İSLÂMİYET VE SİYASET

İSLÂMİYET VE SİYASET

Herkes birinci derecede Allah-a karşı sorumludur. Kimse kendisinden dolayı,bir başkasına karşı sorumlu değildir. Huzuru ilahide çekilecek sorgulamada Allah,Âdil adaletiyle o kulu sorgulamaya tabi tutar. Başkasına karşı hiçbir insanın –kul hakkı,şahitlik ve onunla alakalı bir şeyi olmadıkça-sorumlu değildir ve sorumluluğu da gerekmez.

İslâmiyet bütün ellerin ve dillerin kirinden;güneşin parlak,yüce ve ulaşılamayacak kadar mukaddes olması gibi beridir,uzaktır ve temizdir.

Evet,fertlerin yaptıkları,uzattıkları kirli eller ve diller,kirliliği nisbetinde İslâmiyeti kirlendirmez,ancak kirli gösterir. Bu kirlilik İslâmiyetin kendisinden olmayıp,bakış ve kısır değerlendirmelerden,gözün bozukluğundan,bakılan dürbün,gözlük gibi aletlerin tozlu ve bozukluğundandır.

Siyaset İslâmiyeti yaralamıştır,en azından öyle görünmektedir. Ancak onun yarası bizzat yıpranması değil,onun savunucu ve mensuplarının zor duruma düçâr edilmelerinden dolayıdır.

Dış da,gayri müslimlerin veya ateistlerin İslâmiyeti kirletmeye çalışmaları,güneşe karşı havlayan kelbin durumuna benzer. Nasıl onun havlaması güneşe bir noksanlık getirmezse,müslümanların kendi alemlerindeki eksiklik de hiçbir zaman için İslâmı lekedar etmez. Kusur insanlardadır,İslâmiyette değildir.

Nitekim bir insana karşı Allah razı olsun veya İslâmi meseleleri,ilahi mesajları,İslâm Literatüründe geçen her hangi bir ifadeyi dile getirme halinde insanımızda bir yüz kızarıklığından bir sessizliğe veya gündemi ve sohbeti başka kanala kanalize etmeye çalışma veya gerek eziklikten kurtulmak,gerek suçsuz ve masumluğunu ifade etmek,gerek ben de en az senin kadar biliyorum,temizim ve müslümanım demek gibi mefhumları hatırlatan;

-Benim kalbimde temizdir. Sen benim kalbime bak. Bir iyilik yapan,iyi niyetli olan bir çok namaz kılandan daha üstündür,gibi zoraki müdafaalara girmek,karşıdaki tarafından sorgulanma korkusu ve suçlu,eksiklik pozisyonundan kurtulmaya çalışmanın,hiçbir anlamı yoktur.

Bu kişiyi sorguya çekecek başka bir kişi olmadığı gibi,ne onun böyle bir şeyi beklemesine,nede bu kişinin böyle bir beklenti tevehhüm etmesine hiç mi hiç gerek yoktur.

Herkes müsterih olsun. Müsterih olmayan,ızdırabını duyan kendi kendine muhasebesini yapsın,hesabını başkasına değil,Allah-a versin ve ona vereceğini bilsin.

Her şeyde bir ölçü olup,o ölçüye göre biçildiği gibi,hayatta,düşüncede,yaşayış da bir şablon,bir ölçü elbette gerekeceğine göre;o ölçü ben,sen,o,falan,filan değil,insanların takdiri veya tekdiri değil,Allah-ın uygun görüp,memnun olup,olmamasıdır.

Madem o doğrudur,doğru olanın ta kendisidir. eğer insanlara göre değerlendirilip,ölçülmeye çalışılırsa milyonlarca farklı ölçüler ortaya çıkar. Bir doğru yerine,milyarlarca doğrular türetilmeye,üretilmeye çalışılır.

Düşünülmesi gereken bir husus vardır. İslâmiyetin neresindeyiz? İslâmiyet bizim neremize? Ne kadar? Ne şekilde ise,bizde İslâmiyetin orasında,o kadar ve o şekildeyiz.

İslâmiyet mi bizden uzak,biz mi ondan uzağız?

Bizim kendisinden uzak olduğumuz İslamiyet,uzak kalmakla meseleyi çözümlemiş,iyiliğimizden,iyi niyetimizden dem vurmamız yeterli samimiyet ve ciddiyette olmamıştır. Namaz kılan bir insanın namazda karnını tutamayıp yellenmesi neticesinde;siz benim kalbime bakın,iyi niyetime bakın deyip namazı devam ettirmesi ne kadar samimi ve ciddi olursa;İslâmiyeti yaşamayıp uzak kalmayı,kalbin temizliği,düşüncenin iyiliğiyle dem vurması da böyledir.

Her alandaki proje fiiliyata geçmedikçe,bir anlam ifade etmez. İslâmiyet ilâhi bir projedir. Yaşamak,fiiliyata geçirmek için gönderilmiştir. İnsanlar iradelerini o yönde kullandıkça,irade iyi ve temizdir. Aksi ise boş ve laf-dan ibarettir.

Kaçış neden? Kaçıyor muyuz? Kaçırılıyor muyuz?

Allah ve onun dini olan İslâmiyet alet yapılmayacak,insanların kendilerine uygulamıyacakları kadar yüce,mukaddes ve âlidir. Adeta bir okyanusu bir damlada göstermeğe çalışmak kadar abes,çirkin ve boştur.

İslâmiyeti kendisine basamak ve kullanmaya çalışmak,riyakârlık yapmak demektir ki;buda uzun ömürlü olmaz,bir yerden patlak verip,sırıtır.

İslâmiyet,bayağı ve aşağı bir insanın kendisinde kullanabileceği ve oynayabileceği kadar basit bir din değildir. Bu basite inmek,basitçe değerlendirmek veya olabilirlerle itham etmekten öte geçemez. Muğlak ifadelerle gerçekler,müşahhaslaştırılamaz.

İfade doğru,ölçü yanlış. Yanlışlar ölçü ve baz alınarak,doğrular yanlış gösterilip perdelenemezler. Yanlışlar miyar olmadığı gibi,imkan ve ihtimallerle hakikatlere sağlıklı ulaşılamaz,doğru hüküm ifade etmezler.

Adam namaz kılıyor,müslüman,hacca gitmiş,şöyle şöyle yapıyor! Neden bu adam ölçü alınıp,yanlışlarımıza ölçü yapılıp,doğruları yapmamıza engel gösterilmeye çalışılıyor?

Kur’an-da;Peygamberimizde bizim için güzel örnekler olduğunu söylerken,o zat bunları yapmıyor muydu? Ve de emretmiyor muydu? Ve de gerekmez mi? Ve de bir çok mükemmel zat-lar aynı yolda değil mi? Neden illa,ısrarla o yanlış üzerine parmak basarak doğru insanlar töhmet altında bırakılıyor? Doğrunun üstü örtülüyor? Ya tam bir cehalet,ya hıyanet,ya da cinayet…

Adamın biri lokantanın önünde durup yemek kokularını koklamakta iken bunu gören lokantacı yemek parasını isteyince,adam cebinden bozuk paraları şıkılatır ve cebine koyar. Lokantacı,versene,deyince adam da;Ben yemek yemedim,kokusunu aldım. Sen de paranın kendisini değil,şıkırtısını almış oldun.

Ona,bedel ödemesi için onu yemesi gerekirdi. Bizlerde İslâmiyeti yemiyor,kokluyoruz. Onun için de pek bir bedel ödemiyoruz. Ödeme ihtiyacını da duymuyoruz.

Siyaset İslâmiyete basamak olmalı,onun yerine geçmemeli,gölge olmamalıdır.

Bu zamanda da en uygunu,gölge etme,başka ihsan istemez.

İslâmiyet Allah-ın dinidir. Onu kendisi indirdiği gibi,koruyacak olanda yine kendisidir. Ancak burada insana düşen;yaratılışının da bir gayesi olan,ona hizmet ve o hizmette bir hisse sahibi olmasıdır.

Bediüzzaman-ın dediği gibi; Siyaset şeytanı melek,meleği de şeytan gösterir. Taraftarlık cihetiyle,taraftarının elinde batılda olsa ona taraftar olur,müdafaa eder. Muhalifinin elinde Hak-da olsa,muhalefet cihetiyle ona muhalefet eder,aleyhinde olur. Hem muhalifinin,hem de onun elindeki hakkın aleyhinde olup,kabul etmez.

Hak odur ki;Hakkı kimin elinde görürse almak ve o hakka taraftar olmaktır.

Bu gün memleketimizde ve de dünyada görünen odur ki;muhalifine her konuda muhalefet etmek. Buda gadabı ilahiyi celbe sebeb olduğu gibi,iki milyar müslümanı rencide etmekte,geçmişi inkar edip,geleceği karartmaya sebeb olmaktadır.

Siyaset;birilerinin menfaatına basmaktır. İslâamiyet ise,menfaatlar ve siyasetler üstü bir hakikattır. Hiçbir hakikat ona feda edilmez ve alet yapılmaz.

Siyaset;birilerini memnun etmek için,bazılarını da üzmektir. İslâmiyet tüm insanlığı kucaklamaktadır. annenin tüm evlatlarını birbirinden tefrik etmeksizin şefkat sinesine basması gibidir.

Şu zamandaki siyaset,ifrattır. İslâmiyet ise,vasattır. Vasatı muhafaza etmek,İslâmiyeti korumaktır.

Özellikle,Bediüzzzaman-ında belirttiği gibi:” Asker neferâtı,siyasete karışmaz;yeniçeriler şahittir.”[1] Eğer karıştırılırsa,karışır. İstibdat ve ihtilaller baş gösterir. Bu durumda konuşulması gerekenler,konuşulmaz olur. Bu durum da Türkiye dili olup,konuşmayanların memleketi olur. Dilsiz toplum! Dilsiz ve belirsiz devlet!

Laiklik alet edilip,bununla ya İslâmiyete bir kulp takıp onunla tanıtılmaya çalışılır veya onu İslâmiyete kulp yaparak onunla yürütmeyi sürdürmek amaçlanmış olur.

Bu hasta asır olan 20. asır,asırların özeti olup,demokrasinin başındaki Demoklesin kılıncı gibi durmakta,adeta –keserim ha- demeye çalışılmaktadır. Bu da milleti ve devleti parçalamaya çalışanların ekmeğine yağ sürmektedir.

Nitekim,baba evladına tavsiyesinde der;Bir köyde bulunan altı güçlü-kuvvetli,zengin kardeşi kasd ederek:

Evladım sen de onlar gibi olmaya çalış. Eğer onlar gibi olamazsan,onları kendin gibi yapmaya çalış.

Bizim durumumuzda buna benzemektedir. Bizim gibi olamayanlar veya bizim kendilerinden ileri olacağımızı düşünenler,bizleri kendilerinden daha aşağı duruma düşürmeye çalışmaktadırlar.

İslâma darbe vurmak,rahat eleştirebilmek,kaypak bir zemine oturup ve de İslâmiyeti oraya da oturtturarak,İslâmiyet için söylenilecek her şeyi söyleyebilmek… Bir yandan İslâmiyeti devre dışı bırakabilmek için meydanı iflas etmiş değişik ideolojilerin,etrafı toz-duman haline getirebilmek için meydanı açmak,başkasına hayat hakkı tanımamak.. Bir yandan da aynı ifade ile inanç ehlini iç-den vurmak demek olan inanç,fıkıh,içtihat ve çoğu halledilmiş meseleleri tekrar problem yapmak..

Sonuç da ikisini birleştirip,son darbeyi vurmak ve tasfiye yönüne girmek. Laiklik,Atatürkçülükle kalkanın arkasına sığınırken aynı ifadelerle muğlak,yuvarlak laflarla –kahrolsun Şeriat-derken,bir gaf yapıp,toplumu da o büyük gafının içerisine çekmek.

Cımbızla çekilen laflara demogojiyi de ekleyerek ortaya bir acûbe çıkarmaktır.

İşte bu gün siyasetle yapılan,yapılmak istenen,yapılmaya devam edilen oyun budur.

Siyasal din lafları da edilirken iş hukukun siyasallaştırılmasına,toplumun ve bazı kesimlerin siyasallaştırılmasına,siyasi bir entrika olarak yitilmektedir.

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Tarihçe-i Hayat.65.




SÎRET VE SÛRET

SÎRET     VE      SÛRET

            Ebu Said el-Hudri-den rivayette Peygamberimiz:” Sizden bir kimse çirkin bir iş görürse onu eliyle değiştirsin,eğer buna gücü yetmezse diliyle tağyir etsin,buna da gücü yetmezse kalben nefret etsin,bu ise imanın en zayıf derecesidir.”[1]

            Âyet-i Kerime de:” Gerçekten siz bilirsiniz ki,Davud zamanında kavminiz Cumartesi günü balık avından men edilmişken,içinizden bu emri çiğneyip geçenlere –zelil ve hakir maymunlar olun-dedik.”[2]

            Rasulullah aleyhisselam’a:” Şu maymun ve hınzırlar meshedilen yahudilerden kalma mıdır?”diye soruldu. Aleyhis Salâtu vesselam:” Allah bir kavmi helak veya meshetti mi artık onlara bir nesil ve devam kılmaz.”diye cevap verdi.”[3]

            “ Biz,o azabı,onlarla bulunanlara,onlardan sonra gelip duyanlara,ibret ve takva sahibi mü’minlere de bir nasihat kıldık.”[4]

            Bu sebt kavminin başına gelen maddi ve manevi değişikliğin gerçek ve tahakkuku ile beraber;şu da Mücahid-den nakledilir:” Onların kalbleri maymun haline gelmiş olup,yoksa kendileri maymunlaşmadılar.”yani”maneviydi”de denilmektedir.[5]

            Farabi eserinde:” Tenasül kuvveti de ikiye ayrılır ki;birisi hakim kuvvettir,diğeri hadım kuvvettir. Hakim kuvvet kalbde bulunur,hadım kuvvet tenasül uzuvlarında bulunur. Tenasül kuvvetini ihtiva eden husyelerden biri,canlıyı vücuda getiren maddeyi hazırlar. Öbürü ise canlıya,kendi nevine mahsus olan suretini veren maddeyi ifraz eder. Maddeyi hazırlayan kuvvet (husyenin) dişilik kuvvetidir. Sureti veren kuvvet ise (husyenin) erkek kuvvetidir. Binaenaleyh,dişi,dişilik maddesini hazırlaması itibariyle dişidir. Erkekte o maddeye kendi nevinin suretini ve kuvvetini vermesi itibariyle erkektir.”[6]

            “Bir zayıf Hadiste,Hz. Musa (AS) devrinde böyle davranan birisinin (Maneviyatı dünya işlerine alet eden),domuz şeklinde meshe uğradığı haber veriliyor. O,her mecliste Hz. Musa-dan ve O’nun büyüklüğünden bahsediyor olmasına rağmen,bütün bunları kendi çıkarlarına alet ettiği için Allah’da onu mahlukatın en habisine tahvil etti.

            Allah,melek,cin gibi tarafımızca görünmeyen,bilinmeyen,tamamıyla anlaşılamaması bizim ihatasızlığımızdan,kısırlığımızdan,çerçeve ve buudlarımızın darlığından ileri gelmektedir.

            Ruh ve duygular sahibi olan insan;sahib olduğu bu değerleri ne kadar ve nasıl tarif edebilmektedir? Ancak yaratıcının tarif ettiği tarif kadar bir ma’rifet…

            Allah-ı bilmek ve ma’rifetullah,nisbeti nisbetince Allah tarafından bilinmenin bir yoludur. Bilinmek ve hatırlanmak için,bilmek ve hatırlamak gerektir.

            Muhabbetullah ise;onda fani olmaktır.

            Beden ölünce,ruh kundağına sarılıp sarmalanarak,çıplak kalmadan latif ve estetik elbisesini giymekte,ona giydirilmekte ve alemi misalde beklemektedir.

            İnsan sadece bir bedenden  ve maddeden ibaret olmadığını da göstermektedir.

            “ İnsanın tabii haline aykırı olan her durum bir anormalliğe sebeb olur. Bu da sadece heyecanlık noktasında takılıp kalmakla ortaya çıkmaz,her iki halde de (meleklikte de) ortaya çıkar.”[7]

            İnsanın terbiye edilmesi,insaniyetini kazanması ve koruması demektir.            

            Hadis-i Kudsi de:” Ve Allah insanı kendi suretinde yarattı.”[8] Yani insan,ismi Rahmanı,Allah-ın isim ve sıfatlarını,Samediyyetin ayinesi oluşunu en güzel manada gösterir bir mahiyette yaratılmıştır.

            Maddi yiyeceklerin insan üzerindeki tesiri gibi,manevi gıdalarda insanlar üzerinde müessir olmakta,onun manevi yapısını etkilemektedir.

            Hadis-de ahirzamandan bahsedilirken bir kısım insanların helak olup,diğer bir kısmında “Kıyamet gününe kadar maymun ve domuz suretlerine tebdil edecek” ifadesini İbnü’l Arabi bu tebdilin,geçmiş ümmetlerde olduğu gibi hakikat olmak ihtimali bulunabileceği,tebdili ahlaktan kinaye olmak ihtimali de vardır,demiştir.”[9]

            Rasulullah-dan:-Fe Te’tune efvacen- (Ve siz de bölük bölük gelirsiniz.)[10] hakkında soruldu=Buyuruldu ki;Ümmetimden on sınıf muhtelif suretlerle cehenneme sürüleceklerdir.

Birincisi:Maymun. İkincisi:Domuz. Üçüncüsü:Tepe aşağı ki onları,yüzleri üstüne cehenneme sürüyeceklerdir. Dördüncüsü:Kör. Beşincisi:Sağır ve dilsiz. Altıncısı:Dilleri göğüslerine kadar uzamış ve ağızlarından cerahat akmakta bulunmuş olduğu haldeki, ehli mahşer onlardan iğrenecektir. Yedincisi:Elleri,ayakları kesik. Sekizincisi:Ateşten direklere asılmış. Dokuzuncusu:Leşten ziyade kokmuş. Onuncusu:Ateşten elbise giyinmiş olarak mahşere geleceklerdir.

            Ayriyeten devamında da bu gibi durumu hangi günahların gerektirdiği de açıklanmaktadır.[11]

            Kur’an-ı Kerim bu tip insanları;”İçi boş,ruhsuz kütükler”[12]

            İnsan hariçten etkilenmeye müsait bir varlıktır. Hakimiyet nisbetinde,etki gösterirler. Mesela;” Cin insana galib gelir ve ona musallat olursa,insandaki insanlık sıfatı kaybolur.”der Mevlâna.[13]

            Hadiste:” Ruhlar,cünûdu mücennededir,tanıştıkları ölçüde bir araya gelirler.”[14] Yabanilik oldukça,menfilikler zuhur eder.

            İslâmiyetteki Tevhid-in hakikatı olan her şeyde Ma’rifetullaha nazarların çevrilib yönlendirilmesindeki en büyük sebebte ruhun bu üstünlüğünü ve hariçten etkilenmesini azaltmak veya ortadan kaldırmaktır. Kendi yaratılış fıtratında devamını sağlamaktır. Yükselişte hızını arttırmaktır.

            Hadis-de:” Suhayb,Allah-ın ne hoş bir kuludur ki,undan korkusu olmasa bile günah işlemez.”diğerinde;” Ebu Huzeyfe-nin azatlısı Salim,Allah-a aşık olduğundan ondan korkmasa bile günah işlemez.”[15]

            Maneviyatı, ruhu bedenine hakim olan insan –Mevlâna-nın ifadesiyle-devesine binip onu dizginlemiş bir insan gibidir. Bedenin hakim olduğu insan ise,devesi kendisine binmiş insan durumundadır. Onun boyunduruğu altına girmiştir.

            İnsanın bedeni ile ruhu, maddesi ile manası da bununla orantılıdır.

27-02-2000

MEHMET     ÖZÇELİK


[1] Müslim.Riyazü-s Salihin. 1 / 228.

[2] Bakara.65.

[3] Kütüb-ü Sitte. Prof. İ. Canan. 11 / 146-147, 16 / 443-446,368.

[4] Bakara.66,Maide.60,A’raf.166.

[5] Bkn.Hesaplaşma.N. Kutsal. Sh. 128.

[6] el-Medinetü,l Fazıla. Farabi.Çevr. N. Danışman. Sh. 61-62.

[7] İslama Göre İnsan Psikolojisi. M. Kutup. Çevr. A. Nuri.126.

[8] Lem’alar. B. S. Nursi. 92,Kitab-ı Mukaddes. Tekvin.27 ayet. bab. 1. sh. 2.

[9] Sahih-i Buhari Muhtasarı.Tecrid-i Sarih Terc. ve Şerhi. 12 / 45-46.

[10] Nebe’.18.

[11] Mesnevi. Mevlana. Terc. Tahirul Mevlevi. 5 / 1633, Safvetü’t Tefasir. M. A. Sabuni. Terc.Doç. S. Gümüş, Dr. N. Yılmaz. 2 / 117,369,470, Mecmaut Tefasir. Beyzavi. /Arapça) 6 / 441.

[12] Münafikun.4,

[13] Ruh Nedir? M: Kırkıncı. 100.

[14] Fezail-i A’mal. Müslüman Şahsiyeti. M. Z. Kandehlevi.161.

[15] Acluni. Keşfu-l Hafa. 11 / 323, Bkn. İlmihal. İSAM. 1/54.




SEVR VE HUT

SEVR VE HUT

Bir hadisTe Peygamber Efendimizden:”Dünya ne üzerinde duruyor?”denildiğinde cevaben;

“Sevr ve Hut”yani öküz ve balık üzerinde,diye buyurmuşlardır.

Veciz ve beliğ konuşan Peygamberimiz bununla önemli bir noktaya parmak basarak,dünyanın temelini iki noktaya oturtmuş olmaktadır.

Birisi;”Dünya öküz üzerindedir.”derken;dünyada,karada yaşayanların tümünün gelir ve maişeti,toprağın öküz tarafından sürülerek,onun sırtından elde edilen mahsullerle devam ettirilmektedir.

Şimdi traktörle bu iş yapılmasına rağmen,bazı yerlerde hala öküz ile sürülmenin devam etmesi,işin gerekliliğini hala taze tutmaktadır.

Bununla beraber şu anda aynı soru olan;”Dünya ne üzerinde durmaktadır?”sorusuna;”Dünya traktör üzerindedir.” denilse,bir gerçek ifade edilmiş,yanlış edilmemiş olur.

Zira insanların hayatının temelini oluşturan,temel gıda toprağın öküz veya traktörle sürülüp,onun sırtından elde edilen önemli kaynağı ifade eder.

Diğeri ise;”Dünya balık üzerinedir.” Dünyada yaşayan iki kısım insan grubundan biri karalarda yaşarken,diğeri ise;sahillerde yaşamaktadır.

Sahillerde yaşayanların genelde geçim kaynağı;sudan elde edilen balık iledir. Hayatlarını,geçimlerini balıkla sağlarlar.

Buradan hareketle;”Devlet ne üzerindedir?”sorusuna;”Kılıç ve kalem üzerindedir.”denilmesi,yanlış olmaz.

Yani;dış tehlikelere ve iç emniyete karşı ordu harb ve silah teçhizatını temsil eden kılınç ile ifade edilirken;

Devletle memuriyet ve resmiyet işlerini yürütmek amacıyla kalem kullanılmakta,işlerin yürütülmesi kalemle temsil edilmektedir.

Bunun gibi de;dünyada su ve toprak iki önemli faktörü ve temeli oluşturmaktadır. Her ikisi de hayata kaynaklık etmektedir.

-Sevr ve Hut aynı zamanda iki meleğin adı olup;bunlar dünyanın tanzim ve tedbiriyle görevli meleklerdir.

-Sevr ve Hûta dair acaip ise akıl dışı olup;ya israiliyat veya temsilat veya muhaddislerin tevilatıdır.

Nitekim Peygamberimizin 70 yaşında ölen bir münafık için;”70 yıldır yuvarlanmakta olan bir taş bu gün cehennemin dibine düşmüştür.”ifadesiyle belirtmiştir.[1]

28-6-2000

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Bakn. Lem’alar. B. Said Nursi. 92, Asar-ı Bediiyye. B. S. Nursi. 201, R. N. Kutsi Kaynakları. A. Badıllı.596.




SİHİR

SİHİR

“Ve onlar Süleyman -Aleyhisselâm- mülkü aleyhine şeytanların uydurdukları şeylerin ardına düştüler. Halbuki Süleyman, aslâ küfretmedi, fakat o şeytanlar kâfir oldular. Onlar insanlara sihir ve Babildeki iki meleke, Hârut ile Marut’a indirilmiş olan şeyleri öğretiyorlardı. Bu iki melek ise: “Bîz ancak bir fîtneyiz, sakın kâfir olma” demedikçe bir kimseye sihir adına bir şey öğretmezlerdi. İşte bir takım kimseler bu iki melekten koca ile karının arasını ayıracak şeyler öğreniyorlardı. Fakat bunlar Allah Teâlânın izni olmadıkça bu sihir ile bir kimseye bir zarar verebilir değildiler onlar kendilerine zarar verip fayda vermeyen şeyleri öğreniyorlardı. Yemin olsun ki onlar, o sihri satın alan kimse için ahirette hiç bir nasip olmayacağını muhakkak bilmişlerdir. Ne kötü bir şey, karşılığında nefislerini satmış oldular. Eğer bilecek olsalardı.”[1]

Özel bir bilgiye sahib olan bu iki melek Harut-Marut,eski medeniyet merkezi olan Babil Babil şehri halkına kendilerinin ilhama mazhar olupta yaratılışın gizli sırlarını ve harika acib şeyleri bilip, bunları öğretirkende kötüye kullanılmasının küfür olacağını bilmiş ve bildirmiş,sonunun husran olabileceğini de hatırlatmışlardır.Her menfaatlı şey gibi bununda zararda kullanılması muhtemel ve melhuzdur.Nitekim günümüzde de bir çok teknolojik ve bilgilerin kötü yönde kullanılmaya müsaid olması gibi…

Sihrin kesinlikle tesiri vardır.

Sihir,dinen yasaklanmıştır.Hz.Süleyman sihri inkâr edip,onunla amel etmedi.[2]

Sihir;izale ve bir şeyin yönünü çevirmek anlamınadır.

Rasulullah büyük günahlardan saymıştır.Cezasını ise kılıçla vurmak olarak söylemiştir.[3]

Sihir;kulak hırsızlığı yapan cinlerin sanatkârlığı ve ustalığıdır.

Sihir sebebi gizli olan ince bir şeydir.Hayali hakikat göstermektir.Âyette:”İnsanların gözlerini sihirlediler.”[4],”Sihirleri sayesinde ipleri ve sopaları onun hayalini büyüledi,çünkü onlar gerçekte yürüyor gibiydiler.”[5]

Fir’avunun dünyaca meşhur 40 sihirbazı –rivayete göre- içine civa konulan hortum gibi bir şeyin çöldeki sıcaklığında etkisiyle erimesi ve birazda sihrin tesiriyle yılan görünmesinde;hem gözlerin bağlanması hemde aletlerin özelliğinin etkisi söz konusudur.

Ancak sihirbazlar sihrin her çeşidi bildiklerinden dolayı Hz Musanın yaptığı işin sihirbazlıkla ilgisi olmadığını bildiklerinden dolayı secdeye kapanmış ve iman etmişlerdir.Abdullah bin Abbasdan naklen bazıları o sihirbazlar için;Günün başında sihirbaz idiler,sonunda şehid oldular.”demiştir.

Aynı durum peygamberimiz zamanında da olmıuştur.Peygamberimize sihir isnad edilirken,sihrin,falcılığın her çeşidini bilen Utbe bin Rebiâ;Bunun kesinlikle sihir olmadığını ifade etmiştir.[6]

Ve yine peygamberimiz ayı ikiye yardığında[7] Ebu Cehil;Bu sihirdir.Uzaklarda yaşayanlara haber gönderin gören olmuşmu,bakalım?-demiştir.Ve görüldüğü haberi geldiğinde ise;Muhammedin sihri göğe ulaştı,demeye başladılar.Oysa inanlık tarihinde buna benzer sihrin vukuu mümkün olmamıştır.

“Yalnız ”ve ‘Bu daimî bir sihirdir’ derler.” Kamer Sûresi, 54:1-2.”

âyetinin beyan ettiği gibi, tarihçe menkul olan şudur ki: O hâdiseyi gören küffar, “sihirdir” demişler ve “Bize sihir gösterdi. Eğer sair taraflardaki kervan ve kafileler görmüşlerse hakikattır. Yoksa bize sihir etmiş.” demişler. Sonra sabahleyin Yemen ve başka taraflardan gelen kafileler ihbar ettiler ki: “Böyle bir hâdiseyi gördük.” Sonra küffar, Fahr-i Âlem (A.S.M.) hakkında (hâşâ) “Yetim-i Ebu Talib’in sihri semaya da tesir etti” dediler.”[8]

Süleyman peygamber zamanında bu kullanılmış,Süleyman peygamberin bir müddet tahtı ve gücü elinden gittikten sonra tekrar Allahın izniyle eski gücüne kavuşmuş ve sihir kitablarını bir mahzende saklamıştır.Ancak vefatından sonra bunu yerinden çıkaran insan suretli bir şeytan Süleyman peygamberin başarısının sırrının sihir olduğunu bu kitabları göstererek iftiralar yaymaya başlamıştı.Ve böylece sihrin yayılmasına sebeb olunmuş oldu.

İsrailoğulları zamanında da Mısırda sihir yaygın idi.

“Zaman-ı Musa Aleyhisselâm’da sihir ve zaman-ı İsa Aleyhisselâm’da tıb revaçta idi. Mu’cizelerinin mühimmi o cinsten geldi.”[9]

“Evet Nemrudları, Firavunları yetiştiren ve dayelik edip emziren, eski Mısır ve Babil’in ya sihir derecesine çıkmış veyahut hususî olduğu için etrafında sihir telakki edilen eski felsefeleri olduğu gibi; âliheleri eski Yunan kafasında yerleştiren ve esnamı tevlid eden felsefe-i tabiiye bataklığıdır. Evet tabiatın perdesi ile Allah’ın nurunu görmeyen insan, herşeye bir uluhiyet verip kendi başına musallat eder. “[10](S.539)

İbnu Ömer radıyallahu anhüma anlatıyor: “Meşrık cihetinden iki adam geldi ve bir hitabede bulundular. Onların beyanlarındaki güzellik herkesin hoşuna gitti. Bunun üzerine Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm: “Beyanda mutlaka bir sihir var!” buyurdular.” [11]

Bir söz güzel yönde kullanılırsa güzel olurken,su-i istimal edildiğinde hayaller hakikat gösterilmekte,şarlatanlık yapılmaktadır.

Fahreddin-i Razi sihrin 8 çeşit olduğunu belirtmiştir.En tehlikesinin ruh ilmi diye isimlendirdiği Manyetizma,Hipnotizma,Fakirizm gibilerin olduğunu belirtir.[12]

Mu’tezile ve bazı filozoflar cinlerin varlığını inkâr ettiklerinden dolayı,yaptıklarınada inanmamaktadırlar.

Âişe radiya’llâhu anhâ’dan rivâyete göre demiştir ki: bir kere Nebî salla’llâhu aleyhi ve sellem’e sihir yapılmıştı. Hattâ (şahs-ı Nebevî) bâzı işi işlemediği halde yaptım sanırdı. Nihâyet günün birinde tekrar tekrar duâ etti. Sonra bana:

– Ey Âişe, bilir misin? Allah, bana kendisinde şifam olan şeyi bildirdi ki: bana iki kişi geldi (Cibrîl ve Mîkâil). Bunlardan biri baş ucumda, öbürüsü de ayak ucumda oturdu. Ve biri öbürüsüne: bu zâtın hastalığı nedir? diye sordu. O da: sihirlenmiştir, diye cevap verdi. Kim sihir yapmıştır? diye suâline de öbir Melek: Lebîd İbn-i A’sam! diye cevap verdi. Sonra bu sihir ne ile yapılmıştır? diye sordu. O da: Bir tarak, saç ve sakal tarantısı, erkek hurmanın kurumuş çiçek kapçığı ile, diye cevap verdi. Nerede yapılmıştır? Suâline de: Zervan kuyusunda diye cevap verdi. Sonra Nebî salla’llâhu aleyhi ve sellem (bâzı Ashâb ile berâber) çıkıp bu kuyuya gitti. Sonra dönüp geldi. Geldiğinde bana:

– Ey Âişe! Kuyunun etrâfındaki hurma ağacının uçları şeytan başları gibidir? buyurdu. Bunun üzerine ben:

– Yâ Resûla’llâh! Siz o sihri çıkar (ıp çöz) dünüz mü? diye sordum. Resûlullâh:

– Hayır çıkarmadım. Çünkü Allah bana şifâ verdi. Bir de o sihri çıkarıp çözmekle halk arasında sihir şerrinin şuyûundan endîşe ettim. Sonra kuyunun kapatılmasını emrettim, buyurdu.

[13] “Hem -nakl-i sahih-i kat’î ile- muzır bir sahir olan Lebid-i Yahudi; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı rencide etmek için acib ve müessir bir sihir yapmış. Bir tarağa saçları sarmış, üstünde sihir yapmış, bir kuyuya atmış. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Ali’ye ve sahabelere ferman etmiş: “Gidiniz, filan kuyuda bu çeşit sihir âletlerini bulup getiriniz!” Gitmişler, aynen öyle bulup getirmişler. Her bir ipi açıldıkça, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dahi rahatsızlığından hıffet buluyordu.”[14]

Hadislerde ise;- Esmâ Bintu Ebî Bekr (radıyallahu anhümâ) anlatıyor. “Mekke’de Abdullah İbnu Zübeyr (radıyallahu anh)’e hâmile kalmıştım. Doğum yaklaşmıştı ki, Mekke’yi terkettim ve Medine’ye geldim, Kuba’ya indim. Abdullah’ı orada dünyaya getirdim. Doğunca, bebeği alıp Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a götürdüm, kucağına bıraktım. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir hurma istedi, ağzında çiğneyerek ezdikten sonra, tükrüğünden çocuğun ağzına bıraktı. Abdullah’ın midesine ilk inen şey Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın mübarek tükrükleri idi. Sonra (yumuşattığı o) hurma ile çocuğun damağını oğdu, hakkında bereketle dua etti ve Abdullah ismini verdi. Müslüman aileden ilk doğan çocuk bu idi. (Medine’de bütün Müslümanlar) onun doğumuna çok sevindiler. Çünkü “Yahudiler size sihir yaptılar, asla doğum yapamayacaksınız” diye bir şayia çıkarılmıştı.” [15]

– Ebu Ümâme (radıyallahu anh) buyurdu ki: “Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’i işittim, diyordu ki: “Kur’ân-ı Kerîm’i okuyun. Zira Kur’ân, kendini okuyanlara kıyamet günü şefaatçi olarak gelecektir. Zehrâveyn’i yani Bakara ve Âl-i İmrân surelerini okuyun! Çünkü onlar kıyamet günü, iki bulut veya iki gölge veya saf tutmuş iki grup kuş gibi gelecek, okuyucularını müdâfaa edeceklerdir. Bakara suresini okuyun! Zira onu okumak berekettir. Terki ise pişmanlıktır. Onu tahsil etmeye sihirbazlar muktedir olamazlar.” [16] Bir rivayette şu ziyade mevcuttur: Bir rekatta, secdeden önce, bir kul onu okur, sonra da Allah’tan birşey isterse Allah istediğini mutlaka verir.”

– Saffân İbnu Assâl (radıyallahu anh) anlatıyor: “İki Yahudi konuşuyorlardı, biri arkadaşına: “Gel seninle şu Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’e gidelim ve birşeyler soralım” dedi. Arkadaşı: “Ona peygamber deme” diye müdahale edip ekledi: “Şayet o, kendisinden “peygamber” diye bahsettiğini duyacak olursa sevincinden gözleri dört olur.” Beraberce gidip Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a imtihan niyetiyle dokuz açık ayetten soru sordular. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onlara “Allah’a hiç bir şeyi ortak kılmayın, hırsızlık yapmayın, zina fazihasını işlemeyin. Allah7ın haram kıldığı cana kıymayın, mâsum kişiyi öldürtmek içinsultana gammazlamayın, sihir yapmayın, fâiz yemeyin, günahsız kadına zinâ iftirası atmayın, savaş sırasında cepheyi koyup kaçmayın, ey Yahudiler, bilhassa sizin için söylüyorum, cumartesi günü yasağını ihlâl etmeyin” dedi. Saffân der ki: “Bu cevap üzerine Yahudiler, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın el ve ayaklarını öptüler ve: “Şehâdet ederiz ki, sen peygambersin” dediler. Saffan diyor ki: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onlara: “Öyleyse niye bana uymuyorsunuz?” diye sordu. Onlar: “Davud (aleyhisselam), neslinden peygamber kesilmesin diye dua etti. Biz, sana uyduğumuz takdirde Yahudilerin bizi öldürmesinden korkuyoruz” cevabını verdiler.” [17]

– Hz. Ebü Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki: “Allahu Teâla Hazretleri semâda bir işin yapılmasına hükmetti mi, Rabb-i Teâla’nın sözüne ihtiramla, melâike (aleyhimüsselam) korku ile kanatlarını birbirine vururlar. Rabb Teâla nın işitilen sözü düz bir kaya üzerinde (hareket eden) zincirin sesi gibidir. Meleklerin kalplerinden korku açılınca (Cebrail ve Mikail gibi mukarreb meleklere): ” Rabbiniz ne buyurdu?” diye sorarlar. Onlar da: ” Allah Teâlâ hazretleri hakkı söylemiştir. Zaten O, yüce ve uludur” derler. O’nun sözünü, kulak kabartan (şeytanlar gizlice) işitir. Kulak hırsızı şeytanlar (yerden göğe kadar) birbirlerinin üstünde (zincirleme) dizilmiş ve kulak hırsızlığına hazırlanmış bulunur. – Süfyan (İbnu Uyeyne) eliyle tarif etti: Parmaklarını önce (üst üste) dizdi, sonra açtı-(En üstteki, ilâhî kelamı işitir ve alttakine verir, o da kendi altındakine verir. Böylece gele gele sihirbaz ve kahinlerin diline kadar ulaşır. Bazan kelimeyi aşağıdakine vermeden önce bir şahap, şeytana ulaşır. Bazan şahap kendisine isabet etmezden önce kelimeyi aşağısındakine vermiş olur. (Sihirbaz ve kâhinler kendilerine bu şekilde ulaşan hırsızlama habere) yüz kadar da kendileri ilave ederek yalanlar düzerler. Emr-i İlâhî yeryüzünde tahakkuk edince halk kendi arasında: “Bu işin olacağı bize daha önce falan falan günlerde haber verilmemiş miydi?” derler. Böylece, semada (kulak hırsız1ığı yoluyla) işitilmiş olan haber böylece tasdik edilir.” [18]

– Hz. Ebü Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Kim (sihir maksadıyla) bir düğüm vurur sonra da onu üflerse sihir yapmış olur. Kim sihir yaparsa şirke düşer. Kim birşey asarsa, o astığı şeye havale edilir.”[19]

– Sa’d İbnu Ebi Vakkas radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Kim her sabah acve hurmasından yedi tane yerse o gün geceye kadar ona ne zehir ne de sihir zarar verir.”[20]

– Katan İbnu Kubeysa babası radıyallahu anh’tan naklen anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın şöyle söylediğini işittim: “İyafe, tıyere, tark sihirdendir.” [21]

– Hz. Ebu Zerr radıyallahu anh: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm ile karşılaşmazdan önce üç yıl ibadet ettim” demişti. Kendisine: “(Bu ibadeti) kimin için yaptın?” diye sordular. “Allah için!” cevabını verdi. Tekrar: “Pekiyi nereye yönelerek yaptın?” denildi. “Rabbim beni nereye yöneltmiş idiyse oraya!” dedi ve açıklamaya devam etti: “Akşam vakti namaza başlıyor, gecenin sonuna kadar devam ediyordum. O zaman kendimi bir örtü gibi atıyor, güneş tepeme yükselinceye kadar öyle kalıyordum. (Bir gün kardeşim) Üneys bana: “benim Mekke’de görülecek bir işim var. Sen bana baş-göz ol (eksikliğimi duyurma) dedi ve Mekke’ye gitti. Oraya varınca bana dönmekte gecikti. Nihayet geldi. “Ne yaptın?” dedim. “Mekke’de bir adama rastladım, senin (gibi farklı bir) din üzerine yaşıyor. Ancak O, kendisini Allah Teâla’nın gönderdiğini zannediyor” dedi. “Halk ne diyor?” diye sordum. “Halk mı? Halk O’na şair diyor, kâhin diyor, sâhir (sihirbaz) diyor!” dedi. Esasen Üneys şairlerden biriydi. Tekrar sordum: “Pekala sen ne diyorsun?” “ben dedi, kâhinlerin sözünü işittim, bilirim. Onunki kâhin sözü değil. onun söylediklerini şiir çeşitlerine tatbik ettim. Hiçbirine uygun gelmiyor. Benden sonra kimse O’na şiir diyemez. Vallahi O doğru sözlüdür, kâhinler ise hep yalancıdırlar!” dedi. Bu açıklama üzerine ben ona: “Öyleyse benim işlerime de sen baş-göz ol, bir de ben gidip göreyim! dedim.” Ebu Zerr, gerisini şöyle anlatır: “Mekke’ye geldim. Halktan zayıf bir adam buldum. Ona: “Şu Sâbii (sapık) dediğiniz adam nerede?” diye sormuştum. Adam, beni göstererek: “Burada bir sabii var! Burada bir sabii var!” diye bağırmaya başladı. Derken vadi halkı kesek ve kemiklerle üzerime hücum etti. Bayılarak yığılmış kalmışım. Kendime gelip kalktığım zaman kırmızı bir dikili taş gibiydim. Zemzem’e kadar gittim. Kanlarımı yıkadım, suyundan biraz içtim. Böylece otuz gün, gece ile gündüz arası kaldım. Bu esnada zemzem suyundan başka hiçbir taam almadım. Buna rağmen şişmanladım ve karnımın kıvrımları arttı. Ciğerimde açlık hissi duymadım. Mekkeliler, ay ışığı olan bir gecede uyurken Beytullah’ı tavaf eden yoktu. Onlardan sadece iki kadın, İsaf ve Naile (adındaki putlarına) dua ediyordu. Tavafları sırasında bana kadar geldiler. (Dayanamayıp): “Onları birbirlerine nikahlayıverin bari!” dedim. Onlar dualarından vazgeçmeyip, tavaflarını yaparken yanıma kadar geldiler. Bu sefer: “Onlar(a niye tapıyorsunuz)? Odundan farkları ne?” dedim. Kadınlar: “(İmdat!) burada bir adam yok mu?” diye velvele kopararak gittiler. Tam o sırada kadınları Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm ve Ebu Bekr radıyallahu anh tepeden inerlerken karşılayıp: “(Niye bağırdınız) başınıza ne geldi?” derler. Kadınlar (onları daha tanımadan)” “Kâ’be ile örtüsü arasında bir sâbii (sapık) var!” derler. Onlar sorarlar: “Size ne dedi?” ” Bize ağzı dolduran (ağza alınmaz) sözler söyledi” derler. Derken Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm geldi, Haceru’l-Esved’e istilamda bulundu, arkadaşıyla birlikte Beytullah’ı tavaf etti. Sonra namaz kıldı. Namazını bitirince, -Ebu Zerr der ki: “Aleyhissalatu vesselâm’ı İslam selamı ile ilk selamlayan ben oldum.- “Esselâmu aleyke ya Resûlullah. (Ey Allah’ın Resûlü! Selam üzerine olsun)!” dedim. Bana: “Ve aleyke ve Rahmetullah. (Selam senin üzerine olsun, Allah’ın rahmeti de)!” diye mukabele etti. Sonra: “Sen kimlerdensin?” diye sordu. “Gıfâr’danım!” dedim. Bunun üzerine eliyle eğilerek parmaklarımı alnına koydu. İçimden: “Galiba kendimi Gıfâr’a nisbet etmemden hoşlanmadı” dedim. Elinden tutmak üzere ilerledim. Fakat arkadaşı bana mani oldu. Onu benden iyi biliyordu. Sonra başını kaldırıp sordu: “Buraya ne zaman geldin? “Otuz gündür burdayım!” dedim. “Sana kim yiyecek verdi?” dedi. “Zemzem suyundan başka bir yiyeceğim olmadı. Şişmanladım bile. Öyle ki karnımın kıvrımları arttı. Ciğerimde açlık hissi de duymadım!” dedim. “Zemzem suyu mübarektir. O hakikaten besleyici bir gıdadır!” buyurdu. Hz. Ebu Bekr radıyallahu anh: “Ey Allah’ın Resûlü! Bana müsaade et, bu geceki yiyeceğini ben ikram edeyim!” dedi. Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm ve Ebu Bekr radıyallahu anh gittiler, onlarla ben de gittim. Ebu Bekr bir kapı açtı. Taif kuru üzümünden benim için avuç avuç çıkarmaya başladı. bu, Mekke’de yediğim ilk yemekti. Orada kaldığım kadar kaldım. Sonra Resûlullah’a geldim. Bana dedi ki: “ben hurmalıklı bir yere sevkedileceğim. Burasının Yesrib olduğu kanaatindeyim. Sen kavmine benden mesaj götür. Umarım, sayende Allah onları hayırla menfaatlendirecek ve onlar sebebiyle de sana sevap verecek.” Bundan sonra ben kardeşim Üneys’e geldim. Bana: “Ne yaptın?” diye sordu. Ben: “Müslüman oldum ve (Muhammed’in hak bir peygamber olduğunu) tasdik ettim” dedim. “Ben senin dinine karşı değilim. ben de müslüman oldum ve tasdik ettim” dedi. Sonra kalkıp annemize geldik. (Durumu anlattık) O da bize: “Ben sizin dininize karşı değilim. ben de müslüman oldum ve tasdik ettim!” dedi. Sonra kalkıp hayvanlarımıza binip kavmimiz Gıfâr’a geldik. (Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın mesafını getirdik. İlk anda) yarısı müslüman oldu. Eymâ İbnu Rahza el-Gıfâri müslüman olanların imamlığını yürütüyordu, bu onların efendisi idi. Diğer (müslüman olmayan) yarı: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm Medine’ye gelince müslüman oluruz!” dediler. Derken Aleyhissalatu vesselam medine’ye geldi. O geri kalan yarı da müslüman oldu. Bir müddet sonra Eslem kabilesi de gelerek: “Ey Allah’ın Resulü! (Gıfarlılar) bizim kardeşlerimizdir. Onların müslüman oldukları şey üzere biz de müslüman oluyoruz!” dediler ve onlar da müslüman oldular. Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm: “Gıfâr’a Allah mağfiretini bol kılsın. Eslem’i de Allah selamete kavuştursun!” diyerek o iki kabileden memnuniyetini ifade buyurdular.”[22]

– Abdurrahman İbnu Sa’d İbnu Zürâre’nin anlattığına göre, kendisine, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın zevcelerinden Hz. Hafsa radıyallahu anhâ’nın müdebber kıldığı bir câriyesi, kendisine sihir yaptığı için, sihri sebebiyle öldürtmüştür.” [23]

– Hz. Süheyb radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Sizden öncekiler arasında bir kral vardı. Onun bir de sihirbazı vardı. Sihirbaz yaşlanınca Kral’a: “Ben artık yaşlandım. Bana bir oğlan çocuğu gönder de sihir yapmayı öğreteyim!” dedi. Kral da öğretmesi için ona bir oğlan gönderdi. Oğlanın geçtiği yolda bir râhip yaşıyordu. (Bir gün giderken) rahibe uğrayıp onu dinledi, konuşması hoşuna gitti. Artık sihirbaza gittikçe, râhibe uğruyor, yanında (bir müddet) oturup onu dinliyordu. (Bir gün) delikanlıyo sihirbaz, yanına gelince dövdü. Oğlan da durumu râhibe şikayet etti. Rahip ona: “Eğer sihirbazdan (dövecek diye) korkarsan: “Ailem beni oyaladı!” de; ailenden korkacak olursan, “beni sihirbaz oyaladı” de!” diye tenbihte bulundu. O bu halde (devam eder) iken, insanlara mani olmuş bulunan büyük bir canavara rastladı. (Kendi kendine:) “Bugün bileceğim; sihirbaz mı efdal, rahip mi efdal!” diye mırıldandı. Bir taş aldı ve: “Allahım! Eğer râhibin işi, sana sihirbazın işinden daha sevimli ise, şu hayvanı öldür de insanlar geçsinler!” deyip, taşı fırlattı ve hayvanı öldürdü. İnsanlar yollarına devam ettiler. Delikanlı râhibe gelip durumu anlattı. Rahib ona: “Evet! Bugün sen benden efdalsin (üstünsün)! Görüyorum ki, yüce bir mertdebedesin. Sen imtihan geçireceksin. İmtihana maruz kalınca sakın benden haber verme!” dedi. Oğlan anadan doğma körleri ve alaca hastalığına yakalananları tedavi eder, insanları başkaca hastalıklardan da kurtarırdı. Onu kralın gözlyeri kör olan arkadaşı işitti. Birçok hediyeler alarak yanına geldi ve: “Eğer beni tedavi edersen, şunların hepsi senindir” dedi. O da: “Ben kimseyi tedavi etmem, tedavi eden Allah’tır. Eğer Allah’a iman edersen, sana şifa vermesi için dua edeceğim. O da şifa verecek!” dedi. Adam derhal iman etti, Allah da ona şifa verdi. Adam bundan sonra kralın yanına geldi. Eskiden olduğu gibi yine yanına oturdu. Kral: “Gözünü sana kim iade etti?” diye sordu. “Rabbim!” dedi. Kral: “Senin benden başka bir Rabbin mi var?” dedi. Adam: “Benim de senin de Rabbimiz Allah’tır!” cevabını verdi. Kral onu yakalatıp işkence ettirdi. O kadar ki, (gözünü tedavi eden ve Allah’a iman etmesini sağlayan) oğlanın yerini de gösterdi. Oğlan da oraya getirildi. Kral ona: “Ey oğul! Senin sihrin körlerin gözünü açacak, alaca hastalığını tedavi edecek bir dereceye ulaşmış, neler neler yapıyormuşsun!” dedi. Oğlan: “Ben kimseyi tedavi etmiyorum, şifayı veren Allah’tır!” dedi. Kral onu da tevkif ettirip işkence etmeye başladı. O kadar ki, o da râhibin yerini haber verdi. Bunun üzerine râhip getirildi. Ona: “Dininden dön!” denildi. O bunda direndi. Hemen bir testere getirildi. Başının ortasına konuldu. Ortadan ikiye bölündü ve iki parçası yere düştü. Sonra oğlan getirildi. Ona da: “Dininden dön!” denildi. O da imtina etti. Kral onu da adamlarından bazılarına teslim etti. “Onu falan dağa götürün, tepesine kadar çıkarın. Zirveye ulaştığınız zaman (tekrar dininden dönmesini talep edin); dönerse ne âla, aksi takdirde dağdan aşağı atın!” dedi. Gittiler onu dağa çıkardılar. Oğlan: “Allahım, bunlara karşı, dilediğin şekilde bana kifayet et!” dedi. Bunun üzerine dağ onları salladı ve hepsi de düştüler. Oğlan yürüyerek kralın yanına geldi. Kral: “Arkadaşlarıma ne oldu?” dedi. “Allah, onlara karşı bana kifayet etti” cevabını verdi. Kral onu adamlarından bazılarına teslim etti ve: “Bunu bir gemiye götürün. denizin ortasına kadar gidin. Dininden dönerse ne âla, değilse onu denize atın!” dedi. Söylendiği şekilde adamları onu götürdü. Oğlan orada: “Allahım, dilediğin şekilde bunlara karşı bana kifayet et!” diye dua etti. Derhal gemileri alabora olarak boğuldular. Çocuk yine yürüyerek hükümdara geldi. Kral: “Arkadaşlarıma ne oldu?” diye sordu. Oğlan. “Allah onlara karşı bana kifayet etti” dedi. Sonra Kral’a: “benim emrettiğimi yapmadıkça sen beni öldüremeyeceksin!” dedi. Kral: “O nedir?” diye sordu. Oğlan: “İnsanları geniş bir düzlükte toplarsın, beni bir kütüğe asarsın, sadağımdan bir ok alırsın. Sonra oku, yayın ortasına yerleştir ve: “Oğlanın Rabbinin adıyla” dersin. Sonra oku bana atarsın. İşte eğer bunu yaparsan beni öldürürsün!” dedi. Hükümdar, hemen halkı bir düzlükte topladı. Oğlanı bir kütüğe astı. Sadağından bir ok aldı. Oku yayının ortasına yerleştirdi. Sonra: “Oğlanın Rabbinin adıyla!” dedi ve oku fırlattı. Ok çocuğun şakağına isabet etti. Çocuk elini şakağına okun isabet ettiği yere koydu ve Allah’ın rahmetine kavuşup öldü. Halk: “Oğlanın Rabbine iman ettik!” dediler. Halk bu sözü üç kere tekrar etti. Sonra krala gelindi ve: “Ne emredersiniz? Vallahi korktuğunuz başınıza geldi. Halk oğlannın Rabbine iman etti!” denildi. Kral hemen yolların başlarına hendekler kazılmasını emretti. Derhal hendekler kazıldı. İçlerinde ateşler yakıldı. Kral: “Kim dininden dönmezse onu bunlara atın!” diye emir verdi. Yahut hükümdara “sen at!” diye emir verildi. İstenen derhal yerine getirildi. Bir ara, beraberinde çocuğu olan bir kadın getirildi. Kadın oraya düşmekten çekinmişti, çocuğu: “Anneciğim sabret. zira sen hak üzeresin!” dedi.” [24]

Ubeyd İbnu Umeyr babası radıyallahu anh’tan anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm bir adam kebâirden sormuştu, şöyle cevap verdiler: “Onlar dokuzdur!” buyurdular ve saydılar: “Şirk, sihir, insan öldürmek, faiz yemek, yetim malı yemek, savaştan kaçmak, namuslu kadınlara iftirada bulunmak, anne ve babaya haksızlık, kıbleniz olan Beytu’l-Haram (da masiyet işlemey)i sağlığınız veya ölümünüzde helal addetmek.” [25]

– İbnu Abbâs radıyallahu anhümâ anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Kim, Allah’ın zikrettiğinin gayrısı için yıldızlar ilminden bir bab iktibas ederse sihirden bir şu’be iktibas etmiş olur. Müneccim kâhindir; kâhinde sihirbazdır, sihirbaz da kâfirdir.” Rezin tahric etmiştir.

– Bir diğer rivayette şöyle gelmiştir:Kim yıldızlarla ilgili bir ilim iktibas etmişse sihirden bir şube iktibas etmiş demektir. (Yıldız ilmi) arttıkça (sihir ilmi de) artar.” [26]

– Safiyye Bintu Ebî Ubeyd, Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın zevce-i pâklerinden naklen anlatıyor: “Resülulah (aleyhissalâtu vesselam) buyurdular ki: “Kim bir arrâfa (kâhine) gelir, birşeyler sorar ve söylediklerine de (inanıp) onu tasdik ederse, kırk gün namazı kabul edilmez.”[27]

Sihirden korunmak için hadisde:”Kur’an-dan büyük âyet,âyetel kürsidir.Bunu her kim okursa,Allah o saat bir melek gönderir,ertesi güne kadar iyiliklerini yazar ve günahlarını siler.Bu âyet bir evde okunsunda şeytanlar onu otuz gün bırakmasın olmaz ve kırk gün ona ne sihirbaz kadın,ne sihirbaz erkek girmez.Ey Ali,bunu evladına ve ailene ve komşularına öğret,bundan büyük bir âyet nazil olmadı.”

Sihir bozmak için bu alanda çeşitli eserlerde yazılmıştır.[28]

Zaten bunu için inmiş olan Muavvizeteyn yani Felak ve Nas sureleride bu konuda mücerrebdir.[29]

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Bakara.102.

[2] Mecmaun minet-Tefasir.Kadı Beyzavi.(Arapça) 1 / 166,Mâide.3,90.

[3] Tirmizi, Hudûd 27, (1460).

[4] A’raf.116.

[5] Taha.66.

[6] Sözler.378.

[7] Kamer.1.

[8] Sözler.58,407,M.180,208,90

[9] Sözler.B.Said Nursi.368,401.

[10] Age.539.

[11] Buhâri, Tıbb 51; Muvatta, Kelam 7, (2, 986); Ebu Dâvud, Edeb 94, (5007); Tirmizi, Birr 81, (2029), Müslim, Cum’a 47, (869); Ebu Dâvud, Salât 231, (1106). Ebü Dâvud, Edeb 95, (5011); Tirmizi, Edeb 63, (2848).

[12] Bak.Hak Dini Kur’an Dili.1/366,Sözler,407,Mektubat.90,Şualar.582.

[13] Buhârî, Tıbb 47, 49, 50, Cizye 14, Edeb 56; Müslim, Selâm 43, (2189). Nesâî, Tahrîm 20, (7,112-113).

[14] Mektubat.B.Said Nursi.110,495.

[15] Buhârî, Menâkibu’l-Ensâr 45, Akîka 1, Müslim, Âdâb 26, (2146).

[16] Müslim, Müsâfirin, 252, (804).

[17] Tirmizi, İsti’zan 33, (2734), Tefsir, Benû İsrail (3143); Nesâî, Tahrim 18, (7, 111); İbnu Mace, Edeb 16, (3705).

[18] Buharî, Tefsir, Sebe 1, Hicr 1; Tirmizî, Tefsir, Sebe, (3221).

[19] Nesâî, Tahrim 19, (7,112).

[20] Buhari, Tıbb 52, 56, Et’ime 43; Müslim, Eşribe 154, (2047); Ebu Davud, Tıbb 12, (3875, 3876).

[21] Ebu Davud, Tıbb 23, (3907).

[22] Müslim, Fezailu’s-Sahabe 132, (2473): Metin Müslim’in metnidir.

[23] Muvatta, Ukûl 14, (2, 871).

[24] Müslim, Zühd 73, (3005); Tirmizi, Tefsir, Bürûc, (3337).

[25] Ebu Dâvud, Vesâya 10, (2875); Nesâi, Tahrim 3, (7, 89).

[26] Ebu Dâvud, Tıbb 22, (3905).

[27] Müslim, Selâm 125, (2230).

[28]Gizli İlimler.Mustafa İyasoğlu. 1/225,3/255-257,5/50,74,130-131,6/33-34,8/45-46.

[29] Sihir konusuyla ilgili olarak bak.Âyetler:A’raf.116-132,109,112-113,120,Mü’minun.89,Bakara.102,Taha.71,Mâide.110,En’am.7,Yunus.70,76-77,Hud.7,Neml.13,Sebe.43,Saffat.15,Zuhruf.30,49,Ahkaf.7,Tur.15,Yunus.2,80-81,Şuara.34-35,37,38,40-41,46,49,63,66,69,79,153,185,Taha.58,73,57,Enbiya.3,Kasas.36,48,Kamer.2,34,Müddessir.24,Sad.4,Ğafir.24,Saf.6,Zariyat.39,52,18,İsra.47,101,Furkan.8,Hicr.15,Âl-i İmran.17.Hak Dini Kur’an Dili CD ve tefsirinde;1/363-389; 2/157-171,3/302,361,363,378,388-389,406,516;4/88-89,93-98,100,110-113,119,123,437,441-444,505,518,556;5/57,426-427,440,469;6/49,100,124,182,186,189,193,300,367,459,518,550-551;7/54,68,227,254,259,264,266-267,271,274,289,328,334,339,344-347;8/16-17,363,390,415,421-422,515-516;9/268,457;10/45,128,131-141,150,154-155,158-159,162-163,166,168,170-171,174,176..Mürşid.3.CD.




SEN HİÇ ŞEYTAN GÖRDÜN MÜ ?

SEN HİÇ ŞEYTAN GÖRDÜN MÜ ?

Abdurrahman Efendi inançlı ve ibadetine ihtimam gösteren bir insan idi.

O gece mübarek gecelerden,berâate vesile olacak Beraat gecesi idi. Böylece o geceyi değerlendirecek,cemaatla ibadete iştirak edecekti. Bu amaçla abdestini aldı. Namaza hazırlanmıştı. Yatsı ezanının okunmasını beklemekte idi.

Komşusu Cemal ise kendisinin tam tersine ilgisiz bir insan idi.

Ezanı beklemekte olan Abdurrahman bir anda komşusu Cemalle karşılaşır. Onunla konuşmaya başlayan Cemal,çok da lafazan biridir. Sürekli konuşur. Abdurrahman Bey ise sırf saygısından ve komşuluk hürmetinden dolayı onu dinler. faydalı olabilirim düşüncesiyle sorularını da cevaplayıp,bir şeyler anlatır.

Sohbet o kadar koyulaşmıştır ki;ne kadar bir zamanın geçtiğinden sadece Abdurrahman Bey habersizdir. Cemal ise işi önceden planladığından,o pal çerçevesinde konuşmasını bitirir.

Bu anda Cemal Abdurrahman Beye sorar:

-Abdurrahman,sen hiç şeytan gördün mü?

O da gayet saf ve masum bir şekilde;Allah korusun Cemal! Allah kimseye göstermesin!

Söze devam eden Cemal;işte şeytan benim,görmediysen gör,der. Ve sebebini de açıklamaya başlar:

-Ben bu gecenin Beraat gecesi olduğunu bildiğimden dedim ki;Bu gece beraat ve namaz gecesi,dur ki ben şu Abdurrahmanı namazdan alıkoymak için lafa tutayım,ibadetten alıkoyayım,dedim ve işte yaptım.

Abdurrahman Bey ise gerçekten saatine bakar ki,epeyce de vakit geçmiş. Yine de Cemalden ümidini kesmez ve ona;-Namaza ne zaman başlayacağını,sorar.

Cemal ise daha genç olduğunu,belki ilerde kılabileceğini söyler ve ayrılırlar.

Biri şeytanlığını yapmış onu ibadetten alıkoymuş iken,öbürüde aldanmanın hüznünü yaşamaktadır.

Bir şer bütün hayırların şuursuzca ortaya çıkmasına sebeb olmakta ve bir şer binlercesini kendisiyle meşgul edip uğraştırmaktadır. Mesela bir hırsız için hapishaneler,polisler,kilitler,kasalar ve yalanlar ile güvensizlikler oluşmaktadır.

Bu düşünceyle Abdurrahman Bey eve gelir. Cemalden ayrılalı 15-20 dakika ancak olmuştur. Hanımı kendisine,Cemalin öldüğü haberini verince önce irkilir,sonra da inanmak istemez. Çünkü daha az önce beraberlerdi.

Bu şaşkınlık ile hanımına bir yanlışlığın olabileceğini söylerse de hanımı;gerçekten öldüğünü,evlerinden de hala ağıtların gelmekte olduğunu söyler.

Cemal gerçekten de ölmüştür. Böylece ölüm her şeyden insana daha yakın olduğunu bir daha göstermiş olmaktadır. Hem ölüm ona ulaşmış,hem de yaşı ölüme yanaşmıştır. Diyebiliriz ki;Hala ne diye oyunda oynaştasın.

Sen ki artık ölecek yaştasın.

31-7-2000

MEHMET ÖZÇELİK




SEMÂ ‘ DA OTURANLAR

SEMÂ ‘ DA OTURANLAR

Başımızın üzeri,yukarısı emin olduğundan emniyetteyiz.

Acaba,aşağımızdakiler de bizden emin olup,emniyetteler mi?

Hadis-i Kudsi-de:”Denizin dibindekiler insanlardan şekva edip,derler ki;”Ya Rabbi! Şu insanlar (anarşi,fitne ve fesatlarıyla) istirahatimizin selbine (rahatımızın kaçmasına) sebeb oluyorlar.”

Alemde ve alemlerde,bizden başka ve bizden fazla gürültü ve anarşi çıkaranlar pek o kadar bulunmamaktadır.

Olanlar da hep bizim isyanımız ve küfran ve nisyan ve günahımızın neticesi olarak vuku bulmaktadır.

Değişmeler ve dönüşmeler;değiştirdiklerimiz ve değiştirmelerimizin birer mahsulüdür.

Değişmeler;belli bir istikrarda kalmayıp,halden hale değişip,dönüşmelerimizden kaynaklanmaktadır.

Melekler belli bir kararda kalıp,değişmeye maruz değiller. Terfi olmadığı gibi,tenzil de yok. O sebeple değişim de yok. Anarşi olmadığı gibi,bir hareket ve bereketlilik de yok.

Belli bir noktada sebat,belli bir merkeze sabit olarak bağlanma ve bağlılık mevcut…

Sema da oturanlarla bir sözleşme ve anlaşma yapsak,acaba sözleşmelerimiz ne olur? Anlaşabilir miyiz?

Bir yanda onların sundukları teklifler,diğer yanda bizimkiler…

Bizim varlığımıza taraftar olmayanlar,ne derece,nereye kadar tekliflerimize taraftar olabilirler?

Yukarıda oturan o melekler,hep yukarıdan ve yukarılardan konuşurlar… Aşağıda oturan bizler,aşağılık kıskacını ve zincirlerini kırdığımız nisbette yukarılardan konuşuruz…

İşte örnekleri;Enflasyon kaç da? Mark ve dolar kaç lira da? Şu şeylerin kilosu kaça? Bu yıl hangi takım ligde? Kaç gol atıldı?

Hayatta yediğimiz goller mi? Şeyyy… Onları boş ver… Önemli şeyler boş verilirken,dışındakiler ise tıka basa dolu verilmek te.. Buda ayrı bir gerçek…

İçinden çıkacağımız,daha doğrusu çıkarılacağımız şu dünya için here türlü hazırlığı yaparken;

Gideceğimiz yer için,oraya layık pek bir hazırlığımız bulunmamakta. Nitekim,gideceğimiz yerden,korktuğumuzdan da belli olmaktadır…

Bu işin orta yolu,yukarıdakilerle barışıp,aşağıdakileri küstürmemekle olur.

Bu da fıtratın gereği olan emir ve yasakları yerine getirip,fıtri hareket etmekten ,fıtrata uygun davranmaktan ileri gelir. Zira fıtrat;fıtri olmayanı kabul etmez,reddeder.

Deli dana hastalığı bunu güzel bir örneğidir. Hayvana verilen fıtri olmayan gıdalar,dengenin bozulmasına ve deli olmasıyla kalmayıp,onu yiyende de bir dengesizlik oluşturmasına neden olmaktadır.

Fıtrat ve fıtrilik Allah’ın yaratması ve yönlendirmesidir. Gayrı ise ona muhalefet ve aykırılıktır.

Aksini taleb,aksine yönlenmekle oluşan bir aksiliktir.

6-7-1996-MEHMET ÖZÇELİK




S İ D R E T Ü L M Ü N T E H A

S İ D R E T Ü L M Ü N T E H A

Son sınır. Sonsuzluğun başlangıcı. Kesişme noktası. Sınır ve hat. Mâverâ. Fizik ötesi,metafizik alem. Öteler ötesinin başlangıç noktası. Berzah. Mayınlı tarla. Mahrem bölge. Olmak ile ölmek,yanmak ile yakmak mahalli…

Kaynaktan çıkan damlanın aslına rücu’u. Damlanın okyanusu varışı. Doğuma giden ölüm noktası. Olmanın yok olma yeri…

Rıza ve Mahbubiyetin buluşma noktası…

İnsanların ulaşamayıp,Cebrâilin geçemediği,Muhammed Mustafanın hicret yeri. Dâvet yeri. Müjde yeri…

Kul olarak varıp,rasul ve elçi olarak dönme,varlıkların mahsullerini takdim yeri…

Selâm ile Kelâmın buluştuğu yer…

Madde ile mânanın,fizik ile metafiziğin,mümkin ile vâcibin birbirinden ayrıştırıldığı ince nokta…

Sanal aleme geçiş…

Ruha göçüş…

Madde ile maddi basamakların son bulduğu zirve…

Zaman ve Mekân kaydından âzade harem dairesi…

Habib ile Mahbubun buluşma noktaları…

Yerdekilerin göktekilere karşı Mi’raç mu’cizesi…

Tefevvuk sebebi ve vesilesi…

Çok inceleri eleyen elek…

Sidretül münteha..en son sedir…

Şiddetül münteha..en son azamet…

Dilekçelerin ve arzuhallerin en son baş vurulduğu merci ve makam…

Her şeyin idare edilip yönlendirildiği idari mekanizma…

Sonsuzluk koridorlarının başlangıcı…

Gerçek başlangıcın ve varlığın başladığı,bitiş noktası…

Mâsivanın olmadığı ve bulunmadığı alem…

Merâtib-i Külliye-i Esmâ-iyede bir yükseliş ve varıştır..tâ sidre-i münteha kapısından girip,kâb-ı kavseyne ulaşıncaya kadar…

Alemlerin iltisak ve ittisal nokta ve dairesidir. Âdeta devleti idare eden bakanlıkların,baş-bakanlık dairesi gibidir. Ki onlardan,o dairelerden biri Cennetül Me’vadır.

………

MEHMET ÖZÇELİK




NE KADAR SEVİNMİŞDİM

NE KADAR SEVİNMİŞDİM

Evet,gerçekten çok sevinmiştim. Zira bizim Şükrü’yü namaz kılarken görmüştüm. Bu yaşına kadar namaz kılmamıştı.

Namazsız geçen elli küsur yıl… Kolay değildi. Hem kötü arkadaşlarından ayrılmış,eski kötü adetlerini terk etmiş ve artık namaza başlamıştı. Beni düşündürmüştü bu durum.

Bu sevinçle yanına yaklaştım ve;

-“Maşaallah! şükrü seni tebrik ederim. Artık namaza başlamışsın.”diyerek onu kucaklamaya başladım. sevincimden anne-babama kavuşmuş gibi sevinçliydim. Nerdeyse bırakmak istemiyordum.

Benim bu sevinçli,gülüp sevinerek yaptığım harekete Şükrü de gülerek karşılık verdi. Ancak içinden bir şeyler söyleme isteği,sevincimin devam etmesini istememe gibi bir duygusu vardı. Çok da sürmedi.

Şükrü bana şunları söylemeye başladı:

“Ne namazı,ne namaza başlaması yav!! Günleri şaşırmışım. Ben bu gün Cuma zannetmiş,camiye girmiştim. Sonradan fark ettim. Meğer bu gün Perşembeymiş!..”

Bu cevap karşısında çok şaşırmış ve çok üzülmüştüm.

Meğer şaşkınlar şaşkınlığı kendilerinde değil,günlerde arıyorlarmış.

Allah kimseyi şaşırtmasın!! Âmin…

Ben onun kazançlı çıkmış olmasına sevinirken,o yanlışlıkla kılabilmekten dolayı zararlı çıkacağını düşünmekte.

Kazancını kılmakta değil,kılmamakta hesab etmektedir.

Acaba,kılan kılmakla ne kaybetti,kılmayan kılmamakla ne kazandı?

İkisinin de ömrü geçi ve de sür’atle geçmektedir.

16-3-1997

MEHMET ÖZÇELİK




S A H A B E

S A H A B E

Mevlâna Câmi der:” Ya rasulallah! Ne olaydı,Ashab-ı Kehfin köpeği gibi,senin ashabının arasında cennete girseydim. Onun cennete,benim cehenneme gitmem nasıl reva olur? O, Ashab-ı Kehfin köpeği;ben ise senin ashabını köpeği.”[1]

“Sohbeti nebeviye bir iksirdir.”diyen Bediüzzaman;böylece sahabenin bu iksirden içtiğini de ifade eder.

Elbette insanlık için rasulullahın imtiyazı,farklılığı ne ise,sahabilerin de O’nun yanında olmasından kaynaklanan sebeble imtiyazı da onun gibidir.

Sahabeler,özellikle dört halife,tevrat ve İncil-de olduğu gibi,Fetih suresinin son ayetlerinde tavsif olunmaktadırlar.

Nitekim Hz. Ömer-in İslâmdan önceki hali ile,İslâmdan sonraki halini kıyasladığımızda aradaki fark daha zahir görülür.

Zira onlar çarşıda-pazarda ve her hallerinde kemalât-ı insaniyenin alasında ve zirvesindedirler.

O zamandaki doğrular ve yanlışlar ve buna benzer işler;cennet ve cehennem ve onun arası gibi açık ve zahir idi. Zıtlar ve zıtlıklar o derece birbirinden ayrılmış idi. Fikirler hep ahirette ve onunla meşgul idi.

Îsar hasletine sahib olan sahabeler,nefislerini birbirlerine,her konuda tercih ederlerdi. Fedakarlığın doruğunda idiler.

Diğer insanların onlara yetişememesindeki en önemli sebeblerden birisi de;bir defa;” Sübhane Rabbiyel A’la”demekle,bütün kainatın hep bir ağızdan tesbih edişlerini görmektedirler.

Allah-ı görür gibi ibadet olan İhsan hasletine sahib şahsiyetlerdirler.

Hadis-de:”ashabım yıldızlar gibidirler. Onların hangisine uyarsanız,hidayete erersiniz.”

Evet.Onlar hidayet vesilesidirler. Doğrudan hidayete götürürler.

Onlar düne hemen geçerler. Bizler gibi bir sene bekleme mecburiyetinde kalmazlar. Zamanın mahkumu değil,zamana hakimdirler.

Onlara yetişilmez. Çünki kışta,sınırda nöbet bekleyenle,içerdeki hiçbir olur mu? Onlar saffı evveldir. İslam binasının oluşumunda birinci sırayı almışlardır.

“Bir şeye sebeb olan,onu yapan gibidir.”hakikatınca;İslâmın bu güne kadar gelmesinde onlar en büyük bir vesiledirler.

Onlar müslüman olurken mucize görmeden de iman ediyor,şüphede kalmıyorlardı. sarsılmaz bir imana sahiptiler

Hadiste gelen:”Ahirzaman-da beni görmeyen ve iman getiren,daha ziyade makbuldür.”sözü umumi değil,hususi fazilete dairdir.

Hakim en-Nişâburi sahabeleri 12 tabakaya ayırır=

1)Raşid halifeler ve onlarla beraber ilk iman edenler. Bilhassa “Aşere-i Mübeşşere”den geriye kalan altı sahabi.

2)Dâru’l-Erkam Ashabı. Yani Hz. Ömer-in müslümanlığından önce iman etmiş olup,imanlarını gizleyen ve Erkam b. Ebi’l Erkam-ın hanesinde bir araya gelenler.

3)Habeşistana hicret edenler.

4)Birinci Akabe bey’atında bulunanlar.

5)İkinci Akabe bey’atında bulunanlar.

6)Efendimize (SAM)Kuba’dan Medine-ye teşriflerinden önce gelip iman eden ilk muhacirler.

7)Bedir ashabı.

8)Bedir’le Hudeybiye arasında hicret edenler.

9)Rıdvan bey2tında bulunanlar.

10)Halid bin. Velid ve Amr İbnü-l As gibi,Bey’atü’r-Rıdvan ile Mekke-nin fethi arasında hicret edenler.

11)Fetihden sonra müslüman olanlar.

12)Veda haccında Allah Rasulünü (SAM)görme şerefine ulaşan çocuklar.”[2]

Hz. Ebubekir üstün vasfından dolayı;Tevrat’da da –Sıddık- diye tarif edilmiştir.

Ebu Zür’a er-Râzi:”Allah rasulünün ashabından birisinde noksanlık ve kusur bulmaya çalışan birini gördüğünde,onun zındık olabileceğine şüphe etmemelisin. Çünki rasul ve Kur’an hak olduğu gibi,Kur’an ve Rasulün getirdikleri de haktır. Bunları bize nakleden de sahabe-i Kiramdır. Onları kritiğe tabi tutmak isteyenler,Kitabullah ve Sünneti iptal edebilmek için Sahabe-yi cerh masasına yatırmak istiyor demektir. Gerçekte ise cerh ve kritiğe tabi tutulması gereken kendileridir,zira onlar,zındıktır.”der.[3]

Hadiste:”Her kim,bir peygambere uygunsuz söz söylerse onu öldürün. Her kimde benim ashabım hakkında uygunsuz söz söylerse onu dövün.”[4]

“Dövün”ifadesinin “Boynunu vurun”anlamı olduğu da söylenir.

“Ashabıma sebbetmeyin. Zira;ashabımdan birinin bir ölçek miktarı infakına sizden birinizin Uhud dağının miktarı infakınız muâdil olamaz.”

Sahabeler;Rasulullahın ilk talebeleridirler. Talebelerin kıymeti,aynı zamanda öğretmenlerinin de üstünlüğünden anlaşılır.

Üstün öğretmenin üstün talebeleridirler sahabeler.

Âyet,Hadis ve Tüm İslâmi eserler,hep onların faziletlerinden bahsetmektedirler.

1-4-1997

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Sözler. B.S.Nursi.450.

[2] Marifeti Ulumil Hadis.22,bkn.zaman gaz.19-02-1995.

[3] İbni Hacer.İsabe. 1 / 10,bak.zaman gaz.28-2-1995.

4-Şifa. 2 / 221, Feyzul Kadir. 6 / 146-147,bak.zaman gaz.28-2-1995.




ŞEREF MADALYALARI

ŞEREF MADALYALARI

1) Sahabi olmak : Ne büyük şeref. Bir an olsun sohbet-i Nebevinin iksirinden içmek.. Huzurunda oturup,huzur bulmak. Yolunda toprak olmak,semalara yükselmek. İçeceği su veya testi olup,mübarek dudaklarından ebedin kokusunu işmam etmek. Mübarek yed ve kademlerini bûs ile,rayiha-i tayyibe ile muattar olmak. Önünde zırh,arkasında duvar,yanında sıyanet meleği olmak. Cemalinden Cemalullahın tecellisini seyretmek. Tebessümüyle yanaklarından açan güllerin arısı olmak. Kurbiyeti Rahmana vasıl olmak. Şems ve kamerin etrafında hâlelenmiş birer yıldızı nurani olmak. Hidayet timsali,hidayet güneşinin seyyareleri,sistemleri olmak… Mevlevi-vâri etrafında dönmek… Gece-gündüz aşkıyla yanmak,tutuşmak…Vahyin muhatabı olup,doğrudan doğruya Hitabat-ı Sübhaniyeye mazhar olmak… Hayat suyunu kaynağından içmek… hayatı yaratanın elçisinden;hayatı,insaniyeti,mahiyeti eşyayı,kendini bilip,iltifatına mazhar olmak…Ahlakıyla ahlaklanıp,insanlık alemine sultan olmak…Ashab-ı Kehfin Kıtmiri gibi,kapısında Kıtmir olmak… Onun bahçıvanlık yaptığı bahçenin ağacı olup,onun sulamasıyla sulanmak. O’nun bahçesini sulayan ve O’na şemsiyelik yapan bulut olmak… Yürüyen ayağı,tutan eli,gören gözü,dinleyen kulağı,manalarla meşgul olup,düşünen aklı olmak…

Uzun söze ne hacet:O’nun sohbetiyle sohbetlenip,O’nun şerefiyle şeref-yâb olmak. Ne büyük saadet..ne büyük lezzet…

Evet,en büyük izzet…

2)Tâbiin veya Tebe-i Tabiin olmak : O nübüvvet zincirinin son halkası olmak..Yıkılmaktan ve kopmaktan O’nun himmetiyle kurtulmak… Leyla’yı arayan Mecnun gibi,O mahbubu O’nun mahbublarından sormak,O’nun takibcisi olmak…O zatın yanında olmasak da,yakınında bulunmak…Velayet merdiveniyle o zatla görüşebilmek,kalb ayağıyla huzuruna varıp tefeyyüz etmek… Basiret gözüyle O’nu hakiki makamında seyretmek…

Bunların neticesinde Cenâb-ı Hakkın Hakimane hikmetini hikmetle temaşa edip,anlamak… Kabri kalpten Sani’a pencere açıp zahir ve batın duygularla,evvel-ahir,zahir ve batın olan Cenâb-ı Hakkın marifet denizine bir Ğavvas gibi dalıp inciler çıkararak alemi asğar ve avalimi asğara ilan etmek…

Yani velayet yoluyla hakikatlara nüfuz edebilmek…En kısa ve eslem yol olan hakikat mesleğinde bulunup,marifetullah da uzun mesafeler katedebilmek…Tıpkı Hz. Ali gibi ki;o zat der:”Eğer alem-i ğayb açılsa yakinim –inancım- ziyadeleşmeyecek.” İşte inancın doruk noktası…İşte hasselerin fethi… Onun için alemi misal,dünyanın bir mahallesi gibi,onun için ruhlar alemindeki macera,dünle bugün gibi…

Maddeyi aşıp manaya geçmek…Seradan çıkıp,süreyyaya yükselmek…Esfelden a’laya urûc edebilmek… Kışrı terk edip,özü alabilmek…İnsanın hevâ ve hevesini tahrik eden dünya zevkinden,fâniyattan;ukbâya,bâkiyata geçmek…

Veya diğer büyük bir şeref madalyası olan,Cenâb-ı Hakkın her yüz senede bir gönderdiği Müceddid ve mehdi’nin ordusunun bir neferi olmak..İman ve Kur’an hizmetinde fani olmak…Küfür ve inkarın bel kemiğini kırmak… Dirilmemek üzere öldürmek…Kalkmamak üzere yatırmak…Bir daha uyanmamak üzere uyutmak ve unutturmak

Ezalar gıdan,cefalar meyven olur. Her şeyden önce hizmetin senin gübren olur,tekamülüne ve olgunlaşmana,hakiki insan vasfını takınmana büyük bir amil olur.

Veya gönderilen vasıfla kalmak,İslâmiyet içre…Cehenneme karşı bir siper yapmak…İman cephesine,inanç askerine bir kale yapmak…Çekirdek olarak atıldığımız toprakta ağaç olup meyve veremezsek de,asliyetimiz olan çekirdekliğimizi korumak…

Evet,müslümanlık;iman tohumunun yeşermesi. Ebede uzanıp giden ağacın saadet dalına yapışıp,cennet meyvesini elde etmek…Müslümanlık;Allah’a, O’nun sevgili rasulüne,o ali peygamberin al ve ashabının yoluna revan olup gitmek,o ulvi davaya bütün zerreler ile teslim olmak…Müslümanlık;Emniyet,selamet,sadakat,fazilet ve serapa hak yol…Müslümanlık;ebedi bir sigorta,garanti…Ahlak-ı hasene ve insaniyetin nurani bir simgesi..Müslümanlık;sabır,sabır,sabır…Gayret,gayret,gayret…Cehd,azimet,tefekkür dinidir…Müslümanlık;maddede manayı görmek,kışırda lübbü bulmak,her şeyde bir-i görmek,sanatta sanatkarı,Leyla’da Mevlâ’yı görmektir…

12-8-1993

MEHMET ÖZÇELİK




BİTMEYEN RAHMET

BİTMEYEN RAHMET

Bitmeyen rahmet;kâinatı sarar ve sarmalar…

Bitmeyen rahmet;kâfiri dahi sular…

Bitmeyen rahmet;iner,iner..bazen yağmurla,bazen toprakla,bazen ruhlara esinti veren nesimiyle…

Bitmeyen rahmet;kelâmıyla,diniyle,peygamberleriyle;rahmet rahmet insanların üzerine iner,âdeta onları bağrına basıp kucaklar,bırakmamacasına…

Bitmeyen rahmet;öyle geniş bir kucak ki,oraya her ne girerse onun rengiyle renklenir,şekliyle şekillenir. O kucak şefkatli anne kucağı gibi,onu şefkat bağrına basar,şefkatiyle büyür,şefkatli olur.

Bitmeyen O rahmet; canavar ve ejderhanın kucağında canavarlaşan o yavruyu,o masumu şefkatiyle örter,rahmet kucağında büyütür. Yabani kucakta büyüyen yabanileşir,küheylanın kucağında büyüyen tay da küheylan kesilir. Şefkatli ailenin kucağında büyüyen kedi uysallaşırken,şefkatsiz ayakların altında gezinen kedi yabanileşir. Rahmete mazhariyet nisbetince varlıklar rahim,enis ve munis olurlar.

Hırçının hırçınlığına şefkatle,hikmetle muamele eder. Yüz kere hırçınlık yapsa da yine de kabul eder.. kendisini reddetse de O onu reddetmez,adeta son nefesine kadar yolunu gözler..bir yandan onu gözler,bir yandan ona sözler..bir yanda gözler,bir yanda sözler öz-lerindeki özü özler…

Bitmeyen rahmet;bitmeyen ümitleri,medetleri,ebetleri,saadet ve selametleri ayaklar altına serer…

Bitmeyen rahmet;kainatı bir sofra,güneşi bir lamba,ayı gece lambası,dünyayı ve alemleri süslü kılar…

Bitmeyen rahmet;insanı her şey üzerinde her şeye bir taç kılar,mi’racı ona yol kılar,cenneti ona bir mesken ve oda…

Bitmeyen rahmet;Cemâl ve Kâmalin tecellisini o insana bitmeyen bir deste gül kılar..adeta Cemâl ve Kemâlini ebediyyen koklamaya müsaade eder.

Bitmeyen rahmet;bitmez esma ve sıfatlarının kapısını o insana açar,bitmeyen sıfatlara,bitmez varlıklar kılar…

Temaşa edilen ebedi,temaşa eden ebede…

Bitmeyen rahmet;bitmez rahmetlere kapı açar. Bir kapı,bir kapı,bir kapı,bir birlikler içerisinde rahmetlere açılan binler kapı…

Bitmeyen rahmetin, sonsuz yapıları,onlara takılan rahmet kapıları,adeta gül goncası gibi… derlenmiş,toparlanmış,toplanmış…

Bitmeyen rahmet;bitmeyi,tükenmeyi,yokluğu,azabı,karanlığı,ölüme zıt,onu kabul etmeyen,bitişe giden yolları kapatan sonsuzluk muştusu,müjdeci ve habercisi.. varlığın kendisi.. yokluk onun bendesi…

Bitmeyen rahmet;hikmetiyle bitiren,tüketenlere sırf bitir-mesi,üretmesi,mükemmel neticeler aldırması için müsaade eder.

Bitmeyen rahmet;bitirmez,üretir…

Bitmeyenler,bitmek istemeyenler,bitmez rahmete,bitmeyen,tükenmeyen rahmete dalar,onda fani olurlar.

-Heme ost- değildirler,-Heme Ezost-turlar. Yani her şey o değildir. Ama her şey O’ndan ve O’nun halk ve rahmetindendir.

19-4-1998

MEHMET ÖZÇELİK




S Â F İ Y Y E T

S Â F İ Y Y E T

Saf ve berrak bir anadolu insanı. İyilik ve temizliklerle yoğrulmuş. Kötülükler ve çirkinlikler ona yabancı,oda günah ve kötülüklere yabancı.Onlarla tanışmamış. Tanışma sevdasında da değil. Zira bu durumun,alemini kirleteceğinin farkında. Çünki kirsiz bir hayatta yetişmişti o. öyle de kalmak ve bunu devam ettirmek istiyordu. uyguladığı gibi uygulatma çabası içerisine de giriyordu.

Yetiştiği çevreden artık farklı bir çevredeydi. Ya çevreyi kendisine uyduracaktı. Buda kısa devrede mümkün değildi. Ama vazgeçmeyecek,devam edecekti. Etmekteydi de…

Ya çevreye kendisi uyacaktı ki,buna da frekansları müsaade etmiyordu. Zıt kutuplar birbirine uyuşmuyor,alışmıyordu.

Veya en güzel bir tarz olan kendine uygun bir çevreyi,bir arkadaş topluluğunu bulacaktı. Öyle de yaptı. Artık onlar ve kendisi de onlar gibi düşünüyor,inanıyor ve yaşıyorlardı. Rahatlamıştı,oda her türlü zahmete rağmen ve de fedakarlığının bir neticesi ve mükafatı olarak…

Hayatı cennetten bir köşe gibi idi. Cennet böyle olmasa da,bu cennet gibiydi.

İşte bu Cemil amca;televizyonun büyük bir nimet olduğuna inanıyordu. ancak uygulanışıyla tam bir nıkmet ve insanlığa felaket hazırlayıcısı olarak kullanılıyordu. Bunun farkında idi.

İnsanlar;hiçbir meseleleri yokmuş,televizyon her problemlerini çözüyormuş gibi karşısına geçerek,sihirlenmişcesine onunla yatıp,onunla kalkıyor ve onunla oturumlarını sürdürüyorlardı.

Bundan muzdaripti Cemil amca. Kendisi hiç seyretmemiş,bakmamıştı. Çünki o gerçeklerin sevdalısıydı.

Nasıl olmuşsa ısrarla çağırdıkları akrabasına gitmiş,gözü,açık olan televizyondaki bir oyuncuya takılmış,küçük çocuğu da aynısını taklid ederek kendisine göstermişti. yıkılmıştı…

O gece gördüğü rüya dehşetliydi;

Rüyasında omuzuna dokunan kişiye dönüb baktığında,elinde on dörtlü tabanca ile kendisine sert bakan kişi,alnına dayayıp kurşunları teker teker saymıştı. Kendisi de ölüm durumuyla karşı karşıya iken,bir yandan kelime-i şehadet getiriyor,bir yandan da secdeye kapanıyordu. Artık ölmüştü o..

Ölümle beraber uykudan da uyanmıştı Cemil amca. Fakat bu durum kendisini fazlasıyla uyandırmış ve düşündürmüştü.

O sebebini biliyordu. Çünki başka alternatif yoktu buna..

Cemil amca ölürken şehadet getiriyor ve secdeye kapanıyordu. Ya kelime-i şehadet getiremese ve secdeye kapanamadan ruhunu teslim etseydi?

Bize de çok şeyleri anlatıyordu Cemil amca.. İbret..ders..ibret..

Cemil amcanın safiyetine konan nokta dev gibi oluyor ve kendisini yutuyordu. Çünki onun saflığı,kirliliği kabul etmiyordu.

Bu konuda kendini çok zorluyordu. İçi-dışı birdi. Dışı da içi gibiydi.

Akrabaları sanki yarışa girmişti,onu evlerine davette. Israrla yemeklerini yemesini istiyorlardı.

Yine böyle ısrarlı bir davete icabet etmiş,onları kıramayıp,nur yüzlü arkadaşlarına da bir an evvel kavuşmayı,aklından çıkarmıyordu.

Aaa ,şuna bak!diyen akrabasının sesiyle o tarafa dönen Cemil amca;bu sefer de başka günah sahnesiyle karşılaşmıştı.

Ne olacaktı bu durum? O,günahtan kaçıyor,günah ondan kaçmıyor,ona doğru kaçıyordu. Adeta peşini takib ediyordu.

O sıkıntıyla gece gördüğü rüya,onu bir defa daha sarsmıştı.

Rüya da;sert bir çehre ile yanına yaklaşan kişi;sanki tedavi maksadıyla,ameliyat bıçağına benzer oyucu bir şeyle,gözünü oyuyor,yuvarlağını çıkarıyorlardı. Bu acı hale değil yaşayan birisi,gören bile dayanamazdı.

Böyle bir dehşet hali içerisinde iken,uyandı. İlk işi gözlerine bakmak oldu.

Evet. Çok şükür,gözleri yerindeydi,rahatlamıştı…

İkinci bir uyarıya da böyle muhatab olmuştu Cemil amca…

O şimdi üçüncü bir uyarıdan korkuyordu. Ya başına bir felaket daha açılırsa???

Onun başına açılıyordu. Çünki o temizdi,temiz de gidecekti. Bizim başımıza açılmaması ise,işin vehametinden!.

Zira,küçük cezalar,küçük yerlerde verilir,büyük cezalar büyük yerlerde. Ve büyük yerlerde ve mahkemelerde verilmek üzere tehir edilir.

Sâfiyyet ve hayat da görülen bir demet ibret…

18-6-1997

MEHMET ÖZÇELİK




İSLÂMDA RÖNESANS VE REFORM YOKTUR

İSLÂMDA RÖNESANS VE REFORM YOKTUR

Son din olan İslâmiyet değişmek için değil,değiştirmek,insanları zamana ve hakikata dönüştürmek için gönderilmiştir.

Değişmeye ihtiyacı olmayan İslâmiyet,son ve ilahi kaynaklıdır.

Sürekli bir şekilde değişen,bir nebzede olsa istifade edecekleri,kutsal bildikleri muharref kitaplarına kadar değiştiren batı;içimize atmaya çalıştıkları –Rönesans- ifadesiyle de,İslâmiyeti kendilerine,kendilerini muhafazadan mahrum kitap ve dinlerine benzetmeye çalışmaktadırlar.

Değişmeyi ifade eden Rönesans;sürekli değişmeyi ve dönüşmeyi gerektirir. Bu değişme zaman be zaman devreye girdiği gibi,insanlara göre de farklılık arz eder. Yani;her asırda insanlar sayısınca,her insanı ayrı ayrı memnun edecek kuralların konulmasını gerektirecektir. Bu da fıtrat ve mantığa ve o dinin mükemmelliğine zıt bir durumdur.

İslâmiyet asırları kuşatacak ve kucaklayacak bir yüksekliğe ve mantığa,bir şefkat ve merhamete sahib evrensel,cihanşümul bir dindir.

İslâmiyet ve onun kanunları ezelden geldiğinden elbette ebede gidecektir. İnsanların kanunları ise;insanlar gibi fani olup,zevale ve bitmeye mahkumdur. Her ne kadar,sürekli değiştirilse de…

Nitekim,insanları istibdatla idare etmeye çalışan Rusya ve Çin dahi,neticede birden bire yıkıma maruz ve mahkum olmuştur.

İlahi irade ile insanın iradesi,elbetteki mukayeseye girmez. Onun gibi de;insanın ortaya koyduğu adaleti oluşturacak ve tesis edecek kavramlar ile,ilahi esaslar arasındaki fark,ezel ile ebed arasındaki fark ve mesafe gibidir.

Bunların içerisinde adalet esasına bakacak olursak;Adalet, Allahın âdil isminin bir tecelli ve görüntüsüdür. Onun karşısında Fir’avn ve Nemrut yok olub gittiği gibi, Âdil isminin tecellisi olan Hak ve Adalet karşısında şimdiye kadar hiçbir zalim duramamış,bundan sonrada duramıyacaktır.

Allah adaletinin gereği eşit muamele eder. Yani,zalime zalimliğine yakışır ve müstehak olduğu şekliyle cezalandırırken,mazluma da layık olduğu mükafatını zatına yakışır şekliyle verir.

Adalet mekanizması,gayet hassas bir mekanizmadır. En küçük hata ve ihmali kabul etmez. Her kesin üzerinde olması gerekir ki;adil olsun ve hükmetsin.

Nasıl ki;yetmiş yıl öncesinin fakir,zaif,harbten çıkmış,teknolojisi olmayan dönemin insanları ile,şimdiki zamanın ve zeminin insanlarının farklılığı içerisinde,onları memnun edecek bir adalet sistemi sadece maddi maddelerle değil,manevi ağırlıklı olmalı.

İlâhi adaletin dışında hiçbir adalet sistemi;insanların aklına,ruhuna,vicdan ve kalbine köklü bir şekilde,kök salarak nüfuz edemez. Nüfuz edemeyince de,tesirini icra edemez. Neticede adaletteki müessiriyet ortadan kalkar,yerini zulüm ve anarşi alır. Kanunlar caydırıcı olduğu nisbette müessiriyetini icra ederler.

Allahın sürekli bir şekilde kontrolü altında olup,ona iman ve itaat eden bir fert,bir aile ve bir toplum;sürekli bir şekilde kendilerinin,bir kontrol mekanizması altında olduğuna inanır ve ona göre davranarak;sevimli,istekli ve ibadeti netice verecek bir mecburiyet hisseder.

Böyle bir kanunun teşekkülünde de en büyük rol;siyasiler kadar,belki onlardan daha fazla olarak ulemaya düşer. Prof.A.Akgündüz bir tesbitinde:” Osmanlı kanunnamelerinin kanuni devrinde zirveye ve kemale yükseldiği ve II. Selim devrinden itibaren ise,inişe geçtiğidir. Bunda başta Padişahların ve devlet adamlarının rollerinin olması yanında,Kanunnamelerin asıl mimarı olan alimlerin ve nişancıların da büyük rolü vardır.”[1]

Hadiste:” Hakimler hüküm saatinde bıçaksız boğazlananların azabını çekerler.”buyurulur.

10-9-1996 MEHMET ÖZÇELİK

[1] Yeni Asya gazt.9-4-1994.




Ö L Ü D E N Ç I K A N D İ R İ

Ö L Ü D E N Ç I K A N D İ R İ

Doğan abi! İşte şu karşıdan gelen adam var ya,benim âmirim komser Yüksel Beydir. Beni içkiye başlatıp,,her gün evde huzursuzluk çıkararak,hanımımı dövmeme sebeb olan kişi.

Polis Mahmut la Doğan bey komşulardı. Karşı karşıya oturmaktaydılar aynı apartmanda. Sürekli kavga sesleri gelir,hanımının ağlamaları duyulurdu. Bu durumda annesi Doğan beye hemen yetişmesini,kızcağızı kurtarmasını söylerdi İşte polis Mahmutla bu ortamda tanışmışlardı. Birkaç Risale-i Nur sohbetleriyle Polis Mahmudun hayatı değişmiş,artık evlerinden bağırtı ve kavgalar gelmiyor,hanımının yüzü gülüyordu.

Polis Mahmut ise kucağına düştüğü Komseri Yükselin,her akşam kendisini içkiye zorla alıştırdığını söylüyor,tarikatlı olduğunu,yapamayacağını söylediği halde,sicilini bozacağı tehdidiyle yıllardır içki sofrasına Mahmudu da alıştıran Yüksel Bey,bu sefer Mahmud Beyin arkasından onunda tayini aynı yere yani Kırşehire çıkmıştı.

Şimdi ise kendi hidayetine sebeb olup,namaza başlamasına vesile olan Doğan Beyle karşılaşmıştı.

Tevafuk ya..kurtuldum dediği komiseri bu sefer kendisin bulunduğu yere gelmiş,yine kendisine musallat olmasından,eski hallerine dönmekten korkuyordu.

Ama komiserden öcünü almalıydı,oda en güzel bir şekilde…

Komiser Yüksel rahatsız görünüyordu. Rahatsız mı olduğu sorulduğunda da;Evet,ah,of,bir avuç dolusu hap kullandığım halde bir faydasını görmüyorum. Sürekli mide ağrısı devam ediyor. İçki midesini mahvetmişti

Doğan bey ise,kendilerinde ilaç bulunduğunu,görüşmek istediğini söylediğinde Komiser Yüksel bey çekilmez bu ağrılardan şifa bulmak amacıyla görüşmeyi kabul etmişti.

Komiser Yüksel bey hayatının dönüm noktasını oluşturan,âdeta yeniden doğmasına sebeb olan bir süprizle karşılaşmıştı.

Kendisine Bediüzzamanın Lem’alar adlı kitabın 25. lem’asından 1.Deva,2.Deva,3.Deva ve 4.Deva derken birden bire yıllardır devam eden mide rahatsızlığı bıçakla kesilir gibi gitmiş,yerini rahatlığa bırakmıştı.

Artık komiser eski ilaçları bırakmış,vermek istemeyip aldığı bu devaları evde kendisi kullanır olmuştu. Sürekli 25.devayı okuyordu.

Ve nihayet Yüksel komiserde Polis Mahmut gibi değişmiş,oda namaza başlamıştı.

İçkinin her nevini deneyen ve kendisini bitirdiğinin ancak şimdi farkına varan Yüksel Komiser,başkalarınında geç kalmadan kendisi gibi kurtulmasını istiyordu. Eski menfi tavrı,şimdi müsbette devam ediyordu.

Bu amaçla polislere namaz kılmalarını söylüyor,onları içkiye değil,namaza ve güzel ahlaka alıştırıyordu.

Komiser beyi boş bırakmayan Doğan bey,sohbetten sohbete koşuyor,yanına ziyaret için gittiğinde de Doğan beyin sözünün geçeceğini bilerek ona ricada bulunan bazı polisler;Komserlerinin kendilerine namaz kılma konusunda ısrarda bulunmaması için, söylemesini istiyorlardı.

Durum komiser beye iletildiğinde ise,kükreyen komiser,nicelerini kötülüğe başlatırken,şimdide telafi için iyiliğe davette ısrarlı davranıyordu.

Bununlada kalmayan Yüksel bey kısa zamanda Kur’an-ı öğreniyor,anne-babasının kabrinde okuyor ve polislerinde öğrenmelerine yardımcı oluyor,şimdiye kadar kılmadığı namazlarını hızla kaza ediyordu.

Harcanan yılları hızla telafi ediyordu.

Kur’an hakikatları sayesinde sadece polis Mahmut ve Komiser Yüksel kurtulmuyor,çocuklarının hayatıda kurtulmuş oluyordu

O Allah ki ölüden diri çıkarandır.

MEHMET ÖZÇELİK




ÖLÇÜSÜZ SÖZLER

ÖLÇÜSÜZ SÖZLER

Piyasada silik sözler çokça dolaşmaktadır. Buda sülüklerin sülüklü sözlerinin toplumda alıcı bulmasından kaynaklanmaktadır.

Evvelden geçmeyen silik paraların şimdilere müşteri bulup geçerli olması,geçerli olan ve kıymetli bilinen gerçek paralara olan kıymet ve rağbeti de düşürdü. Hakikat da düşen kıymetlinin kıymeti olmayıp bil’akis insanların bilmedikleri kıymet şinaslık ve düşürdükleri kıymetleri…

İşte silik sözlerden bir kaçı;

-Gerici;kimin kime,niçin ve neden söylediği belli olmayan bu söz,saadet asrından önceki cehalet asrının ve o asrın insanlarının vasfı olan bir sözdür.

-İlerici;Her haltı yapmanın diğer adı. Şeytaniyet de ileri olan. Sefâhet de bir numara.

-Dinci;Dini yaşamanın suç telakki edilerek,az bir dini yaşamanın bile azaldığı dönemlerin,bu insanların geçmiş dönemin büyük inanlarıyla muvazi tutmanın eksik ifadesi.

-Aşırı dinci;Diğer adıyla fundamentalist. Böyle bir asırda ve böyle bir zamanda,maddenin her zeminde hükümranlığını ilan etmesine karşı dinin aşırı yaşanmasını iddia derecesinde ifade etmek sadece delilsiz bir müddeadan ibarettir. Veya kendi nefsini temize çıkarmak amacıyla nefsin bir desise ve aldatmacasından ibarettir.

Onun gibi olmuyorum veya olamıyorum. O halde kendimi ölçü kabul edip,onu aşırı diye ilan etmek. Canım o kadara da ne gerek var ki,benim gibi olsun yeter! Böylece kıstasları çoğaltmak,çokça olabilecek aşırı dinciliği de azaltmak. Neticede hepsi de haklı. Ya ben? Sen de haklısın… Haksız kim? Doğru,sen de haklısın!

Birileri,bir yerlere oturmuş,-tavuğun her gün samanlıkta yumurtlaması gibi- sürekli yumurtlamaktadır.

Hayat öyle sürat peyda etmiş ki;evvelden ay ve yılda değişen Gündem,artık –Gündem-lik vasfını kazanmış,gün de bir değişmekte ve gündemi de aşıb, -saat başı- değişime doğru yol almaktadır.

Kalbten mahrum olup,aklın ön plana çıktığı batı ve felsefesi izm-lerle devletleri meşgul etmekte,bölerek yutma yoluna gitmektedir.

Batı bugün mertçe,bileğinin gücüyle dövüşü bırakmış,siyasetin haince oyununu seçmiştir.

Silah çıktı çıkalı kimin mert olduğu bilinmez oldu. Oyununu yapan,planını kuran kazanmakta;batı ise yıllardır buna alışık ve aşina. Biz ona,o bize yabancı ve yabaniyiz.

Yine de mertlik mertte kalsın…

Sahte paraya,sahte söze dikkat edelim…

Hüseyin Atay:”Felsefe bilmeyen birinin Kur’an ve İslâmla alakası yoktur.”derken,ifrat hareketini göstermiştir.[1]

Canım,yani adamın branşı o,söylemesin de dükkanını mı kapatsın yani? Zaten yeteri kadar müşterisi yok. Buda reklamı olsun.

-Celal Bayar:”Biz bu sefer,irtica meselesini mihraptan halledeceğiz.[2]

Herkes dükkanında olanı satar. Mevla vermezse,kim ne yapsın? Öbürüde çıkar,caminin duvarına bevleder. Mihraba gidememenin ızdırabı,mihrabı kapatmakta aranmaktadır.

Şair ne güzel söylemiş;

Ne harabiyim,ne harâbâti,

Kökü mazide âtiyim.

Köklü olan ecdad köklü temeller atmış. Köksüzlük ise kök söktürmede!!!

9-5-1995

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Bak.Zafer derg.Ekim.1995.

[2] Agd.Ekim.1995.