RİSALE-İ NUR’LARDA YAĞMUR VE YAĞMURSUZLUK

RİSALE-İ NUR’LARDA
YAĞMUR
VE
YAĞMURSUZLUK

“Çünki saltanat-ı rububiyetin hikmeti iktiza eder ki: Zîşuur için, bahusus en mühim vazifesi müşahede ve şehadet ve dellâllık ve nezaret olan insan için tasarrufat-ı gaybiyenin mühimlerine bir işaret koysun, birer alâmet bıraksın. Nasılki nihayetsiz bahar mu’cizatına yağmuru işaret koymuş ve havarik-ı san’atına esbab-ı zahiriyeyi alâmet etmiş. Tâ, âlem-i şehadet ehlini işhad etsin. Belki o acib temaşaya, umum ehl-i semavat ve sekene-i arzın enzar-ı dikkatlerini celbetsin. Yani o koca semavatı, etrafında nöbettarlar dizilmiş, burçları tezyin edilmiş bir kal’a hükmünde, bir şehir suretinde gösterip haşmet-i rububiyetini tefekkür ettirsin.”

“Meselâ: Ekser yerlerde bir kısım meyvedar ağaçlar bir sene meyve verir, yani rahmet hazinesinden ellerine verilir, o da verir. Öbür sene, bütün esbab-ı zahiriye hazırken meyveyi alıp vermiyor. Hem meselâ: Sair umûr-u lâzımeye muhalif olarak yağmurun evkat-ı nüzulü o kadar mütehavvildir ki, mugayyebat-ı hamsede dâhil olmuştur. Çünki vücudda en mühim mevki, hayat ve rahmetindir. Yağmur ise, menşe-i hayat ve mahz-ı rahmet olduğu için elbette o âb-ı hayat, o mâ-i rahmet, gaflet veren ve hicab olan yeknesak kaidesine girmeyecek, belki doğrudan doğruya Cenab-ı Mün’im-i Muhyî ve Rahman ve Rahîm olan Zât-ı Zülcelal perdesiz, elinde tutacak; tâ her vakit dua ve şükür kapılarını açık bırakacak. “

“Bahar mevsiminde fırtınalı yağmur, çamurlu toprak perdesi altında nihayetsiz güzel çiçek ve muntazam nebatatın tebessümleri saklanmış ve güz mevsiminin haşin tahribatı, hazîn firak perdeleri arkasında tecelliyat-ı celaliye-i Sübhaniyenin mazharı olan kış hâdiselerinin tazyikinden ve tazibinden muhafaza etmek için nazdar çiçeklerin dostları olan nazenin hayvancıkları vazife-i hayattan terhis etmekle beraber, o kış perdesi altında nazenin taze güzel bir bahara yer ihzar etmektir. Fırtına, zelzele, veba gibi hâdiselerin perdeleri altında gizlenen pek çok manevî çiçeklerin inkişafı vardır. Tohumlar gibi neşv ü nemasız kalan birçok istidad çekirdekleri, zahirî çirkin görünen hâdiseler yüzünden sünbüllenip güzelleşir. Güya umum inkılablar ve küllî tahavvüller, birer manevî yağmurdur. Fakat insan, hem zahirperest, hem hodgâm olduğundan zahire bakıp çirkinlikle hükmeder. Hodgâmlık cihetiyle yalnız kendine bakan netice ile muhakeme ederek şer olduğuna hükmeder. Halbuki eşyanın insana aid gayesi bir ise, Sâniinin esmasına aid binlerdir.”

“Bu fıkra ile dağlardan nebean eden Nil-i Mübarek, Dicle ve Fırat gibi ırmakları hatırlatmakla, taşların evamir-i tekviniyeye karşı ne kadar hârika-nüma ve mu’cizevari bir surette mazhar ve müsahhar olduğunu ifham eder ve onunla böyle bir manayı müteyakkız kalblere veriyor ki: Şöyle azîm ırmakların elbette mümkün değil, şu dağlar hakikî menbaları olsun. Çünki faraza o dağlar tamamen su kesilse ve mahrutî birer havuz olsalar, o büyük nehirlerin şöyle sür’atli ve kesretli cereyanlarına müvazeneyi kaybetmeden, birkaç ay ancak dayanabilirler ve o kesretli masarıfa karşı galiben bir metre kadar toprakta nüfuz eden yağmur, kâfi vâridat olamaz. Demek ki, şu enharın nebeanları, âdi ve tabiî ve tesadüfî bir iş değildir. Belki pek hârika bir surette Fâtır-ı Zülcelal, onları sırf hazine-i gaybdan akıttırıyor.”

“Bahar fırtınası ve yağmur gibi hâdisatı; sureten haşin, manen çok latif hikmetlere medar görüyor. Hattâ mevti, hayat-ı ebediyenin mukaddemesi ve kabri, saadet-i ebediyenin kapısı görüyor. Daha sair cihetleri sen kıyas eyle. Hakikatı temsile tatbik et…”

“Hem, dua bir ubudiyettir. Ubudiyet ise semeratı uhreviyedir. Dünyevî maksadlar ise, o nevi dua ve ibadetin vakitleridir. O maksadlar, gayeleri değil. Meselâ: Yağmur namazı ve duası bir ibadettir. Yağmursuzluk, o ibadetin vaktidir. Yoksa o ibadet ve o dua, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyet ile olsa; o dua, o ibadet hâlis olmadığından kabule lâyık olmaz. Nasılki güneşin gurubu, akşam namazının vaktidir. Hem Güneş’in ve Ay’ın tutulmaları, küsuf ve husuf namazları denilen iki ibadet-i mahsusanın vakitleridir. Yani gece ve gündüzün nurani âyetlerinin nikablanmasıyla bir azamet-i İlahiyeyi ilâna medar olduğundan, Cenab-ı Hak ibadını o vakitte bir nevi ibadete davet eder. Yoksa o namaz, (açılması ve ne kadar devam etmesi, müneccim hesabıyla muayyen olan) Ay ve Güneş’in husuf ve küsuflarının inkişafları için değildir. Aynı onun gibi; yağmursuzluk dahi, yağmur namazının vaktidir. Ve beliyyelerin istilası ve muzır şeylerin tasallutu, bazı duaların evkat-ı mahsusalarıdır ki; insan o vakitlerde aczini anlar, dua ile niyaz ile Kadîr-i Mutlak’ın dergâhına iltica eder. Eğer dua çok edildiği halde beliyyeler def’olunmazsa denilmeyecek ki: “Dua kabul olmadı.” Belki denilecek ki: “Duanın vakti, kaza olmadı.” Eğer Cenab-ı Hak fazl u keremiyle belayı ref’etse; nurun alâ nur.. o vakit dua vakti biter, kaza olur. Demek dua, bir sırr-ı ubudiyettir.”

“Sema berrak, bulutsuz; zemin kuru ve hayatsız, tevellüde gayr-ı kabil bir halde iken.. semayı yağmurla, zemini hazrevatla fethedip bir nevi izdivac ve telkîh suretinde bütün zîhayatları o sudan halketmek, öyle bir Kadîr-i Zülcelal’in işidir ki; rûy-i zemin, onun küçük bir bostanı ve semanın yüz örtüsü olan bulutlar, onun bostanında bir süngerdir anlar, azamet-i kudretine secde eder. Ve muhakkik bir hakîme, o kelime şöyle ifham eder ki: Bidayet-i hilkatte sema ve arz şekilsiz birer küme ve menfaatsiz birer yaş hamur, veledsiz mahlukatsız toplu birer madde iken; Fâtır-ı Hakîm, onları feth ve bastedip güzel bir şekil,menfaatdar birer suret, zînetli ve kesretli mahlukata menşe’ etmiştir anlar. Vüs’at-i hikmetine karşı hayran olur. Yeni zamanın feylesofuna şu kelime şöyle ifham eder ki: Manzume-i Şemsiyeyi teşkil eden küremiz, sair seyyareler, bidayette Güneş’le mümteziç olarak açılmamış bir hamur şeklinde iken; Kadîr-i Kayyum o hamuru açıp, o seyyareleri birer birer yerlerine yerleştirerek, Güneş’i orada bırakıp, zeminimizi buraya getirerek, zemine toprak sererek, sema canibinden yağmur yağdırarak, Güneş’ten ziya serptirerek dünyayı şenlendirip bizleri içine koymuştur anlar, başını tabiat bataklığından çıkarır, “Âmentü billahi-l Vâhid-il Ehad” der.”

“İşte başta der: “Sema ve zemini, rızkınıza iki hazine gibi müheyya edip oradan yağmuru, buradan hububatı çıkaran kimdir? Allah’tan başka koca sema ve zemini iki muti hazinedar hükmüne kimse getirebilir mi? Öyle ise, şükür ona münhasırdır.”

“İşte şu âyet, mu’cizat-ı rububiyetin en mühimlerinden ve hazine-i rahmetin en acib perdesi olan bulutların teşkilâtında yağmur yağdırmaktaki tasarrufat-ı acibeyi beyan ederken güya bulutun eczaları cevv-i havada dağılıp saklandığı vakit, istirahata giden neferat misillü bir boru sesiyle toplandığı gibi emr-i İlahî ile toplanır, bulut teşkil eder. Sonra küçük küçük taifeler bir ordu teşkil eder gibi, o parça parça bulutları te’lif edip, -kıyamette seyyar dağlar cesamet ve şeklinde ve rutubet ve beyazlık cihetinde kar ve dolu keyfiyetinde olan- o sehab parçalarından âb-ı hayatı bütün zîhayata gönderiyor. Fakat o göndermekte bir irade, bir kasd görünüyor. Hacata göre geliyor; demek gönderiliyor. Cevv berrak, safi, hiçbir şey yokken bir mahşer-i acaib gibi dağvari parçalar kendi kendine toplanmıyor, belki zîhayatı tanıyan birisidir ki, gönderiyor. İşte şu mesafe-i maneviyede Kadîr, Alîm, Mutasarrıf, Müdebbir, Mürebbi, Mugis, Muhyî gibi esmaların matla’ları görünüyor.”

“Ya arz! Vazifen bitti suyunu yut. Ya sema! Hacet kalmadı, yağmuru kes.” yani “Ya arz! Ya sema! İster istemez geliniz, hikmet ve kudretime râm olunuz. Ademden çıkıp, vücudda meşhergâh-ı san’atıma geliniz.” dedi. Onlar da: “Biz kemal-i itaatle geliyoruz. Bize gösterdiğin her vazifeyi senin kuvvetinle göreceğiz.”

“Kesb-i şer, şerdir; halk-ı şer, şer değildir. Nasılki pekçok mesalihi tazammun eden bir yağmurdan zarar gören tenbel bir adam diyemez: “Yağmur rahmet değil.” Evet halk ve icadda bir şerr-i cüz’î ile beraber hayr-ı kesîr vardır. Bir şerr-i cüz’î için hayr-ı kesîri terketmek şerr-i kesîr olur. Onun için o şerr-i cüz’î, hayır hükmüne geçer. İcad-ı İlahîde şer ve çirkinlik yoktur. Belki, abdin kesbine ve istidadına aittir. “

“Bazı rivayat-ı ehadîsiyenin işaretiyle ve şu intizam-ı âlemin hikmetiyle denilebilir ki: Bir kısım ecsam-ı camide-i seyyare -yıldızlar seyyaratından tut, tâ yağmur kataratına kadar- bir kısım melaikenin sefine ve merakibidirler. O melaikeler, bu seyyarelere izn-i İlahî ile binerler, âlem-i şehadeti seyredip gezerler ve o merkeblerinin tesbihatını temsil ederler.”

“Melaikenin ise, ecsamın muhtelif cinsleri gibi, cinsleri muhteliftir. Evet, elbette bir katre yağmura müekkel olan melek, şemse müekkel meleğin cinsinden değildir. Cin ve ruhaniyat dahi, onların da pekçok ecnas-ı muhtelifeleri vardır.”

“Şimdi bulutlara bak! Yağmurun şıpıltıları, manasız bir ses olmadığına ve şimşek ile gök gürlemesi, boş bir gürültü olmadığına kat’î delil ise, hâlî bir boşlukta o acaibi icad etmek ve onlardan âb-ı hayat hükmündeki damlaları sağmak ve zemin yüzündeki muhtaç ve müştak zîhayatlara emzirmek, gösteriyor ki: O şırıltı, o gürültü gayet manidar ve hikmettardır ki; bir Rabb-i Kerim’in emriyle, müştaklara o yağmur bağırıyor ki, “Sizlere müjde, geliyoruz!” manasını ifade ederler.”

“Müsebbebata takılan neticeler, gayeler, faideler; bilbedahe perde-i esbab arkasında bir Rabb-ı Kerim’in, bir Hakîm-i Rahîm’in işleri olduğunu gösterir. Çünki şuursuz esbab, elbette bir gayeyi düşünüp çalışmaz. Halbuki görüyoruz: Vücuda gelen her mahluk, bir gaye değil, belki çok gayeleri, çok faideleri, çok hikmetleri takib ederek vücuda geliyor. Demek bir Rabb-ı Hakîm ve Kerim, o şeyleri yapıp gönderiyor. O faideleri onlara gaye-i vücud yapıyor. Meselâ, yağmur geliyor. Yağmuru zahiren intac eden esbab; hayvanatı düşünüp, onlara acıyıp merhamet etmekten ne kadar uzak olduğu malûmdur. Demek hayvanatı halkeden ve rızıklarını taahhüd eden bir Hâlık-ı Rahîm’in hikmetiyle imdada gönderiliyor. Hattâ yağmura “rahmet” deniliyor. Çünki çok âsâr-ı rahmet ve faideleri tazammun ettiğinden, güya yağmur şeklinde rahmet tecessüm etmiş, takattur etmiş, katre katre geliyor. “

“Dinle, havadaki demdeme, kuşlardaki civcive, yağmurdaki zemzeme, denizdeki gamgama, raadlardaki rakraka, taşlardaki tıktıka birer manidar nevaz…”

“Terennümat-ı hava, naarat-ı ra’diye, nağamat-ı emvac, birer zikr-i azamet. Yağmurun hezecatı, kuşların seceâtı birer tesbih-i rahmet, hakikata bir mecaz.”

“Başta meşhur İbn-i Huzeyme Sahihinde, râviler Hazret-i Ömer’den naklediyorlar ki: Gazve-i Tebük’te susuz kaldık. Hattâ bazılar devesini keser, susuzluktan içini sıkar, içerdi. Ebu Bekir-is Sıddık, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a dua etmek için rica etti. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm elini kaldırdı; daha elini indirmeden bulut toplandı; yağmur öyle geldi ki, kablarımızı doldurduk. Sonra su çekildi, ordumuza mahsus olarak hududumuzu tecavüz etmedi. Demek tesadüf içine karışmamış, sırf bir mu’cize-i Ahmediye (A.S.M.)dir.”

“başta İmam-ı Beyhakî ve Hâkim olarak, kütüb-ü sahiha, Hazret-i Ömer’den haber veriyorlar ki: Hazret-i Ömer, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dan yağmur duasını niyaz etti. Çünki ordu suya muhtaçtı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm elini kaldırdı, birden bulut toplandı, yağmur geldi. Ordunun ihtiyacı kadar su verdi, gitti. Âdeta yalnız orduya su vermek için memur idi. Geldi, ihtiyaca göre verdi gitti.
Hem dua-i Nebevî ile, birden ve sür’atle ve daha elini indirmeden yağmurun gelmesi, çok tekerrür etmiş, tek başıyla bir mu’cize-i mütevatiredir. Bazı defa câmide, minber üstünde elini kaldırmış, daha indirmeden yağmış; tevatür ile nakledilmiş.”

“Hazret-i İmam-ı Ahmed İbn-i Hanbel, Ebî Said-il Hudrî’den tahric ve tashih eder ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Katade İbn-i Nu’man’a karanlıklı, yağmurlu bir gecede bir değnek verir ve ferman eder ki: “Sana lâmba gibi, onar arşın her tarafta ışık verecek. Evine gittiğin zaman, bir siyah şahıs gölge göreceksin. O, şeytandır. Onu hanenden çıkar, tardet.” Katade değneği alır, gider. Yed-i beyza gibi ışık verir. Evine gider; o siyah şahsı görür, tardeder.”

“Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın yağmur duası, tevatür derecesinde ve çok defa tekrar ile, daima sür’atle kabul olması, başta İmam-ı Buharî ve İmam-ı Müslim, eimme-i hadîs nakletmişler. Hattâ bazı defa minber-i şerif üstünde, yağmur duası için elini kaldırıp, indirmeden yağmış. Sâbıkan zikrettiğimiz gibi, bir-iki defa ordu susuz kaldığı vakit bulut geliyordu, yağmur veriyordu. Hattâ nübüvvetten evvel, cedd-i Nebi Abdülmuttalib, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın küçüklük zamanında mübarek yüzüyle yağmur duasına giderdi. Onun yüzü hürmetine gelirdi ki; o hâdise, Abdülmuttalib’in bir şiiri ile iştihar bulmuş. Hem vefat-ı Nebevîden sonra, Hazret-i Ömer, Hazret-i Abbas’ı vesile yapıp demiş: “Yâ Rab! Bu senin habibinin amucasıdır. Onun yüzü hürmetine yağmur ver.” Yağmur gelmiş.”

“Hem İmam-ı Buharî ve Müslim haber veriyorlar ki: Yağmur için dua taleb edildi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dua etti. Yağmur öyle geldi ki, mecbur oldular: “Aman dua et, kesilsin.” Dua etti, birden kesildi.”

“Mudariye denilen Arabın büyük bir kabilesi, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ı tekzib ettikleri için, onlara kaht ile beddua etti. Yağmur kesildi, kaht u galâ başgösterdi. Sonra Mudariye kavminden olan Kabile-i Kureyş, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a iltimas ettiler. Dua etti; yağmur geldi, kahtlık kalktı. Bu vakıa tevatür derecesinde meşhurdur.”

“Hem bütün mevcudata şamil, herbir mevcuda lâyık bir surette rahmetin taltifatı; bir rahmet-i vasia içinde bir ilm-i muhiti gösteriyor. Çünki meselâ zîhayatın etfallerini süt ile iaşe eden ve zeminin suya muhtaç nebatatına yağmur ile yardım eden; elbette etfali tanır, ihtiyaçlarını bilir ve o nebatatı görür ve yağmurun onlara lüzumunu derkeder sonra gönderir ve hakeza… Bütün hikmetli, inayetli rahmetinin hadsiz cilveleri; bir ilm-i muhiti gösteriyor.”

“Aziz, fedakâr, sıddık, vefadar kardeşlerim Hoca Sabri (R.H.) ve Hâfız Ali (R.H.); “Mugayyebat-ı Hamse”ye dair Sure-i Lokman’ın âhirindeki âyetin hakkında mühim sualinize gayet mühim bir cevab isterken, maatteessüf şimdiki halet-i ruhiyem ve ahval-i maddiyem o cevaba müsaid değildir. Yalnız sualinizin temas ettiği bir iki noktaya gayet mücmel işaret edeceğiz. Şu sualinizin meali gösteriyor ki, ehl-i ilhad tarafından tenkid suretinde mugayyebat-ı hamseden yağmurun gelmek vaktine ve rahm-ı maderdeki ceninin keyfiyetine itiraz edilmiş. Demişler ki: “Rasadhanelerde bir âletle yağmurun vakt-i nüzulü keşfediliyor. Onu da, Allah’tan başkası da biliyor. Hem röntgen şuaıyla rahm-ı maderdeki ceninin müzekker, müennes olduğu anlaşılıyor. Demek mugayyebat-ı hamseye ıttıla kabildir?”
Elcevab: Yağmurun vakt-i nüzulü bir kaideye merbut olmadığı için, doğrudan doğruya meşiet-i hâssa-i İlahiye ile bağlı ve hazine-i rahmetten hususî iradeye tâbi’ olduğunun bir sırr-ı hikmeti şudur ki: Kâinatta en mühim hakikat ve en kıymetdar mahiyet; nur, vücud ve hayat ve rahmettir ki, bu dört şey perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya kudret-i İlahiye ve meşiet-i hâssa-i İlahiyeye bakar. Sair masnuatta zahirî esbab, kudretin tasarrufuna perde oluyorlar. Ve muttarid kanunlar ve kaideler, bir derece irade ve meşiete hicab oluyor. Fakat vücud, hayat ve nur ve rahmette o perdeler konulmamış. Çünki perdelerin sırr-ı hikmeti o işde cereyan etmiyor. Madem vücudda en mühim hakikat, rahmet ve hayattır; yağmur, hayata menşe ve medar-ı rahmet, belki ayn-ı rahmettir. Elbette vesait perde olmayacak. Kaide ve yeknesaklık dahi, meşiet-i hâssa-i İlahiyeyi setretmeyecek; tâ ki her vakit, herkes, herşeyde şükür ve ubudiyete ve sual ve duaya mecbur olsun. Eğer bir kaide dâhilinde olsaydı, o kaideye güvenip şükür ve rica kapısı kapanırdı. Güneş’in tulûunda ne kadar menfaatler olduğu malûmdur. Halbuki muttarid bir kaideye tâbi’ olduğundan, Güneş’in çıkması için dua edilmiyor ve çıkmasına dair şükür yapılmıyor. Ve ilm-i beşerî o kaidenin yoluyla yarın Güneş’in çıkacağını bildiği için, gaibden sayılmıyor. Fakat yağmurun cüz’iyatı bir kaideye tâbi’ olmadığı için, her vakit insanlar rica ve dua ile dergâh-ı İlahiyeye ilticaya mecbur oluyorlar. Ve ilm-i beşerî, vakt-i nüzulünü tayin edemediği için, sırf hazine-i rahmetten bir nimet-i hâssa telakki edip hakikî şükrediyorlar.
İşte bu âyet, bu nokta-i nazardan yağmurun vakt-i nüzulünü, mugayyebat-ı hamseye idhal ediyor. Rasadhanelerdeki âletle, bir yağmurun mukaddematını hissedip vaktini tayin etmek, gaibi bilmek değil, belki gaibden çıkıp âlem-i şehadete takarrübü vaktinde bazı mukaddematına ıttıla suretinde bilmektir. Nasıl, en hafî umûr-u gaybiye vukua geldikte veyahud vukua yakın olduktan sonra hiss-i kabl-el vuku’un bir nev’iyle bilinir. O, gaybı bilmek değil; belki o, mevcudu veya mukarreb-ül vücudu bilmektir. Hattâ ben kendi asabımda bir hassasiyet cihetiyle yirmidört saat evvel, gelecek yağmuru bazan hissediyorum. Demek yağmurun mukaddematı, mebadileri var. O mebadiler, rutubet nev’inden kendini gösteriyor, arkasından yağmurun geldiğini bildiriyor. Bu hal, aynen kaide gibi, ilm-i beşerin gaibden çıkıp daha şehadete girmeyen umûra vusule bir vesile olur. Fakat daha âlem-i şehadete ayak basmayan ve meşiet-i hassa ile rahmet-i hassadan çıkmayan yağmurun vakt-i nüzulünü bilmek, ilm-i Allâm-ül Guyub’a mahsustur.”

“senevî haşrin meydanı olan bahar mevsiminde gel, bak! İsrafil-vari melek-i ra’d; baharda nefh-i sur nev’inden yağmura bağırması, yer altında defnedilen çekirdeklere nefh-i ruhla müjdelemesi zamanına dikkat et ki, o nihayet derece karışık ve karışmış ve birbirine benzeyen o tohumcuklar, ism-i Hafîz’in tecellisi altında kemal-i imtisal ile hatasız olarak Fâtır-ı Hakîm’den gelen evamir-i tekviniyeyi imtisal ediyorlar.”

“yağmur bir nevi hayat ve rahmet olduğundan, vakt-i nüzulü bir muttarid kanuna tabi kılınmamış; tâ ki, her vakt-i hacette eller dergâh-ı İlahiyeye rahmet istemek için açılsın. Eğer yağmur, Güneş’in tulûu gibi bir kanuna tabi olsaydı; o nimet-i hayatiye, her vakit rica ile istenilmeyecekti.”

“Evet minnetdarlık ve teşekkürü davet eden ve muhabbet ve sena hissini tahrik eden, hayattan sonra rızk ve şifa ve yağmur gibi vesile-i şükran şeyler dahi doğrudan doğruya Zât-ı Rezzak-ı Şâfî’ye ait olduğunu; esbab ve vesait bir perde olduğunu ….
“Rızk, şifa ve yağmur, münhasıran Zât-ı Hayy-ı Kayyum’un kudretine hastır.”

“Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından ihtifa etmiş olan Kadîr-i Zülcelal! Ey Kadir-i Mutlak! Kur’an-ı Hakîm’inin dersiyle ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın talimiyle anladım: Nasılki gökler, yıldızlar, senin mevcudiyetine ve vahdetine şehadet ederler.. öyle de; cevv-i sema bulutlarıyla ve şimşekleri ve ra’dları ve rüzgârlarıyla ve yağmurlarıyla, senin vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet ederler.”

“Evet camid, şuursuz bulut, âb-ı hayat olan yağmuru, muhtaç olan zîhayatların imdadına göndermesi, ancak senin rahmetin ve hikmetin iledir; karışık tesadüf karışamaz. Hem elektriğin en büyüğü bulunan ve fevaid-i tenviriyesine işaret ederek ondan istifadeye teşvik eden şimşek ise, senin fezadaki kudretini güzelce tenvir eder. Hem yağmurun gelmesini müjdeleyen ve koca fezayı konuşturan ve tesbihatının gürültüsüyle gökleri çınlatan ra’dat dahi, lisan-ı kal ile konuşarak seni takdis edip, rububiyetine şehadet eder. “

“Ey Kadîr-i Zülcelal! Cevv-i fezadaki hava, bulut ve yağmur, berk ve ra’d; senin mülkünde, senin emrin ve havlin ile, senin kuvvet ve kudretinle müsahhar ve vazifedardırlar. Mahiyetçe birbirinden uzak olan bu feza mahlukatı, gayet sür’atli ve âni emirlere ve çabuk ve acele kumandalara itaat ettiren âmir ve hâkimlerini takdis ederek, rahmetini medh ü sena ederler.”

“Zemin ile âsuman ortasında muallakta durdurulan bulut, gayet hakîmane ve rahîmane bir tarzda zemin bahçesini sular ve zemin ahalisine âb-ı hayat getirir ve harareti (yani yaşamak ateşinin şiddetini) ta’dil eder ve ihtiyaca göre her yerin imdadına yetişir. Ve bu vazifeler gibi çok vazifeleri görmekle beraber, muntazam bir ordunun acele emirlere göre görünmesi ve gizlenmesi gibi, birden cevvi dolduran o koca bulut dahi gizlenir, bütün eczaları istirahata çekilir, hiçbir eseri görülmez. Sonra “Yağmur başına arş!” emrini aldığı anda; bir saat, belki birkaç dakika zarfında toplanıp cevvi doldurur, bir kumandanın emrini bekler gibi durur.
Sonra yağmura bakıyor, görür ki: O latif ve berrak ve tatlı ve hiçten ve gaybî bir hazine-i rahmetten gönderilen katrelerde o kadar rahmanî hediyeler ve vazifeler var ki; güya rahmet tecessüm ederek katreler suretinde hazine-i Rabbaniyeden akıyor manasında olduğundan, yağmura “rahmet” namı verilmiştir.”

“gayet lütufkâr ve ihsanperver ve gayet keremkâr ve rububiyetperver bir hâkim-i müdebbirin tedbiriyle rüzgâra biner ve dağlar gibi yağmur hazinelerini bindirir, muhtaç olan yerlere yetişir. Güya onlara acıyıp ağlayarak göz yaşlarıyla onları çiçeklerle güldürür, güneşin şiddet-i ateşini serinlendirir ve sünger gibi bahçelerine su serper ve zemin yüzünü yıkar, temizler.”
Sonra yağmura bakar, görür ki: Yağmurun taneleri sayısınca menfaatler ve katreleri adedince rahmanî cilveler ve reşhaları mikdarınca hikmetler içinde bulunuyor. Hem o şirin ve latif ve mübarek katreler o kadar muntazam ve güzel halkediliyor ki, hususan yaz mevsiminde gelen dolu o kadar mizan ve intizam ile gönderiliyor ve iniyor ki;fırtınalar ile çalkanan ve büyük şeyleri çarpıştıran şiddetli rüzgârlar, onların müvazene ve intizamlarını bozmuyor; katreleri birbirine çarpıp, birleştirip, zararlı kütleler yapmıyor. Ve bunlar gibi çok hakîmane işlerde ve bilhassa zîhayatta çalıştırılan basit ve camid ve şuursuz müvellidülma’ ve müvellidülhumuza (hidrojen-oksijen) gibi iki basit maddeden terekküb eden bu su, yüzbinlerle hikmetli ve şuurlu ve muhtelif hizmetlerde ve san’atlarda istihdam ediliyor. Demek bu tecessüm etmiş ayn-ı rahmet olan yağmur, ancak bir Rahman-ı Rahîm’in hazine-i gaybiye-i rahmetinden yapılıyor ve nüzulüyle “İnsanlar ümitsizliğe düştüklerinde yağmuru indiren ve rahmetini her tarafa yayan da Odur. O, kullarını gözetip koruyan ve her türlü övgüye lâyık olandır.” (Şûrâ Sûresi: 42:28)”âyetini maddeten tefsir ediyor.”

“Sonra ra’dı dinler ve berke (şimşeğe) bakar, görür ki: Bu iki hâdise-i acibe-i cevviye tamtamına “Gök gürültüsü Onu hamd ederek, tesbih eder.” (Ra’d Sûresi: 13:13)”ve “ “Şimşeğin parıltısı ise neredeyse gözleri alıverir.” (Nur Sûresi: 24:43)”âyetlerini maddeten tefsir etmekle beraber, yağmurun gelmesini haber verip, muhtaçlara müjde ediyorlar.
İşte bu meraklı yolcu, bu cevvde bulutu teshirden, rüzgârı tasriften, yağmuru tenzilden ve hâdisat-ı cevviyeyi tedbirden terekküb eden bir hakikatın yüksek ve aşikâr şehadetini işitir, “Âmentü billah” der. “

“Evet küre-i arzda dörtyüzbin nevileri zîhayattan halkeden, hattâ en âdi ve müteaffin maddelerden zîruhları çoklukla yaratan ve her tarafı onlarla şenlendiren ve mu’cizat-ı san’atına karşı, onlara dilleriyle “Mâşâallah, Bârekâllah, Sübhanallah” dediren ve ihsanat-ı rahmetine mukabil “Elhamdülillah, Veşşükrü-lillah, Allahüekber” o hayvancıklara söylettiren bir Kadîr-i Zülcelali ve’l-Cemal, elbette, bilâşek velâ-şübhe, koca semavata münasib, isyansız ve daima ubudiyette olan sekeneleri ve ruhanîleri yaratmış, semavatı şenlendirmiş, boş bırakmamış ve hayvanatın taifelerinden pekçok ziyade ayrı ayrı nevileri meleklerden icad etmiş ki, bir kısmı küçücük olarak yağmur ve kar katrelerine binip san’at ve rahmet-i İlahiyeyi kendi dilleriyle alkışlıyorlar; bir kısmı, birer seyyar yıldızlara binip feza-yı kâinatta seyahat içinde azamet ve izzet ve haşmet-i rububiyete karşı tekbir ve tehlil ile ubudiyetlerini âleme ilân ediyorlar. “

“Her şeyin anahtarı onun elindedir”- nihayetsiz geniş ve hadsiz hârikalı bir hüccet-i rububiyet ve vahdet, bütün bütün kör olmayana gösterir. Meselâ hadsiz o hazine ve anbarlardan yalnız buna bak ki: Herbiri bir koca ağacın veya bir parlak çiçeğin cihazatını ve mukadderatının proğramını taşıyan küçücük mahzencikler olan çekirdekler ve tohumların anahtarları elinde bulunan bir Mutasarrıf-ı Hakîm bir çekirdeğin kapıcığını “Uyan!” emriyle ve irade anahtarıyla tam mizan-ı nizamla açtığı gibi, zemin hazinesini dahi yağmur anahtarıyla açarak, mahzencikleri ve nebatatın nutfeleri olan bütün habbeleri ve hayvanatın menşe’leri ve kuşların ve sineklerin su ve havadan nutfeleri olan bütün inkişaf emrini alan katreler mahzenciklerini beraber, hatasız açtığı vakitte, kâinatta küllî ve cüz’î, maddî ve manevî bütün hazine ve depoları hikmet ve irade ve rahmet ve meşiet eliyle herbirine mahsus bir anahtarla açtığını bilmek ve görmek istersen, senin bir nevi mahzenciklerin olan kendi kalbine ve dimağına ve cesedine ve midene ve bahçene ve zeminin çiçeği olan bahara ve ondaki çiçeklere ve meyvelere bak ki; kemal-i nizam ve mizan ve rahmet ve hikmetle bir dest-i gaybî tarafından “emr-i kün feyekûn” tezgâhından gelen ayrı ayrı anahtarlarla açıyor. Bir dirhem kadar bir kutucuktan bir batman, belki bazan yüz batman taamları kemal-i intizam ile çıkarıyor, zîhayatlara ziyafet veriyor. Acaba böyle muntazam, alîmane, basîrane nihayetsiz bir fiile ve tesadüfsüz tam hikmetli bir san’ata ve yanlışsız tam mizanlı bir tasarrufa ve zulümsüz tam adaletli bir rububiyete hiç mümkün müdür ki; kör kuvvet, sağır tabiat, serseri tesadüf, camid cahil âciz esbab müdahale edebilsin? Ve bütün eşyayı birden görüp ve beraber idare edemeyen ve zerratla seyyarat yıldızları emrinde bulunmayan bir mevcud, bu her cihetle hikmetli, mu’cizeli, mizanlı tasarrufa ve idareye karışabilsin?”

“Hattâ kulaktaki zar, nur-u iman ile ışıklandığı zaman, kâinattan gelen manevî nidaları işitir. Lisan-ı hal ile yapılan zikirleri, tesbihatları fehmeder. Hattâ o nur-u iman sayesinde, rüzgârların terennümatını, bulutların na’ralarını, denizlerin dalgalarının nağamatını ve hakeza yağmur, kuş ve saire gibi her nev’den Rabbanî kelâmları ve ulvî tesbihatı işitir. Sanki kâinat, İlahî bir musikî dairesidir. Türlü türlü avazlarla, çeşit çeşit terennümatla kalblere hüzünleri ve Rabbanî aşkları intıba’ ettirmekle kalbleri, ruhları nuranî âlemlere götürür, pek garib misalî levhaları göstermekle, o ruhları ve kalbleri lezzetlere, zevklere garkeder. Fakat o kulak, küfür ile tıkandığı zaman, o leziz, manevî yüksek savtlardan mahrum kalır. Ve o lezzetleri îras eden avazlar, matem seslerine inkılab eder. Kalbde, o ulvî hüzünler yerine, ahbabın fıkdanıyla ebedî yetimlikler, mâlikin ademiyle nihayetsiz vahşetler ve sonsuz gurbetler hasıl olur. Bu sırra binaendir ki, şeriatça bazı savtlar helâl, bazıları da haram kılınmıştır. Evet ulvî hüzünleri, Rabbanî aşkları îras eden sesler, helâldir. Yetimane hüzünleri, nefsanî şehevatı tahrik eden sesler, haramdır. Şeriatın tayin etmediği kısım ise, senin ruhuna, vicdanına yaptığı tesire göre hüküm alır.”

“İnzalin Cenab-ı Hakk’a olan isnadından anlaşılıyor ki, yağmurun katreleri başıboş değildir; ancak bir hikmet altında ve bir nizam-ı kasdî ile inerler. Çünki o mesafe-i baîdeden gelmek ile beraber; rüzgâr ve hava da müsademelerine yardımcı olduğu halde, katrelerin aralarında müsademe olmuyor. Öyle ise o katreler başıboş olmayıp, gemleri, onları temsil eden meleklerin elindedir.”

“Sema kelimesinin zikri geçtiğine nazaran, makam zamirin yeri olduğu halde ism-i zahir ile zikredilmesi, yağmurların sema cirminden değil sema cihetinden geldiğine işarettir. Çünki sebkat eden sema kelimesinden maksad, cirmdir.”

“Semadan gelen karlar, dolular, sular olduğu halde yalnız suların zikredilmesi, en büyük istifadeyi temin eden, su olduğuna işarettir. kelimesinde tenkiri ifade eden tenvin ise, yağmur suyunun acib bir su olup, nizamı garib, imtizacat-ı kimyeviyesi size meçhul olduğuna işarettir.”

“Ve keza bulut ile arz arasında cereyan eden su alış-verişine bakınız ki, arz suyu buhar şeklinde buluta veriyor, bulut da kendi fabrikalarında lâzımgelen ameliyatı yaptıktan sonra buz, kar, yağmur şeklinde iade ediyor. Sanki o camid cirmler, lisan-ı halleriyle telsiz telgraf gibi birbiriyle konuşur ve yekdiğerine arz-ı ihtiyaç ediyorlar. Bilhassa bütün o ecram âdeta el ele vermiş gibi, kemal-i ciddiyetle zevilhayata lâzım olan şeyleri tedarik etmek hizmetinde sa’y ediyorlar ve bir Müdebbir’in emrine bağlı olup bir gayeye teveccüh ediyorlar.”

“ Semavat, ayaz, bulutsuz, yağmuru yağdıracak bir kabiliyette olmadığı gibi, arz da kupkuru, nebatatı yetiştirecek bir şekilde değildir. “

“Yağmurun bir katresi veya semerenin bir çiçeğinin, -küçüklüğüyle beraber- şems ile münasebeti ve muamelesi vardır.”

“Bazı dualar icabete iktiran etmez, diye iddiada bulunma. Çünki dua bir ibadettir. İbadetin semeresi âhirette görünür. Dünyevî maksadlar ise, namaz vakitleri gibi, dualar ibadeti için birer vakittirler. Duaların semeresi değillerdir. Meselâ: Şemsin tutulması küsuf namazına, yağmursuzluk yağmur namazına birer vakittir.”

“üstadımızın teşrif ettiği zaman, yaz mevsiminin en hararetli zamanı idi. Yağmurlar kesilmiş, Isparta’yı iska eden sular azalmış, bir kısm-ı mühimminin menba’ı kesilmiş; ağaçlar sararmağa, otlar kurumağa, çiçekler buruşmağa başlamıştı.
Bu hâdise ise: Müellifinin Isparta’ya teşrifini müteakib bir asır içinde bir veya iki defa vukua gelen, bu yaz mevsimindeki yağmurun kesretli yağması olmuştur. Pek hârika bir surette yağan bu yağmur Isparta’nın her tarafını tamamen iska etmiş, nebatata yeniden hayat bahşedilmiş; bağlar, bahçeler başka bir letafet kesbetmiş; ekserisi hemen hemen ziraatla iştigal eden halkın yüzleri -Risale-i Nur’un nâil olduğu inayatından ve bereketinden olan bu yağmurdan istifade ederek- gülmüş, ruhları inbisat etmişti. Cenab-ı Hak kemal-i merhametiyle, bu yaz mevsiminin bu şiddetli ve hararetli vaziyetini, baharın en letafetli, en şirin ve en hoş vaziyetine tebdil etti. Güya Risale-i Nur yüz ondokuz parçasıyla, müellifi olan Üstadımıza bir taraftan hoşâmedî etmek ve mahzun olan kalbine teselli vermek ve gamnâk ruhunu tatyib etmek ve diğer taraftan da, sekiz seneden beri yaşadığı Barla’yı unutturmak ve o muhteşem çınar ağacını ve dostlarını ve alâkadar olduğu şeylerden gelen firak hüznünü hatırlatmamak için, Cenab-ı Hak’tan yüz ondokuz risalenin eliyle, yüz ondokuz bin kelimeleri diliyle dua etti, yağmur istedi. Cenab-ı Hak öyle bereketli bir yağmur ihsan etti ki, bir misli doksanüç tarihinde yağdığını ihtiyarlarımızdan işitiyoruz ki; bu tarih, üstadımızın tarih-i veladetine tesadüf etmekle beraber, bu umumî hâdise-i rahmet olan kesretli yağmur, hususî bir surette Risale-i Nur’a baktığına bir delili de şudur ki: Risale-i Nur’un neşrine vasıta olan üstadımız geldiği gün, Isparta’yı gayet hararetli ve yağmursuzluktan toz-toprak içinde görmüş. Barla gibi bir yayladan gelip böyle bir yerde dayanamayacağım, diye telaş ediyordu. Üçüncü veya dördüncü günü bahçeleri kısmen gezdiği vakit, sebze ve ot ve çiçeklerin susuzluktan buruştuklarını görerek gayet müteessirane su istiyor, yağmur taleb ediyordu. Arkadaşımız olan Bekir Bey’den -değirmenleri çeviren suyu göstererek- “Isparta’nın suyu bu kadar mı?” diye sormuştu. Bekir Bey cevab verdi: “Gölcüğün suyu kesilmiş, gelmiyor. Isparta’nın dörtte birini sulayan bu sudan başka yoktur.” dedi.
Üstadımızın Isparta’da çok talebesi bulunduğundan, ruhen yağmurun gelmesini istiyordu. Aynı günde öyle bir yağmur geldi ki, elli seneden beri Isparta böyle bir hâdiseyi görmemiş. O yağmur yüzde doksandokuz menfaat vermiştir. Bundan anlaşılıyor ki, o tevafuk tesadüfî değil; bu rahmet, Isparta’ya rahmet olan Risale-i Nur’a bakıyor. Lillahilhamd. Bu kerem-i İlahî neticesi olarak üstadımız
Re’fet Bey ve Hüsrev gibi kardeşlerimizin hârika bir surette yağan umumî yağmur içinde Risale-i Nur bereketine hususiyetle baktığına, bizim de kanaatımız geliyor. Çünki gözümüzle yağmur hâdisesini, hususî bir şekilde hizmet-i Kur’an ve Risale-i Nur’a baktığını iki suretle gördük.
Birinci Suret: Risale-i Nur’un vasıta-i neşri olan üstadımızın câmii, Barla’da seddedildi. Risale-i Nur’u yazacak hariçteki talebelerinin yanına gelmeleri men’ edildiği hengâmda kuraklık başladı. Yağmura ihtiyac-ı şedid oldu. Sonra yağmur başladı, her tarafta yağdı. Yalnız Karaca Ahmed Sultan’dan itibaren, bir daire içinde kalan Barla mıntıkasına yağmur gelmedi. Üstadımız bundan pek müteessir olarak dua ediyordu. Sonra dedi ki: “Kur’an’ın hizmetine sed çekildi, bu köydeki mescidimiz kapandı. Bunda bir eser-i itab var ki, yağmur gelmiyor. Öyle ise, madem Kur’an’ın itabı var. Yâsin Suresini şefaatçı yapıp Kur’an’ın feyzini ve bereketini isteyeceğiz.” Üstadımız, Muhacir Hâfız Ahmed Efendi’ye dedi ki: “Sen kırkbir Yâsin-i Şerif oku.” Muhacir Hâfız Ahmed Efendi bir kamışa okudu. O kamışı suya koydular. Daha yağmur alâmeti görünmezken, ikindi namazı vaktinde, üstadımız daima itimad ettiği bir hatırasına binaen Muhacir Hâfız Ahmed Efendi’ye söyledi ki: “Yâsinler tılsımı açtı, yağmur gelecek.”

“Aziz Üstadım! Cenab-ı Kibriya’nın mahza bir lütuf ve nihayetsiz bir kerem ü ihsanı olarak Nurlar Külliyatı, bu abd-i pürkusur gibi nice gafillere ihsan buyurularak, sürekli yağmurların arz üzerinde tathirat yaptığı gibi; Nurlar mahallesinde şu asr-ı dalalet ve devr-i bid’atte çirkâb-ı hayat-ı maddiye bataklığına batan bu âciz kula, “Zararın neresinden dönsen kârdır” ders-i ikazını vererek hamden sümme hamden zulmet vâdisinden çıkararak şahika-i Nur’a yetiştirmişti.”

“Kalbim derin bir ihtiyaç ve iştiyak içinde, şu mübarek günlerde, Üstadımın ziyaretini arzu ediyor. Nasılki yaz günlerinin sıcak demlerinde bil’umum nebatat yağmura ihtiyaç hissederse, Zekâi de üstadımın nasihatlarına ve telkinlerine öylece müştak ve muhtaçtır.”

“Burada da yağmura şedid ihtiyaç vardı. Yağmur gelecek hiçbir alâmet hissetmiyorduk. Bu kaht zamanında yağmursuzluk, fakir fukaraya çok ağır gelmişti. Ben üç defa namazdan sonra, masum fukaraları ve aç kalan hayvanları ve Risale-i Nur’u şefaatçi yapıp dua ettik. Birden aynı gece, me’mulümüzün fevkinde, duanın tam kabulünü gördük. Ben hayretle, bu cüz’î duamız, bu küllî mes’eleye ne derece dahli olduğunu bilemedim. Dedim: “Her halde çok mühim dualara, duamız da binden bir hissesi olmuş.” Şimdi tahakkuk etti ki; Isparta nuranîleri, nurlu manevî duaları, bizi de o rahmetten hissedar eyledi. Hattâ o duama arkamdan âmîn diyenlerden Feyzi’ye, bu manayı, bu hayretimi de ona şimdi söyledim. Evvelce söyleseydim, onun hüsn-ü zannını ta’dil edemeyecektim. Çünki o, üstadına en büyük hisse veriyor.”

“Sual: Üstadım, yağmur duası ve namazın neticesi görünmedi, faidesiz kaldı; iki-üç defa bulut toplandı, yağmur vermeden dağıldı. Neden?
Elcevab: Yağmursuzluk, bu çeşit dua ve namazın vaktidir, illeti ve hikmeti değil. Nasılki güneş ve ayın tutulması zamanında küsuf ve husuf namazı kılınır ve güneşin gurubuyla akşam namazı kılınır; öyle de yağmursuzluk, kuraklık, yağmur namazının ve duasının vaktidir. İbadet ve duanın sebebi ve neticesi, emir ve rıza-i İlahîdir; faidesi, uhrevîdir. Eğer namazdan, ibadetten dünyevî maksadlar niyet edilse, yalnız onlar için yapılsa, o namaz battal olur. Meselâ: Akşam namazı güneşin batmaması için ve husuf namazı ayın açılması için kılınmaz. Öyle de: Bu nevi ibadet, yağmuru getirmek için kılınsa, yanlış olur. Yağmuru vermek, Cenab-ı Hakk’ın vazifesidir. Biz vazifemizi yaptık, onun vazifesine karışmayız. Gerçi yağmur namazının zahir neticesi yağmurun gelmesidir, fakat asıl hakikî, en menfaatli neticesi ve en güzel ve tatlı meyvesi şudur ki: Herkes o vaziyetle anlar ki, onun tayinini veren, babası, hanesi, dükkânı değil; belki onun tayinini ve yemeğini veren, koca bulutları sünger gibi ve zemin yüzünü bir tarla gibi tasarrufunda bulunduran bir zât, onu besliyor, rızkını veriyor. Hattâ en küçücük bir çocuk da -daima aç olduğu vakit vâlidesine yalvarmağa alışmışken- o yağmur duasında küçücük fikrinde büyük ve geniş bu manayı anlar ki: Bu dünyayı bir hane gibi idare eden bir zât; hem beni, hem bu çocukları, hem vâlidelerimizi besliyor, rızıklarını veriyor. O vermese, başkalarının faidesi olmaz. Öyle ise ona yalvarmalıyız der, tam imanlı bir çocuk olur. Bu münasebetle kısacık altı nokta beyan edilecek.

İkinci Nokta: Hadîste var ki: “Hattâ deniz dibindeki balıklar dahi günahkâr ve zalimlerden şekva ediyorlar ki; onların yüzünden yağmur kesilir, hattâ bizim de nafakamız azalır” derler. Evet bu zamanlarda öyle günahlar, zulümler oluyor ki; rahmet istemeye yüzümüz kalmıyor; masum hayvanlar da azab çekerler.
Altıncı Nokta: Yağmursuzluk bir musibettir ve ceza-yı amel bir azabdır. Buna karşı ağlamakla ve hüzün ve kederle, niyaz ve hazînane yalvarmakla ve pek ciddî nedamet ve tövbe ve istiğfar ile karşılamak ve sünnet-i seniye dairesinde, bid’alar karışmadan, şeraitin tayin ettiği tarzda dergâh-ı İlahiyeye iltica etmek ve dua ve o hale mahsus ubudiyetle mukabele etmektir.
Biz Risale-i Nur şakirdleri dünyaya çok ehemmiyet vermediğimizden, dünyaya yalnız Risale-i Nur için baktığımızdan, bu yağmursuzlukta dahi o noktadan bakıyoruz. İşte Denizli’de mahkemeye verilen cüz’î bir kısım Risale-i Nur, sahiblerine iadesinin aynı zamanında, burada dahi bir kısım zâtlar yazmağa başlamaları aynı vaktinde, bu yağmursuzlukta bir derece rahmet yağdı, fakat Risale-i Nur’un serbestiyeti cüz’î olmasından, rahmet dahi cüz’î kaldı. İnşâallah yakında benim de risalelerim iade edilecek, tam serbest ve intişarı küllîleşecek ve rahmet dahi tam olacak.”

“Memur olmayan veya hususî, şahsı itibariyle hıyanet eden, hususî tokat yer. Bu nevi vukuat pek çoktur; ve tam sadakat edenlerde, maişetindeki bereket ve kalbindeki rahat cihetinde ikramlara mazhar olanlar dahi pek çoktur. Eğer memur ise, kanun namına kanunsuz hıyanet eden, ilişen; o memlekete, o bîçare ahaliye bir umumî tokada vesile olur. Ya zelzele, ya yağmursuzluk, ya hastalık, ya fırtına gibi umumî belalara bir vesile olur. Kendisi, zahiren hususî tokat yememiş gibi görünüyor.”

“Evet nasılki küre-i arz, Risale-i Nur ve şakirdlerine gelen zulme itiraz etti ve cevv-i hava yağmursuzlukla ve soğukla Risale-i Nur’a gelen tazyikat ve müsadereyi tenkid etti ve bulutlar serbestiyetini yağmurlarla alkışladı; elbette kuş nev’i de alâkadar olabilir.”

“Latif bir tevafuktur ki, bir aydan beri burada hiç yağmur gelmiyordu ve kalbimiz dahi malûm taarruzdan Nurculara gelen füturdan ağlıyordu. Birden Hüsrev’in iki gün evvel makine müjdesi ve Nazif’in bugün tafsilli mektubu ve makinenin yazısının nümunesi elime verildiği aynı zamanda, -ve bana hizmet edenler- Eskişehir ezan-ı Muhammedî’yi okumağa başlaması ve malûm çavuşa bana ihanet için emr-i cebrî veren adam tokat yediğini dedikleri aynı vakitte rahmet yağmuruyla çoktan ağlayan mahzun kalblerimizin büyük ferahlarına ve sevinç ve inşirahlarına tam tamına tevafuku ve tetabuku, inşâallah bir fâl-i hayırdır.”

“Bu senenin emsalsiz bir rahmetli yağmuru ve ordunun başından şapkanın kısmen kalkması ve Kur’an mekteblerinin resmen açılması ve Zülfikar, Asâ-yı Musa’nın iman kurtarmak için tesirli bir surette intişar etmesi, bunun gibi çok rahmetli neticeleri vermesine delildir.”

“Yağmurlar kesilmiş, Isparta’yı iska eden sular azalmış, bir kısm-ı mühimminin menbaı kesilmiş, ağaçlar sararmağa, otlar kurumağa, çiçekler buruşmağa başlamıştı. Risale-i Nurun en ziyade intişar ettiği mahal Isparta vilâyeti olduğu için, Risale-i Nur hakkındaki inâyet-i Rabbaniyeyi pek yakında temaşa eden Risale-i Nurun şâkirdleri olan bizler, acib bir vak’aya daha şâhid olduk. Bu hâdise ise, Risale-i Nur müellifinin Ispartaya teşrifini müteâkip, bir asır içinde bir veya iki def’a vukua gelen bu yaz mevsimindeki yağmurun kesretle yağması olmuştur. Pek hârika bir surette yağan bu yağmur, Isparta’nın her tarafını tamamen iskâ etmiş, nebatata yeniden hayat bahşedilmiş, bağlar, bahçeler, başka bir letafet kesbetmiş; ekserisi hemen hemen ziraatle iştigal eden halkın yüzleri Risale-i Nurun nâil olduğu inâyetten ve bereketinden olan bu yağmurdan istifade ederek gülmüş, ruhları inbisat etmişti. Cenâb-ı Hak kemal-i rahmetiyle, bu yaz mevsiminin bu şiddetli ve hararetli vaziyetini, baharın en letafetli, en şirin ve en hoş vaziyetine tebdil etti. Güya Risale-i Nur, yüz ondokuz parçasiyle müellifi olan Üstadımıza bir taraftan hoş âmedi etmek ve mahzun olan kalbine teselli vermek ve gamnâk ruhunu tatyib etmek ve diğer taraftan da sekiz senedenberi yaşadığı Barlayı unutturmak ve o muhteşem çınar ağacını ve dostlarını ve alâkadar olduğu şeylerden gelen firak hüznünü hatırlatmamak için, Cenâb-ı Hakdan, yüz ondokuz risalenin eliyle yüz ondokuz bin kelimeleri diliyle dua etti ve yağmur istedi. Cenâb-ı Hak öyle bereketli bir yağmur ihsan etti ki, bir misli doksanüç tarihinde yağdığını ihtiyarlarımızdan işitiyoruz ki, bu tarih üstadımızın tarih-i velâdetine tesadüf etmekle beraber, bu umumî hâdise-i rahmet olan kesretli yağmur, hususî bir surette Risale-i Nura baktığına bir delili de şudur ki:
Risale-i Nurun neşrine vasıta olan Üstadımız geldiği gün, Isparta’yı gayet hararetli ve yağmursuzluktan toz toprak içinde görmüş, Barla gibi bir yayladan gelip böyle bir yerde dayanamıyacağım, diye telâş ediyordu. Üçüncü ve dördüncü günü bahçeleri kısmen gezdiği vakit, sebze ve ot ve çiçeklerin susuzluktan buruştuklarını görerek, gayet müteessirane su istiyor, yağmur taleb ediyordu. Arkadaşımız olan Bekir Beyden değirmenleri çeviren suyu göstererek “Isparta’nın suyu bu kadar mıdır?” diye sormuştu. Bekir Bey cevap verdi: “Gölcüğün suyu kesilmiş, gelmiyor.
Isparta’nın dörtte birini sulayan bu sudan başka yoktur” dedi. Üstadımızın, Ispartada çok talebeleri bulunduğundan ruhen yağmurun gelmesini istiyordu. Aynı günde öyle bir yağmur geldi ki, elli senedenberi Isparta böyle hâdiseyi görmemiş. O yağmur yüzde doksandokuz menfaat vermiştir. Bundan anlaşılıyor ki, o tevafuk, tesadüfî değil. Bu rahmet, Isparta’ya rahmet olan Risale-i Nura bakıyor. Lillâhilhamd, bu kerem-i İlâhi neticesi olarak Üstadımız, “Bana Barla’yı unutturdu, unutamayacağım birşey varsa, o da her yerde olduğu gibi, Barlada bulunan ciddi dost ve talebelerimdir.” diyor.
Birinci Suret: Risale-i Nur’un vasıta-i neşri olan üstadımızın câmii seddedildi. Risale-i Nur’u yazacak hariçteki talebelerinin yanına gelmeleri men’edildiği hengâmda kuraklık başladı. Yağmura ihtiyac-ı şedid oldu. Sonra yağmur başladı, her tarafta yağdı, yalnız Karaca Ahmed Sultan’dan itibaren bir daire içinde kalan Barla mıntıkasına yağmur gelmedi.Üstadımız bundan pek müteessir olarak dua ediyordu. Sonra dedi ki: “Kur’anın hizmetine sed çekildi, bu köydeki mescidimiz kapandı, bunda bir eser-i itab var ki, yağmur gelmiyor. Öyle ise mâdem Kur’anın itabı var, Yâsin Sûresini şefaatçı yapıp Kur’anın feyzini ve bereketini isteyeceğiz.” Üstadımız Muhacir Hâfız Ahmed Efendi’ye dedi ki: “Sen
kırkbir Yâsin-i Şerif oku.” Muhacir Hâfız Ahmed Efendi (R.H.) bir kamışa okudu. O kamışı suya koydular. Daha yağmur alâmeti görünmezken, ikindi namazı vaktinde, üstadımız daima îtimad ettiği bir hâtırasına binaen Muhacir Hâfız Ahmed Efendiye (R.H.) söyledi ki: “Yâsinler tılsımı açtı, yağmur gelecek.” Aynı gecede evvelce yağmadığı Barla dairesi içine öyle yağdı ki, üstadımızın odasının altındaki Çoban Ahmedin bahçesindeki duvar yağmurdan yıkıldı. Halbuki Karaca Ahmed Sultanın arkasında ve deniz kenarında balık avlamakla meşgul olan Şem’i ile arkadaşları bir damla yağmur görmediler. İşte bu hâdise kat’iyyen delâlet ediyor ki, o yağmur hizmet-i Kur’an ile münasebetdardır. O rahmet-i âmme içinde bir hususiyet var. Sûre-i Yâsin, anahtar ve şefaatçı oldu ve yağmur kâfi miktarda yağdı.
İkinci Suret: Kuraklık zamanında yirmi-otuz gün içinde yağmur Barla’ya yağmamışken, Yokuşbaşı çeşmesi yapıldığı bir zamanda menbaına yakın, Üstadımız ve biz, yâni Süleyman, Mustafa Çavuş, Ahmed Çavuş, Abbas Mehmed… filân beraber cemaatle namaz kıldık. Tesbihattan sonra dua için elimizi kaldırdık. Üstadımız yağmur duası etti, Kur’anı şefaatçı yaptı. Birden o güneş altında herbirimizin ellerine yedi- sekiz damla yağmur düştü. Elimizi indirdik, yağmur kesildi. Cümlemiz bu hale hayret ettik. O vakte kadar yirmi-otuz gündür yağmur gelmemişti, yalnız o yağmur duası anında dua eden her ele yedi-sekiz damla düşmesi gösteriyor ki, bunda bir sır var. Üstadımız dedi ki, “Bu bir işaret-i İlâhiyyedir. Cenâb-ı Hak mânen diyor ki, ben duayı kabûl ediyorum, fakat şimdi yağmur vermiyorum.” Demek sonra Sûre-i Yâsin şefaat edecek ve nitekim de öyle olmuştur.”

“Leyle-i Mi’racın, aynı Leyle-i Regâib gibi hiç inkâr edilmez bir tarzda, bir nevi’ mu’cize-i Ahmediye gibi bir kerametini ve kâinatça hürmetini gözümüzle gördük. Şöyle ki:
Nasıl evvelce yazdığımız gibi iki ay kuraklık içinde burada hiç yağmur gelmediği, güya Leyle-i Regaibi bekliyor gibi o mübarek gecenin gelmesiyle emsalsiz bir gürültü ile kudsiyetini burada gösterdiği gibi; aynen öyle de: O gecedenberi buraya bir katre yağmur düşmediği halde, yirmi günden sonra aynen mi’rac gecesi birdenbire öyle bir rahmet yağdı ki, dinsizlerde şüphe bırakmadı ki; sâhib-ül-mi’rac Rahmet-en-lil’âlemîn olduğu gibi, onun mi’rac gecesi de bir vesile-i rahmettir. Hem ehl-i îmanın îmanlarını kuvvetlendirdiği gibi, me’yusiyetlerini de bir derece izâle etti.”

KUR’AN- KERİM-DE İSE:

“Yahut (onların meseli) gökten şiddetle boşanan bir yağmur gibidir ki onda karanlıklar vardır, dehşetli bir gök gürültüsü, bir şimşek vardır. Ölüm korkusundan dolayı yıldırımlardan parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Allah Teâlâ ise kâfirleri kuşatmıştır.”

“Öyle Rabbiniz ki, sizlere yeryüzünü bir döşek, göğü de gökten su indirmiş ve o su ile sizin için rızk olmak üzere (bir nice şeyler meydana) çıkarmıştır. Artık Allah Teâlâ için eşler kılmayınız. Siz ise bilirsiniz.”

“Ey imân etmiş olanlar! Sadakalarınızı minnetle, incitmekle iptal etmeyiniz. O kimse gibi ki, malını nâsa gösteriş için infak eder de Allah Teâlâ’ya ve ahiret gününe inanmış bulunmaz. Artık o kimsenin meseli, üzerinde biraz toprak bulunan bir kaypak taşın hali gibidir ki, ona şiddetli bir yağmur isabet ederek onu dümdüz bir halde bırakmış olur. Onlar kazanmış olduklarından bir şeye kâdir olamazlar. Ve Allah Teâlâ kâfirler gürûhuna hidâyet etmez.”

“Ve mallarını rızayı ilâhiyi taleb ve nefislerini tesbit için infakta bulunanların meseli ise bir bahçenin meseli gibidir ki, ona çokça yağmur yağar da meyvelerini iki kat olarak yetiştirir. Ona çokça yağmur değil de çiy isabet etse (yine kifâyet eder). Ve Allah Teâlâ yapacağınız şeyleri görücüdür.”

“Sen içlerinde olup da onlarla namaz kıldıracağın zaman onlardan bir zümre seninle beraber namaza dursun, silâhlarını da alıversinler. Bunlar secde edince arka tarafınızda bulunsunlar ve namazı kılmamış olan diğer bir zümre de gelsin, seninle beraber namazı kılsın ve ihtiyat tedbirlerini ve silâhlarını da alıversinler. Kâfir olan kimseler arzu ederler ki, siz silâhlarınızdan ve eşyanızdan gâfil bulunâsınız da sizin üzerinize bir baskın ile baskında bulunuversinler. Ve eğer size yağmurdan bir eziyet var ise veya siz hasta bulunmuş iseniz silâhlarınızı bırakmanızdan dolayı üzerinize bir günah yoktur. Ve ihtiyat tedbirinizi alınız, şüphe yok ki Allah Teâlâ kâfirler için hakaret bahşolan bir azab hazırlamıştır.”

“Görmediler mi onlardan evvel kaç nesli helâk ettik, o nesillere yeryüzünde size vermediğimiz imkanları vermiş idik ve onların üzerine göğü bol bol salıvermiştik ve ırmakları onların altlarından akar bir halde kılmıştık, sonra onları günahları sebebiyle helâk ettik ve onlardan sonra birer başka başka nesli vücuda getirdik.”

«Sonra bunu müteakip bir sene de gelir ki, onda nâs, yağmuruna nâil olur. Ve onda sıkıp sağacaklar.»

“Görmedin mi ki, muhakkak Allah Teâlâ, bir bulutu sevkediyor. Sonra arasını telif ediyor. Sonra onu teraküm ettiriyor. Artık görüyorsun ki, onun aralarından yağmur çıkıyor ve gökten, ondaki dağlardan bir dolu indiriyor da onu dilediği kimseye isabet ettiriyor ve onu dilediğinden bertaraf kılıyor. Az kalıyor ki, şimşeğinin parıltısı, gözleri gideriversin.”

“Ve andolsun ki, felaket yağmuruna tutulmuş olan karyeye varmışlardı. Artık onu görür olmamışlar mı idi? Hayır, öldükten sonra dirilip kalkmayı ummaz olmuşlardır.”

“Ve onların üzerlerine bir yağmur yağdırdık. Artık ne fena oldu o korkutulmuşların yağmuru!”

“Ve onların üzerlerine bir yağmur yağdırdık. Artık ne fena oldu o korkutulmuş olanların yağmuru!”

“Allah, o (Hâlık-ı kerîm) dir ki, rüzgârları gönderir de bir bulut kaldırır, sonra onu gökte dilediği gibi yayar ve onu parça parça da eder. Artık görürsün ki, aralarından yağmur çıkıyor, nihâyet onu kullarından dilediğine kavuşturunca onlar hemen seviniverirler.”

“Şüphe yok ki, o saate ait bilgi Allah indindedir ve yağmuru O indirir ve rahimlerde olanı O bilir ve hiçbir kimse, yarın ne kazanacağını kestiremez ve bir kimse hangi yerde öleceğini kestiremez. Şüphe yok ki Allah Teâlâ alîmdir, habîrdir.”

“Vaktâ ki, onu kendi derelerine karşı gelen bir bulut halinde gördüler. Dediler ki: «İşte bu, bize yağmur yağdırıcı bir buluttur.» «Hayır. O, kendisini alelacele istediğiniz şeydir, bir rüzgardır, onda bir acıklı azab vardır.»

“Biliniz ki, dünya hayatı şüphe yok, ancak bir oyundur ve bir eğlencedir ve bir süstür ve aranızda bir övünmedir ve mallarda ve evlatça bir çoğalıştır. Bir yağmur misali gibi ki, onun bitirdiği ot, ekincilerin hoşuna gider, sonra kurur. Artık onu sararmış görürsün sonra da kırık bir çöp olur. Ve ahirette şiddetli bir azap vardır ve Allah’tan bir mağfiret ve bir rıza vardır. Dünya hayatı ise ancak bir aldanıştan başka değildir.”

“Üzerinize semayı bol yağmurlar ile gönderir.”

MEHMET ÖZÇELİK
22-02-2008




TSK KİME TESLİM?

TSK KİME TESLİM?
Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ-a…
Hayır bilemediniz….
Neden mi?
Tsk-da hala cunta devam etmektedir…
Avrupa ülkelerinde genelkurmay başkanlarının adları bilinmemekte, herkes kendi görevini yapmaktadır.Bu onları geriye götürmemektedir.
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç-a binbaşı ve subay seviyesinde su-i kast düzenlemesi yapılmaktadır.Demek ki meydan boş,her önüne gelen cirit atıyor.
Jitemin ne yaptığı bilinmemekte,Veli Küçük ise tam bir meçhul…
İlker Başbuğ göreve gelir gelmez Etö yani açılımı ile Ergenekon TERÖR ÖRGÜTÜ yani terörist zanlısı olan kişilerle gidip görüştü,onları ziyaret etti.
Hükümeti devirmek için plan yapan Dursun Çiçek ordudan ihraç edilme durumunda iken,terfi ettirildi.
Daha bir çok faili meçhuller,şifreleme ve ses kayıtları hep tsk-nın içerisinden çıktı.
Deniz kuvvetlerinde üst düzey altı asker intihar etti.Gizli bir hesaplaşma mıydı?
Tsk-da komutanlar içerisinde masonluğa üye olunurken, önemsenmedi, gizli yapılanma olurken dahilden değil hariçten gündeme gelip,sorgulanma yoluna gidildi.
*Yolsuzlukların üzerine gidilmeli,milletin parası çar-çur edilmemelidir.
Delillerin karaltılmasına değil,aydınlatılmasına gidilmeli,ordunun bağırsaklarını temizlemesi elbette kendi yararınadır.
İrtica paronayası sürekli gündemde tutuldu.Bir çok insan bu yafta ile ordudan ihraç edildi.
Tsk milletin sahiplendiği değerlere en az millet kadar sahiplenmeli ve bunu uygulayarak göstermelidir.
Maalesef;Genel kurmay başkanı İlker Başbuğ,sert bir tavırla,siyasi bir yetkili gibi,;tsk-nın üzerine çokça gidildiğini,Trabzondaki konuşmasında şifreli konuşmasıyla neden burada konuşmayı yaptığını ve ne kastettiğini söyleyerek, böylece haklarında daha fazla ileri geri konuşulmasının kapısını açmış oldu.
Zaten bir asırdır millet ordudan özellikle jandarmadan o korkuyu ve şiddeti fazlasıyla gördü.
En önemlisi,böyle bir tavır içerisine girmektense,içindeki ergenekon uzantılarını,suç işleyen teşkilatı bir bir ayıklayıp,kulağından tutarak hesaba çekmesi,gidip terör örgütü zanlısı o insanları ziyaret değil sorgulaması,bizzat kendisinin sorgulayarak adeta sulandırır gibi bu boru ile mi darbe yapılacak diye hafife almaması,her tarafta kaynayan ve ordu malı olan silah ve malzemelerinin nereden çıkarıldığının sorulması,hükümeti yıkma planına bir kağıt parçası deme gibi kötü bir görüntü seçeceğine,ordunun bin yıllık milletin hizmetinde olma itibarını kazandırmaya baksın ve gayret göstersin!!!
Tsk rejimi koruma bahanesiyle milleti zan altında bırakacağına,milletin korunması için otuz yıldır bir karış yol alınamıyan pkk-nın köklü çözümü için,çözüm yöntemlerini araştırsın.Hükümetin getirdiği demokratik açılıma aktif olarak katıldığını göstersin.
Çıkıp siyasi bir demeç vereceğine,askeri alandaki gelişimi, başarısı, yapacakları konusunda,dünya gelişiminde gelişime ayak uydurabildiklerini anlatsın.Milletin kafeslenmesi için,darbe hazırlıkları için değil,profesyonel askerliği gerçekleştirmek,askerliğin millet için bir sıkıntı,önemli bir gaile ve dönüm noktası olmaktan kurtulması yolunda projeler üretsin.
*Türkiyede hep feda ettiğimiz,faili meçhuller içerisine gizlenenler ayının inine çomak sokan kimseler olmuşlardır.Ne zaman ki biri ayının inini keşfetmiş ve inini ortaya çıkarmışsa,gizlenmek üzere faili meçhuller içerisine saklanmıştır. Artık mızrak çuvala sığmamakta,ergenekon çatısı altında hepsi gün yüzüne çıkmaktadır.
İki yıldan fazla bir süredir haber arşivi oluşturdum.Tsk-nın olumsuzluklarının bu kadar yoğunlukta ortaya çıktığı tarihte görülmemiştir.
Eğer Tsk bir savaşa girip mağlub olsaydı,düştüğü bu durumdan daha hazin olmazdı.
Tsk milletin göz bebeği olarak kabul ettiği iyi niyeti maalesef iyi değerlendiremedi.
İçindeki cunta ve uzantısı gayet cüz-i ve azınlıkta da olsa,hakim pozisyonunda ve aktif durumda bulunduğunu göstermektedir.
Ne hazindir ki;halkın arasında bile dillendirilmektedir ki;tsk-ya Suriye-deki gibi yüzde sekizin Çevik Bir aracılığıyla hakimiyetinin sağlanılmasına teşebbüs edilmektedir.
Üst kurul durumunda olan Danişment-ler tarafından yönlendirilmeye, hukuka müdaheleye kadar gidilmektedir.
Tsk iç görünümden çıkarılmalı,dıştan gelecek tehlikelere yönlendirilmelidir.Tsk silahlı bir kurum olup,silahını dışa karşı kullanması sağlanmalıdır.
İlker Başbuğ, Hilmi Özkök-ün gösterdiği duruşu göstermeli,hiç olmazsa cuntanın yayılmasını durdurmalıdır.
Tsk bin yıllık şanlı-şerefli-dalgalanan geçmişine bir göz atmalı,kaldığı yerden, değil Türkiyenin gerekirse dünyanın sulh ve güveni yolunda adımlar atmalı,taçlanmalıdır.
Büyük düşünmeli,büyük yaşamalı,büyük şahlanmalı,önce içindeki kirlenmeleri temizlemeli,ergenekonsuz yola devam etmeli,maneviyat mayası olmalı,teknoloji silahı,hedefi büyük olmalı,namaz talimi,Kur’an-ı Kerim eğitimi olmalıdır.
*Her konuda yazacağımı düşünürdüm de,Genelkurmay Başkanı yani İlker Başbuğ adını vererek yazacağımı düşünmezdim.Bu da kötü bir intibadır.
MEHMET ÖZÇELİK
23-12-2009




TÜKÜRÜN DARBECİLERİN HAYASIZ YÜZÜNE,TÜKÜRÜN…

TÜKÜRÜN DARBECİLERİN HAYASIZ YÜZÜNE,TÜKÜRÜN…

Evet tükürün o darbecilerin hayasız yüzlerine..olmayan haysiyet, şahsiyetlerine…
Milletin hakimiyetini kendi kısır ellerinde tutup,milleti kısır bırakan o zalimlere…
Her türlü gayrı meşru yola girip,bir asırdır milleti gayrı meşru yollara sevkedenlere…
Kardeşi kardeşe vurduranlara..meçhul cinayetlere girenlere..pkk-yı besleyenlere..toplumu bölenlere..uyuşturucu,silah gibi bir çok pis işlere giren ve girdirenlere..yönetimi,askeriyeyi,üniversiteleri,adaleti kendi pis emellerine alet edenlere…
Milletin manevi dünyasını kapatıp,her iki hayatı kaybettirenlerin haysiyetsiz,şahsiyetsiz,şerefsiz yüzlerine tükürün…

*Dünyayı karıştıran tüm işler,hep her şeyi kendi lehine değiştirme çabalarının ürünüdür.

Bugün yapılan darbe çığırtkanlığı geçmişten genlere zerkedilip,gayri ihtiyari depreşen kötü bir gen bozukluğu depresyonudur.

*Chp zihniyeti ve sol darbelerin önünü açıyor,destekliyor ve alkışlıyordu.İsmet Paşa öyle diyordu:”Şartlar tamam olduğu zaman milletler için ihtilal meşru bir haktır.”
Şartları belirleyen kişi olarak da kendisini işaret etmektedir.

*Susurluğu farklı kılıp ses getirttiren sebeb;Devlet elemanlarıyla mafya adamlarının aynı arabada buluşmaları idi.
Yoksa devlet-mafya ittifakı mı sürdürülüyordu?Hala Çözülemeyen Alaaddin çakıcı ve Sedat Peker olayları gibi…

*Amerika tavşana kaç,tazıya tut,demektedir.Bizde kullandığı pkk-yı bu seferde İran üzerinde kullanmak için bize istihbarat desteği vermekte,bizden kovup İrana pkk-yı yönlendirmektedir.Niyeti ise oraya saldırmadan önce,İranı yormak,cephe değiştirip yıpratmak,onunla uğraştırırken diğer cepheden saldırmaktır.
Menfaat uğruna devletler bitiriliyor,karıştırılıyor.

*”Ahmet Emin Yalman:”Talat Paşanın,”Çok hata işledik.Bunların en büyüğü de bir felaket dakikasında yerimizi alacak ve memleketi karışıklıktan koruyacak namuslu bir muhalefetin vakit ve zamanıyla ortaya çıkmasına,halkın sevgisini üstüne toplamasına meydan bırakmamamızdır.”dediğini yazıyor.”

Eski resmi patrik Selçuk Erenerol’un kızı ve Türk Ortodoks patrikhanesinin sözcüsü şöyle diyor:”Siz hem Müslümanlara ve islama bu kadar tahdit koyacaksınız,hem de Türk gençliği Hristiyanlığa meyledince ağlayacaksınız.”

“Hürriyet kahramanı” Enver Paşa’nın ülkeden kaçmadan evvel, yaveri Mersinli Cemal Paşa’ya yaptığı şu acı itiraf, İttihatçıların nasıl büyük bir oyuna geldiklerini geç de olsa fark ettiklerini göstermektedir:
“Turan yapacaktık, viran olduk. Bizim en büyük günahımız, Sultan Hamid’i anlayamamaktır. Yazık Paşam, çok yazık! Siyonistlere alet olduk ve onların hıyanetine uğradık!”

Bugün de aynı hata devam etmekte,namuslu insanların bir şeyler yapmasına izin verilmemektedir.

*II:Abdulhamid kendisine tahttan inmesi gerektiği kararını bildirenlerinin hiçbirinin Türk olmadığını (Yahudi Emanuel Carasso,Ermeni komitacısı Aram Efendi,Arnavut Esad Toptani Paşa ve Gürcü Arif Hikmet Paşa) görünce:”Bir Türk Padişahına,33 sene bu makamda bulunmuş İslam halifesine hal’ kararını bildirmek için bir Yahudi,bir Ermeni,bir Arnavut ve bir nankörden başkasını bulamadılar mı?”demiştir.Maalesef hiç birisi de Müslüman değildir.”

*İngilizler Mısırdaki Türk esirlerine zorla at ve katır eti yediriyorlardı.Bir çok asker kokmuş eşek ve beygir etlerinden hastalanıp öldüler.Mısırdaki hastanede Türk esirlerin gözlerini oydurmak için Ermeni doktorları kullanmışlardı.Ermeni tabipler,Mısırdaki İngiliz hastanesinde 2000 civarında Türk askerinin gözlerini oydu.Çöl şartlarından gözleri rahatsızlanan Türk esirler İngilizler tarafından hastaneye sevk edilirdi.Kendi arzuları dışında Ermeni doktorlar tarafından gözleri oyulurdu.Halbuki ilaçla tedavi edilecek türden rahatsızlıktı bunlar.Böylece bir çok asker gözlerinden oldu.”

*”İngilizler ve Fransızlar,Çanakkaleye getirdikleri Müslüman askerlere,”Halifeyi,Almanların elinden kurtarmaya gidiyoruz.Almanlar,Çanakkale boğazını tutmuşlar.Savaşta sakın din kardeşleriniz olan Türklere ateş etmeyin.Maksadımız onları da Almanların elinden kurtarmaktır.Türk askerlerinin başında kırmızı fes var,Almanların başında ise toprak rengi başlık vardır.Bunları öldürün.Gayret ve kahramanlık gösterin de halife ve padişah efendimizi çabuk kurtaralım.”diyorlardı.”

*Şerif Hüseyin isyanı tam bir İngiliz siyaseti,hile ve aldatmacasıdır.Osmanlıyı parçalamaktır.Abdulhamid onu istanbulda alı koymuş,tehlikesinden böylece korunmuştu.İttihat ve terakki ona -Kur’an üzerine yemin etmesine rağmen-hıyanetine imkan sağlamıştır.Önceden bilindiği ve haber verildiği halde ilgisiz kalınmıştır.Hatta savunulmak için gönderilen silahlar dahi kullanılmamıştır.kurulan senaryo aşama aşama yürütülüyordu.Gözden belikli çıkarılmıştı.
Şerif Hüseyin kendisine takdim edilen makam ve altı bin altının hevesine kutsal beldeleri yakmış,satmıştı.Az bir azınlıkla çoğunluğu susturmuştu.İsyana duyarsız kalınmıştı.
…İngiliz yazarı Robert Lacey,Şerif Hüseyin isyanı için:”Onun akımı,bir arap ayaklanmasından çok bir İngiliz-haşimi komplosu idi,demektedir.
.Ve bu isyanda bedevilerde kullanılmışlardır.
…Falih Rıfkı Atay,anılarında:”İngiliz cephelerinden at kaçırıp bize satan bedeviler,dönüşlerinde de bizim atlarımızı çalıp İngilizlere satarlardı.”diyor.” Burada en önemli olan ise kaderin hükmüdür.Olay tarihin sayfaların arasında kalmıştır.
Beşer zulmeder,kader adalet eder,hakikatınca,burada kaderin büyük bir adaleti ve güzelliği görülmektedir.
Mesela;Mekke ve Medinenin bizim elimizde kaldığını düşünelim.Buradaki tüm kaos ve yanlış uygulamalar aynen orada da uygulanacaktı.Ne gibi;
İhtilaller,ekonomik krizler,her yere dikilen heykeller o kutsal mekanlarada dikilecekti,sağ-sol,alevi-sünni,eğitimdeki aksaklıklar,kısaca devrimlerin tümü orada da uygulanacak beklide daha büyük bir savaş ortamı çıkacaktı.Harf inkilabıyla oralarda Arapça dilini terk edecek,her alanda tam bir çetrefil,karmaşık bir ortam olacaktı.Tesettür,irtica,laiklik gibi bir çok kavga o mukaddes beldelere kadar uzanacaktı.Kim bilir daha nice yasaklar getirilecekti.Bugün burada hacca niye gidiliyor ki,diyenler,orada da başka bahanelerle engeller koyacaklardı.
Bir asırdır içimizde sürdürdüğümüz kavga ortamını daha geniş alanlara ve tüm İslam dünyasına yaymış olacaktık.
Burada palazlanan pkk ve Ergenekon gibi olumsuz yayılmalar,öyle zengin bir ortamda dünya çapında bir kavgaya dönüşmüş olacaktı.
Düşünülmesi bile insanı ürpertecek bir çok yıkımlara sahne olunacaktı.

*”Her ay kimliği belli olmayan bir İsrail yetkilisi Iraka gizlice iran sınırından girerek kürt lider Molla Barzaniye 50 bin abd doları veriyor.Bu para,Kürtlerin,İsrail aleyhtarı olan ırak hükümetine karşı faaliyetlerini devam ettirmelerini sağlıyor.”

*İdarecilerde eksik olan nezaket ve semahat..demekki bunların kontrolleri de kendi ellerinde değil.
27 mayıs savcısının idama mahkum olan merhum Adnan Menderes’e;”Seni isteyen güç bunu istiyor.”yani ben isteyen değilim,seni isteyen güç burada bulunmana karar verdi.

*Vatan kurtaran askerler..herşeyin altından da onlar çıkıyor.Ordu Bediüzzamanın dediği gibi;Bilerek kendi ayağına baltayı vurmaz.Ordu istifrağ edip,içerisindekileri dışarı aracaktır.

*Anayasa mahkemesi kaosa zemin hazırlayarak,aynen daha önceki yıllarda üniversiteler çıkarttıkları anarşi ile orduya zemin hazırlayıp davetiye çıkardıkları gibi,bugünlerde de aynı görevi hukuk adına Yargıtay ve anayasa mahkemesi yapmaktadır.367 ve çoğunluğun seçtiği bir partinin kapatılması için yapılan senaryolar.Şu anda anayasa mahkemesi vereceği kararla ya bunu doğrulayacak,iradesinin başkasının elinde olduğunu gösterecek ya da önceki hatasını telafi edecektir.

*Evet.Darbe yapaniş kişiliksizdir,soysuzdur,haysiyetsizdir, seviyesizdir, despottur,maneviyatsızdır,sahtekardır,aldatmacacıdır,insanlık düşmanıdır,köle ruhludur,gerçek gericidir,kanı bozuktur…vs.vs..

*” Şark meselesi gösterildiği gibi bir insanlık ve Hıristiyanlık meselesi değil, bilakis bir nefret ve menfaat meselesidir. Türk devletinin dahili işlerine yapılan müdahaleler hep buna müstenittir (dayandırılmıştır).”

*” CIA, MOSSAD, KGB bağlantılı, MİT üstü ajan diye ka¬muoyunda intiba oluşturan Perinçek, kendi girişimleri sonu¬cu oluşturduğu kuvvetlerle devletin bekasına yönelik saldırı¬larını idame ettirirken, Öte yandan temeli 1973’de atılan ve 27 Kasım 1978’de kurulan PKK ile de gizli bir diyalog süreci¬ne başlamıştı.” Özlem Dolu İdeallerin Anısına PKK- SAMİ DEMİRKIRAN.6.

**Pkk üzerinden yürütülen iç ve dış savaş…
Önceden hesap bir iki idi,şimdilerde ise dağılma sürecinde olan Osmanlıdan sonraki içte ve dıştaki kavgalar,hesabı olanların iştahını kabarttı ve bu pazara bir çok sırtlan müşteri olma yoluna girdi.
Bizdeki sol hareket buna destek verdi ve finansman sağladı.
Bir yandan kominizmi,materyalizmi ve milliyetçiliği bayraktarlaştı.
Pkk-nın hedefi Türkiyeyi tekletmek,bekletmek ve potansiyelini,enerji ve gücünü düşürerek atılım yapmasına engel olmaktı.
Pkk yaşanmayacak bir yer olan dağları neden seçti?Çünkü oralar kendileri ve devletlerin kontrolü için stratejik bir yer idi.
Biz bir devlet olmamıza rağmen,pkk bizden silah yönünden üstünlük sağlayabilirdu..bu destek ona veriliyordu.

*Terör örgütleri sipariş üzerine harekete geçmektedirler.

*”DÜNYANIN EN TEHLİKELİ TERÖR ÖRGÜTLERİ :
Dünyanın çeşitli yerlerinde faaliyet gösteren terör örgütleri; Filistin Kurtuluş Cephesi (PLF), Halk Mücadele Cephesi (PSF), 15 Mayıs Örgütü, Abu Nidal Örgütü (ANO), ALEX BONCAYAO (ABB), Kızıl Ordu (RAF), Puka Intı (Sol Rojo, Kızıl Güneş), Halkın Mücahitleri Örgütü (MEK veya MKO), Yeni Halk Ordusu (NPA), Filistinin Kurtuluşu İçin Halk Cephesi-Özel Komutanlık (PFLP-SC), Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (PFLP), Filistin İslami Cihad (PU), Geçici İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu (İRA), Tamil Ealem Kurtuluş Kaplanları (LTTE), Japon Kızıl Ordusu (Anti Emperyalist Tugay) (AIIB), Cihad Grubu, Kach ve Kahane Chaı, Demokratik Kamboçya Partisi (Kızıl Kmerler), Tupac Katari Gerilla Ordusu, Ulusal Kurtuluş Ordusu (Kolombiya), Kolombiya Devrimci Silahlı Kuvvetleri (FARC), Bask Özgürlük Hareketi (ETA), Manuel Rodrıguez Yurtsever Cephesi (FPMR), 17.Güç, Morazanist Yurtsever Cephe (FPM), Silahlı İslam Grubu (GIA), Hamas (İslami Direniş Hareketi), El-Fetih, Hizbullah, Ermenistan’ın Kurtuluşu İçin Ermeni Gizli Ordusu (ASALA), Kürdistan İşçi Partisi (PKK), Devrimci Halk Kurtuluş Partisi / Cephesi (DHKP/C)’den ibarettir. Bunlardan son dördü Türkiye için tehdit oluşturmaktadır.”

Hadiste haber verilen ahirzamanın en önemli problemlerinin başında anarşi,ye’cüc-me’cüc olduğunu doğrulamaktadır.

*”Falih Rıfkı aynı minvalde bakın neler demektedir: “Atatürk sağ kalsaydı ibadet reformu olacağından şüphe yoktu… Kemalizm aslında büyük ve esaslı bir din reformudur. Muhammed son peygamber olduğuna göre ondan sonra Kur’an hükümlerini nesih hakkı insan aklına kalmıştır. Mustafa Kemal’in yaptığı iş de bu nesih hakkını kullanmaktır.” Görüldüğü üzere M.Kemal için bir Peygamber misyonu fevkalade aşikârdır.
Mustafa Kemal döneminde hakikaten de ciddi manada ibadet reformu planlanmıştı. Bu planlama ve proje içinde dikkatinizi çekecek ilginç teklifler vardı. Bakın bazıları nasıldı: Yeni bir Kur’an hazırlanacaktı. Türk Ceza Kanununa aykırı hükümlerin hazırlanacak yeni ‘Kur’an’ kitabına konmaması, bu yeni hazırlanacak Kur’an’da Atatürk’ün demeçlerinden bazı pasajlar yer alması, yine bu yeni Kur’an’da ahiret fikri adalet, Cennet fikri bu dünyada huzur ve saadet, cehennem fikri ise vicdan azabı ve ruhi huzursuzluk olarak tavsif edilmesi söz konusuydu. Yeni Kur’an Türkçe olacak ve TDK tarafından basılacaktı. İbadetlerde bu yeni Kur’an okunmak durumundaydı. Dini ve bilimsel araştırma yapmak isteyenler içinse orijinal Kur’an serbest olacaktı. Farz, vacip ve sünnet tüm namazlar camide imamla beraber Türkçe kılınacaktı. Namaz rekâtları 8’i geçemeyecekti. Camilerde musiki aletleri bulundurulacaktı. Musıki asri ve enstrümantal olacaktı. Böyle devam edip gitmekteydi.
Bu din reformu mülahazalarıyla N.A.B adlı bir ses sanatçısı Dolmabahçe’de Atatürk’ün huzurunda saz takımı eşliğinde ilk Türkçe Kuran’ı okumuştu. M. Kemal de buna keyifle katılmıştı. S. 33”

* Cezaevleri dolan Belçika, Hollanda’dan hücre kiralayacak
BRÜKSEL -AA- Belçika, cezaevlerinde suçluları yatıracak hücre kalmayınca, başta Hollanda olmak üzere komşu ülkelerden kiralık hücre arayışına girdi.
Belçika Adalet Bakanlığı sözcüsü Leo De Bock, RTL-TVI için yaptığı açıklamada, “Bu geçici bir çözüm, inşa edilecek cezaevlerinin bitirilmesi zaman alacak, bu arada bu iyi bir çözüm olabilir” ifadesini kullandı.
Belçika’da 1600 kişilik açık bulunurken, Hollanda’da 3300 boş yer bulunuyor.
Belçika’daki cezaevlerinin Genel Müdürü Hans Meurisse de, Hollanda’nın İskoçya için hücre kiralamasından yola çıkarak, Hollandalı meslektaşına yazdığını ve Hollanda’dan 3 yıllığına 300 kiralık hücre talebinde bulunduklarını kaydetti.”

*”Rivayete göre, bir gözü kör olan Yıldırım, bir ayağı topal olan Timur’a “Bu dünya bir körle bir aksağa kaldıysa vay bu dünyanın haline” diyerek ve meydan okumuştu.”

*Masum insanların hayatını hiçe sayarak öldürme işine girenlerin hiçbir cihetle insanlıkla ve vatan severlikle bağdaştırılması mümkün değildir.Onlar açıkça vatan haini veya vatan hainlerinin maşaları veyahut da ahmaktırlar.

O halde;Tükürün zalimlerin o hayasız yüzüne tükürün…

MEHMET ÖZÇELİK
23-07-2008




TAZİYENÂME

TAZİYENÂME

*” Dünya bir köprüdür, üzerinden geçiniz, (fakat) onarıp mâmur hale getirmeyiniz.”

*“Ölmek için tevellüd edip dünyaya gelirsiniz; harap olmak için binalar yapıyorsunuz”

*” Dünya âhiret ehline haramdır, âhiret de dünya ehline haramdır,Hem dünya hem âhiret ise Allah ehline haramdır.”

*Bozulma,süfli şeyler ve yerler içindir.Ahirette yani cennette bu durum yoktur.Çünkü orada her şey ve heryer ulvidir.

Bayramın üçüncü günü iki düşündürücü ve öğüt verici taziye de bulundum.

Bir meslektaşımın bayramın ikinci günü tebrikleşmek üzere evine gittiğimde evinde yoktu.Bir gün sonra annesinin vefat ettiğini duyduğumda hemen taziyeye gittim.Bana anlatılanlarla beraber düşündürdükleri şunlardı;

-Arefeden bir gün önce kalp ameliyatı olacak olan bir kadın bu teyzeyle konuştuğunda ona ısrarla ameliyat olmamasını söylüyor.Kendisi ise bir yıl önce kalp ameliyatı olmuş.

-Yine arefeden bir gün önce başının üzerinde beyaz güvercinlerin uçtuğuna şahit oluyor.Ve arefe günü Rahmet-i Rahmana vüsul gerçekleşiyor.
Ramazanı tam gün olarak oruç tutuğu halde Bayramı burada yapamadan gidiyor.

Bu durum bana şunu hatırlattı;
Hz.Osman şehid olacağı günden bir önceki gece rüyasında Efendimizi görüyor.Ve şehid olduğu gün de oruçlu..geceden de niyet etmiş.
Efendimiz kendisine;’Ya Osman!Akşama iftarı bizimle yapmak ister misin?İftarı bizimle yap!’buyurur.
Ve oruçlu olduğu gün burada iftar edemeden şehid olan Hz.Osman Efendimizle beraber aynı sofrada iftar etmiş,davete icabet de bulunmuştur.

Bu teyzenin de bir ay ramazandan sonra arefe günü bayram etmeden vefat etmesi,bana orada bulunan Efendimiz ve bir çok büyük şahsiyetlerle beraber bayram edeceğini hatırlattı.
Zaten en büyük bayram da orada yapılacak olan bayramdır.

-Belki de o beyaz güvercin adeta gelinlik elbise giymiş gelin suretinde görülen Azrail idi.Ehli imana en güzel görünecek bir surette gelirdi..

* İkinci yani bayramın üçüncü gününde vefat eden altmış küsur yaşındaki diğer şahıs ise,Adıyamanda ilk motor-sıkletle tanışan,onun hayranı ve bağımlısı olan bir şahıstı.
Bu da evinden bakkala gitmek üzere ayrıldığında hızla gelmekte olan bir motor-sıkletin çarpması sonucu düşerek kafasını kaldırıma çarpar.Tam 47 gün komada yatar.
Hayatını noktalarken çok sevdiği motor kazasıyla hayatını sonlandırmış olur.

Herkes sevdiğine sevdiği ile kavuşmaktadır.
“Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz.Nasıl ölürseniz öyle de haşrolur, dirilirsiniz.”

MEHMET ÖZÇELİK
05-10-2008




TARİHİ AKIŞI İÇERİSİNDE KUR’AN-I KERİM

TARİHİ AKIŞI İÇERİSİNDE KUR’AN-I KERİM
*İslâmın dört temel kaynağından birisi ve birincisi olan Kur’an-ı Kerim;610 yılında,peygamberimiz 40 yaşında iken,Hira mağarasında,Alak suresinin ilk beş ayeti ile inmeye başlamıştır.
42 Ashabı Suffadan kişinin kaydetmesiyle,her yıl Cebrail ile beraber mukabeleten gelen ayetlerin okunup ve belirtilen yerlerine konulmasıyla;12 yıl boyunca 93 suresiyle Mekke de,11 yıl boyunca da 21 suresiyle de Medine de ve toplam 23 yılda tamamlanmıştır.
Bazı müfessir ve tarihçilere göre de;71 Mekke de,19 Medinede,24 sure ise ihtilaflıdır.
Kur’an-ı Kerim-i yazanların en meşhurları Mekke’de Abdullah b. Sa’d Medine’de ise Übey ibni Kab’dır. Kur’an ayetleri kağıt, bez,papirus, deri parçaları, taş, tuğla, kürek kemikleri üzerine yazılmıştır. Her Ramazan ayında nazil olan vahiy pasajlarını (Kur’an’ı Kerim’i) baştan sona Cebrail’e arz ediyordu.23 yılda 24 kere tekrarlanmış olmaktadır.
Mekkede inen ayetler ağırlıkla iman ve inanç üzerine ayetleri ihtiva ederken,Medine de inen ayetler çoğunlukla muamelat ve hayata dair ayetler ile ilgili konuları muhtevidir.
*Kur’an-ı Kerim ağırlıkla dört temel esas esası üzerine müessestir. Bunlar;Allah’a iman,Peygamberlik,Âhiret ve muamelattır.
*Ayetler esbab-ı nüzul adı da verilen,sebebler üzerine inmektedir.
*Kur’anın tertil ile inmesinde tesbit vardır,tahkim vardır,teşhis vardır.
*Kur’anda olaylar temsiller yoluyla anlatılmaktadır.
*Kur’andaki bazı ayetlerin tekrarındaki hikmet;Mananın ehemmiyeti,her bir nimetin ayrı ehemmiyeti ve nazarları o manaya dikkat çekerek yöneltmektir. Bunda tekrir vardır,tesbit vardır.
*Zaman geçtikçe Kur’anın içindeki hakikatlar tavazzuh etmektedir.
*Özellikle üçüncü asırdan itibaren Kur’an üzerine kapsamlı araştırmalar başlamıştır.
*Kur’an olayları anlattıktan sonra,akla havale ederek,düşünmeye sevkeder.
*Avam ve havas herkesin istifadesine uygun bir anlatım tarzı mevcuttur.
*Benzerinin yapılamaması konusunda insanları susturmak amacıyla benzerini yapmaya davet eder.
“Ve in küntüm fi raybin mimma nezzelna ala abdina fe’tu bi sûretin min mislihi ved’u şühedaeküm in küntüm sadikin.”
“Eğer kulumuz Muhammede indirdiğimiz Kur’an hakkında bir şüpheniz varsa,bir suresinin benzerini getiriniz,eğer doğru iseniz şahitlerinizi ve yardımcılarınızı da çağırınız.”
“lev kanel bahru midaden li kelimati Rabbi le nefidel bahru kable en tenfede kelimatü Rabbi velev ci’na bi mislihi mededa”
“Eğer Rabbimin kelimelerini yazmaya denizler mürekkep olsa,Rabbimin kelimeleri bitmeden o denizler biter velev ki onun misli kadar ona tekrar meded verip destek de olsa.”
*Hadisde: “Kur’anın diğer kelamlar üzerindeki üstünlüğü,Allahın mahlukat üzerindeki üstünlüğü gibidir.”
-“Muhakkak ki vahiy nazil olmayan meselelerde ben de sizler gibiyim.” buyurulur.
*Kur’an doğru tarihide kayıd altına almıştır.
*4 kitap insanın hayatının dört devresini oluşturur.

KURAN AYETLERİ
*En son inen ayet;”Elyevme ekmeltü leküm dineküm”
-Bu gün sizin dininizi kemale erdirdim.”
Hatta bu ayet inince hz.Ebubekir ağlar.Hz.Ömer ayet inmiş olup,neden ağladığını sorduğunda Hz.Ebubekir cevaben;
Hz.Peygamberin dininin tamamlanması görevinin bitmesi demektir,o ise ölümünün yaklaştığını haber vermektedir,der.
*Kur’an-ı Kerim’in ayet sayısı 6236’dır
*Harf sayısı-300.620
*İlk Kur’an-a hareke koyan,Esved-üd Düeli olup,Haccac zamanında yaşamıştır.
*”Sûrelerin 93’ü Mekke’de, 21’i Medine’de nazil olmuştur. Bâ¬zı müfessir ve tarihçilere göre 71’i Mekke’de, 19’u Medine’de inmiştir; 24 sûre ise ihtilaflıdır.”kuran ahkamı.celal yıldırım
* Bakara suresi Medine’de nazil olmuştur. 282 ayet, 6121 kelime 25500 harftir.
“ Kur’an ayetlerin sayısının 6200 ve bir kaç küsur olduğu hakkında ittifak vardır. Bu gün Türkiye’de bulunan Kur’an’ların ayet sayısı 6236’dır. Bu surenin ayet sayısının 280 olduğu hakkında ittifak var ise de müfessirlere göre 280’ den sonra küsuratı hakkında ihtilaf vardır. Alışık olan 286 ayet olduğudur. Müellif ise 282 ayet olduğunu ifade etmiştir. Bu ayet sayısındaki değişiklikler kesinlikle bizi Kur’an ayetlerinin yok olduğu veya artırıldığı anlayışına götürmemelidir. Makul izahı mufassal Tefsir Usûlü kitaplarında kâfi derecede mevcuttur. “
Efendimiz (sav) buyurmuşlardır ki: “Bakara suresini öğreniniz. Onu öğrenmekte bereket terkinde de hasaret (zarar) vardır.”
Âl-i İmran.Medine’de nazil olmuştur. 200 ayet, 3480 kelime, 14520 harftir.
Resulüllah (sav) buyurdular ki: Kim Al-i İmran suresini cuma günü okursa, Allah (cc) ve melekler gün batana kadar o kimseye rahmet ve duada bulunurlar.
*Harekelenme-ayın-cim işaretleri gibi işaretler sonraları konulmuştur.
*Kur’an-ı Kerim-i anlamadığını veya anlayamadığını söyleyen kişiye sorarım;
-Allahın kendi meramını anlatamama gibi bir problemi yoktur.Herkesin seviyesine göre iner,akıllara ve akılların anlayacağı şekilde konuşur.
Problem anlama yönünde gayret göstermemek,şüpheli yaklaşmak.Teslimiyette eksiklik.Anlamak istememe gibi sebeblerdir.
Anlaşılmamasını söylemek,cahiliyet dönemindeki insandan daha echel olmak demektir.Zira cehalet asrındaki insan, anlamama gibi bir mazeret öne sürmemişti.Cahiliyet döneminin adamı olmasına rağmen anlıyor ve de anlaşılıyordu.
Kur’an-ın bütünüyle birden anlaşılması ancak asırların tefsiri ve zamana yayılması ile mümkündür.
Medeni ve aydın geçindiğini söyleyen bu asrın insanının Kur’an-ı anlamaması aydınlığın ve aydınlanmış olma iddiasının kusurundandır.
Kur’an-ı Kerim ebedi olarak cennette okunacağı halde,yine de manası bitmeyecektir.Nitekim Rabbimizin de ifade ettiği gibi;
“De ki: -Rabbimin kelimelerini yazmak için deniz mürekkep olsa ve bir o kadar da, ilâve edilse, Rabbimin kelimeleri bitmeden denizler tükenirdi.” (Kehf/109)
“Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz mürekkep olsa, arkasından yedi deniz daha ona katılıp (mürekkep) olsaydı,yine de Allah’ın kelimeleri bitmezdi.” (Lokman/27).
Zira Allahın zatı ezeli ve ebedi olduğu gibi,Kelâmı dahi ezeli ve ebedidir.
Ebediyen cennette okunup anlaşılacağı halde yinede manası bitmeyecektir.
*Mülhemûndan olan Hz. Ömer (r.a.) demiştir ki:
“Ben üç şeyde Rabbime muvafakat ettim: Ya Resulallah, İbrahim makamını namazgâh edinelim, dedim. Müteakiben ‘Siz de İbrahim makamından bir namazgâh edinin!’ (Bakara, 2/215) ayeti nazil oldu.
Bir de hicap ayeti ki, ‘Ya Resulallah, kadınlarına emretsen de, onlar perde içine girseler! Çünkü, hayırlı-hayırsız kimseler onlarla konuşabiliyor.’ dedim. Bunun üzerine hicap ayeti (Ahzâb, 33/32-33) nazil oldu.
Keza, Peygamberin zevceleri, bir keresinde kendisine karşı kıskançlık göstermek üzere ittifak etmişlerdi. Eğer o, sizi boşarsa, yerinize Rabbinin ona sizden hayırlılarını vermesi ümit edilir, dedim. Derken bu (Tahrîm, 66/5) ayeti nazil oldu.”
Mehmed Sofuoğlu’nun şu izahı çok manidardır:
Ömer’in bu sözleri, ayetlerin inmesinden önce olduğu hâlde, “Rabbim bana muvafakat etti” demeyip de, “Ben Rabbime muvafakat ettim” demesi, Allah’a karşı bir edeptir. Fıkhının ve ilminin açık bir nişanesidir. “Benim reyim, zuhurları muayyen vakitlere kadar teahhur eden ezelî hükme muvafık düştü” demek istemiştir.
*Türkiye kütüphanelerindeki tefsirle ilgili eserler (20471 Adet)tir.
*”İnsan ile Kur’an ikiz kardeştirler.”İbni Mace
*Kuran hem evrenseldir hem de her asrın idrakine uygun olarak anlaşılmaktadır.
*O Kur’an,Kitâbun merkûm’dur.
(O), rakamlandırılmış (kazanılan pozitif ve negatif derecelerin yazılmış olduğu) bir kitaptır (kayıttır, insanların hayat filmidir).-rakamlandırılmış, taşa kazılan yazı gibi yazılmış, silinmesi sözkonusu olmayan) bir kitab’tır.” Yeşheduhul mukarrebûn(mukarrebûne).
Ona, mukarrebin (yakın olan melekler) şahit olurlar.”

HAFIZ SAYISI: VE MUSHAF HALİNE GELİŞİ
“O Kuranı biz indirdik.”Hicr.9.
Kur’an Allahın koruması altındadır.
*Diyanet işleri Ali Bardakoğlu, Türkiye’de 90 bin hafızın bulunduğunu ve her sene 3 bin hafızın yetiştiğini ifade etti.
“Hz. Peygamber (sav.) henüz hayatta iken meydana gelen ‘Bi’ru Maune’ olayında şehid olan ‘kurra’nın sayısı 70 kadardır. Hz. Peygamberin vefatını takip eden yıl içinde meydana gelen dinden dönme olayları üzerine yapılan savaşlarda, ‘Yemame’de şehid olan ‘kurra ve huffaz’ın sayısı da bazı alimlere göre 450-500 kadar bazılarına göre ise 700 kadardır. Bir başka önemli nokta da Hz. Peygamber hayatta iken vahyin henüz son bulmamış olmasıdır. En son nazil olan birkaç süre veya ayet, bazı kimseler tarafından bilinmeyebilir. Hamidullah’a göre Peygamberimiz (sav) vefat ettiğinde 3000 kişi Kuran’ı ezbere biliyordu. Zeyd B. Sabit’in yazmış olduğu Kuran ile Hz. Muhammed (sav) indirilen Kuran arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü: Kuran’ı herkes ezberliyor, ayrıca ezberlediklerini yazılı vesikalarla te’yid ediyorlardı. Her gün namazda okunan ve ona göre amel edilen şey nasıl unutulabilir? Kuran ayetleri öyle ahenkli iniyordu ki, herkesin kolayca ezberleyebileceği kadar azar azar iniyordu.

“Hicret’in dördüncü yılında Uhud savaşından dört ay sonra Necid Reisi Ebû Berâ’ Medine’ye geldi. Hz. Peygamber (s.a.s.)’den kendi kavmini irşad etmeleri için mürşidler istedi. Hz. Peygamber (s.a.s.) durumdan şüphelendi: “Göndereceğim kişiler hakkında Necid halkından endişe ederim” buyurdu. Ebû Berâ’: “Onları ben himayeme aldıktan sonra Necid halkından hiç biri dokunamaz” diye teminat verdi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.s.) Ebû Berâ’nın yeğeni Âmir b. Tufeyl’e bir mektup yazdı. Amir, amcası adına kavmini idare ediyordu. Daha sonra Resulullah (s.a.s.) Münzir b. Amr başkanlığında ashabından yetmiş kişilik bir heyet gönderdi. Bunlar ashab-ı suffeden olup kurra idiler.
Heyet, Bi’r-i Mâune’ye varınca korkunç bir ihanetle karşılaştılar. Amir b.Tufeyl, Hz. Peygamber. (s.a.s.)’in göndermiş olduğu mektubu bile okumadan mürşidlerin etrafını büyük bir ordu ile kuşatmıştı. Kendi kabîlesi, Ebî Berâ’nın himayesine aldığı mürşidleri öldürmek istemediğinden, başka kabîlelerden kuvvet toplamıştı. Müslümanlar kuşatıldıklarını anlayınca kılıca sarıldılar ve: “Biz, Resulullah (s.a.s.)’in gönderdiği mürşidleriz. Sizinle hiç bir ilgimiz yok” dedilerse de söz anlatamadılar. Mürşidler: “Allah’ım! Resulü’ne durumumuzu haber verecek senden başkasını bulamıyoruz, selamımızı ona sen ulaştır. Allah’ım! Rasülün vasıtasıyla kavmimize haber ver ki; biz Rabbimiz’e kavuştuk. Rabbimiz bizden hoşnud oldu ve bizi de hoşnud kıldı.” diyerek hallerini Allah’a arzetmişler ve insafsız düşman kılıçlarıyla Rablerine kavuşmuşlardır. Allah bu sevgili kullarının isteklerini yerine getirerek vahiy meleği Cebrail’i Hz. Peygamber (s.a.s.)’e göndermiştir. Cebrail: “Onlar Rab’lerine kavuştu. Rab’leri onlardan hoşnut oldu ve kendilerini de hoşnut kıldı.” diye durumu Hz. Peygambere bildirmiştir.
Rasûlullah (s.a.s.) durumdan haberdar olunca çok üzüldü. Hemen bir hutbe irade ederek olayı ashabına bildirdi. Allah’a hamd-u senâ’dan sonra şöyle dedi: “Kardeşleriniz müşrikler tarafından kuşatılıp şehit edildiler. Hiç biri sağ bırakılmadı. Onlar Allah’dan hoşnut oldular, Allah da onlardan hoşnut oldu. ”
Rasûlullah (s.a.s.) kendisine bu acı haberin ulaştığı gece sabah namazının ikinci rekatında rukûdan doğrulunca:
“Allah’ım! Onların durumlarını sana havale ediyorum. Ey Allah’ım! Onların yıllarını Yusuf Peygamber’in kıtlık yılları gibi çetin yap, başlarına darlık getir. ” diye beddua etmiş ve buna beş vakit namazlarında bir ay müddetle devam etmişti. Cemaatin de arkasında “âmîn” dediği Rasûlullah (s.a.s.)’in bu duası kabul olmuştur.”

*Alim bir zat,veli ve salih bir zatı ziyarete gider.O sırada veli zat Rahman suresinden şu ayeti okumaktadır;
“Küllü men aleyha fânin ve yebga vechu Rabbike zil Celali ve İkram”ayetindeki –Zül celali,-Zil Celali-diye okur.Mana yönünden bir değişiklik söz konusu değildir.
Alim zat veli zata herhalde sehven okudunuz,diye hatırlatınca veli zat ısrarla aslının –zil Celali-olduğunu söyler.
Neticede veli zat keşfen levhi mahfuzu açarak;işte bak orada da öyle yazıyor,der.
İlmin derecesi velayet derecesinden üstündür.Alim zatta ondan geri kalmaz ve şu nükteyi söyler;
“Efendim lütfen perdeyi kapatmayında,orayı tashih edelim,der.
Böylece Kur’an-ı Kerimin sıhhatinin ve değişmez olduğunun kesinliliğini bu sözle ifade etmiş olur.
*Bir haberde;”Kur’an’ın ilk matbu nüshası İtalya’da
Kur’an-ı Kerim’in dünya tarihinde matbaa aracılığıyla Arap harfleriyle 1537’de ilk kez basılan nüshalarından bir adedinin halen Venedik’te bulunduğu bilgisi, İtalya’daki kilise yetkilileri tarafından da doğrulandı.
Venedik’teki Aziz Bernardino Ekümenik Araştırmalar Enstitüsü Müdürü Papaz Roberto Gilardo, Suudi Arabistanlı Prof. Yahya Mahmud Cüneyd tarafından önceki gün Riyad’da açıklanan ve dün Eş Şark El Evsat gazetesine de haber konusu olan bilginin doğruluğunu teyit ederek, “Bizler bugüne dek, yanlış anlaşılma korkusuyla bunu gizli tutmayı yeğlemiştik.” dedi. Papaz Gilardo’nun verdiği bilgilere göre, herkesin kaybolduğu kanaatinde olduğu 1537 baskılı Kur’an-ı Kerim’lerden bir adedinin günümüze dek ulaştığını ilk kez fark eden kişi geçtiğimiz yıllarda İtalyan araştırmacı Angela Nuovo oldu. Gilardo, tarihî Kur’an-ı Kerim’in, önümüzdeki aylarda New York’ta Kur’an’ı konu alan bir sergide teşhir edilmesini kararlaştırdıklarını kaydetti.”
*” Hz. Osman döneminde çoğaltılan Kur’ân nüshalarının bu¬lunduğu veya görüldüğü yerler:
1-Medîne Mushafı: Mevlâna Şiblî bu nüshanın 735 sene¬sinde Medine’de Ravza-i Mutahhara’da görüldüğünü kaydeder. Rusya müslümanları âlimlerinden Musa Cârullah Bigi de bu nüshayı gördüğünü söylemektedir.
2-Mekke Mushafı: H. 735 senesinde Mekke’de bulundu¬ğu ve görüldüğünü yine Mevlâna Şibli söylüyor.
3-Kûfe Mushafı: İmam Nablûsî milâdî 1689 senesinde Humus’a yaptığı seyahatinde bu nüshayı görmüştür.
4-Şam Mushafı: Şam’da Câmi-i Emeviye’dedir.
Türkiye’deki Târihî Mushaflar
İstanbul’da Türk ve İslâm eserleri Müzesinde şu tarihî mus¬haflar bulunmaktadır:
457 numarada: Hz. Osman’ın imzasını ve H. 30 senesini havi mushaf.
557 numarada: Hz. Ali’nin imzasını havi mushaf.
458 numarada: Hz. Ali’nin yazısı olduğu işaret edilen mushaf.
İşte, muhtelif eski nüshalar ve sahabe devrinden kalma mushaflar bugün de elde mevcuttur. Bu mushaflar ile, Pey¬gamber Efendimiz (sav)’e vahyedilen, Hz. Ebû Bekir zamanında cemedilen ve Hz. Osman tarafından istinsah ettirilen Mus¬haflar arasında hiçbir fark yoktur.”
*Eski Diyanet işleri başkanı Tayyar Altıkulaç;gerek başkanlığı ve gerekse de milletvekili olduğu dönemlerde yıllarca Kuran araştırmaları üzerine yaptığı araştırmada;
Tüm İslam ülkeleri ve dünyada bulunan tüm Kur’an-ı Kerimlerin birbirlerinin aynı olup,farklı ve değişik olmadıklarını tesbit ettiğini söyler.

KUR’AN-DA NESİH
*Nesihte tedricilik vardır.Ruhlarına işleyen cahiliyet döneminin insanına eğitimin de bir yöntemi olan pey-der pey terbiye etme ile, eskileri kaldırırken, yenilerini yerleştirmeyi amaçlamıştır.
*” Kuran-da”Allah, sözünden asla caymayacaktır” (Hacc/22:47) derken, diğer yandan “bir ayetin yerine başka bir ayetle değiştirdiğimizde…” (Nahl/16:101) ve “her hangi bir ayetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya unutturursak, onun yerine daha hayırlısını veya benzerini getiririz” (Bakara/2:106) diyor. “Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır” (Ra’d/13:39; Ayrıca bkz. İsrâ/17:86). Jalalu’d Din, İtkan adlı kitabında bütün yorumcular tarafından ilga edilmiş olarak kabul edilen 20 ayet veriyor. Aşağıdaki listede sekiz örnek vereceğiz:
Değişen buyruk örnekleri –ilga edilen ayet –yerine inen ayetler:
1. Kıble Kudüs’ten Mekke’ye değişti 2:142-144
2. Miras yasası değişti 4:7 4:11
3. Gece yarısı ibadet zorunluluğu kalktı 73:1-4 73:20
4. Şarap yasağı kesinleşti 2:219 5:90
5. Zinakâra uygulanan ceza değişti 4:15 24:2
6. Kısas izni değişti 2:178 17:33
7. Hürmetli aylarda cihad yasağı kalktı 9:5 9:36
8. Oruca dayanamayan için fidye kalktı 2:184 2:185
9. İmansızlara tolerans yerine cihad 2:256 9:5, 29.”
*Hadislerde de bu nesh olayı vardır.
“Peygamberimizin hadisleri hüküm bakımından her zaman geçerlidir. Ancak bu hükmün uygulanması için toplumun şartları belirleyicidir. Mesela İslamın ilk yıllarında Peygamberimiz kabir ziyaretlerini yasaklamıştır. Daha sonra tevhid inancı insanların hayatına yerleşince serbest bırakmıştır.”

BATILILARIN GÖRÜŞLERİ
*Batılı müsteşriklerin kuran hakkındaki görüşleri.
-Zamanlar Geçtikçe Kur’ân’ın Ulvî Sırları İnkişaf Ediyor
* Mister John Davenport, “Hazret-i Muhammed (a.s.m.) ve Kur’an-ı Kerim” ünvanlı eserinde Kur’an-ı Kerim’den bahsederken şu sözleri söylüyor.
Kur’ân’ın sayısız husûsiyetleri içinde bilhassa ikisi fevkalâde mühimdir.
1. Zât-ı Kibriyâyı ifade eden âyâtın âhengindeki ulviyettir. Kur’ân-ı Kerîm, beşerî zaaflardan herhangi birisini Zât-ı Kibriyâya isnaddan münezzehtir.
2. Kur’ân-başından sonuna kadar-gayr-i beliğ, gayr-i ahlâkî, yâhut terbiyeye muhâlif fikirlerden, cümlelerden ve hikâyelerden tamamen münezzehtir.
Halbuki, bütün bu nakîseler, Hıristiyanların ellerindeki muharref Kitâb-ı Mukaddeste mebzûliyetle vardır.
* Müslümanlık Tecessüd ve Teslis Akîdesini Reddeder
İngiltere’nin en meşhur ve en büyük müverrihlerinden Edward Gibbon (Edvor Gibon) “Roma İmparatorluğunun İnhitat ve Sukûtu” adlı eserinde şöyle diyor
– Kur’ân’ın telkin ve Hazret-i Muhammed’in tebliğ ettiği esâsâttan mükemmel bir ahlâk mecellesi vücud bulur. Esâsât-ı Kur’âniyenin muhtelif meınleketlerde insanlığa ettiği iyiliği ve ettikten sonra da Allah’a takarrüb etmek isteyen insanları Cenâb-ı Hakka rabt ettiğini inkâr etmek mümkün değildir. Hâlıkın hukûku ile mahlûkun hukûku, ancak Müslümanlık tarafından mükemmel bir sûrette tarif olunmuştur. Bunu yalnız Müslümanlar değil, Hıristiyanlar da Mûsevîler de îtiraf ediyorlar. MARMADUKE PICKTAHALL (Marmadük Piktol)
– Kur’ân İle Kavânîn-i Tabüye Arasında Tam Bir Âhenk Vardır- LEVAUNE (Lövazon)
– Kur’ân Bütün İyilik ve Fazîlet Esaslarını Muhtevîdir İnsanı Her Türlü Dalâletlerden Korur- Müsteşrik SEDIO
– Kur’ân şir midir? Değildir. Fakat, onun şir olup olmadığını tefrik etmek müşküldür. Kur’ân, şiirden daha yüksek birşeydir. Maamâfih, Kur’ân ne tarihtir, ne tercüme-i hâldir, ne de Îsâ’nın (a.s.) dağda îrâd ettiği mev’ıza gibi bir mecmuâ-i eş’ârdır. Hattâ, Kur’ân, ne Buda’nın telkinâtı gibi bir mâbâde’t-tabüye yâhut mantık kitabı, ne de Eflâtun’un herkese îrad ettiği nasihatler gibidir. Bu, bir Peygamberin sesidir; öyle bir ses ki, onu bütün dünya dinleyebilir. Bu sesin aksi, saraylarda, çöllerde, şehirlerde, devletlerde çınlar. Bu sesin tebliğ ettiği din, evvelâ nâşirlerini bulmuş, sonra teceddütperver ve îmar edici bir kuvvet şeklinde tecellî etmiştir. Bu sâyededir ki, Yunanistan ile Asya’nın birleşen ışığı Avrupa’nın zulümatâbâd olan karanlıklarını yarmış ve bu hâdise, Hıristiyanlığın en karanlık devirlerini yaşadığı zaman vukû bulmuştur. Dr. JOHNSON
– Kur’ân’ın Cihanşümûl Hakikati:
Kur’ân, Allah’ın Birliğine İnanmak Hakîkat-i Kübrasını Îlân Eder- Doktor CITY YOUNGEST
– Kur’an’ın Lisânı Nezâhet ve Belagat İtibârıyla Nazîrsizdir;
Kur’an, Bizatihî Muhteşem Bir Mu’cizedir- CORSELE
– Kur’ân Beşeriyete İlâhî Bir Lütuftur.
Kur’ân Muzaffer Cumhuriyetler Meydana Getirmiştir- RODWELL
– Kur’an Bütün Dinî Kitablara Fâiktir- JOCHAİM
– (Sembires Encyclopedia namıyle intişar eden İngilizce muhîtü’l-maarifte, Müslümanlıktan şu sûretle bahsolunmaktadır)Kur’an Âyetleri İslâmiyetin Muhteşem Bünyesinde Altın Bir Kordon Gibi İşlenmiştir-
********
KUR’ANIN YEDİ KÜLLİ VECH-İ İ’CAZI:
1. Lâfzındaki fesahat-i harikası
2. Kur’ân’ın nazmında bir cezalet-i harika var.
3. Kur’ân’ın câmiiyet-i harikulâdesi
4. Derece-i i’cazda belâğat-i Kur’âniye
5. Üslûp ve îcâzındaki câmiiyeti
6. İhbârât-ı gaybiyesi
7. Fezlekesi ve meseleleri özetlemesi..

*Diğer semavi kitaplarda bu özellikler yoktur..Tahrifat çok.
*Kur’an’ın kırk ayrı mucizesi olduğu gibi, her bir ayetinde de bu kırk mucizenin olması doğru ve hak bir manadır.
*Hz. Peygamber (s.a.v.);”Böyle nazil oldu; bu Kur’ân yedi harf üzere inmiş. Size kolay olanını okuyunuz” buyurdu. [324
*Biz Asım kıraatı üzere okumaktayız.Lehçe farklılığı.
“Kıraat-ı seb’a, vücuh-u seb’a ve mu’cizat-ı seb’a ve hakaik-i seb’a ve erkân-ı seb’a üzerine nâzil olan Kur’an… 12. Lem’a dan. Cümlesinin izahı;
Kıraat-ı seb’a; 1- Kureyşi, 2- Huzeyl, 3- Havazin, 4- Kinane, 5- Sakif, 6- Temim, 7- Yemen lehçesiyle Kur’an-ı Kerimin yedi türlü okunma tarzı.
Vücuh-u seb’a; Bu hususta değişik rivayetler var. Bir kaçını numune olarak zikredeceğiz.
A-) 1- Emir, 2- Nehy, 3- Terğib, 4- Terhib, 5- Cedel, 6- Kısas, 7- Emsal,
B-) 1- Emir, 2- Zecr, 3- Helal, 4- Haram, 5- Muhkem, 6- Müteşabih, 7- Emsal,
C-) 1- Terğip-Terhib, 2- Nasih-Mensuh, 3- Mev’iza, 4- Emsal, 5- Muhkem, 6- Müteşabih, 7- Helal-Haram,
D-) 1- Emir, 2- Nehy, 3- Haber, 4- İstihbar (Sual sorma), 5- Nida, 6- Kasem, 7- Emsal,
Mu’cizat-ı seb’a;
1- Lafzın fesahatından selaset-i lisanı. Nazmın cezaletinden, mana belağatından, mefhumların bedaatından, mazmunların beraatından, üslupların garabetinden birden tevellüt eden barika-i beyanı.
2- Kur’an-ül Muciz-ül Beyanın ihbarat-ı gaybiyesi. Buda üç kısımdır;
a- Maziye ait ihbarat-ı gaybiyesi,
b- İstikbale ait ihbarat-ı gaybiyesi,
c- Hakaik-ı İlahiyeye, hakaik-ı kevniyeye ve umur-u uhreviye ye dair ihbarat-ı gaybiyesi,
3- Lafzında, manasında, ahkamda, ilminde ve maksadındaki camiiyet-i harikası.
4- Kur’anın şebabiyeti. Her asrın derece-i fehmine, edebi rütbesine, hem her asırdaki tabakata derece-i istidat ve rütbe-i kabiliyeti nispetinde hitabı.
5- Kur’anın kutub-u salifeye hakemlik yapması. İttifaki noktalarda musaddıkane nakleder, onları tezkiye eder. İhtilafi meselelerde musahhihane onlara faysal olur.
6- Kur’an müessis olmuş dini İslam-a, Şeriat-ı Garra-i Muhammediye (ASM), ne mazi, ne müstakbel İslamiyet’in mislini getirmeye muktedir olamamıştır.
7- Kur’anın zevk-i i’cazı.
Hakaik-ı seb’a; 1- Tevhid, 2- Haşr, 3- Nübüvvet, 4- Kaza-Kader, 5- Ahval-i Alem, 6- Kısas, 7- Tekalif.
Erkan-ı seb’a; 1- Allah’a iman, 2- Meleklere iman, 3- Kitaplara iman, 4- Peygamberlere iman, 5- Ahiret gününe iman, 6- Kadere, hayr ve şerrin Allah’tan geldiğine iman. 7- Beş esasat-ı İslamiye olan Namaz, Oruç, Zekat, Hac ve Kelime-i şahadet. “

*“Kur´ân´ın kırk açıdan mucizeliği
Bediüzzaman Hazretleri Risâle-i Nur’un muhtelif yerlerinde Kur’ân’ın kırk açıdan mucize olduğundan bahsediyor.1 Yirmi Beşinci Sözde ise Kur’ân’ın bu kırk mucizelik yönünü geniş bir perspektifte açıklıyor.

Yirmi Beşinci Sözün Mukaddemesinde Kur’ân’ı üç ayrı açıdan tanımlayan Bediüzzaman Hazretleri, Kur’ân’ın kırk yönlü mucizeliğini Üç Şule içinde muhtelif bölümler halinde maddeleştiriyor. Bu maddelere kısaca temas edelim:

1- Kur’ân’ın söz söyleme sanatındaki mucizeler. Bu mucizeler, Kur’ân inmeye başladığı andan itibaren dost düşman, inanan-inanmayan herkesi hayran bırakmıştır.

2- Kur’ân’ın nazmında (söz dizilişinde) hemen göze çarpan mucizelik. Başka kitaplarda bulunmayan bir çekicilik ve cazibe ile her okuyan bunu görüyor ve tasdik ediyor.2

3- Kur’ân’ın ifade ettiği mânâlardaki mucizelik. Kur’ân, her kendisini okuyana başka kitaplarda bulunmayan yüksek ufuklar gösteriyor.3

4- Kur’ân’ın üslubundaki güzellik, tazelik ve gençlik mucizedir. Her asırda aynı tazeliği gösteriyor.4

5- Kur’ân’ın lafzında akıcılık ve kolay okuma özelliği vardır ve mucizedir.5

6- Kur’ân’ın; hakikatleri olduğundan abartmadan, olduğundan küçük göstermeden, her şeyi tam kıymetine göre, tam olması gereken kadar anlatış biçiminde mucizelik vardır. İnsanları Allah’ın adaletinden korkuturken de, insanları Allah’ın rahmetine teşvik ederken de; insanı överken de, döverken de; Cenneti anlatırken de, Cehennemi anlatırken de zerre kadar abartılara yer vermiyor, tam hakikati ifade ediyor.6

7- Kur’ân; gerek hitap ettiği kesim, gerekse aktardığı hakikatler coğrafyası açısından kapsadığı alandaki genişlik, evrensellik ve eşsizlik itibariyle mucizedir.7

8- Kur’ân; lafzındaki (ifade edişte ve söz söylemedeki) genişlik ve derinlik bakımından mucizedir.

9- Kur’ân; manasındaki genişlik ve derinlik bakımından mucizedir.

10- Kur’ân; bütün ilimleri kapsaması ve bütün ilimlere rehberlik yapmasındaki genişlik ve derinlik bakımından mucizedir.

11- Kur’ân; dünyadan ahirete; insandan, kâinâta ve Yaratıcıya kadar ele aldığı konularındaki genişlik ve derinlik bakımından mucizedir.8

12- Kur’ân; çok büyük hakikatleri çok küçük cümlelerle ve öz olarak anlatma sanatı bakımından mucizedir.

13- Kur’ân; üslubundaki kapsamlılık bakımından mucizedir. Öyle ki, bir tek sûre bütün kainatı kapsayabiliyor. Bir tek âyet bütün bir sûreyi özetleyebiliyor.9

14- Kur’ân; âyetlerindeki kapsamlılık bakımından mucizedir. Daima manevi basamaklarda yükselen tüm kemal sahibi insanlar, cinler ve melekler, her basamakta ve her mertebede Kur’ân’ı kendilerine tam rehber bulurlar.

15- Kur’ân; kâinâtın bütün katman ve mertebelerini, yaratıkların bütün bölüm ve cinslerini, neden yaratıldıklarını, varlıkların var oluş sırlarını ve sair uzun ve zincirleme hakikatleri birer işaretle, birer remizle, birer harfle, birer çekirdek halinde anlatma sanatı bakımından eşsizdir ve mucizedir.10

16- Kur’ân; çok yüksek hakikatleri, çok karmaşık yaratılışları, çok geniş kanunları çok geri ve çok basit akıl mertebelerine anlatma sanatı bakımından eşsizdir ve mucizedir.11

17- Kur’ân; bütün söz söyleme sanatlarını başarıyla kullanmada, bütün insanlara çok geniş ufuk-maksatlar çizmede, Allah’ın harika konuşmalarını ve yüksek kelamını yansıtmada eşsizdir ve mucizedir.12

18- Kur’ân; verdiği doğru gaybî haberler açısından eşsiz ve mucizedir.

19- Kur’ân; tarihin insanoğluna göre en karanlık dönemlerinin yaşanan olaylarını doğru olarak görecek bir gözle okuyup bu güne aktarması açısından eşsiz ve mucizedir.13 Kur’ân, insanlığın geçmişini aydınlatan eşsiz ve mucize bir bilgi kaynağıdır.

20- Kur’ân; insanlığın geleceği ilgili doğru, güvenilir ve tam gerçek haberler vermesi açısından eşsiz ve mucizedir. Kur’ân, insanlığın geleceğini aydınlatan eşsiz ve mucize bir bilgi kaynağıdır.14

21- Kur’ân; Allah’ın bizce bilinmeyen isimlerini bize doğru olarak bildirmesi, kâinâtın bizce keşfolunmayan kanunlarını bize doğru olarak haber vermesi ve âhiretin bizce görünmeyen coğrafyasını bize doğru olarak anlatması bakımından eşsiz ve mucizedir.15

22- Kur’ân; asırlar geçtikçe gençleşmesi ve bütün beşerî olayları genç ve taze bir bakış açısıyla çözümleyen hep taze değerlere sahip olması açısından eşsiz ve mucizedir.16

23- Kur’ân; her asırdaki her cins, her meslek ve meşrepteki insan topluluklarına, sanki diğer asırlara ve diğer mesleklere nazaran sadece o topluma veya o mesleğe yönelik bilgi ve haberlerle tam bir isabet ve istikametle hitap etmesi bakımından eşsiz ve mucizedir.17

24- Kur’ân; yirmi üç senede, değişik olaylar esnasında, muhtelif ihtiyaçlara cevap olarak, değişik nedenlerle âyet âyet indiği halde, âyetleri ve sureleri arasında öyle bir irtibat, bağlılık, devamlılık ve uygunluk var ki, sanki tek bir kitap olarak bir defada nazil olmuştur. Değişik nedenlerle inmiş olmasının, âyetleri arasındaki uyumluluğu bozmamış olması açısından Kur’ân eşsiz ve mucizedir.18

25- Kur’ân; Allah’ın isimlerini her bir âyetin sonunda özetle vermesi ve âyetin konusu ile Allah’ın ismini bütünleştirmesi açısından eşsiz ve mucizedir.19

26- Kur’ân; Allah’ın fiil ve eserlerini insanın nazarına aktarması, sonra bu fiilleri ve eserleri Allah’ın isimlerine bağlayıp, Allah’ın birliği hakikatini ispat etmesi ve bu eşsiz bilgileri mahşer günü ile birleştirerek insan zihnine perçinlemesi açısından eşsiz ve mucizedir.20

27- Kur’ân; insan nazarına Allah’ın sanatının nakışlarını ve dokumalarını sunması, sonra bu sanat nakışlarını kavramanın anahtarı olarak Allah’ın isimlerini gösterip insan aklını düşünmeye davet etmesi açısından eşsiz ve mucizedir.21

28- Kur’ân; Cenâb-ı Hakkın fiillerini ayrıntısıyla anlatması, ardından bu fiilleri bir kanunla ve prensiple özetlemesi bakımından eşsiz ve mucizedir.22

29- Kur’ân; yaratıkları bir tertiple zikretmesi, ardından yaratıkların her işinde bir düzen, bir denge, bir ölçü ve bir nizamın geçerli olduğunu anlatması, bu denge ve düzenin de çekirdeği olarak Allah’ın isimlerini nazara vermesi açısından eşsiz ve mucizedir. Kur’ân nazarında olaylar birer lafız, isimler ise bu lafızların ifade ettiği mânâlardır.23

30- Kur’ân; değişken ve fâni olayları, değişmeyen ve hükmü her şeye geçen isimler ile sabit hakikatler sûretine çevirerek insan aklını doğru belgelerle tefekküre sevk etmesi ve ibret almaya teşvik etmesi açısından eşsiz ve mucizedir.24

31- Kur’ân; Allah’ın hükümlerini, fiillerini ve isimlerinin tecellilerini geniş bir caddeye yayıp sermesi, ardından bir birlik bağı ile ve küllî bir kanun ile konuyu neticelendirerek insan aklına doğru düşünme kapısı açması açısından eşsizdir ve mucizedir.25

32- Kur’ân; eşyanın icadında, varlıkların var kılınmasında sebeplerin hiçbir kabiliyetinin bulunmadığını; herşeyin doğrudan Alîm ve Hakîm olan Cenâb-ı Hak tarafından yaratıldığını ispat eden doğru ve delil niteliğinde bilgiler ihtiva etmesi bakımından eşsiz ve mucizedir.26

33- Kur’ân; Allah’ın âhiretteki harika fiillerini kalbe kabul ettirmek için Allah’ın dünyadaki fiillerini gözler önüne sermesi, gelecekteki ahiretin acaip olaylarını, gördüğümüz bir çok yaratılış olayı ile izah ve ispat eden sağlam ve akla yol gösteren bilgiler içermesi bakımından eşsiz ve mucizedir.27

34- Kur’ân; bazı küçük maksatlardan yola çıkarak zihinleri daha geniş ve büyük hedeflere yönlendirmesi ve o geniş ve büyük hedefleri herşeyi kapsayan kurallar kaynağı hükmünde olan İlâhî İsimlerle tesbit eden aklî ve ikna edici bilgiler içermesi bakımından eşsiz ve mucizedir.28

35- Kur’ân; insanın isyankâr amellerini şiddetli bir tehdit ile hatırlatması, insanı uyarması, hemen ardından insanı ümitsizliğe atmamak için Allah’ın rahmet kapısının açık olduğunu gösteren isimlere işaret ederek insanı tövbeye sevk eden sıhhatli bilgiler ihtiva etmesi bakımından eşsiz ve mucizedir.29

36- Kur’ân; kelâmın dört tabakasında da gösterdiği ulviyet ve kuvvetle eşsiz ve mucizedir. Malûm, bir söz; “1- Kim söylemiş, 2- Kime söylemiş, 3- Ne için söylemiş, 4- Ne makamda söylemiş” gibi dört tabakada değerlendirilir. Kur’ân’ın her bir âyeti bu dört tabaka açısından da mucize değerler ifade ediyor. Bundandır ki, Kur’ân’ın sözü maddî elektrik gibi yöneldiği her maddeye tesir ediyor.30

37- Kur’ân; gaybî haberleri hazır ve herkesin yaşadığı taze olaylarla delillendirip akla sağlam malzemeler vermesi açısından eşsiz ve mucizedir.31 Meselâ, gökyüzünde, yıldızlarda ve yeryüzünde herkesin gözü önünde meydana gelen noksansız, eksisiz ve yeni yaratılışları nazara verir, buradan insanı Allah’ın kudretini kavramaya çağırır; sonra haşre geçer ve haşri ispat eder.32

38- Kur’ân; her bir âyeti ile küfür ve gaflet karanlığını yırtıp dağıtması ve taşıdığı hidayet nuru ile insanın içine nüfuz etmesi bakımından eşsiz ve mucizedir.33

39- Kur’ân; dünyanın ve insanlığın yaratılışı, insanlığın yaşayışı, varlıkların nasıl ve niçin var kılındığı gibi insan aklının ilgilendiği bütün meselelerde insanlığa kazandırdığı bilgi ve hikmet dağarcığı bakımından eşsiz ve mucizedir. Öyle ki, felsefe hangi noktalarda Kur’ân ile ters düşmüşse o noktalarda yanılmıştır. Kur’ân ile ters düşen hep yanılmaya mahkûm olmuştur. Bunu kocaman bir felsefe tarihi ve farklı medeniyet anlayışları gösteriyor. Kur’ân’ın, doğruyu bulmaya hayran olan insan aklının önüne, inkâr edemeyeceği, ispat olunabilen ve doğruluğunda şüphe olmayan hikmetler ve bilgiler koyması mucizedir.34

40- Kur’ân; Tevhidin yüksek mertebelerinden, Allah’ın yüce isimlerine, eşyayı ve varlıkları niçini ve nasılı ile tanımlayıp kavramasından, beşer aklının ulaşamadığı ve rehbersiz bilemediği, fakat bilmeye muhtaç olduğu bütün yüksek hakikatlere kadar, dengelerini bozmadan ve her birisini değeri ve kıymeti ölçüsünde söz konusu ederek bir arada toplaması ve insan aklına yüksek bir bilgi malzemesi ve hikmet hazinesi sunması bakımından eşsiz ve mucizedir.35) ”

KUR’AN-DA MEDENİYET HARİKALARI
*Hz.Âdem-den beridir gerek Cenâb-ı Hakkın kâinata koymuş olduğu ve kudret sıfatının bir neticesi olan varlıklardaki yani kâinattaki âdetullah kanunlarının ve de kelâm sıfatından gelen suhuf ve kitaplardaki ve de son kitap olan Kur’an-ı Kerimdeki esrar yani sır perdelerinin üzerindeki şifreler teker teker aralanmakta ve görenler için zahir olmaktadır.Teknolojideki ve imandaki tüm gelişmeler bunun bir tezahürüdür.
Nitekim mesleklerin ince sırları ve her meslekteki kemale doğru gidiş,onların üzerindeki şifrelerin aralanması demektir.
Mucit ve keşşaflar bu şifreyi bulanlardır.Bir kaç örnek;
*Kâinat başlangıçta bir çekirdek,bir yumurta veya bir tohum gibi bir maddeden,Big Bang yani büyük bir patlama sonucu bir plan,proğram ve çerçeve içerisinde yaratılmıştır.
O zamandan bu zamana kadar da sürekli genişlemektedir.Öyleki 15 milyar yıldır yaratıldığı ve ışık saniyede 300 bin km hızla gittiği halde daha yeni yeni ışığı dünyamıza gelmekte olan yıldızlar keşfedilmektedir.
Kur’anda:”VE İNNA LEMUSİUN”Biz kâinatı genişletmekteyiz.”buyurulur.Ve bir gün bu genişleme balon misal sınırına ulaşacak ve bir kıyameti koparacaktır.
*Sürekli maddenin en küçük parçasının atom olduğu söylenir.Oysa oda bölünmüş,içerisinde nötron-elektron-protonla beraber,bunları birbirinden ayıran zarlarla çevrili olduğu tesbit edilmiştir.
Kur’an-da ise;”VE ESĞARE MİN ZALİKE”-O Allah ki zerreyi yani atomu ve ondan daha küçüğünü yaratandır.-buyurulur.
Bediüzzaman Hazretleri buna esir maddesi der.
*Süleyman Peygamberin Belkısın tahtını getirmesi.
İbni Abbasa göre,göz açıp kapayana kadar getiren kişi;Veziri ve Katibi olan Âsaf b. Berhiya’dır.
Böylece insanların cin ve ifritlere olan üstünlüğü bununla da görülmüş olmaktadır.
*Kur’an-da;”VE ENZELNELHADİDE” –Demiri indirdik-buyuruluyor.Oysa demir yerden çıkıyor.Ancak demiri oluşturan sert madde gökten inmektedir.
*Şifre olan Hurufu mukattaa yani kesik harfler bir çok hakikatları içerisinde saklamaktadır.Bunlar Allah ve Rasulü arasında olan bir şifre olduğu gibi,insanlık içinde bir çok sırları saklamaktadır.
Mesela bir yahudinin –elif-lam-mim-ayetini işitmesi üzerine Peygamber Efendimize;”Ya Muhammed,ümmetinin ömrü az-deyince peygamberimiz;-daha var-buyurarak,Kur’an-da 14 yerdeki kesik harfleri bildirerek,ümmetin ömrünün uzun olacağına işaret edilmiştir.
*Veş şemsu tecri yani –güneş akar-derken,bütün zamanlara hitap etmekte,her asır bundan hissesini almaktadır.
Daha bunlar gibi yüzlerce hakikata ışık tutulmuştur.
MEHMET ÖZÇELİK
21-06-2009




Sözde Süryânî Soykırımının Ayak Sesleri

Sözde Süryânî Soykırımının Ayak Sesleri
Prof. Dr. Mehmet Çelik, Celal Bayar Üni. Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi
2023, Ağustos 2006, Sayı 64
Türkiye, Ermeni soykırımı iddialarıyla, ilk defa ciddi bir şekilde 1970′li yılların başında karşı karşıya geldi. 1970′li yıllara kadar Türkiye, Ermeni diasporasının yazıp çizdiklerini ve bu konudaki faaliyetlerini âdeta görmezden geldi. Kendi kamuoyu konudan haberdar olmadığı gibi, akademik çevreleri de yüzeysel düzeyde dahi sağlıklı bilgi birikimine sahip değildi.
1973 yılında ABD’de, Los Angeles’ta Mıgırdıç Yanıkyan tarafından iki diplomatımız katledilince, konu sıcak bir şekilde önümüze geldi. Son yüzyıllık hafızasını kaybetmiş bir toplum ve o toplumu yöneten siyasal kadrolar, aydınlar, yazarlar-çizerler… bu sıcak gündem karşısında ne yapacağını şaşırmıştı. Olaydan bir gün sonra Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Dışişleri Bakanı’nın ağzıyla bu menfur cinayetleri şiddetle kınadıktan sonra, konu hakkındaki görüşünü şöyle deklare ediyordu: “… Mıgırdıç Yanıkyan’ın da ifâde ettiği gibi, şayet bu tür olaylar olmuşsa, 1914-1915′lerde olmuştur. Yâni Osmanlı Devleti döneminde… Türkiye Cumhuriyeti Devleti ise 1923′te kurulmuş yeni bir devlettir…”
Gerisini yazmama kalemim müsaade etmiyor. Ve o gün, evet o gün, o davayı kaybettik… Hafızasını kaybetmiş siyasal kadrolar, önce tarihlerini reddederek işin içinden sıyrılacaklarını düşündüler… Olmadı. 1975′lerden itibaren “böyle bir şey yaşanmadı” söyleminin peşine takıldılar… Olmadı. 1990′lara doğru “mukatele…” sözcüğü merkeze alındı… Olmadı 2000′lere doğru 1.500.000 rakamı reddedilerek, bunun abartılı olduğu, bu rakamın 270-300 bin civarında olabileceği telaffuz edilmeye başlandı… Arkasından bu cenosit-soykırım tanımına “hukuken” görmez tezi dillere pelesenk edildi…
Sonuç, Türk milleti olarak hiçbir şekilde hak etmediğimiz bir leke, bizim aymazlığımız yüzünden gelip alnımıza yapıştı… 18 ülkenin parlamentosundan geçti… Her yıl Nisan ayında ABD Kongresi’nden geçer mi, geçmez mi endişesiyle hop oturup, hop kalkıyoruz.
Bir cihan imparatorluğunun varisi olduğumuzu âdeta yeni nesillere unutturmaya çalıştık, cami avlusunda bulunmuş bir millet psikolojisi içerisinde son yüzyılı tüketme gayreti içerisine girdik. Türk Devleti’ni temsil eden devlet başkanına suikast düzenleyen Ermeni teröriste methiyeler dizen şiirleri bizim şairlerimiz yazdı ve o şiirleri biz yıllarca ders kitaplarımızda kendi nesillerimize okuttuk. Tarih, bir milletin hafızasıdır. Hafızasını kaybeden insan nasıl dostunu-düşmanını ayırt edemezse, nasıl alacağını-vereceğini bilemezse, nasıl geleceğini plânlayamazsa; hafızasını kaybeden milletler de okyanusta pusulası bozuk gemiye dönerler. Rüzgâr nereden eserse, o yönün aksine savrulur giderler…
Biz, Osmanlı coğrafyası üzerinde yüzyıllarca bizimle beraber yaşamış halkların bir gün yakın tarihle hesaplaşacağını düşünemedik. Bu nedenle, bu hesaplaşmada faturaların olumsuz yönleri hep bizim önümüze kondu. Hiç hak etmediğimiz bir şekilde, sözde soykırım iftiralarıyla karşı karşıya kaldık!
Neyse, bu konuyu fazla uzatmadan sadede gelelim. Biz bu Ermeni iftiralarıyla baş edemezken, yakında iki adet sözde soykırım iddiası daha önümüze konacak: Süryânî ve Yezidi soykırımı!.. Şimdilik bu Yezidi meselesini bir kenara bırakalım ve bu yazının tahammül sınırları içerisinde, önümüze konulacak Süryânî soylarımı iddialarını ana başlıklarıyla ele alalım.
Önce, nereden çıktı bu Süryânî soylarımı sorusuna cevap arayalım: 1970′lerden bu yana Ermeniler, kendilerine uygulanan bu sözde soykırım iddialarında, bazı sorulara cevap vermekte sıkıntıya düşüyorlardı. Bu sıkıntı hâlen de devam etmektedir. Bu soruların başında şu geliyordu: “Türklerle yaklaşık 800 yıl bir arada yaşadınız. Tarihinizin en huzurlu dönemi, en rahat ettiğiniz dönem bu dönemdir. 800 yıl boyunca bir tek Ermeni’nin burnu kanamadı da, ne oldu birden bire 1914-1915′te böyle bir felaketle karşılaştınız?”
Bu sorunun cevabı ana hatlarıyla şöyle verdiler: “Türkler, yüzyılın başında bir imparatorluk kaybettiler. Bu süreçte sâdece toprak ve insan kaybetmediler, beşerî iz’an ve dengelerini de kaybettiler. Biz, onlarla iç içe yaşıyorduk ve Hıristiyan’dık. Bu nedenle millî ve dinî öfkelerini şuursuzca bize yönelttiler ve böylece bu korkunç soykırım gerçekleşti.”
Bu cevap, vicdan sahibi birçok Batılı bilim ve fikir adamına şu soruyu sordurtur: “Tamam, dediklerinizde gerçek payı var. Türkler bir imparatorluk kaybediyorlardı ve bu süreçte her şey kontrolden çıkmıştı. Türkler de bu millî ve dinî öfkelerini siz Hıristiyan olduğunuz için, tabiî olarak, şuursuzca size yöneltmişlerdi. Bütün bunları kabul edelim de, peki şunu nasıl izah ediyorsunuz. Süryânîler de Hristiyan ve sizler hep birarada yaşıyordunuz. Hâlbuki 1914-1915 olaylarında bir tek Süryânî’nin burnu kanamadı. Türklerin bu millî ve dinî öfkeleri, hem de kontrolsüz olan bu öfke, siz sırf Hıristiyan olduğunuz için size yöneldi de, neden Süryânîler’e yönelmedi?”
İşte bütün hâdise, bu soruda gelip düğümlenmektedir. Ermeniler, bu sorudan son derece rahatsız olmaktadırlar. Bu soruyu da bir türlü aşamadılar. Yıllardan beri diaspora Süryânîlerini ikna etmeye çalışıyorlar. Eğer bunu Süryânîler’e söyletebilirlerse, kendilerince çok önemli bir sorunu hâlletmiş olacaklar. Kapıyı aralamışlar ve tünelin ucunda bir ışık huzmesi onları heyecanlandırmaya başlamış durumdadır.
Şimdi konun özüne kısaca işaret edelim:
Süryânî tabiri, bir ırkı değil, bir mezhebi ifâde etmektedir. Hıristiyanlığı ilk kabul eden topluluklardan biridirler. Tarihî kaynaklar, Aramiler’den bir gurubun Hristiyanlığı kabul edince, kendilerini putperest ırkdaşlarından ayırt etmek için “Süryoye” tabirini kullanmaya başladıklarını kaydederler.(1) Tarihte, üç Ekümenik patrikhaneden biri olan Antakya Patrikhanesi’ne bağlıdırlar. Hıristiyanlık tarihinde yetiştirdikleri din adamları, verdikleri eserlerle çok önemli bir rol oynamışlardır. Hıristiyan dünyasının üç Ekümenik patrikhanesinden biri iken, 451 Kadıköy Konsili’nden itibaren Bizans İmparatorluğu’nun Cesaropapizm (tek devlet, tek kanun, tek kilise) politikasının hayata geçirilmeye başlanmasıyla, kaderleri tersine dönmüştür.(2) Devletin ülkede “mezhep birliği”ni sağlama düşüncesiyle Başkent Kilisesi’ne Ekümenik statü vermeye çalışması(3), Doğu Hristiyanlığı ile Başkent Kilisesi arasında çekişmelere sebep olmuş; devlet ülkede dinî birliği sağlamak için birçok tedbirlere başvurmuş, istediği neticeyi elde edemeyince, Doğu Hristiyanlığı’nı yok etmek için katliamlara girişmiştir.(4) Dünya tarihinin en korkunç dinî katliamlarına mâruz kalan Doğu Hıristiyanları (özellikle Süryânîler ve Kiptiler) yok olmakla karşı karşıya gelmişlerdir. Yaklaşık 200 yıl devam eden bu korkunç katliamlardan, İslâm ordularının Suriye ve Anadolu’ya gelmeleriyle kurtulmuşlardır. Şayet İslâm orduları bu coğrafyaya gelmeseydi bugün tarih bir tek Süryânî, Ermeni ve Kıptî’den bahsedemezdi. Keşişler Vadisi, Tur Abdin, Beyt Şems civarı, Asi Nehri, Amik Ovası dile gelse de bu katliamları anlatsa!..(5) Bu nedenle Hz. Ömer Kudüs’e geldiğinde “Foruqo, Foruqo!” sloganlarıyla karşılanmıştır.(6)
Süryânî ve Kıptî kaynakları, bu mezhep katliamlarının trajik anlatımlarıyla doludur. Türklerin Anadolu’ya gelişleri, bu bölge Hıristiyanlarının sevinçlerini daha da arttırmıştır. Kılıç Arslan’ın vefatı dolayısıyla Süryânî Kiliseleri’nde 40 gün yas ilân edilmesi elbet de boşuna değildi.(7) Müslümanlar ve Türkler olmasaydı, Süryânîler de, Ermeniler de bugün sâdece tarihin sayfalarında yer alacaklarını çok iyi biliyorlardı. Bu nedenle XIX. yüzyılın sonlarına kadar hayatta olmalarını, kiliselerinde ibadet edebilmelerini, rahat ve huzur içinde çan sesi dinlemelerini kimlere borçlu olduklarını biliyorlardı.
XIX. yüzyılın sonlarında Batılı emperyalistlerin oyunlarına gelen Ermeniler, yüzyılların huzurunu maceraya tercih ettiler. Bu macera kimseye huzur getirmedi, Millet-i Sâdıka, bir avuç maceraperestin peşine takıldı, kan ve gözyaşı ile bir dönemin yazılmasına sebep oldu.(8) Ermenilerle aynı bölgelerde iç içe yaşayan Süryânîler ise bu oyuna gelmediler. Varlıklarını borçlu oldukları ve yüzyıllardır huzur içinde bir arada yaşadıkları Türklere ihanet etmediler. I.Dünya Savaşı’nın ateş çemberine dönüştürdüğü coğrafyada, savaşın getirdiği sıkıntıları sineye çektiler ve sabırla beklediler. Ne Rusların, ne Fransızların, ne de İngilizlerin hayali tekliflerine iltifat ettiler. Millî Mücadele başladığında ise, Misak-ı Millî’nin artık son sınırlarımız olduğunun idraki içerisindeydiler. Bu nedenle tarihî bir karar vermek zorundaydılar: Türklerle beraber devam mı, yoksa yeni bir dünya mı?
Tarih ve vefa ağır bastı. Süryânî Patriği İlyas Şakir, Millî Mücadele’nin önderi Mustafa Kemal Paşa’yı Ankara Garı’nda karşılayan bir avuç Ankaralı’nın arasında yer aldı.(9) Millî Mücadele boyunca Süryânîler bu tavırlarını bozmadılar. Zafer’e ulaştıktan sonra Lozan’da azınlıklar konusu ve hakları görüşülürken, Türkiye’deki dinî azınlıklar Lozan’a temsilci gönderirken, Süryânîler temsilci göndermediler. Bu ülkenin birinci sınıf vatandaşı olduklarını ve kendilerini azınlık kabul etmediklerini bütün dünyaya duyurdular.(10)
Bu duygularla II.Dünya Savaşı da atlatıldı. 1950′lere girince dünya değişmeye başlamıştı, Türkiye de değişiyordu. Çok partili hayata geçince, her sahada bir canlılık başlamıştı. İstanbul yine bir cazibe merkezi idi. Türkiye’nin her tarafından göç alıyordu İstanbul… Süryânîler de bu kervana katılmışlardı. Bu göç tamamen ekonomik nedenlerle, çocuklarına daha iyi bir gelecek hazırlama düşüncesiyle yapılıyordu. Tıpkı 1860′da çoraklık ve çekirge afeti sonucu Suriye bölgesine, 1896 yılında Ortadoğu’nun çeşitli bölgelerine, 1900′lü yılların başında ABD ve Atlantik ötesine yapılan göçler gibi…
1960′lı yıllara girince bu sefer Avrupa kapıları açılıyordu. 1963′te imzalanan Alman-Türk işçi antlaşması gereği, Süryânîler de Avrupa’nın çeşitli ülkelerine işçi olarak gittiler. 1970′lerin başında Türkiye’den Avrupa’ya giden Süryânî nüfus 7.000 rakamına ulaşmıştı.(11) 1973 yılında bu işçi antlaşması yürürlükten kaldırılınca, Avrupa ülkelerine gitmek isteyenler sıkıntıya düştüler. Avrupa’nın iş imkânları ve cazip parası, işsiz-güçsüz kesimleri yeni arayışlara soktu. T.C. vatandaşı Müslümanlar kaçak yollara başvururken, Süryânîler ve Yezidiler, gayrimüslim oldukları için Türkiye’de dinî baskıya mâruz kaldıklarını iddia ederek, iltica talebinde bulundular. Bu iltica taleplerinin sorgulanmadan kabul edilmesi, Süryânîlerin 1963-1973 yılları arasında işçi olarak gidişlerinden hem daha kolay, hem de daha avantajlıydı. Artık her Süryânî ve Yezidi’nin bir hikâyesi vardı: Dinî baskı yüzünden anavatanını boynu bükük ve mahzun şekilde terk ediş hikâyesi…(12)
1977 yılına gelindiğinde Orta Avrupa’da nüfusları (Almanya 8.000, Hollanda 800, Avusturya 800, İsviçre 600, Fransa 600, Belçika 100, Yunanistan 100) 10.900′e, İskandinav ülkelerinde (İsveç 10.000, Norveç-Danimarka-Finlandiya 500, İngiltere 250 civarı) 10.750′ye ulaşmıştı. Toplam 20.000′i bulan bu nüfusu başıboş bırakmak olmazdı. Nitekim 18.10.1977 tarihinde Patrik Mor Iğnatius Yakup III., Şam’da bir sinod topladı. Bu toplantıda Avrupa’da iki Abraşiye (metropolitlik) kuruldu: Merkezi Hollanda olan Orta Avrupa Abraşiyesi, merkezi İsveç olan İskandinav ülkeleri Abraşiyesi. 24.06.1979 tarihinde T.C. vatandaşı olan, Midyat doğumlu İsa Çiçek Avrupa Metropoliti olarak takdis edildi.(13)
İsa Çiçek, çeşitli Avrupa ülkelerinde dağınık vaziyette yaşayan Süryânîleri organize etti. 1978 yılında Hollanda’da bir matbaa kurdu ve Qolo Süryoye-Süryânîlerin Sesi ismiyle 5 dilde yayınlanan bir dergi çıkarmaya başladı. Bu dergide bazı yabancı gazeteciler, akademisyenler ve siyasetçiler de yazmaya başladılar. Özellikle yabancıların yazdıkları yazılarda, yeni Süryânî nesillerine siyasal bilinç aşılanmaya başlandı. Zaman zaman mahalli idarecilerden kaynaklanan yanlış tutum ve icraatları, Türkiye Cumhuriyeti’nin Süryânîlere karşı bilinçli politikaları olarak öne çıkarılmaya başlandı.(14) 1870′li yıllardan itibaren Doğu Anadolu’da cereyan eden olumsuz olaylar (Bedirhan Bey’in Nasturi isyanlarını bastırması, 1914-1915 Nasturi ayaklanmaları v.s.), Süryânîlerle ilişkilendirilmeye başlandı. Bu ilişkilendirilme, bir ülkü birliği düşüncesi oluşturdu. Özellikle Avrupa’da doğup büyüyen Süryânî gençler, duygusal plânda bu anlatımlardan fazlasıyla etkilenmeye başladılar.
1985′lerden itibaren Süryânîlerin arasında bir de etnik köken tartışması başladı. Bir kısmı kendilerini Nasturilerle birleştirerek Asur ırkından geldiklerini ileri sürerken, büyük çoğunluk Aramî ırkından geldikleri hususunda geleneksel çizgilerini korudular.(15)
İşte, kendilerinin Asurî ırkından geldiklerini iddia eden bu küçük gurup, son yıllarda 1914-1915 yılında soykırıma mâruz kaldıklarını iddia etmeye başladılar. Ellerinde hiçbir yazılı kanıt olmamasına rağmen, kaynağı belli dahi olmayan hayali sözlü rivayetlerle bu soykırım iddialarını gündeme taşımaya başladılar.
Avrupa’daki Süryânîler arasında bu iddiaları gündeme getirenler, sayı olarak az da olsalar, cemaatin büyük çoğunluğu buna itibar etmese de, yeni yetişen gençlerin duygu dünyalarına etki etmektedirler. Diaspora Ermenileri de bu gurubu hararetle desteklemektedir. Burada konuya ışık tutması için, tekrar 1914-1915 yıllarına kısa bir dönüş yapmakta fayda mülâhaza ediyorum. 1914-1915 yıllarında yaşanan kargaşada Ermenilerin bir kısmı, can ve mal güvenliği açısından Süryânîlerin arasına karıştılar. Yüzyıllarıdır bir arada yaşayan Süryânîlerle Müslüman halk 1914-1915 olayları sırasında da bu dostluklarını devam ettirdiler. Ermenilerle Süryânîler aynı mezhebe mensupturlar. O nedenle birbirlerinin kiliselerinde ibadet edebilir, çocuklarını birbirlerinin kiliselerinde vaftiz ettirebilir, nikâh ve cenaze törenlerini birbirlerinin mabetlerinde icra edebilirler. O kargaşa sırasında birçok Ermeni Süryânîlerin arasına karışarak izlerini kaybettirdi. İşin doğrusu Süryânîler de bu dindaş ve mezhebdaşlarını korudular ve onlara sahip çıktılar. İşte bugün Avrupa’da kendilerini Asurî olarak tanımlayan ve Süryânîlere de soykırım uygulandı diyen gurubun içinde önemli sayıda bu Ermeni kökenli Süryânîlerin olduğu kuvvetli bir ihtimaldir.
Konuyu çok kısa ve net şekilde ifâde edecek olursak, durum şudur: Bu soykırım hikâyesi, Avrupa’da doğan ve büyüyen gençliğe heyecan vermekte; dinsel ve siyasal bilinç aşılamaktadır. Bu nedenle Asurî gurubun bu iddialarından etkilenmektedirler. Sesi çok çıkan bu azınlık gurup, bu iddialara karşı çıkanları hainlik ve Türkiye ile işbirliği yapan işbirlikçiler olarak suçlamaktadır. Bu nedenle, bu sessiz çoğunluk sükût etmeyi cemaat arasındaki konumları açısından daha uygun görmektedir. Nitekim bunun en bariz örneği 27-29 Mayıs 2005 tarihinde İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde düzenlenen Süryânî Sempozyumu’dur. İstanbul’da 15.000 civarında Süryânî yaşadığı hâlde, cemaatten bir tek kişi bu sempozyuma katılmadığı gibi, bir tek telgraf ve çiçek de göndermediler. İsveç’ten gelen bir avuç Süryânî, bir iki Avrupalı ve bir iki HADEP üyesi siyasî… Salonun en kalabalık olduğu dönemde sayı 42 idi. Bunların 26 tanesi zaten bildiri sahibi katılımcı idi. Bu sempozyumun II. oturumunda bu soykırım iddiası ortaya atıldı. Benim çeşitli sorularla müdahalem, bu iddiayı seslendiren Asurîlerin canını sıkarken, sinirli tepkiler Avrupalı dostlardan geldi.
Burada, bu fotoğrafın bir de şu noktasına dikkat çekmek istiyorum: Kendilerine Asurî diyen ve bu soykırım iddialarını bayrak yapan bu arkadaşların hepsi, İsveç’te önemli bir kartvizite sahip: Kimi milletvekili, kimi belediye başkan yardımcısı, kimi sendika başkanı, kimi iktidar veya muhalefet partilerinin en üst kurullarında görevli, diğerleri de mutlaka bir bakanlık veya kurumda üst düzey danışman… Fakat hepsinin ortak özelliği ciddî bir tahsile sahip bulunmamaları ve herhangi bir dalda uzman olmamaları… Garabetin garabeti bu noktada odaklanıyor… İsveç, bu arkadaşların hangi özelliğinden yararlanıyor ki, böyle önemli görev ve makamlara getiriyor ve hangi hizmetin karşılığında dolgun maaşlar ödüyor, anlamış değilim.
Kendilerine Asurî diyen, bir soykırım masalını kendilerine bayrak yapan ve bunda önemli bir rant sağlayan bu sesi çok çıkan azınlığa karşı, daha da önemlisi ikinci bir soykırım iftirasıyla uluslararası platformlarda karşılaşmak istemeyen bir Türkiye ne yapmalıdır? Bu konudaki öneri ve tekliflerimizin şimdilik bir kısmını kısa başlıklarla ifâde edelim:
1) Türkiye Süryânîleri, Selçuklu ve Osmanlı döneminde olduğu gibi, devlete sâdık, Türk milleti ile kader birliği etmiş, Milli Mücadele’de Türklerle omuz omuza saf tutmuş, Lozan’da kendilerine sunulan azınlık haklarını ellerinin tersiyle itmiş, Türkiye Cumhuriyeti’nin birinci sınıf vatandaşlarıdır. Bu çizgiyi devletin en tepesindeki insanla, sokaktaki sıradan insan hiç unutmamalıdır. Süryânîler konusundaki hareket noktası, hep bu çizgi göz önünde bulundurularak tespit edilmelidir.
2) Süryânîler de, Bizans Devleti’nin ülkede din ve mezhep birliğini sağlamak için kendilerine karşı giriştiği ve 200 yıl süren sistematik kitle katliamlarından, önce Müslüman Araplar, sonra da Selçuklular sayesinde kurtulduklarını ve bugün yeryüzünde varlıklarını sürdürebiliyorlarsa, kiliselerinde rahatça ibadet edebiliyorlarsa bunu kime borçlu olduklarını hiçbir zaman hatırlarından çıkarmamaları ve yeni yetişen nesillerine de bu bilinci aşılamaları bir vefa borcu olarak yerine getirilmelidir.
3) Türkiye’de yaşayan gayrimüslim vatandaşlarımızın (Rum, Ermeni, Yahudi) sahip oldukları demokratik hakların tamamı, eksiksiz olarak Süryânîler için de geçerlidir. Bu konuda zaman zaman yerel yöneticilerin işgüzarlıklarından kaynaklanan, zaman zaman da bazı basın-yayın organlarının yalan-yanlış haberlerine kapılıp, iyi tetkik etmeden resmî yaptırımlara tevessül edilmesinden vazgeçilmelidir.
4) Yine yerel yöneticilerin bilgisizlikten kaynaklanan önyargıları neticesinde, ibadet ve eğitim konusunda Süryânî cemaatine karşı bazı zorluklar çıkardıkları zaman zaman müşahede edilmektedir. Bu yerel yöneticiler, bu konularda bilgilendirilmeli ve bu konudaki sıkıntılar giderilmelidir.
5) Son yıllarda ülkemizde bazı genç ve heyecanlı akademisyenler, taşeron bir ülkenin de yönlendirme ve maddî desteğiyle Süryânîler üzerinde bazı çalışmalar yapmaya ve sempozyumlar düzenlemeye başlamışlardır. Bu çalışmaların bilimsel bir kıymeti yoktur. Bir kısmı intihal, geri kalanları da laf salatasıdır. Konu ile ilgili birikimleri olmayan bu genç, aynı zamanda iyi niyetli ve vatansever olan arkadaşlar, ileride bu çalışmaların hangi siyasal projelere temel teşkil edeceklerini düşünememektedirler. O sempozyumlarda yiyip-içmek, gülüp-eğlenmek ve tabiî ahkâm kesip, bazı Süryânî dostlardan da alkış almak, nefislere ve ruhlara haz vermektedir. Bu bildirilerde öyle bir hava verilmektedir ki, sanki Süryânîler olmasaydı, dünyada ne bilim olurdu, ne kültür olurdu… İnsanlık bütün her şeyini bunlara borçluymuş… Hele de İslâm dünyası… Bu tür hamasiyat yüklü, alelacele, şuradan buradan intihalle aşırılarak hazırlanmış bu bildiri, makale ve kitapçıklar; yeni yetişen Süryânî gençlere bu Asurî gurup tarafından okutulmakta ve “işte Türkler bu yüksek kültürün sahipleri olan Süryânîleri katlederek yok ettiler” şeklinde propaganda malzemesi yapılmaktadır. Bu konuda özellikle YÖK bilimsel açıdan ciddî tedbirler almalıdır. Üniversiteler ve mahalli idareler de bir faaliyet yapayım da, ne olursa olsun anlayışından vazgeçmelidirler.
6) Başta İsveç ve Almanya olmak üzere Avrupa’da yaşayan bazısı din adamı kimliği taşıyan ve bu soykırım iddiasını kendilerine bayrak yapıp, rant sağlayan diasporadaki Ermeni örgütleri ve PKK ile de dirsek temasları olan ve hâlâ da T.C. pasaportu taşıyan kişiler hakkında yasal işlemler yapılmalı, Türkiye’deki cemaatin önderleri uyarılmalı ve T.C. kimliği taşıyan metropolit unvanlı din adamlarından, bu papazlar hakkında dini işlem yapılması istenmelidir.
7) Süryânîler, bütün dünyada son derece ciddî biçimde örgütlenmişlerdir. Bugün için Hollanda, Almanya, Kanada, Avustralya, Arjantin, Brezilya’da birer; İsveç ve ABD’de ikişer Abraşiye’ye sahiptirler. Bu 10 Abraşiye 9 metropolit tarafından yönetilmektedir. Almanya’da 49, İsveç’te 28, ABD’de 27, Hollanda’da 8, Kanada’da 6, Avustralya’da 5, İsviçre’de 5, Belçika’da 4, Brezilya’da 3, Avusturya’da 2, Fransa’da 1 ve İngiltere’de 1 olmak üzere 143 kiliseye sahiptirler. Yaklaşık olarak Almanya’da 70.000, İsveç’te 55.000, ABD’de 40.000, Hollanda’da 15.000, Arjantin’de 6.000, Avustralya’da 4.000, İsviçre’de 6.000, Belçika’da 6.000, Brezilya’da 4.000, Avusturya’da 3.000, İngiltere’de 800 olmak üzere 210.000 nüfusa sahiptirler. Yine Süryânîlere âit İsveç süper liginde oynayan bir futbol takımları vardır.
Kısaca şuna dikkat çekmek istiyorum: Bu dünyanın her tarafına dağılmış ve ciddî şekilde örgütlenmiş yapıyı kontrol etmek zorundasınız. Tarih boyunca kader birliği yaptığımız ve birbirimizi hiç incitmediğimiz bu insanlar, yakın zamanda yumuşak karnımızın bir parçası hâline getirilebilirler. Ermeniler ve PKK bu konuda yıllardan beri ciddî bir çalışma içerisindedirler ve küçük bir gurubun dışında Süryanilerden gereken ilgiyi görememişlerdir.
Peki, “bu dünyanın dört bir tarafına dağılmış ve örgütlenmiş bu yapıyı nasıl kontrol edebiliriz, bu mümkün müdür” denilirse, “evet mümkündür” deriz. Bunu, şimdilik mahfuz tutmakta fayda vardır kanaatindeyim.
Sonuç
Ermeniler hususunda düştüğümüz hataya, Süryânîler hususunda düşmeyelim. Aynı hatayı yaparsak, dünya kamuoyundaki yaramız bu sefer katmerleşir. Hiç hak etmediğimiz bir lekeyi alnımıza sürmüş oluruz. Gerekli önlemleri alır ve akıllıca hareket edilirse, Ermenilerin sözde soykırım iddiaları da ciddî şekilde tartışmaya açılır ve Türkiye bundan kârlı çıkar.
Süryânî meselesinin de bazı heyecanlı Süryânî gençlerinin nostaljik duygularından kaynaklandığını ve bir zaman sonra sönüp gideceğini düşünmek, çok büyük bir hata olacaktır. Bu, Ermeni meselesi gibi, PKK meselesi gibi siyasal bir projedir. Bu projenin sahibi emperyal bir güç, taşeronu da Avrupalı küçük bir ülkedir. Hâdiseye hep bu açıdan bakılmalı ve önlemler ona göre planlanmalıdır.
Dipnotlar
1) Mehmet Çelik; Süryânî Kilisesi Tarihi I, İstanbul, 1987, s.l v.d.
2) Mehmet Çelik; Siyasal Sistem Açısından Bizans İmparatorluğu’nda Din-Devlet İlişkileri I, İzmir, 1999, s.29 v.d.
3) Mehmet Çelik; Fener Patrikhanesi’nin Ökümeniklik İddiasının Tarihi Seyri (325-1453), İzmir, 2000, s.31 v.d.
4) Mehmet Çelik; Bizans Devleti’nin Antakya ve Yöresinde Giriştiği Kitle Katliamları (IV-VII. Yüzyıllar), Antakya, 1994, s.6 v.d.
5) Bu konuda geniş bilgi için Mehmet Çelik’in şu makalelerine bkz.: “Fener Patrikhanesi’nin Ökümeniklik İddiası Tarihî Gerçeklere ve Kutsal Kilise Kanunlarına Aykırıdır”, III.Hatay Tarih ve Folklor Sempozyumu, Antakya, 1994., “Fener Patrikhanesi’nin Batı Destekli Ökümeniklik İddialarının Siyasal Açıdan Türkiye İçin Doğurduğu Tehlikeler”, Beşinci Askerî Tarih Semineri-İstanbul, 1995, Ankara, 1996, “Süryânî Kaynaklarına Göre İmparator Marcian’ın İskenderiye Kütüphanesini Yaktırması”, Elazığ, 1995. “Roma-Bizans Döneminde Dinî Katliamlara Karşı Bir Korunma Mekanizması Olarak Kapadokya’daki Yeraltı Şehirleri”, Manisa, 2000.
6) Mehmet Çelik; Ortadoğu Mozaiği: Süryânîler-Nasturiler, F.Ü. Yay., Elazığ, 1996, s.36.
7) Mehmet Çelik; Ortadoğu Mozaiği…, s.37.
8) Bkz.: Mehmet Çelik; “Maceranın Huzura Tercihi ve Bir Milletin Dramı” Askerî Tarih Bülteni, Ankara, 1994, s.l03v.d.
9) Mehmet Çelik; Ortadoğu Mozaiği…, s.37.
10) Mehmet Çelik; Ortadoğu Mozaiği…, s.38.
11) Kolo Suryoyo; S.132, Hollanda, 1999, s.59.
12) Bu göçlerin tamamen ekonomik nedenlerle olduğunu, Türkiye’de herhangi bir dinî baskı olmadığını, bu iddiaların gerçeği yansıtmadığını defalarca, İstanbul Metropoliti değerli dostum Sayın Mor Filiksinos Yusuf ÇETİN Bey’le başta İsveç ve Almanya Başkonsoloslukları olmak üzere, yıllarca gezip anlattık.
13) Kolo Suryoyo; S.l, Hollanda, 1978, s.l. – K.Suryoyo; S.123, Hollanda-1999, s.57.
14) Örnek olarak Millî Eğitim Bakanı’nın imzasını taşıyan 01.03.1978 tarihli, İçişleri Bakanı’nın imzasını taşıyan 02.02.1979 yazılar gösterilebilir.
15) Bkz.: Mehmet Çelik; “Süryânîlerin Etnik ve Dinsel Kimlikleri, Avrupa Birliği”, Türkiye ve Süryânî Göçü Sempozyumu, Bilgi Üniversitesi, 25-27 Mayıs 2005.




SAĞ DUYUSUZ,SOL ZİHNİYET

SAĞ DUYUSUZ,SOL ZİHNİYET

Türkiyeyi bir asırdan fazladır kısır bırakan düşünce,sol düşüncedir.Sol düşüncenin yapısında mutlak hürriyet,mutlak serbestilik,mutlak yaşayışla beraber,kendisi gibi olmayanları tamamen hayattan silme zihniyet ve uygulaması mevcuttur.
Dünyadaki sol zihniyeti değerlendirmekte bir derece esnek davranılabilir ancak Türkiye’deki sol zihniyet kimliğini yitirmiş,kendini,değerlerini,tarihini unutmakla kalmayıp ona düşman olan bir sol zihniyet.
Manevi değerleri kaldırmakla kalmayıp,yok olması,dünyadan çıkarılması için her türlü cehalet ve zulmü reva gören bir zihniyettir.
Maneviyattan mahrum olan sol zihniyet,maddiyatı da başarmış değildir.Şu zamanın sadece teknolojisinde bile fersah fersah geride kalan zihniyet,sol zihniyettir.
Sol zihniyet sağ duyudan yoksun,solu duyusuz ve duygusuz olarak kullanan bir zihniyettir.
Türkiye’deki sol zihniyet azınlığın peşinden gidip,azınlık gibi düşünerek hareket eden bir zihniyettir.Yani sol zihniyetin yüzde onu yüzde doksanını şekillendirmekte ve istediği gibi yönlendirmektedir.
Türkiye’de sol zihniyetin başarılı değil,başarıyı engelleyici bir gücü vardır.Bu da onun başarısından olmayıp,hırçınlığından,yapıcılığından ziyade yıkıcılığından kaynaklanmaktadır.
Şu gerçek ortaya çıkmıştır ki;bir asırdan fazla süre içerisinde ortaya çıkan her alandaki tüm olumsuzlukların temelini oluşturan Ergenekon terör örgütü,aslında bir sol örgüttür.
Desteğini ordudan alarak,ihtilallere ağabeylik yapmakta ve her yere kol atmış olmaktadır.
Ordu istifrağ etti.Bediüzzaman’ın dediği gibi;orduda bir ruh var,o benimle beraberdir,der.Yani bin yıllık islamın bayraktarlığını yapan ordu,dünyaya adaleti götüren ordu bu ordudur.
Ve diğer bir sözünde;Ordu bilerek baltayı ayağına vurmaz.
Ordu bunu gösterdi.İçerisinde darbeye zemin hazırlayan,terörü besleyen,menfi insanları destekleyenleri ordu dışarısına atmış,adeta içini kusarak temizlemiş veya en azından o alanda bir adım atmıştır.
Askeriye kendisini sorgulamalı,kim memnun?Halkla iletişimi ne oranda, bir yanlışın olup olmadığı araştırılmalıdır.

*Bir asırdan fazladır –şeriat geliyor-diyerek ancak hala bir türlü gelmeyen tehdit,korkularla,alçakcasına millet rencide edildi,değerlerine bu bahane ile her türlü tazyik ve hakaretlerde bulunuldu.
31 mart vakasıyla irtica var,geriye gidiliyor denildiği halde,kendilerinin geriye götürme çabaları dışında,hep ileriye gidildi,engellemelere ve geciktirmelerine rağmen bir türlü geriye gidilmedi.
1970-lerde sol kargaşa ve anarşi ile ülkücüleri de tahrik ederek çok kan akıttı.
1980-lerden sonra ise bu insanlar piyasada görünmez oldu.Herhalde yerin dibine girmediler.
Bir kısmı sefahet ve rezalete,bir kısmı bunun hayal olduğunu düşünüp, kendi kendine gülerek yaptıklarından vaz geçti,bir kısmı zengin oldu,makam elde ettiler,beyin tabası ise medya,ordu,hukuka el atarak,mafya,pkk gibi her türlü kirli işlere Ergenekon çatısı altında sürekli kaos ve darbelere zemin hazırlama yolunu sürdürdüler ve hala da sürdürmektedirler.

*Anayasa mahkemesinin bugünkü AKP-nin kapatılmaması yönündeki 6 kişinin kapatılması,4 kişinin hazine yardımını almaması ve Başkan Haşim Kılıç-ın da reddi yönünde aldığı karar saygı duyulacak bir karar değildir.
Çünkü her şeyden önce onlar kendilerine saygı duyupta anlaşamamışlardır ki,bizlerden saygı beklemeye hakları olsun.Onlar kendi içlerinde uzlaşamayıp,ortak karar verememişler ve en önemlisi milletin beklentisi –en azından çoğunluğun-yönünde bir karar vermediklerinden saygı duyulacak bir karar değildir.
Bu karar mahkemenin kendi kendisini ipe ve uçurumun kenarına götürüp bir oyla kendi ipini son anda istemeseler de ancak milletin sağ duyusu,iyi niyeti ile son andaki bir dönüştür.
Günler öncesinden bir çok haberler ve senaryolar hep kapatılması yönünde alınacak kararlar yönünde idi.Aslında öyle gibi de oldu.Bir oyla 70 milyon harcanmaktan son anda kurtuldu.
70 milyonun kaderi bir kişinin insafına bırakılmış oldu.Nasıl bir adaletse!!!
Bu aşamada en güzel yapılması gereken ise;AKP-nin vakit geçirmeden anayasa,mahkemesi ve anayasanın büyük çaplı değiştirilmesi yönünde hızla atacağı adımlardır.Çoktan yapılması gereken reformlar geciktirildi.
Türkiye yönetimi sol zihniyetten kurtarılmalı,sağ düşünce ve sağ duyu hakim olmalıdır.
Bu millet dünya ile aynı yerde yaşamalı,yaşamayı öğrenmelidir.Mevlana gibi herkesi kucaklamalıdır.
Tahakkümle değil,olumlu yaklaşımlarla meseleler çözülmelidir.
Sol zihniyet ise çağın gerisinde kalıp,toplumu da çağların gerisine götürmektedir.
Türkiyedeki solu batı kabul etmemiş,Sosyalist enternasyoneller toplantılarına Ergenekonun avukatı olduğunu söyleyen Deniz Baykalı çağırmamışlardır.sebeb olarak,kendi sol standartlarına uymamalarıdır.
Batıdaki sol zihniyet maneviyatı yaşamasa da saygı duyan bir düşüncedir. Türkiye’deki sol zihniyet ise;saygı bir yana hayat hakkı bile tanımamaktadır.
Avrupa medeniyeti materyalist bir medeniyet üzerine kurulup,menfaatı esas alır.
“Prof. Joad şöyle diyor: Asırlardan beri Avrupa’nın zihnine hakim olan düşünce servet yığma arzusudur. Servetin çokluğu insanlığın şeref ölçüsüdür. Mal mülk edinmede ileri gitmiş milletlerin, ancak medeni millet olabileceği telkin ediliyordu. Onlara göre insanı harekete geçiren motif ruhi duygu ve arzular değil, bizzat servet toplama hırsıdır.”

Yeni nesil sol zihniyetteki kısırlığı görmekte,iltifat etmemektedir.Çünkü geride bırakacağı olumlu bir adım yoktur.
Yıllarca devrim,ihtilal,kargaşa,anarşi,kavga,fakirlik edebiyatları yapıp,olumlu bir adım atılmadı.
Sol zihniyetten geride kalan kan ve kavgadır.Silinmez bir lekedir.
*Varlığından şu güzel ülkeyi kurtarsak da
Adımından kalan izler, lekedir toprakta. (A.Nihat Asya)

Cemil Meriç kendisi için isnad edilen sol ifadesini mütefekkirlikle bağdaştıramayıp şiddetle reddetmiş ve şöyle demiştir:”Ben hiçbir zaman sosyalist olmadım.Bilhassa materyalist hiç olmadım.Kimim ben?Hayatını Türk irfanına adayan münzevi ve mütecessis bir fikir işçisi.”

Türkiyedeki açılım ve gelişmeler sol dönemde değil,sağ duyunun hakim olduğu üç dönemde gerçekleşmiştir;Adnan Menderes,Turgut özal,Tayyib Erdoğan.
Sol dönemler toplumun içine ve dışarıya kapalı olduğu dönemlerdir.
Vicdanlı olanlar yapılanlara baktığında rahat karar verebilir.5 sene önceyle şimdikinin mukayesesini yaptığımızda bunu çok net görebiliriz.

Sol zihniyet despot ve kapalı bir zihniyettir.

*Eğer bir solcu sağ düşüncenin özelliklerini söylüyor veya savunuyorsa; ’eğer solculuk bu ise bende solcuyum’ demek,onun kendisi gibi değil de, kendisinin onun gibi olmasını düşünmek demektir.Neden onun değersiz konumdaki tanımına kendimi konumlandırayım. Veya bazı İslami fikir akımlarında Ali şeriati veya Mısır’da Hasan Hanefi’nin savunduğu İslami Sol (el-Yesaru’l-İslami) veya bizde İsmet Özel’in İslami bir kesim tarafından öne çıkarılmasına karşı bu kişinin sonunda kendisinin sosyalist olduğunu söylemesi; neyi savunmak veya neyi kabullenmek olduğunu düşünmek gerekmez mi?
Değerler değersizlerin elinde de olsa değerlidir.Ancak o değere sahib olmak için değersizin yanında yer almak ne kadar değerlilik olur?
Bir solcunun hatta direkmen ateist olduğunu söyleyen bir insanın adaletteki eşitliği savunmasını bende savunurum.Ve bu alanda oy kullanılacaksa aynı oya bende mührümü basarım.Ancak ateistlik eğer böyle adalette eşitlik ise,bende ateistim demek,elbette mantıklı bir yaklaşım olmayacaktır.
Her menfi insanın her menfi hareketinin menfi olması gerekmez.Ancak bu durum onu o menfilikten veya ateistlik,solculuk ve sosyalistlikten de kurtarmaz.
Nitekim her müsbet insanın her hareketinin de müsbet olmasa gerekmez. Müslüman olan bir insanın Müslüman gibi yaşamaması,beni o dinden çıkartmaz ve çıkmamı gerektirmez.
Benim dinimin savunduğunu bir hristiyanın savunması beni o dine girmeye mecbur etmez,o sıfatı ve o sıfat sahibini benimsememe sebeb olur. Müslümanın ise o kötü sıfatını tenkid ederim.
Müslümanlık başlı başına bir kimliktir.Başka kimliklerde kimlik aramaya gerek yoktur, ihtiyaçta yoktur.
İslamiyet bir değerler bütünüdür.Ancak içinde münafık gibi her kesimde bulunabilir.İslamiyet mutlaka bir gün hazmetmediği ve de kendilerinin islamiyeti hazmetmediği kimseleri istifrağ ile dışarı atacaktır.
Bu durumda ben kendimi dışarıda addetmektense,uymayanlar dışarı çıksınlar.
İslamiyet istikamet ve vasattır.
Bizdeki solculuk ve laiklik global bir laikliktir.Bu da;
Thomas Michel “Globalizasyon, Allah’ın dünyevi işlerde rol oynamayacağı fikrinden ortaya çıkıyor.”
Buda toplumda kavgayı oluşturan temel öğedir.

Bir solcu şundan ibret almalıdır:
*” Ömrünün elli yılını komünist ideoloji yolunda harcayarak bu davasında şöhreti yurt dışına taşmış bir insan olan Salih Gökkaya, daha sonra İslam’la müşerref olarak Hakk’a rücu etmiştir.
Komünizm fırtınalarının bütün dünyayı kasıp kavurduğu bu günlerin birinde Salih Gökkaya
“Türkiye Komünist Talebe Teşkilatı Başkanı” sıfatıyla Yugoslavya Devlet Başkanı Mareşal Tito’nun şeref misafiri olarak Belgrad’a gitmişti.Ömrünün son günlerini geçirmekte olan Tito’yu ziyaret ettiklerinde,hayatını komünizme adayan bu ihtiyar lider, büyük bir pişmanlık içinde şunları söylemişti:
“Yoldaş, ben ölüyorum artık… Ölümün ne derece korkunç birşey olduğunu size anlatamam. Anlatsam bile sıhhatli ve genç olan sizler, bu yaşta bunu anlayamazsınz. Düşünün, ölmek, yok olmak… Toprağa karışmak
ve dönmemek üzere gidiş… İste bu çıldırtıyor beni… Dostlarımızdan, sevdiklerimizden, ünvan ve makamlardan ayrılmak…
Dünyanın güzelliklerini bir daha görememek… Ne korkunç birşey anlamıyor musunuz?
Yoldaslarım, sizlere açık bir kalple itirafta bulunmak istiyorum:
Ben öldükten sonra, toprak olacaksam, diriliş, ceza veya mükafaat yoksa, benim yaptığım mücadelenin değeri nedir?
Söyleyin bana? Ha, yoldaşlarımın kalbine gömülecekmişim veya unutulmayacakmışım veya alkışlanacakmışım,neye yarar? Ben mahvolduktan sonra, beni alkışlayanların takdir sesleri, kabirde vücudumu parçalayan
yılan ve çiyanları insafa getirir mi? Söyleyin bu gidiş nereye? Bunun izahını Marks, Engels, Lenin yapamıyor.
İtiraf etmek zorundayım. Ben Allah’a, Peygambere ve ahirete inanyorum artık. Dinsizlik bir çare değil.
Düşünün, şu kainatın bir Yaratıcısı, şu muhteşem sistemin bir kanun koyucusu olmalıdır…
Bence ölüm de son olmamalıdir, mazlumca gidenlerle, zalimce ölenlerin bir hesaplaşma yeri olmalıdır.
Hakkını almadan, cezasını görmeden gidiyorlar. Böyle keşmekeş olamaz. Ben bunu vicdanen hissediyorum.
Öyle ki, milyonlarca suçsuz insanlara yaptığımız eza ve zulümler, şu anda boğazıma düğümlenmiş bir vaziyette.
Onların ah’larına kulak verecek bir merci olmalı… Yoksa insan teselliyi nereden bulacak?
Bunların bir açıklaması olmalı. Marks bu mevzuda halt etmis. Uyuşturmuş beynimizi.
Nedense ölüm kapıya dayanmadan bunu idrak edemiyoruz. Belki de göz kamaştırıcı makamlar buna engel oluyor.
Ben bu inançtayım yoldaşlarım, sizler de ne derseniz deyin!”

Sol zihniyet,menfur zihniyet….
“işte o zaman, kitabı sağından verilen der: «Alın okuyun kitabımı!”
“ancak sağın adamları, Onlar cennettedirler, sorup dururlar.”
“Fakat kitabı kendisine solundan verilen kimse: «Kitabım keşke bana verilmeseydi; keşke hesabımın ne olduğunu bilmeseydim; bu iş keşke son bulmuş olsaydı; malım bana fayda vermedi; gücüm de kalmadı» der.”
“İşte bunlar, amel defterleri sağlarından verilenlerdir.
Ayetlerimize küfredenler ise, solcuların kendileridir.”
“Sağın adamları (var ya) ne mutludurlar onlar!
Solun adamları ise ne uğursuzdurlar onlar!”
“Eğer sağın adamlarından ise, artık selam sana, sağın adamlarından.”

MEHMET ÖZÇELİK
30-07-2007




SIRA MATERYALİZMDE

SIRA MATERYALİZMDE
Evet sıra materyalizmde…
Kominizm çöktü,şimdi ise sıra materyalizmde.Kominizmden sadece fosil olanlar kaldı.Oda unutulmaması,insanlığa çektirdiği acıların hatırlanması için nümunelik fosiller,fos bir halde varlığını sürdürmektedir.
Bunlar maneviyat fukarası oldukları gibi,maddi ilerlemede de gayet geridirler.
İnsanlık ve ilerlemeye kapalı insanlardır.
Şimdi ise materyalizm iflasın eşiğinde..tüm sermayesini kullandı,bir şey bırakmadı geriye.
Dünyanın yüzde seksenini yiyen yüzde yirmilikler,yüzde seksenin bulduğu yüzde yirmiyi de bulamamak üzere çöküntünün eşiğindedir.
Madde ilmin ilerlemesi,teknolojinin hakim olması ile,hükmünü yitirmektedir.
Çünkü madde asıl değildir.
Her şey aslına rücu etmektedir.
Madde de kendisini ayakta tutan manaya inkilab etmektedir.
Maddeden uzaklaşıldıkça,hakikata yaklaşılmaktadır.
İnsanlık top yekun hakikata yaklaşmaktadır.
İman;kominizm ve materyalizme galib gelmiştir.
Maddenin bitişi,imanın başlangıcıdır.
Maddenin düşüşü,imanın yükselişidir.
Maddenin mahkumiyeti,imanın hakimiyetidir.
Marksist düşünceyle maddeyi gören avrupa,maddenin bitişiyle insanlığı ve yardımlaşmanın gereğini anlayacaktır.
Madde alınarak ve sahip olunarak değil,verilerek çoğalır.İslam zekat, sadaka,vakıf ve hayır müesseseleri gibi.
Ekonomik krizden kurtulmanın yolu,paylaşımdır.
Maddeleşenler,manda-laşırlar.
Evet,madde manaya kılıf olmalıdır.Onu korumalı,onun yerine geçmemeli ve geçirilmemelidir.
İnsanın maddeler alemi olan dünyaya gönderilmesindeki en önemli bir sebeb de;mananın yükseltilmesine çalışmak,ona basamak olup yükselmesine ve yükseltilmesine,yücelmesine ve yüceltilmesine sebeb olan bir binek olmaktır.
Mevlananın ifadesiyle;Ruh deveci,nefis ve beden ise devedir.
Binilen binenin yerine geçmemeli ve geçirilmemelidir.
Ayak baş yerine konulmamalıdır.
Maddeye bağımlı toplum,başı üzerine yürüyen insanlar topluluğudur.
Madde ruhun elbisesi ve süsüdür.
İnsanın diğer ruhanilere olan farkı ve farklılığı,onun maddesidir.
Madde ruh değil,ruhun farklılığıdır.
Cenneti farklı kılan maddesidir.İnsan ise onun içinde,onun ruhudur.
İnsansız cennet,ruhsuz madde ve beden gibidir.

MEHMET ÖZÇELİK
10-04-2009




YILANA DÖNÜŞEN HARAM

YILANA DÖNÜŞEN HARAM
15 yaşlarında idi.Köyde sürüyü önüne katmış,bahçelerine doğru gitmişti.Öğlen yemeğini bu arada yemek amacıyla bahçeden bir kaç domates toplayarak,torbasına koydu.
Suya doğru hayvanlarıyla beraber giderken,komşusunun bahçesinin kenarında adeta kendisine bakıp tebessüm eden çok güzel görünümlü ve büyük olan domates de ilişmişti.Her yönüyle kendisini çağırıyor veya nefsi kendisini ona doğru sevkediyordu.
Bir anlık kendi torbasında bulunmasına rağmen domatesi izinsiz koparmış ve torbasına diğer helal domateslerle beraber koymuştu.
Bir yandan hayvanlarını sularken,bir yandan da torbasından çıkardığı domatesleri soğuması için çeşmeye bırakmıştı.
Bir hayvanın sürüden kaçması üzerine onun peşine düşmüş,onu yakalayarak diğerlerinin yanına getirmişti.
Artık karnı iyice acıkmış,yeme ihtiyacını hissetmişti.
Hala aklına takılı kalan o farklı başkasına aid domatesi düşünüyordu.
Bu düşüncelerle çeşmeye vardı.
Her şeyden habersizce domatesi almaya çalıştığı sırada bir de ne görsün;
Halkalanmış büyükçe bir yılan ayağa kalkmış,adeta domatesin çevresinde nöbet tutmaktaydı.
O domatesleri almaya ne gücü ne de cesareti vardı.Korkarak oradan uzaklaşmaktan başka çare bulamadı.
O başkasına aid olan domatesi yiyemediği gibi,kendi domatesinden de olmuştu.
Bahçe komşusu olan domatesi aldığı bahçe sahibini bularak ona durumu aynen anlatıp helal etmesini istedi.
Bundan kendisi de bir ders çıkaran bahçe sahibi hakkını helal etmişti.

*Yine bir gün üzüm bağına gitmek üzere yola çıkmıştı.Bağa yaklaştığında bağ komşusu ileride durmuş,kalabalık halde orada bulunan çocuklara kızarak bağa girmemelerini söylüyordu.
Çocuklarda korktuklarından ve göründüklerinden dolayı bir türlü bağa giremiyorlardı.
Kendisi ise bir yandan bağına girip kenardan üzüm koparırken,diğer yandan da aynı hizada olup,farkına varılmayan komşunun bağından da üzüm koparıyordu.Bir ondan bir kendisinden olmak üzere büyükçe bir mendile üzüm doldurmuş,geriye ise dereye gidip suya koyarak soğuk soğuk yemek kalıyordu.
Üzümleri mendille birlikte suya bırakıp kenara çekilmiş.Bir müddet beklemişti.
Artık yeme zamanı gelmişti.
Dereye gidip üzümlere yaklaşınca yine gördüğü onu korkutmuştu.
Bir yılan mendilin etrafında halkalanarak beklemekteydi.
Ne mümkün yaklaşmak..üzümü mendille birlikte bırakarak orayı terketmişti.
Durumu bağ sahibine anlatmış,ondan da helallik dilemişti.
Bağ sahibi ise;ne mutlu bak sen uyarılıyorsun..haramı yiyemiyorsun,deyip oda helal etmişti.
Burada yılan görünen o haram,ahirette ise yılanlaşacaktır.Haram eşittir yılan olacak,adeta insanı sokacaktır.
Haramın binası olmuyordu.
”30 yıl öncesinin Milli Piyango talihlisi Mehmet Sarıoğlu, köylülerin aralarında para toplayarak yaptığı bir barakada soğuktan donarak hayata gözlerini yumdu.”

MEHMET ÖZÇELİK
27-09-2009




YOKSA…YOKSA…

YOKSA…YOKSA…
Yoksa ifadesi Kur’an-ı Kerim-de meal olarak 132 yerde geçmektedir.
Kur’an-da geçen –Em- yani yoksa ifadeleri ile ilgili olarak:
“Sen öğüt vermeye devam et. Rabbinin sana verdiği peygamberlik nimeti hakkı için, sen ne bir kâhinsin, ne de bir mecnun. � Yoksa onlar “O bir şâirdir; biz onun başına gelecek felâketi bekliyoruz” mu diyorlar? � Sen “Bekleye durun,” de. “Ben de sizinle beraber bekliyorum.” � Onlar akıllarını kullanarak mı bunu söylüyorlar, yoksa onlar sırf bir azgınlar gürûhu mudur? � Yahut Kur’ân’ı kendisi mi uydurdu diyorlar? Doğrusu onların İmân etmeye niyetleri yoktur. � Eğer doğru söylüyorlarsa, Kur’ân’ın benzeri bir söz getirsinler. � Yoksa onlar bir yaratıcı olmaksızın mı yaratıldılar? Veya kendi kendilerini mi yaratıyorlar? � Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattı? Doğrusu onların düşünüp İmân etmeye niyetleri yoktur. � Yoksa Rabbinin hazîneleri onların yanında mı? Veya kâinatın tedbîr ve idaresini onlar mı ele geçirdi? � Yoksa göklere çıkıp da gök ehlinin haberlerini dinlemek için bir merdivenleri mi var? Öyleyse dinleyicileri, işittiklerine dâir açık bir delil getirsin. � Yoksa kız çocukları Onun, erkek çocuklar da sizin mi? � Yoksa sen onlardan bir ücret istedin de onlar ağır bir borç altına mı girdiler? � Yoksa gaybın ilmi onların yanında da oradan mı alıp yazıyorlar? � Yoksa sana bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Fakat o kâfirler tuzağa düşecek olanların tâ kendileridir. � Yoksa onların Allah’tan başka bir ilâhı mı var? Allah onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir. (Tûr Sûresi: 29-43.)”
Olumsuz tarzdaki bu şekildeki soru şekli 15 tarzda zikredilmektedir.
Böylece onların düşünebilecekleri tüm yolları kapatmış olmakta,en susturucu cevabı vermektedir.
Başta Allah’ın varlığının en büyük delili, yine kendisidir.
“Hollandalı bir psikolog olan Vander Hoven Kur’an okumanın ve ALLAH kelimesini tekrar etmenin hastalar ve sağlıklı insanlar üzerindeki etkilerini bulduğunu açıkladı.
Hollandalı profesör üç yıldan beri bir çok hasta üzerinde araştırma ve çalışmasını yaparak yeni buluşuna ulaştığını söyledi.
Hastalarından bazılarının Müslüman olmadığını, bazılarının da Arapça bilmediğini belirten Hoven hastalarına ALLAH kelimesini öğrettiğini söyledi.
Alınan sonucun çok mükemmel olduğunu, özellikle depresyon ve tansiyon hastalarında çok daha iyi sonuçlar verdiğini belirtti.
Profesör Haven ALLAH kelimesini oluşturan harflerin psikolojik hastaların üzerindeki etkilerini açıkladı.
-ALLAH kelimesinin ilk harfi olan –A- harfi solunum sisteminden direk çıkıyor ve nefes almayı düzenliyor.
– Damaktan söylenen –L- harfi ise, (Arapçada çıkarıldığı şekilde) dil hafifçe damağın üst kısmına dokunuyor ve çene kısa bir duraklamayla birlikte aynı işlem tekrarlanıyor.(İki –L- harfi olduğu için) Bu işlem nefes alıp vermeyi rahatlatıyor
– Son harf olan –H- harfi çıkartılırken akciğer ve kalp arasında bir ilişki oluşuyor ve işlem sonucunda kalp atışları düzeliyor.
Bu araştırmayı yapan Hollandalı profesör Müslüman değil, fakat İslam ilimlerine ilgi duyan ve Kur’an-ı Kerim’in sırlarını araştıran bir psikolog.”
Kur’ana aid meselelerle meşgul olmak,bir nevi Kur’an okumak hükmündedir.
Bediüzzaman Hazretleri; Risale-i Nurdaki her bir meselenin 200 ayetin hülasa ve izahı olduğunu ve kırk bin müşahedatından birisi olduğunu ifade eder.

MEHMET ÖZÇELİK
03-12-2008




MODERN DÜNYA HAPİSHANESİ

MODERN DÜNYA HAPİSHANESİ
Modern dünyanın modern evleri,modern hapishaneleri..beş yıldızlı hapishaneler..gelde girme!
Dışın süslendiği,için pislendiği bir medeniyet..dışı süs,içi pis.Dışı güzel poz,içi pis ve kof…
Hapseden hapishanelikler.Ruhu mahpus..akıl hapis..kalb habis..vicdan abus…
Hapishanedekilerin hürleri hapsettiği bir hapis hayatı.
Hapishaneler kralı,gönüller sultanı,zincirler kıran;Bediüzzaman…
Yusuf aleyhisselam,peygamberlik zincirinin zincir kıranı..Said Nur velayet zincirinin karanlıkları kıranı oldu.
Biri peygamberlikte şahlandı,taçlandı..tam 12 yıl.Diğeri velayette yükseldi,tam yarım asra yakın bir ömür.
Peygamberlik ve velayet farkı.
Bazen sarayda olanların zindanıdır saray.Bazen de zindanda olanların sarayıdır zindan.Bediüzzaman zindandan saraylara gidiyordu..zindandakileri saraya çıkartmak için,tek kişilik zindana giriyor,sarayları kazandırıyordu.
Talebeleri onun yanında saraylarda yaşamak için bahanelerle zindanlarda kalıyordu.Saraylardan!zindanlara gidiyorlar,ebedi sarayları elde ediyorlardı.
Hakim beraat verdiğinde,kabul etmiyor,avukatımız gelip savunma yapacak diyordu.
Hakim,vaaz dinleyeceksiniz değil mi,diyerek zorla hapishanelerin yolundan çevriliyorlardı.
Zindandan saraylara…
Yusuf zindana girerek Mısırın azizi oluyor,ikinci adam mevkiine çıkıyor, dünyevi mükafat on binleri kıtlık ve ölümden zindana girerek kurtarıyordu.
Bediüzzaman ise manevi kıtlığın yaşandığı asrımızda,zindana girerek milyonların imanını ve ebedi ahiret hayatını kurtarıyordu.
Zindanlar yükselişin ve kurtuluşun basamakları oluyordu.
Ne kadar hazin bir yol değil mi?
Saraydayken zindana,zindandayken de saraya çıkan geniş bir yol var.
Başbakanlıktan hapishane ve idamlığa giden yol da o yol..şiir söyleyerek hapse giren bir insanın çıktıktan sonra başbakanlığa çıkan yolu da o yol…
Saray mı zindandan geçiyor,zindan mı saraydan geçiyor?
Ve sonuçta dünya zindanından,baki ahiret saraylarına çıkıp giden yol…
Veya dünya saraylarından ahiret zindanlarına inen yol…
İkbalden idbare,idbarden ikbale geçen dar tünel…
İyi ki kurulmuş ve kurumuş mahkemelerin üzerinde bir mahkeme var…
Pranga vurulan insana ve ele değil,hürriyet ve özgürlüğedir.
MEHMET ÖZÇELİK
18-04-2009




PKK VE APO

PKK VE APO
Apo bir ergenekon üyesidir.
Pkk sol ve sosyalist bir yapılanmadır.
Pkk 70 öncesinin sol akımının değişik versiyonu ancak tamamen devamı ve devamı zihniyetindekilerinin sürdürülmesi faaliyetidir.
Ergenekon bunun çatılığını,pkk ise bir kolu olmayı sürdürmektedir.
Doğudaki yapılanmada,şark meselesinin veya kürt meselesinin çözümünde apo veya diğer adıyla pkk-nında sürece dahil edilmesi problemin kaynağını yine problemin kendisini de katarak çözmek demek olur ki,buda çözümsüzlük demektir.
O 50 bine yakın insanın öldürülmesine sebeb olan kişidir.Çözen değil,çözümsüzlüğün kapısını açan kimsedir.
En önemlisi de onu bu çözümün içerisinde dahil etmekteki sinsi oyun ise,onun tebrie ettirilmesi,beraat ettirilerek adeta çözümün başı olarak görmek demektir.Başta şehit ailelerini ve tüm toplumu yaralayan bir sonuca varmış olur.Çözüm bile olsa yine mutlaka bir yerden kanamalara start vermiş olur..mutlaka yine nüksettirir.
Bu süreç onsuz olmalı,kale alınmamalıdır.
İnsanlar kendi yaptıkları günahları için affedilebilirler ancak ya başkalarının girdikleri günahları için nasıl af olunacaklardır?
Ve o insanların da bu sebeble başkalarına verdikleri zarar ve silsile halinde sebeb olunan günahların bedeli de o nisbette ağır olacaktır.

*Çözüme dört açıdan bakılıp ele alınmalıdır;
1-Çahilliğe giden yolları kapamalı,marifet eksenli bir çözüm olmalı.Kısaca halk bilinçlendirilmelidir.
2-Aşiretler arasındaki ihtilaflar kaldırılmalı,ihtilafların pkk-ya olan katkısının yolları tıkanmalıdır.Ortak noktalar öne çıkarılarak ortak noktalarda birleşim sağlanmalıdır.
3-Halkın mayası olan inanç ekseninde birleşilmeli,imam-hatiplerin orta bölümleri açılarak halkın bunlara olan teveccühünü değerlendirmeli,bu vesile ile kızlarında çoğunlukla eğitime katılmaları sağlanmalıdır.
4-Özellikle maddi imkansızlık bahanesi ortadan kaldırılarak ekonomik yönden doğu zenginleştirilmeli,iş alanları açılmalı,halk bunlarla meşgul edilerek uyuşturucu ve kaçakçılık yollarıyla kazanç sağlamaları engellenmelidir.
Şimdiye kadar çözümde ya samimi olunmadı veya çıkarılan kaoslarla engellenmeye çalışıldı.
Bunun herkesi kucaklayarak,çözüme yönelerek Türkiyenin ayağına bağlanan bir pranga daha ortadan kaldırılmalıdır.
Çözüm hariçte değil,dahildedir.
Çözüm bire bir pkk-da değil,ergenekon da ergenekonun çözümündedir.
Ergenekon biterse pkk-da biter.
Pkk-yı besleyen ergenekondur.
Daha önceki yazımda,Pkk ergenekon terör örgütünün sol koludur,demiştim.
Ergenekonun kolları budanmalı,hareket alanı daraltılmalı ve bitirilmelidir.

*Ergenekon terör örgütü zanlısı olan İlhan Selçuk,Doğu Perinçek,Yalçın Küçük ve diğer zanlılar,dağdaki terör estiren terörist arasında ne fark var.
Birinin teröristliği tescillenmiş,diğeri ise şu anda zanlı ancak olduğuna dair gayet çok deliller var.
Bu da gösteriyor ki,dağdaki terörist kadar hatta daha çok ve kuvvetlisi meğer şehirdeymiş.
Rahmetlik dedemin şu sözünü hiç unutmuyorum;Oğlum evvelden eşkiya şimdiki adıyla terörist dağda idi,şimdi şehire inmiş.
Dağdaki hiç olmazsa hayatını ortaya koyuyor ve zor şartlarda teröristlik yapıyordu.Şimdikiler masa başında ve başkalarını kullanarak mafya ile pislik yuvalarında yuvalanarak,yer altı teşkilatlar ve banka soyarak bu işleri kolayca yapmaktadırlar.

*Chp ve Mhp kürt meselesinin çözümünde engel oluşturuyorlar.
Bu da insanların aklına şu fikri getiriyor;
Yoksa bunlar dağdan mı besleniyor.Biri kaostan,diğeri türkçülüğün gölgelenmesinden mi?
Ancak kesinlikle mhp camiasının yöneticilerini,bire bir siyaset yapanları diğer gönülden bağlanan ülkücü camiadan ayırmak gerektir.Onlar bunu kesinlikle tasvib edeceklerini,çoğunluk itibarıyla düşünmemektedir.
Nitekim az kalsın ergenekon konusunda bunu sulandırmaya çalışan bir ülkücü arkadaşın hatasına düşecektim.Ta ki ülkücü bir sitede yapılan ergenekon ile ilgili bir ankette çıkan sonuçta,Mhp camiasının % 94-ü buna inanırken, ancak % -4-ü bunu önemsememekte,sulandırmaktadır.Oda sululuklarından olsa gerek.
Çözüm herkesin meselesidir.

*Bir dönem Şanlıurfa shp başkanlığı yapan Feridun Yazar,1992-de Alparslan Türkeş-le yaptığı heyet buluşmasında,Türkeşin kendisine şöyle söylediğini;09-08-2009-da günü Kanaltürk Pazar politika-da;”Ülkücü gençlik derin devlet tarafından kullanıldı.Ülkücü gençlik kullanıldı.”dediğini anlattı.
Muhsin Yazıcıoğlu-da:”Bizden önce bu tarlayı sürmüşler,ekmişler.”dedi.

Mhp oyuna gelip,kullanılmamalıdır.
Nitekim Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlunun korktuğu gerçek oldu.Vefatından kısa bir süre sonra Topkapı sarayındaki olay patlak verdi.

*Ergenekonla bir tarih aydınlanıyor..kirli oyunlar deşifre oluyor..geçmişteki yanlışlıklarla yüzleşiliyor..dokunulmazlıklara dokunuluyor..yıllarca sürdürülen sahiplenmeler ve yanlışlıklar rahatlıkla konuşuluyor..perdeler açılıyor..perde arkasındakiler hemen gün yüzüne çıkıyor.

Tekrar büyük olmak için,küçük bağlardan kurtulmak gerektir.Yanlış politikalardan ders alıp,sürdürmemek gerektir.
Aklı başında,kalbinde iman olan yöneticilerin lüzumu bir kat daha anlaşılmış olmaktadır.
”1912-de Uşi’de imzalanan anlaşma ile Osmanlı hem 1 milyon 759 bin km kare toprağı,yani iki Türkiye büyüklüğü kadar bir toprağı kaybediyor,hem de artık Afrika kıtasına veda ediyordu.Böylece osmanlı 11 yıl sürecek ve 1922-de bitecek bir savaşlar zincirine dahil olmuştu.”
Daha öncesinde 24 milyon metre kareden bugün 780 bin metre kareye hep bu yanlışlıklar ve alet olmalar sebeb oluşturmuştur.
“1908-de ilan edilen Meşrutiyetten bir süre sonra iktidarı ele geçiren ittihat ve terakki partisinin beceriksiz yönetimi yüzünden Adriyatikten Çatalcaya kadar neredeyse hiç savaşmadan çekilmiştik.550 yıllık Türk yurdu olan Rumelinin geniş toprakları 1908-1914 yılları arasında kaybedilmiştir.Diğer yerlerdeki kayıpları da ilave decek olursak,bu altı senede neredeyse Devletin yarısı kaybedilmiştir.”

*İnsanların hakları alınarak ve bastırarak olmamalıdır.Tıpkı şu büyük yanlışlıkta olduğu gibi;
Mustafa Kemal, saltanatı kaldırırken Mecliste yükselen itirazları bastırmak için, “Beyler, Osmanlılar, Türk Milleti’nin hâkimiyet ve saltanatını zorla ele geçirmişlerdi. Simdi Türk Milleti bu mütecavizlerin (yani Osmanlıların; Osmanlı mütecavizmiş!) elinden hâkimiyetini geri alıyor. Bu da behemehal olacaktır…!” demişti.
İnsanlar hakları alınarak değil,hakları verilerek denetlenmeli ve kontrol edilmelidir.
Halka rağmen halkı idare,kısır bir iradedir.
*Kötülükler yanmak içindir.Ateş pişmek içindir.Pişmanlıklar kötülüğü aşmak içindir.Gaflet ve dalalet şaşmak içindir.
MEHMET ÖZÇELİK
14-08-2009




PADİŞAHLAR İÇKİ İÇER MİYDİ?

PADİŞAHLAR İÇKİ İÇER MİYDİ?
13-07-2009 tarihinde kanalın birindi (atv) tarihçi olarak sunulan Prof.Halil Berkay,topkapı sarayında içkili bir kutlamayı protesto edenler ağır bir şekilde saldırıp,kaos ortamı oluşturmak için mal bulmuş mağribi gibi saldırmalarını fırsat bulanlar gibi,bu tarihçi de pervasızca;’Bütün osmanlı padişahlarının hepsi de içerdi.”demesi,belli ki araştırma ve belgeli konuşmaya dayanmadan,tamamen hissi,belki de kin ve nefretle karışık bir çıkışın eseriydi.
Bunun üzerine belgeli konuşmak için bir araştırmaya koyulduğumda, epeyce çalışmaların mevcut olduğunu gördüm.
Eğer genel bir hüküm vermek gerekirse;’Osmanlı padişahlarının hepsi de evliyadır.’demek,içki içerlerdi demekten daha mantıklı,anlayışlı ve seviyeli bir davranış olurdu.
Hiç bir şey hatırlanmıyorsa bile;4.Muradın genel koymuş olduğu yasak bile hatırlanması daha insaflı olurdu.O da Aziz Mahmut Huda-iye mensub idi.
Ve bu insanların Mekkeye ve Rasulullaha aşık oldukları en cahili tarafından bile bilinmektedir.
Yavuz Bahadıroğlu bir makalesinde;
“Fatih’in oğlu Sultan İkinci Bayezid’e (Veli Bayezid) aittir. Sancakbeyine kısaca şöyle diyor:
“Sancağınıza bağlı şehir, kasaba ve köylerde, düğünlerde, toplantılarda ve benzeri yerlerde açıkça şarap içildiği, çeşitli sarhoş edici içkiler kullanıldığı, her türlü rezalet ve sefâhetin irtikâb edildiği, ayrıca İslâm’ın şe’âirine ri’âyet edilmeyerek fâsıkların bu gibi gayr-i meşrû fiillerinden, bütün Müslümanların ve özellikle de âlimlerin ve sâlihlerin rahatsız olduğu dergâhımıza arz olunmuştur… Emrim size ulaşınca, bu konuda tam ihtimam gösteresuz… Bundan sonra hiçbir yerde, fâsıklar toplanub açıkça günâh işleyemeyeler ve İslâm’ın şe’airine gereği gibi riâyet edeler…
Emir Sultan lâkabıyla meşhur Es-Seyyid Şemsüddin Mehmed bin Aliyyül Buhari’nin (Emir Sultân) Bursa Kadısı olduğu günlerde, Osmanlı Padişahı Yıldırım Bayezid’in mahkemede şahitlik etmesi icap etmiş. Ancak Padişah, Emir Sultan’ın sert tepkisiyle karşılaşmış:

“Terk-i cemaat eyledüğün şuyu’ bulmağılen, şahadetün caiz değildür.”

Yani, “Namazlarını cemaatle kılmadığın söylendiğinden şahitliğini kabul etmiyorum.”
Öyle zannediyorum ki;dünyada hiç bir millet kendi tarihinden bu kadar kopuk olsun,kin ve nefretle dolsun!
Bu padişahların yanında halifeler bulunur,bunlar değil içki gibi büyük günahlardan olan bir meselede,en küçük bir konuda bile şeyhulislama danışır,ona göre hareket ederlerdi.
Bir çoğu,başta tenkid edilenlerden olan 2.Selim bile kendi adına cami yaptırmış ve Halveti tarikatına mensubtur.
“Şair ve Tarihçilerin kullandığı ıyş ve işret saki ve bade gibi kelimeleri şahit gösterip te bu hükmü vermek tamamen hatalıdır.Divan şiirinde meyhane tekkeyi;saki sevgiliyi ve şeyhi;bade ve şarap ise ilahi aşkı sembolize eder.”
Özellikle en büyük veli özelliğine sahib Abdulhamid Han için böyle bir iftirada bulunmak,haçlı saldırı ve zihniyetinden daha şenice bir davranıştır.
“İŞTE TANIKLAR
“Abdülhamid içki içmezdi”
Şadiye Osmanoğlu (kızı)
Babam içki içmez, içenleri hoş görmezdi. Saraya sokulmasını da yasak etmişti. Dindar, Allah’ına bağlı, büyük bir Müslüman idi. Abdestsiz yere basmazdı.
Ayşe Osmanoğlu (kızı)
Babam doğru ve tam dinî itikada sahip bir Müslüman’dan başka bir şey değildir. Beş vakit namazını kılar, Kur’ân-ı Kerim okurdu. Herkesin namaz kılmasını, camilere devam edilmesini çok isterdi. Sarayın hususî bahçesinde beş vakit Ezân-ı Muhammedî okunurdu.
Celâleddin Velora Paşa (Avlonyalı Ferid Paşa’nın oğlu)
Az yer, içki içmez, kumar oynamaz, ibadetinde kusur göstermezdi. Çok defa; “Boş olan bu hayatı, Tanrı’ya teşekkür için ibadetle geçirmek gerekir.” derdi.
Semih Mümtaz (Reşid Mümtaz Paşa’nın oğlu)
Şehzadeliğinde bilhassa açıklıklarda yemek yemeyi tercih eder, bu gibi âlemlerin içkisiz eğlencelerine iltifat eylerdi.
İbnülemin Mahmud Kemal İnal (alim)
Ayş ü işrete ve fuhş u rezîlete rağbet etmezdi. Salâbet-i diniyyesi müsellem bir Müslim idi. Ferâiz-i diniyyeyi edâda asla tekâsül [kusur] göstermezdi.”
Osmanlı padişahlarını altı asırdan fazla muvaffak kılan,şimdiki Türkiyenin 30 katı yani 24 milyon m2 bir alana kadar ulaşmasına sebeb olan;onun saltanat ile maddeyi,hilafet ile de manayı beraber götürmesindendir.
Bu insanlar içkini büyük günahlardan olduğunu bilmelerinin yanında,dünyevi hukuk cihetinden getireceği cezanında şuurunda olan kimselerdi.
Hasenatları ve seyyiatları cihetiyle değerlendirilebilirler.Zira onlarda beşerdir.Ancak onlara yapılan isnadlar,meyhane ağzı,berduş sokağının ağzı kullanılarak yapılmaktadır.
“Türkler müslüman olduktan hemen sonra, İslâm’a muhâlif olan bütün âdetlerini de kâideten ve nazarî olarak tamamen terketmişlerdir. İslâm’ın te’siri altında ve ilk müslüman Türk Devleti olan Karahanlılar devrinde (X. asır) kaleme alınan Kutadgu Bilig’deki şu cümleler, bunun en bâriz misâlidir:

“Bey içki içmemeli ve fesatlık yapmamalıdır; bu iki hareket yüzünden, sonunda ikbâl elden gider. Dünya beyleri şarabın tadına ulaşırlarsa, memleketin ve halkın bundan çekeceği zahmet çok acı olur. Bey içki içer ve oyunla vakit geçirirse, memleket işini düşünmeğe ne zaman fırsat bulur?”
II. Bâyezid’in İçkiyi Yasaklayan )9 maddelik )Bir Fermanı’nda:Birincisinin tercümesi şöyledir:
“1. Dergâhıma arz olundu ki, sancağınıza bağlı şehir, kasaba ve köylerde, düğünlerde, toplantılarda ve benzeri yerlerde, açıkca şarap içildiği, çeşitli sarhoş edici içkiler kullanıldığı, her türlü rezalet ve sefahetin irtikâb edildiği görülmüştür. Ayrıca İslâm’ın şeâirine ri’âyet edilmeyerek fâsıkların bu gibi gayr-i meşrû fiilerinden, bütün müslümanların ve özellikle de âlimler ve sâlihlerin rahatsız olduğu bildirilmiştir.”
Türkiye Cumhuriyetini yükseltme uğruna,Osmanlıyı yerden yere vurma bir tik haline gelmiş,bilinçsizce sürdürülmektedir.
Bu da eğitimde geçmişe küfretme,tarih bilincinin verilmemesi,geçmişten kopuk,köksüz bir gelişme sürdürmeye çalışmanın ürünüdür.
*Onlar Böyleydi:
*” Yavuz Sultan Selim Han Gazi,İslamiyet’i tek bir bayrak altında toplamak gayesi ile çıkmış olduğu Mısır seferi sırasında, daha önceleri Cengiz ve Timur’un geçemeyip yüz geri döndükleri korkunç Tih çölünü mucizevi bir şekilde on üç günde geçti.
Bu geçiş esnasında askerinin önünde, yaya vaziyette, mütevazi bir şekilde iki büklüm olarak yürüyen Koca Yavuz’a vezirlerinin, “Hünkarım, atınıza binseniz” demelerine karşılık, Büyük Sultan gözyaşları içinde şu cevabı vermiştir:
“Nasıl binerim!… Görmüyor musunuz, Rasulullah Efendimiz (s.a.v.) önümüzde bize yol gösteriyor.”

*” Sultan Mehmed Reşad’ın ortanca oğlu Şehzade Necmeddin Efendi vefat ettiğinde, padişahın yakınlarının büyük üzüntüye kapılmaları üzerine Sultan Reşad tam bir tevekkülle şöyle demiştir:
“Bizler zaten milletin sırtında büyük bir yük halindeyiz. Ben bir evlad kaybettim, fakat millet bir yükten kurtuldu.”

*” II. Abdülhamid Han’ın karısı Müşfika Sultan, kocasının vefatından sonra ve kızının da Avrupa’ya sürgün edilmesi üzerine, İstanbul’da yıllarca yalnız yaşamıştır.
Kızı Ayşe Sultan annesini defaatle Avrupa’ya yanına çağırmasına rağmen gitmemiş, bunun sebebini soranlara şöyle cevap vermiştir:
“Efendim pek kıskançtı. Harem ağaları bile başlarını kaldırıp yüzüme bakmaktan men edilmisti.
Avrupaya gittiğimi, yüzümü yabancı erkeklerin gördüklerini kabrinde hissederse güceneceğini, azap duyacağını düşündüm.
Onun için de kalbime taş basarak yıllar yılı dar-ı dünyada evladımın hasretine katlandım.”
Padişahı âlem olmak bir kuru kavga imiş
Bir veliye bende olmak cümleden âlâ imiş. (Yavuz Sultan Selim)
*Sultan 1.Ahmet mısırdaki bir zatın türbesinden getirttiği peygamberimizin ayak izini Sultan Ahmet camiinin sol tarafına koydurtacakken, manevi meclisde peygamberimize durumlarını ve hacetlerini anlatan sultanlarla birlikte bu zatta 1.Ahmetten şikayetçi olup,daha önce mübarek ayak izinin orada olmasından dolayı gelip Fatiha okuyanların şimdi gelmemelerinden dolayı şikayetçi olduğunu söylemesi üzerine,caminin açılışına iki gün kalmışken onu koydurtturmaz,kopyasını aldırtır ve daha sonra İsrail işgalinden sonra Topkapı sarayına getirilir.Ve şiirini yazıp,tacına kendi eliyle,kendi oymacılı ve ustalığıyla yerleştirir.
N’ola tâcum gibi başumda götürsem dâim,
Kadem-i pâkini ol Hazret-i Şâh-ı rusülün..
Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sahibidür,
Ahmedâ durma yüzün sür kademine ol gülün!..
*Yalan söyleyen Tarih ve Tarihçiler utansın!!!
Tarih,gerçek tarihçiler ve zaman onları utandıracaktır.
MEHMET ÖZÇELİK
13-07-2009




O’NUN ÂYETLERİNDENDİR…

O’NUN ÂYETLERİNDENDİR…
Kur’an-ı Kerim-de -Min âyâtihi- yani O’nun varlığının âyet,alamet ve delillerindendir,diye başlayan âyetler;
O’nun âyetlerinden,işte O’nun âyetleri;
“Sizi topraktan yaratması, O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Sonra bir de gördünüz ki siz beşer olmuş (çoğalıp) yayılıyorsunuz.
Kendileri ile huzur bulasınız diye sizin için türünüzden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet var etmesi de onun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır.
Geceleyin uyumanız ve gündüzün onun lütfundan istemeniz de O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda işiten bir toplum için ibretler vardır.
Korku ve ümit kaynağı olarak şimşeği size göstermesi, gökten yağmur indirip onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltmesi, onun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda aklını kullanan bir toplum için elbette ibretler vardır.
Emriyle göğün ve yerin (kendi düzenlerinde) durması da O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Sonra sizi yerden (kalkmaya) bir çağırdı mı, bir de bakarsınız ki (dirilmiş olarak) çıkıyorsunuz.”( Rum-20-25-)

“Rüzgarları, yağmurun müjdecileri olarak göndermesi, Allah’ın (varlık ve kudretinin) delillerindendir. O bunu, size rahmetinden tattırmak, emriyle gemilerin yol alması, onun lütfundan rızkınızı aramanız ve şükretmeniz için yapar.” Rum.46.

“Görmedin mi ki, gemiler Allah’ın nimetiyle denizde akıp gitmektedir. Allah bunu âyetlerinden bir kısmını size göstermek için yapmaktadır. Şüphesiz ki bunda hakkıyla sabreden, hakkıyla şükreden herkes için ibretler vardır.”Lokman.31.

“Gece, gündüz, güneş ve ay Allah’ın varlığının delillerindendir. Güneşe ve aya secde etmeyin. Eğer gerçekten Allah’a kulluk ediyorsanız, onları yaratan Allah’a secde edin.”Fussilet-37.

“Allah’ın varlığının delillerinden biri de şudur: Sen yeryüzünü boynu bükük (kupkuru) görürsün. Onun üzerine yağmuru indirdiğimiz zaman kıpırdar kabarır. Şüphesiz ki, onu dirilten, elbette ölüleri de diriltir. Şüphesiz o, her şeye gücü hakkıyla yetendir.” Fussilet-39.

“Gökleri, yeri ve bu ikisi içinde yaydığı canlıları yaratması, O’nun varlığının delillerindendir. O, dilediği zaman, onları bir araya getirmeye de gücü yetendir.”Şura.29.

“O, dilerse rüzgârı durdurur da onlar denizin üstünde durakalırlar. Elbette bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için ibretler vardır.”Şura.32.

MEHMET ÖZÇELİK
03-12-2008




OHH BE ! İYİ Kİ OKULLAR AÇILDI

OHH BE ! İYİ Kİ OKULLAR AÇILDI

Eğitimsizlik ve cehalet ölüme denktir..bir yandan ince bir zar,bir yandan da kâinat çapında doğuş ile ölüş arasındaki fark gibidir.
Eğitimsiz ve cahil insan için;yaşamakla yaşamamak arasında bir fark yoktur.
Eğitim fıtrata uygun ve fıtri olmalıdır.Aksi takdirde oldurayım derken öldürebilir.
Fıtri olmayan,kişinin kabiliyetine uygun olmayan karma eğitim cahilliği götürür,eşeklik baki kalır.Diplomalı cahil bir toplum yetiştirilmiş olur.
Eğitim kişiye bir kemal ve kişilik vermelidir.Kişilik vermeyen eğitimin kişiliği de yok demektir.
Eğitim olsun diye herkesi okullara yığmak ve bu insanların farklılığını gözetmemek, Kur’anın ifadesiyle kitap yüklü eşek misalidir.
Aynı zamanda devlete yük,öğretmene eziyet,öğrenciye de yılların kaybı kalmış olur.
Eğer bir devlette okullarla beraber hapishanelerde eş değerde açılıyorsa,o eğitimde sakatlık var demektir.
Suç oranlarında da artma söz konusu ise,o eğitim ya kör yada topal ya da hem kör hem de topal demektir.
Öğrencinin iki önemli duygusu olan aklı ile kalbi beraber götürülmeli ve tatmin edilmelidir.
Devleti en iyi soyan insan okumuş insan ise,o neyi okumuş ve ona ne okutulmuştur?

Eğitimin merkezinde öğretmen vardır..öğretmenin kendisini sürekli yenilemesi gerektir.Kendisinde olmayan öğretmen,öğrencisine ne verebilir?
Öğretmen sürekli takviye edilmeli,yetişmesi ve yetiştirilmesi daimi olmalıdır…

Okullar ve idareler koordineli ve danışma ve dayanışma içerisinde olmalıdır.
Genel olarak dünyadaki beş yüz üniversitenin içerisine bile giremeyen üniversitelerimiz tam bir saltanat,rektörlerde tam bir sultanlar.
Evelden 24 milyon m2-lik koca Osmanlı saltanatında bir sultan var idi,şimdi ise 814.578 Km olan Türkiye’de her bir üniversitede bir sultan bulunmaktadır.
Geçmişten günümüze üniversitelerin durumu açıkça ortadadır.İşte birkaç örnek:
*Üniversiteler anarşiye yuvalık ve analık yaptı.Deniz Gezmiş aranma esnasında:”Orta-doğuda saklanıyorduk”dedi.(Milliyet.19-03-1971)
Haberlerde:”Dil-Tarih’te çatışma;7 kişi yaralandı.İki öğrencinin dinamitten eli koptu”(Akşam.27-04-1971)
-7 öğretim üyersi gözaltına alındı.(Akşam-22-05-1971)
-İstanbul üniversitesi büyük olaylarla başladı.(tercüman-2-3-1978)
-İstanbul üniversitesi süresiz olarak kapandı.(Tercüman.17-03-1978)
-1970-lerin gazete haberleri hep kan-kavga ve kaos üzerine..az farklılıklarda günümüzde de devam ettirilmeye,aynı oyunlar oynatılmaya çalışılmaktadır.

Milli eğitimin okullarında hatta köy okullarında bile küçük küçük sultancıklar bulunmaktadır.
Ferdi çabanın dışında eğitimde yani okuldan aldıklarımızın kaçta kaçını hayata yansıtmakta veya gerek duymaktayız?
Yoksa sadece bir yere girmek için mi?Eğer öyleyse ki öyledir,insanlara sadece becerilerini göstermeleriyle de bu eleme yapılabilir.
Eğitim hayattan kopuk olmamalıdır..kişiyi hayattan koparmamalıdır…
Kişiye üniforma değil,kişilik verilmelidir.Eğitimde hep şekille uğraşıldı,dışta gezildi,içe bir türlü girilmedi.

“Bed asla necabet mi verir hiç üniforma
Zerdüş palan ursan eşek yine eşektir.” (Ziya Paşa)

14 milyon insanın eğitim için yollara düşmesi büyük bir hareketlilik,bereketlilik ve heyecandır.Ancak burada hedefin verilmesi ve belirlenmesi gerektir.

Eğitim bir kimlik olmalı,kişiye bir kimlik vermelidir.Öğrencilerden zaman içerisinde adeta şunu işitmekteyiz;
Kimliğimi kaybettim,hükümsüzdür.Kimlik arıyorum.Kimlik belirsizliği bocalaması içerisindeler.
Farklı farklı sakal bırakma şekilleri,nereye gideceklerini bilememe, sefahete dalmalar,fikri yetersizlikler bu bocalamanın ve şaşkınlığın ve de kendini böyle isbat etmeye çalışmanın zoraki bir durumudur.

Öğrencide okula gelmesi ile,okulu bitirip ayrılması arasında bir fark bulunmalı ve görülmelidir.

Özellikle öğrenciler kaliteli,eğitici,yetiştirici,düşündürücü kitapları okumaya teşvik edilmelidir.
Okulu bitiren bir çocuk hiçbir şey almamış olsa bile,okuma arzu ve isteğini kazanmalıdır.

Teşvik olması için güzel bir örnek;
*” Büyük alim İbn-i Teymiye, kitap okumaya başlamadan önce beline kadar uzayan örgülü saçlarını duvardaki bir çiviye asıp öyle kitap okumaya başlardı. Uykusu gelip de başı önüne düştüğünde çiviye asılı saçlarının canını yakarak kendisinin uyumasına engel olması için böyle yapardı. Bu ilim aşıkının,
böyle azimli çalışmaların neticesinde, vefat ettiğinde, ardında bin kadar muazzam eser bırakmıştı. “

*” Onuncu yüzyılın büyük alimlerinden Endülüslü İbn-i Rüşd’ün, ömrü boyunca kitap okumadan geçen sadece iki gecesinin bulunduğu, bunlardan birinin evlendiği, diğerinin de babasının vefat ettiği gece olduğu söylenmektedir.”

Mehmet Özçelik
29-08-2008