafıklıktan eminlik beratı.) [Ebu-ş-şeyh]

(İlk tekbire yetişerek, kırk gün cemaatle beş vakit
namaz kılana Cennet vacib olur.) [Ebu Ya’la]

(Aldığı gıda maddelerini, pahalanınca satmak için,
kırk gün saklayan, hepsini fakirlere parasız dağıtsa,
günahını ödeyemez.) [Deylemi]

(Fal baktıran, falcıya inanmasa da, kırk gün namazı
kabul olmaz.) [Müslim]

(Bir lokma haram yiyenin, kırk gün duası kabul olmaz.)
[Taberani]

(Haktan batılı veya hidayetten dalaleti red için,
ilimden bir konu öğrenmek niyetiyle evinden çıkan
kimse, bir abidin kırk yıllık ibadeti gibi ecir alır.)
[Deylemi]

([Kırklar denilen] Ebdaller kırk kişidir. Bunların
bereketi ile düşmana galip gelirsiniz ve belâdan
kurtulursunuz.) [İbni Asakir]

(Yeryüzünde her zaman kırk [evliya] bulunur. Her biri
İbrahim aleyhisselam gibi bereketlidir. Bunların
bereketi ile yağmur yağar.) [Taberani]

(Her peygamber Süleyman aleyhisselamdan kırk yıl önce
Cennete girer. Fakir de, zenginlerden, sâlihler de
diğerlerinden kırk yıl önce Cennete girer.) [Taberani]

(Hz. İsa, yer yüzüne inince kırk yıl yaşayacaktır.)
[İ. Ahmed]

(Allah için kırk gün nöbet tutanın, bütün günâhları
temizlenir.) [Taberani]

(Komşuluk dört taraftan kırk evdir.) [İ. Hibban]

(Allahü teâlânın rızası için, helâli ve haramı
açıklayan, kırk hadisi ümmetime bildiren, âlim olarak
haşr olur.) [Ebu Nuaym] (İslam âlimleri, buna uymak
için, (Kırk hadis) ismi ile hadis kitapları
yazmışlardır.)

(Allah için hicret edenler, diğerlerinden kırk yıl
önce Cennete girer.) [Taberani]

(Bir âmâyı elinden tutup kırk adım götürene Cennet
vacip olur.) [Taberani]

(Altın ve gümüşün zekatı kırkta birdir.) [Tirmizi]

(Cenazeyi kırk adım taşıyanın kırk büyük günahı af
olur.)

(Bir hasta, la ilahe illa ente sübhaneke inni küntü
minezzâlimin kırk defa okursa, Şehit olarak vefat
eder. Şifa bulursa, günahları af olur)
(Necat-ül-musalli)

(Kırk yaşını geçtiği halde hayırlı işleri,
[sevapları], kötü işlerinden [günahlarından] ziyade
olmayan kişi, Cehenneme hazırlansın.) [İ. Gazali]

(Kırk yaşına girdiği halde, günahlarına tevbe
etmeyenin yüzünü şeytan sıvazlayıp, “Bu artık iflah
olmaz” der.) [İ. Gazali]

(Bir lokma haram yiyenin, kırk gün duası kabul olmaz.)
[Taberani]

(Şarap içenin namazı kırk gün kabul olmaz.) [Tirmizi,
Nesai]

(Namazı kabul olmaz) demek, namazı boşa gider demek
değildir. Namaz borcundan kurtulur, namaz kılmakla
kavuşacağı büyük sevaptan mahrum kalır demektir. Namaz
kılanın, günahları bırakması kolaylaşır. İçki içen de
namaza devam etmelidir.

İmanla ölmek için şu duayı günde kırk kere okumalıdır:

(Ya hayyü ya kayyum ya zelcelali vel ikram, ya la
ilahe illa ente.)”(Muktebes)

Mehmet ÖZÇELİK




İYİLİKDEKİ GÜNAH

İYİLİKDEKİ GÜNAH

Hasenatil ebrar,seyyiatil mukarrebin,tıpkı Hz.Musanın Allahtan kendisini göstermesini istemesine karşı baygın olarak yere düşüp,bayılması gibi.Günahlar hatalar gibidir.Küçük görülmemelidir.Nice hatalar vardırki,insanın bir ömür boyu kazancını kaybettirir.Servetini bir kumarda,bir yangında,bir trafik kazasında kaybedebilir.Büyük hatalar,büyük kayıblara neden olduğu gibi;küçük hatalarda büyük kayıblara sebeb olurlar.Büyüğe sebeb olan küçük bir hata,küçük görülmemelidir. Günahlar ebedi ahiret hayatında,ebedi hastalıklara neden olurlar.Görmeden bir hata neticesi mayınlı tarlaya giren birisi ölebilir,ömür boyu sakat kalabilir.Havva annemiz ve Adem babamızda zahiren küçük bir hata yapmışlar,yasak meyveden yemişlerdi, netice ise malum.Bir üniversite imtihanında bazen küçük bir hata,büyük bir kayba neden olmakta,hayatın çehre ve seyri değişmektedir.Açık olan bir elektrik kablosuna bilmeden,görmeden dokunma durumunda hayat kararabilmektedir.Bilmeyip görmemek ise bir mazeret teşkil etmemekte,kaybı geri getirmemektedir.Devletin koyduğu kanunlarda da bilmemek suçun affına değil,iki kat arttırılmasına sebeb olmaktadır.Biri bilmemek,biride yapmış olmak.Günahlar hayatı karartan,kalbi siyahlaştıran belkide hayatı kemiren virüslerdir.Bilgisayara giren bir virüs,uzun müddet emek verilen bir birikimi bir anda silip süpürmektedir.Altı-üstü bir virüs!Günahlardan korunmak için anti-virüs sistemini kurmak ve işletmek gerekir.Aksi durumda yaratılıştan gelen ve ruhlar aleminde kurulan iman ve islam proğramını çökertebilir.Hayatı zehirleştiren tüm sıkıntılar,küçükten büyüğe hemde önemsenmeyen hatalar neticesinde doğmaktadır.Günahlar ana trafoya,bilgisayarın beyni olan hard-diski etkilemekte ve zedelemektedir.Orada meydana gelecek küçük bir zarar,diğer proğram ve sistemlerdeki büyük zararlardan daha büyük zarar açacaktır.Günahlar neticesinde imanda açılan yaralar,büyük kayıplara neden olup,ebedi hayatı etkiler,belirler,kaybettirir.Tıpkı bilgisayarın çökmesi gibi,hayat çöker.Günahlar ve hatalar her insana şu sözü söyletmiştir:Keşke şunu yapmasaydım veyaşunu yapsaydım!Mükemmel proğramlanan insan günah ve hata kirini kaldırmıyor.Ancak kader cihetiyle günah ve hataların var oluş sebebi;ona karşı alternatiflerin geliştirilmesi ve güçlendirilmesidir.Bir şeyin korunması,o şeyin zıddının o şeye girmesiy veya girme korkusu sebebiyle korunmasına sebeb olur.İnsanların hayatlarına ve sağlıklarına dikkat etmeleri,hayatı tehdit eden unsurların varlığı iledir.Vatanın muhafazası,bu uğurda uykusuzluk ve hertürlü harcamalar,düşman tehdidinin tehlikesi sebebiyledir.Birşeyi sahiblenmekteki amaç;dikkat,hassasiyet ve alınan önlemler,o şeyin kaybedilmesi korkusundandır.Cehennem gibi günah ve hata havuzu olmasaydı,cenneti elde etme ve muhafazasına çalışma istek ve azmi olmayacaktı.Küfrün karanlığıdırki,insanları imanın nuruna sevketmektedir.Günah ve hatalar hayatı yok etmek için değil,korumak için konulmuştur.

Hz.Musa Allahın kelamına mazhar olunca,rü’yetine iştiyak hissetti.Öyleki ölmeyi bile istedi.Görmemektense,görüp ölmeyi kabul etti.[1] Allah ise dağın bile tahammül edemeyeceği bir durumda-sertlikleriyle beraber-,dağa bakmasını,eğer yerinde durur veya durabilirse görebileceğini,onun nazarına sunuyor.Ancak buda muhal bir teklif olmayıp,Allahın kudretiyle durabileceği gibi,görülebileceğininde bazı şartlarla olabileceğinin imkanını ifade etmektedir.Eğer imkansız ve muhal olsaydı,Allah böyle muhal olan bir şartı,şart koşmazdı.Şart tahakkuk edince,vukuuda mümkün olur.Hammad bin Selemeden;Sehl b.Said-is Sâidî-den rivayet eder;Allah 70 bin hicabdan bir nur izhar etti.Bir dirhem kadardan dağ yerle bir oldu.”İbni Abbas;Toprak oldu,der.kül oldu denilir ve zayıf görüşe göre;bu dağların 6 dağ olduğu,üçü Medinede(ki biri Uhud),üçüde Mekke’de(ki biride Sebir)olduğu söylenir.[2]

Rasulullahın ölüyü diriltmesi;kendisi gibi,sözününde hayattar olmasından hayat vermektedir,tıpkı her asra hayat verdiği gibi.Haram ve şüpheliler ise bu tesiri kırar,kendisine bile hayat veremez olur.

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Mecmuatün minet-Tefasir.Kadı Beyzavi…(Arapça) 2/627)

[2] Age.2/630