CENNETTE NEFSİN İSTEDİKLERİ VARDIR

CENNETTE NEFSİN İSTEDİKLERİ VARDIR
Nefs kelimesi Kur’an-ı Kerimde muhtelif şekillerde geçer.Bunlar;
Nefs (nefse-nefsun-nefsin)olarak 61 kere,Nefsen;14 kere, Nefseke, nefsike, nefsuke;10 kere,Nefsehu-nefsihi-nefsehu;40 kere,Nefsehâ-nefsihâ;2 kere,Nefsî;13 kere,Nufus;1,nufusiküm,1,enfusu-enfuse-enfusi;6 kere, Enfuseküm-enfusukum-enfusiküm;49 kere,Enfusena-enfusina;3 kere, Enfusuhum-enfusehüm-enfusihim-91 kere,Enfusihinne,4 kere,
Böylece farklı şekillerde toplam;297 kere geçmektedir.
Vücudumuzu bir saray gibi düşünürsek;ruh efendi,akıl vezir,kalb sarayın sürekliliğini sağlayan güç-enerji-motor gücü,nefis ise sarayın ihtiyaçları,gelir giderleri…
Veya bir gemi ise;ruh kaptan,akıl dümen,kalb motor,nefis geminin genel ihtiyaçları.
İnsanı hareket ettiren,temelini oluşturan dört esastır;Ruh-akıl-kalb ve nefistir.
Bunların dördü bir arada bir bütündür..biri birisiz düşünülemez.
-Nefis;bir yandan nefis,diğer yandan ne Pis…
Nefis;nefes alan herkes..Ben-sen-o,biz-siz-onlar…
Nefis,hayat sahibi,benlik sahibi.Vahid-i kıyasi..ölçü birimi..Allahı tanıma alet ve ölçüsü.
“Men arefe nefsehu,fegad arefe rabbehu”’Nefsini bilen Rabbisini de bilir.”
Rabbi bilme yollarının en keskini…
Cüce dev..dev cüce..kainatı içerisinde barındıran nokta..noktadaki kainat.
-İmtihan,mücadele ve de yarış…
-İnsan nefesle nefes almakta,insanın nefes borusudur nefes.
Nefis;bütün varlıkların odak noktası..bütün varlıklar ona teveccüh etmekte,o ise Allah’a teveccüh edip bakmakta ve yönelmektedir.
“Ya eyyetühen nefsul mutmainne,irciî ilâ Rabbiki râdiyeten merdiyyeh.”
‘Ey Rabbisiyle mutmainne olmuş yani tatmin bulmuş olan nefis,razı olmuş ve olunmuş olarak Rabbine dön…”
İnsanın sınırsız hayra ve şerre bakan cihet ve duygusu..Rahmani ve hayvani cihet sahibi.Terakki ve tedennisinde sınır konulmamış..yükselebilir yükselebildiği kadar,alçalabilir alçalabildiği kadar.
Kamil insan olmanın sırrı nefiste saklıdır.
-Mevlana ruhu deveciye,nefsi de deveye benzetmektedir.
Nefsin öldürülmesi,ruhun yola yayan gitmesi,hatta ve hatta gitmemesi demektir.
Ruh varlığını diğer üçünün varlığı ve beraberliğiyle bir bütün olarak sürdürür.Dördünün birliğiyle vücut ayakta durur,vücut olur..vücut olarak kalır..yoksa dağılmaya ve yıkılmaya mahkumdur.
“Onlar için altın kadeh ve tepsiler dolaştırılır, canlarının istediği ve gözlerinin hoşlandığı her şey oradadır. Siz orada ebedi kalacaksınız.”
Bu yazıyı yazmama sebeb olan bu ayetteki nefsin memnun edileceği yani nefislerin hoşlandığı her şeyin cennette bulunduğu vaadidir.
Cennette nefis için nefis şeyler bulunmaktadır.
Böylece cennetin hareketi ve de bereketi nefis iledir.
Nefis cennetin zahiri güzelliğinin hareket noktasını oluşturmaktadır.
Mefhumu muhalifiyle;dünyadan ve de cennetten nefsi ve de nefsin istediklerini çıkardığımız zaman,geriye bir şey kalmayacak yani maddenin süsü,ilahi nakşın onlar üzerindeki tezahürü olmayacaktır.
Dünyaya da,cennete de hareket veren güç nefistir.En yüce güç olmamakla beraber,en büyük tezahürün bir ucudur.
İnsanı melekten farklı kılan,onun nefsi cihetidir.
Cinlerden insanı farklı kılan onun maddi yani nefsen madde ve bedene bakan yönüdür.
Allahın bir çok isimleri nefsin devreye girmesiyle açığa çıkmaktadır.
Dinin oluşmasında,helal ve haramların Allah tarafından belirlenmesinde,böylece Allahın Ğaffar,Tevvab,Cebbar vs.gibi isimlerin tezahür etmesine,kitapların özellikle Kur’an-ı Kerimin inmesine sebeb;nefsin varlığı,onun dizginlenmesi,nefsin bozduklarının düzeltilmesi ve düzenlenmesidir.
-Nefis iki tarafı keskin bir kılıç gibi,sahibini de kesebilir,onun için her şeyi de kesebilir.
-Bu dünyada Allah için nefsini feda eden,adeta islam toprağına atıp, islamın suyuyla sulayan insan için,böyle büyük nefis şeyler bulunmaktadır.
-Nefsin iki yönü vardır;Biri Allaha bakan,diğeri ise şeytana bakan yönüdür.
-“Orada nefislerinizin arzuladığı her şey sizindir ve istediğiniz her şey de sizindir.”

-“… Onlar nefislerinin arzuladığı (sayısız nimet) içinde ebedi kalıcıdırlar.”
-“Her nefis, kazandıklarına karşılık bir rehinedir. Ancak Ashab-ı Yemin (sağ ehli) hariç. Onlar cennetlerdedirler…”
-Nefis sahibi kişiler, dünyadaki zevkinden fedakarlık ve ferağat edenler için,her şey vardır.Haramdan kaçıp,helal ile iktifa etmesi halinde büyük ödüller onları beklemektedir.
“Nefs-i emmare, elbette günahları, kötülükleri emreder”
Bu ifade Peygamber olan Hz.Yusufun ifadesidir.Nefsin tehlikesinden Allaha sığınmış,adeta onu Allaha şikayet etmiştir.
Nefis kazanmanın da,kaybetmenin de risk tarafıdır..risk almadır.
Şeytan ise hakkı ve yetkisi olmadan,nefsin dizginini tamamen serbest bırakıp,geçici olarak hoşuna gidecek şeyleri meşru gösterdiğinden,önceden şeytan olmasına sebeb olan insandan böylece öcünü almaya çalışmaktadır.
Hz. Âişe validemiz, (İnsan Rabbini ne zaman tanır?) diye sual edince, Peygamber efendimiz, (Nefsini tanıdığı zaman) buyurdu.. (Edeb-üd-dünya)
“Cenab-ı Haktan korkup, nefsini kötü arzulardan uzaklaştıranların varacakları yer, muhakkak Cennettir.”
“Nefsini tezkiye eden kurtuldu.”
-Bir adam Resulullah aleyhissalatu vesselam’a: “Cennette at var mı?” diye sordu. Aleyhissalatu vesselam da:
“Allah Teala Hazretleri seni cennete koyduğu takdirde, kızıl yakuttan bir at üzerinde orada dolaşmak isteyecek olsan, o seni istediğin her yere uçuracaktır.” buyurdular. Bunun üzerine diğer biri de:
“Cennette deve var mı?” diye sordu. Ama buna Aleyhissalatu vesselam öncekine söylediği gibi söylemedi. Şöyle buyurdular:
“Eğer Allah seni cennete koyarsa, orada canının her çektiği, gözünün her hoşlandığı şey bulunacaktır.”
“Cennette gözlerin görmediği,kulakların işitmediği ve insan kalbine doğmayan her şey vardır.
Allah nasib etsin…
MEHMET ÖZÇELİK
10-07-2009




SAYIN MİLLİ EĞİTİM BAKANI NİMET ÇUBUKÇU’YA ARZOLUR

SAYIN MİLLİ EĞİTİM BAKANI NİMET ÇUBUKÇU’YA ARZOLUR
Milli Eğitim Bakanı Sayın Nimet Çubukçu-ya açık mektub:
1-Öğretmen kalitesini yükseltici,öğretmen üzerine yatırım yapılmalı.
Her ay ona eğitim broşür-kitap ve araştırmalarla desteklenmesi sağlanmalı,bakanlıkça ücretsiz olarak okuması sağlanmalıdır.
2-Öğretmenlerin akademik çalışma yapmalarının önü açılmalı.
Uzmanlık gibi baştan savma bir uygulama ile değil,bizzat araştırma görevlisi olup,direkmen her müracaat edene akademik çalışma yapması sağlanmalı, konular bakanlıkça,kişi ve üniversitenin ortak seçimi sonucu belirlenmelidir.
3-Eğitim tam gün olmalı.Öğretmen tam gün okulda istihdam edilmelidir.
Öğretmenlerin maaşlarına yüzde elli artış yapılarak,başka işlerde çalışmaları engellenerek,okulda,milli eğitimin gözetiminde araştırma ve çalışma yapması sağlanmalıdır.
4-Okullarda branş odaları oluşturulmalı.
Öğretmenlerin bire bir öğrencilerle iletişim kurması,çalışmalarını odalarında sürdürüp,branş öğretmenlerinin birikimlerini ortak plan çerçevesinde sürdürebilmeleri için her bir branş için bir oda tahsis edilmeli,öğretmene bir kimlik kazandırılmalıdır.
Beden eğitimi için ayrılan yerlere yeni bir okul bile yapılabilir.Beden eğitimi için yer tahsis edilse de,bir okulda bulunan 50-100 kişilik öğretmenlerin gelişiminin önünün açılması daha öncelikli olmalıdır.
5-Müfettişler araştırmalarıyla sürekli öğretmenleri desteklemelidirler.
Müfettişlik ceza müessesesi olmaktan çıkarılmalı,araştırma müessesesi haline dönüştürülmelidir.Her ay hazırladıkları hazırlık ve dökümanları,hangi branş veya sınıf üzerine ise o konudaki öğretmenlere gönderilmeli,öğretmenler sürekli hazırlanacak cd-lerle desteklenmelidirler.
6-Uzun süre kalan müdürlerin performansını arttırıcı kalite kontrole gidilmelidir.Sürekli yeniliklere ve yenileşmelere açık hale getirici çalışmalar yaptırılmalıdır.
7-Her yıl okulların idare ve öğretmenlerinden,eğitimin kalitesini arttırıcı öneriler bakanlığa sunulmalı ve uygulanmalıdır.
8-Öğretmen çocuklarının baba mesleğini sevmesi için çocukları teşvik edilmelidir.
Yüzdeliğe vurulacağı zaman,öğretmenlerin acaba kaçta kaçının çocuğu baba mesleği olan öğretmenliği tercih etmektedirler?
Hiç denilecek kadar olacağını göreceksiniz.
Mesela bu çocuklara,hiç olmazsa çocuklarından birine imtihansız bursu verilsin,öss imtihanında ek puan verilsin.
9-Öğrencilerin ahlaksızlık,başı boşluklarına çözüm için ya disiplin kurulu aktif ve yaptırımcı olarak çalıştırılsın veya öğrenci ve aileleriyle şartname yapılarak gerçek okuyacak çocukların okumalarına engel olan,sınıfı sabote eden bu çocuklar açık öğretim ve dışarıdan imtihanlara girerek mesleklere yönlendirilmeli sağlanmalıdır.
10-Tüm öğretmenlere bir yıl boyunca belli bir ders ücreti ödensin.
Ders ücreti alamayan öğretmenlerin bundan yararlanması için belli bir ücret tahsis edilmelidir.
Yaz döneminde sınırlı da olsa bütün öğretmenlere belli bir ders ücreti ödenmelidir.
11-Eğitimin 5 yıldan sonraki mecburiyeti kaldırılıp,açık öğrtim ve meslek okullarına yönlendirilme yapılmalıdır.
Düz liseler aspirin gibi bir yandan her derda deva olarak kullanılırken,bir yandan da hiç bir derde şifa olmamaktadır.
12-Sağlık Bakanlığında görülen gelişim ve açılımlar gibi,Milli Eğitim Bakanlığında da Özelleştirilmelerin gerçekleşmesi,rekabetin arttırılarak eğitim kalitesinin arttırılmasına gitmesi teşvik edilmelidir.
Tüm milletin eğitime katılımı sağlanmalıdır.Bu da özel okulların açılması ile mümkündür.
Devlet öğrenci için ayırdığı parayı,öğrencinin tercihi sonucu özel okullara aktarılmalıdır.
Bir yandan da emekli olan öğretmenler için bir istihdam alanı oluşturulmuş olmaktadır.

MEHMET ÖZÇELİK
TEKEL 75.YIL YİBO/ADIYAMAN
0505 572 09 15
mozcelik02@hotmail.com
www.tesbitler.com
www.mehmetözçelik.com




NAZAR HAKTIR

NAZAR HAKTIR

Âyette:” O inkar edenler zikri (Kur’an’ı) duyduklarında neredeyse gözleriyle seni devireceklerdi. (Hala senin hakkında): “O bir delidir” diyorlar.
Oysa o (Kur’an) ancak alemler için bir öğüttür.”

“51. Gerçekte o inkârcılar, Allah’ın nimetlerine nankörlük ederek âyetlerine yalan deyip seni yalancı çıkarmaya kalkışan ve durumları ve huyları anlatılan Mekke kâfirleri, o zikri, Allah tarafından öğüt olarak okuduğun Kur’ân’ı işittikleri vakit, az daha seni gözleri ile kaydıracaklardı. Onun yüksekliğini öyle hissetmişlerdi ki kıskançlıklarından az daha nazar değdirecekler, aç ve kem gözlerinin kötülükleriyle ellerinden gelse seni yok edeceklerdi. Demek ki öfkenin bedende bir hükmü ve tesiri olduğu gib i, gözlerin de karşılarındakine bakışlarına göre, iyi veya kötü bir hükmü vardır. Kimi elektrik gibi dokunur, çarpar, mıknatıslar, manyatize eder; kimi tutkun olur, kimi de aldığı etkiyle kıskançlığından bir öfkeye düşer, türlü türlü suikastlara, tuzaklar a kalkışır ki maddî veya manevî bunun hangisi olursa olsun hedefine ulaştığında göz isabet etmesi, göz değmesi veya nazar denilen şey olur. Bunun hakkında uzun uzadıya sözler söylenmiş, inkâr edenler ve böyle bir şeyin olduğunu kabul edenler olmuş ise de b iz detayına gerek duymayarak bu kadarla yetiniyoruz. Nasıllığı ne şekilde olursa olsun gözdeğmesi vardır. Allah korusun, göze batmak tehlikeli bir şeydir. Allah koruyacağı kulları için gözdeğmesine karşı bir siper yapar. İnanmıyanlar bu sûre ile veya bundan evvel Kur’ân’ı ilk işittikleri zaman onun nazmı ve mânâsıyle edebî güzelliğinin yüksekliğini ve peygamberin ona nâil olmasını son derece kıskanmış ve hemen hemen yiyecek gibi bütün bakışlarını ona dikmiş, onu kaydırmak istemişler, bu onların o derece di k kat nazarlarını çekmişti. Öyle iken bir de durmuşlar, o herhalde bir deli diyorlar, şaşkınlıklarından kendi kendileriyle çelişkiye düşüyorlar. Böylece gözlerinin zehirini kendilerine döküyorlar.
52. Oysa o Kur’ân sade onlara ait değil, bir zikir, bir öğüttür bütün âlemler için, bilinç ve algısı olan bütün akıllılar âlemleri için. Yalnız temiz akıllı olmayanlardır ki ondan yararlanacak yerde aleyhinde bulunarak kendilerine zarar vermiş olurlar. Nihayet bir inilti içinde inler inler giderler.
İşte ile başlayan Kalem sûresi, ‘in sonunda yine bir “nûn” ile sona ermiş bulunuyor. Âlemlerin Rabbi olan yüce Allah yazan, okuyan ve dinleyenleri zikretmeye ve düşünmeye muvaffak kılsın.”

Âyetin nüzulü sebebi olarak;
“Kelbî der ki: Kâfirler Hz. Peygamber (sa)’e göz değdirmeye çalıştılar. On-lardan bir adam vardı ki iki veya üç gün bir şey yemez, sonra abasının bir köşe¬sini kaldırır, yoldan geçen develere, davara bakar. Bir deve hakkında: “Bu güne kadar bundan daha güzel bir deve görmedim”; bir koyun hakkında: “Bugüne kadar bundan güzel koyun görmedim.” der ve o hayvan çok gitmeden yere dü¬şer ölürmüş.” İşte kâfirler bu adamın Hz. Peygamber (sa)’e nazar etmesini iste-mişler, o da bu isteğe muvafakat etmiş. Ancak Allah Tealâ, Rasûlü’nü o adamın göz değmesinden koruyup kendisine bu âyet-i kerimeyi indirmiş.”

“1. Göz Değmesinden Dolayı Abdest Almak

1. Sehl b. Huneyfin torunu Muhammed b. Ebû Ümame’den: Babamın şöyle dediğini duydum:
«— Babam, Sehl b. Huney, Harrar’da gusül yaptı. Üzerindeki ciibbesini çıkarmıştı. Amir b. Rebîa da bakıyordu. Sehl, cildi güzel, beyaz bir adamdı.»
Ebû Ümame devamla diyor ki, Âmir b. Rebia ona:
«— Bakirelerin cildi bile bugün gördüğüm gibi değildir.» de¬yince Sehl olduğu yere yıkıldı, elem ve acıları şiddetlendi. Resûlul-lah(s.a.v.)’e:
«— Sehl rahatsızlandı, seninle gidemiyecek.» dediler. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) Sehl’in yanma gidince ona Âmirin ken¬dine bakışını ve dediklerini anlattı.» Resûlullah (s.a.v.) de (Âmire hitaben):
«— Sizden biri kardeşini neden öldürüyor? Allah mübarek kıl¬sın demeliydin! Göz değmesi vakidir; onun için (Sehl için) abdest al.» dedi. Amir de onun (iyileşmesi) için abdest alınca Sehl Resû¬lullah (s.a.v.) ile beraber gitti, hiçbir şikayeti kalmadı, rahatladı.

2. Sehl b. Huneyf in oğlu Ebû Ümame’den: Âmir b. Rebia, Sehl b. Huneyf i gusül yaparken gördü ve:
«— Hiç güneş görmeyen ciltler bile bugünki gördüğüm gibi de¬ğildir, demesiyle Sehl yıkıldı. Resûlullah (s.a.v.)’e gelerek:
«— Ya Resûlullah, Sehl b. Huneyf hakkında yapacak bir şeyin var mı? Vallahi başını kaldıramıyor.» dediler.
Resûlullah (s.a.v.):
«— (Ona nazar eden) birini itham ediyor musunuz?» diye sor¬duğunda:
«— Amir b. Rehia’yı itham ediyoruz.» dediler. Resûlullah (s.a.v.) Amir’i çağırarak kızdı ve:
«— Sizden biri kardeşini neden (gözle) Öldürüyor? Ona bere¬ketle dua etseydin ya! Şimdi onun için yıkan.» dedi. Amir de yüzü¬nü, ellerini, dirsek ve dizlerini, ayak topuklarını ve böğürlerini bir kab içersinde yıkıldı. Sonra (O su) Sehl’in üzerine döküldü. Sehl de iyileşerek oradakilerle beraber gitti, hiç bir şikâyeti kalmadı.
2. Göz Değene Okumak

3. Humeyd b. Kays’dan: Cafer b. Ebi Talib’in iki oğlu Resûlul-lah’m (s.a.v.) huzuruna getirildiğinde onların bakıcılarına (dadı¬larına):
«— Bunları zayıf görüyorum, neden?» diye sordu. O da:
«— Ya Resûlullah, onlara göz değiyor. Uygun görüp görmüye-ceğini bilmediğimiz için onları okutmadık.» deyince Resûlullah (s.a.v.):
«— Onları okutunuz, çünkü eğer kaderin önüne birşey geçecek olsaydı bu, nazar olurdu.» buyurdu.

4. Urve b. Zübeyr (r.a.) den: Resûlullah (s.a.v.) hanımı Ümmü Seleme’nin evine girdi. Orada bir çocuk ağlıyordu. Ona göz değdiğini söylediklerinde Resûîullah (s.a.v.):
«— Ona göz değmesinden (korunmak) için okutsaydı-nız.» buyurdu.

-“Nazar haktır,dağı yerinden oynatır.”

Efendimiz bir hadisde:”En-nazaru yudhilul cemele el-kıdre ver-reculel kabre”Yani;
Nazar deveyi kazana ve insanı mezara sokar.”buyururlar.
Bu konuda Bediüzaman:” Benim katî kanaatim geldi ki, nazar, beni şiddetle müteessir ve hasta eder. Çok defa tecrübe ettim. Ben ruh u canla size her vaziyette arkadaş olmak istiyorum, fakat meşhur kaide ile nazar beni vurur. Çünkü bana bakan, ya şiddetli adâvetle veya takdirle nazar eder. Bu iki nazar dahi, bazı insanların, bir hâsiyet-i isabet sırrıyla bakmasında bulunur. Bunun için mümkün olsa, mecbur etmezlerse sizinle beraber mahkemeye her vakit gelmemek niyet ettim.”

“İslam Yaşar’ın Bediüzzaman beşlemesinin ilkinde, Üstad Bediüzzaman rahatsızlanıyor, bir ağacın dibine oturuyorlar, sonra bir talebesi Yasin okuyor, Üstad’ın burnundan kan akıyor, sonra düzeliyor, rahatsızlığı geçiyor, talebe de sonra ekliyor: “Üstadım sizde nazar var, Yasin okurken adeta esnemekten çatlayacaktım.” diyor. Ben oradan bir bağlantı olabilir diye düşündüydüm. Cidden rahatsızlık verici, tam ibadet edecekken mani oluyor. Hayırlı işlerin çok muzır manileri olur diye boşuna denmemiş.”

Bilimsel olarak nazar;
“Negatif enerjidir. Nazarı iki türlü incelemek gerekir:
Birincisi: İnsanın kendi kendine veya çocuğu gibi çok yakınına hiç bir kötü amaç taşımadan ürettiği negatif enerji şeklidir. Beyinde sürekli kodlanan bir kelime mevcuttur: Maşallah. Bu kelime söylendiği anda nazar değmeyeceğine beyin şartlandırılırsa veya başka bir deyimle kodlanırsa, beyin bu kelime söylendiğinde negatif enerji üretimini yapmamaktadır. Ama o Maşallah kelimesi söylenmediği anda negatif enerji üretmeye başlıyor.
İkincisi: İnsanın bir başkasına nazar etmesi. Beyin kıskançlık duygusu ile hareket ettiğinde yine negatif enerji üretimine yol açar. Bazı insanlarda bu türde kıskançlık duygusu çok yüksek olduğundan o insanların nazarı daha çok değer. Daha doğrusu yaydıkları negatif enerji çok yoğun olur. Bir hayli maddi veya manevi zarar verebilirler. İnsan beyni negatif veya pozitif enerjiyi sadece % 50 kadar üretir.”

Yani göz menfi ışın salgılayarak karşısındakinde olumsuz etki bırakmaktadır.
Birinin size sert,ters,kin ve nefretle bakması halinde sizde oluşacak olumsuzluklar ile,size müsbet ve güler yüzle bakışının oluşturacağı rahatlık gayet bariz olarak görülmektedir.

İnsan büyük bir enerji gücü depolamaktadır.Yönlendirdiği yöne göre etki oluşturur.

Mesela;” Parapsikoloji dilinde “Psikokinezi” denilen nazar, yani göz değmesi bir çeşit büyülemedir. Baktığımız kişilerden veya eşyalardan çok defa gözlerimizi alamadığımız olur. Gözler ruhi fonksiyonları ve beyin gücünü en rahat ve en tesirli şekilde kullanabildiğimiz organlarımızdır. Bilim adamlarının da tespit ettikleri gibi, göz yoluyla bir çeşit hipnoz olayı gerçekleşmektedir. Yılan, fareyi, kuşu veya diğer avlarını böyle yakalar. Gözlerinden gönderdiği zehirli şualar yoluyla avının beyin fonksiyonlarını bozmakta ve talihsiz av, bir anlık göz göze gelmenin bedelini hayatiyle ödemektedir.”

Her şey maddeden ibaret değildir.
“Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir.Göz ise maneviyatta kördür,görmez.”
Mesela cep telefonunun yaydığı ışınların kansere neden olduğu söylenmektedir.Oysa bu maddi değildir.
Rusyada patlayan Çernobilin etkisi sadece şimdi değil,gelecekte de etkisini gösterecektir.

Kötü bakış,kötü niyet,kötü zan,kötü söz hatta kötü hayaller alemde etkisini göstermektedir.

Başta verdiğimiz kalem suresinin 51-52.âyetlerini okuyarak ondan korunmalıdır.
Ayrıca Fatiha,üç ihlas, yedi Âyet-el Kürsi,Felak ve Nas sureleri ile de korunulabilir.

“Her kim izzet istiyorsa, bilsin ki, izzet tamamıyla Allah’ındır. O’na hoş kelimeler yükselir, onu da salih amel yükseltir. Kötülükler kuranlara gelince, onlara şiddetli bir azap vardır ve onların tuzakları da hep tarumar (darmadağın) olur.”
MEHMET ÖZÇELİK
29-09-2008




NAMAZ

NAMAZ
Kur’anı Kerim-de doğrudan ve dolaylı olarak yüze yakın ayet ,namazı emretmektedir.
Namaz insanın manevi duygularının ekmek,hava su gibi zaruri ihtiyaçlarındandır.
Hazır zevke mübtela olan nefis,rahat ve keyfine düşkün bir insan için,bedene ağır gelebilir.
Oysa bedeli büyük olan bir hizmet için böyle bir gayret azmıdır.Zira yevmiye ile çalışan bir insana bir saatlik bir hazinenin kazılmasında ve ortaya çıkarılmasında trilyonların verilmesini düşünmeyip,yevmiyesinden üç-beş kuruşun kesileceğini düşünmek hiç mantıklı olur mu?
Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, karşılığında onlara Cennet vermek sûretiyle satın almıştır.”
Herşeyden önce namaz Allah’ın bir emridir.O’nun tarafından emredilen bir ibadetin yapılması,insana değil usanç,zevk ve şevk vermelidir.
İnsana nefsin ve şeytanın aldatmacasıyla çok ve bir ömür görülen namazda aldanılan nokta şudur;
Tıpkı elli sene yiyeceği yemeği bir anda gözünün önüne getiren bir insan,bir kaç kamyon dolusu yemeği nasıl yiyeceğim diye şimdikini değil,yılları düşünmesi gibi,gözünde büyütmüş olur.
Oysa dün geçti,yarına ise elimizde bir senet yoktur ki,ona çıkalım.O halde bulunduğumuz vaktin namazıyla mükellef olduğumuzu düşünüp,edasına çalışalım.
Her şeyden önce ömrümüz ebedimidir?
Sabırsız olan nefis,dünya meşguliyetini de düşünüp,kendisine bahane aramaktadır.
Oysa kısa hayata karşı,ebedi hayat için bir saatlik bir meşguliye çok mudur?
Her gün yirmi dört altın mesabesinde bize yirmi dört saat veren Rabbimiz,yine sonuçta bizim için olacak olan bir saati namaza vermemizi,dünyada rahata,ahirette büyük bir sermayeye kavuşmamızı istemektedir.
İnsan kendisine sormalıdır;
Şimdiye kadar kıldım ne kaybettim veya şimdiye kadar kılmadım ne kazandım?
Farzı muhal olarak;Bir hesabı ve sorgusu ve de cezası olmasa bile,kılanın ruhen rahatlamasıyla beraber,ne zararı vardır.
Bir de hesabının var olduğunu Allah ve rasulü söylemiş iken,kesinlilik söz konusu iken vay o zaman yapmayanın haline!!!
Namazını kılan bir insan,o gününü hayırla kapatır.
Müslüman olan Taifliler Peygamber Efendimize gelerek kendilerinin namazdan muaf tutulmalarını isterler.
Peygamber Efendimiz ise onlara cevaben şöyle buyurur:
“Rüku (Namaz) olmayan dinde hayır yoktur.”(Müsned)
Namaz olmayan bir hayatta,namaz olmayan bir ailede,namaz olmayan bir toplumda hayır yoktur.
*Hz.Ebubekir de:”Allah’a yemin olsun ki;namaz ile zekatı birbirinden ayıranlarla mutlaka savaşacağım.”der.
Namaz kılmamanın dünyevi cezası Hanefi mezhebinde;Hapis cezası ile cezalandırılırken,Maliki ve Şafii de;Öldürülür ve yıkanarak müslüman kabristanına gömülür.Hanbeli de ise;öldürülür ve yıkanmaz.
Başa gelen musibetlerin çoğu,Allah’a karşı görevlerin yapılmamasından veya aksatılmasından kaynaklanmaktadır.
Birinci dünya savaşındaki mali ve bedeni musibetin bir sebebi de;Zekat-Oruç ve namazda gösterilen ihmalin bir sonucudur.
*Lokmanın oğluna,İbrahim Peygamberin hicazın güvenliği için namazdan söz etmesi,Tur-u Sina’da Allah’ın Hz.Musa’dan namaz kılmasını istemesi işin ciddiyyetini göstermektedir.
“Namazı kıldınız mı, gerek ayakta, gerek otururken ve gerek yan yatarak hep Allah’ı anın. Güvene kavuştunuz mu namazı tam olarak kılın. Çünkü namaz, mü’minlere belirli vakitlere bağlı olarak farz kılınmıştır.”
Hadis-te:”İslâ beş temel üzerine bina edilmiştir.’buyrulmaktadır.
*Peygamber Efendimiz Muaz bin Cebel’i Yemen-e gönderirken;O ehli kitaba önce namazı emretmesini söyler.
*Âhirette cehennemliklere suçları sorulduğunda ilk ifadeleri;Biz namaz kılanlardan değildik.”derler.
“Öyle ise akşama girdiğinizde, sabaha kavuştuğunuzda, Allah’ı tesbih edin.
Göklerde ve yerde hamd O’na mahsustur. Gündüzün sonunda ve öğle vaktine girdiğinizde Allah’ı tesbih edin.”
Burada dört vakit ve asr suresinde de ikindi ile beraber beş vakit olarak emredilmiştir.
“Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”
Âyetiyle yaratılışn gayesi namaz olduğu belirtilmiştir.
Zira Peygamber Efendimiz savaşda bile namazı terketmemiş,ve de cemaatla namazla emredilmiştir.
“(Ey Muhammed!) Cephede sen de onların (mü’minlerin) arasında bulunup da onlara namaz kıldırdığın vakit, içlerinden bir kısmı seninle beraber namaza dursun. Silâhlarını da yanlarına alsınlar. Bunlar secdeye vardıklarında (bir rekât kıldıklarında) arkanıza (düşman karşısına) geçsinler. Sonra o namaz kılmamış olan diğer kısım gelsin, seninle beraber kılsınlar ve ihtiyatlı bulunsunlar, silâhlarını yanlarına alsınlar. İnkâr edenler arzu ederler ki, silâhlarınızdan ve eşyanızdan bir gafil olsanız da size ani bir baskın yapsalar. Yağmurdan zahmet çekerseniz, ya da hasta olursanız, silâhlarınızı bırakmanızda size bir beis yoktur. Bununla birlikte ihtiyatlı olun (tedbirinizi alın). Şüphesiz Allah, inkârcılara alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.”
Toplumda şöyle yanlış bir inanış var;‘Çalışmakta ibadettir.’
Oysa bir çocuk okula kaydolmadan nekadar başarılı da olsa,onun karnesine başarı olarak kaydolmaz.
Bir de ibadet ayrıdır,namaz ayrıdır.İbadet müstehab olan güzel hareketler olup,sevap kazandırır ancak namaz mecburi ve farz olup,yapılmadığında büyük günah kazandırır.
Rabbimiz ibadeti namaz şartına bağlayıp,sonucunda yapılacak veya her iki namaz arasında helal ve meşru olarak yapılacak işlerin ibadet olduğunu belirtmiştir.
Mesela bir insan tüm dünyadaki insanları yedirse ve içirse,böyle bir iyilikte bulunsa;bu iyilik küçümsenmeyecek bir iyiliktir.Ve bunu sadaka ve iyilik niyetiyle yerine getirse,vermediği bir milyar zekatın yerini doldurmaz.
Veya kılacağı iki rekatlık sabah namazının farzının yerine geçmez ve de onun günahını affettirmez.
Tıpkı memurun maaşının dışında ekstradan yapılan yardımlar gibidir.Memur olunmadığı takdirde maaş olmadığından,ek yardımlarda otomatikman kaldırılmış olur.
Yevme lâ yenfeûda kalb-i selim isterler
Sanma ey hâce ki,senden zer-ü sim isterler
Kıyamet günü altın gümüş değil,selim kalb isterler.

MEHMET ÖZÇELİK
19-01-2009




MİLLETİN MENFURLARI

MİLLETİN MENFURLARI
Nefretle anılanlar..lanetle anılanlar…Darbeleri yapanlar ve yapanlara destek olanlar..28 şubatın menfurları..kirli ve lekeliler..sonsuza dek bu kirlerle yaşayacaklar ve de kendilerini yaşatacaklardır.
Türkiye-de olumsuzlukların,geri kalmış ve kaosların irengi ve frengi iki sivri ucu;iki temel esas üzerine oturmaktadır;
Biri;Askerin müşahhas olmayan bir rejim muhafızlığını,millete bırakmayarak kendisinin yüklenmiş olması.
Diğeri ise;Kısır bir sol zihniyet,üretmeyip tüketen,düşünmeyip kurgulanan bir ideoloji.
Yapılacak olan ise;askerin ve siyasilerin milletin inancına sırt çevirmemeleri,müdahale etmeyip,bilmedikleri konuda ahkam kesmemeleridir.
Bir asırdır savunulan bu rejim nasıl bir rejim ki,sürekli tehlike altında, yıkmak ve yıkılmak tehdidiyle karşı karşıya.
Nasıl bir rejim ki;Pavyondan alınıp örtüye büründürülen bir kız ve esrarkeş bir erkeğe sakal uzattırılarak sahte şeyh yapılıp ihtilal yapılabiliyor?
Ordu bu iki meçhul daha doğrusu niyeti malum insanlar için harekete geçebiliyor?
Yoksa harekete geçenlerin mi niyeti meçhul?
Tavşana kaç,tazıya tut politikası…
Eski meclis başkanı Bülent Arınç;ergenekondaki paşaları kastederek; ”İyi ki bu paşalarla savaşa girmemişiz.”
Doğru bir söz.1960-70-80-97-lerde darbe yapan ve şimdilerde buna her türlü yolu ve kaosu deneyerek darbe teşebbüsünde bulunup,bir çok kirli işlerde önde olan bir ordunun güvenliğini göstermesi gerekir.
Oysa her sene sürekli bir şekilde eleman alınırken özelliklerine dikkat edildiği halde,bu kirli insanlar bu temiz kuruma nasıl girdiler?Nasıl orada kendilerine yer buldular?Ordudaki atılan inançlı insanların atılarak,orduyu lekeleyenler bunlar mıydı?
Ordunun kendisini aklama zamanıdır?İçindeki irinleri temizlemesi veya buna müsaade edilmesi gerekir.Bir açılım var bu konuda ancak yeterli değildir?
Terör örgütü ile suçlanan paşalar uydurma hasta raporlarıyla dışarıda, maşalar içeride!Bu revamı,mantıklı mıdır?
*A.U.Kurucu Hatıralarında;”Dedemden defalarca işittim ve hatırlatırım; ittihatçılar ve onun devamı olan Halk partisi için şöyle derdi;
“Oğlum,bu fırka,bu teşekkül kalaysız bakır bir kaba benzer.İçine ne konulursa zehir olur.İsterse hacı,isterse hoca olsun.Oğlum bu fırka ehlullahtan,Allah dostlarından beddua almıştır.Bu yüzden öyle bir hale gelmiştir ki,kalaysız kaba benzer,içine gireni zehirler.”
“Türk milleti yunanla harbetti;yunanı kovdu.Niçin kovdu?Yunan memleketimizde kalırsa,bana Kuranımı okutmaz,dinimi yaşatmaz, mukaddesatımı değiştirir,diye kovdu.Memleketimize dikkat edin yavrum, değişmeyen nesi kaldı?Aman dinimizi,dilimizi, Kur’anımızı, ezanımızı, cumamızı, kandillerimizi,bayramlarımızı koruyalım.Yoksa mahvoluruz.” (Hatıralar.A.U.Kurucu.1/176-177,185)
İşte hedefler:
*367 krizinde İ.Hakkı Karadayı ve Sabih Kanadoğlu paslaşması,perde arkasında müdahale oyunu.Ses kayıtlarıyla da tesbit edildi.Cumhurbaşkanını seçtirmeyip,memleketi tekrar seçime zorlama.Ve sonrasında askeri müdahale.
*Ergenekon tamamen sol ve mason ortaklığıyla kurulmuştur.Ancak sağ ve her türlü kirli işleri tabanına almıştır.Pkk,mafya,dış güçler,silah,uyuşturucu,faili meçhul.Ergenekon tüm kirli işlerin şemsiyesidir.
H.Yahya;Ergenekon masonluğun kılıncı-dır,der.
*İslami gelişmelere karşı farklı platformlarda oturanların aynı platformda asgari müşterekteki ortaklıkları.
*İslami çevreye mesafeli bakan askeriyenin bu işte;her zamanda açık olan ve hevesli bulunan darbe ayağını devreye koyma.
*Oynanan senaryolarla ergenekonun ya avukatlığı yapıldı veya sulandırılmaya çalışılarak bilinçsiz olanların desteği alınmaya çalışıldı.
*Ergenekonda en büyük hata askeriyenin ihmali ve üst düzey bir kesimin desteği olup,bu gün bu irin deşilerek kendisini tebrie ettirmektedir.
*Bir kısım Komutanların kendi itiraflarıyla 15-20 senede bir rot-balans ayarı yapmak için darbe yapma mecburiyeti istemeleri.Darbe tikleri…
*Üniversitelerin bilimini değil,gücünü kullanma çabaları..alet etme.
*Erdoğan Teziç-in çankayaya istemedikleri bir kişinin çıkması halinde,başına bazı işlerin gelebileceğinden bahsetti.Kurtarılmış yerler…
*Kaos oluşturmak için her gayrı meşru yollar denenmiştir.
*Savcı Abdurrahman Yalçınkaya-ya parti kapattırılarak,önleri açılıp,daha rahat hareket alanı oluşturulacaktı.Devlet son anda uçurumdan döndü.
*Levent Ersöz tarafından vurucu timi oluşturularak,faili meçhullere imza atılmış,tüm ses kayıtları oluşturulmuştur.
*100 yıllık Gata,gatakulliler ile faillerin serbest bırakılmasına destek olarak,çürümenin ne boyutlarda olduğunu göstermiştir.
-Paşalar dışarı,maşalar içeri.
-12. ve 14.mahkemeler bizden…
Torbaya sığmayan 1,5 asırlık kirlenmenin dışa taşan,kokuları etrafa yayılan irinleri…Dışarıdan tesbitten ziyade,içten meydana gelen bir patlama oldu.
*Ergenekon olayı yüz yıllık saltanatın halk tarafından sorgulanmaya başlanması hareketidir..yıkılışı değil.
*Encümen-i daniş bu faaliyetin fikir babalığını yapmış ve uygulamayı gerçekleştirmiştir.Fikir babaları..Babaların babası.Dostlar meclisi..postlar meclisi.Türkiye-nin kaderini belirleyen 28 kişi.
Böyle dostlar meclisi düşman başına..Encümen-i Daniş üyeleri ve başında bulunan Emekli Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı toplantılarını kendi kafalarına göre biçimlendirmekte,emekli olduktan sonra işsiz kalan bu insanlar devleti devşirerek kendilerine iş aramaktadırlar.
*Ergenekonun altından nedense hep fosiller çıkmakta,yeni nesillerden hiç bir destek görmemektedir.İleriyi değil,geriyi ve geriliği arzulayanlardır.. gelişimden rahatsız olup,gerilimle varlıklarını sürdürmektedirler.
*Jitem kirli işlerin döndüğü yer haline gelmiş,ölüm kuyularıyla infazlar gerçekleşmiş,asit kuyularına atılmış.
*Ordu istifrağ ediyor,darısı hukukun başına!!!
Asker Pkk ile mi irtica ile mi mücadele etti?Pkk hala ortada olduğuna göre,kimle ve nasıl bir mücadele etti?
Ergenekonla deşifre olan paşaların kendilerine yakışmayan,vatan müdafaasıyla hiç mi hiç ilgisi olmayan kirli işlere girişmeleri işin vahametini gözler önüne sermektedir.
Pkk bitmedi mi,bitirilmedi mi?sorularını ortaya çıkan belge ve uygulamalar yoruma gerek bırakmıyor!!!
*Perdeler açılmıyor,aralanıyor..güzel bir gelişme.
*Hep şimdiye kadar millet adına konuşulmuş ancak hep millet aleyhine uygulamalar yapılmıştır.
*Bütün bunlara karanlık savaş adı verildi..karanlıkta yapılan savaş.. silahsız savaş..Soros gibi..dengeleri bir anda bozarak..hızla inişi ve çıkışı sağlayan savaş..
-Ekonomik..Psikolojik..siyasi..askeri darbe..
-Soros’a;Darbeleri siz mi yapıyorsunuz,sorusuna verdiği cevapta;’Biz sadece para veriyoruz’demiştir.
-Ergenekon kendilerine ulaşmaya çalışanı,kokularını alanları hemen ortadan kaldırmıştır.Uğur Mumcu gibi.
-Pkk göstere göstere,açıktan açığa terörünü estirmiştir..içten bulduğu destek..ergenekon güvencesi ile..Aktütün baskınında ve 33 erin şehit edilmesinde olduğu gibi.
*Şimdiki liderler pek de rahmetle anılacak kimseler değildir.
Yapmadıkları,yapamadıkları,göz yumdukları yaptıklarından çok fazla.Bir kapıyı açmış,bir çok kapıyı kapamışlardır.
*Türkiyede azınlıklar hiç boş durmadılar..tümü olmasa bile mutlaka içinde eski duyguları depreşenler oldu.Sürekli fitne uyandırdılar.Şimdilerde olduğu gibi Ergenekon terör örgütüne destek oldular.Mutlaka pisliğe bulandılar.
MEHMET ÖZÇELİK
22-03-2009




MUTLU VE KUTLU NİKÂH

MUTLU VE KUTLU NİKÂH
Değerli insan Zeynal Abidin Kıymaz Beyle 1993 yılında Burdur-da Bedelli askerde 2 aylık bir beraberliğimiz vardı.
Askerlik tarihinde görülmemiş bir uygulamaya sayesinde şahit olduk.
Askerliğimizin sonu bayrama denk geliyordu.Sağ olsunlar kendisinin Ankara ile bağlantı kurup devreye girmesiyle 15 gün önceden terhis olma imkanını sağlama çabası içerisine girdi.Bu durUmu komutanlara söyleyip,15 gün önceden terhis olacağımızı söylediğimizde,tepkileri hemen yüzlerinden belli oluyordu ve komutan şunu söylemişti;
-Siz ne diyorsunuz ya hu.Yarım saat önce bile sizi gönderemeyiz.”demişti. Kendisinin çaba ve yol göstermesiyle yüzlerce dilekçe Ankaraya göndererek, hemen hemen evli olan çoğunun bayramı çocukları ve aileleri ile geçirmelerini taleb eden dilekçeler netice vermiş ve 15 gün önceden terhis olmuştuk.
O zaman olan bizim ve bir çoklarının mutluluğumuzda,şimdi daha güzel bir mutluluğu dün yani 19-08-2009-da kendileri değerli kızlarının nikâhı ile yaşadı.
İki değerli insan olan Zeynal Abidin Kıymaz’ın kızı ile,Mevlüt Gürkan Beylerin oğullarının mutlu ve kutlu nikâhlarına bizleri de duacı olmamız amacıyla davet ettiler.
İki değerli yeğenime tekrar her iki hayatta mutluluklar dileyerek,orada söylediğim ve temenni ettiklerimi sizlerle de paylaşmak istiyorum.
-Hz.Ali’nin evlenmek için harekete geçtiğini duyan Peygamber Efendimiz devreye girerek Hz.Ali-ye şu mealde beyanda bulunuyor:
Ya Ali,Hz.Fatıma senin için,Sende onun içinsin.
Yani o olmasaydı sen olmazdın,sen olmasaydın o olmazdı.
Bu iki kardeşimizin de böylece birbirlerini tamamlayıcı olmasını temenni ederiz.
Hepimizin evinin kapısında şöyle bir levhanın olması gerekir:
Sevgi ve saygı…
Özellikle beyden eşe sevgi,eşden beye saygı.Bu ailenin devamı için bir maya oluşturmaktadır.
Allah bu nikâhı hem kendilerine hem de ailelerine mübarek eylesin. Allah’ın rızasına uygun bir hayat geçirmelerini temenni ederim.
Evlilik bu dünya hayatına münhasır kalmamalı.Ebedi hayatta da beraber olacaklarını düşünerek birbirlerine maddi ve manevi destek olmalıdırlar.
Her büyük erkeğin arkasında mutlaka bir kadın,bir eş vardır.
Efendimize ilk vahiy geldiğinde heyecana düşmüş,eşi Hz.Hatice ise kendisine;
Ya Muhammed,Allah seni mahcub etmez,yolda bırakmaz.”der,en büyük destekçisi olur.
Bu düşünce ile hem her iki kardeşim için mutlu ve kutlu bir aile içerisinde hayatlarının devamını,hem de iki değerli insan;Zeynal Abidin Kıymaz ve Mevlüt Gürkan Beylerin çocuklarının mutlulukları içerisinde,mutluluklarının artarak devamını dilerim..tebrik ederim.
“Kendileriyle huzura kavuşmanız için size kendi nefislerinizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet var etmesi de O’nun ayetlerindendir. Şüphesiz ki bunlarda düşünen bir kavim için ayetler vardır.”

MEHMET ÖZÇELİK
19-08-2009




REJİM TEHLİKEDE !?

REJİM TEHLİKEDE !?
Bir asırdır rejim tehlikede.Bu da göstermektedir ki;rejim kendi varlığını sağlamlığına,güvenliğine,güçlülüğüne değil de;zayıflığına dayandırarak sürekli kendisi için tehlike unsuru oluşturarak,tehditte bulunmaktadır.
Tehdit edilen rejim değil,aslında tehdit eden rejimin kendisidir.
Rejim herkesi kendisi için tehdit unsuru olarak görmektedir.Bundan dolayı da kimseyi memnun etmemekte,öyle bir derdi olmamakta,kimsenin de kendisinden memnun olmasını istememektedir.
İki taraflı bir memnuniyetsizlik söz konusu olmaktadır.
Nasıl bir tehlikeyle karşı karşıyadır ki,bir türlü bu tehlike ortaya çıkmamaktadır.
Bu rejim kendisini yerleştirdiğinde bir çok kelle götürmüş,millete danışılmamış,konuşanlar susturulmuş,tüm değişimler bin yıllık yerleşik temelleri çökertilerek onun üzerine oturtulmuş,bir korku unsuru olarak milletin karşısına dikilmiş.
Bir insanı cezalandırmanın en etkili yöntemi,rejim aleyhtarlığı öne çıkarılarak,muhalif çok kolay devre dışı bırakılmış,hayatı ortadan kaldırılmış. Nedir bu rejim?
İçtekilerle kavgalı,dıştakilerle de kavgalı!
Neyi temsil etmektedir bu rejim?
Kimleri temsil etmektedir bu rejim?
Ergenekon çetelerini mi?Sabataistleri mi?Azınlıkları mı?Askeriyeyi mi?Kürtleri mi?Dini cemaatları mı?İmam_hatiplileri mi?
Neden kimse memnun olmamaktadır?Neden kimseye çare sunmamaktadır?
Rejim tehlikede bahanesiyle dört defa ihtilal yapılmış,kaç kere teşebbüs edilmiş,hepsinde de rejim tehlikesi korkusuyla hareket edilmiş.
Milletin çoğunlukla seçtikleri hep devre dışı bırakılmış.Bu gün ise askeriyede bulunan,hukukta bulunan ergenekon çete ve uzantısının kaos ortamı oluşturup,ihtilale zemin hazırlaması,rejim kılıfı giydirilmiş bir hali midir?
Bir asırdır kürt sorununa çare bulamayan bir rejim,onun içinden pkk-yı çıkartmış,otuz yıldır çözülemeyen bir kavganın içerisine girmiş.Nasıl bir rejim ki otuz yıldır bir pkk-yı halletmekten aciz kalıyor?
Rejim padişahlığı kaldırarak bir çok padişahlık dönemi midir?
Herkes az çok rejime öfkelidir..toplumdaki bozulmaları rejimin bozukluğuna isnad ettirmektedirler.
Neden herkes rejimden kaçıyor,rejimden korkuyor,rejimden korkutularak yaşamaya mecbur ettiriliyor?
Rejim yoksa bir öcü mü?
Rejim bir laiklik mi?Neden hala üzerinde anlaşılamıyor?
Rejim Atatürkçülük mü?Neden her önüne gelen onu kendine göre kullanıp,uyguluyor?
Neden toplumun faydasına aid bir şey yapıldığında,rejim bahanesiyle engelleniyor?Yoksa rejim büyük devlet olmak değil de,bir kabile devleti olarak mı tasarlanmış?Büyük devlet politikasını kaldıramamakta mıdır?
On beş binden fazla faili meçhuller hep rejimi koruma uğruna uygulanmış..rejim meçhul mü?
Daha geçmişte yapılanları da söylemiyorum.
Neden hukuk bu ve tüm olumsuzlukların üzerine gitmekten korkmaktadır?Yoksa rejim mi tehlikeye girmiş olur?Rejim bahanesiyle mi susturulmaktadır?
Neden cumhuriyet dönemi tarihi bilinmemekte,sürekli üstü kapatılıp,yasaklar getirilmektedir.
Rejim neden gizlenmektedir?
Bugün terör örgütü olarak tescillenen ergenekonun içerisinde bulunanlar hep rejimin sahibleri olduklarını söylemektedirler.
O zaman rejim ergenekon ve arkasındakilerden mi ibarettir.
Kimdir bu rejim?
İnsan bu ve benzeri sayısız olumsuzlukları görünce;’Batsın şu rejim’diyesi geliyor.Zira rejim muğlaklıklarla doludur.
Neredeyse bir asırdır jandarma korkusu hala devam etmektedir.Kimdir rejimin sahibi?Jandarma mı,ergenekon mu,millet mi,milletse hangi millet,anayasa üyeleri mi,ergenekonun ve pkk-nın sorgulanmasının önünü tıkamaya çalıştığı iddia edilen –Hakim ve savcılar yüksek kurulu-mu?
Çoğaltabilirsiniz…
Ağalığı kaldıran rejim,ağalar sultasını mı temsil etmektedir?
Rejim neden kendisinin deşifre edilmesini istemiyor,edilirse biteceğini mi düşünüyor?
Özetle rejimin bir asırlık günahı sevabından daha çoktur.
Varlığını korku üzerine bina eden rejimin keffareti ancak sevgi ve insan unsuru esası üzerine oturtulması ve bir kişinin hakkının,bütün insanların hakkı kadar önemli olduğunu anlamasıyla olacaktır…




RESMİYET VE SAMİMİYET

RESMİYET VE SAMİMİYET

ABD başkanı Barak Hüseyin Obama-nın gerek başkan seçilmeden öncesi ve gerekse de sonrasındaki rahat hali,,Türkiye’ye geldiğinde gösterdiği samimiyet ve serbestlik gerçekten çok etkileyici idi.
40 yıllık dost gibiydiler.
Zorlanmadan,halden hale girmeden kendine olan güven ve rahat hali başarısının en büyük faktörlerinden biri belki de birincisi idi.
Oysa o bir zenci idi..beyazlarla aynı otobüse binmesine müsaade edilmiyordu,kısaca insan bile sayılmıyorlardı.
Türk yöneticilerinde bu güzel hal ve tavır görülmemektedir.Görülenlerde uzun sürmemekte ve sürdürülmemektedirler.
Bununda bir kaç sebebi vardır;
Biri;En birincisi ve de en önemlisi bu milletin bir asırdır hep baskı altında yaşaması..güven duygusunun kırılması..tehditlerle yaşamaya mecbur bırakılmasıdır.
Birbirine güvenmeyen bir toplum oluşturuldu.Sürekli başında bekleyen bir firavun ve başının üzerinde asılı duran Demoklesin kılıncı…
Padişahın sultasından! Şikayet eden bu insanlar,binlerce saltanat türettiler,on binlerce sultan ürettiler.
Örnek olarak Kayseriliyi maddi gelişimde öne çıkarak sebeb;babanın beş yaşındaki çocuğa trilyonluk dükkanı bırakarak gitmesi,ona güven duygusunu daha küçük yaşından itibaren aşılayıp kazandırmasında yatmaktadır.
İkincisi;su-i istimale açık olmasıdır..açık verilmesidir.
İyi niyetin ve samimiyetin,kötü niyet ve samimiyetsizlerde su-i istimal edilerek kötüye kullanılmasıdır.
Böylece binler birlere feda edilmiş olmaktadır.
Oysa iyi niyet her zaman için iyi neticeler verir.Hüküm çoğunluğa göredir..her ne kadar pürüzler olsa da…
Üçüncüsü ise;İşin ehline değil de seviyesiz birinin eline geçmesindendir.
Bulunduğu makamın seviyesine ulaşamayan insanlar,o seviyeye çıkamadıklarından;ya o makamı kendi seviyesizlikleri durumuna indirecekler veya o seviyelerde bulunan insanları kendi seviyesinde değerlendirip, seviyelerini düşürerek,seviyesiz hareketler ve hakaretlerle işi yürütme yoluna gideceklerdir.
Resmiyetteki en büyük tehlike de işte budur.
Kesinlikle resmiyetle ciddiyeti birbirine karıştırmamalıdır.Şöyle ki;
Bir amirin makamındaki ciddiyeti ile evindeki tevazuu aynı değildir.
Makamında evindeki hali gösteremeyeceği gibi,evinde de makamındaki ciddiyeti göstermesi beklenemez.
Türkiye’de uzun yıllar sürdürülen kılık ve kıyafet,özellikle tesettürdeki pürüzde;güvensiz,korkak,su-i istimal korkusu,despot,seviyeli olmayan bir resmiyetin mahsulüdür.
Kendisini aşamayan bir insan,toplumun problemlerini de aşamaz.
Kendisiyle kavgalı olan kişi,toplumla da kavgasını sürdürecektir.
“Ya;o kız çocuklarının örtünmesine müsaade edersek,bu sefer onlarda diğer kızların zorla örtünmesi konusunda zorbalıklarda bulunur,zorla örttürürlerse???”
Basitçe bir düşünce..şu anda aralarında olmayan böyle bir vehim,neden serbest bırakıldığında sürdürülmüş olsun?
Hepsi de korku,vehim,hayal,cehalet,inat,seviyesizlik karışımlarından oluşmuştur.
Mecliste 411 kişinin kabul ettiği başörtü serbestliğini hala yasak olarak sürdürmek hangi samimiyetin,bilimin,anlayışın ve seviyenin işi olabilir?
Altta problem yok..problem üstte ve resmiyettedir.
Samimiyetten uzak bir resmiyet…
Yetmiş iki milleti içinde barındıran koca devlet, bu gün kendi kendisini barındıramamakta,hazımsızlık göstermektedir.
İçinde ciddiyetin olduğu samimi idareye ihtiyaç vardır.
Kaht-ı rical odur ki;ciddiyetsiz bir samimiyetten uzak,resmi bir despotluğu yürüten kişidir.
Tornadan çıkmış,tek bir insan tipi oluşturmak…
Herkes bana benzesin zihniyeti.
Ölçüsüzlüklerin ölçü yapıldığı bir sistem değil,samimiyetin ciddiyetle yoğrulduğu bir güven,sevgi ve seviye yönetimi olmalıdır.
‘Müjdeleyiniz,nefret ettirmeyiniz.Kolaylaştırınız,zorlaştırmayınız’düsturu çerçevesinde,ciddi samimi bir yönetim…
Hürriyet,ciddiyet ve sevgiye,resmiyetten daha çok ihtiyacımız vardır.
İçe ve içine kapalı bir toplumdan,dışa ve dışarıya açık bir toplum haline dönüşmek resmiyetle aşılmaz.
Resmiyet kısırlaştırma faaliyetidir.
Resmiyet toplumun freni değil,frenlenmesidir.
40 dakika görüştüğümüz Obama 40 yıllık dost olurken,neden 1400 yıllık dost olanlar 40 dakika dost kalamamakta ve dostluklarını sürdürememektedirler?

MEHMET ÖZÇELİK
10-04-2009




RİSALE-İ NUR-DA EĞİTİM

RİSALE-İ NUR-DA EĞİTİM
Risale-i Nur gerek bu asrın ve gerekse de gelecek asrın en önemli problemi olan eğitim probleminin tesbit,teşhis ve tedavi yollarını göstererek çözmüş ve de hayata yansıtmıştır.
Bunları bazı bölümler halinde ele alacağız.Şöyle ki;
*”Madem nefsim emmaredir. Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez. öyle ise nefsimden başlarım.”
Bediüzzaman ıslaha öncelikle eğitici olarak kendi nefsinden işe başlamıştır.
Bediüzzaman hep nefsine hitab ediyor.Nefsini muhatab alıyor.
“Eğer ehl-i dünya tarafından başıma gelen şu eziyet, şu sıkıntı, şu tazyik, ayıplı ve kusurlu nefsim için ise, helâl ediyorum. Benim nefsim belki bununla ıslah-ı hal eder; hem ona keffâretü’z-zünûb olur. Dünya misafirhanesinin safâsını çok gördüm. Azıcık cefâsını görsem, yine şükrederim.
Eğer imana ve Kur’ân’a hizmetkârlığım cihetiyle ehl-i dünya beni tazyik ediyorsa, onun müdafaası bana ait değil. Onu, Azîz-i Cebbâra havale ediyorum.
Eğer asılsız ve riyaya sebep ve ihlâsı kıracak bir şöhret-i kâzibeyi kırmak için teveccüh-ü âmmeyi hakkımda bozmak murad ise, onlara rahmet! Çünkü teveccüh-ü âmmeye mazhar olmak ve halkların nazarında şöhret kazanmak, benim gibi adamlara zarardır zannederim. Benimle temas edenler beni bilirler ki, şahsıma karşı hürmet istemiyorum, belki nefret ediyorum. Hattâ kıymettar mühim bir dostumu, fazla hürmeti için belki elli defa tekdir etmişim.
Eğer beni çürütmek ve efkâr-ı âmmeden düşürtmek, iskat ettirmekten muradları, tercümanlık ettiğim hakaik-i imaniye ve Kur’âniyeye ait ise, beyhudedir. Zira Kur’ân yıldızlarına perde çekilmez. Gözünü kapayan, yalnız kendi görmez; başkasına gece yapamaz. “
“Ben nefsimi tebrie etmiyorum. Nefsim her fenalığı ister. Fakat şu fâni dünyada, şu muvakkat misafirhanede, ihtiyarlık zamanında, kısa bir ömürde, az bir lezzet için, ebedî, daimî hayatını ve saadet-i ebediyesini berbat etmek, ehl-i aklın kârı değil. Ehl-i aklın ve zîşuurun kârı olmadığından, nefs-i emmârem ister istemez akla tâbi olmuştur.”
*Nasihatın tesir sebebini ise şöyle sıralar:
“Ben vaizleri dinledim; nasihatleri bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasâvet-i kalbimden başka üç sebep buldum:
Birincisi: Zaman-ı hâzırayı zaman-ı sâlifeye kıyas ederek yalnız tasvir-i müddeâyı parlak ve mübalâğalı gösteriyorlar. Tesir ettirmek için ispat-ı müddeâ ve müteharrî-i hakikati iknâ lâzım iken, ihmal ediyorlar.
İkincisi: Birşeyi tergib veya terhib etmekle ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden, muvazene-i şeriatı muhafaza etmiyorlar.
Üçüncüsü: Belâgatın muktezası olan, hale mutabık, yani ilcaat-ı zamana muvafık, yani teşhis-i illete münasip söz söylemezler. Güya insanları eski zaman köşelerine çekiyorlar, sonra konuşuyorlar.
Hâsıl-ı kelâm: Büyük vaizlerimiz hem âlim-i muhakkik olmalı, tâ ispat ve iknâ etsin.”
-Nefsin terbiyesi ve dizginlenmesi terbiyede esastır.Çünkü problemin ana merkezi nefsin kendisindedir.
O halde problemin kaynağının yani hastalığın ana kaynağının tesbit ve teşhis edilmesi,tedavisinin de mümkün ve kolay olacağını göstermektedir.

*Üstad Bediüzzaman terbiye sistemini yukarıdan aşağıya,baskıcı bir yöntemle değil,tamamen iradenin harekete geçirilmesiyle gerçekleşen,aşağıdan yani temelden yukarıya ,gövde ve dallara doğru bir eğitim,bir yapılandırma ve terbiye sistemine gidiyor ki,bu kalıcı bir yöntemdir.
-Tıpkı Hz.Musa-nın kendi azgın kavmini terbiye sistemindeki uygulaması gibi.Şöyle ki;
– “Hani bir zamanlar, “Ey Musa, biz tek çeşit yemeğe asla katlanamayacağız, yeter artık bizim için Rabbine dua et de bize yerin yetiştirdiği şeylerden; sebzesinden, kabağından, sarmısağından, mercimeğinden ve soğanından çıkarsın.” dediniz. O da size “O üstün olanı daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? Bir kasabaya konaklayın o vakit istediğiniz elbette olacaktır.” dedi. Üzerlerine zillet ve meskenet damgası vuruldu ve nihayet Allah’dan bir gazaba uğradılar. Evet öyle oldu, çünkü Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlar ve haksız yere peygamberleri öldürüyorlardı. Evet öyle oldu, çünkü isyana dalıyorlar ve aşırı gidiyorlardı.”
Hz.Musa Kudüsü fethedip,orayı ekerek yeşilliklere sahib olmasını söylemesi üzerine,firavunun korkusunu hala üzerinde taşıyan bu kavim,buna yanaşmayarak;-Sen git Allahınla savaş,biz arkandan geliriz,demeleri üzerine onların yeni yetişen nesillerini kırk yıl boyunca eğitip yetiştiren Hz.Musa yeni bir nesille Kudüse girer ve fetheder.
Zira toplumun değişimi,zihniyetin değişimi ile mümkündür.

*Bediüzzaman İlk ciddi eğitimini annesinden almıştır.
“Evet insanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi, onun validesidir. Bu münasebetle ben kendi şahsımda kat’i ve daima hissettiğim bu mânâyı beyân ediyorum: Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi, merhum validemden aldığım telkinat ve manevî derslerdir ki, o dersler fıtratımda, adeta maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o dersler üzerine bina edildiğini aynen görüyorum. Demek, bir yaşımdaki fıtratıma ve ruhuma merhum validemin ders ve telkinâtını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatler içinde birer çekirdek-i esasiye müşahede ediyorum.”
Kişinin ilk yetiştirilmesi ve eğitilmesi ailesinden özellikle annesinden başlar.Kalıcı olup,hayat boyu devam eder.
Ailedeki eğitimin de en müessir olanı;lisan-ı kalden ziyade,lisan-ı hal ile olanıdır.
“lisan-ı hal, lisan-ı kalden daha kuvvetli ve tesirli konuşuyor.”
-İmam-ı Âzam Ebu Hanife kendisine 3,5 yaşında bir çocuğunun olup,nereye kaydetmesi gerektiğini soran kişiye cevap olarak;
Nereye kaydedersen et.Eğer üç yaşında iken getirseydin,nereye kaydedeceğini söylerdim,der.
Yani artık çocuğun yaşının geçtiğini belirtirken,bir yandan da çocuğun 0-3 yaş arası kabiliyetlerinin gelişime en açık dönem olduğunu da ifade etmiş olur.
‘Ağaç yaş iken eğilir’atasözü de bu manayı teyid etmektedir.

Ailedeki temel eğitimden sonra,ailenin de yönlendirmesiyle medrese eğitimi alması sağlanmalıdır.
“Said Nursi medrese eğitimiyle dînî ilimlerde kazandığı ihtisası, çeşitli fenlerde yaptığı tetkiklerle tamamlamış bu arada devrinin gazetelerini takip ederek ülkedeki ve dünyadaki gelişmelerle ilgilenmiştir. Diğer taraftan, doğup büyüdüğü şark topraklarının sıkıntı ve problemlerini bizzat yaşayarak gören Said Nursî, en zarüri ihtiyacın eğitim olduğu kanaatine varmış; bunun için de şarkta din ve fen ilimlerinin birlikte okutulacağı bir üniversite kurulmasını temin için yardım istemek maksadıyla 1907’de İstanbul’a gelmiştir.”
“Elbette bizlere lazım ve millete elzem, şimdi resmen izin verilen, din tedrisatı için husûsi dershaneler açılma ve izin verilmesine binaen, Nur şakirtleri, mümkün olduğu kadar her yerde küçücük bir dershane-i Nûriye açmak lazımdır. Gerçi, herkes kendi kendine bir derece istifade eder, fakat herkes her bir meselesini tam anlamaz. Hem îman hakîkatlerinin izahı olduğu için, hem ilim, Haşiye hem marifet, hem ibadettir. Eski medreselerde beş on seneye mukabil, inşaallah Nur medreseleri, beş on haftada aynı neticeyi temin edecek ve yirmi senedir ediyor.”
Haşiye: Şayet biri biliyor, taallüm etmeye muhtaç değilse, ibadete muhtaç veya marifete müştak veya huzur ister. Onun için herkese lüzumlu bir derstir.
Nitekim Risale-i Nur’ların da eğitim yerleri elbette Medrese-i Nuriyelerdir.
-Medreselerin esasının,medrese merkezli eğitim olduğunu beyan etmişlerdir.
Bunun özelliğinin ise insanın iki temel esası olan akıl ve kalbin beraber götürülmesi ve de barışık olmasının lüzumunu ısrarla ifade etmişlerdir.
Akıl ve kalbini aydınlatmış bir insan gerçek bir insandır.
“Vicdanın ziyası, ulûm-u dîniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.”
Maddi ve manevi terakki hedeflenmektedir.

Bediüzzaman bütün mesaisini iman üzerine teksif etmiştir. Hizmeti, gayreti,himmeti hep iman esasları üzerinedir.
Zira iman insan olmanın,insanlığı bulmanın,insanlarla beraber olmanın,insanca yaşamanın,yaratılışın tek sebebidir.
“iman bir manevi tuba-i cennet çekirdeğini taşıyor. küfür ise … demek selamet ve emniyet, yalnız islamiyette ve imandadır.”
“evet, her hakiki hasenat gibi, cesaretin dahi menbaı imandır, ubudiyettir. her seyyiat gibi, cebanetin dahi menbaı dalalettir.”
“madem kur’an-ı hakimin bize verdiği en mühim bir ders, iman-ı bilahirettir ve o iman da bu derece kuvvetlidir ve o imanda öyle bir rica ve bir teselli var ki, yüz bin ihtiyarlık, birtek şahsa gelse, bu imandan gelen teselli mukabil gelebilir.”
“cehennem ateşinin tesirini men edecek ve eman verecek iman gibi bir madde-i maneviye, islamiyet gibi bir zırh…”
“insan, Cenâb-ı Hakkın böyle antika bir sanatıdır ve en nâzik ve nâzenin bir mucize-i kudretidir ki, insanı bütün esmâsının cilvesine mazhar ve nakışlarına medâr ve kâinata bir misâl-i musağğar sûretinde yaratmıştır.
Eğer, nur-u imân, içine girse, üstündeki bütün mânidar nakışlar o ışıkla okunur. O mümin, şuur ile okur ve o intisabla okutur. Yani, “Sâni-i Zülcelâlin masnuuyum, mahlûkuyum, rahmet ve keremine mazharım” gibi mânâlarla, insandaki sanat-ı Rabbâniye tezâhür eder. Demek, Sâniine intisabdan ibâret olan imân, insandaki bütün âsâr-ı sanatı izhâr eder. İnsanın kıymeti, o sanat-ı Rabbâniyeye göre olur ve âyine-i Samedâniye itibâriyledir. O halde, şu ehemmiyetsiz olan insan, şu itibarla bütün mahlûkat üstünde bir muhatab-ı İlâhî ve Cennete lâyık bir misafir-i Rabbânî olur.”
“iman, insanı insan eder; belki, insanı sultan eder. öyle ise, insanın vazife-i asliyesi iman ve duadır. küfür, insanı gayet aciz bir canavar … delildir ve bir bürhan-ı katidir. evet, insaniyet iman ile insaniyet olduğunu, insan ile hayvanın dünyaya gelişindeki farkları gösterir.”
“Evet, ey insan! Sen, nebâtî cismâniyetin cihetiyle ve hayvanî nefsin itibâriyle, sağîr bir cüz, hakîr bir cüz’î, fakir bir mahlûk, zayıf bir hayvansın ki, bütün dehşetli mevcudât-ı seyyâlenin dalgaları içinde çalkanıp gidiyorsun. Fakat, muhabbet-i İlâhiyenin ziyâsını tazammun eden imânın nuruyla münevver olan İslâmiyet’in terbiyesiyle tekemmül edip, insaniyet cihetinde, abdiyetin içinde bir sultansın ve cüz’iyetin içinde bir küllîsin, küçüklüğün içinde bir âlemsin. Ve hakaretin içinde, öyle makamın büyük ve daire-i nezâretin geniş bir nâzırsın ki, diyebilirsin, “Benim Rabb-i Rahîmim, dünyayı bana bir hâne yaptı; ay ve güneşi o hâneme bir lâmba ve baharı bir deste gül ve yazı bir sofra-i nimet ve hayvanı bana hizmetkâr yaptı; ve nebâtâtı, o hânemin zînetli levâzımâtı yapmıştır.”
“Kur’an bütün ins ve cinnin bütün tabakalarını imana davet eder. hem, umumuna imanın ulumunu talim eder, ispat eder.”
“İman eden ve güzel işler yapanlar için ise, altından ırmaklar akan cennetler vardır.”
Bediüzzaman iman sebebiyle insanın *iyi bir insan ve mükemmel bir insan olmasının temelini atmış olmaktadır.
İman merkezli bir insan hayatını esas alır.

*Bediüzzaman Kur’!anın takib ettiği yol ve tarzı takib ederek Allaha imandan sonra en fazla üzerinde durduğu konu Âhirete imandır.Ahirete iman ile kişi, toplum ve fertler kontrol altına alınabilir,sorumluluk yükleyerek sağlıklı eğitim verilebilir.
“BİRİNCİ NOKTA: Âhiret akîdesi, hayat-ı içtimâiye ve şahsiye-i insaniyenin üssü’l-esâsı ve saadetinin ve kemâlâtının esâsâtı olduğuna, yüzer delillerden bir mikyas olarak, yalnız dört tanesine işaret edeceğiz:
• Birincisi: Nev-i beşerin hemen yarısını teşkil eden çocuklar, yalnız Cennet fikriyle, onlara dehşetli ve ağlatıcı görünen ölümlere ve vefâtlara karşı dayanabilirler. Ve gayet zayıf ve nâzik vücudlarında bir kuvve-i mâneviye bulabilirler. Ve her şeyden çabuk ağlayan gayet mukâvemetsiz mizâc-ı ruhlarında, o Cennet ile bir ümit bulup, mesrurâne yaşayabilirler.
Meselâ, Cennet fikriyle der: “Benim küçük kardeşim veya arkadaşım öldü; Cennetin bir kuşu oldu, Cennette gezer, bizden daha güzel yaşar.” Yoksa, her vakit etrafında kendi gibi çocukların ve büyüklerin ölümleri, o zayıf bîçarelerin endişeli nazarlarına çarpması, mukâvemetlerini ve kuvve-i mâneviyelerini zîr ü zeber ederek, gözleriyle beraber ruh, kalb, akıl gibi bütün letâifini dahi öyle ağlattıracak; ya mahvolup veya divâne bir bedbaht hayvan olacaktı.
• İkinci delil: Nev-i insanın bir cihette nısfı olan ihtiyarlar, yalnız hayat-ı uhreviye ile, yakınlarında bulunan kabre karşı tahammül edebilirler. Ve çok alâkadar oldukları hayatlarının yakında sönmesine ve güzel dünyalarının kapanmasına mukabil, bir teselli bulabilirler. Ve çocuk hükmüne geçen serîü’t-teessür ruhlarında ve mizaçlarında, mevt ve zevâlden çıkan elîm ve dehşetli me’yusiyete karşı, ancak hayat-ı bâkiye ümidiyle mukabele edebilirler. Yoksa, o şefkate lâyık muhteremler ve sükûnete ve istirahat-i kalbiyeye çok muhtaç o endişeli babalar ve analar, öyle bir vâveylâ-i ruhî ve bir dağdağa-i kalbî hissedeceklerdi ki, bu dünya onlara zulmetli bir zindan ve hayat dahi kasâvetli bir azab olurdu.
• Üçüncü delil: İnsanların hayat-ı içtimâiyesinin medârı olan gençler, delikanlılar, şiddet-i galeyanda olan hissiyâtlarını ve ifratkâr bulunan nefis ve hevâlarını tecavüzâttan ve zulümlerden ve tahribâttan durduran ve hayat-ı içtimâiyenin hüsn-ü cereyânını temin eden, yalnız Cehennem fikridir. Yoksa, Cehennem endişesi olmazsa, “El-hükmü lil-galib” kaidesiyle o sarhoş delikanlılar, hevesâtları peşinde bîçare zayıflara, âcizlere dünyayı Cehenneme çevireceklerdi. Ve yüksek insaniyeti, gayet süflî bir hayvaniyete döndüreceklerdi.
• Dördüncü delil: Nev-i beşerin hayat-ı dünyeviyesinde en cemiyetli merkez ve en esaslı zemberek ve dünyevî saadet için bir Cennet, bir melce’, bir tahassüngâh ise, âile hayatıdır. Ve herkesin hânesi, küçük bir dünyasıdır. Ve o hâne ve âile hayatının hayatı ve saadeti ise, samimi ve ciddî ve vefâdarâne hürmet ve hakiki ve şefkatli ve fedâkârâne merhamet ile olabilir. Ve bu hakiki hürmet ve samimi merhamet ise, ebedî bir arkadaşlık ve dâimî bir refâkat ve sermedî bir beraberlik ve hadsiz bir zamanda ve hududsuz bir hayatta birbiriyle pederâne, ferzendâne, kardeşâne, arkadaşâne münâsebetlerin bulunmak fikriyle, akîdesiyle olabilir.
Meselâ, der: “Bu haremim, ebedî bir âlemde, ebedî bir hayatta dâimî bir refîka-i hayatımdır. Şimdilik ihtiyar ve çirkin olmuş ise de, zararı yok. Çünkü, ebedî bir güzelliği var; gelecek. Ve böyle dâimî arkadaşlığın hatırı için, her bir fedâkârlığı ve merhameti yaparım” diyerek, o ihtiyâre karısına, güzel bir hûri gibi muhabbetle, şefkatle, merhametle mukabele edebilir. Yoksa kısacık, bir iki saat sûrî bir refâkatten sonra ebedî bir firâk ve müfârakata uğrayan arkadaşlık, elbette gayet sûrî ve muvakkat ve esassız, hayvan gibi bir rikkat-i cinsiye mânâsında ve bir mecâzî merhamet ve sun’î bir hürmet verebilir. Ve hayvanâtta olduğu gibi, başka menfaatler ve sâir gâlip hisler, o hürmet ve merhameti mağlûp edip, o dünya cennetini cehenneme çevirir.
İşte, imân-ı haşrînin yüzer neticesinden birisi, hayat-ı içtimâiye-i insaniyeye taallûk eder. Ve bu tek neticenin de yüzer cihetinden ve faydalarından mezkûr dört delile, sâirleri kıyas edilse, anlaşılır ki, hakikat-i haşriyenin tahakkuku ve vukuu, insaniyetin ulvî hakikati ve küllî hâceti derecesinde katîdir. Belki, insanın midesindeki ihtiyacın vücudu, taamların vücuduna delâlet ve şehâdetinden daha zâhirdir ve daha ziyâde tahakkukunu bildirir. Ve eğer, bu hakikat-i haşriyenin neticeleri, insaniyetten çıksa, o çok ehemmiyetli ve yüksek ve hayattar olan insaniyet mahiyeti, murdar ve mikrop yuvası bir lâşe hükmüne sukut edeceğini ispat eder. Beşerin idare ve ahlâk ve içtimâiyâtı ile çok alâkadar olan içtimâiyyun ve siyâsiyyun ve ahlâkiyyunun kulakları çınlasın. Gelsinler; bu boşluğu ne ile doldurabilirler? Ve bu derin yaraları ne ile tedâvi edebilirler?”
*Allah sonsuza dek anlaşılmaya devam edecektir.
İnsanda sonsuza dek O’nu anlamaya devam edecektir.
Adeta O artı kutup,insan eksi kutuptur.
İnsan O’nu anlamaya devam ettikçe O uzaklaşacak,insan gerileyecektir.
O’nu anladıkça,anlamadığını anlayacak,farkına varacaktır.
“Mâ arafnâke hakka ma’rifetike ya ma’ruf.”
“Ey bilinen Allahım!Ben seni hakkıyla bilemedim.”
Zulmet ve karanlığın artışıyla,nurun fazlalaşması misali,insanın cehaleti arttıkça,O’nun nuru ve marifet şuaları tebarüz edecektir.
O’nu tanıdıkça O’na olan kulluğu,kul olduğu belirginleşecektir.
İnsanın kulluğu,O’nu tanıması nisbetindedir.
O’na gerçek manada kul olan,O’nu hakkıyla tanıyabilir.
“Mâ abednâke hakka ibadetike ya ma’bud.”
“Sana hakkıyla ibadet edemedim ey ma’bud”
O ma’ruf-u meçhuldür.
Bilinen bilinmez..biliniyor,tanınıp,ihata edilmiyor ve edilemiyor.
Allah ahirette sürekli tanınma,bilinme içerisinde olacaktır.Bunun sonu ise olmadan,sürekli devam ederek,sürekli açılımlar içerisinde sürdürülerek…
İşte Bediüzzaman bunun startını vermiş ve kapıyı açmıştır.

“(Resûlüm!) Sana vahyedilen Kitab’ı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki, namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir.”
Namaz kişiyi kontrol etme mekanizması olup,
insanı tüm kötülüklerden alı koymaktadır.
Bundan dolayıdır ki Efendimin anne-babalara tavsiyelerinden en önemlisi,yedi yaşına gelmiş olan çocuklarını namaza alıştırmalarıdır.
“Namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır. hem, cisme de o kadar ağır bir iş değildir. hem, namaz kılanın diğer mübah dünyevi amelleri, güzel bir niyet ile ibadet hükmünü alır.”
“Her zîimân, namazın ef’âl ve erkânına fikrini bindirip, bir nevi Mi’rac ile kâinatı arkasına atıp, huzura kadar gider”
“Sâni-i mevcudât ve sâhib-i kâinat ve Rabbü’l-âlemîn olan Hâkim-i Ezel ve Ebedin marziyât-ı Rabbâniyesi olan İslâmiyetin, başta namaz, esâsâtını cin ve inse hediye getirmiştir ki, o marziyâtı anlamak, o kadar merakâver ve saadetâverdir ki, tarif edilmez.”
“Kâinatta en yüksek hakikat imandır, imandan sonra namazdır.”
İnsanlar namazla takviye edilmeli,eğitimine ciddiyet kazandırmalıdır.

Eğitimde sevgi eğitimin mayasıdır.Eğitim sevgi temelli olmalıdır.Zira kainatın yaratılışında muhabbet esas alınmıştır.
“Muhabbet, şu kainatın bir sebeb-i vücududur, hem şu kainatın … bir meyvesi olduğu için, kainatı istila edecek bir muhabbet, o meyvenin çekirdeği olan kalbine derc edilmiştir. işte şöyle nihayetsiz bir muhabbete layık olacak, nihayetsiz bir kemal sahibi olabilir. işte, ey nefis ve ey arkadaş! insanın, havfa ve muhabbete alet olacak iki cihaz, fıtratında derc olunmuştur. alaküllihal, o muhabbet ve havf, ya halka veya halıka müteveccih olacak. halbuki halktan havf ise, elim bir beliyyedir; halka muhabbet dahi belalı bir musibettir. çünkü, sen öylelerden korkarsın … etmez. şu halde, havf elim bir beladır. muhabbet ise, sevdiğin şey, ya seni tanımaz, Allaha ısmarladık demeyip gider (gençliğin ve malın gibi); ya muhabbetin için seni tahkir eder. görmüyor musun ki, mecazi … rağmına müfarakat ediyor. madem öyledir, bu havf ve muhabbeti, öyle birisine tevcih et ki, senin havfın lezzetli bir tezellül olsun, muhabbetin zilletsiz bir saadet olsun. evet, halık-ı zülcelalinden … lezzet vardır. madem havfullahın böyle lezzeti bulunsa, muhabbetullahta ne kadar nihayetsiz lezzet bulunduğu malum olur. hem, … kurtulur. hem, Allah hesabına olduğu için mahlukata ettiği muhabbet dahi, firaklı, elemli olmuyor. evet, insan evvela … madem öyledir, ey nefis, aklın varsa bütün o muhabbetleri topla, hakiki sahibine ver, şu belalardan kurtul. şu nihayetsiz muhabbetler, nihayetsiz bir kemal ve cemal sahibine mahsustur; ne … onun aynası olduğu cihetle ızdırapsız sevebilirsin. demek, şu muhabbet doğrudan doğruya kainata sarf edilmemek gerektir. yoksa, muhabbet, en leziz bir nimet iken, en elim bir nikmet olur.”

*Bediüzzaman temsillerle hakikatları dürbün gibi nazarlara yaklaştırmakta ve anlayışını kolaylaştırmaktadır..daha ziyade akılda kalmaktadır. Bu Kur’ani bir tarzdır.
Eğitimde geliştirilecek olan temsillerle daha muşahhas etkilemede bulunulacaktır.
“Şu risâlelerde teşbih ve temsilleri hikâyeler sûretinde yazdığımın sebebi, hem teshîl, hem hakâik-ı İslâmiye ne kadar mâkul, mütenâsib, muhkem, mütesânid olduğunu göstermektir. Hikâyelerin mânâları, sonlarındaki hakikatlerdir. Kinâiyât kabîlinden yalnız onlara delâlet ederler. Demek, hayalî hikâyeler değil, doğru hakikatlerdir.”
“Sözlerdeki ekser temsiller birer bürhan-ı yakini, birer hüccet-i katıa hükmündedir.”
“Temsiller, mühür veya imzalar gibi tasdik ve ispat içindir.”

*Kur’an-da önce kulaktan bahsedilir.
“İnnes sem’a vel basare ve fuâde, küllü ulâike anhu mes’ûlâ)
“Bilmediğin şeyin ardına düşme; doğrusu kulak, göz ve kalp, bunların hepsi o şeyden sorumlu olur.”
Bediüzzaman her kulaktan girerek gözleri açıyor,kalbleri tatmin edip,memnun ediyor.
*İnsanın yüzer kapılı bir saray olduğunu belirtip,mutlaka insanın içerisine ve kalbine girilecek bir kapının açık olacağı ve o kapıdan girileceğini belirtmektedir.
Bediüzzaman insanların farklı kapılarından girip,onlarla konuşup, kendisini dinlettirmektedir.
Bediüzzaman herkesin direk kalbine giden kulak diliyle konuşmaktadır, kendisini dinlettirmektedir.
Konuşmak bir marifet ise,kendisini dinlettirmek iki marifettir.
“Bir saray, yüzer kapalı kapıları var. Bir tek kapı açılmasıyla o saraya girilebilir, öteki kapılar da açılır. Eğer bütün kapılar açık olsa, bir iki tanesi kapansa, o saraya girilemeyeceği söylenemez.
İşte, hakaik-i imaniye o saraydır. Her bir delil, bir anahtardır; ispat ediyor, kapıyı açıyor. Bir tek kapının kapalı kalmasıyla o hakaik-i imaniyeden vazgeçilmez ve inkâr edilemez. Şeytan ise, bazı esbaba binaen, ya gaflet veya cehalet vasıtasıyla kapalı kalmış olan bir kapıyı gösterir; ispat edici bütün delilleri nazardan iskat ediyor. “İşte bu saraya girilmez. Belki saray değildir, içinde bir şey yoktur” der, kandırır.
İşte, ey şeytanın desiselerine müptelâ olan biçare insan! Hayat-ı diniye, hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiyenin selâmetini dilersen ve sıhhat-i fikir ve istikamet-i nazar ve selâmet-i kalb istersen, muhkemât-ı Kur’âniyenin mizanlarıyla ve Sünnet-i Seniyyenin terazileriyle a’mâl ve hâtırâtını tart. Ve Kur’ân’ı ve Sünnet-i Seniyyeyi daima rehber yap.”

Hasılı;Eğitimde evvela kişinin kendi nefsinden başlaması gerekir.
*Fertlerin münferiden ıslahı ile genel ıslaha gidilmelidir.Yani merkezden muhite doğru bir gidiş sergilenmelidir.
*Anne adayı seçilirken hassas olunmalı,Fatih-ler doğuracak anneler seçilmelidir.
*Her kişi mutlaka medrese eğitiminde bulunmalı,diz çöküp tedrisde bulunmalıdır.
*Hayat boyu imanın takviyesi ve beslenmesi için iman hakikatlarına mesaisini teksif edip ayırmalı,mutlaka en asğarisiyle haftanın bir gününü iman hakikatlarının dinlenmesi ve okunmasıyla meşgul olunmalıdır.Sürekli tecdid-i imanda bulunulmalıdır.
*Âhiret imanı,âhiret sorumluluğu,âhiretteki hesap kısaca âhiret akidesinin yerleştirilmesiyle oto kontrol ve nefis muhasebesi yapılmalı ve yaptırılmalıdır.
*Hadisde:”Birinizin evinin önünden bir ırmak aksa,o kişi o ırmakta yıkansa,kir diye bir şey kalır mı?”
Elbette kalmaz.
Namazla günlük arınma gerçekleştirilmeli,ihmal edilmemelidir.
*Bütün bunlar yapılırken sevgi merkezli olmalıdır.Fir’avunların ele aldıkları korku yolu ile değil,peygamberlerin yolu olan sevgi ile yürütülmelidir.
*Hakikatler sürekli temsiller yolu ile zenginleştirilerek aktarılmalıdır.
*Hakikatları anlatmakta bıkkınlığa düşmemeli.
Hakikatları sunduğumuz kişinin yüz kapısı da çalınmalı.Bir kapısının kapalı olması,diğer kapılarının da kapalı olmasını gerektirmemektedir.
Özellikle insanın yaratılıştan getirdiği ‘Fıtrat kapısı’ son nefese kadar açıktır.O kapı bulunmalı ve o kapı çalınmalıdır.
Rivayete göre Efendimiz Ebu Cehilin yanına yüz defayı aşkın olarak gitmiştir.
Artık bundan sonra hiç bir bahanesi de kalmamaktadır.Tüm haklar kullanılmıştır.Mazeret söz konusu değildir.
Gerekirse yüz defa gidilmeli ve yüzlerce defa anlatılmalıdır.

Said Nur iyi geliyor bana..siz de kullanır mıydınız?Size de iyi geleceğine inanıyorum…Çok iyi geliyor..çok iyi gidiyor..
Beden ve ruh derinliklerime nüfuz ediyor,sathi kalmıyor..ekiyor ve ekiliyor.
O asra iyi geliyor çünkü o asra geliyor.Asır onun,o asrın adamı.Asırdaki asırlık adam..asırlık çınar..asrın ve asırların çınarı..velayet zincirinin son halkası…
MEHMET ÖZÇELİK
03-06-2009/Adıyaman
mozcelik02 ©hotmail.com
www.tesbitler.com
www.mehmetözçelik.com
www.adimder.com




SADAKA KÜLTÜRÜ

SADAKA KÜLTÜRÜ

Bu konuyu toplumda giderek artan şu sözler yazmama sebeb oldu.
Akp-nin değişik konulardaki tenkidini savunmak bana düşmez.Onlar kendi kendilerini savunurlar ve savunmaktadırlar.
Ancak ısrarla bu partinin ayakta durmasını sadaka kültürüne,topluma yiyecek, para,kömür gibi sosyal yardımların yapılmasıyla varlığını sürdürmesine bağlayarak,bu yardımları önemsiz ve gereksiz olarak değerlendiren beceriksizlere ithafen yazıyorum.
Şimdiye kadar tüm partiler kendilerinin seçilmesi halinde halka neler yapacaklarını,fakirlikten kurtaracaklarını hep vaat ettiler ancak hep aldatıcı ve oyalayıcı,kandırıcı uygulamaları kendini kısa zamanda gösterdi ve tekrar derslerini aldılar.
Chp hep yıllardır fakirlik edebiyatı yaparak kalkı kandırdı,kimseyi fakirlikten kurtaramadı ancak kendi kendilerini zengin ettiler.
Şimdiye kadar herkes devlete baba dedi ve öyle de görüldü.Demirel-e baba denildi.Ancak yakınlarının dışında pek kimseye babalık yapmadılar,yarım asrımız öylece heba oldu.
Devletin sosyal bir devlet olması gerekliliği hep söylenildi ancak sosyallikten uzak ferdiliğe takınıldı.
Şimdi ise gerçekten önemli çapta;fakir-fukara,garib gureba,yaşlı-özürlü,kız-kadınlara yönelik önemli çapta yardımlaşma kurumu devreye sokularak,çalışmayan sosyal yardımlaşma ve dayanışma kurumu ve kurumları devreye konuldu.Halkta bir nefes alma açıkça görüldü.
Kendilerini,kişiliklerini,değerlerini kaybedenler oylarını da kaybedince bunu sosyal sadaka devleti diyerek seviyesizce alay konusu yapılarak tenkid edilmeye başlanıldı.
Ayı üzüm asmasına ulaşamayınca ekşi deyip,gümler gidermiş.
Gözü hasta olan yarasa tabiatlı güneşten rahatsız olurmuş.
Dünya güzelini isteyen kişinin eline geçmeyince ne kadar çirkinmiş deyipde nankörlüğü gibi.
Memleketimizde de bu tipli insanların türemesi önemli bir kültürümüzün hücumuna hedef oldu.
Asırlardır süre gelen bir çok manevi değerlerimiz ve kültürlerimiz mevcuttur.
Kur’an-ı Kerim-de Sadaka 23 yerde geçmektedir.
Zekat-da zekat olarak 31 yerde zikredilmektedir.
Kültürlerimiz arasında hala İstanbulda bulunan Sadaka Taşları Osmanlıdan gelen yardımlaşma aracı olarak mevcuttur.Doğumdan ölüme,sünnetten düğüne,taziye, hediyeleşme, mezar taşları,ziyaretler,büyüklerin ellerini öpme ve hatırlarını sorma,bayramlaşma,saygı, sevgi,selamlaşma,aç varken tok yatmama,büyüklere yer verme,kusur araştırmama,kalp kırmama,kul hakkı,ikram,ezan,ad kurma,vs.vs.sayamayacağımız yüzlerce dini ve kültürel değerlerimizin yaşatılması,milletimizin yaşatılmasıdır.
Ancak bir asırdır bunları yıkmaya çalışanların hala bunların ayakta kalmasından rahatsız olmaları,sadaka kültürüne saldırmalarının kuyruk acısını da göstermektedir.
Hiçbir zaman için kimse bu insanların çalışmadan başkasının sırtından geçinmesini istemez.Kimsede kolay kolay onurunun kırılmasını göze alarak çalışmadan hayatını devam ettirmek istemez.
Yardım kurumunun yardımlarını dağıtırken bir aileye falan kuruma neden müracaat etmedin dediğimde cevaben;Onlar televizyona çıkma şartını söylediler,deyip yardımlarını da kabul etmemişler.Oysa gerçekten de bir kadın ve kız iki kişi olup muhtaç insanlardı.
İşte milletimiz böyle asildir,her ne kadar yıllarca bozulmaya çalışılsa da…
Sadaka kültürü İslami bir kültürdür.Kur’an ve Efendimiz teşvik eder.Ancak her zaman;’Veren elin alan elden üstün olduğunu da’ifade eder.
Yıllarca kene gibi başkasının sırtından geçinen,havadan para kazanan,manevi çukurluğunun ve idareyi bilmeyip kendini bile idareden aciz kalanlar toplumun bu şekildeki yakınlaşmasını,elinden tutup kaldırmayı kişilik kaybı gereği tenkid etmektedirler.
Hadislerde:
-“Cömert bir cahil Allah yanında cimri olan bir alimden daha efdaldir.”
-“Cömert olan bir cahil elbette cimri olan bir abidden Allah yanında daha makbuldür.”
-“Üç günlük yiyeceğe sahib olan kimse için dilenmek helal olmaz.”
-“Kul kardeşi ile beraber yemiş olduğu şeyden kıyamet günü sorgulanmaz.”
-“Assahiyyu habibullah velev kâne fasıken,elbahilu aduvvullah velev kâne salihan.”
Anlamı:Cömert Allahın dostudur velev fasıkta olsa,cimri Allahın düşmanıdır velev Salih de olsa…”
Benzer hadisde: **”El-bahîlü la yed-hül’ülcennete velev kâne zâhiden v’es-sehiyyü la yüdhal ün-nâre velev kâne fâsıkan”
Anlamı:”Cimri cennete giremez velev zahide olsa.Cömert cehenneme girmez velev fasıkda olsa…”

*Kimsesiz kimse yok, herkesin var bir kimsesi
Kimsesiz kaldım yetiş, kimsesizler kimsesi.

*Tok olan cümle âlemi tok sanır
Aç olan âlemde ekmek yok sanır.

“Cömertlikte yardım etmede akar su gibi ol
Şefkat ve merhamette güneş gibi ol,
Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol..
Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol,
Tevazu ve alçakgönüllülükte toprak gibi ol,
Hoşgörülükte deniz gibi ol,
Ya olduğun gibi görün,
Ya göründüğün gibi ol….”Mevlâna

*Baba evladı kötüde olsa ona bakmak zorundadır.Devlette babalık görevi olarak milletinin çalışması için ya ortamlar açmalı veya onun yanlış ve kötü yollara düşmesini engellemek için yardımda bulunmalıdır.Bu konuda devlet ve millet el ele vermeli özellikle ve özellikle Vakıf müesseseleri arttırılarak canlandırılmalıdır.

Sadaka kültürü öldürülen duyguların canlandırılmasıdır.Milletçe bunu öldürmeyelim,canlandıralım.

MEHMET ÖZÇELİK
01-08-2008




HAKİKATE GÖTÜREN İSİMLER

HAKİKATE GÖTÜREN İSİMLER
‘Allah Hazreti Âdeme bütün isimleri öğretti.’
İsimler Âdemle özdeşleşti.Âdem mi isimdi,isim mi Âdem?
İsimleri bir anlığına her şeyden kaldırdığımızı düşünelim.
Biz her şeyi bilebiliriz,biliriz.
Ne ile?
İsimleri ile…
Allahı,peygamberleri,kitapları,vs..hep isimleriyle tanırız.
İsim adeta zat oldu.
Zat o isme ad oldu.
Adı sanı unutulmuş..isimsiz..seni defterden silerim..ismi yok.
O insanda yok.
Çocuk dünyaya geldi.İlk iş ona bir isim vermek oldu.
Yoksa doğmuş-doğmamış fark etmeyecekti.
Varlık ve yokluk arasındaki en büyük engel,isimdir.
Nüfus cüzdanımı kaybettim,hükümsüzdür.
Ben de hükümsüz oldum.
Yeni bir hükme ihtiyaç var.
Hakim değil,mahkumum.
Var mıyım yok muyum?
Her var da var,her yokta yok muyum?
Ben kimim?
Mehmet
Hafızanın kaybında ilk kaybedilen isimdir.
İsmi belli olması halinde her şey otomatikman bağlantılı bir şekilde ortaya çıkacaktır.
İsimsiz.
İsmini bilmeyen bir çocuk bulunmuştur,sahiplerinin ilan bürosuna gelmeleri rica olunur.
İsmini bilmeyen,akli dengesi kayıp bir şahıs bulunmuştur.Sahiplerinin emniyete gelmeleri ilan olunur.
*Babanın evlat üzerindeki üç büyük hakkından birisi,birincisi,en önemlisi;ona memnun olacağı güzel bir ad,isim koymaktır.
Ahmet..Mehmet..Mustafa..Abdullah..Fatih..Ayşe..Fatma..vs…
Yılan,kaya,taş,odun,vs.. Uygun mu?
Mübaşir seslenir;Ahmet oğlu Mehmet…
Hemşire çağırır;Fatma kızı Ayşe.
Öğretmen yoklar;Mustafa,Nedim,Ubeydullah,Abdulhakim.
İsmi olup kendi olmayanlar,ya da kendi olup ismi olmayanlar…
Farkı yok gibi değil mi?
Şeyy…
Liste de öyle biri yok.
O halde sende yoksun demek.
Sizin isminiz varmış.
O halde siz varsınız…
İsminizi lütfeder misiniz.
Kaybettim!!!
Kendinizi mi???
*Tarihte Habenneka diye bilinen,ahmaklıkla nitelenip şöhret bulmuş birisi vardır.
İsmiyle şöhret bulmuş,ismi ona şöhret katmış.
Bu şahıs isimliğini boynuna asar,ismini soranlara isimliğine bakarak cevap verirdi.
Bir gün Habenneka uyurken,muzip birisi onun boynundaki isimliği çıkarıp,kendi boynuna asar.
Uyanan Habenneka ya kim olduğunu sorar.
Boynunda isimliğini göremeyen Habenneka susar,karşısındakinin boynunda görünce şu cevabı verir;
Sen Habennekasın da,ya ben kimim?
İsimsiz kahraman…
İsimsiz kahraman da,ne kadar kahraman.
İsimsiz de kahramanlık olmuyor ki!
İsmimi tarihe yazdıracağım.
İsmimi taşa kazıtacağım.
Kendim olmasam da,o kalacak.
Çünkü o isim benim..ben olmasam da.
*İnsanlar isimleriyle yaşar.isimleriyle ölürler..
İsimsiz olarak doğsalar da…
Aslında doğarken bile isimleriyle doğarlar;
Bebek.
*Kendime bir isimlik yaptırdım.
Masaya koydum..
Ben olmasam da benim ismimi görenler,beni bulmuş olurlar.
He demek ki buralardaymış,bir yerlere gitmemiş.
Kapıya astım.
-Ordünaryus Profesör Doktor Ahmet Nedim Gülsever.
Çaycı Emin Efendi.
Terzi Rıza Bey.
Sütçü imam.(Adı yok,namı var.Adıyla değil namıyla yaşamakta ve yaşatmaktadır.
Adını millete verenler,milletçe anılırlar.
Devleşen adlar,devletleşen isimlerle adlanır.
Adı büyük,kendi küçük olanlar olduğu gibi,adı küçük kendi büyük olanlarda vardır.
Olgun olmayan Kamiller.
Övülmeyen Ahmedler.
Sert olan Mülayimler.
İzzetini kaybetmiş Aziz ve Azizeler.
Zengin olan Fakirullah Hazretleri.
Medeni olan Ahmed Bedevi Hazretleri.
Toprak olan Said.
Aydınlatan Nur.
*Allah Âdeme bütün eşyanın isimlerinin kuvve ve çekirdeklerini ve hülasalarını öğretti.
Onlar ebede kadar açılıma devam etmekte,sonsuza dek talim ve ilim süre gitmektedir.
Âhirette yani cennette eşyanın isimleri sınırsızdır..son bulmaz.
İsimler hakikatlarıyla kıymetlidirler.
Eşyanın hakikatı,isimlerin hakikatlarıdır.
Efendimizin mevsuk ve meşhur dualarında;”Allahım!Bana eşyanın hakikatını göster.”
İsmin içine nüfuz etmek,hakikatın içinde gezinmektir.
*Allah ismi isimlerin şahı ve padişahıdır.
En büyük isim,ism-i âzam Allah ismidir.
İsimler hakikatlare işarettirler..onları gösterir ve onlara gider.
Mekke..Kâbe..Âdem..Muhammed isimleri;isimlerine sığmayacak büyük hakikatlardırlar.
İsmin istiab alanı geniştir.İçerisi dolduruldukça,isimde genişlenir,yayılır.
Daha Hz.Muhammedin oluşumundan önceleri,melekler O’nun ismini görmüş ve sormuşlardır.
Hz.Âdem o isim hürmetine Allah’dan affını dilemiştir.
Hz.Âdemden bu yana her şeyi ismiyle öğrendik,ismiyle hatırladık.
İsim sim gibidir..sahibini gösterir,parlatır.
Nüfus müdürlüğü,isimler müdürlüğüdür.
Market gibi alış veriş merkezleri eşyadan önce isimleri içerisinde barındırır.
Yemek gelmeden önce,menü gelir..yemeklerin isim listesi.
Yemeğin ismi,yemeğin önünde gider.
İsim başkasından çok,kendisine delalet eder.
Harf ise kendisinden ziyade,başkasına delalet eder.
Mana-yı ismi..mana-yı harfi…
Eşyaya manayı ismiyle değil,manayı harfiyle bakmalıdır.
Kendisi hesabına değil,yaratıcıları hesabına bakmaktır manayı harfi…

İsim ismini bir başkasına kaptırmaz..kendisine bağlar..onunla bağlanır.
Kitaplar isimleriyle vardır ve tanınır.
Bin sayfalık kitabı kimse bilmez ama ismi hafızalarda kaldıkça,kitabın hakikatını çözer.
Adeta kitap isimdir,isim de kitap…
İsimleri aşamayanlar,manaya ulaşamazlar.
İsimler manalar içindir.isimler manaları netice verir ve oluştururlar.
Esma-i Hüsna,en güzel isimlerdir.
Allah isimleriyle tanınır,anlaşılır.
İsmi anlamak,zatı kavramaktır.
Cennet isminin içerisinde çok hakikatler gizlidir.Gezmekle bitmez.
Cehennem ismi kendisinden önce insanı titretir ve yakar.Kendisine yaklaştırmaz,uzaklaştırır.
Cennet ise davet eder,kucak açıp sevindirir.
Cennet sonsuz isimlerin yurdudur…genel adıdır.
Cehennem isimlerin silindiği,unutulduğu,unutulmaya terk edildiği isimsizliklerin genel adıdır.
Cennet isim verir,cehennem isimleri siler.
Cennetteki isimler hakikatleriyle vardır.
Cehennemdeki isimlerin hakikatleri boş ve yoktur.
Hakikatı inkâr edenin,hakikati de silinmiş,sönmüş ve kaybolmuştur.
Cennet,ismin hakikatine nüfuz etmektir.
İmtihanlarda kaybedenlerin bir çoğu,ismi kaybetmeleri,hatırlamayıp unutmaları sonucundadır.
İsmini,o ismi hatırlayamadım!
İsmini bir hatırlasaydım!!!
İsmin kaybı,imtihanı kaybettirmektedir.
**İsminiz neydi?
Mesmuke?
What is your name?
Novitte çiye?
-Benim ismim mi?
Evet…
Mehmet…
Mehmet bey,size şunu diyecektim!!!
*Kazananların listesinde benim ismim yok.
Mefhum-u muhalifiyle;
Kaybedenlerdensin…
Kaybedenler yok ki,onların ismi olsun!
Kaybedenler listesi değil,kazananların isimlerinin yazılı olduğu liste asılır.
**Okul ismin kaydıyla başlar.Kayıd altına alınan kişi değil,onun ismidir.Kendisi daha sonra kayıd altına alınmaya çalışılır.
**Ve alleme Âdemel esmâ-e küllehâ,sümme aradehüm alel melâiketi;fe enbiûnî biesmâ-i hâ ulâ-i in küntüm sâdikîn…
-Ve Âdeme bütün isimleri öğretti.Sonra bu isimleri meleklere sundu.Ve eğer doğru iseniz;haydi bu eşyanın isimlerini bana haber veriniz…
Âdemin ve zürriyyetinin yaratılmasına taraftar olmayan melekler,isim sorusundaki yenilgileriyle ikna oldular.
Aksi takdirde yalancı sayılacaklardı.
Âdem ve zürriyyeti eşyanın isimlerini bilmekle,varlığa çıkmaya hak kazanmış oldu.
Melekler ikrarlarında;!Sübhâneke lâ ilmelenâ illâ mâ allemtena inneke entel Alimul Hakim.’
-Rabbimiz,seni tüm eksikliklerden takdis ve tenzih ederiz.
Senin bize öğrettiğinden başka bizim bilgimiz yoktur.
Sen Alim ve Hikmet sahibisin…
İlminle bildin,Hikmetinle bildirdin..Âdeme talim ettin.
Var oluşun anahtarı esma oldu.
“Ben gizli bir hazine idim,mahlukatı yarattım ta ki kendimi bileyim ve bildireyim.”
Allah kendisini isimle bildi ve bildirdi.
Esmanın hakikati,hakikatların ismi oldu.
Dünyadaki bütün atlar toplansa,,at ismini okuyamaz ve söyleyemezler.
Filler bir araya gelseler,fil ismini zikredemezler.
Hayvanlar isimleriyle değil,künyeleriyle tanındı.
Filler..balıklar..kuşlar..sürüngenler…
Köpekler..kediler..vs.
Daha sonra marifetleriyle isimlendiler;Karabaş,boncuk diye…
Çoban köpeği,çobanın köpeği oldu.Çobanıyla tanındı ve adlandı.
İsimler dünyasında yaşıyoruz..
Her tarafımızı isimler çevrelemiş…
İsimler içi dolmadıkça,doldurulmadıkça,silinirler.
Silinmemek için isimlerimizin ve isimlerin içlerini doldurmalıyız.
* Esamesi yani yani isimleri okunan ve okunmayanlar…
Doğan her kişinin bir ismi olduğu gibi,ölende ismiyle anılıyor,ismiyle telkinde bulunuluyor.Hiç olmazsa,tanınmasa bile er kişi niyetine bir isim veriliyor.
Zamanlar ismin üstünü örtünce,o kişilerde örtülüp unutuluyor.
Bir dönemde rahmetli diye anılıyor.
Aba ve ecdada katılınca Geçmişler olarak anlandırılıyor.Çoğulun içinde onun tekil ismi de müstetir hüve veya hiye olarak,o olarak isimlendiriliyor.Zamanla onlardan hüm diye bahsediliyor.
Onlar..işte onlar var ya…
Bir zamanlar onlar…
*”Kur’an besmelede yani isimde,besmele başındaki be harfinde,o da altındaki noktada…
Rahman ve Rahim olan Allahın adıyla…
Herşey besmelede,besmele noktada,isimde noktada olan isimde,nokta ise bir kelime ve isim…
Nokta isimle var oldu.
Noktadan ismi çekerseniz,nokta da yok olur,her şey de yok olur.
Gerçi yok ve yoklukta bir isim.O halde Allah katında yok diye bir şey yok.
İlmi ilahinin,ilminin dışı yok ki yokluk onun dışına çıksın,dışına atılsın!
Yoklukta yokluk ismiyle var oldu,varlığa kavuştu.
Yok yok olsa var olur.
Yokun yoklukla çarpımı varlık olur.
Eksinin eksiye çarpımı artı olduğu gibi.
*Bir muhabbet kuşum vardı,öldü.
Bahçemde bir lale vardı,soldu.
Şimdi hatıralarda ve fotoğraflarda ve hayallerde varlığını sürdürmektedir.
Çünkü ismi bende mahfuz,duruyor.
Muhabbet kuşu ve lale diye…
Çok güzeldi,güzelliği devam etmekte.
Hoş kokuluydu,kokusu hala burnumda tütmekte.
Baki kalan şu kubbede,
Hoş bir sada bırakmakta;
Sonu ölmekte olsa…
Sada da bir isim,sese isim olmuş,onu kulaklara küpe yapmış.
Görünen alem göze gözlük olmuş,onunla görüyor.
Göz-lükle eş-leşip,beraber isimlenmişler.
*İsimler sadece bir isimdi,ona da lafız deniliyordu.
Lafız,ağızdan atılan şey…
Bazen bir gül,bazen bir ok..bazen bir tükürük,bazan sıcak bir söz.
Lafza herkes bir elbise giydiriyor.Ancak lafız yine lafızdır.Lafız olarak kalmaktadır.
*Ahmed-Muhammed-Mustafa lafza mana oldu.
İsim kendini onda buldu.
Övüldü,övülmüş oldu.
İsim meçhuldü,o zat ile malum oldu.
İsim kayıptı,onunla bulundu.
İsim zata ayıptı,O’nunla ar oldu,arlandı.
İsim ayn-dı yani göz onunla ayn-a ayna oldu.
Gördü ve göründü.
İsmine kurban olayım senin.
Alem o isme,onun ismine,kurban oldu.
Kurban isim oldu.
*Haramda isimdi ama ona soğuk düştüm.
Helal ismi bana ad oldu..
Helal lokma,helal süt emmiş..helal olsun..helal be…
Haram onu yiyene isim oldu;haram-zade..harami..haram lokma..haram olsun.
Cehennem ismi yaktı.
Cennet zemzem gbi aktı….

MEHMET ÖZÇELİK
30-04-2009




KİLİS HATIRALARI

KİLİS HATIRALARI
Kilis deyince hep aklımıza kaçaklılıkla uğraşılan bir şehir olarak gelirdi.Maddenin öne çıktığı bir kent olarak düşünürdük,bu son ziyaretimize kadar.
Meğer sahabeden tarikat şeyhlerine kadar bir çok maneviyat erlerinin medfun ve uğrak yeri olmuştur.
Kilis münbit bir mekan..girişte suriyeye mücavir bir alanda.
Kilise varmadan Yavuz Sultan Selim-in meşhur savaşı olan Mercidabık-a da sol taraftan yol ayrılıyor.
Kilis peygamberlerin çoklukla bulunduğu bir yer.
Bir hafta sonu Gaziantepden yola çıktığımız Hanifi Çanakçı kardeşimle beraber,tanıdığı bir arkadaşı olan Erdoğan Özbay beylere misafir olduk.
Kısa bir muhabbet ve yemekten sonra bizler orada bulunan sahabelerin kabrini ziyaret etmek amacıyla yola çıktık.
Önceleri Gaziantep Kilise bağlı imiş,zamanla şimdiki halini almıştır.
Yolumuzun üzerindeki Şehitkamil ise,her zamanki kahramanlığımızı bir defa daha bizlere hatırlatmış oldu.
Kahraman Maraş-ta olduğu gibi,burada da Mehmet Kamil,annesinin peçesine fransız askerlerinin saldırması üzerine müdahale etmiş,ve fransız askerlerinin süngüsüyle şehit olmuştu.
Bir rivayete göre üç bin bir rivayete göre de 267 sahabenin Kilis-de medfun olduğunu söyledi ve öğrendik.
Özellikle bunlardan meşhur olan üçünün kabrini ziyaret ettik; Şurahbil, Bedevi,Mansur hazretleri…
Kadiri,Rüfa-i tarikatının manevi şeyhleri ile de süslenmişti.
Aşere-i Mübeşşereden olan Zübeyir bin Avvam ve Talha bin Ubeydullah fethi islamda şehid olan bu zatların makamı da orada bulunmaktaydı.
İlk müslümanların beşincisi olan ve Peygamber Efendimizin halası Safiye’nin oğlu,Hz.Ebubekir-in damadı,birbirine bacanak olan Talha ve Zübeyirden Hz.Zübeyir-in makamı;
Hz.Talha Zübeyir ile teyze oğlu olup,Peygamberimizin diğer halasının oğlu,Hz.Ebubekirin de damadı olmakla,üçlü bacanaklardan bu iki cennet mekan insanların hayalen dahi olsa asrına gittik,feyiz aldık.
**Şibli Numan-ın asrı saadet adlı eserinde anlatıldığı üzere; ”Peygamberimizin vahiy katiplerinden,sahabenin büyüklerinden Şurahbil bin Hasene;meliklere name yazardı.Hicri 24 yılında fütuhat-ı islamda Hz.Ömer zamanında Ebu Ubeydet-übnü Cerrah komutasında Liva komutanı olarak Kilise gelmiş ve şehit olmuştu.
Kitabelerde bunlar hakkında bilgi verilmektedir.
**Tepede geniş bir alana kurulmuş;türbe,cami ve ramazanlarda yapılan etkinliklerle güzel bir görünüm arzetmektedir.
Ashab-ı Kiramdan Muhammed Bedevi Hazretleri hicri 18.yılda Sadullah Riddali fethi sırasında şehid olanlardandı.
Bir çok maneviyat büyüğü gibi,Manen tepede olan bu zat,maddi tepelerde nice gönülleri fethe devam ediyordu.
**Şeyh Mansur ile ilgili Evliya Çelebi`nin Seyahatnamesi`nde şu bilgiler yer alıyor, `Şehrin kıblesinde aydınlık bir kubbe içinde Şeyh Mehmet Simati isminde Hz. Peygamber`in çeşnigir başının yattıar. Hz. Peygamber`in sofrasını / simatını döşediği için kendisine `simati (sofra, yemek masası, sofraya gelen yemekler, ziyafet)` denildiğini, her zaman tekkesine gelen fakirlerin ağırlandıklarını, Hz. Peygamberin ashabından olup, Hz. Ebu Bekir`in halifeliği zamanında şehit oldu. Bu türbenin yanındaki küçük kubbeli bir yapının da Şeyh İzzeddin ve Şeyh Yusuf a aittir` Hz. Peygamber`in çeşnigir başı olan bu zatın, Hz. Peygamberin yanından gelen sahabelere hizmet ettiği ve gelen fakir insanlara da sofra açarak onların karnını doyurduğu söylenmektedir.
Bunlar gibi manevi zenginlik kaynaklarımız çoklukla bulunup,keşfedilmeyi beklemektedir.
MEHMET ÖZÇELİK
29-04-2009




İSABETLİ HAREKET MÜSBET HAREKET

İSABETLİ HAREKET MÜSBET HAREKET
Müsbet hareket yaratılıştaki fesad yani ifsadı ortadan kaldırarak ıslaha yöneltmektedir.
Vazifemiz müsbet hareket etmektir.Her konuda dosdoğru,fevri hareketten uzak,neticesi kişiyi üzmeyecek ve özür dilemeye mecbur etmeyecek harekettir.
Müsbet hareket,isabetli harekettir.Hedefi on ikiden vurma hareketidir. Umumun tasvibine mazhar olmuş harekettir.
Rahmetlik dedemden kulağımda hala varlığını devam ettiren bir söz vardır;Evvelden eşkiya dağda idi,şimdi şehre inmiş.
Maalesef müsbet hareketi tehidid eden gerek memleketimizde gerekse de tüm dünyada bunların örnekleri görülmektedir.
Yirmi birinci asrı tehdit eden en büyük tehdit;anarşi,güvenlik tehdidi, mikrobiyolojik tehlikelerdir.
Rasulullahın kıyametin on büyük alametinden birisi olarak ifade ettiği, Kur’an-ı Kerim-in ‘Ye’cüc-Me’cüc- olarak yer yüzünü karıştıran kimseler olarak tarif ettiği grup ve güruh;Anarşi ve Anarşistlerdir.
Mesela;Taksimdeki İmf-yi protesto için yapılanlar içteki kin, nefret , isyan, bozulmuşlukların,çöl medeniyetsizliğinin,dağ kabalığının şehirdeki yansımalarıdır.Nefretle karşılıyor ve tel’in ediyorum.
Masum insanlar ve evine ekmek götürmek için çalışan esnaflar,birilerinin protesto bahanesiyle sürekli provokasyonlara hazır bir çapulcu güruhu hazır beklemekte ve kullanılmaktadır.
Oysa daha demokratik bir ortamda ve konuşarak problemlerin çözümüne gidilebilir.
Demek mesele üzüm yemek değil,bağcı dövmektir.
Maneviyattan uzak bir toplum,anarşi ve terör ile beslenmektedir.Onların üstündeki para babaları ise,o kaos ortamından nemalanmaktadırlar.
Dedem eğer bugünleri görmüş olsaydı;dağdakilerin daha nerelere kadar girdiklerini esefle görür ve ifade ederdi.Zira bu durum evlere kadar,meclise kadar girmiş durumdadır.
Bülent Ecevit ve kadrosunun,Merve Kavakçı-nın meclise baş örtülü olarak girmesini sıralara vurarak ve çığırtkanlık yapıp,bozuk bir ağızla -dışarı dışarı -ifadeleri zihinlerden silinmeyecek lekelerdir.Menfi hareketin toplumu tetikleyen müsebbibleridirler.
Dünkü tarih itibariyle yani 13-11-2009 şimdiye kadar çözümüne gidilmemiş,çözüm uğruna bir şeyler üretmeyen kısır ve kısırlaştırılmış kimselerin meclisdeki çığırtkanlıkları,çığlıkları,polisi taşlayan çocuklar gibi haylazlıklarını görünce hep dedemi hatırladım.
Kendi kendime dede mezarından kalk da bir de şimdi bak..ne diyeceksin?
Dünkü hazin hali gören kalbi yanık kişi kendisine ve bizlere sormuş;” TBMM’de ki CHP’liler vekil mi, anarşist mi? Bunlar milletvekili mi anarşist mi?”
Herkes kendisine sorsun,anarşist olan bir kimse bu yapılanlardan farklı olarak ne yapar?
Aslında anarşiyle mücadelede,yanlış zeminde ve yanlış uygulamalarla mücadele edilmektedir.
Artık bugün herkes tarafından bilinmektedir ki;Ergenekon hem sağı ve hem de solu kullanarak farklı kesimleri karşı karşıya getirmiştir.İkisine de silah vermiş..sağa solla sola sağla,alevisine sünniyle ve sünnisine aleviyle vurmuş, türkle kürdü devamlı gündemde tutarak ırkçılığı tetiklemiş ve gündemde tutmuştur.
İttihat ve terakkiden beri süre gelen bu uygulama maalesef Atatürk döneminde,Atatürk kullanılarak ve perde edilerek,onun arkasına saklanarak ergenekon kurumsallaşmış,problemler sürekli çözümü istenmeden ve engellenerek canlı tutulmuştur.
Bu milletin sürekli Atatürkü aşması engellenmekte,90 yıl öncesine mahkum edilmektedir.
İttihat ve terakkinin bir kısmı yanlışını anladı ve ikrar etti.
İttihat ve Terakkinin üyelerinden Süleyman Nazif Abdulhamid Han için şu hasrette bulunur:
Padişahım,gelmemişken yâda biz
İşte geldik senden istimdada biz
Öldürürler,başlasak feryada biz
Hasret olduk,eski istibdada biz

Dem-bedem coşmakta fakr-u ihtiyaç
Her ocak sönmüş ve susmuş,millet aç
Memleket matemde,öksüz taht-u taç
Hasret olduk eski istibdada biz.
Darısı ise şimdi atatürkçü geçinenlerin anlamasında ve anlayışında!
Evet..Aslında dediğimiz gibi ergenekon ittihat ve terakki ile beraber başlamış,Atatürk zamanında yerini sağlamlaştırarak kadrolaşmış ve geleneksel hale dönüşmüştür.Zira Atatürk bugün de askerin dillendirdiği gibi;rejimin muhafızlığını daha doğrusu Atatürk ve düşüncelerini veya onun düşünceleri perdesi altında onu kullanarak sol ve dinden tecrid edilmiş bir zihniyeti sürdürme faaliyetidir.
Aslında Atatürkün en büyük başarısı;Fevzi Çakmak-ı kontrol etmesi ve isteği doğrultusunda pasivize etmesidir.
28 şubatta binden fazla subay,öncesi ve sonrasında binlerce subay bu bahane ile ordudan atılmış,-oda çoğu onlarca madalyası ve seviyesi olan insanlar-ergenekon cuntasına teslim edilmiştir.
Darbeler sağa kaymaya ayar verme faaliyetidir.
Kendini sürekli siyaset dışı lanse eden ordu,aslında hep siyasetin göbeğinde olmuş ve bunu bizzat hiyerarşik bir kademede sürdürmüştür.
Darbe girişim ve senaryosu dışa yansıyan haberlerde de görüldüğü gibi,genelkurmaya kadar sunulmaktadır.
1970-lerde başlayan alt tabakadaki kavga,bugün ergenekonun deşifre edilmesiyle üst kata,üst kademeye taşınmıştır.Artık hukukun içindeki bir kesimin aktif rol oynamasıyla,askeriyeden yeterli desteği bulamayan ergenekon, maalesef bir kısım taraftarı olan hukuk ile kendisini kurtarma çabası içerisindedir.
Adeta hukukla halk karşı karşıya getirilmeye çalışılmaktadır,ergenekon sayesinde ve de hedefinde….
Şu durumda ergenekonun tek tutunacak dalı bir kısım hukuk içerisindeki uzantıları ile olan bağlantıları ve destekleyicileridir.
Türkiyede müsbet hareketi ergenekon engellemektedir.
Ergenekon;hasta,dengesiz,küfürbaz,ruh hastası,hastalık hastası kimselerden mi oluşuyor?
Hep hapis söz konusu olunca soluğu hastanede alıyor,yatma süresini orada geçiriyorlar.Demek hala bir ümitleri var.
Kaçanlarında gelmemelerindeki umutları gibi…
*Korktuğum nokta ise;1970-lerin sağda ve soldaki hırçın ve kavgacı gençliği gerimi getirilmek ve sokaklara sürülmek istenmektedir.geri mi dönüyor?
O zamanda sağ kesimde bulunanlar çok söylemiştik,Kaba kuvvet ve kavgayla bu iş çözülmez ancak fikirle çözüme ulaşılabilir.Dinlenilmedi ve binlerce genç öldü.
Rahmetlik Muhsin Yazıcıoğlu-nun vefatına en çok şu noktadan üzüldüm;Acaba önceden beri planlanan ve bir çok defa öldürülmesine çalışılan sebeb;Onun kontrol ettiği gençliği sokağa dökmek.Nitekim vefatıyla birlikte bu korkulacak durum kendisini hemen bir iki sefer gösterdi.
Şimdi ise bir parti üzerinde büyük çaplı aynı oyun oynanmakta,tam başarılı olunamadığından onlarla birlikte alt tabakanın olmasa da siyasetçilerinin onları temsilen sol ile dirsek teması yapması,aynı söz birliği etmesi,seçimlerde birbirlerine oy vermeleri veya bu noktada teşvik etmeleri, 1970-deki oyundan daha tehlikeli bir oyunun içine çekilmektedirler.
Türkiyede birileri,hatta bir çokları,bu aynı zamanda parti bazında kaostan ve kandan beslenmektedirler.
”Hayatımız bir bedeli iki defa ödemeye yetecek kadar uzun ve kıymetsiz değildir.”
Bizdeki ölüm halktan,tarihten yani geçmişten,değerlerimizden koparılmaya ve kopuk yürütülmeye çalışılmaktadır.Zorla ve zorlamayla yapılmaya çalışılmaktadır.Oysa gönüllülük esası üzere yürütüldüğünde bir netice alınabilir ve içe sindirilir.
MEHMET ÖZÇELİK
14-11-2009




İLLÂ O – İLLÂ HU

İLLÂ O – İLLÂ HU
Lâ-yı hiç sevmedim,hep illâ ile olmak istedim.İllâ da kaldım..illâ da kıldım.
Ondan olsa gerek ki,hep lâ yani hayır demek ağır gelir bana.
Alışamadım..alışmakta istemiyorum.
İllâ ben..illâ da ben…
Lâ yoktu illâ vardı.İllâ lâ ile var oldu,varlığı bilindi.
Ben-deki ben ondaki ben ile var oldu,varlığa çıktı.
İllâ o..illâ huu.
La-da buldum kendimi,meğer ben oraya aidmişim..sonradan illa ki O’nun la,O’nun yardımıyla varlığa çıktım,var oldum,varlık buldum..Ben La-da idim,O illa-da idi.La O’nunla var oldu,İlla La ile bilindi..yoksa bilinmezdi,var olduğu halde.
La ne imiş ki İlla onunla varlığa çıkıyor,anlaşılıyor,biliniyor,tanınıyor.
Her şey zıddıyla bilinir kaidesi bir kere daha kendisini burada gösteriyor.
Yok yok olursa,var olur.

NOKTADAKİ EBED
Nasıl bir ben-e sahibim ki;her yönüyle sınırlı olduğum halde,sınırsızlığı zorlamaktayım..sınırsızda gezmekte,sınırsızı idrak edemesem de,onu derk etmeye yani anlamaya cesaret etmekte ve çalışmaktayım.
Sonlunun sonsuzu anlaması,sonsuzluğa aday olarak seçilmişliğin seçkinliğidir.
Sonsuz ve sonsuzluk benimle ilgileniyor.
Varlığının anlaşılmasını ben-deki ben-e yüklüyor.Büyük ve ağır bir yük.Onurlu ve şerefli bir yük ve yükümlülük.
Bir yanda ezeli ve ebedi kenz yani hazine,öbür yanda fülüs yani sönük ve silik bir para..bozuk para..hazineye azık para..hem de az para…
*Noktadan başlayan kâinat,eşya ve ilim,tekrar noktaya dönüşmektedir. Her şeyin aslına dönmesi gibi…
Nokta gibi bir çipin içerisine şimdilik dünya kadar şeyler sığdırılırken, zamanla kâinat kadar ve de kâinat noktaya sığdırılacaktır.
Aslında kıyamet her şeyin ayağa kalkıp yıkılmasından ziyade,asla dönüş işlemidir.Kâinatı yutan kıyamet noktası bir toparlanmadır..bir toplanmadır.
İnsanda anne karnına bir nokta olarak düşmüşken zamanla şimdiki halini almıştır.Toprağa nokta olarak atılan tohum,zamanla tonlarca ağırlığında bir ağaç olup,o da sonuçta meyveyi ve içinde yine aslı olan çekirdeği netice verip,neslini onunla devam ettiriyor.
Noktadan başlayan oluşum,noktayı doğuruyor,noktayla neslini devam ettiriyor ve sonuçta nokta oluyor.

ALEMLERİN ÖZÜ VE ÖZETİ İNSAN
Yaratması deneme yanılma değildi.İnsana basamak olsun diye..insan o basamaklara basıp,kendi huzuruna çıksın diye en son insanı yarattı.
Sultanlar hem sonda ve hem de sonradan gelir ya…
Diğer varlıkların en üst basamaklarından seçti,bir araya getirdi ve alemin özü,en-muzeci,sanat harikası,son fırçanın son boyasını insanda kullandı.
Levhi mahfuzdan akıl askısını ve terazisini aldı.Onunla her şeyi ölçsün,tartıp değerlendirsin,bir noktaya takılıp kalmayarak,tüm askılara asılabilecek seyyar bir askı oldu.
Arştan sultanlık gömleğini giydi,sultanlık koltuğunun bir eşini insanın içine kalb olarak koydu.Yanar döner,dönen dönek ahval ve istihaleye mahal kıldı.
Hayvanattan hayat aldı.Ruh iksirini ona üfledi.Sonsuzluğa kanat açtı.
Onu Rahman suretinde yarattı.Rahman ismine en külli ma’kes ve ayna oldu.O’nsuz olmayan O’na en fazla muhtaç O’nun varlığıyla artık o var oldu.
VACİB-ÜL VÜCUD
Gelişinden güzeller korkuyor,çirkinleşiyordu ancak tam tersi oldu.Onun güzelliğinden çirkin kaldılar.
O var idi,hiç bir şey yok idi.Ben oldum O varlığına varlık kattı..borsası yükseldi..işlemleri arttı..hep teveccüh O’na oldu..ben yine yoklukta kaldım.
O’nun varlığının yanında bana ne kadar var ve varlık denilebilir ki?
İyi ki O varmış ki,ben yoklukta var oldum,yokluktan varlığa geçtim ve göçtüm.
Bu yolculuğum varlığa geçiş yolculuğudur.Yolculuğum biterse varlığım tescillenecek.Şimdi ise varlığım sallantıda.Sözleşmeli görevdeyim.Sözleşmeli olmak,sözleşmeye muhalefet anında iptal edilebilir.En hazini de sözleşmeden haberdar olmamak veya bilerek sözünde durmamak.
Sözleşme ruhlar aleminde,herkesin huzurunda yapılmış..kimileri bunu hatırlıyor..ben ise hatırlamıyorum çünkü insanım..Nisyan yani unutma kökünden alınmış ve unutulmadan unutmaya terkedilmişim,unutmayıp hatırlamamam için…
Herkes yokluktan korkar ve kaçarken,bendeki ben kendisini O’nda yok olmakta bulmuştu.Yok olmak..okyanusta yok olan bir damlacık buz misali.
Bir damlacık su idim..deryada eridim su oldum..okyanusla doldum.Bana ben-siz O’ndan dediler.
‘Heme ost’değil,’Heme ezost’ yani O değil,O’ndan oldum..O’ndan geldim ve yine O’na döneceğim.
BENDEKİ O
Ben-i kendinden ayırmayan,ayrı tutmayan O zatı ben de kendimden ayrı tutmamaya ahdettim.Sözlerin en büyük sözünü verdim..boynumdan büyük bir riski kabul ettim.
O’da bana ikramen meleklerini huzurunda huzuruma secdeye kapattırdı.Birde onlara onaylatıp,şahitliği perçinleştirdi.Bu sözleşmeyi Allah’da onayladı..isminin yanına,yaratılmışlığın ve yaratılmışların hatırına sevdiği Zat için imzayı attı..elçilik yapacaktı O’na O zat…
Cebrailin noterliğinde;bir kelimede her şey düğümlendi..düğün gerçekleşti;”Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne MUhammeden abduhu ve rasulühü”
Her köle âzad olduğunda sevinirken,O Zat temsiliyet şerefiyle şerefi ve sevinci O’na köle olmakta yani sonsuza dek âzad olmadan kul olmakta buldu.
Âzad olan az olur,az kalır,azı da bulmaz,azıtır.
Ben kendimi O’na kölelikte buldum..oldum..adam yerine koyuldum.
Âşık oldum bir MİM-e
İnciler dizilmiş CİM-e
Cim öyle bir Cim ki
ELİF-den GAF getirir MİM-e…
Ben Mim-e aşıkım.
Cim-e bağlıyım.
Gaf-a hayranım.
Elif-e yârım…

DÖRT DİREK
Alem başlangıçta şu dört temel üzerine oturtuldu.Dördü dörtler takib etti tâ ki kırklar oluşana kadar.
Dört büyük melek;Cebrail-Azrail-Mikail-İsrafil..dört halife;Hz.Ebubekir-Hz.Ömer-Hz.Osman-Hz.Ali..dört unsur;Toprak-su-hava-ateş..dört madde; Hidrojen-oksijen-karbon-azot..dört organ;baş-gövde-kollar-ayaklar..dört varlık;cansızlar-bitkiler-hayvanlar-insanlar..gökte dört cirim;Güneş-ay-dünya-yıldızlar..İnsanda dört cevher;Ruh-kalb-akıl-beden..Dört sınıf insan;çocuk-yaşlı-kadın-erkek…
Çifte eneli,enesi çifte yani ben-iyle her önüne geleni çifteleyecekti.
Bu ben bizlere muhtar ve çavuş atanmıştı..daha da ötesi çıktı;meğer sicil amiriymiş..varlıklara müfettiş atanmış bendeki ben.Kendini teftişten aciz;künhünü bilmeyen,künhüne vakıf olmayan,varamayan bu mahluk,varlıkları teftiş yetkisiyle donatılmış..tam yetki.Cumhurbaşkanı adına..başbakan adına..herkes önünde saygı duruyor..varlıklar resmi geçitteler..hala da geçiyorlar..geçişler bitmedi..sonsuza dek de geçecekler…
Sayemizde melekler bizi seyrederken,kendilerini de seyirlerinde seyrettiler.Alemi seyre daldılar..internetle tanıştılar..her şeyle bağlantı kurdular…
İnsan tutkal oldu..tutku olarak kaldı..maya tuttu..şimdi sıra sözünü tutmaya gelmişti.
Varlıklar ben-le biz oldu..ben-liklerini biz-de buldu.
Hamdı oldu..insana saksı oldu..toprak oldu..merhamet edip rahmine aldı..emzirdi..insan pişti..piştikçe şişti..hedefe erişti..er-di sultan oldu..saltanata kondu…
İnsan büyüdükçe sahibi bilindi.İnsan kendisini bilince..Rabbisini de bilir oldu..buldu..bilindi.
İnsan bilip bilindikte Yaratan zahir oldu.Şiddeti zuhurundan gizli idi,zahir oldu.Sonsuza dek bilinmenin anahtarı oldu,bendeki ben.
Ben derinliklere doğru inince,O yükseklerden görünmeye başladı.
Benim inişim O’nun çıkışı oldu.
Ben öldüm O oldu.
Ben oldum..alem O’nunla doldu.
Artık var olan güneşler güneşi doğmuştu..esmasıyla beraber olmuştu.
Esması zata ayna,ben O’na ma’kes olmuştum.
Hâlık olmasaydı,helak olurduk…
*****
Âdeme eşyanın isimlerini öğretti..belki de ne yapacaklarını ve ne yapmayacaklarını Âdemin şahsında ve çekirdeğinde saklamış ve öğretmişti.
Bir var idi;bir-den gayrı ve gayrısı yok idi.O’nun varlığı karşısında yok-ta yoktu..yoklukta.
KÖLELİKTEN SULTANLIĞA
Sen neymişsin be..şey yani ben neymişim be!!!Yusuf misal kuyu dibinden yıldız köşküne,kölelikten sultanlığa..alınırken alan olmaya..karanlıktan nura..yokluktan varlığa…
O’nsuz iken O’nunla olmaya.
Bazen hayal meyalde olsa korkuyorum geri dönmeye..dünyaya gelen çocuğun veya büyüğün geldiği yere dönmesi gibi de hiç değil.
Yok olup,yoklukta kalıp yokluğu tatmak istemiyorum.Kavuşmak olan ölüm bile acı olup korkutursa,yokluk kim bilir neler yapar?
Yokluktan şiddetle kaçtığımdan;cehennem bile olsa ebed isterim,diye ruhum feryat etmektedir.O’na dört elle sarılıyorum.Bir anlık o nisbet kesilse yokum..yoktayım..yokluktayım.
Şaşkınım..zira ben açıldıkça açılıyorum,her ben gibi.O benler bendeki ben-e bend olmuyorlar.
Bu dünyada bile nisbi sonlar ile sonlanırken,sonsuza yelken açmış bir gemi gibi sonsuzlukta süzülmekteyim.
*****
İnsan yoklukta ve yokluktan gelişen bir varlık..tıpkı toprağın altında çürüyen tohumun ilahi emirle yer yüzüne çıkıp sümbül vermesi gibi…
Tıpkı çürüyen yumurtanın hayat sahibinin hayat vermesiyle göklerde uçması gibi…
Demek ki varlığın sırrı yok-luktan ve yok olmaktan geçmekteymiş…
Yok olmayan var olamaz..varlığın tadını bulamaz..varlığa ad olamaz ve bir ad koyamaz…
Varlığı kendinde görüp,kendinden bilen bir varlık ve insanda,yok olmaya mahkumdur.
Karanlığın şiddeti nisbetinde,nurun parlaklığı ortaya çıkmaktadır.
Nefiy nefiy isbattır..yok yok ise O vardır.
DAMLADA OKYANUS
Bir damla olan ben okyanuslarda yüzerken,bazen damlada boğulmakta, bazen alemleri yutmak isterken topuklar ıslanmamaktadır.
Ben kendimi bilemezken O’nu bilmek ne mümkün?
Seni hakkıyla bilemedim,ey Ma’ruf…
Çünkü O;Ma’rufu meçhul..bilinen bilinmez..Varlığıyla bilinmezliği bilinen ve kıyısı olmayan okyanus,sahili olmayan deniz..sonu gelmeyen,başı bitmeyen evvel ve ahir,zahir ve batın…
“Hüvel evvelü vel âhiru vez zâhiru vel bâtin”
*****
Sonu bilmek için tekrar başa dönmek gerekiyor.Hayat filmini tekrar başa sarmalı tâ ezeldeki ilmi ilâhinin yaratmayı dilemesindeki o ince sırrı çözene kadar…
“Siz benim bildiğimi bilemezsiniz sırrı…”
*****
Geç mi yaratıldık?
Sonsuz kavramının içerisindeki yaratılışımız bu gün gibidir,geç değildir.
Sonsuzluğun bir noktası ilk başlangıçtır.
Sonsuzluğun başı yoktur ki,şu kadar geç kalmışız diye bir söz söylenmiş olun…
ÂDEMİN FARKI
“Biz seni hamdinle tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz.”
Böylece Âdemin yaratılmak irade edilmesinin hikmetinin cevabını taleb ediyoruz.Zira:”Yer yüzünde fesat çıkarıp kan dökecek varlıklar mı yaratacaksın?” sorusuna Hak Taâla:”Siz benim bildiğimi bilmezsiniz”sözünün bir parçasını;Âdemin esmaya olan mazhariyetini görerek,BİLMEYE başladılar.
Bu kadar bilgi bile onlara yetmişti.Emir üzerine secdeye kapandılar,farkı fark ettiler.
Âdem ise talime mazhardı.
Fark ise;Âdemin onların bilip de anlayamadığını anlamış ve anlatmış olmasındaydı.
…………..
Şeytan mı?
O kibrinin yarışındaydı!
Ben daha oburum diyordu.
Âdemde yesin..Ben-de!!!…
Bak bakalım kim daha çok yiyecek,yediğini eritip tüketecek…
Ateş her şeyi yer ama yine de tok olmaz.
Ya toprak?
Fark ise;Ateş yer,bitirir,öldürür.
Toprak ise;yer,öldürür ancak bitirir yani inbat edip bire bin yeşertir.
Biri tokluğun,diğeri varlığın temsilcisi…
Biri kibrin,diğeri tevazuun…
Birinin zahiri şeffaf,batını kesif;toprak ise zahiri kesif,batını şeffaf…
Hayata hayat ve kaynak…
Toprak esmaya kesafetiyle ayna olurken,ateş şeffaflığıyla esmaya yani tecelliye gölge ve perde olmuştur.
O yer kabuğundandı..yer toprağı idi..aşağıdan gelme idi.
Kendine yukarılardan yer biçiyordu ancak aşağılarda bile yeri olmadı.
İşte gerçek insan ve şeytan farkı…
Biri eşyadaki ilahi perdeyi aralarken,diğeri her şeyin üzerine o perdeyi çekmekte,birde üstüne üstlük perdenin üstüne kendi büstünü koymaktadır.
İnsan ve onun temsil ettiği islam ve onu seslendiren peygamber,o büstü baş aşağı attı..perdeyi tekrar baştaki gibi açtı.
Kibir kaba bir perdedir..bir ateş..bir yokluk..bir bitişin ve silinişin adıdır.
Gerçek varın karşısında varlığını ilan eden ateş,kibir ve şeytan yok olurken;var da yok olan,varım bile demeyen toprak varlığa ad oldu..var oldu..varlık onunla oldu…
Su ile beslenerek ölümsüz oldu..sonsuz kaldı.
Su toprağın oluşacak tehlikeli ateşini de söndürdü..içine su serpti.Allah da onu ödüllendirdi..ateşe galib geldi.Onu tek susturan,bitiren ve söndüren su oldu.
“Biz sudan her şeyi diri kıldık”hakikatı,her şeyi ölü kılan ateşe bir şamar oldu..kinle doldu..önüne gelen onunla soldu..sonu oldu.
Toprakla suyun birleşmesinden nur doğdu..nur yağdı..rahmeti celbetti.
Ben yanarsam seni de yakarım;ikimizde yanarız.,dedi ve o zamandan beri yanmaya ve yakmaya devam etti.
Kibir mi ateşten çıkmıştır,ateş mi kibirden?
Her ikisi içinde yorum yapılabilir ancak her şeyin oluşumunda tohum, çekirdek,yumurta olduğundan,ateşin tohumu da kibirdir.
Ateş kibirden türemiştir.Ateşin anasıdır kibir.Babasız dünyaya gelmiş,nev-i şahsına münhasırdır.
Şeytan kendisince haklıydı.Hilafet rütbesi beklerken,sahib olduğu da elinden gitmişti.
Büyüklüğü büyüklenmeden dolayı idi.Uzun görünmek için parmak uçlarına basıyor,yapmacık bir büyüklük içerisine gizleniyordu.
İnsana düşman kesildi.Yarışın kıyamete kadar devam etmesini istedi.Son raund da da olsa Âdeme hatta onun soyuna üstün geleceğini,kendisini isbat için ek süre istiyordu.
Süre verildi..savaş başladı şey yani yarış başladı.
Şeytan başta bir sıfır galipti.Bu onu şımarttı..taşkınlığını daha da arttırdı.
Âdem ilâhi destekle desteklendi.Şeytanın öndeliği hep önde gidiyordu veya öyle görünüyordu.Âdemde bunun farkındaydı.Ancak ilâhi hikmeti biliyor,galip geleceğine inanıyordu.
Ve nihayet;
Dünya hamile olduğu alemin Efendisine hamile idi ve onu doğurdu.O alemlere rahmet oldu.Otomatikman şeytanın önüne geçildi..o da epey bir sayı fark atarak..sayılar asır be asır arttı.
İbrahim-de beraber kalınmış..Nuh da ikinci etap yarışa geçilmişti.
Âhirzaman şeytanın zamanı oldu.Kıyasıya bir mücadele..iman ve küfür mücadelesi…
Şeytan kemiyetteydi ancak keyfiyet ona ağır basıyor..şeytanda direnmeye ve bastırmaya devam ediyordu.Sürekli sayıyı ve sayısını arttırıyor ancak kalite karşısında hiç kalıyordu.
Bir kaşıkçı elmasıyla tüm dünyadaki kara elmaslar! Yani kömürler satın alınabiliyordu..hepsine bedeldi.
Son perdeye gelinmişti..son raund..son kozlar..son vuruş..ölümcül vuruş..ölümüne vuruş.
Kayıp büyük ancak kazançta büyüktü.Bir ölünüyor,bin doğuluyordu.
ÂDEMİN RAKİBİ
Her şeyin bir rakibi vardır;Âdem-şeytan,iyi-kötü,karanlık-aydınlık,aşağı-yukarı,zalim-adil,vs.
Allah rakib kabul etmez..Şeytan enaniyet ve kibriyle Allah’a rakib olmaya,rekabet etmeye yeltendi.
Aslında Âdemle olan mücadelesi,Allah ile olan rekabetinin bir sonucudur.
İnsan yani Âdem Allah’dan yana olurken,şeytan kendine taraf toplayıp,Allah’a karşı taraf oldu..karşısında kaldı…
ŞEYTANIN KALBİNDE MARİFET YOKTUR
Şeytan Allahı biliyor fakat tanımıyordu.
Dünyada Mekkeyi herkes bilir ancak herkes tanımaz.Tanımada özelliklerine vakıf olmak vardır.Şeytanında kalbinde marifet namına bir şey yoktur.Ondan dolayı iman etmesi kabil değildir.
Yinede bir gün Hz.Musa Tur-i Sinaya gideceği sırada şeytanla karşılaşır. Ona kötülüklerden vaz geçip iman etmesini teklif eder.Şeytanda;’Eğer Allah affederse tevbe edeceğini söyler.’
Hz.Musa sevinçle oradan ayrılarak tur-i sinaya doğru devam eder artık en büyük düşmanı da teslim olacaktır.Çünkü Allah’ın affedeceğinden şüphesi yoktur.
Tur-i Sinaya varır ve şeytanın affedilmesi halinde tevbe edeceğini söylediğini bildirir.
Allah affedeceğini söyler ancak;’El ceza-u min cinsil amel’ yani ceza yapılan amelin cinsindendir,kaidesinde,suçu olan Hz.Âdeme secde etmemek olduğundan,Âdemde vefat etmiş bulunduğundan,onun yerine Âdemin kabrine secde etmesi halinde affedeceğini bildirir.
Sevinçle dönen Hz.Musa bu teklifi şeytana anlatıp,ondan da tevbeyi beklerken,sinirlenen şeytanın verdiği cevabda yine kendisi gibi olur ve kendisinin gerçek özelliğini de yansıtır;
‘Ben onun dirisine secde etmedim,ölüsüne mi secde edeceğim’diyerek teklifi reddeder.
Şeytanın asıl adı Azazil-dir.Şeytanların başı olduğu için İblis denilmiş, Allahın rahmetinden de kovulmuş olmasından dolayı da şeytan adı verilmiştir.
*Şeytan sadece kendi ilahlığını ilan etmekle kalmadı;Fir’avun gibi ilahlarda yetiştirdi.
İlahlar bir tek ilaha karşı…
Bütün ilahlarını topla da gel…
Kur’anda kelamı için böyle demiyor muydu?
“Kulumuza indirdiğimiz Kuran’dan şüphe ediyorsanız, siz de onun benzeri bir sure meydana getirin; eğer doğru sözlü iseniz, Allah’tan başka, güvendiklerinizi de yardıma çağırın.
Bunu yapamazsanız -ki elbette yapamayacaksınız- yakıtı, insan ve taş olan cehennem ateşinden sakının. Çünkü o ateş kafirler için hazırlanmıştır.” (Bakara.23-24)
Hadi uzun bir sure olmasın,hadi bir ayetine dahi olsun bir nazire getirin!
Tüm ediblerinle gel…
*Herkesten esirgenen ömür ve süre ondan esirgenmedi.
Tüm zamanlarını ve zamanelerini alda gel…
*Şeytanın en belirgin ve tehlikeli özelliği,her yönden ve her yandan gelmiş olmasıdır.
Torbasında hilelerin her çeşidi mevcuttur.
Bazen de aldatmak için kendisini inkar ettirir.
Şeytan şartnameyi kendisi ve kendisine göre hazırlamış,Allaha öylece kabule çalışıyordu,inatçasına ve de direterek.
İnsanları mutlaka ve mutlaka yeneceğini Allah adına yemin verirken, adeta kalbiyle de;’Ateşlerin gücü adına’diye de gerçek yemininin altına imza atıyordu.
Çünkü onun aklında Allah kavramı olsa da,kalbinde marifetten hiç bir eser kalmamıştı.
‘Ateşlerin gücü adına!!!’
*Şeytanı rahatlatan en büyük teselli ise;cehenneme giderken yanında Âdem oğlundan bir çoğunu da beraberinde götürmesiydi.
Bu durum azabını azaltacağını düşünüyordu.Oysa;’Bir şeye sebeb olan,o şeyi yapan gibidir.’sırrınca,herkesin cezasına ortak oluyor,azabını yükleniyordu.
*Şeytana tanınan haklara karşı,insana da af ve tevbe kapılarını açıyor,insana güveniyordu,özellikle muhlislere.Onların ayakları kaysa da düşmezlerdi.
*Şeytan risklerle dolu dünyaya gönderilen insanda giriş kapıları aradı,bulduğu boşluklardan içeri girdi.
Kurulu proğramın virüsü oldu.Anti-virüsü olmayan bünyeleri çökertti.
*Şeytan hep insanın ölme korkusundan istifade etti veya hep o damarı işletti.
Cennette de öyle yapmıştı.Ölümsüzlük ağacından yemesini sağlayarak aldatmıştı.
İnsan ölmemek için her şeyini verir ve her şeyi yapardı.O şeytan bile olsa dediğini yerine getirirdi.Oysa ebedilik yurdunda bulunmaktaydı.Oysa hayatı veren ancak hayatı alabilirdi…
Âdem ve zürriyeti dünyaya geldiğinde bu sefer korkuları daha da arttı.Çünkü sahip oldukları çoğaldıkça,çokluğun kaybı belini büktü,saçlarını ağarttı,onu yaşlandırdı.
*****
Melekler masum idiler,hayvanlar ve canlılar birer musahhar memurdurlar..İnsanlar ve cinler ise birer mezundurlar yani iyiliği ve kötülüğü yapma konusunda izinlidirler…
*****
Dünya aşağı demektir çünkü yukarıdan aşağıya in emri gereği aşağıdaydı.Ancak tekrar yukarıya ve yukarılara talib idi.Gözü hep oralardaydı.Oralara gideceği günleri sayıyor ve sayıklıyordu.Buraya hiç alışamamış,alışmaya çalışıyor,başaramıyor,alışmak için kendisini çok zorluyordu.
Toprak çekmişti onu.Çünkü toprağı buradandı.

HAVVANIN KATKILARI VE KATTIKLARI
Aslında Havva,onun şahsında kadın erkeğin boşluğunu doldurup,ona katkıda bulunan;ruhuna ruh,kalbine kalb,kefaet yani denklikte denk,Kur-anın ifadesiyle;”Kendisiyle huzura kavuşacağınız eşler yarattık.”hakikatını yansıtıyordu kadın.
Dünya ve dünyadaki darlık ve huzursuzluklar açısından kadını değerlendirmemeli.Zira gerek erkek ve gerekse de kadın,-tabiri caizse-buranın malı değildir,buraya aid değillerdir.
Her yönüyle şarz olan erkeğin deşarzı,korku ve yalnızlığının sevinç ve enisi ve nefesidir.
Hep elmanın iki yarısına benzetilir ya!Her iki tarafta,biri birisiz eksiktir.
Kadın eksiktir.Erkek kadınla kıvamını bulmakta,kıvamlı olmaktadır.
Mübalağa olmasa;kadın erkeğin kendisidir veya kendisindendir,denilebilir.
Erkeğin kaba ve sertliğini yumuşatmakta ve ona zerafet katmaktadır.
Kadın bu dünyada artı ve eksi iki akım ve uca sahiptir.Öldürür de,oldurur da…Soldurur da,neşeyle doldurur da…
Devletleri erkekler idare eder,erkekleri de kadınlar kontrol eder.
Havva esmer güzeli idi,o bir ana idi,hayat onda şekillendi,erkeğin adeta bel kemiğini oluşturuyordu..ondandır ki ona Havva dendi.Erkeğin zerafet tarafını temsil ediyordu.
Aslında onlara çift deniliyordu.Buna rağmen dışarıdan tek görülüyordu..iki beden,tek ruh.Tek çiftler..bedenleri çift,ruh ve akılları tek.Birbirine münasip, mütenasip,arada tam bir tenasüp..birde Allah da etmişse nasip!
Dünyaya Havvasız gelseydi Adem,ne yapardı?
Cennette onsuz nasıl yaşardı?
Erkeğin gücü onu ayakta tutarken,kadının gücü onu daim kılıp,varlığını sürdürdü.
Erkek kaim,kadınla daim…
**Kadın erkeğin imtihanı..en büyük sınavı..sınavın en büyük sorusu…
Erkek ilk onunla olan sınavını kaybetmişti.Aradaki sınavlar ve en son sınavlar da hep kadından oldu..onun üzerine oynandı..ağır oldu..zor oldu…
Şeytanı da ümitlendiren en büyük hile,kadın idi.
*Yakup Kadri Karaosmanoğlu uzunca yazısının bir bölümünde:“Bu çirkin asrın, bu çirkin muhîtin yegane süsü, yegane güzelliği sizin çarşafınız, sizin peçenizdir. Memnun ve müsterih (huzurlu) yaşamak için bu kanaat size kifayet etmez mi? Halbuki benim ruhumu sadece bu kanaat dolduruyor: Peçeniz ve çarşafınız… Bunlardır ki; bana muhabbeti öğretiyor, hayata muhabbeti, aşka muhabbeti, memlekete muhabbeti öğretiyor.”

“Sakın onları çıkarmayınız, sakın onları atmayınız. Bu çirkin asrın, bu çirkin muhîtin ortasında, asalet (soyluluk) ve zerafete yegane dal (delil ve alamet) olarak, bunlar, sade bunlar kaldı.
Bana inanınız bütün bu evler, bu mabedler ile bu şehirler sizin için yapıldı ve sizin açıldığınız, sizin kıskançlık mahbesini yıktığınız yerlerde derhal evler yıkıldı, mabedler harap oldu, şehirler çöktü. Çünkü, sizin mahbesleriniz, o yerlerin surları idi, kaleleriydi.”
Tevfik Fikret de;“Elbet sefîl olursa kadın. alçalır beşer.”
Kadın hiledir yani çözüm ve çözülme…
Kadın mahrem..Kâbe gibi..Mescidi haram..harem bölge..hürmet ve saygı yeri.
Mahremiyeti dokunulmazlığından ve hürmetten dolayıdır..yoksa öcü olmasından dolayı değildir.
O hürmete layık insanların ayağını kaydıranları Allah kahretsin…
**Hayat mahremin rahminde merhametle yoğrulur,hayata kazandırılır.
Ondan dolayıdır ki;bu oluşumundan dolayı insan hürmete şayan bir varlıktır.
*İnsanlık kafilesi bir zincirler halkası gibidir.Mahremiyetsizlik o halkayı zedeler ve koparır.
Zinanın dinde büyük günahlardan sayılmasındaki sebeb;bu mahreme ve mahremiyete tecavüzden ve bağı koparıştan dolayıdır.
Zina hakka tecavüz,hukuka taarruz,insana hürmetsizliktir.
İnsan zürriyetiyle şeytan zürriyetinin arasındaki perdeyi kaldıran ve yırtan zinadır.

YASAK AĞAÇ
İnsanın mutlak hürriyetinin önüne çekilmiş bir çitti..çit ağacı..bir sınır..hudud..bir gümrük geçidi idi.
Kul ile yaratıcı arasındaki fark ve ince zar…
“Eğer insanlar günah işlemeseydi,onları helak eder,günah işleyen bir kavim yaratırdım.”sırrının tecellisi gereği,seçilmişlerden ayrıştırma yapılacaktı. Yoksa bu gün aynı makama nemrutlar,fir’avunlar ve tüm zalimlerde oturacaktı.
Reva mıydı bu?
Adaletli olur muydu?Adalet olur muydu?Allah Âdil olur muydu?
*O yasağın cennette ne işi vardı?
O kadar güzelim cennete bu yakışıyor muydu?
Kader!!!İmtihan!!!İrade!!!
“Cennet ucuz değil,cehennem dahi lüzumsuz değil.”
*********
Kadın masumdu,Âdem onun masumiyetine inandı..masumiyeti bulandı, bulandırıldı. Âdem bu bulanıklılığı,ona fısıldananı görmedi ve duymadı.
Sonunda olacak olacak ve olan olmuştu.
Şerefe,kulluğa götüren günah..işlenen günahla beraber yüklenen yükümlülük.Ardından gelen Yaradanı tanıma süreci ve O’na kulluk safhaları…
O günah bahanesi olmasaydı?
Kitaplar iner miydi?
Peygamberler gelir miydi?
Yaradana kullukta bulunulur muydu?
Bunca maddi-manevi gelişmeler ülfet perdesi altında kalır,sönük olurdu.
Dünyaya atılan şerefli bir adım..adım adım yükseliş..ebede gidiş.. ebedi, durmaksızın yükseliş…
Çıkışın ve inişin startını vermişti Yasak ağaç…

DÜNYANIN KABADAYISI ŞEYTAN
Şeytan kabadayılık yapıyordu..sürtük..sürekli sataşıyor,kavga çıkarmak istiyordu.Gökleri ve sakinlerini rahatsız ediyordu.Zorla bulaşıyordu.. bulaşık.. yılışık..külhan beyi..esrarkeş..yan kesici..adam öldürücü..kan akıtıcı.. yakıcı.. ağlatıcı..üzücü..cehennem temsilcisi..cehennem gibi belki cehennemin kendisi… zebani başı..eşşek başı..mafyanın ele başı..küfür bâz..hokka bâz..can bâz..düzen bâz..âr lanmaz…
Bunları zannetmeyin ki yüzüne söyleyemem!Gelsin vallahi yüzüne de fazlasıyla haykırırım.Zaten o hakkımı şimdilik saklı tutuyorum.
Hep gayrı meşru yollardan saldırılara geçiyordu.Allah bu işe bir son vermek amacıyla işi meşru zemine çekmeyi diledi.İkisinin de birbirini alt edebilecek özellikleri vardı.
Başlangıçta,gidişlerde kayıplar vardı ancak sonuç başarıydı..kazançtı.
“Netice,sonuç,akibet;Allahtan korkanlarındır.”diyerek Allah sonucu baştan bilmiş ve belirlemişti.
Âdem ebedi rahat etmek için,geçici bir süre rahatından olmuştu.
“O şeytan apaçık bir düşmandır.”
Şeytan düşmanlığını gizlemiyordu..açıktan sürdürüyordu.
Hep insanın gaflet,dalalet,cehaletini kolluyordu.Mutlaka bir gün yasaklayacaktı, ayağını kaydıracaktı.
Kredi kartları ne kadar cazip değil mi?İstediğin kadar harca,asgarisini öde..bir gün mutlaka ayağın kayar,fazlasıyla alırım.
Şeytan çok cazip teklifler sunuyor,her şeyi süsleyip,insanın önüne seriyor..her şey mübah,diyordu.İstediğini yap..nefsin ne istiyorsa…Şehvetinin istediğini..benim istediğimi…
Oysa ne benim istediğim ve ne de yaradanımın istediği şeyler değildi. Hayvani,nefsani,şehevani,süfli,dünyevi…
Onlar yukarılara götürmüyor hep aşağılara çekiyordu.

İNSAN UNUTAN DEMEKTİR
Âdem oldu..Beni Âdem yani Âdem oğlu doğdu..dünyaya geldi,insan oldu.O hep unutan oldu..çocukluğunu unuttu..gençliğini unuttu..yediğini unuttu.. yaptığını unuttu..sözünü unuttu..ruhlar alemindeki sözleşmeyi unuttu..daha doğrusu o,kendisini ve kendisine yükleneni unuttu.
O hep unutan oldu..unutuldu.
Dünyaya gelişiyle bu unutkanlık ona ad oldu.o insan oldu..insan diye adlandı..kendi adını kendi koydu…
“Allahım bizi unutmamızdan ve hatamızdan dolayı hesaba çekme.”
Bu ismi biz aldık..sen verdin..bunu bize günahımız yükledi.
“Ey Rabbimiz! Unutur, ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma!”(Bakara.286)
Özellikle seni kendimize unutturma.
Ya seni unutursa?
Unutuluruz.
Allah’ı akıllarından silmeye çalışanlar,ya Allah tarafından silinirlerse, halleri nice olur?
Hayattan silinirlerse,onları hayata döndürecek kimdir?
Bir günah işledik..bin gün âh çektik…
* “Hikâye edilir ki Harun er-Reşid, köle, cariye ve hizmetçilerine her yıl çeşitli hediyeler dağıtırdı. Bir yıl da, yine hepsini bir araya topladı. Çeşitli giysiler, süslemeler, altın ve gümüş eşyayı ortaya getirterek:

—Herbiriniz, beğendiği şey üzerine elini koysun, ben bunu istiyorum desin, diye emretti. Bunun üzerine herkes gözüne kestirdiği, eşyanın yanına koştu, elini onun üstüne koydu. Bu arada bir cariye de gelmiş elini Harun er-Reşid’in başına koymuştu. Harun er-Reşid şaşırarak:

— Ne yapıyorsun? dedi.

Cariye :

—Siz, herkes sevdiği şey üzerine elini koysun, buyurmuştunuz; ben ise sizin mübarek başınızı sevmekteyim, diye cevap verince Harun er-Reşid çok duygulandı ve:

— Madem ki sen de beni tercih ettin, o halde ben de, malım, mülküm de senindir, dedi. O cariyeyi derhal azad eyledi; daha birçok ihsan ve ikramlarda bulundu. Bütün diğerlerine ona saygı göstermelerini emretti.

Ey mü’min! Sen de bu dünyanın fani lezzetlerine kapılmaz, gönlünü samimi olarak Allah-u Teàlâ’ya bağlarsan, her şey senin kulun kölen olur, ahirette de Allah’ın cemalini müşahedeye erersin, inşâ.”(Mensur Yüz Hadis-Yüz Hikâye Kitabı,37. hikâye)
ŞEYTANIN DÜŞÜŞÜ
Şeytanın ısrarı onu başarıya götürüyordu..öyle görünüyordu veya istidrac gibi kendi inişini,insanoğlunun çıkışını hızlandırıyordu.
Eğer o müsbette olsaydı azim olurdu ve ona bir azametlilik kazandırırdı.
Kibri onu yendi.
-Ey çamur oğlu çamur! Şeyy yani Beni Âdem..Âdem oğlu.
Çamurun rabbi o..ben ise ateşin ve ateşliklerin rabbiyim.Ateş karışık çamurdan üstündür.Ben yalınım,sen ise,kesif ve sönük…
Ey Âdem,senin rabbin üretir,ben ise tüketirim.
Şeytanın insana olan bu kini;seviye olarak insana yetişememesinden kaynaklanıyordu.Bir de onun yüzünden mevcut seviyeyi de kaybetmişti.
Şeytan dünya ateşinden yetmiş kat daha yakıcı idi..yakıyordu..Sam yeli gibi…
“Andolsun ki biz, insanı pişmemiş çamurdan, kokuşmuş cıvık balçıktan yarattık. Cân’nı da (insandan) daha önce semûm ateşinden yarattık.”
O dumansız kor ateşten idi.
O insanın damarlarında,kanın dolaştığı gibi dolaşıyordu..
İnsanın en fazla korku damarından istifade ediyor,o damardan yakalayıp,o damardan insanda hakimiyetini,zorbalığını sürdürüyordu.
Şeytanın yani onun soyundan olan bir cinin esir aldığı bir çocuk Peygamber Efendimize getirilmişti..çocuk sürekli çırpınıyordu.
O çocuğun sırtına vurarak,üç kere;”Uhruç ya aduvvallâh”-Çık ey Allahın düşmanı-diyordu.
Çocuğun ağzından hıyar gibi bir şeyin çıkmasıyla çocuk rahatlıyor ve o hastalıktan kurtuluyordu.
BİR KEREDEN NE OLUR ALDATMACASI
Bir kerecikten ne olur ki!Haydi bir kere dene..merakını gider..hatırım için olsun..hiç mi hatırım yok..ne olur!!!
Oysa dünyadaki başımıza gelen bütün bu işler,hep o bir kerecikten oldu.Yasak meyveye bir kere yaklaştı..süsü gitti..ayıplarını örten perde kalktı..kusurları zahir oldu..Âhiretlikken dünyalık oldu.
“Helal dairesi geniştir,keyfe kâfidir.Harama girmeye lüzum yoktur.”
İnsan yapısı gereği,yasağa olan merakından 99 helali görmez,bir harama tevessül eder.
Yasak ağaca yaklaşıp meyvenin yenilmesi,aslında haramın üzerindeki perdenin açılması demekti.
Âdem ilk olarak perdeyi kaldırdı,kendi perdesini düşürdü.
Haramın üzeri kimse yaklaşmasın diye örtülmüştü.
Şeytanın o perdeyi kaldırması yasaktı..oraya giremiyordu.Aslında Âdeme kendi üzerindeki hapsolan perdesini kaldırtmıştı şeytan..kilidini kırdırtmıştı Âdeme..çıkışı,kurtuluşu olmuştu şeytanın..dolayısıyla şeytanlığını Âdem tetiklemişti.
Ancak bu seferde Âdeme zincir vurulmuştu.
O zamandan beri’Şeytana uyma’bir parola oldu..tüm kulakları doldurdu.
‘Şeytanın izine gitme’,’Şeytanın adımlarına tabi olma’emri levhalaştı.

KADERİN PROĞRAMI
Kader önceden telkini yapmış,Âdem şeytanın fısıltısının arkasına düşmüştü..kaderde peşinden geliyordu..kaza oldu..kader dondu;
‘İniniz yer yüzüne,bazınız bazınıza düşman olarak…”
Günahların kapağı açılmış,cehennemin kapısı kırılmıştı..içindekiler hep dışarıya sızdılar.Çernobil faciası gibi…
Tekrar içeriye girecekleri güne kadar cehennemliklere,açık görüş izni verilmişti.
“Her şey aslına rücu eder”
“Dönüş O’nadır”
“Yeminler olsun ki;cehennemi cinlerle,insanlarla topuyla dolduracağım.”
Oluklar çift;birinden nur akar,birinden kir…
Her şey yine kendi havuzuna doğru akmaya başladı…akış ve kalkış devam ediyor…
“Kader gelirse,göz kör olur.”
Âdem kör değildi fakat adeta kör olmuştu.
Şeytanın fısıltıları gözünde katarakt oluşturmuş,gözünü örtmüştü.
Cinlerden şeytan seçilmiş,insanlardan da Âdem seçilmişti..seçkindi o..fakat seçkini seçmedi o…
Âdemi seçen doğruyu seçmiş ama o seçkini seçmemişti..torbadan seçkin olmayanı çekmişti.
*İnsan mı kaderini yazar?
Eğer insan kendi kaderini kendisi yazmış olsaydı,her şeyi kendi lehine olarak yazardı.Ancak aleyhine olan çokça şeyler de vardır.kendisi için zenginlik, rütbe yazabilirdi.İnsan iradesiyle lehine veya aleyhine şekillendirmekte, yazılmasına neden olmaktadır.
Kader külli ve umumi neticelere bakar,hükmeder.

**Allahın Tevvab ve Ğaffar isimleri Âdeme kamçı oldu..içindeki merakı kamçıladı.
“Allah affedicidir.”
Bir kereden ne olacak ki,O affedicidir..affedecektir.
Şeytan bir kere dokundu,fısıldadı kadına,bu hale geldik..bitkin olduk.. ağladık.
Kadının örtüsü ona şeytan ve şeytanlaşmış insanlar arasında bir perde oldu.
O perdeyi kaldıranlar,insanları başlangıçtaki aynı akibete düçar ettiler.
Kadın örtüsüyle câlib değil,dâfi’ olmalıdır.
Yasaklar gibi dokunulmazlıklar da bir-le sınırlandırılmadı..sayıları arttırıldı…

BUNCA MASRAF DEĞER Mİ?
İnsan için az bir yatırım yapılmamıştır..dünyanın yatırımı yapılmıştır..çapı kâinat çapında
Kâinat çapında insana yatırım yapılmıştır.
Cansızlar,bitkiler,hayvanlar,melekler,güneş ve gezegenler hep insan için oluşturulmuştur.
Kâinattan özellikle dünyadan insanı çıkarınız,geriye bir şey kalmayacaktır.
Her şey insanla değer kazanmaktadır.
Ancak –meleklerinde tesbit ve teşhisinde belirttiği gibi -bu kadar kan döken ve fesat çıkaran insan için bunca yatırım değer mi?
Maliyetini kurtarır mı?
Harcanan bunca masrafın karşılığı alınır mı?
Soruları çoğaltabilirsiniz.
Bütün bunca olumsuzluklara rağmen esas olan kemiyet değil keyfiyettir yani sayı çokluğundan ziyade önemli olan kalitedir.
Topkapı sarayında bulunan bir kaşıkçı elmasıyla dünya dolusu bitki ve hayvanları satın alabilirsiniz.
En önemlisi de;Bir Peygamber Efendimizin varlığı tüm kâinata bedeldir.
“Ey habibim,sen olmasaydın,sen olmasaydın ben kâinatı yaratmazdım.”
O zat bütün alemlere bedel bir şahsiyettir.
*Allah;hayatın ciddiyetini anlamamış bir insana niçin değer versin ki?
Allah;yarattığı,yaşattığı,önem verdiği bir kulunu öldürene neden göz yumsun ki?
Allah;yapanla yapmayanı,suçluyla suçsuzu,zalimle mazlumu neden aynı kefeye koysun ki?
Allah;kişinin neyi,nasıl satın alacağına itibar eder,ona göre değerlendirir. Dünya pazarında müşterinin değeri,alınan şeyin değeriyle mütenasiptir.
“Merhamet etmeyene merhamet edilmez.”hakikatınca,kendisine merhamet etmeyene,Allah da merhamet etmez,adaletle muamele eder.
ŞEYTANIN FISILTILARI
Şeytan hep üfleyici oldu..ateşten olduğundan ateşin yanması,hiç sönmemesi için adeta hep üfledi..o üfleyici oldu.
“Min şerril vesvasil hannas.Ellezi yüvesvisu fi sudurin nas.Minel cinneti ven nas…”
“Ve min şerrin neffasati fil ukad”
Âdeme de hep üfledi,o üfleyici…
Ancak bu üfleyiş onun içindeki menfilikleri yandırmak,kandırmak içindi.
Daha doğrusu bu üfleyiş onu söndürmek içindi..söndürme üfleyişi…
Allah ise;”Hayrul mâkirin” idi.Hile yapanların hilelerini boşa çıkarmada en hayırlısı idi.
Şeytan söndürmek için üfledikçe Allah yükselişine sebeb olan ateşini yaktı.
Âdemin fanusundaki gazın emildiği fitil tutuşmuştu.Şeytan sevinmişti.. çünkü o Âdemin ebede kadar yanacağını,yanıp da tükeneceğini tahmin ediyordu.
Hiç de düşündüğü gibi olmadı.
O ateş ışık olmuş,etrafı aydınlatıyordu.Bir hayatı götüreyim derken, milyarlarca hayatın fitilini tutuşturmuş,aydınlanmaya sebeb olmuştu.
Şeytan tam bir pişmanlık içerisinde kaldı.Bu pişmanlık tevbeye değil,kin ve nefrete dönüştü.Âdeme olan kini,onun zürriyetine de intikal etti…
İnsan ve insanlık adına her şeye düşmandı.
Ancak Âdem afsunluydu..ilahi ateşin ölümsüzlüğü ona fısıldanmıştı.
Bedeni şeytana yenilmiş,ruhu yüceliklere çıkmıştı..hala da çıkmakta.. ebede kadar da çıkmaya devam edecektir.
Bu çıkış ferdi olarak gerçekleşmese de,insanlık nev-i olarak tahakkuk edecektir.
Âdeme ve Âdem oğluna büyük bir fatura çıkmıştı.
Kılınmayan beş vakit namaza mukabil beş sene dağ-bağ demeden beş sene aralıksız talim…
Tutmadığı bir aylık meşru oruca mukabil on bir ay kıtlık çekti.
Vermediği kırkta bir zekata mukabil,birikmiş zekatı kırkta otuz dokuz olarak ondan tahsil edildi.
İnsanlığı kazanmak ve insan olmak ve insan kalmak büyük bedellere mal oluyordu.İş kolay değildi.Bir çok ince eleklerden eleniyordu…
Eleğin altına dökülenler ve üstünde kalanlar..hiç de azımsanacak cinsden değildi.
-Kimler geldi kimler geçti bu felekten
Kalbur ile un elerken deve geçti bu elekten…
HARAMIN SANCISI
Çiğ köfte haram değildi ancak haram bir cihetle çiğ köfte gibiydi. Başlangıçta bir tat verir,sonrasında çıkışı zor olurdu.
Acısı aheste aheste çıkar,yedirdiğini ağzından burnundan fitil fitil getirirdi haram…
Yasak ağacın meyvesi de çiğ köfte gibi cazipti.Netice hesaplanmamıştı.
Haramın sancısı,sancıların en acısı idi.
Haramın sancısını hiçbir ilaç geçirmez,onu kendi cinsinden olan helal dindirirdi.
Haramın sancısı dünyada kabre kadar sürer,ahirette ise yolu cehennemden geçerdi.
Ölümsüzlük meyvesinden izinsiz yiyen Âdem hem ölümlü oldu hem de her gece ölümün küçük kardeşi olan uykuyu tattı.
Bir ömür boyu ölüm provası yaptı.

**Âdem ilk defa utanmayla tanışmıştı.Güzel bir hasletti..güzel bir sıfattı ancak şu mahcubiyette olmasa idi,daha güzel olacaktı.
Âdemin bu pişmanlığını iki şey söndürebilirdi;Biri kendisinden gelip akan göz yaşı veya şeytanın kendisiyle yakıp tutuşturduğu cehennem ateşi.
Nitekim şeytan içindeki ateşten Âdemin içine de atmıştı..için için yanıyordu..göz yaşları acısını bir nebze olsun söndürüyordu…
Karı-koca arasına da ilk ayrılık böylece düşmüş oldu.
Bu arada cehenneme de gün doğmuş,gün onun günü olmuştu.
Cennet yetim kaldı..adeta çürümeye terk edilmişti..derhal şenleneceği günü beklemekle avunmaya başladı.
SÜREKLİ GELİŞEN VARLIK İNSAN
Âdemin çekirdeği şeytanın ateşiyle çatlamıştı.İçindekiler bir bir dışarıya çıkmaya başladı.Kendini tanımasının,yaradanını tanımasının önü de açılmış oldu.
Tohumu çatlamıştı,geriye onu sulamak kalıyordu.
Allah Âdemin suyunu arttırdı.Önü kapanmaz bir açılımın ve tünelin içerisine girmişti.Artık Âdem tünelde seyrediyordu…seyrini sürdürüyordu.
O uzuncu bir sefere çıkmıştı.
“Bizler uzunca bir seferdeyiz.Buradan kabre,haşre,sırata ve ebede gider bir yolculuğumuz vardır.”
“Kulum benim için olursa,bende onun gören gözü,işiten kulağı,konuşan dili olurum.”
“Kulum beni nasıl zannederse,ben onun zannı üzereyim.”
“Kulum bana yürüyerek gelirse,ben ona koşarak gelirim.”diyordu Âdemin sahibi.
Ancak bir anlık O’nunla bağlantısını kesmiş,daha doğrusu kesilmiş,başına olmadık şeyler gelmişti.
Çünkü araya kaçak frekanslar girmiş,kanal değişmiş,ses cızırtılı çıkıyordu.
Şeytan frekans değiştirmiş,devreye kendisini sokmuştu.Samimiliğini tam test edemedi.
Kendisi de teste tabi tutuldu.Yaratan,donatan onu test etti..mest oldu…
********************
Sap ile samanın birbirlerinden ayrıştırılma zamanı gelmişti.
“Ey günahkârlar!Bugün birbirinizden ayrılınız.”emrine muhatab olmuştu.
Sağ yolun bahtiyar yolcuları ile,sol yolun bedbaht yolcuları kendi yollarını seçmiş,kendi yollarına koyulmuşlardı.
Herkes yolundan yordamından memnundu.
Cennete gitmem diyordu bir kısım insan.Çünkü benim istediğim kimseler ve arzuladığım yiyecek ve içecekler orada yokmuş.Orası bana göre biraz fazla sakin,bana göre değil diyebiliyordu.
********************
Bu oluşum ve gidişatta Âdem,bir yandan kelime dağarcığını genişletiyor ve en önemlisi de Esma-i İlâhiyeye mazhariyetinin alanını arttırıyordu.
Artık işlediği günahla Allahın Ğaffar ve Tevvab isimlerine sığınacaktı. Ondan günah ile kaçarken,yine O’na ve O’nun bir ismine yapışacaktı.
Hiç bir varlığın duymadığı nihayetsiz ihtiyacıyla O’nun Samed ismine bir ayine olacaktı.
Hasta olacak,Şâfi ismi onda tecelli edecekti.
Mecburen rızka muhtaç olacak;Rezzak ve Rahman isimleri onda görünecekti.
Hayat devam edecek;Hay ve Muhyi ismi,ölüm ile Mümit ismini yansıtacaktı.
Ona kitap gönderip emredecek,onunla konuşacak,hayatına kanunlar koyarak Mütekellim ve Şâri’ isimleri tahakkuk edecekti.
Hakeza.Böylece bütün isimlerinin tecellisine mazhar olmanın kapısı da Âdeme açılmış oluyordu.
Allah’ın isimlerinin farklı yer, zaman ve eşyada değişik tecellileri vardır.Mesela eğer dünyada kudretin ismi tam manasıyla tecelli etseydi,hiçbir insan Allahın rızasına zıt bir işte bulunamazdı.Burada hemen Hakim ismi devreye girerek veya öne geçerek onun adeta gücünü dengelemektedir.
Böylece bütün isimler muktezaları gereği iktiza etmekte ve farklı farklı durumlara göre tecelli etmektedir.
Şeytanın kapıyı kırması,Âdemin de kapıyı çalmasıyla…
Böylece Âdem kaderinden kaçmadı,kaderine kaçtı.
Kaderin ilim okyanusunda sürekli rotasını çeviriyor,yönünü bulmaya çalışıyordu.
Her yol O’na çıkıyordu..O’na gitmek isteyene…
“Allah’a giden yollar mahlukatın nefesleri sayısıncaydı.”
O’ndan ayrılan Âdem,tekrar O’na dönüyor,O’na gidiyordu..uzun bir ayrılıktan sonra…

İNSAN ANAHTAR BİR VARLIK
İnsan anahtar mesabesindedir.İnsan anahtar bir kelime ve cümleydi.Kâinat kitabının çözüm sırrı ondaydı.Hazinenin anahtarı oydu.
Âdem her şeye rağmen atılamaz ve terk edilemezdi..çünkü o şifreydi..şifre oydu..ondaydı…
Onun soyunda gözleri aydın edecek,günahları affettirecek biri gelecekti.
O Muhammed’di..O’nun hatırı vardı.
Âdemin cennetten düştüğü yer Muhammed’in mekânı ve insanların düşü oldu.
Âdem de Muhammede sığınmıştı..O’nun mekanında tevbeye durmuştu. Orası bilindi arafat oldu..önceden hazırlandı..geleceklere lazım olacak her şey oraya yerleştirildi.
Tencere yuvarlandı,kapağını buldu.
“Ben yere göğe sığmam,mü’min kulumun kalbine sığarım.”
Sonsuz uyumlu cennette değil de,sonlu dünyanın,sonlu varlığı insanın kalbine,gönlüne sığdı yaradan…

TANINMAYIP ALIŞILAN YER DÜNYA
Âdem tanımadığı dünyaya gelmiş,gözleri bir tanıdık arıyordu.İsimleri kendisine talim edildiğinden yabanilik çekmedi.
Ancak enis bir dost aradı.Akşama kadar dolaştı..dolaştı.
Yorgun düşmüştü.Bu onun dünyadaki ilk gecesiydi.
Yorgunluğunda etkisiyle deliksiz bir uyku çekti.Yorgunluğu gitmişti. Uykuyla da ilk tanışmıştı.Çabucak da uykuya alıştı..ondan bir parça oldu.
Bedeninin yorgunluğu gitmiş ancak çokça yıpranan ruhu hala yorgundu.Dinlenecek gibi de değildi!
Kaybettiği Havva’sını bulunca belki ruhu dinlenir,kalbi rahatlardı!
Âdem Havvayı uzun aramalardan ve yorgunluklardan sonra bulmuş, rahatlamış gibiydi!Boşluğunu kapatmıştı.
“Kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yarattık.”
Bu da çok uzun sürmedi.
Korkulan olmuş,cennette görmedikleri kanın dökülmesine burada şahit olmuş,fesadın önü açılmış oldu.
“Dünyada rahat yoktur.”sözü gerçek oluyordu.
Rahattan da vaz geçildi.,zahmet çok olmasa…
Sayı çoğaldıkça onunla orantılı olarak suçlarda artmaya başladı.
Bir kişiyle başlayan suç ikiye,iki kişi arasındaki suçlarda sayılamaz hale gelmişti.
Kan ve fesad dünyanın amblemi oldu.Tıpkı Teksas gibi…
“Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olabilecekler vardır. Onlardan sakının. Ama affeder, hoş görüp vazgeçer ve bağışlarsanız şüphe yok ki Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
Muhakkak ki, mallarınız ve evlatlarınız bir imtihan vesilesidir, Allah ise O’nun nezdinde pek büyük bir mükâfaat vardır.
Artık gücünüz yettiği kadar Allah’tan korkun ve dinleyin ve itaat edin ve nefisleriniz için bir hayr olmak üzere infakta bulunun ve her kim nefsini cimrilikten vikaye ederse işte onlardır muradlarına ermiş olanlar, onlardır.
Eğer Allah’a güzel bir borç verirseniz, Allah onu sizin için kat kat yapar ve sizi bağışlar. Allah çok mükafat verendir, halimdir.
Görünmeyeni ve görüneni bilendir. Üstündür, hikmet sahibidir.” Teğabün. 14-18)

YALNIZ ADAM VE YALNIZ BİR KADIN
Ben size bir durumu arz edeyim,varın sonunu siz mukayese edin;
Kendinizi evvela evde sürekli yalnız olarak hissedin ve düşünün.Yalnız her şeyin olduğu ve döşendiği ve apartman ortamı;yatacak,yiyecek,kalacak ortamının olmadığı bir halde iken…
Rüzgarın her taraftan estiği,yağmur,dolu ve karın her taraftan girdiği bir ortam…
Bunu kimsenin bulunmadığı,sadece kendinizin olduğu bir şehir,bir devlet ve sonuçta dünyada sadece siz varsınız ve de dünyaya yeni geldiniz,sizden başka insan olarak kimse bulunmamaktadır.
Kendinizi nasıl hissederdiniz?Sabahlarınız ve akşamlarınız nasıl olurdu?
Çöle atılmış yalnız bir adam,Âdem…
Sıfırdan başlayan bir hayat ve dünya…
Kurulmamış bir yaşam..fırın yok..hastane yok..konfeksiyon, ayakkabıcı, elektronik eşya,cep telefonu,bilgisayar ve internet,ulaşım araçları,insan yok.. senden başka kimse de yok…
Bir tane Havva vardı,o da kayıp…Git ki bulasın..kim bilir nerede?Dünyanın öbür ucunda..Hicaz Serendib arası…
Gözlerinizi yumun ve bir kaç dakika düşünün…
********************
Sanki dünyadaki her varlık,her şeyde ona yabani bakıyordu.
Yoksa cennette işlediği suçtan,bunlarda mı haberdardı?Yoksa bunlarda biliyorlar mıydı yasak meyveden yediğini?
Niye böyle bakıyorlar,yabani davranıyorlardı ona?
Bir şeyler mi hissetmişlerdi?
Yoksa kendisinin çekingenliğinden mi çekiniyorlardı?
Ancak yaklaşıyor,kaçıyorlardı..varıyor,uçuyorlardı..suya giriyor, durmuyorlardı.
Ne kara ne hava ne de su ona enis ve dost olmadı.
Her doğan güneşle bir ümit yaşıyor,gece yerini korkuya bırakıyordu.. büyüyor muydu yoksa yaşlanıyor muydu,pek farkında değildi.
Zaten Âdem yılları günlerde yaşıyordu..Günler yıllar gibi geçiyordu..950 yıl süren bir hayat.
Dakikalar günler gibi geçiyordu,o da delerek geçiyordu.
Dakikaları da bilmiyordu ya..zamanı ölçecek bir alete de sahip değildi.
Her yeniyi eskiten zaman,onu da yaşlandırıyor,eskilerden kılıyordu.
Eskiyor muydu,eskimiş miydi,antika mıydı bilmiyordu..bildirecek kimse de yoktu.
**Âdem dünyada sınıf atlayarak eğitimine başladı..çünkü ona eşyanın isimleri önceden öğretilmişti.
Şimdi ise sıra eşyanın ve olayların hikmetindeydi.Onların tahlilini yapmakla görevlendirilmişti.
Ancak kendisini birden bire gökten düşer gibi,dünya laboratuvarının yığınla eşyası arasında bulmuştu.
Şimdi ne giyecek,nasıl giyinecek ve ne ile örtünecekti?
Ne yiyecek,nasıl yiyecek ve ne ile yiyecekti?Neleri yiyecek,nelerden yiyecekti.Zararlı zararsızı ve zehirlisini,faydalı ve faydasızını nasıl birbirinden ayıracaktı.
Zincirleme sonu olmayan sorular?
Hepsi kendisini ayrı ayrı yaşlandırıyordu.
Tek başına bütün bunların üstesinden nasıl gelecekti?
En iyisi önem sırasına göre bir yerlerden başlamalı,şu temel ihtiyaçlarını gidermeliydi;
Yiyecek..giyecek..barınacak ve ısınacak…
Rüzgarın esintisinden,kışın soğuğundan ısınmak için ateşi elde etme düşüncesi,içerisine ateş gibi düştü.Onu önceden şeytandan tanıyordu!
O bir kere kendisini yakmış,içi yanıyor,o yangının ateşi bir müddet kendisine yeterdi!
Ancak gene de şimdilik yemeğini pişirmek için gerekliydi.
Havva ile bu iş daha güzel olacak,birbirlerine danışarak,fikir alış verişinde bulunarak,yavaş yavaş hayatlarını sürdüreceklerdi.
Onlar dünyaya ekildiler ve ektiler.
Mevcutları değerlendirdiler..deneme yanılma yoluyla öğrendiler, öğrettiler..gelen nesillere aktardılar.
Tüm bu günkü gelişmelerin tohumunu onlar attı.Şimdilerde ağaç olup, dünyaya dal budak saldı,meyveler verdi.
Hep bunlar hayatı devam ettirmek,hayatları sürdürmek içindi.
Şimdilik bedenin ihtiyacıyla meşguldü.Bedenine lazım ihtiyaçlarını tedarik etmek mecburiyetindeydi.
Ve Âdem aynı zamanda maneviyatın da temsilciliğini yapacak,peygamber olup kendisine şimdilik on sahife gönderilecekti.
Görevleri orada yazılıydı.Kendilerinden o zamandan beri hep iki temel görev beklendi;
Birisi;Dünyaya gelerek,meşguliyet ve unutma hastalığına yakalanıp da göndereni unutmamak…
İkincisi ise;O yaradana yarattıklarından ve verdiği nimetlerden dolayı teşekkür etmek.
Hayatı düzenleyecek kurallar zamana yayılmıştı.

HAMDIM..PİŞTİM..YANDIM.
İnsan Hamdı..zamanla Pişti..musibetler onu Yandırdı.
Hamdım..Piştim..Yandım.
*Hz.Âdemin cennette yediği yasak meyvenin Buğday da olduğu söylendi.
“Şu ağaçtan yemeyin yoksa zalimlerden olursunuz.”
Bu hüküm gereği Dünyaya geldi;ilk ve son hep onunla tanıştı ve onunla oldu.
Madem buğdayı yersin,haydi bakalım ömür boyu ona mahkum ol!
Sen mi onu yersin yoksa o mu seni?
Ona karşı içinde bir aşinalık ve tanışmışlık vardı..en azından yabancı değildi.
ÂDEMİN DİLİ
Âdemi en çok sıkıntıya sokan bildiği dili konuşamaması ve onu terennüm edecek bir ortamın olmamasıydı.
Kime konuşacak,neyi ve nasıl konuşacaktı?
Bilmiyordu…
Bildiğini ifade edemiyordu.
Âdem sade bir hayat yaşıyordu.
Yüklü bir fatura ödemiyordu.
Elektrik,doğalgaz,telefon,kira,taksitler,su,köprü ücreti,adsl,bakkal, konfeksiyon,fırın,postane,pastane..vs.ücretleri ve ödemeleri yoktu.
Başı rahattı.
Rahatlık onu rahatsız ediyordu…
*Âdem o kadar güçlü ve dayanıklı olmasına rağmen,işlerin üstesinden zor geliyordu.
Âdemi en çok düşündüren,zaif ve güçsüzlüğüyle,bir kadın haliyle Havva ne yapıyordu.Havvanın durumu kim bilir ne kadar iç burkucuydu!
Korku,açlık,yalnızlık onu kim bilir nasıl çepe çevre sarmıştı!
Artık kendisinden çok onu düşünür olmuş,kendi derdinden fazla onun derdi derdini daha da arttırıyordu.
Çünkü Âdem kadınının kıvamı idi..onun direği.
Direksiz Havva kim bilir ayağa ne kadar da zor kalkıyordur!
Belki bir araya gelseler uzun yıllar birbirlerine hatıralarını anlatacak, çektiklerini,sıkıntılarını nakledeceklerdi!
Askere giden bir genç bir ömür boyu onu anlatırken,ömre bedel askerliği anlatmaya ömürler yetmeyecektir.
Çocuklarına bunları anlatacak,onlarla teselli bulacaklardı.Ovunup avunacak,çocuklarını avutacaklardı.
Aah..keşke o günler bir gelseydi de..bu hasret bitse,bu ayrılık son bulsa..dere yatağına kavuşsaydı…
“Başını taştan taşa vurur âvare su…”
Başını her gün taştan taşa vuruyordu.
Yasak meyveyi yediğine mi ağlasın,dünyada yalnızlık içinde başına gelenlere mi ağlasın?
Bulutların akıttığı ile gözlerinden akanlar yarış içerisinde idiler.
Göz yaşı sular seller gibi akıyor,hayata hayat oluyordu..kendi hayatını da aklıyor,arındırıyordu.
KOCA DÜNYA
Koca dünya onlarındı ama onlar yine de yalnızlardı.
Keşke bir kümesleri olsaydı da beraber olsalardı.
Zengin dünyada fakir yaşıyorlardı.
*Âdemin Havva-ya olan hasretinin sebebi;çünkü o geleceğiydi..geleceği onun gelmesine ve geleceğine bağlıydı.
Havva-nın olmayışı onu kısır bırakmış,noksan etmişti.Onunla tamdı.. onunla tam olacak,bir bütünlük arz edecekti.
Ona olan meftuniyeti ve aşkı;onda kendisini görmesiydi..geleceğinin farkına varmasıydı.
Kendisi Allah hazinesinin anahtarı,Havva-da kendisinin anahtarıydı.
Anahtarı ondaydı..anahtarı oydu.
Dört gözle yolunu gözlüyordu.
Okyanus damlasına kavuşacak..mayalayacak..mayalanacaktı.
Cennetten niye inmiş,dünyanın eza ve cefasına niye katlanmıştı?
İşte hep bu geleceği için değil miydi?
Cennetten gelirken hazinesini de beraberinde getirmiş ancak onu şimdi kaybetmişti.
Anahtarı yitikti…
MİLYARLARCA İNSAN
Şimdiye kadar milyarlarca insan geldi,demek ki bütün bunların kabiliyeti ve gelişmişliği Âdemin sulbünde idi.Tohum halinde onda mevcuttu.Ekin alanı yoktu..onu rahmet,merhamet ve şefkatle kucaklayacak,rahmet toprağına ihtiyaç vardı.
Beraber çıkmışlardı yola..yasak ağaca bile beraber yaklaşmışlardı..her şeyleri ortaktı.Bir anlık ortaklıkları bozulmuş,belki de bu kavuşma ateşini tetikliyordu.Biri birisiz olamayacağını,birbirlerine çokça ihtiyaçlı olduklarını daha iyi anlamışlardı.
Firak olmadan visal olmuyordu.
Eşya zıddıyla biliniyordu.
Gecenin karanlığı,ışığın aydınlığını arttırıyordu.
Âdem bir tarafını kaybetmiş,eksik dolaşıyordu.
Aslında iki denizin,iki sevgilinin buluşmasını dünya da bekliyordu..o da mahzundu..o da kısır ve noksan…
Dünya kendisini ancak bu ikisiyle ifade edebilecek,bu ikisiyle kıymetlenecekti.
Onların çocukları üzerinde koşacak,oynayacaktı.
Onlar kendisini şenlendirecek,ekip biçecekti.
Onlarla yenilenecekti dünya.
İçindeki madenler ortaya çıkacak,sular coşacak,ormanlar oluşacaktı. Herkes maharetini kendisinde,kendisinden ve kendi üstünde göstereceklerdi.
Asırlardır gözlediği kimselerle buluşma anı ve zamanı gelmiş,artık taş, toprak,su ve ateşte olsa,canlı ve cansızlar olup ta insan olmasa manasız lafız gibi olurdu.
Artık ebediyyete insan sayesinde mazhar olmuştu.Ebedi manzaralarda, ebediyyen seyredilecekti.
İnsanlar kendisiyle fotoğraflar çektirip,sevineceklerdi.
Allah o kadar yıldız ve gezegen arasından kendisini seçmişti.Ne büyük bir şeref ve mutluluktu.
Allah kitaplarında kendisinden bahsediyordu.
“hak ortaya çıkıncaya kadar âyetlerimizi gerek âfakta yani dış alemlerinde,görünen dünyada ve gerekse de iç dünyalarında göstereceğiz.
Rabbin sana kâfi değil midir?
Yetmez mi O sana?
O her şeye hakkıyla gücü yetendir.”
“Bakmaz mısınız deveye,nasıl yaratıldı?
Bakmaz mısınız göğe,nasıl yükseltildi?
Bakmaz mısınız dağlara,nasıl yere çakılmış?
Bakmaz mısınız yere,ayaklarınız altında nasıl serilip,döşenmiş?
Düşün ve hatırla.Muhakkak ki sen,düşünen,her şeyi inceleyip irdeleyen bir varlıksın…”
BÜYÜK BULUŞMA
Âdem ile Havva-nın buluşmalarını,birbirlerine kavuşmalarını hayal bile edemiyorum.O hal kim bilir nasıl bir haldi?
Annenin evladına kavuşmasına benzemeyen bir buluşma..iki sevgilinin uzun bir ayrılıktan sonra buluşması.
“Allah bir kulu sevindirmek için önce çölde devesini kaybettirir,sonra da buldurur.”
Bu bir çölde deve buluşması değil,bir insan parçasıydı..insanın kendisiydi.
Tüm varlıkların eksik kalan önemli bir yanı ve bölümüydü.
Kim demiş bunlar kavuşmaz ve buluşmaz diye,İlâhi irade öyle murad etmiş ise…
A’raftaydılar,arafatta buluştular..iki insanın dünya gözüyle ilk olarak birbirlerini görüşü oldu.
Epeyde değişmişler..dünya onları iyice değiştirmişti..tanınmayacak bir halde…
Âdemin saçı sakalına karışmıştı.Havva güneşten kızarmış,esmer güzeli iken,biraz daha esmerleşmiş..kararmıştı.
İkisinden de başka aday yoktu..dünyaya aday..dünyalı aday..dünyadaki aday.
Havva cennetteyken beğenip evet dediği Âdem,neredeyse evet denilmeyecek gibi idi.
Akidleri ilâhi akid idi,meleklerin şahitliğinde.
Âdemi dünya yaşlandırmış,vücudundaki kırışıklıklar belirginleşmişti.
*Mecnunla Leylanın buluşmasına da benzemiyordu.Başka Leylalarda vardı…
Âdem için tek Leyla idi Havva.
Âdem kendi Leylasına kavuşamazsa,bütün Mecnunlar Leylasız,bütün Leylalarda Mecnunsuz kalacaklardı.
*Yerlerin kıymeti,hep kıymetlilerin yeri oldu.
Filimlere sığmayan senaryo ve filim.
Bizde âhirette seyrederiz..canlı canlı..
İlk dakika haberleri olarak…
*İlk defa gecenin karanlığı onları korkutmuyordu.Olsa ne olur ki? Bulmuşken Havva-yı…
*Havva şimdiye kadar güçsüzdü.İlk defa güçlü olduğunu hissediyordu. Çünkü o artık bir anne adayı idi.
KADIN HAVVA ANNE OLUYOR
Kızlar güçsüzdür,anneler güçlüdür.
Cennet kadınların değil,annelerin ayakları altındadır.
İşte yükseklerdeki cennet,aşağıdaki Havva-nın ayakları altına serilmişti.
“Kim bir insana hayat verir,hayatına sebeb olursa,bütün hayatları kurtarmış gibi olur.”
Artık o bütün hayatların ilk hayatını çift olarak dünyaya getiriyordu.
Yılların ayrılığı ve yalnızlığı artık yerini ileride bir çok ayrılıklara terk edecek olan bir kavuşmaya kavuşuyordu.
Kolay olmuyor,çokta zor oluyordu.
Hayat kolay ve ucuz değildi.
Kâinat çapında bir hadise idi.
Bu hadiseye dünya ve içindekiler,melekler,cinler,üst kat cennetteki cennetlikler ve tüm kâinat şahitlik ediyordu.
(Tabiri caizse)Bu manada Allahın ilk göz ağrısı idi.İlk gözünü aydın eden sanat harikası idi.İlk yaratışı idi,gelişmiş bir varlık olarak…
Bir damla sudan,bir insan…
İki damla sudan,iki insan…
Dokuz damla sudan dokuz insan oluyordu..daha doğrusu olduruluyordu.
Bu demek ki suyun tümü için İlahi irade olmasını dilese ve durumda müsait olsaydı,bir seferde milyarlarca insan…
Hikmeti öyle gerektiriyordu.
Dünya ilk meyvesini vermişti.O da ne harika bir meyve.Bu meyveleri çok meyveler takip edecekti.Âdem ve Havva yeniden doğmuş gibiydiler.
*Birbirlerine daha bir sıkı bağlandılar.Bağlılıklarını sürdürmeye gayret gösterdiler.
Artık her şeyin tadı gelmiş,tadını tadıyor ve alıyorlardı.Ocağı tüter olmuştu ilk defa.Öncesinde ateş yakıyor ancak ocağı tütmüyordu.
Kalacak yeri çok,dünya onundu ancak evi yoktu.Evi oldu..evli oldu..ev-li oldu…
Kendisi için çalışmıyordu bile,ailesi için,çocukları için çalışıyor ve koşturuyordu.
Ben çektim,onlar çekmesin…
CENNETE HASRET
Geldikleri yer hiç akıllarından çıkmıyordu.Suyun kaynağına hasreti gibi oranın hasretini hep çekiyorlardı.
Bir de oranın tadı damaklarında kalmıştı.
Somon balığı gibi oraya ölesine gidiyorlardı.
Orada doğmak için,burada ölüyorlardı.
Orada Mevla vardı,burada belâ..imtihan…
Oradan Mevla-ya bakış vardı,burada düşünce..düşünmede kaldı.
Orada ölümsüz hayat vardı,burada ölüm.
Bütün vücudunu oranın coşkusu sardı.Hep ümitle sabredip kaldı.
İLK ERKEK VE İLK İMTİHAN KABİL
Havva ilk doğurduğu,kendisine doğru gelen Kabili kabul etmiş,çocuk haliyle onu çok sevmiş,sevinmişti..oda kendisinin ilk göz ağrısı idi.
Onun dünyayı ilk kana bulayan bir kimse olacağından habersizdi.Haberi olsa belki de doğurmazdı..onun yerine taş doğururdu.
Nitekim Allah hikmet lisanıyla Hz Azraile;”Ruh alma görevini yaparken, çekindiği veya yapmadığı bir durumun olup olmadığını sordu.
Azrail-de cevabında;Ya Rabbi!Bir gemiyi batırmış ve içindeki insanlar suya düşmüşlerdi.Hamile bir kadında vardı içlerinde.Ona acıdığımdan ruhunu almadım,onu suda kendi haline bıraktım.Çünkü onun mını mını bir yavrusu dünyaya gelecekti.
Her hâl-u kârda gene de boğulup ölecekti.Ondan dolayı onu kendi haline bıraktım.
Daha sonra ne olup olmadığını bilip bilmediği sorulduğunda,bilmediği cevabını vermesi üzerine cevaben;
-İşte o ruhunu almadığın kadın,bir tahtaya tutundu ve kurtuldu.
Ve doğum yaptı.
Mini mini dediğin yavrusu da büyüdü,Nemrut oldu!!!
ÂDEM İLK ADAM
Âdem ilk adam,ilk baba oldu.
Çocuğu cennet kokuyor ama bu koku büyüdükçe gidiyordu.
“Dayak cennetten çıkmış,diyenler doğru diyorlardı.Çünkü hiç iyi bir şey olsaydı,cennetten çıkar mıydı?Cennette kalırdı.
Çocuk cennet kokuyordu ama aynı kokusunu korusaydı cennetten hiç çıkar mıydı?
*Kâinat başlangıçta bir damladan,bir tohum,bir yumurta,kısaca bir noktadan çıkıyordu.Dönüşü de bir noktaya doğru idi.
“Kur’an besmelede,besmele bâ harfinde,o da altındaki noktada saklıdır.”
İnsan bir damla su..bir damla sudan insanlık..bir babayla başlayan insanlık,en sonda bir oğulla son buluyordu.
Ana rahminin tezgahında şekillenen varlık insan.
Kutsal varlık..kutsal mekân…
*Önce su toprak karışımından ona model oluştu.Ondan sonra evlat modeller peş peşe sıralandı.Hepside kusursuzdu.
Kusur insandan kaynaklanıyordu.
*Hep insanlar ilklerden oldu..sonları sona ilkler taşıdı.
Kabilin içindeki sertlik,isyan büyüyerek insanlığı peşinden sürüdü.
Damla idi,sel oldu..insanları önüne kattı,sel olup süpürdü.
Bir çoklarını içinde boğdu.
Habil teslimiyet içindeydi.Ondan İslâmiyet doğdu.
Tevekküllüydü..ihtirası kovdu.
Zıtlıklar çoğalarak birbirleriyle savaşa koyuldu.
Âdem oğulları hep savaşta oldu.
Oysa onların babaları bir idi..aynı anneden idiler..dünyaları bir..kitapları bir..peygamberleri bir..güneşleri bir..binlerce bir birleri içerisinde bir ortaklıkları varken,bir ayrılık binlerce bağı kopardı.
Savaş bir türlü bitmedi,bitirdi..gitmedi,götürdü.
“Oluklar çift;
Birinden nur akar,
Birinden kir.”
İLK İMTİHAN VE İLK SORU KADIN
Cennetteki Âdem babanın ilk sorusu ve imtihanı kadındandı.Şimdi çocuklarına da kopya verilmiş,aynı soru onlara da sorulmuştu;
Kadınla imtihan…
“Muhakkak ki biz sizi biraz korku,açlık,malların,nefislerin,meyvelerin eksilmesinden bir şeyle imtihan edeceğiz.”
Mutlaka ‘Bi şey-in’,‘Bir şey’ile imtihan olunacaktık.
Önce zaaf noktamızdan imtihan olduk..en zaaf noktamızdan yakalandık.
Verilen kopyalarda para etmiyor,aynı hataya yeniden düşülüyordu.
ALLAH KERİMDİR,AFFEDER.
Suç işlenmeden söylenen bu söz,tam bir hakikattır.Hele hele işlediği suçları Allahın üzerine ataraktan söylenen bu ifade nefis ve şeytanın aldatmacasıdır.
Babamızın bir kere ayağı kaymış,hala kaymakta ve düşmekteyiz.
Ya bundan ders alıp da vaz geçmeyenlerin durumu kim bilir nasıl olacaktır?
Kabilde o dersi çıkarmadı.
Öncesinde değil,sonrasında düşündü.
O fırtına gibi eserekten kendisini göstermeye,gücünü isbat etmeye çalışırken,Habil güneş gibi doğarak sıcaklık ve sevgiyle kendisini göstermeye çalıştı.
*Anlatıldığı üzere;Rüzgarla güneş iddiaya girerler.Her ikisi de kendisinin daha güçlü olduğunu savunur.
Rüzgar oradan geçmekte olan birisini göstererek;Bak gücümü sana göstereceğim,der.
Şiddetle esmeye başlar.O estikçe adam üzerini daha sıkıca örtmeye, düğmelerini iliklemeye,paltosunu tüm gücüyle korumaya çalışır.
Rüzgar şiddetini arttırdıkça,adam daha güçlü bir şekilde sarılır.
Rüzgar bir türlü adama etkisini gösteremez.
Güneş,birde bana bak,der.
Güneş doğdukça doğar,açtıkça açar,ısısını gönderdikçe gönderir.
Güneşin sıcaklığı arttıkça,adam üzerindekileri açmaya ve çıkarmaya başlar.
Rüzgarın çıkaramadığını,yapamadığını güneş yapmış,sıcaklığıyla adama gücünü göstermiştir.
*Kabilde Habile güç denemesi göstermiş,sadace gücünü değil;her şeyini,dünyasını ve ahiretini de kaybetmişti.
Kabil nefsini sevindirmiş,ruhunu üzmüştü.
Habil ruhunu sevindirmiş,nefsini üzmüştü.Ölse de,öldürülse de kazanan Habil oldu.
Öldürüp,zalimce yaşamaktansa,ölerek mazlumca kalmayı tercih etti Habil.
Kabil ruhunun feryadını dinlememiş,şeytanın fısıltısına kulak vermişti.
Şeytandan sana bir vesvese geldiği zaman –Festaîz billâh- ‘Allaha sığın’ emrini dinlemedi,güçsüz olan vesveseyi,Allahın kuvvetli sesine tercih etti.
*Koca ormanlar bir kıvılcımdan çıkan ateşle yok olmuştur.
Kabilde öfke kıvılcımını tutuşturdu.Hem kendini ve hem de insanlığı yaktı.
Yine aynı noktaya geliniyordu.
Şeytan;Ben ateştenim,o topraktandır,diyordu.
Ateş yine yakacağını yakıyordu.
Kabil,ilâhi takdiri çiğneyerek;O benim hakkım,diyor.Ahkem-ül Hâkimîn olan Hâkimler Hâkiminin hükmünü dinlemiyor,kendi hükmünü öne sürüyordu.
O hep şeytanın gösterdiğini gördü,nefsinin istediğine baktı.
Daha bismillâh..işin başındaydı..çok çabuk oldu bozulma,bozma.
*Kökü başı bir dakikalık memnuniyetti.Bir dakikalık rahata,milyarlarca dakikayı azab etmeye değer miydi?
Bu nasıl bir alış verişti?
Bir al,milyarlar katı öde?
*Kabil,haram suyun mahsulü müydü?
Cennetteki yasak meyvenin faturası mıydı?
Ne kadar yüklü bir faturaymış ki;insanlık suyunu hep bulanık kılmış!
Haram yiyenin Haram-zâdesi oldu Kabil.
Cehenneme boşalan oluk oldu Kabil.
Soluklar onu durduramadı,soldu..cehenneme odun oldu.
“Yeminler olsun ki,cehennemi insan ve cinlerin topuyla dolduracağım.”
‘Leemle enne’ile Allah yemin ediyordu.
Boş olan cehennem doldurulacaktı.
*Bir gün Behlül Dâna-ya nereden geldiği sorulur.
”Cehennemden”der.
Fakat üstün yanmamış,orada ateş yok muydu,derler.
Hayır hiç ateş görmedim.Benimde dikkatimi çektiğinden oradakilere neden ateşin olmadığını sorduğumda bana;
“İnsanlar gelirken kendi ateşlerini de beraberinde getiriyorlar.”dediler.
*Fir’avun Musa Aleyhisselâma:”Yâ Musa,senin Rabbin Ğafurdur, Rahimdir; beni affetse şanına noksan mı gelir?Affetsin beni.”
Musa Aleyhisselâm Fir’avunun bu dileğini Cenâb-ı Hakka arz eyleyince,şu hitaba mazhar olur:”Ya Musa,onu affedeyim,fakat azdırdıklarını ne yapayım.”
YASAK AĞAÇ-İNCE ELEK
Yasak meyve kalkmamıştı..cennetten dünyaya inmişti.Şimdi dünyada bir çoklarını eliyordu.
Yasak ağaç,ince bir elekti.Bazen bir evlat,bazen mal,bazen musibet,bazen emir,bazen de yasaklar olarak…
Bütün bu işler sadece ve sadece İhlası elde etmek içindi.
Safından tortusunu ayırmak,özünden sözünü çıkarmak,mânadan lafzını atmak,özden kabuğunu ayırmak,sırf Allah için olmak içindi.
Lillâh..Livechillâh..Lieclillâh..Rızası dairesinde hareket etmek.
“İhlaslı bir dirhem amel,batmanlarcasına tercih edilir.”
“Amellerinizde rıza-i ilâhi olmalı.O razı olsa,bütün dünya küsse ehemmiyeti yoktur.O razı olduktan sonra,isterse ve hikmeti iktiza ederse onları dahi razı eder.”
“Allah herkesi helak etse de,Muhlisleri,ihlas içerisinde olanları hariç tutar.”
Hadis-i Kudsiden:”İhlas sırrımdan bir sırdır. Onu kullarımdan sevdiğimin kalbine bir vedia olarak bıraktım…”
Allah dünyaya rafineri kurmuştu.
Posaları,kışırları,kabukları ayırıyor,diğer saf ve özleri kendine,kendisi için ayırıyordu.
Anlatılır;Mekke-de bir Cuma günü imam hutbe okurken,Hızır yanında oturan kişinin uyuklaması üzerine dürterek uyumamasını,abdestinin bozulacağını hatırlatır.
O kişi başını kaldırıp Hızıra bakar ve dalar.
Hızır yine uyararak hatırlatmada bulunur.
Üç kere bu durum tekrar edildikten sonra o meçhul şahıs,Başını derinden derine kaldırarak Hızıra bakar ve;
“Bana bak,buradaki cemaate senin Hızır olduğunu söylerim.Her biri sakalından bir kıl alsa,sakalından hiç bir şeyin kalmaz”diyerek bu sefer o Hızırı uyarır.
Hızır Allaha hitaben;”Ya Rabbi!Bu kimdir ki,beni biliyor.Bende bulunan listede bu zatın ismi bulunmamaktadır.”
Allah hikmet lisanıyla;
“O sendeki listede değil,bendeki listede bulunmaktadır.”
İnsanların yanındaki veli ve Allah dostları,diğer yanda Allahın yanındaki Allah dostları..Allahın dostları.
“Allah-dan razı olanlar ve Allahın kendilerinden razı oldukları…”
Allah-ı sevenler ve Allah tarafından sevilenler…
Efendimiz-den:”Bir kimse Allah-ü Teâlâ katındaki menzilesini bilmek istiyorsa Yüce Allah’ ın kendi yanındaki menzilesini öğrensin. Çünkü Allah-ü Teâlâ kula vereceği dereceyi kulun kendi nefsinde onun için verdiği derece üzerinden tayin eder…”

SEVGİ MAYASI
Allah varlığı yaratmış,onu sevgi mayasıyla mayalamıştı.
Sevgisizler mayasızdı…
Mayasız!!!
Mayası bozuk!!!
Allah sevipte yaratmıştı.
Yaratmayı da sevmişti..yaratılanı da…
“Yaratılanı hoş gördük,
Yaratandan ötürü…”
Hangi bir şey ki içerisine sevgi mayası katılmamışsa,o tutmamış,tutarsız olmuştu.
Mayası tutan..tutkundu..tutulmuştu…
Habil varlığına maya kattı.
Kabil ise onu attı.
Mayalılarla mayasızların savaşı başlamıştı.
Onlarca kiloluk süte,bir kaşık maya yetiyordu.
İnsanların çok şeyleri vardı fakat çoku çok yapacak az bir mayaya ihtiyaç vardı…
Hadis-i Kudside: Ey Âdemoğlu, seni Kendim için yarattım. Eşyayı da senin için yarattım. O halde Kendim için yarattığımı, senin için yarattığımın ayarına düşürme.”
GÜNAH ATEŞTİR
*Şiraze bozulmuştu..ayar tutmuyordu..ayar kaydı..ayarsız-lık arttı.
Günahlar mukadder sonuca insanı sevk ediyordu.
Kader…
Başını taşa vursun ki,onu silsin.
Âdem ve Âdem oğlunun dünyadaki süresi bir imhal idi,ihmal değil.
Tanınan süre bitince hesapta başlayacaktı.
“Muhakkak ki dönüşümüz O’na sonra hesabımız da O’nadır.”
Günahlar sadece bedenin yanmasını değil;kalb,vicdan ve ruhunda ateşi olmaktadır.İçten içe onu da yakarak,hiç sönmüyordu.
Daha cehenneme gitmeden cehennemi yaşıyordu.
“Kâfirin manevi cehennemi,âsi mü’minin maddi cehenneminden daha dehşetlidir.”
Günah ateştir,yakar.
Ateşte günahı yakar.
KÖTÜ HATIRA
Kabil unutulmadı..belki de bu cürmü işlemese ne kendi,ne kardeşi Habil hiç hatırlanmayacak,kötü namı kıyamete kadar yayılmayacaktı.
Nitekim iki kız kardeşi pek bilinmemektedir.Sırf kıyamete kadar anılmak uğruna kibrine kapılan Kabil,bu cürmü işlemişti.O da zalim olarak ve zalim kalarak..zalimlerin de başında bulunarak…
İlk defa tarihe zalim ve mazlum beraber yazılıyordu.
Kabil için bir mahkeme kurulacak,inceden inceye yargılanacaktı.Sadece elinin yaptığı değil;dilinin,niyetinin,akıl,kalb ve vicdanının da sorgusu olacaktı.
O mahkemenin Hakimi de Allah olacaktır.
Allah huzurunda sorgulanacaktır.
Yüzü kızarmayacak mı?Yanıp kül olacak,toz olup buharlaşacaktır…
Hangi yüzle Allahın vechine bakacaktır?
“Küllü şey’in halikun illâ vechehu.”
“Allahın zatı hariç,her şey helak olucudur.”
Her şey gibi-yokluğa gitmese de-helak olacaktır.
Hiç bir ceza olmasa bile o mahcubiyet ona yeterdi.
Mahcubiyet hapishanesi cehennemden daha yakıcı,akıcı ve sıkıcı idi.
Allahım! Mahcubiyetle huzuruna alma,cehenneme at!!!
Bedenim yansın,ruhum o anı anmasın!!!
HAYATINI ÖLÜMDE BULANLAR
Başkasının kanının akıtılmasında hayat bulanlar,aslında hayatı olmayanlar,hayatsız kimseler..hayatı eksik kimselerdir.
Allah affeder miydi?
Benim yaşamam için senin ölmen gerek!
Bencillik…
Yerine..
Senin yaşaman için benim ölmem gerek.
Fedakârlık…
Sadakat…
*Savaşta arkadaşı yaralanmıştı.Ölümcül bir yaralanma,belki de biraz sonra şehadet şerbetini içecekti.
Aralarında hep Vefa vardı.Vefasızlık yapamazdı.Yanına mutlaka gitmesi gerekti.Kurtaramasa da son deminde vefayı kurtarmalıydı.Kurşunlarda sağnak sağnak yağıyordu..adeta imkânsızdı..imkânsızı imkâna çevirmek için yerinden kımıldadı.
Komutanı durumu fark etmişti.Bir kişinin daha kaybedilmesini istemiyordu.
Gitme,dedi.
Komutanım gitmem gerek.O şimdi beni bekliyor.
Söze ve kurşuna aldırmadan sürüne sürüne arkadaşının yanına vardı.
Arkadaşı kalan son nefesini vermek üzereydi.Ancak onu vermek istemiyor,arkadaşına,vefaya ayırıyordu.
Arkadaşını görünce tebessüm ederek;
Ben de seni bekliyordum..geleceğini biliyordum,diyerek ebediyete kanat açtı.
Eli boş dönmüştü.Komutanı kendisine;
Değdi mi?demişti…
Değdi,komutanım.
O da zaten beni bekliyormuş…
Gitmese yediği kurşundan beter olacaktı.
Sen gelmedin,vefa-ya ne oldu?
Öldü…
Şimdi ise vefa hayat buldu.
İnsanlar ölse de insanlık ölmemeliydi.
Hani anlatılır ya…
*Çölde atıyla giden bir adam,kumsalda yatan,ölü vaziyetindeki kişiyi görünce hemen atından iner ve o kişiyi kurtarma çabası içerisine girer.
Bu kişi onu kurtarmaya çalışırken,bir boşluğunu bulan yatan kişi,ölü numarası yaptığı yerden hızla doğrularak ata atladığı gibi kaçmaya başlar.
Yardım etme amacında olan kişi adeta yalvararak kaçan adama seslenir;
-Ne olur bu durumu kimseye söyleme.Belki olur ki bir gün gerçekten ihtiyaç sahibi bir kimse olur da,mahrum kalmasın.
Yoksa bir daha kimse kimseye yardım etmez.
*”Veren el,alan elden üstündür.”
Hayat veren hayat alan insandan kat be kat üstündür.
Ya verecek bir şey olmayan Kabil?
Veremiyorsan bile,alma bari!
Hem verememek,hem de verileni almak..iki kayıp..iki defa ayıp..iki defa ölmektir.
PEDER NE DER,KADER NE DER
Peder öldürme,kinini at,der.
Kader,hikmetim var,der.
Kabil,ölmemem için,öldürmem gerek,der.
Peder,şeytanla arkadaşlık etme,der.
Kader,”Festaîz billâh”-Allah-a sığın-der.
Peder,şeytandan taraf olma,tarafını belli et,der.
Tarafını değiştir.Nasıl mı;
Hadisde özetle anlatılan şu ki; 99 kişiyi öldüren kişi öldüren birisi bu durumundan vaz geçmek üzere; bir kişiye affedilip edilmeyeceğini sorar.
O da kendisine cevaben;bu kadar kişi öldürdükten sonra affedilmeyeceğini söyler.
Onu da öldürerek,seninle yüz olsun der.
Yine de içindeki istek gereği sorar.Kendisine tavsiye edilen alimin yanına giderek durumunu arz edince alim;
“Allahın rahmetinin gazabını geçtiğini,rahmetinin daha geniş olduğunu söyleyerek,affedeceğini söyler ve özellikle bulunduğu çevreyi terk ederek,falan yerdeki iyi insanların bulunduğu yere git,der.
O kişide oraya doğru giderken yolun ortalarında ölür.
Rahmet ve azab melekleri başına gelerek her biri onu kendilerinin kaldıracağını söyleyerek münakaşa ederken,Allah bir hakem melek göndererek kendilerine uzlaşacakları cevabı verir:
Ölçün,hangi tarafa daha yakın ise,o melek kaldırsın.
Gideceği yere yakınsa rahmet melekleri,geldiği yere yakınsa azab melekleri kaldırsın,der.
Ölçerler eşit gelir..en sonunda yüzü gideceği yere doğru dönük olmasından onu rahmet melekleri kaldırır.
Kişi yeter ki tarafını seçsin.
Veya;
Kimden taraf olduğunu göstersin.
Nitekim;
İbrahim Peygamberin ateşe atılması anında bir karınca ağzına almış olduğu bir damla su ile ateşe doğru gitmektedir.
Kendisine nereye gittiği ve ne yapacağı sorulur.
İbrahimin ateşini söndürmeye…
Bu ağız ve bir damla su ile mi?
Hiç olmazsa kimden taraf olduğumu göstermiş olurum.
ÂDEM OLUŞUN BABASI
Âdem var oluşun babasıydı.
Doğuşun babası olamadı..doğamadı..doğumun acısını tatmadı,sancısını tattırmadı.
Çocukluğu tatmadı..çocukluk devresini yaşamadı.
Doğan çocuk gibi ağlamadı..etrafa bakmadı..kucaklara alınıp sevilmedi,sevilemedi.
O kendisini birinci elden olgun halde buldu.Çocuklar gibi koşup oynayamadı.
Büyükler gibi büyüklük yaptı..büyük oldu.
O insan oğlu değil,insanlığın babası oldu.
O oldu…
Olduğu gibi öldü.
Ölümü tattı çünkü o da nefis sahibi idi.
“Her nefis ölümü tadacaktır.”
“Küllü nefsin…”hitabındaki nefis onda da vardı.Ancak nefsi terbiye edilmiş..terbiye etmişti..o korunmuştu.
Geriye bir çok hayatları bırakarak,o da bu dünyadan göçtü..geldiği yere geçti..gerçekten çok da güçtü…
“Ve ileyhi türceun”-Dönüş O’nadır-hakikatını,hayatını hayat sahibine vererek,emaneti emin olarak iade ederek dönüşü O’na oldu.
*Yerden göğe yücelikler yükselir,dünyanın kazuratı dünyada kalır.
“Güzel kelimeler ve salih ameller O’na yükselir”
Hadis-de.”Sema halkı,yer yüzünden ancak ezan sesini duyarlar.
Ezan okunurken şeytanın kaçması bundandır.
İlk defa ezana hücum edilip,türkçeleştirilmesi ancak şeytani bir düşüncenin mahsulüdür.
Kaçan şeytanı geri getirmedir.
Ezanı susturarak,şeytanı konuşturmaktır.
GİDENLER GELMİYOR GERİ
Gidenler dönmüyordu bir türlü.Demek ki memnunlardı yerlerinden…
İki sebebten;
Daha güzelini bulmuş dönmüyorlardı.Tıpkı anne karnından bu dünyaya gelen,ne kadar sıkıntı içerisinde de olsa geldiği yere dönmez.
Diğeri ise;hapse mahkum olduklarından döndürülmüyorlardı geri…
Zaten döndürülse idiler,aynı olacaklardı..aynı kalacaklardı.
“Ya Rabbi,bizi bir daha dünyaya döndür,bak sana nasıl iyi amelde bulunacağım!”isteği,bir şeyi değiştirmeyecekti.
Çünkü o insandı..unutandı..kendisiydi..kendisi oldu..kendisi kaldı.
Başkası olmayacaktı.O kendisini seçti..kendisinde kaldı..kendisi olarak kaldı…
Bir varmış bir yokmuş…
Bir zamanlar bir Âdem varmış…Beni Âdemin babası..babalar babası..tek baba..bir tek baba…Toprağın efendisi..toğrağın hâssı..yerin parçası..ay parçası.

SUÇLU KİM – KİM SUÇLU
İnsan oğlu hep suçlu aradı,kendi dışından.Suç kendisinde iken,suç kendisinde iken…Suç nefisti,nefisteydi..kendisiydi..kendisindeydi.
Kendisine fısıldayan ve şişiren şeytandı..şeytandaydı..şeytandandı.
Kendisi suçlu değil,Yusufu yiyen kurt suçluydu!Kurtlar baştan suçluydu. Yavrusu da babasından dolayı suçluydu!
Kabil suçlu değil,Habil suçluydu!Neden kendi kısmetine sahip çıkmış, kısmetini elinden almıştı!
Hatta kendi kısmetini ona takdim eden suçluydu!
Kendi tüm suçlardan beriydi!Beraat etmişti!
İşleyeceği tüm suçlardan daha şimdiden bile suçsuzdu!
Kuyuya Yusufu atan değil,Yusufu seven Yakub suçluydu!
Ona o güzelliği veren Güzeller güzeli Cemil-i Zül-Celal,Cemil-i Zül-Cemal suçluydu!
Niye almıştı-yı değil de,niye verilmişi sorguluyordu.
Kendisine verilmeme nedenini değil de,kendi dururken ona niçin verilir-mişi sorguluyordu.
Günahkâr günahını değil,günah keçisini hep işaret ediyor,onunla işret ediyordu.
Ben ‘Lâyüs’el’…
Sen ‘Yüs’el’…
Sende ki ben-de Lâ yüs’el ancak ben-deki sen Yüs’el-sin…
Ben sorumsuz..sorulmaz,sen sorumlu,sorulur…
Âdemle Havva suçluydu..getirmeseydin beni dünyaya!
Çıkmasaydınız cennetten!
Su mu çıktı yerinizden!
Getirmeyen anne baba suçluydu!
Neden getirmedin dünyaya!
Yapan suçlu..yapmayan suçlu!
Kim bu suçsuz?
Ben!!!
“Ene Rabbükümül a’la”
Ben sizi terbiye eden en büyük mürebbi değil miyim?
Ben sizin yiyeceğinizi,içeceğinizi vermezsem,ne yaparsınız?
Senin de sahibine döneriz,diyemiyorlardı.
Terbiyeyi veren mürebbi,hiç olur muydu mücrim?
Suç,günah değil bana,dâmenime bile ulaşamaz!
İYİ Kİ ÂHİRET VARMIŞ…
Fâş ve ifşâ yeri…
İçlerin dışa,dışların içe çevrildiği yer.
Ahkem-ül Hâkimînin Hâkimlik ve Hakemlik yaptığı yer.
Ben-deki suçun ortaya çıktığı yer.
Sen-deki masumiyet ve mazlumiyetin karşılığını bulduğu yer.
Yalan yok..yalancı yok..yalancı şahit yok..yalancılık hiç yok..yalan mumlarının yatsıya kalmadığı,mumlarının yanmayıp,eridiği yer.
Doğruluğun yalana hakim olduğu..doğruluğun yalanı doğradığı yer.
Karanlığın,karanlık işlerin,karanlık ayakların olmadığı aydınlık yer.
Allahın yeri..O’nun mahkemesi…
Benlerin ve benliklerin O’nun olmasıyla kalktığı yer.
Şeytanın zincire vurulduğu,nefsin kaynağının kuruduğu ve kurutulduğu, kurulanların yıkıldığı yer.
“El Hükmü lillâhil Vâhidil Kahhâr”
-Bu gün hüküm Bir ve Kahhar olan Allahındır.-
Din günü..’Mâliki yevmid dîn’
Hükümlerin hükümsüz kaldığı yer.
O’nun hükmünün geçtiği ve geçerli olduğu yer.
Beklenilen yer..bekleme yeri.
Müşahede odası.
Şahidle meşhudun buluştuğu yer.
Buluşma yeri..buluş yeri..umuş yeri…
Çalanla çalınanın..müfteri ile iftiranın..zorba ile zorbalığın..yılanla zehirinin beraber buluştuğu ve birbirine ulaştığı yer.
Her şeyin ve herkesin konuşup şahitlikte bulunduğu yer.
Faillerin yeri.
-‘Semenen kalîlâ’
Az bir fiyata…
Dünyalar güzeli Yusuf-un,az bir bedele satılması.
Her şeyin gerçek fiyatının verildiği yer.
Kapanan ve kapatılan defterlerin tekrar açılışı ve gözden geçirildiği yer.
Allahın adil gibi isimlerinin tam tecelli ettiği yer.
Yâr-ın yeriyle buluştuğu yer.
O yer gümrük yeridir..her şeyin indirilip incelendiği yer.
Yâr-ın yeriydi.
Yâr ile ağ-yârın,şer ile şerefin buluştuğu ve ayrıştığı yer.
Yusuf-un,Yakub-un,kuyunun,kardeşlerin,kervan ve kervancıların,Kenan ilinin,Züleyhanın,kurdun,gömleğin,tüm bağlantısı kopuk olan kopukların bağlantısının sağlandığı,bir arada olduğu yer.
Kurdun Yusuf-un kardeşlerinden hesabını sorduğu,hakkını aldığı yer.
“Allah o gün boynuzsuz koyunun hakkını boynuzlu koyundan alır….”
Aynılarla aynaların,asıllarla yansımaların,gerçeklerle gölgelerin bilindiği ve bulunduğu yer.
Acı ile sancının,somut ile soyutun sunulduğu yer.
İNSAN YÜZ KAPILI BİR SARAYDIR
Kabil Habil-in saray gibi binasının tek kapısının önünde duruyor,onu çalıyor,ona tosluyordu.
Hep aynı kapıda onu karşıladı..bekledi.
Diğer kapıların açık olduğundan,ondan girilebileceğinden habersizdi.
Hep aynı kapıya tosluyordu.
Aynı pencereden bakıyor,hep aynı şeyleri görüyordu.
Kabil kör olmuş görmüyor,topal olmuş gidemiyordu.
Habil-in kapısını değil,kendi kapısını açamıyordu.
Kabilin kapıları kapalıydı.
Kendisini aşamıyordu.
Kendisiyle kavgalıydı.
Kendisiyle barışık olmadığından,kavgasını Habille sürdürüyor,Habille bağlantılı herkesle de devam ettiriyordu.
Kabilin kabiliyeti Habili kabul etmiyordu.
Kabı dardı.
İçine kimseyi almıyordu.
Bedeni başı boş,ruhu zindeydi.
*O daha zinde iken,zindancı başı oldu.
Tüm duygularını kapatmıştı kendi zindanına…
HER BİR İNSAN BİR ALEMİN TEMSİLCİSİ
Her bir insan bir alemi temsil ediyordu.Adeta o bulunduğu özelliktekilerin bir alemi oluyor,o ve o özellikte olanları temsil ediyordu.:
Kabil kanlılar alemi.
Fir’avn zulümler alemi.
Âdem ilkler alemi
Yusuf rüyalar alemi.
Nemrut ateşler alemi
Şeytan kötülükler alemi
İbrahim yıldızlar alemi
Muhammed güneşler alemi
Musa denizler alemi
İsa hayatlar alemi
Nuh canlılar alemi
Süleyman cinler alemi
Davud güçler alemi
Deccal karanlıklar alemi
Mehdi nurlar alemi
Hızır seyyahlar alemi
Azrail ölüler alemi
Cebrail ruhlar alemi
Mikail dünyalar alemi
İsrafil surlar alemi
Karun benlikler alemi,batışın sembolü
Ebubekir sıddıklar alemi
Ömer ölçüler alemi
Osman hilim alemi
Ali ilim alemi…vs.vs…

PUTUN VE PUTPERESTLİĞİN TARİHİ
Hz.Âdem vefat etmiş,her hafta çocukları gelerek saygı ve hürmet gereği onun kabrinin etrafında dönerek saygıda bulunuyorlardı.
Çocuklarının çoğalması ve etrafa yayılmaları bu katılımı güçleştiriyordu.
Babalarının bir suretini yaparak bulundukları yerde ona hürmet gösteren çocuklarından sonra gelenler,bu vasıtayı hedef ve gaye olarak değerlendirdiler ve bizzat o sureti saygıya değer bir ilah olarak düşünüp yaşadılar.
Her batılda bir dane-i hakikat bulunmaktadır.
Masumane çıkılan yolda,yanlışa gidilmiş oldu.
Kulun icat ettiği tanrı.
Zihinlerdeki tapınak şövalyeleri.
Hamurdan ve helvadan.
Taştan ve kilden.
Neyi bulursan ve neden olursa.
İnek,fare,güneş,ateş,fir’avn,nemrut,göl,nehir,yıldız,ay…
-Kendisi muhtac-ı himmet bir dede
Nerde kaldı ğayre himmet ede.
*Her sabah evinin önündeki puta tapan kişi,bir sabah kalktığında bakar ki;bir tilki putun üzerine çıkmış pisliyor.
‘Kendisini bir tilkinin pislemesinden kurtaramayan bir put,beni nasıl kurtaracak?’diyerek önce kafasındaki putu,sonra taptığı putu kırar.
Herkesin seviyesine göre seçtiği bir put.
Çıkanların değil,inen ve düşüşlerin putu.
Tapan mı düşük,tapılan mı?
Bir birine eşit…
Masumiyetle başlayan,cehaletle süslenen ve beslenen,ülfetle büyüyen ve büyütülen hayaldeki putun yansıması…
*Hz.Âdem döneminde yere düşen kan,günahlarla beslendi.
Hz.Âdem-in yokluğundan istifadeyle puta dönüştü.
Put günahların kiri oldu.
Kirletti.
Günahların sembolü oldu.
Aydınlığı örttü.
Arkasından birbirini takiben haya gitti,namus gitti,din gitti,insanlık bitti..insan bitti.
İnsanlığın önünde bu setti.
Günahlar putlara gebe…
*Hakikatı göremeyenler zahire takılıp kaldılar.
Surete aşık olanlar,sîreti göremediler.
Züleyha öteyi göremedi,saldırdı.
Yusuf ötelerin ötesine ulaştı,aldırmadı.
*Şair nişanlısının annesini görmek istedi.Ancak görür görmez şaşkına uğradı ve hemen hiç düşünmeden nişanlısına dönerek;
Nikahı bozuyorum,seninle evlenmiyorum,dedi.
Sebebi sorulduğunda;
Büyüyünce sen de annen gibi olacaksın…
*Ey hayat-ı dünyeviyenin zevkine müptela ve endişe-i istikbâl ile istikbâlini ve hayatını temin için çabalayan bîçareler! Dünyanın lezzetini, zevkini, saadetini, rahatını isterseniz, meşrû dairedeki keyfe iktifâ ediniz; o, keyfinize kâfidir. Haricinde ve gayr-i meşrû dairedeki bir lezzetin içinde bin elem olduğunu sâbık beyânâtta elbette anladınız. Eğer mâzi, yani, geçmiş zamanın hâdisâtını sinema ile hal-i hazırda gösterdikleri gibi, istikbâldeki ahvâl dahi-meselâ elli sene sonraki halleri-bir sinema ile gösterilse idi, ehl-i sefâhet, şimdiki güldüklerine yüz binlerce nefrîn ve nefret edip ağlayacaktılar.
Dünya ve âhirette ebedî ve dâimî sürûru isteyen, İmân dairesindeki terbiye-i Muhammediyeyi (a.s.m.) kendine rehber etmek gerektir.”
Dün yer yüzünde gezenler,bu gün üstlerinde gezilenler oldular.
Zincire vurulamıyanlar,toprağa kondu…
KADER
Kader,sonraki olayların önceki habercisi.
Rüya,kader perdesinin aralanması.
Kader,açık göz,gören ve görüntüleyen göz.
Rüya,buğulu göz.
Kader,gerçek.
Rüya,düş.
Kader,Hak-da gizli.
Rüya,hayalde sisli.
Kader,peygamberde gizli.
Rüya,tabircide saklı.
Ben kaderdeyim,rüya bende.
Hayat,şifrelerde gizli.
Şifreler,insanda saklı.
*Kaderden kaçılır mı?Kaderden kaçan yine kadere kaçar.
Kader değişir mi?Kader zorlayıcı değildir,Allah-ın ilmidir.İşimiz değişir,kader yani Allah-ın bilgisi dğişmez.
Kevnî kader ve iradi kader.Kâinata konulan kader değişmeyen kader,bazen mucize eseri olarak o da değişir.İbrahim peygamberi ateşin yakmaması gibi.İradi kader ise,insanın irade ve seçmesi sonucu oluşan kaderdir.
Bir yaprak bile onun ilmiyle düşer.Dünyaya kafir olarak gelenlerin suçu nedir?Hadisle bağlantısı.
Milyarlarca spermden biri hayat buluyor.Hayat bir müsabaka ve imtihan.
Zenginlik ve fakirlik.Rasulullahın fakirlikle iftiharı ve Sa’lebenin durumu.Şükreden fakir bir kul iken,zenginlikle küfredip nankörlük eden bir kimse olmuştur.
Allah bana danıştı mı ki beni yarattı?Ve bu organlarımı böyle yerleştirdi?
Sen kimsin ki?Nesin ki?
Allah-ın seçtiği mühendis mi?
Aleme sen mi mühendis oldun?
Senden var olan bir şey alınmış değil,verilme söz konusudur.
Alınmanın hesabı sorulur,verilmenin değil…
Bir de kendini beğenmiyorsan,kendine bir model çiz…
Organlarının yerini bir değiştir bakalım..neyi nereye koyacaksın..hangi varlıktan neyi alıp,neyi vereceksin?
Evvela ustalığını gösterecek terzi ve o işin ustasıdır.Modeli o tayin eder.Sana danışsaydı burnunu nereye koyardın?vs.vs…
Evet..evet..Verilenden hesap sorulmaz çünkü ikram ve ihsandır.Yani veren birine küstahça;
Niye veriyorsun ya hu?
Seni adam kabul ettiği ve adam olasın diye.
Birde insan nisyandan alındığı için,verdiği sözünü unutmaktadır.Ve ruhlar alemini hz.Ali gibi hatırlayanlar mevcuttur.
Nikah masasına oturan hiçbir kimse –hayır-dememiştir.Hep iyi aile olacaklarına söz vermişlerdir.Rekorlar kitabında bile hayır diyen yoktur.
Bizler ise verdiğimiz sözümüzün ne kadarını yerine getirmekteyiz..hiç olmazsa iyi olma niyetiyle…
* Adamın birisi Ebu Hanife’ye gelip onunla kader tartışmaya başladı. Ebu Hanife adama:
“Kadere çok dalan tıpkı güneşin içine baktıkça hayreti artan bir adam gibi olduğunu bilir misin?” dedi.”

*Değil bir hayat,tüm hayatlar ve dünya bir rüya gibi geldi,geçti…
“Gördüm çü Hakkın vechini aynel yakîn Ya Hû derim.
Ki,sûfi Lâ-dan dem vurur ben her dem İllâ Hû derim.”(Akşemseddin)

MEHMET ÖZÇELİK
20-03-2009




İÇ GÜDÜ – SEVKİ İLÂHİ

İÇ GÜDÜ – SEVKİ İLÂHİ

İnsanın zihin altına yerleşmiş olan not defteri..gördüğü,duyduğu hatta hissettiği şeylerin depolama sistemi…
İnsan en çok etkilenen bir varlıktır.Her gördüğü ve işittiği şeylerden hatta bakışlardan önemli çapta etkilenmekte ve bazen bu etki uzun zaman sonra da olsa kendisini göstermektedir.
Hadisde ‘Her doğan İslam fıtratı üzere doğar’hakikatı bizlere herkesin doğuştan zihin altında,ruhlar aleminde eklenmiş,kendisiyle bir sözleşme yapılmış belge ve bilgi zihnin altında mevcut olarak gönderilmiştir.
İnsanın etkilenmesinin en uzun süreni ve en kalıcı olanı ve adeta insanı köle haline getireni,korkudur.
İster başkaları tarafından ve isterse kendisi tarafından zihninin altına yerleşmiş olan o korku sürekli kendisini gölge gibi takip etmektedir.
Dünya tarihinde zalim olan kimseler sürekli insanların zihinlerinin altına yerleşerek ve kendi korkusunu yerleştirerek onlara olan hakimiyetlerini sürdürmüşlerdir.
Peygamberler ise daha kalıcı olan ve uzun ömürlü devam edecek ve bir çok isteğe bağlı fedakârlıkları netice verecek sevgi yolunu takib etmişlerdir.
İnsandaki proğramlama sistemi işte bu zihin altındaki itici güç sonucu ortaya çıkmaktadır.
Bediüzzaman Hazretleri Sâika ve Şâika yani sevk edici ve kamçılayıcı şevk verici duyguların insanda var olup,bunları keşfettiğini söyler.
Alem Allah’ın üç kudretinin bir sonucudur;İlim,İrade ve Kudret.
İnsandaki akıl,kalb ve ruhda bu iç güdüyle harekete geçmekte ve devreye girmektedir.
İnsandaki iç güdü doğrudan doğruya İlahi bir yönlendirme,sevk ve ilhamın sonucudur.
Elektronik bir makine içine yerleştirilen bir proğramla çalışır.
İnsanda dünyaya gelmeden önce kendisine yerleştirilen ilahi ve kaderi proğramla donatılmış olarak buraya gelir ve iradesiyle de onun yönlendirilmesinde etkili olunmuş olunur.
Hayvanlar aleminde bu durum tamamen farklıdır.Onlar yaptıkları işlerinde iradeleri olmadan ve sırf iç güdü veya hakikatta ilahi sevk ve proğramla çalıştıkları için kusursuzdurlar.
İnsan ise kendisini sorumlu kılacak cüz-i iradesini karıştırmasıyla,işleri de karıştırmaktadır.
Müslüman olmayan bir memlekette doğan bir çocuğun Müslüman olan ve namaz kılmaktaki durumunu küçük yaşta gören çocuğun,kısa bir süre sonra onları kaybetmesiyle,onlardan gördüklerini kaybetmemektedir.Elli sene sonra da olsa birinde aynı namaz hareketlerini görmesiyle zihninin altında yerleşen namaz hakikatı kendisini tetikleyecektir.
İç güdü,bir tetikleme gücüdür.İçine dolan veya doldurulan şeyi saçar veya saçmalar.
Küçük yaşta özellikle bir korku ile dehşete kapılan bir çocuk zihin altındaki bu korkunun etkisini ya hastalık olarak veya psikolojik bir rahatsızlık olarak sürdürür.
Hipnotizma bir çeşit zihin altına girip tesbitte bulunmadır.Daha öteye gidildiğinde bir tedavi yöntemidir.
Zihin altının keşfi aslında bir nevi insanlığın keşfidir.
İnsanlar birbirleriyle olan diyaloglarında bu zihin altındakileri tetiklemekle veya ortaya çıkarmakla daha fazla iletişim sağlarlar.
Şartlanmışlık zihin altının bir zorlaması ve zorlanmasıdır.
İç güdü doğru yönlendirilebilirse çok başarılı sonuçlar elde edilebilir.
Kötü yönlendirildiği takdirde de patlamaya hazır bir bombadan daha fazla etkili olur.

*Rüya alemi;zihindeki alemin,misal aleminde yansımasıdır.Tıpkı aynada görünen suretin benzeri olarak,rüyada da olacak olan şeylerin şeffaflığa,yoruma,netliğe muhtaç olarak misal aleminin aynasındaki yansımış halidir.
Bir derece olacak olan şeylerin zihnimizdeki mevcut olan ilk halinin zamanla dışa yansımadır.
Teknolojik olarak insan beynini kontrol altına alma gibi,zihin altına ve insanın rüya dünyasına girilmesiyle de bazı şeylerin açılması sağlanabilir.

“Bir bilgisayar insan üst beynini taklit edebilir, hatta daha fazla bilgi biriktirerek onu yenebilir. Fakat gerek amygdeal nükleusların bir anten gibi çalısarak duygu alıngaçları görevi yapmasıyla gerekse RNA lar kanalı ile atalarımızdan geçmis bilgi sifreleri ile(Ispatlayıcılarına 1989 yılında Nobel kimya ödülü kazandırdı) gerekse Nöro-hormono-transmitter mekanizmalarla refleksif olarak tüm organlarımızı çalıstırma yetenegi ile alt beyin sistemimizi hiçbir zaman hiçbir bilgisayar taklit edemeyecektir.
Baska bir deyisle bizi insan yapan üst beynimizden çok daha fazla alt beynimizdeki evrensel kuyruklu canlıdır. Sizleri bu canlıyı, yani içinizdeki sizi tanımaya ve bu konuda farkındalıgınızı arttırmaya davet ediyorum.
…Malum hepimizin ilk alt beyinsel ögretmeni annecigimizdir. En korunmasız ve zayıf insaat zamanlarımızı onun rahminde geçiriyoruz.
…..Sert bir alt beyin takıntısı üst beyne seksen degisik tercüme hatasıyla yansır.
…….Arastırıcılarına Nobel ödülü kazandıran bilimsel arastırmalarda; atalarımızın üst beyin
bilgileri RNA lar kanalı ile alt beynimizde depolandıgından, kastedilen alt beynimizdir.”

MEHMET ÖZÇELİK
06-10-2008