SİNEMA – TİYATRO

SİNEMA – TİYATRO

Bir asırdır Türkiyede oluşturulan manevi alanla beraber,edebiyat dünyasında da bir belirsizlik ve kimliksizlik kendini açıkça göstermektedir.Bir türlü edebiyatımız ve onun öğeleri belirliliğini ve netliğini kazanmadı,kazanamadı.

Dilimiz bir çok kopuklukları yaşarken,uydurukça kelimelerle de dejenere edilmeye çalışıldı.

Sal’a konulan kelimelerimiz,sele bırakılmış olarak gitmekte,bir türlü durup durulamamaktadır.

Dedenin kullandığı sual,babada soru ve problem olurken,oğulda sorunlarla sorun ve problem olmaya başladı.

Bozulan ahlak etik oldu,anadan babadan yitik kaldı.

Kelimelerimiz kirletildi..Kirletilen Kelimeler kirliliğiyle edebiyatımızı,edebimizi ve nesillerimizi de kirletti.

En ulvi kelimeler bayağılaştı:Siyaset,Aşk,Sevişme,muhabbet..vs.

Seviyelerine çıkamadığımız bu kelimeleri seviyemize indirdik.

Sinemamız iki temele oturtuldu:Dövüş..Aşk ve kadın…

Dövüş bile hayali zorlamakta,öbürüne göre bir derece namuslu kalmaktadır.

Genellikle dövüşlü filimlerde de dahil olmak üzere aşk ve kadın temaları işlendi.Zihinler hep bulandırılmaya çalışıldı.Tam bir seviyesizlik ve sonucu baştan belli olan filimler.Sermayesi olmayanların tek sermayesi bu oldu.Bir türlü de bunu aşamadı.

Kadın kullanıldı,harcandı,hürriyet adına hürriyetiyle beraber çok şeyleri de beraberinde elinden alındı.Serdengeçti’nin ifadesiyle;Bir kocanın esaretinden kurtarılmaya çalışılan kadın,çok kocalara köle yapıldı.

Kendisini ilahiyatçı tanıtan ve hiçbir ilahiyatçının veremeyeceği bir fetva bile rahatlıkla verildi.Prof. Zekeriya Beyaz, “Kadın sesini haram kılan bir ayet var mıdır, varsa hangisidir?” sorusuna bir ayet ile cevap verdi. Ancak daha sonra, “Ayet bizi bağlamaz” dedi.[1]

Türk sineması değişmeli.Filimlerde hep kadın hakim.Aşk ağırlıklı.Monotom bir yöntem olup,kişilik kazandırmadığı gibi,kaybettirmektedir.

Dinden ve kendisinden kopuk bir görüş açısı geliştirildi.

En iyi bilinen iki oyuncumuzdan Yılmaz Güney Kominizme bulaştı,bulaştırıldı.Yıllardır kendisine konulan yasakla başaramadan başarısızlığıa uğradı.Diğeri ise Cüneyt Arkın olup o da tüm filimlerinde,tarihi Osmanlıyı canlandıran film de olsa aşkı,fuhuş ve içkili ortamları çokca kullandı.Yıllar sonra günah çıkarmak amacıyla da olsa gerek tüm Türkiyeyi dolaşarak gençlerin içki ve sigaraya bulaşmaması öğüdünde bulundu.

Bulunduğumuz okula da gelmiş,kendisine iki de kitap hediye etmiştim.Yıllarca bu menfi yöndeki hareketleri ile şu andaki davranışının tezad teşkil etmesini söylemek istediğim halde,misafir olduğu ve de sırf kırmamak amacıyla diyemedim.Bu ne perhiz bu ne turşu idi.

Cüneyt Arkın’ın star olmasında kendisinin payının büyük olduğunu söyleyen İnanoğlu, Arkın ile 40’a yakın film çektiklerini söyledi. Arkın’ın alkol aldığı zamanlarda kendisine ve çevresine zarar verdiğini belirten İnanoğlu “Cüneyt çok iyi bir sanatçıydı ama alkol aldığı zaman rahatsızlanıyor ve saldırgan oluyordu. O zamanlarda kaç defa elini kolunu parçaladı. Ancak, Cüneyt kadar başarılı ve kabiliyetli bir oyuncu Türk sinemasına bir daha gelmedi” dedi.”(Yeni Şafak.12-4-2005)

Her ikisi de kabuğunu kıramadı.Kendi kabuklarında rollerini oynadılar.

Tam bir kırılma ve kırıklıklar dönemini yaşadık.

“Türkiye’nin Osmanlı Devleti’ne bakış açısını çözümleyebilmek için meseleyi biraz geriden almak gerekmektedir. Türkiye, son birkaç asırda, üç büyük kırılma yaşamıştır. Bunlar, din şuuru, dil şuuru ve tarih şuurundaki kırılmalardır.

Bu kırılmaları 1925 yılında Anadolu’yu gezen İngiliz maslahatgüzarı Edmons’un, İngiliz Dışişleri Bakanı Henderson’a çektiği telgrafta net bir biçimde görebiliriz:

”Medeniyet, Türkiye’de hem yerli halk, hem de resmî görevliler için aynı manâyı ifade ediyor. Bu kelime, her iki grup için de dekolte elbise, içki, dans, kravat, yüksek topuklu ayakkabı, zenginler için gece elbisesi, hava kurumuna üyelik, futbol, en son yazılan romanlar ve diplomatik skandallardan bahsetmek ve Avrupa mobilyalarıyla dolu salonlarda ‘alafranga’ yemek yemek anlamına geliyor… Artık, majestelerinin hükümetleri, burada bütün kozları ele geçirmiş ve istediği kozu oynayabilecek duruma gelmiştir.”[2]

Romanlarımız ise bundan geri değildi.Bunlarda da aşkla beraber kominizm,Darvinizm,Marksizm gibi konular işlendi.Yıllarca hayatları gibi fikirleri de zehirlenen bir toplum üredi,üretildi ve türedi.

En dürüstü asrın problemlerini dile getiren romanlar oldu.Ya bir zulüm,ya bir baş örtüsü ile beraber yaşanılan acılar romanlaştırıldı.Bazen sınırlıda olsa tarihi romanlarla geçmişe pencereler açıldı,toplumun tarihe olan susuzluğu giderilmeye çalışıldı.

Yıllarca Yavuz Bahadıroğlu adıyla tarihi romanlar yazan Niyazi Birinci:” 1400 sene devam eden bir bir İslam gerçeğini nasıl oldu da birden bire reddedip onun için savaşırken onunla savaşır hale geldik?Kim getirdi bizi bu hale?Savunulan İslam,dava edilip tazminat talebinde bulunulan İslam haline geldi?Bugün otazminatlar birikimleriyle beraber alınmaktadır?Sadece onunla da kalınmayıp adeta bir hınç alınmaktadır.”sözleriyle hastalığımızı dile getirmiş oldu.

” Alemdar Yalçın, beşinci baskısı yayınlanan Sosyal ve Siyasal Değişmeler Açısından Cumhuriyet Dönemi Türk Romanı adlı kitabında, 1920-1946 arasında yayınlanan belli başlı romanları ve romancı temayüllerini çalışmasına konu ediniyor. Bir girişle dört bölümden meydana gelen kitap, Cumhuriyet dönemi Türk romanını şu başlıklarla ele alıyor:

1. Sosyal ve siyasî olaylarla doğrudan ilgili romanlar.

2. Bir fenomen olarak Anadolu’yu işleyen romanlar.

3. Aşk romanları.

4. Tarihî serüven romanları.”[3]

Kur’anda kaleme yemin edilmekte,kalemin ve yazının insan üzerindeki tesiri anlatılmaktadır.Bu zamanın en büyük silahı kalemdir.Silahların yapamadıklarını kalemler yapmaktadır.Bu da şiir,makale,hikaye,roman,tiyatro ile kendini göstermektedir.

Ahirzamanda harpler harflerle olacak.[4]

Zehirli sözler,tohum gibidir,nesilleri bitirir.Batsın bu dünya,heryer karanlık,her şey bomboş hancı sarhoş…

Bazen ifrat edilmekte,bazen de tefrit de bulunulmaktadır.

“Geçmişlerimizdeki şahsi ihsanlara ne dersin?Onlar ümmetin eminleri ve reşidleri idiler.Devletin kılıçları ve salahı idiler.Abbasiliğin bütün ikramları bir arpa danesine değmeyen bir şiire on dinar vermekle tecelli etti.

Buna bakılması lazım.Bununla beraber bu ikramlar insanlığa ve millete döndü.Çünki şiirin hizmet ettiği lisan,milliyetin ipidir.Üstelik bu zaman milliyete olan ihtiyacımızı keşfetmiştir.Ve bu yüksek maksada kapıyı açmıştır.”[5]

Bunun en güzel kullanılması gerek.Zira bu topluma yansıyınca menfi düşünce ve uygulamalara da bir çok kapanılması güç kapılar açıyor.

Nitekim toplumun veya çocukların Allah’a yakınlaştırılmaları gerekirken,bilnçsizce O’ndan uzaklaştırılmaktadır.Allahtan korkmamalı bilakis onu sevmeli.Cenab Şahabettin bir sözünde:”Allahı seven ondan korkar,ancak ondan korkan onu sevmez.”Yani onu sevmediği gibi,ondan kaçar,oysa ona koşturmalı,ona kaçmalı ve o yönde teşvikatta bulunulmalıdır.

Devletlerin yıkılmasında ilim ve kalem erbabının halkdan kopması ve belli kesime tahsisi iken,bugün Üstad Bediüzzaman Hazretleri medreseleri,ulemanın tahsisinden kurtarıp,halkın ve umumun tahsisine açmıştır.

Mevlananın Mesnevisinde hakikatlar misallerle anlatılmaktadır.Mesela,Mesnevideki hikayede,çöldeki iki karı koca bağdattaki sultana su hediye götürüyor ,sultanda onlara bir küp altın verip denizden gönderiyor.Onlar denizi görünce kendi sularının yanında sultanın zenginliğini anlıyorlar.[6]

Bediüzzaman Hazretleri de eserlerinde sürekli Kur’an-ın tarzı olan mesel ve temsilleri çokça kullanmakta,konuları hikayelerle akla dürbün gibi yaklaştırmaktadır.

Bu konuda Roman,Hikaye,Sinama,Tiyatro,Edebiyat ve Şiirdeki yanlışlara deyinerek,yapılması gereken hususlara dikkatimizi çekmektedir:

“Kâmilîn insanların zevk-i maalîsini hoşnud eden bir halet, çocukça bir hevese, sefihçe bir tabiat sahibine hoş gelmez,

Onları eğlendirmez. Bu hikmete binaen, bir zevk-i süflî, sefih, hem nefsî ve şehvanî içinde tam beslenmiş, zevk-i ruhîyi bilmez.

Avrupa’dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat romanvari nazarla, Kur’anda olan letaif-i ulviyet, mezaya-yı haşmeti göremez, hem tadamaz.

Kendindeki miheki ona ayar edemez. Edebiyatta vardır üç meydan-ı cevelan; onlar içinde gezer, haricine çıkamaz:

Ya aşkla hüsündür, ya hamaset ve şehamet, ya tasvir-i hakikat. İşte yabani edebse hamaset noktasında hakperestliği etmez.

Belki zalim nev-i beşerin gaddarlıklarını alkışlamakla kuvvetperestlik hissini telkin eder. Hüsün ve aşk noktasında, aşk-ı hakikî bilmez.

Şehvet-engiz bir zevki nefislere de zerkeder. Tasvir-i hakikat maddesinde, kâinata san’at-ı İlahî suretinde bakmaz,

Bir sıbga-i Rahmanî suretinde göremez. Belki tabiat noktasında tutar, tasvir ediyor, hem ondan da çıkamaz.

Onun için telkini aşk-ı tabiat olur. Maddeperestlik hissi, kalbe de yerleştirir, ondan ucuzca kendini kurtaramaz.

Yine ondan gelen, dalaletten neş’et eden ruhun ızdırabatına o edebsizlenmiş edeb (müsekkin (uyuşturucu) hem münevvim (uyutucu)); hakikî fayda vermez.

Tek bir ilâcı bulmuş, o da romanlarıymış. Kitab gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvat! Meyyit hayat veremez.

Hem tiyatro gibi tenasühvari, mazi denilen geniş kabrin hortlakları gibi şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz.

Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fâsık bir göz takmış, dünyaya bir âlüfte fistanını giydirmiş, hüsn-ü mücerred tanımaz.

Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktrisi karie ihtar eder. Zahiren der: “Sefahet fenadır, insanlara yakışmaz.”

Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki sefahete öyle müşevvikane bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz.

İştihayı kabartır, hevesi tehyic eder, his daha söz dinlemez. Kur’andaki edebse hevayı karıştırmaz.

Hakperestlik hissi, hüsn-ü mücerred aşkı, cemalperestlik zevki, hakikatperestlik şevki verir; hem de aldatmaz.

Kâinata tabiat cihetinde bakmıyor; belki bir san’at-ı İlahî, bir sıbga-i Rahmanî noktasında bahseder, akılları şaşırtmaz.

Marifet-i Sani’in nurunu telkin eder. Herşeyde âyetini gösterir. Her ikisi rikkatli birer hüzün de veriyor, fakat birbirine benzemez.

Avrupazade edebse fakd-ül ahbabdan, sahibsizlikten neş’et eden gamlı bir hüznü veriyor, ulvî hüznü veremez.

Zira sağır tabiat, hem de bir kör kuvvetten mülhemane aldığı bir hiss-i hüzn-ü gamdar. Âlemi bir vahşetzar tanır, başka çeşit göstermez.

O surette gösterir, hem de mahzunu tutar, sahibsiz de olarak yabaniler içinde koyar, hiçbir ümid bırakmaz.

Kendine verdiği şu hissî heyecanla git gide ilhada kadar gider, ta’tile kadar yol verir, dönmesi müşkil olur, belki daha dönemez.

Kur’anın edebi ise: Öyle bir hüznü verir ki, âşıkane hüzündür, yetimane değildir. Firak-ul ahbabdan gelir, fakd-ül ahbabdan gelmez.

Kâinatta nazarı, kör tabiat yerine şuurlu, hem rahmetli bir san’at-ı İlahî onun medar-ı bahsi, tabiattan bahsetmez.

Kör kuvvetin yerine inayetli, hikmetli bir kudret-i İlahî ona medar-ı beyan. Onun için kâinat, vahşetzar suret giymez.

Belki muhatab-ı mahzunun nazarında oluyor bir cem’iyet-i ahbab. Her tarafta tecavüb, her canibde tahabbüb; ona sıkıntı vermez.

Her köşede istinas, o cem’iyet içinde mahzunu vaz’ediyor bir hüzn-ü müştakane, bir hiss-i ulvî verir, gamlı bir hüznü vermez.

İkisi birer şevki de verir: O yabani edebin verdiği bir şevk ile nefis düşer heyecana, heves olur münbasit; ruha ferah veremez.

Kur’anın şevki ise: Ruh düşer heyecana, şevk-i maâlî verir. İşte bu sırra binaen, Şeriat-ı Ahmediye (A.S.M) lehviyatı istemez.

Bazı âlât-ı lehvi tahrim edip, bir kısmı helâl diye izin verip.. Demek hüzn-ü Kur’anî veya şevk-i Tenzilî veren âlet, zarar vermez.

Eğer hüzn-ü yetimî veya şevk-i nefsanî verse, âlet haramdır. Değişir eşhasa göre, herkes birbirine benzemez.”[7]

Bu millet sefihçe eğlencelerle birkaç asırdır oyalandı,kandırıldı.Avrupanın düzmece eğlenceleri edebiyat diye sunularak millet uyuşturuldu ve uyutuldu.Süzmeden ve mihenge vurulmadan alınan ve bizim ve Kur’anın malı olmayan bu edebiyat ve kültür zorla bize zerkedildi.Erkeğe kadın,kadına erkek elbisesi giydirilerek edebden uzak edebiyat yapılmaya çalışıldı.

“Hem nasıl medeniyet-i hazıra, hikmet-i Kur’anın ilmî ve amelî i’cazına karşı mağlub oluyor. Öyle de: Medeniyetin edebiyat ve belâgatı da, Kur’anın edeb ve belâgatına karşı nisbeti: Öksüz bir yetimin muzlim bir hüzün ile ümidsiz ağlayışı, hem süflî bir vaziyette sarhoş bir ayyaşın velvele-i gınasının (şarkı demektir) nisbeti ile, ulvî bir âşıkın muvakkat bir iftiraktan müştakane, ümidkârane bir hüzün ile gınası (şarkısı); hem zafer veya harbe ve ulvî fedakârlıklara sevketmek için teşvikkârane kasaid-i vataniyeye nisbeti gibidir. Çünki edeb ve belâgat, tesir-i üslûb itibariyle ya hüzün verir, ya neş’e verir. Hüzün ise, iki kısımdır: Ya fakd-ül ahbabdan gelir, yani ahbabsızlıktan, sahibsizlikten gelen karanlıklı bir hüzündür ki; dalalet-âlûd, tabiatperest, gafletpîşe olan medeniyetin edebiyatının verdiği hüzündür. İkinci hüzün, firak-ul ahbabdan gelir, yani ahbab var, firakında müştakane bir hüzün verir. İşte şu hüzün, hidayet-eda, nur-efşan Kur’anın verdiği hüzündür. Amma neş’e ise, o da iki kısımdır: Birisi, nefsi hevesatına teşvik eder. O da tiyatrocu, sinemacı, romancı medeniyetin edebiyatının şe’nidir. İkinci neş’e, nefsi susturup, ruhu, kalbi, aklı, sırrı maaliyata, vatan-ı aslîlerine, makarr-ı ebedîlerine, ahbab-ı uhrevîlerine yetişmek için latif ve edebli masumane bir teşviktir ki, o da Cennet ve saadet-i ebediyeye ve rü’yet-i cemalullaha beşeri sevkeden ve şevke getiren Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın verdiği neş’edir. İşte

“De ki: And olsun, eğer bu Kur’ân’ın benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplanıp da hepsi birbirine yardımcı olsalar, yine de onun benzerini getiremezler.”[8] ifade ettiği azîm mana ve büyük hakikat, kasır-ül fehm olanlarca ve dikkatsizlikle mübalağalı bir belâgat için muhal bir suret zannediliyor. Hâşâ! Mübalağa değil, muhal bir suret değil, ayn-ı hakikat bir belâgat ve mümkün ve vaki’ bir surettedir.”[9]

Ulvi değil süfli duygular harekete getirilerek,sefil bir neslin türemesine çalışıldı.Dünyada en şaşılacak bir şey varsa;oda asırlardır kendi din ve kültürüne hizmet eden bir milletin bir anda tersine aleyhine dönmüş ve döndürülmüş olmasıdır.

“Daire-i meşruadaki keyfe iktifa ediniz ve kanaat getiriniz. Sizin hanenizdeki masum evlâdlarınızla masumane sohbet, yüzer sinemadan daha ziyade zevklidir. Hem kat’iyyen biliniz ki; bu hayat-ı dünyeviyede hakikî lezzet, iman dairesindedir ve imandadır. Ve a’mal-i sâlihanın her birisinde bir manevî lezzet var. Ve dalalet ve sefahette, bu dünyada dahi gayet acı ve çirkin elemler bulunduğunu Risale-i Nur yüzer kat’î delillerle isbat etmiştir. Âdeta imanda bir Cennet çekirdeği ve dalalette ve sefahette bir Cehennem çekirdeği bulunduğunu, ben kendim çok tecrübelerle ve hâdiselerle aynelyakîn görmüşüm ve Risale-i Nur’da bu hakikat tekrar ile yazılmış. En şedid muannid ve mu’terizlerin eline girip; hem resmî ehl-i vukuflar ve mahkemeler o hakikatı cerhedememişler. Şimdi sizin gibi mübarek ve masum hemşirelerime ve evlâdlarım hükmünde küçüklerinize, başta Tesettür Risalesi ve Gençlik Rehberi ve Küçük Sözler benim bedelime sizlere ders versin.”[10]

Meşru eğlencelerle yetinilmeyerek haramda bir zevk arandı.

“İşte bu halette, gayet rikkatli ve firkatli elemli bir hüzün ve gam kalbime, başıma çöktü. Çünki ben yalnız bir-iki dostu kaybetmiyorum; İstanbul’da binler sevdiğim dostlarımdan müfarakat gibi, çok sevdiğim İstanbul’dan da ayrılacağım. Dünyada yüzbinler dostlarımdan iftirak gibi, çok sevdiğim ve mübtela olduğum o güzel dünyadan da ayrılacağım, diye düşünürken, yine kabristanın o yüksek yerine gittim. Arasıra sinemaya -ibret için- gittiğimden; bana, İstanbul içindeki insanlar, o dakikada sinemada geçmiş zamanın gölgelerini hazır zamana getirmek cihetiyle, ölmüş olanları ayakta gezer suretinde gösterdikleri gibi aynen ben de o vakit gördüğüm insanları, ayakta gezen cenazeler vaziyetinde gördüm. Hayalime dedim ki: “Madem bu kabristanda olanlardan bir kısmı sinemada gezer gibi görülüyor; ileride kat’iyyen bu kabristana girecekleri, girmiş gibi gör; onlar da cenazelerdir, geziyorlar.” Birden Kur’an-ı Hakîm’in nuruyla ve Gavs-ı A’zam Şeyh-i Geylanî Hazretlerinin irşadıyla, o hazîn halet, sürurlu ve neş’eli bir vaziyete inkılab etti. Şöyle ki: O hazîn hale karşı Kur’andan gelen nur böyle ihtar etti ki; senin, Şimal-i Şarkîde, Kosturma’daki gurbetinde bir iki esir zabit dostun vardı. Bu dostların her halde İstanbul’a gideceklerini biliyordun. Sana birisi dese idi: “Sen İstanbul’a mı gideceksin, yoksa burada mı kalacaksın?” Elbette zerre mikdar aklın varsa, İstanbul’a ferah ve sürurla gitmesini kabul edecektin. Çünki bin birden dokuzyüz doksandokuz ahbabın İstanbul’dadırlar. Burada bir iki tane kalmış, onlar da oraya gidecekler. Senin için İstanbul’a gitmek; hazîn bir firak, elîm bir iftirak değil. Hem de geldin, memnun olmadın mı? O düşman memleketindeki pek karanlık uzun gecelerinden ve pek soğuk fırtına kışlarından kurtuldun. Bu güzel (dünya cenneti gibi) İstanbul’a geldin. Aynen öyle de; senin küçüklüğünden bu yaşına kadar, sevdiklerinden yüzde doksandokuzu sana dehşet veren kabristana göçmüşler. Bu dünyada kalan bir iki dostun var, onlar da oraya gidecekler. Dünyada vefatın firak değil, visaldir; o ahbablara kavuşmaktır. Onlar, yani o ervah-ı bâkiye, eskimiş yuvalarını toprak altında bırakıp bir kısmı yıldızlarda, bir kısmı âlem-i berzah tabakatında geziyorlar diye ihtar edildi.”[11]

“Üçüncü taife olan ihtiyarlar, bir sülüs teşkil ediyor. Bunlar kabre yakınlaşıyorlar, ölüme yaklaşıyorlar, dünyadan uzaklaşıyorlar, âhirete yanaşıyorlar. Böylelerin menfaati ve nuru ve tesellisi, Hülâgu ve Cengiz gibi zalimlerin gaddarane sergüzeştlerini dinlemesinde midir? Ve âhireti unutturacak, dünyaya bağlandıracak, neticesiz, manen sukut, zahiren terakki denilen şimdiki nevi hareketinizde midir? Ve uhrevî nur, sinemada mıdır? Ve hakikî teselli, tiyatroda mıdır? Bu bîçare ihtiyarlar hamiyetten hürmet isterlerken, manevî bıçakla o bîçareleri kesmek hükmünde ve “i’dam-ı ebedîye sevkediliyorsunuz” fikrini vermek ve rahmet kapısı tasavvur ettikleri kabir kapısını ejderha ağzına çevirmek, “Sen oraya gideceksin” diye manevî kulağına üflemek; hamiyet-i milliye ise, böyle hamiyetten yüzbin defa el’iyazü billah!..”[12]

“Rivayette var ki: “Fitne-i âhirzaman o kadar dehşetlidir ki, kimse nefsine hâkim olmaz.” Bunun için, binüçyüz sene zarfında emr-i Peygamberîyle bütün ümmet o fitneden istiaze etmiş, azab-ı kabirden sonra

[13] vird-i ümmet olmuş.

Allahu a’lem bissavab, bunun bir tevili şudur ki: O fitneler nefisleri kendilerine çeker, meftun eder. İnsanlar ihtiyarlarıyla, belki zevkle irtikâb ederler. Meselâ; Rusya’da hamamlarda kadın-erkek beraber çıplak girerler ve kadın kendi güzelliklerini göstermeğe fıtraten çok meyyal olmasından seve seve o fitneye atılır, baştan çıkar ve fıtraten cemalperest erkekler dahi, nefsine mağlub olup o ateşe sarhoşane bir sürur ile düşer, yanar. İşte dans ve tiyatro gibi o zamanın lehviyatları ve kebairleri ve bid’aları birer cazibedarlık ile pervane gibi nefisperestleri etrafına toplar, sersem eder. Yoksa cebr-i mutlak ile olsa ihtiyar kalmaz, günah dahi olmaz.”[14]

“Risale-i Nur’un erkân-ı mühimmesinden bir zât yazıyor ki: “Adapazarı zelzelesinin aynı gününde, zelzeleden birkaç saat evvel, umumî ve herkese göstermek için, bir büyük tiyatro teşekkülüyle ve oyuncu kızlardan dört güzelini çırılçıplak olarak alayişle çarşı ve pazarda gezdirerek, o cazibedarlara kapılan tiyatro binasında toplanan bin kişiden fazla seyirciler, oyun başlarken, birdenbire arz kemal-i hiddet ve gayz ile onların hayâsız yüzlerini dehşetli tokatladı, mahvedip zîr ü zeber etti. Ve o binayı hâk ile yeksan eyledi.” Ben, dünyanın bu nevi hâdiselerinden iki senedir hiç haberim yoktu, bakmıyordum. Fakat bugünlerde hem Hüsrev ve hem kahraman Çelebi zelzeleden haber vermeleri; ve Hüsrev ve rüfekasının kanaatıyla, Isparta’nın gürültülü zelzelesi, karşısında Risale-i Nur’u kuvvetli bir kalkan bulmasıyla hiçbir zarar vermemesi; ve Risale-i Nur’a muarız bir hocanın bütün hasılatını mahveden dolu o muarıza has kalması, başkasına ilişmemesi bir derece kanaat verir ki; ekser vilayetlere giren ve Adapazar’a girmeyen Risale-i Nur’un ehemmiyetli bir esası olan tesettür şiarını bu derece açık ihanetiyle, Risale-i Nur onların yardımlarına koşmamış diye, yalnız bu hâdiseye baktım.”[15]

Bu millet yaptıklarıyla adeta kadere fetva verdi,belalara davetiye çıkardı.İlahi ikazlarla da uyanmadı,aldandı.Bu da göstermektedir ki;uyandırılana kadar ikazlar devam edecektir.Kâinatta tesadüfe tesadüf edilmemektedir.Hiç bir şey tesadüfü değil,beşerin ameliyle alakadardır.

“Kırk sene evvel bir başkumandan beni bir parça dünyaya alıştırmak için bazı kumandanları, hattâ hocaları benim yanıma gönderdi. Onlar dediler: “Biz şimdi mecburuz.” Zaruretler mahzurlu şeyleri mübah kılar.” kaidesiyle Avrupa’nın bazı usûllerini, medeniyetin îcablarını taklide mecburuz.” dediler. Ben de dedim: “Çok aldanmışsınız. Zaruret sû’-i ihtiyardan gelse kat’iyyen doğru değildir, haramı helâl etmez. Sû’-i ihtiyardan gelmezse, yani zaruret haram yoluyla olmamış ise, zararı yok. Meselâ: Bir adam sû’-i ihtiyarı ile haram bir tarzda kendini sarhoş etse ve sarhoşlukla bir cinayet yapsa; hüküm aleyhine cari olur, mazur sayılmaz, ceza görür. Çünki sû’-i ihtiyarı ile bu zaruret meydana gelmiştir. Fakat bir meczub çocuk cezbe halinde birisini vursa mazurdur, ceza görmez. Çünki ihtiyarı dâhilinde değildir.” İşte, ben o kumandana ve hocalara dedim: Ekmek yemek, yaşamak gibi zarurî ihtiyaçlar haricinde başka hangi zaruret var? Sû’-i ihtiyardan, gayr-ı meşru meyillerden ve haram muamelelerden tevellüd eden hareketler, haramı helâl etmeye medar olamazlar. Sinema, tiyatro, dans gibi şeylerde tiryaki olmuş ise, mutlak zaruret olmadığı ve sû’-i ihtiyardan geldiği için, haramı helâl etmeye sebeb olamaz. Kanun-u beşerî de bu noktaları nazara almış ki; ihtiyar haricinde zaruret-i kat’iyye ile, sû’-i ihtiyardan neş’et eden hükümleri ayırmıştır. Kanun-u İlahîde ise, daha esaslı ve muhkem bir şekilde bu esaslar tefrik edilmiş.”[16]

Sanat millet ve vereceği fayda için değil sanat adına yapıldı.Her türlü herzeler meşru görüldü.Ne türlü namussuzluk yapılırsa ona sanat kılıfı giydirildi.

Tıpkı şu örnek gibi;Lise son sınıftaki öğrencilerime ne olmak istediklerini sorduğumda içlerinden birisi kalkarak avukat olacağını ve konuşmanın devam eden kısmında da önüne gelen cinayet,hırsızlık gibi her türlü davayı savunacağını çünki avukatlığın bir savunma mesleği olmasından dolayı kötülüklerinde savunulmasında bir beis olmayacağını söylemişti.

Konuşmamızda avukatlığında bir doktorluk mesleği gibi bir dürüstlük yemini ettiğini,adaleti yıkmak değil tesis etmekle,toplumdaki güveni oluşturup insanlar arasındaki uyumu sağlamak mecburiyetinde olduğunu uzunca anlatarak iknaya çalışmıştık.

Şimdiki sanatkarların ve edebiyatçıların yaptıklarıda bundan pek geri kalmamaktadır.

Ve Hürriyet adına kim ne işlese mübah görüldü.Oysa gerçek hürriyet odur ki,kişi ne kendisine ne de başkasına zarar vermemesidir.Bizdeki hürriyet hem kendine hem de gayra zarar verdi.

” Cumhuriyet gazetesinde neşredilen bu nasihatler 1956’da Sebilürreşad tarafından iktibas edilir.Sultan Abdülhamid’in Enver Paşa’ya tarihi hakikatler içeren nasihatleri şöyledir:

-“Enver Paşa, sana oğlum diyorum. Evet çünkü sen de bizim aileye karışmış bulunyorsun. Hanedanımızın sevgili damadısın…

Oğlum Enver, 33 sene saltanat sürdüm. Padişahlığım müddetince ferdin hürriyetine, şahsiyetine daima taraftar idim. Fakat keyfemayeşa, bir hürriyeti, gelişigüzel bir serbestiyi de hiç bir zaman hoş görmedim…

Padişah olarak bu memleketin tarihinde ilk Meclis’i Mebusan’ı ben açtırdım. Fakat mebusların kâfi derecede olgunlaşmamış olduğunu görünce aynı Meclis’i ben kapattırdım. Bilir misin ki, Osmanlı Meclisi Mebusanı’nın verdiği ilanı harb kararı bize neye mal oldu?

Bu Rus Harbi ile tekmil Balkanları, Rumeli’yi kaybettik. Bu kararı hiç beğenmedim. Fakat önliyemedim. Mithat Paşa bu hususta çok ısrar etmişti. Harbin korkunç neticelerini çabuk gördük. Plevne’nin şanlı müdafaasına, Kars’ın kahramanca savaşına rağmen mağlub olduk. Rus orduları Ayastfanos’a kadar geldiler. Zabitleri İstanbul’a girdi ve bize şerefsiz bir muahede imza ettirdiler. Bunu imzalarken Hariciye Nazırı Saffet Paşa’nın hüngür hüngür ağladığını işittiğim zaman son derece kederlenmiştim.

Şimdi sizler de bir harbe girmiş bulunuyorsunuz. Bu da acele olmuş, hissiyata kapılarak memleket tehlikeye atılmıştır. İnşaallah devletimiz ve milletimiz için hayırlı ve şerefli biter. Fakat hafazanallah felâketle biterse ister misiniz ki bu da bize bir Anadolu’ya mal olsun? O zaman elimizde ne kalır damad?

Hareket Ordusu ile İstanbul üzerine yürüdünüz, muzaffer oldunuz, şehri zaptettiniz, Saray’a kadar dayandınız, beni hal’ettiniz, hepsi güzel.

Unutmayınız ki emrimdeki kuvvetlere asla ateş etmemelerini, kan dökmemelerini bildirmiştim. Eğer bir mukavemet görseydiniz bu size pek pahalıya mal olacaktı. Ancak bu sayede hiç kimsenin burnu kanamamıştır. Fakat arkadaşlarınızın gözü hiç bir şeyi görmemişti. Tedbirlerimi beğenmediler. Beni kaldırıp bir paçavra gibi sokağa attılar.

Üstelik 31 Mart hadisesini benden bildiler. Halbuki bunda hiç bir alakam yoktu. Asileri tahrik edenler elbette vardı. Fakat bunlar asla Saraya mensub kimseler değildi. Her devirde devletin düşmanları olacaktır. Bunları tahkiksiz, mesnedsiz kuru iftiralarla herkese bulaştırmak vicdanî bir hareket değildir.

Beni en çok üzen şey, huzurumdan kovduğum bir insanı, beni saltanattan uzaklaştıran kararı tebliğe memur bir heyete katmanız olmuştur. Bu, Emanuel Karasu’dur. Bu Yahudi’yi ne diye karşıma çıkardınız? Bununla bu makamı elin Yahudisine tahkir ettirdiniz. Selânik’te bir mason locasının üstadı azamı olan bu zat ile Hazret-i Peygamberden beri el üstünde tutulagelen bir müessese encam bir Musevi’nin tebligatı ile Hanedan’ı Ali Osmani’nin bir rüknünden alınmış oldu. İftihar edebilirsiniz. Şimdi iktidardasın, neşen yerinde ve huzur içindesin, istikbalin parlak görünmektedir.Fakat bütün bunlara güvenme oğlum, sana son bir baba nasihatı vereyim:

Bugün insanı aklışlayanlar, yarın onu paralamasını da bilirler!.. Dikkat et…Allah yolunu açık etsin!..Allah millete, devlete zeval vermesin…”[17]

“- Ey gazeteciler! Edibler edebli olmalı; hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddib olmalı. Ve onların sözleri, kalb-i umumî-i müşterek-i milletten, bitarafane çıkmalı. Ve matbuat nizamnamesini, vicdanınızdaki hiss-i diyanet ve niyet-i hâlisa tanzim etmeli. Halbuki siz, iki kıyas-ı fâsidle, yâni: Taşrayı İstanbul’a ve İstanbul’u Avrupa’ya kıyas ederek efkâr-ı umumiyeyi bataklığa düşürdünüz; ve şahsî garazları ve fikr-i intikamı uyandırdınız. Zira elifba okumayan çocuğa felsefe-i tabiiye dersi verilmez! Ve erkeğe, tiyatrocu karı libası yakışmaz! Ve Avrupa’nın hissiyatı, İstanbul’da tatbik olunmaz! Akvamın ihtilâfı; mekânların ve aktârın tehalüfü, zamanların ve asırların ihtilâfı gibidir. Birisinin libası, ötekinin endamına gelmez. Demek, Fransız Büyük İhtilâli, bize tamamen hareket düsturu olamaz! Yanlışlık, tatbik-i nazariyat ve mukteza-yı hâli düşünmemekten çıkar.”[18]

“Kaç defa, büyük içtimalarda heyecanları hissettim, korktum ki, avâm-ı nâs, siyasete karışmakla asayişi ihlâl etsinler. Türkçeyi yeni öğrenen köylü bir talebenin lisanına yakışacak lâfızlarla, heyecanı teskin ettim. Ezcümle, Bayezid’de talebenin içtimaında ve Ayasofya mevlidinde ve Ferah Tiyatrosundaki heyecana yetiştim; bir derece heyecanı teskin ettim. Yoksa bir fırtına daha olacaktı. Ben ki bedevî bir adamım; medenîlerin entrikalarını bildiğim halde, işlerine karıştım. Demek, cinayet ettim (!)…”[19]

“Ey kardeş! Benden birkaç nasihat istedin. Sen bir asker olduğun için askerlik temsilâtıyla, sekiz hikâyecikler ile birkaç hakikatı nefsimle beraber dinle. Çünki ben nefsimi herkesten ziyade nasihata muhtaç görüyorum. Vaktiyle sekiz âyetten istifade ettiğim sekiz sözü biraz uzunca nefsime demiştim. Şimdi kısaca ve avam lisanıyla nefsime diyeceğim. Kim isterse beraber dinlesin.”[20]

“Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil ey nefsim, şu mübarek kelime İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcudatın lisan-ı haliyle vird-i zebanıdır. Bismillah ne büyük tükenmez bir kuvvet, ne çok bitmez bir bereket olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak dinle. Şöyle ki:”[21]

“İmanda ne kadar büyük bir saadet ve nimet ve ne kadar büyük bir lezzet ve rahat bulunduğunu anlamak istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:”[22]

“İbadet, ne büyük bir ticaret ve saadet; fısk ve sefahet, ne büyük bir hasaret ve helâket olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle…”[23]

“Namaz, ne kadar kıymetdar ve mühim, hem ne kadar ucuz ve az bir masraf ile kazanılır, hem namazsız adam ne kadar divane ve zararlı olduğunu, iki kerre iki dört eder derecesinde kat’î anlamak istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, gör:”[24]

“Namaz kılmak ve büyük günahları işlememek, ne derece hakikî bir vazife-i insaniye ve ne kadar fıtrî, münasib bir netice-i hilkat-ı beşeriye olduğunu görmek istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:”[25]

“Nefis ve malını Cenab-ı Hakk’a satmak ve ona abd olmak ve asker olmak; ne kadar kârlı bir ticaret, ne kadar şerefli bir rütbe olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciği dinle:”[26]

“Şu kâinatın tılsım-ı muğlakını açan “Âmentü billâhi ve bi’l-yevmi’l-âhir”[27]ruh-u beşer için saadet kapısını fetheden ne kadar kıymetdar iki tılsım-ı müşkil-küşa olduğunu ve sabır ile Hâlıkına tevekkül ve iltica ve şükür ile Rezzakından sual ve dua; ne kadar nâfi’ ve tiryak gibi iki ilâç olduğunu; ve Kur’an’ı dinlemek, hükmüne inkıyad etmek, namazı kılmak, kebairi terk etmek; ebed-ül âbâd yolculuğunda ne kadar mühim, değerli revnakdar bir bilet, bir zâd-ı âhiret, bir nur-u kabir olduğunu anlamak istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:”[28]

“Şu dünya ve dünya içindeki ruh-u insanî ve insanda dinin mahiyet ve kıymetlerini ve eğer din-i hak olmazsa, dünya bir zindan olması ve dinsiz insan, en bedbaht mahluk olduğunu ve şu âlemin tılsımını açan, ruh-u beşerîyi zulümattan kurtaran ­ Yâ Allah ve Lâ ilâhe illâllah olduğunu anlamak istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:”[29]

“Ey nefsim ve ey nefsimle beraber bu hikâyeyi dinleyen adam!

Şu hikâye-i temsiliyede olan hakikatları eğer fehmettin ise; hakikat-ı dini ve dünyayı ve insanı ve imanı ona tatbik edebilirsin. Mühimlerini ben söyleyeceğim. İncelerini sen kendin istihrac et.”[30]

“Şu risalelerde teşbih ve temsilleri, hikâyeler suretinde yazdığımın sebebi; hem teshil, hem hakaik-i İslâmiye ne kadar makul, mütenasib, muhkem, mütesanid olduğunu göstermektir. Hikâyelerin manaları, sonlarındaki hakikatlerdir. Kinaiyat kabilinden yalnız onlara delalet ederler. Demek, hayalî hikâyeler değil, doğru hakikatlerdir.”[31]

“Birader, haşir ve âhireti basit ve avam lisanıyla ve vâzıh bir tarzda beyanını ister isen, öyle ise şu temsilî hikâyeciğe nefsimle beraber bak, dinle:”[32]

“İşte haşir ve âhiretten kinaye ve ibaret olan şu hikâye-i temsiliye burada tamam oldu. Şimdi tevfik-ı İlahî ile hakikat-ı ulyaya geçeceğiz. Geçmiş “Oniki Suret”e mukabil “Oniki mütesanid Hakikat” ile bir “Mukaddime” beyan edeceğiz.”[33]

“BİRİNCİ İŞARET: Hikâyedeki sersem adamın o emin arkadaşıyla, üç hakikatları var.

Felsefe şakirdleri ve millet-i küfriye ve nefs-i emmarenin en müdhiş dalaleti, Cenab-ı Hakk’ı tanımamaktadır. Hikâyede nasıl emin adam demişti: “Bir harf kâtibsiz olmaz, bir kanun hâkimsiz olmaz.” Biz de deriz:”[34]

“İKİNCİ İŞARET: Hikâyede bir yaver-i ekremden bahsedilmiş ve denilmiş ki: Kör olmayan herkes onun nişanlarını görmekle anlar ki: O zât, padişahın emriyle hareket eder ve onun has bendesidir. İşte o yaver-i ekrem, Resul-i Ekrem’dir (Aleyhissalâtü Vesselâm). Evet şöyle müzeyyen bir kâinatın, öyle mukaddes bir Sâniine böyle bir Resul-i Ekrem, ışık şemse lüzumu derecesinde elzemdir. Çünki nasıl Güneş, ziya vermeksizin mümkün değildir. Öyle de uluhiyet de, peygamberleri göndermekle kendini göstermeksizin mümkün değildir.”[35]

“DÖRDÜNCÜ İŞARET: Nasılki hikâyede oniki suretle gördük ki: Hiçbir cihetle mümkün değil; öyle bir padişahın, öyle muvakkat misafirhane gibi bir memleketi bulunsun da, müstekar ve haşmetine mazhar ve saltanat-ı uzmasına medar diğer daimî bir memleketi bulunmasın… Öyle de hiçbir vecihle mümkün değil ki; bu fâni âlemin bâki Hâlık’ı, bunu icad etsin de, bâki bir âlemi icad etmesin? Hem mümkün değil: Şu bedi’ ve zâil kâinatın sermedî Sânii bunu halk etsin de, müstekar ve daimî diğer bir kâinatı icad etmesin? Hem mümkün değil: Bu meşher ve meydan-ı imtihan ve tarla hükmünde olan dünyanın Hakîm ve Kadîr ve Rahîm olan Fâtır’ı onu yaratsın, onun bütün gayelerine mazhar olan dâr-ı âhireti halk etmesin? Bu hakikata oniki kapı ile girilir. Oniki hakikat ile o kapılar açılır. En kısa ve basitten başlarız:”[36]

“Ey nefsimle beraber beni dinleyen arkadaş! Hikâye-i temsiliyede demiştik: Bir adada bir içtima var… Bir yaver-i ekrem bir nutuk okuyor. Onun işaret ettiği hakikat şöyledir ki: Gel! Bu zamandan tecerrüd edip, fikren Asr-ı Saadet’e ve hayalen Ceziret-ül Arab’a gidiyoruz. Tâ ki, Resul-i Ekrem’i (Aleyhissalâtü Vesselâm) vazife başında ve ubudiyet içinde görüp, ziyaret ederiz. Bak! O zât nasılki risaletiyle, hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husulü ve vesile-i vusulüdür. Onun gibi, ubudiyetiyle ve duasıyla, o saadetin sebeb-i vücudu ve Cennet’in vesile-i icadıdır.”[37]

“Elhasıl: Nasıl hikâye-i temsiliyede bir zabitin cüzdanına ve defterine bakıp görmüş idik ki; hem rütbesi, hem vazifesi, hem maaşı, hem düstur-u hareketi, hem cihazatı bize gösterdi ki; o zabit, o muvakkat meydan için değil, belki müstekar bir memlekete gidecek de ona göre çalışıyor. Aynen onun gibi; insanın kalb cüzdanındaki letaif ve akıl defterindeki havas ve istidadındaki cihazat, tamamen ve müttefikan saadet-i ebediyeye müteveccih ve ona göre verilmiş ve ona göre teçhiz edilmiş olduğuna ehl-i tahkik ve keşf müttefiktirler.”[38]

“Ey kardeş! Eğer hikmet-i âlemin tılsımını ve hilkat-i insanın muammasını ve hakikat-ı salâtın rumuzunu bir parça fehmetmek istersen, nefsimle beraber şu temsilî hikâyeciğe bak:”[39]

“Ey benimle bu hikâyeyi dinleyen arkadaş! Elbette anladın ki: O Hâkim-i Zîşan bu kasrı, şu mezkûr maksadlar için bina etmiştir. Şu maksadların husulü ise, iki şeye mütevakkıftır:”[40]

“Ey arkadaş! Hikâye burada bitti. Eğer şu temsilin sırrını anladınsa bak, hakikatın yüzünü de gör:”[41]

“BİRİNCİ ESAS: Hikmet-i Kur’aniye ile hikmet-i fenniyenin farklarına şu gelecek hikâye-i temsiliye dûrbîniyle bak:”[42]

“Evet madem Kur’anın herbir âyeti, çok vücuh-u irşadî ve müteaddid cihat-ı hidayeti olduğunu ehl-i tahkik ve ilm-i belâgat ittifak etmişler. Öyle ise Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın en parlak âyetleri olan mu’cizat-ı Enbiya âyetleri; birer hikâye-i tarihiye olarak değil, belki onlar çok maânî-i irşadiyeyi tazammun ediyorlar. Evet, mu’cizat-ı Enbiyayı zikretmesiyle fen ve san’at-ı beşeriyenin nihayet hududunu çiziyor. En ileri gayatına parmak basıyor. En nihayet hedeflerini tayin ediyor. Beşerin arkasına dest-i teşviki vurup o gayeye sevkediyor. Zaman-ı mazi, zaman-ı müstakbel tohumlarının mahzeni ve şuunatının âyinesi olduğu gibi; müstakbel dahi mazinin tarlası ve ahvalinin âyinesidir. Şimdi misal olarak o çok vasi’ menba’dan yalnız birkaç nümunelerini beyan edeceğiz:”[43]

“Tevhidin hakikat-ı uzmasına ve “Âmentü Billah” imanına işaret eden hikâye-i temsiliye tamam oldu. Fazl-ı Rahman, feyz-i Kur’an, nur-u iman sayesinde tevhid-i hakikînin güneşinden, hikâye-i temsiliyedeki oniki bürhana mukabil, oniki lem’a ile bir mukaddemeyi göstereceğiz.”[44]

­

“Tevekkül eden ve etmeyenin misalleri, şu hikâyeye benzer:”[45]

“Hattâ bir gün kedilere baktım. Yalnız yemeklerini yediler, oynadılar, yattılar. Hatırıma geldi: “Nasıl bu vazifesiz canavarcıklara mübarek denilir?” Sonra gece yatmak için uzandım. Baktım, o kedilerden birisi geldi, yastığıma dayandı, ağzını kulağıma getirdi. Sarih bir surette “Ya Rahîm, Ya Rahîm, Ya Rahîm, Ya Rahîm” diyerek güya hatırıma gelen itirazı ve tahkiri, taifesi namına reddedip yüzüme çarptı. Aklıma geldi: “Acaba şu zikir bu ferde mi mahsustur? Yoksa taifesine mi âmmdır? Ve işitmek yalnız benim gibi haksız bir muterize mi münhasırdır? Yoksa herkes dikkat etse bir derece işitebilir mi?” Sonra sabahleyin başka kedileri dinledim. Çendan onun gibi sarih değil, fakat mütefavit derecede aynı zikri tekrar ediyorlar. Bidayette hırhırları arkasında “Ya Rahîm” farkedilir. Git gide hırhırları, mırmırları, aynı “Ya Rahîm” olur. Mahreçsiz, fasih bir zikr-i hazîn olur. Ağzını kapar, güzel “Ya Rahîm” çeker. Yanıma gelen ihvanlara hikâye ettim. Onlar dahi dikkat ettiler, “Bir derece işitiyoruz” dediler. Sonra kalbime geldi: “Acaba şu ismin vech-i tahsisi nedir? Ve ne için insan şivesiyle zikrederler, hayvan lisanıyla etmiyorlar?” Kalbime geldi: Şu hayvanlar çocuk gibi çok nazdar ve nazik ve insana karışık bir arkadaş olduğundan, çok şefkat ve merhamete muhtaçtırlar. Okşandığı vakit hoşlarına giden taltifleri gördükleri zaman, o nimete bir hamd olarak, kelbin hilafına olarak esbabı bırakıp yalnız kendi Hâlık-ı Rahîm’inin rahmetini kendi âleminde ilân ile nevm-i gaflette olan insanları ikaz ve “Ya Rahîm” nidasıyla: Kimden meded gelir ve kimden rahmet beklenir, esbabperestlere ihtar ediyorlar.”[46]

“Altıncı Asıl: Beyn-en nas iştihar bulmuş bazı hikâyeler bulunuyor ki, durub-u emsal hükmüne geçer. Hakikî manasına bakılmaz. Ne maksad için sevkedilir, ona bakılır. İşte bu neviden beyn-en nâs tearüf etmiş bazı kıssa ve hikâyatı, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bir maksad-ı irşadî için, temsil ve kinaye nev’inden zikredivermiş. Şu nevi mes’elelerin mana-yı hakikîsinde kusur varsa, örf ve âdât-ı nasa aittir ve teârüf ve tesamu’-u umumîye raci’dir.”[47]

“Eğer, bir şübheniz varsa, size yardım edecek, şehadet edecek bütün büyüklerinizi ve taraftarlarınızı çağırınız. Birtek suresine bir nazire yapınız.” “İşarat-ül İ’caz”da izah ve isbat edildiği için burada yalnız icmaline işaret ederiz. Şöyle ki: Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan diyor: “Ey ins ve cin! Eğer Kur’an, Kelâm-ı İlahî olduğunda şübheniz varsa, bir beşer kelâmı olduğunu tevehhüm ediyorsanız, haydi, işte meydan, geliniz! Siz dahi ona Muhammed-ül Emin dediğiniz zât gibi, okumak yazmak bilmez, kıraat ve kitabet görmemiş bir ümmiden bu Kur’an gibi bir kitab getiriniz, yaptırınız. Bunu yapamazsanız, haydi ümmi olmasın, en meşhur bir edib, bir âlim olsun. Bunu da yapamazsanız, haydi birtek olmasın, bütün büleganız, hutebanız, belki bütün geçmiş beliglerin güzel eserlerini ve bütün gelecek ediblerin yardımlarını ve ilahlarınızın himmetlerini beraber alınız. Bütün kuvvetinizle çalışınız, şu Kur’ana bir nazire yapınız. Bunu da yapamazsanız, haydi kabil-i taklid olmayan hakaik-i Kur’aniyeden ve manevî çok mu’cizatından kat-ı nazar, yalnız nazmındaki belâgatına nazire olarak bir eser yapınız.” [48] ilzamıyla der: “Haydi sizden mananın doğruluğunu istemiyorum. Müftereyat ve yalanlar ve bâtıl hikâyeler olsun. Bunu da yapamıyorsunuz. Haydi bütün Kur’an kadar olmasın, yalnız on suresine nazire getiriniz. Bunu da yapamıyorsunuz. Haydi, birtek suresine nazire getiriniz. Bu da çoktur. Haydi, kısa bir suresine bir nazire ibraz ediniz. Hattâ, madem bunu da yapmazsanız ve yapamazsınız. Hem bu kadar muhtaç olduğunuz halde; çünki haysiyet ve namusunuz, izzet ve dininiz, asabiyet ve şerefiniz, can ve malınız, dünya ve âhiretiniz, buna nazire getirmekle kurtulabilir. Yoksa dünyada haysiyetsiz, namussuz, dinsiz, şerefsiz, zillet içinde, can ve malınız helâkette mahvolup ve âhirette

[49]işaretiyle Cehennem’de haps-i ebedî ile mahkûm ve sanemlerinizle beraber ateşe odunluk edeceksiniz. Hem madem sekiz mertebe aczinizi anladınız. Elbette sekiz defa, Kur’an dahi mu’cize olduğunu bilmekliğiniz gerektir. Ya imana geliniz veyahut susunuz, Cehennem’e gidiniz!” İşte Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın makam-ı ifhamdaki ilzamına bak ve de: Evet beyan-ı Kur’andan sonra beyan olamaz ve hacet kalmaz.”[50]

“Evet Kur’anın hitabı evvela Mütekellim-i Ezelî’nin rububiyet-i âmmesinin geniş makamından, hem nev-i beşer belki kâinat namına muhatab olan zâtın geniş makamından, hem umum nev-i beşer ve benî-âdemin bütün asırlarda irşadlarının gayet vüs’atli makamından, hem dünya ve âhiretin, arz ve semavatın ve ezel ve ebedin ve Hâlık-ı Kâinat’ın rububiyetine ve bütün mahlukatın tedbirine dair kavanin-i İlahiyenin gayet yüksek ihatalı beyanatının makamından aldığı vüs’at ve ulviyet ve ihata cihetiyle o hitab, öyle bir yüksek i’cazı ve şümulü gösterir ki; ders-i Kur’anın muhatablarından en kesretli taife olan tabaka-i avamın basit fehimlerini okşayan zahirî ve basit mertebesi dahi, en ulvî tabakayı da tam hissedar eder. Güya kıssadan yalnız bir hisse ve bir hikâye-i tarihiyeden bir ibret değil, belki bir küllî düsturun efradı olarak her asra ve her tabakaya hitab ederek taze nâzil oluyor ve bilhassa çok tekrar ile deyip tehdidleri ve zülümlerinin cezası olan musibet-i semaviye ve arziyeyi şiddetle beyanı, bu asrın emsalsiz zulümlerine Kavm-i Âd ve Semud ve Firavun’un başlarına gelen azablarla baktırıyor ve mazlum ehl-i imana İbrahim (A.S.), Musa (A.S.) gibi enbiyanın necatlarıyla teselli veriyor.”[51]

“Hem meselâ: Sure-i de sekiz defa tekrar edilen şu “Rabbin ise, şüphesiz ki, kudreti herşeye galip olan ve rahmeti herşeyi kuşatan Allah’tır.” [52] âyeti, o surede hikâye edilen peygamberlerin necatlarını ve kavimlerinin azablarını, kâinatın netice-i hilkati hesabına ve rububiyet-i âmmenin namına o binler hakikat kuvvetinde olan âyeti tekrar ederek; izzet-i Rabbaniye, o zalim kavimlerin azabını ve rahîmiyet-i İlahiye dahi enbiyanın necatlarını iktiza ettiğini ders vermek için binler defa tekrar olsa yine ihtiyaç ve iştiyak var ve îcazlı ve i’cazlı bir ulvî belâgattır. Hem meselâ: Sure-i Rahman’da tekrar edilen “Ey insanlar ve cinler, Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz?” [53] âyeti ile Sûre-i Mürselât’ta “Yazıklar olsun o gün yalanlayanlara!”[54] âyeti, cin ve nev’-i beşere, kâinatı kızdıran ve arz ve semavatı hiddete getiren ve hilkat-i âlemin neticelerini bozan ve haşmet-i saltanat-ı İlahiyeye karşı inkâr ve istihfafla mukabele eden, küfür ve küfranlarını ve zulümlerini ve bütün mahlukatın hukuklarına tecavüzlerini asırlara ve arza ve semavata tehdidkârane haykıran bu iki âyet, böyle binler hakikatlarla alâkadar ve binler mes’ele kuvvetinde olan bir ders-i umumîde binler defa tekrar edilse yine lüzum var ve celalli bir îcaz ve cemalli bir i’caz-ı belâgattır.”[55]

Kur’an geçmiş ümmetlerin başlarına gelen olayları hikaye ederken,bununla beşeri ibret ve ders almaya sevketmektedir.

“İçtihadda yani istinbat-ı ahkâmda, yani Cenab-ı Hakk’ın marziyatını kelâmından anlamakta, sahabelere yetişilmez. Çünki o zamandaki o büyük inkılab-ı İlahî, marziyat-ı Rabbaniyeyi ve ahkâm-ı İlahiyeyi anlamak üzere dönerdi. Bütün ezhan, istinbat-ı ahkâma müteveccih idi. Bütün kalbler, “Rabbimizin bizden istediği nedir!” diye merak ederdi. Ahval-i zaman, bu hali işmam ve ihsas edecek bir tarzda cereyan ediyordu. Muhaverat, bu manaları tazammun ederek vuku buluyordu.

İşte bunun için herşey ve her hal ve muhavereler ve sohbetler ve hikâyeler, bütün o manaları bir derece ders verecek bir tarzda cereyan ettiğinden; sahabenin istidadını tekmil ve fikirlerini tenvir ettiğinden; içtihad ve istinbatta istidadı kibrit derecesinde nurlanmaya hazır olduğundan; bir günde veya bir ayda kazandığı mertebe-i istinbat ve içtihadı, o sahabenin derece-i zekâvetinde ve istidadında olan bir adam, şu zamanda on senede, belki yüz senede kazanmayacaktır. Çünki şimdi saadet-i ebediyeye bedel, saadet-i dünyeviye medar-ı nazardır. Beşerin nazar-ı dikkati, başka maksadlara müteveccihtir. Tevekkülsüzlük içinde derd-i maişet, ruha sersemlik ve felsefe-i tabiiye ve maddiye akla körlük verdiğinden; beşerin muhit-i içtimaîsi, o şahsın zihnine ve istidadına, içtihad hususunda kuvvet vermediği gibi, teşettüt veriyor, dağıtıyor. Yirmiyedinci Söz’ün içtihad bahsinde, Süfyan İbn-i Uyeyne ile onun zekâveti derecesinde birinin müvazenesinde isbat etmişiz ki; Süfyan’ın on senede kazandığını, öteki yüz senede kazanamıyor.”[56]

“Birinci temsil: Onbirinci Söz’ün hikâye-i temsiliyesinde tafsilen beyan edildiği gibi: Nasılki bir Sultan-ı Zîşan’ın, pekçok hazineleri ve o hazinelerde pekçok cevahirlerin enva’ı bulunsa, hem sanayi-i garibede çok mehareti olsa ve hesabsız fünun-u acibeye marifeti, ihatası bulunsa, nihayetsiz ulûm-u bediaya ilim ve ıttılaı olsa.. her cemal ve kemal sahibi, kendi cemal ve kemalini görüp ve göstermek istemesi sırrınca: Elbette o sultan-ı zîfünun dahi, bir meşher açmak ister ki; içinde sergiler dizsin, tâ nâsın enzarına saltanatının haşmetini, hem servetinin şaşaasını, hem kendi san’atının hârikalarını, hem kendi marifetinin garibelerini izhar edip göstersin; tâ, cemal ve kemal-i manevîsini, iki vecihle müşahede etsin. Bir vechi: Bizzât nazar-ı dekaik-aşinasıyla görsün. Diğeri: Gayrın nazarıyla baksın. Ve şu hikmete binaen elbette cesîm, muhteşem, geniş bir saray yapmağa başlar. Şahane bir surette dairelere, menzillere taksim eder. Hazinelerinin türlü türlü murassaatıyla süslendirip, kendi dest-i san’atının en güzel, en latif san’atlarıyla zînetlendirir. Fünun ve hikmetinin en incelikleriyle tanzim eder. Ve ulûmunun âsâr-ı mu’cizekâraneleriyle donatır, tekmil eder. Sonra nimetlerinin çeşitleriyle, taamlarının lezizleriyle, her taifeye lâyık sofraları serer. Bir ziyafet-i âmme ihzar eder. Sonra raiyetine kendi kemalâtını göstermek için, onları seyre ve ziyafete davet eder. Sonra birisini Yaver-i Ekrem yapar, aşağıki tabakat ve menzillerden yukarıya davet eder; daireden daireye, üst üstteki tabakalarda gezdirir. O acib san’atının makinelerini ve tezgâhlarını ve aşağıdan gelen mahsulâtın mahzenlerini göstere göstere, tâ daire-i hususiyesine kadar getirir. Bütün o kemalâtının madeni olan mübarek zâtını ona göstermekle ve huzuruyla onu müşerref eder. Kasrın hakaikını ve kendi kemalâtını ona bildirir. Seyircilere rehber tayin eder, gönderir. Tâ o sarayın Sâniini, o sarayın müştemilâtıyla, nukuşuyla, acaibiyle, ahaliye tarif etsin. Ve sarayın nakışlarındaki rumuzunu bildirip ve içindeki san’atlarının işaretlerini öğretip, (derunundaki manzum murassa’lar ve mevzun nukuş nedir? Ve saray sahibinin kemalâtını ve hünerlerini nasıl gösterirler?) o saraya girenlere tarif etsin ve girmenin âdâbını ve seyrin merasimini bildirip ve görünmeyen sultan-ı zîfünun ve zîşuuna karşı, marziyatı ve arzuları dairesinde teşrifat merasimini tarif etsin.

Aynen öyle de: ve lillâhi’l-meselü’l-a’lâ Ezel-Ebed Sultanı olan Sâni’-i Zülcelal, nihayetsiz kemalâtını ve nihayetsiz cemalini görmek ve göstermek istemiştir ki: Şu âlem sarayını öyle bir tarzda yapmıştır ki; herbir mevcud, pekçok dillerle onun kemalâtını zikreder. Pekçok işaretlerle cemalini gösterir. Esma-i hüsnasının herbir isminde ne kadar gizli manevî defineler ve herbir ünvan-ı mukaddesesinde ne kadar mahfî letaif bulunduğunu, şu kâinat bütün mevcudatıyla gösterir. Ve öyle bir tarzda gösterir ki: Bütün fünun, bütün desatiriyle şu kitab-ı kâinatı, zaman-ı Âdem’den beri mütalaa ediyor. Halbuki o kitab, esma ve kemalât-ı İlahiyeye dair ifade ettiği manaların ve gösterdiği âyetlerin öşr-i mi’şarını daha okuyamamış. İşte şöyle bir saray-ı âlemi, kendi kemalât ve cemal-i manevîsini görmek ve göstermek için bir meşher hükmünde açan Celil-i Zülcemal, Cemil-i Zülcelal, Sâni’-i Zülkemal’in hikmeti iktiza ediyor ki: Şu âlem-i arzdaki zîşuurlara nisbeten abes ve faidesiz olmamak için, o sarayın âyetlerinin manasını birisine bildirsin. O saraydaki acaibin menba’larını ve netaicinin mahzenleri olan avalim-i ulviyede birisini gezdirsin. Ve bütün onların fevkine çıkarsın ve kurb-u huzuruna müşerref etsin ve âhiret âlemlerinde gezdirsin, umum ibadına bir muallim ve saltanat-ı rububiyetine bir dellâl ve marziyat-ı İlahiyesine bir mübelliğ ve saray-ı âlemindeki âyât-ı tekviniyesine bir müfessir gibi, çok vazifeler ile tavzif etsin. Mu’cizat nişanlarıyla imtiyazını göstersin. Kur’an gibi bir ferman ile o şahsı, Zât-ı Zülcelal’in has ve sadık bir tercümanı olduğunu bildirsin.”[57]

“BİR SUAL: Diyorsunuz ki: “Sen Sözler’de kıyas-ı temsili çok istimal ediyorsun. Halbuki Fenn-i Mantıkça kıyas-ı temsilî, yakîni ifade etmiyor. Mesail-i yakîniyede bürhan-ı mantıkî lâzımdır. Kıyas-ı temsilî, Usûl-ü Fıkıh ülemasınca zann-ı galib kâfi olan metalibde istimal edilir. Hem de sen, temsilâtı bazı hikâyeler suretinde zikrediyorsun. Hikâye hayalî olur, hakikî olmaz, vakıa muhalif olur?”

ELCEVAB: İlm-i Mantıkça çendan “Kıyas-ı temsilî, yakîn-i kat’î ifade etmiyor” denilmiş. Fakat kıyas-ı temsilînin bir nev’i var ki; mantıkın yakînî bürhanından çok kuvvetlidir ve mantıkın birinci şeklinin birinci darbından daha yakînîdir. O kısım da şudur ki: Bir temsil-i cüz’î vasıtasıyla bir hakikat-ı küllînin ucunu gösterip, hükmü o hakikata bina ediyor. O hakikatın kanununu, bir hususî maddede gösteriyor. Tâ o hakikat-ı uzma bilinsin ve cüz’î maddeler, ona irca’ edilsin. Meselâ: “Güneş nuraniyet vasıtasıyla, birtek zât iken her parlak şeyin yanında bulunuyor.” temsiliyle bir kanun-u hakikat gösteriliyor ki, nur ve nurani için kayıd olamaz. Uzak ve yakın bir olur. Az ve çok müsavi olur. Mekân onu zabtedemez.

Hem meselâ: “Ağacın meyveleri, yaprakları; bir anda, bir tarzda kolaylıkla ve mükemmel olarak birtek merkezde, bir kanun-u emrî ile teşkili ve tasviri” bir temsildir ki, muazzam bir hakikatın ve küllî bir kanunun ucunu gösterir. O hakikat ve o hakikatın kanununu gayet kat’î bir surette isbat eder ki, o koca kâinat dahi şu ağaç gibi o kanun-u hakikatın ve o sırr-ı ehadiyetin bir mazharıdır, bir meydan-ı cevelanıdır.

İşte bütün Sözlerdeki kıyasat-ı temsiliyeler bu çeşittirler ki, bürhan-ı kat’î-yi mantıkîden daha kuvvetli, daha yakînîdirler.

İKİNCİ SUALE CEVAB: Malûmdur ki: Fenn-i Belâgatta bir lafzın, bir kelâmın mana-yı hakikîsi, başka bir maksud manaya sırf bir âlet-i mülahaza olsa, ona “lafz-ı kinaî” denilir. Ve “kinaî” tabir edilen bir kelâmın mana-yı aslîsi, medar-ı sıdk ve kizb değildir. Belki kinaî manasıdır ki, medar-ı sıdk ve kizb olur. Eğer o kinaî mana doğru ise, o kelâm sadıktır. Mana-yı aslî, kâzib dahi olsa sıdkını bozmaz. Eğer mana-yı kinaî doğru değilse; mana-yı aslîsi doğru olsa, o kelâm kâzibdir. Meselâ: Kinaî misallerinden: (Filanün tavîl-ün necad) denilir. Yani: “Kılıncının kayışı, bendi uzundur.” Şu kelâm, o adamın kametinin uzunluğuna kinayedir. Eğer o adam uzun ise, kılıncı ve kayışı ve bendi olmasa de, yine bu kelâm sadıktır, doğrudur. Eğer o adamın boyu uzun olmazsa; çendan uzun bir kılıncı ve uzun bir kayışı ve uzun bir bendi bulunsa, yine bu kelâm kâzibdir. Çünki mana-yı aslîsi, maksud değil.

İşte Onuncu Söz’ün ve Yirmiikinci Söz’ün hikâyeleri gibi, sair Sözlerin hikâyeleri, kinaiyat kısmındandırlar ki, begayet doğru ve gayet sadık ve mutabık-ı vaki’ olan hikâyelerin sonlarındaki hakikatlar, o hikâyelerin mana-yı kinaiyeleridir. Mana-yı asliyeleri, bir temsil-i dûrbînîdir. Nasıl olursa olsun, sıdkına ve hakkaniyetine zarar vermez. Hem o hikâyeler birer temsildirler. Yalnız umuma tefhim için lisan-ı hal, lisan-ı kal suretinde ve şahs-ı manevî, bir şahs-ı maddî şeklinde gösterilmiştir.”[58]

“Beşinci Menba’ ise: Nakil ve hikâyatında, ihbar-ı sadıkada esasî noktalardan hazır müşahid gibi bir üslûb-u bedi-i pür-maânî

Naklederek, beşeri onunla ikaz eder. Menkulâtı şunlardır: İhbar-ı evvelîni, ahval-i âhirîni, esrar-ı cehennem ve cinanı.

Hakaik-i gaybiye, hem esrar-ı şehadet, serair-i İlahî, revabıt-ı kevnîye dair hikâyatıdır hikâyet-i ayânî

Ki ne vaki’ reddeylemiş, ne mantık tekzib etmiş. Mantık kabul etmezse red de bile edemez. Semavî kitabların ki matmah-ı cihanî.

İttifakî noktalarda musaddıkane nakleder. İhtilafî yerlerinde musahhihane bahseder. Böyle naklî umûrlar bir “Ümmi”den sudûru hârika-i zamanî…”[59]

“Birinci Makam: Gayet güzel ve parlak ve muhkem bir hikâye-i temsiliye ile oniki basamak hükmünde “Oniki Bürhan” ile vahdaniyet-i İlahiyeyi, o kadar kat’î bir surette isbat eder ki: En mütemerrid müşrikleri de tevhide mecbur ediyor. Ve kolay fakat kuvvetli ve basit fakat parlak bir surette Vâcib-ül Vücud’un vücudunu ve vahdetini ve ehadiyetini bütün sıfât ve esmasıyla isbat eder.”[60]

“İkinci Makamı ise: Hakikat-ı tevhidi ve tevhid-i hakikîyi, “Oniki Lem’a” namıyla hikâye-i temsiliyenin perdesi altında oniki bürhan-ı bahire ile vahdaniyet-i İlahiyeyi isbat etmekle beraber, evsaf-ı celaliye ve cemaliye ve kemaliyesini vahdaniyet içinde isbat ediyor. O Lem’alardaki deliller o kadar kat’îdir ki, hiçbir şübhe yeri kalmıyor. Ve o kadar küllîdirler ki, mevcudat adedince, belki zerrat sayısınca marifetullaha pencereler açıyor. Ve onun ile Vâcib-ül Vücud’un vücudunu, umum sıfât ve esmasıyla en muannidlere karşı isbat ediyor.”[61]

“Madem Cenab-ı Hak sizleri, fikrime ihsan ettiği manalara hissedar etmiştir; elbette hissiyatıma da hissedar olmak hakkınızdır. Sizleri ziyade müteessir etmemek için, gurbetimdeki firkatimin ziyade elîm kısmını tayyedip, bir kısmını sizlere hikâye edeceğim. Şöyle ki:”[62]

“İki küçük hâdiseyi ve hikâyeyi dinleyiniz, cevabını alınız:”[63]

“Birinci hikâye: İki sene evvel benim hakkımda bir müdür sebebsiz, gıyabımda tezyifkârane, hakaretli sözler söylemişti. Sonra bana söylediler. Bir saat kadar Eski Said damarıyla müteessir oldum. Sonra Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle şöyle bir hakikat kalbe geldi, sıkıntıyı izale edip o adamı da bana helâl ettirdi. O hakikat şudur:”[64]

“İkinci hikâye: Şu senede işittim ki, bir hâdise olmuş. O hâdisenin vukuundan sonra yalnız icmalen vukuunu işittiğim halde, o vakıa ile ciddî alâkadar imişim gibi bir muamele gördüm. Zâten muhabere etmiyordum; etsem de pek nadir olarak bir mes’ele-i imaniyeyi bir dostuma yazardım. Hattâ dört senede kardeşime birtek mektub yazdım. Ve ihtilattan hem ben kendimi men’ediyordum, hem de ehl-i dünya beni men’ediyordu. Yalnız bir-iki ahbab ile, haftada bir defa görüşebiliyordum. Köye gelen misafirler ise; ayda bir-ikisi, bazı bir-iki dakika bir mes’ele-i âhirete dair benimle görüşüyordu. Bu gurbet halimde; garib, yalnız, kimsesiz, nafaka için çalışmaya benim gibilere muvafık olmayan bir köyde, her şeyden herkesten men’edildim. Hattâ dört sene evvel, harab olmuş bir câmiyi tamir ettirdim. Memleketimde imamlık ve vaizlik vesikam elimde olduğundan, o câmide dört senedir (Allah kabul etsin) imamlık ettiğim halde, şu mübarek geçen Ramazanda mescide gidemedim. Bazan yalnız namazımı kıldım. Cemaatle kılınan namazın yirmibeş sevabından ve hayrından mahrum kaldım.”[65]

“BİRİNCİ MES’ELE-İ MÜHİMME: “Fütuhat-ı Mekkiye” sahibi Muhyiddin-i Arab (K.S.) ve “İnsan-ı Kâmil” denilen meşhur bir kitabın sahibi Seyyid Abdülkerim (K.S) gibi evliya-i meşhure; küre-i arzın tabakat-ı seb’asından ve Kaf Dağı arkasındaki Arz-ı Beyza’dan ve Fütuhat’ta Meşmeşiye dedikleri acaibden bahsediyorlar; “gördük” diyorlar. Acaba bunların dedikleri doğru mudur? Doğru ise; halbuki, bu yerlerin yerde yerleri yoktur. Hem Coğrafya ve fen onların bu dediklerini kabul edemiyor. Eğer doğru olmazsa, bunlar nasıl veli olabilirler? Böyle hilaf-ı vaki’ ve hilaf-ı hak söyleyen nasıl ehl-i hakikat olabilir?

Elcevab: Onlar ehl-i hak ve hakikattırlar; hem ehl-i velayet ve şuhuddurlar. Gördüklerini doğru görmüşler, fakat ihatasız olan halet-i şuhudda ve rü’ya gibi rü’yetlerini tabirde verdikleri hükümlerinde hakları olmadığı için, kısmen yanlıştır. Rü’yadaki adam kendi rü’yasını tabir edemediği gibi, o kısım ehl-i keşf ve şuhud dahi rü’yetlerini o halde iken kendileri tabir edemezler. Onları tabir edecek, “asfiya” denilen veraset-i nübüvvet muhakkikleridir. Elbette o kısım ehl-i şuhud dahi, asfiya makamına çıktıkları zaman, Kitab ve Sünnet’in irşadıyla yanlışlarını anlarlar, tashih ederler; hem etmişler.

Şu hakikatı izah edecek şu hikâye-i temsiliyeyi dinle. Şöyle ki:”[66]

“Beşincisi: Varaka İbn-i Nevfel (Hatice-i Kübra’nın ammizadelerinden) bidayet-i vahiyde Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm telaş etmiş. Hatice-i Kübra o hâdiseyi, meşhur Varaka İbn-i Nevfel’e hikâye etmiş. Varaka demiş: “Onu bana gönder.” Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Varaka’nın yanına gitmiş, mebde’-i vahiydeki vaziyeti hikâye etmiş. Varaka demiş:

Yani: “Telaş etme, o halet vahiydir. Sana müjde! İntizar edilen Nebi sensin! İsa, seninle müjde vermiş.”[67]

“Medar-ı ibret bir hikâye: Bedevi aşiretlerinden Hasenan aşiretinin birbirine düşman iki kabilesi varmış. Birbirinden belki elli adamdan fazla öldürdükleri halde; Sipkan veya Hayderan aşireti gibi bir kabile karşılarına çıktığı vakit; o iki düşman taife, eski adaveti unutup omuz omuza verip, o haricî aşireti def’edinceye kadar, dâhilî adaveti hatırlarına getirmezlerdi.”[68]

“Sultan Mehmed Fatih’in zamanında hikâye edilen meşhur ve manidar “Cibali Baba kıssası” nev’inden olarak bir kısım ehl-i velayet, zahiren muhakemeli ve âkıl görünürken, meczubdurlar. Ve bir kısmı dahi; bazan sahvede ve daire-i akılda görünür, bazan aklın ve muhakemenin haricinde bir hâle girer. Şu kısımdan bir sınıfı ehl-i iltibastır, tefrik etmiyor. Sekir halinde gördüğü bir mes’eleyi halet-i sahvede tatbik eder, hata eder ve hata ettiğini bilmez. Meczubların bir kısmı ise indallah mahfuzdur, dalalete sülûk etmez. Diğer bir kısmı ise mahfuz değiller, bid’at ve dalalet fırkalarında bulunabilirler. Hattâ kâfirler içinde bulunabileceği ihtimal verilmiş.”[69]

“Meselâ: Bu bîçare Said, Van’da ders-i hakaik-i Kur’aniye ile meşgul olduğum miktarca Şeyh Said hâdisatı zamanında vesveseli hükûmet, hiçbir cihette bana ilişmedi ve ilişemedi. Vakta ki “neme lâzım” dedim, kendi nefsimi düşündüm. Âhiretimi kurtarmak için Erek Dağı’nda harabe mağara gibi bir yere çekildim. O vakit sebebsiz beni aldılar nefyettiler. Burdur’a getirildim. Orada yine hizmet-i Kur’aniyede bulunduğum miktarca, -o vakit menfîlere çok dikkat ediliyordu, her akşam isbat-ı vücud etmekle mükellef oldukları halde- ben ve hâlis talebelerim müstesna kaldık. Ben hiçbir vakit isbat-ı vücuda gitmedim, hükûmeti tanımadım. Oranın valisi, oraya gelen Fevzi Paşa’ya şikayet etmiş. Fevzi Paşa demiş: “Ona ilişmeyiniz, hürmet ediniz!” Bu sözü ona söylettiren, hizmet-i Kur’aniyenin kudsiyetidir. Ne vakit nefsimi kurtarmak, yalnız âhiretimi düşünmek fikri bana galebe etti. Hizmet-i Kur’aniyede muvakkat fütur geldi; aks-i maksadımla tokat yedim. Yani, bir menfadan diğerine (Isparta’ya) gönderildim. Isparta’da yine hizmet başına geçtim. Yirmi gün geçtikten sonra bazı korkak insanların ihtarlarıyla: “Belki bu vaziyeti hükûmet hoş görmeyecek, bir parça teenni etsen, daha iyi olur.” dediler. Bende tekrar yalnız kendimi düşünmek hatırası kuvvet buldu. “Aman halklar gelmesin” dedim. Yine o menfadan dahi üçüncü nefy olarak Barla’ya verildim. Barla’da ne vakit bana fütur gelmiş ise, yalnız kendimi düşünmek hatırası kuvvet bulmuş ise, bu ehl-i dünyanın yılanlarından, münafıklarından birisi bana musallat olmuş. Bu sekiz senede seksen hâdiseyi, kendi başımdan geçtiği için hikâye edebilirim. Usandırmamak için kısa kesiyorum.”[70]

“İbn-i Abbas (R.A.) gibi zâtlara isnad edilen sahih bir rivayet var ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dan sormuşlar: “Dünya ne üstündedir?” Ferman etmiş: “Dünya, öküz ve balığın üzerindedir.”Bir rivayette bir defa ale’s-sevr demiş, diğer defada ale’l-hût demiştir. Muhaddislerin bir kısmı, İsrailiyattan alınma ve eskiden beri nakledilen hurafevari hikâyelere bu hadîsi tatbik etmişler. Hususan Benî İsrail âlimlerinin müslüman olanlarından bir kısmı, kütüb-ü sâbıkada “Sevr ve Hut”hakkında gördükleri hikâyeleri, hadîse tatbik edip, hadîsin manasını acib bir tarza çevirmişler. Şimdilik bu sualinize dair gayet mücmel üç esas ve üç vecih söylenecek.”[71]

“Bazı kütüb-ü İslâmiyede sevr ve huta dair acib ve haric-i akıl hikâyeler, ya İsrailiyattır veya temsilâttır veya bazı muhaddislerin tevilâtıdır ki, bazı dikkatsizler tarafından hadîs zannedilerek Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a isnad edilmiş.”[72]

“Nasılki Zât-ı Vâcib-ül Vücud’un şerik ve naziri mümteni’ ve muhaldir. Öyle de: rububiyetinde ve icad-ı eşyada başkalarının müdahalesi, şerik-i zâtî gibi mümteni’ ve muhaldir.

Amma ikinci muhaldeki müşkilât ise müteaddid risalelerde isbat edildiği gibi, eğer bütün eşya Vâhid-i Ehad’e verilse; bütün eşya, bir tek şey gibi sühuletli ve kolay olur. Eğer esbaba ve tabiata verilse, bir tek şey, umum eşya kadar müşkilâtlı olduğu, müteaddid ve kat’î bürhanlarla isbat edilmiş. Bir bürhanın hülâsası şudur ki: Nasılki bir adam, bir padişaha askerlik veya memuriyet cihetiyle intisab etse, o memur ve o asker o intisab kuvvetiyle, yüzbin defa kuvvet-i şahsiyesinden fazla işlere medar olabilir. Ve padişahı namına bazan bir şahı esir eder. Çünki gördüğü işlerin ve yaptığı eserlerin cihazatını ve kuvvetini kendi taşımıyor ve taşımaya mecbur olmuyor. O intisab münasebetiyle, padişahın hazineleri ve arkasındaki nokta-i istinadı olan ordu; o kuvveti, o cihazatı taşıyor. Demek gördüğü işler, şahane olarak bir padişahın işi gibi; ve gösterdiği eserler, bir ordu eseri misillü hârika olabilir. Nasılki karınca, o memuriyet cihetiyle Firavun’un sarayını harab ediyor. Sinek o intisab ile, Nemrud’u gebertiyor. Ve o intisab ile, buğday tanesi gibi bir çam çekirdeği, koca çam ağacının bütün cihazatını yetiştiriyor.Eğer o intisab kesilse, o memuriyetten terhis edilse, yapacağı işlerin cihazatını ve kuvvetini, belinde ve bileğinde taşımağa mecburdur. O vakit, o küçücük bileğindeki kuvvet mikdarınca ve belindeki cephane adedince iş görebilir. Evvelki vaziyette gayet kolaylıkla gördüğü işleri bu vaziyette ondan istenilse, elbette bileğinde bir ordu kuvvetini ve belinde bir padişahın cihazat-ı harbiye fabrikasını yüklemek lâzım gelir ki; güldürmek için acib hurafeleri ve masalları hikâye eden maskaralar dahi bu hayalden utanıyorlar!..”[73]

“Hak’tan olmaz şikayet, belki maksad hikâyet…”[74]

“Sakın sakın münakaşa etmeyiniz, casus kulaklar istifade ederler. Haklı olsa, haksız olsa bu halimizde münakaşa eden haksızdır. Bir dirhem hakkı varsa, münakaşa ile bin dirhem bizlere zararı dokunabilir. Bir zaman Eskişehir hapsinde titiz kardeşlerime söylediğim bir hikâyeyi tekrar ediyorum: Eski harb-i umumîde Rusya’nın şimalinde doksan zabitimiz ile beraber bir uzun koğuşta esir olarak bulunuyorduk. O zâtların bana karşı haddimden çok ziyade teveccühleri bulunmasından, nasihatla gürültülere meydan vermezdim. Fakat birden asabiyet ve sıkıntıdan gelen bir titizlik, şiddetli münakaşalara sebebiyet vermeye başladı. Ben de üç-dört adama dedim: Siz nerede gürültü işitseniz, gidiniz haksıza yardım ediniz. Onlar dahi öyle yaptılar, zararlı münakaşalar kalktı. Benden sordular: “Neden bu haksız tedbiri yaptın?” Dedim: Haklı adam, insaflı olur; bir dirhem hakkını, istirahat-ı umumînin yüz dirhem menfaatine feda eder. Haksız ise ekseriyetle enaniyetli olur, feda etmez, gürültü çoğalır.”[75]

“Birinci Hikâye: İki sene evvel benim hakkımda bir müdür sebebsiz, gıyabımda tezyifkârane, hakaretli sözler söylemişti. Sonra bana söylediler. Bir saat kadar Eski Said damarıyla müteessir oldum. Sonra Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle şöyle bir hakikat kalbe geldi, sıkıntıyı izale edip o adamı da bana helâl ettirdi. O hakikat şudur:”[76]

“İkinci Hikâye: Şu senede işittim ki, bir hâdise olmuş. O hâdisenin vukuundan sonra yalnız icmalen vukuunu işittiğim halde, o vakıa ile ciddî alâkadar imişim gibi bir muamele gördüm. Zâten muhabere etmiyordum; etsem de pek nadir olarak bir mes’ele-i imaniyeyi bir dostuma yazardım. Hattâ dört senede kardeşime birtek mektub yazdım. Ve ihtilattan hem ben kendimi men’ediyordum, hem de ehl-i dünya beni men’ediyordu. Yalnız bir-iki ahbab ile, haftada bir defa görüşebiliyordum. Köye gelen misafirler ise; ayda bir-ikisi, bazı bir-iki dakika bir mes’ele-i âhirete dair benimle görüşüyordu. Bu gurbet halimde; garib, yalnız, kimsesiz, nafaka için çalışmaya benim gibilere muvafık olmayan bir köyde, her şeyden herkesten men’edildim. Hattâ dört sene evvel, harab olmuş bir câmiyi tamir ettirdim. Memleketimde imamlık ve vaizlik vesikam elimde olduğundan, o câmide dört senedir (Allah kabul etsin) imamlık ettiğim halde, şu mübarek geçen Ramazanda mescide gidemedim. Bazan yalnız namazımı kıldım. Cemaatle kılınan namazın yirmibeş sevabından ve hayrından mahrum kaldım.”[77]

“Dünkü suale benzer, kırk sene evvel olmuş bir sual ve cevabı size hikâye edeceğim. O eski zamanda, Eski Said’in talebeleri üstadlarıyla şiddet-i alâkaları, fedailik derecesine geldiğinden, Van, Bitlis tarafında Ermeni komitesi, Taşnak fedaileri çok faaliyette bulunmasıyla Eski Said onlara karşı duruyordu, bir derece susturuyordu. Kendi talebelerine mavzer tüfekleri bulup medresesi bir vakit asker kışlası gibi silâhlar, kitablarla beraber bulunduğu vakit, bir asker feriki geldi, gördü dedi: “Bu medrese değil, kışladır.” Bitlis hâdisesi münasebetiyle evhama düştü, emretti: “Onun silâhlarını alınız.” Bizden ellerine geçen onbeş mavzerimizi aldılar. Bir-iki ay sonra harb-i umumî patladı. Ben tüfeklerimi geri aldım. Her ne ise…”[78]

“Takdimiyle hasrı ifade eden kelimesi, bazı ehl-i kitab’ın iman ettikleri âhiret hakikî bir âhiret olmadığına ta’rizdir. Çünki onların [79]âyet-i kerimesinin hikâye ettiği gibi: “Cehennem ateşi, bizi daima yakacak değil ya! Ancak birkaç gün yakacaktır.” gibi sözleriyle ve bir cihette lezaiz-i cismaniyeyi nefy ve inkâr ettiklerinden anlaşıldığına göre, bildikleri âhiret, mecazî bir âhiret imiş.”[80]

“İkincisi ise: İlm-i Sarf’ta , , bütün fiillerin terazisi olduğu gibi; üslûblarda da uzun hikâyeleri, işleri, vakıaları, kıssaları bir lafız ile ifade eden bir fezlekedir. Sanki kinaye kabilinden cümleleri tabir eden bir zamirdir.”[81]

“Evet Kur’an-ı Kerim, evvelce gaibane yaptığı hikâyeden sonra, burada hitaba başladı. Bu da, belâgatça malûm bir nükte içindir. Şöyle ki:”[82]

“Ey arkadaş! Herşeyin Kitab-ı Mübin’de mevcud olduğunu tasrih eden “Yaş ve kuru ne varsa ap açık bir kitapta yazılmıştır.”[83] âyet-i kerimesinin hükmüne göre: Kur’an-ı Kerim zahiren ve bâtınen, nassen ve delaleten, remzen ve işareten her zamanda vücuda gelmiş veya gelecek herşeyi ifade ediyor. Buna binaen gerek enbiyanın kıssa ve hikâyeleri, gerek mu’cizeleri hakkında Kur’an-ı Kerim’in işaratından fehmettiğime göre,mu’cizat-ı enbiyadan iki gaye ve hikmet takib edilmiştir:

İkincisi: Terakkiyat-ı maddiye için lâzım olan örnekleri nev’-i beşere göstererek, o mu’cizelerin benzerlerini meydana getirmek için nev’-i beşeri teşvik ve teşci’ etmektir. Sanki Kur’an-ı Kerim, enbiyanın kıssa ve hikâyeleriyle terakkiyatın esaslarına, temellerine parmakla işaret ederek: “Ey beşer! Şu gördüğün mu’cizeler, bir takım örnek ve nümunelerdir. Telahuk-u efkârınızla, çalışmalarınızla şu örneklerin emsalini yapacaksınız.” diye ihtar etmiştir. Evet mazi, istikbalin âyinesidir; istikbalde vücuda gelecek icadlar, mazide kurulan esas ve temeller üzerine bina edilir. Evet şu terakkiyat-ı hazıra tamamıyla dinlerden alınan işaretlerden, vecizelerden hasıl olan ilhamlar üzerine vücuda gelmişlerdir.”[84]

“Kur’an -başından sonuna kadar- gayr-ı belig, gayr-ı ahlâkî, yahud terbiyeye muhalif fikirlerden, cümlelerden ve hikâyelerden tamamen münezzehtir.”[85]

“Ve beşer için öyle bir istikbalden haber veriyor ki, dünyevî istikbal ona nisbeten bir katre hükmündedir. Ve öyle bir saadetten müjde veriyor ki, dünya saadetleri ona nazaran rü’yalar gibi olur. Evet bu kâinatın perdesi altında çok acaib şeyler vardır, bizleri bekliyorlar. Biz de onları intizar ediyoruz. Binaenaleyh o acaibi görüp bize keyfiyetlerini hikâye etmek için hârikulâde bir insan lâzımdır ki, o hârika garaibi görsün ve gördüğü gibi bize de söylesin.”[86]

“Geceye benzeyen gençliğim zamanında gözlerim uyumuş idi, ancak ihtiyarlık sabahıyla uyandım, mealinde olan:

şiirin şümulüne dâhilim. Çünki gençliğimde en yüksek bir intibah şahikasına çıktığımı sanıyordum. Şimdi anlıyorum ki, o intibah intibah değilmiş. Ancak uykunun en derin kuyusunda bulunmaktan ibaret imiş. Binaenaleyh medenîlerin iftihar ile dem vurdukları tenevvür-ü intibahları, benim gençlik zamanımdaki intibah kabilesinden olsa gerektir.

Onların misali, rü’yasında güya uyanıp, rü’yasını halka hikâye eden naim meselidir. Halbuki rü’yasında onun o intibahı, uykunun hafif perdesinden derin ve kalın bir perdeye intikal ettiğine işarettir. Böyle bir naim ölü gibidir. Yarıbuçuk uykuda bulunan insanları nasıl ikaz edebilir?”[87]

Altıncı Mektub’a kadar yazılan Sözleri bir taraftan yazıyor, diğer taraftan da yazının geççe yazılışından sıkılarak okumaya başlıyordum. Pek çok sürur beni kaplıyordu. Altıncı Mektub’a gelince, şu gurbetteki firkatinizin en hazîn kısmını tayyettiğinizi ve bir kısmının da hikâye edildiğini okudum. Okudukça sizinle beraber kalbim hazîn hazîn ağlamaktan kendimi alamamakta idim. Hattâ yanımda bulunan vâlideme dahi okudum. Okurken vâlidem ağlıyor, gözlerinden yaşlar dökülüyordu. Ben de ağlamamak için nefsime cebrediyordum. Diğer taraftan da, acaba tayyedilen kısmından da biraz yazılsa idi.”Hüsrev.[88]

“Şeyh Mustafa’ya benim tarafımdan geçmiş olsun de ve şu hikâyeyi ona söyle:”[89]

“Kardeşlerim! Size latif bir hikâye:”[90]

“Bundan kırk-elli sene evvel, büyük kardeşim Molla Abdullah (Rahmetullahi Aleyh) ile bir muhaveremi hikâye ediyorum:”[91]

“Hâfız Ali’nin mektubunda bazılara hitaben yazdığımız bir mektub ile ve hâdise-i hazıra dair hafif geçeceğine ait son mektub, bugünden bir hafta evvel postaya verilmiş. Hâfız Ali, yoldaki o iki mektubu okumuş gibi mektubunu yazması, sadakatının bir lem’a-i kerameti olduğu gibi; aynı günde, -hiç vuku’ bulmamış- yanıma ehemmiyetli büyük bir memur-u siyasî gelmesini Nazif’in arkadaşlarından Köroğlu Ahmed rü’yada aynen görüp, o memurdan üç saat evvel rü’yayı bize hikâye edip tabir istedi; tabiri, tevilsiz çıktı.”[92]

“Mâdem Cenâb-ı Hak, sizleri, fikrime ihsan ettiği mânâlara hissedar etmiştir; elbette hissiyatıma da hissedar olmak hakkınızdır. Sizleri ziyade müteessir etmemek için, gurbetimdeki firkatimin ziyade elîm kısmını tayyedip, bir kısmını sizlere hikâye edeceğim. Şöyle ki :”[93]

“Dört aydanberi, bu hayat-memat mes’elesinde, hiçbir yerden benim acınacak halim bir mektubla dahi sordurulmadığı; ve benim hakkımda halkı tenfir edecek bir surette teşhir etmekle nefret-i âmmeyi aleyhime celbedip bütün bütün teshilât ve muavenetten mahrum kalmış, garib ve kimsesiz halimi tasvir eden, itiraznamemde izah ettiğim bir hikâye:”[94]

“Mübalağa ihtilâlcidir. Şöyle ki: Beşerin seciyelerindendir, telezzüz ettiği şeyde meyl-üt tezeyyüd ve vasfettiği şeyde meyl-ül mücazefe ve hikâye ettiği şeyde meyl-ül mübalağa ile, hayali hakikata karıştırmaktır. Bu seciye-i seyyie ile iyilik etmek, fenalık etmek demektir. Bilmediği halde tezyidinden noksan, ıslahından fesad, medhinden zemm, tahsininden kubh tevellüd eder. Zira müvazenet ve tenasübden naşi olan hüsnü, min haysü lâyeş’ur ihlâl eder. Nasılki bir ilâcı istihsan edip izdiyad etmek, devayı dâ’e inkılab etmektir. Öyle de hiçbir vakit hak ona muhtaç olmayan mübalağalı tergib ve terhib ile, gıybeti katle müsavi veya ayakta bevletmek zina derecesinde göstermek veya bir dirhemi tasadduk etmek hacca mukabil tutmak gibi müvazenesiz sözler, katl ve zinayı tahfif ve haccın kıymetini tenzil ediyorlar. Bu sırra binaen: Vaiz hem hakîm, hem muhakemeli olmalıdır. Evet müvazenesiz vaizler, çok hakaik-i neyyire-i diniyenin husufuna sebeb olmuşlardır. Meselâ: İnşikak-ı Kamer olan mu’cize-i mütevatire-i bahireyi, meyl-ül mücazefe ile, arza nüzul ile peygamberin cebine girip çıkmış olan ilâve, o güneş-misal mu’cizeyi Süha yıldızı gibi mahfî ve kamer-misal olan bürhan-ı nübüvveti münhasif ettiği gibi münkirlerinin bahanelerine kapılar açtı.”[95]

“Bir kelâmda, her fehme gelen şeylerde mütekellim muahaze olunmaz. Zira mesûk-u lehülkelâmdan başka mefhumlar irade ile deruhde eder. İrade etmezse, itab olunmaz. Fakat garaz ve maksada mutlaka zâmindir. Fenn-i beyanda mukarrerdir: Sıdk ve kizb, mütekellimin kasd ve garazının arkasında gidiyorlar. Demek maksud ve mesâk-ı kelâmda olan muahaze ve tenkid mütekellime aittir. Fakat kelâmın müstetbeatı tabir olunan telvihat ve telmihatında ve suver-i maânî ve tarz-ı ifade ve maânî-i ûlâ tabir olunan vesail ve üslûb garazında olan günah ve muahaze; mütekellimin zimmetinde değil, belki örf ve âdete ve kabul-ü umumîye aittir. Zira tefhim için, kabul-ü umumî ve örf, ihtiram olunur. Hem de eğer hikâye ise, halel ve hata mahkiyyun anh’a aittir. Evet mütekellim suver ve müstetbeatta muahaze olunmaz. Zira onlara el atmak, semeratını almak için değildir. Belki daha yukarı makasıdın dallarına çıkmak içindir. Eğer istersen kinaî şeylere dikkat et. Meselâ: “Filanın kılıncının bendi uzundur” ve “Ramadı çoktur” denildiği vakit, o adam uzun ve sahî ola… Ramad ve kılıncı hiç olmazsa da kelâm sadıktır. Eğer istersen misal ve müsül-i faraziyeye dikkat et. Göreceksin: İştihardan neş’et eden kıymet ve kuvvet ile müdavele-i efkâr ve akıllar arasında sefarete müstaid oluyorlar. Hattâ Mesnevî sahibi ve Sa’dî-i Şirazî gibi en doğru müellif ve en muhakkik hakîm, o müsül-i faraziyeyi istihdam ve istimal etmelerinden, müşahhat görmemişlerdir. Eğer bu sır sana göründü ve ışıklandı: Mumunu ondan yandır, kıssat ve hikâyetin köşelerine git. Zira cüz’de cari olan, bazan küllde dahi cari olabilir…”[96]

“Bugünlerde bir hikâye buna misal olabilir: Fahr olmasın; zaman-ı sabavetimden beri üssülesas-ı meslekim; ifrat ve tefrit ile hakaik-i İslâmiyete sürülen lekeleri temizlemek ve o elmas gibi hakikatlarına saykal vurmak idi. Bu mesleğime tarih-i hayatım, pek çok vukuatıyla şehadet eder. Bununla beraber, bugünlerde küreviyet-i Arz gibi bedihî bir mes’eleyi zikrettim. O mes’eleye temas eden mesail-i diniyeyi tatbik ve tevfik ederek düşmanların itirazatını ve muhibb-i dinin vesveselerini def’ eyledim. Nasılki mesailde mufassalan gelecektir. Sonra gulyabanî gibi, hayalâta alışan zahirperestlerin dimağları kabul etmeyecek gibi göründüler. Fakat asıl sebeb başka garaz olmak gerektir. Güya göz yummakla gündüzü gece veya üflemekle güneşi söndürmeye ihtimal vermek gibi bir hareket-i mecnunanede bulundular. Güya onların zannınca küreviyet-i arza hükmeden, dinde çok mesaile muhalefet ediyor. Onu bahane ederek büyük bir iftirayı ettiler. O derecede kalmadı. Vesveseli ezhanı, iftiranın büyümesine müsaid bir zemin bulduklarından, iftirayı o derece büyüttüler ki; ehl-i diyanetin hakikaten ciğerlerini dağdar ve ehl-i hamiyeti, gerd-i terakkiyatından me’yus ettiler. Lâkin bu hal büyük bir derstir. Beni ikaz etti ki: Cahil dost, düşman kadar zarar verebilir. Öyle ise şimdiye kadar yalnız düşmanın tarafına bakıp eldeki elmas kılınçla onların tefritlerini kırardım; fakat şimdi mecburum: Öyle dostların terbiyeleri için, onların avamperestane ve ifratkârane olan hayalâtlarına, o kılıncı bir derece iliştireceğim. Eğer çendan böyle şahsî şeylerin böyle mebahisatta zikirleri lâzım değildir. Fakat şahsiyette kalmadı. Medreselerin hayatlarına taalluk eder bir mes’ele-i umumî hükmüne geçti. O zahirperestler emin olsunlar ki, sa’yleri beyhudedir. Şimdiye kadar böyle avamperestane safsatalar ile bizi cahil bıraktılar. Bundan sonra bizi cahil bırakmakla cehlimizden istifade etmek istiyorlar. Olmaz ve olamaz; medreseler hayatlanacaktır vesselâm…”[97]

“”Kaf”a işaret eden kat’iyy-ül metinlerden yalnız dir. Halbuki caizdir; “Kaf”, “Sad” gibi olsun. Dünyanın şarkında değil, belki ağzın garbındadır. Şu ihtimal ile delil yakîniyetten düşer. Hem de kat’iyy-üd delalet bundan başka olmadığının bir delili; Şer’in müçtehidlerinden olan Karafî’nin ­ demesidir. Lâkin İbn-i Abbas’a isnad olunan keyfiyet-i meşhuresi, Dördüncü Mukaddeme’ye bak. Vech-i nisbeti sana temessül edecektir. Halbuki İbn-i Abbas’ın her söylediği sözü, hadîs olması lâzım gelmediği gibi, her naklettiği şeyi de onun makbulü olmak lâzım gelmez. Zira İbn-i Abbas gençliğinde İsrailiyata, bazı hakaikin tezahürü için hikâyet tarîkiyle bir derece atf-ı nazar eylemiştir.”[98]

“Kelâmın selâmet ve rendeçlenmesi ve itidal-i mizacı ise, her kaydın istihkak ve istidadına göre inayeti taksim ve hil’at-ı üslûbu tevzi’ ve giydirmektir. Hem de hikâyette olursa mütekellim kendini mahkiyyun anh yerinde farz etmek gerektir. Şöyle: Eğer başkasının hissiyat ve efkârının tasvirinde ise mahkiyyun anh’a hulûl etmek ve onun kalbinde misafir olmak ve lisanıyla tekellüm etmek gerektir. Eğer kendi malında tasarruf etse, alâmet-i kıymet olan itibar ve ihtimamın taksiminde her kaydın istihkak ve istidad ve rütbesini nazara almak ile taksiminde adalet ve üslûblarda istidadın kametine göre kesmektir. Tâ herbir maksad onun münasibinde olan üslûbdan cilveger olabilsin.”[99]

“Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm malûm olan ümmiyetiyle beraber güya gayr-ı mukayyed olan ruh-u cevvale ile tayy-ı zaman ederek mazinin a’mak-ı hafasına girerek, hazır ve müşahid gibi enbiya-yı salifenin ahvallerini ve esrarlarını teşrih etmesiyle; bütün enzar-ı âleme karşı öyle bir dava-yı azîmede -ki, bütün ezkiya-i âlemin nazarlarını dikkate celbeder- bilâ-perva ve nihayet vüsuk ile müddeasına mukaddeme olarak o esrar ve ahvalin ukad-ı hayatiyeleri hükmünde olan esaslarını zikretmekle beraber, kütüb-ü salifenin ittifak noktalarında musaddık ve ihtilaf noktalarında musahhih olarak kısas ve ahval-i enbiyayı bize hikâye etmesi, sıdk ve nübüvvetini intac eder.”[100]

“Evet millet-i İslâmiyenin sebeb-i saadeti, yalnız ve yalnız hakaik-i İslâmiye ile olabilir. Ve hayat-ı içtimaiyesi ve saadet-i dünyeviyesi şeriat-ı İslâmiye ile olabilir. Yoksa adalet mahvolur. Emniyet zîr ü zeber olur. Ahlâksızlık, pis hasletler galebe eder. İş yalancıların, dalkavukların elinde kalır. Size bu hakikatı isbat edecek binler hüccetten bir küçük nümune olarak bu hikâyeyi nazar-ı dikkatinize gösteriyorum:”[101]

“Ey insan-ı gafil! Ey dünya için dinini ihmal eden! Şu temsilî bir hikâyeyi dinle. Tâ dinsiz dünyanın hakikatını göresin.”[102]

“Eğer şu hikâye-i temsiliyedeki dekaikı fehmettin ise, hakikatı ona tatbik et. Mühimlerini ben söyleyeceğim. İncelerini de sen istihrac et.”[103]

“Evet tevekkül etsen, dünyada istirahatın, âhirette istifaden kat’îdir. Mütevekkil ile sözü anlamayan gayr-ı mütevekkilin misalleri şu hikâyeye benzer ki:”[104]

“Yahu şu asilzade evlâd, şehadetnamelerini aldıktan sonra, herbiri bir kıt’a başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslâmiyet’in bayrağını, âfâk-ı kemalâtta temevvüc ettirmekle, kader-i ezelînin nazarında feleğin inadına, nev’-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını ilân edecektir. İşte hikâyemin yarısı bu kadar.”[105]

Mehmet ÖZÇELİK

24-11-2004

[1] 5-9-2004.

[2] İbrahim Refik.

[3] Mustafa Miyasoğlu.Milli Gazete.19-09-2004

[4] Mehmet Kırkıncı.Hayatım-Hatıralarım-62.

[5] Asar-ı Bediiye.

[6] Bak145.

[7] Sözler.736-738,Kastamonu Lahikası.174-176.

[8] İsrâ Sûresi, 17:88.

[9]Sözler. Age.411.

[10] Lem’alar.203.

[11] Age.237.

[12] Mektubat.421.

[13] “Mesih Deccalın fitnesinden… Ahirzaman fitnesinden… (sana sığınıyoruz Allah’ım).” Buhari, Daavât: 37, 39, 44, 45, 46, Ezan: 149, Cenâiz: 88, Fiten: 26; Müslim, Mesâcid: 127, 128, 130-134; Müsned, 6:139.

[14] Şualar.584-585.

[15] Kastamonu Lahikası.262.

[16] Emirdağ lahikası.2/242-243.

[17] Sebilürreşad, IX/222, (Haziran-1956), S. 251-252.)”Milli Gaz. Fahri Güven.

[18] Tarihçe-i Hayat.65.

[19] Age.65-66.

[20] Sözler.5.

[21] Age.5.

[22] Age.16.

[23] Age.18.

[24] Age.20.

[25] Age.22.

[26] Age.25.

[27] Allah’ın varlığına ve birliğine ve âhiret gününe îmân ettim.

[28] Sözler.Age.30.

[29] Age.34.

[30] Age.37.

[31] Age.48.

[32] Age.48.

[33] Age.58.

[34] Age.59.

[35] Age.61.

[36] Age.63.

[37] Age.70.

[38] Age.88.

[39] Age.120.

[40] Age.122.

[41] Age.122.

[42] Age.130.

[43] Age.254,Şualar.244.

[44] Age.291.

[45] Age.315.

[46] Age.334.Haşiye.1.

[47] Age.342.

[48] Hud Sûresi, 11:13.

[49] “Yakıtı insanlar ve taşlar olan Cehennem ateşinden sakının.” Bakara Sûresi, 2:24.

[50] Sözler.Age.383-384,Mektubat.186.

[51] Age.451-452.

[52] Şuarâ Sûresi, 26:9.

[53] Rahmân Sûresi, 55:13.

[54] Mürselât Sûresi, 77:15.

[55] Sözler.Age.454.

[56] Age.491-492.

[57] Age.573-574.

[58] Age.615-616.

[59] Age.734.

[60] Age.784.

[61] Age.784-785.

[62] Mektubat.24.

[63] Age.64.

[64] Age.64.

[65] Age.65.

[66] Age.81.

[67] Age.173, Buharî, Bedü’l-Vahy: 3; Enbiyâ: 21; Ta’bîr: 1; Müsned (tahkik: Ahmed Şâkir), 4:304, no. 2846; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:363; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:743; Acurrî, eş-Şerîa, 443; Ebû Naîm, Delâilü’n-Nübüvve, 1:217.

[68] Age.269.

[69] Age.343.

[70] Lem’alar.41.

[71] Age.90-91.

[72] Age.94.

[73] Age.183-184.

[74] Age.279.

[75] Şualar.321.

[76] Age.464.

[77] Age.465.

[78] Age.521.

[79] Bakara Sûresi, 2:80.

[80] İşarat-ül İ’caz.58.

[81] Age.136.

[82] Age.177.

[83] En’âm Sûresi, 6:59.

[84] İşarat-ül İ’caz .Age.207.

[85] Age.216.

[86] Mesnevi-i Nuriye.27.

[87] Age.125-126.

[88] Barla lahikası.73-74.

[89] Age.253.

[90] Kastamonu Lahikası.21.

[91] Age.88.

[92] Age.137-138.

[93] Tarihçe-i Hayat.174.

[94] Age.237.

[95] Muhakemat.31-32.

[96] Age.44-45.

[97] Age.50-51.

[98] Age.63.64.

[99] Age.109.

[100] Age.149.

[101] Hutbe-i Şamiye.74,78

[102] Nurun İlk Kapısı.14.

[103] Age.20.

[104] Age.105.

[105] Sünuhat-Tuluat-İşarat.65.




REJİM TARTIŞMASI

REJİM TARTIŞMASI

Rejim,toplumun temel direklerini oluşturan öğelerdir.Tıpkı binaların temel direkleri gibi.Rejimin direkleri de zamanla binanın direkleri gibi aşıma,zaman aşımına uğrar.

Direkler oranın sakinlerinin sakince yaşıyacakları yapı göz önünde bulundurularak yapılır veya yapılmalıdır.Aksi takdirde kabul görmeyip yıkılmaya mahkum olurlar.

Rejimler insanların ve bulunulan asrın ömrüyle mütenasibtir.

Rejimlerde herkesin mutluluğu aranır.Tâ ki başka bir rejim ihtiyacı duymasın.Geçersiz veya miadını doldurmuş rejimler uygulanmayan kanunlar gibidir.Nitekim şapka kanunu halen mevcut iken bir yaptırıcılığı bulunmamaktadır.

Rejimler gerektiğinde tartışılmalıdır.Seviyeli yerlerde ve seviyelice alternatifler üretilerek ele alınmalıdır.

Rejimler elbiseler gibi olup,zaman ve mevsime göre değişebilir.Cilt değil ki sabit ve sürekli kalsın,ilahi değil ki tartışılmasız olsun.

Asrın başındaki kara trenle bir rejim kurulduğu düşünülüp devam ettirilmesi,herkesin kara trene binmesinin istenmesi veya zorlanması bir zorbalık ve halka bir eziyettir.

Rejimler konulduğu gibi kaldırılabilmelidir de…Çünki ilahi olmayan her kanun değişim kanununa tabi olup,gelişme göstermektedir.

Gelişen dünyaya ayak uyduramayan rejimler ihraç edilmeye mahkumdurlar ve onları savunanlar da…

Bu millet bir çok rejimlerden geçmiştir.Koca Osmanlı çınarından çıkan bir filizden Türkiye Cumhuriyeti doğmuştur.En zor böyle bir değişimi ve dönüşümü yapan bu ülke elbetteki kendisinin elini ve kolunu bağlayan bağnaz ve dar kalıplardan da kurtulabilecektir.

Her elbise her zamanda her bünyeye ve herkese uygun gelemez ve gelmesi de düşünülemez.Bir dönemin belli bir rejim elbisesi gelişen zaman içerisinde madden ve manen gelişen topluma dar gelecektir.

Buradaki tezat ve karşı koymalar geçmişi tamamen silme olarak düşünülmekte ve gereksiz tepkilere gidilmektedir.

Nitekim Osmanlıdan Cumhuriyete geçilirken bu yanlışlar yapılmıştır.Geçmişe aid olan her şey silinmiş,hafızalar kazılmış,izlerine dahi tahammül edilmediğinden kelleler uçurulmuştur.

Esas olan rejimi kaldırmak değil,onu tashih etmektir.Mecvut rejim elbisesinin ise yarayan kumaş parçalarını bedene uydurmaktır.Aksi takdirde bedeni elbiseye uydurmak gerekecektir ki;buda bedeni doğramak ve insanı öldürmektir.

Yüzde beşlik bile olmayan bir kesim sürekli olarak rejim problemi üretmekte,yüzde 95 ve 99’a tahakküm aracı olarak kullanmaktadır.

Mevcut olan rejim değil yüzde yüzü,yüzde yetmiş,elli,kırk ve yirmiyi bile memnun etmemektedir.Herkes şikayetçidir.Dünyada rejimini değiştirmeyecek bir ülke düşünülecek olsa idi,hiç tereddütsüz Rusya derdik.Rusya bile kominizm rejimini bıraktı.Milyonlarca kanın ve iskeletin üzerine bina edilen bu rejimin içinin boş olması onu ayakta tutamadı ve yıkıldı.

Bizler birbirlerimizi anlamıyor,anlıyamıyor ve anlamak istemiyoruz.Düzeltmek ve düzgün hale getirmek yıkmak değildir.

Ne eski eski olduğu için reddedilir,ne de yeni yeni olduğu için kabul edilir.

Biz ne Osmanlıyı tamamen kabul,ne de Cumhuriyeti tamamen red ile sahili selamete ulaşabiliriz.Her ikisinin doğrularını ve tecrübelerini mezcederek geleceğe yönelik esaslar tesis edebiliriz.Nerelerde hata yaptığımızı görüp düzeltmek,yanlışta ısrar etmemek,bir erdemlik ve ileri görüşlülüktür.

Sürekli rejim korkusunu üretip türetenler,aslında kendi dar kafalarındaki rejim şablonunun yıkılacağından korkmaktadırlar.Bizzat rejimin çürüklüğünü ima ederek de kurdukları rejimi yine kendileri kendi elleriyle yıkmaktadırlar.

27 Mayıs 1960 ihtilaliyle her 10 yılda bir ihtilal yolunu açanlar otomatik makine gibi nöbete tutulanların nöbet saatlerinin değişmesi,depreşmesi ve deprasyonundan başka bir şey değildir.

Bu hastalık aydın geçinenlerimizde de mevcut olup,heves edilmektedir.Nitekim Emre Kongar:”Çok partili dönemdeki ilk askeri müdahale,Demokrat partinin rejimi yozlaştırmasına,demokrasi adına çoğunluğun diktatörlüğünü uygulamaya çalışmasına karşı yapıldı ve dünyadaki öteki askeri müdahale örneklerine bütünüyle ters bir biçimde,demokrasiyi rafa kaldırmak için değil,tam tersine,demokrasiyi işletmek için gerçekleştirildi.Nitekim 27 Mayıs askeri müdahalesinin hazırlattığı 1961 anayasası,bügün bile dünya anayasaları içinde en demokratik anayasa olma özelliğini korumaktadır.”[1]

Herkes gözlüğünün rengine göre alemi görmektedir.

Cenab-ı Hak hikmeti gereği olarak menfi insanların menfi icraatlarının menfiliğini bu milletin dibe vurmalarıyla göstermektedir.Bu arada iyi insanları çıkartarakta gösteriyor ve isbat ediyor.Fatura ağır,tecrübe zor,ancak sonuç olumlu.Rejim problemi üreten bu insanlar neden çözüm yolu göstermemekte,çare üretmemektedirler.Çareyi çaresizlikte aramaktadırlar.

Rejim tartışılmalıdır.Tartışılmazsa doğrular nasıl bulunacak,yanlışlardan nasıl kurtulma yoluna gidilecektir.

Hukuki kanun ve yasalar çıkarılırken az bir kısım ve kesimin değil,tüm dünya ve insanlık için evrensel değerler göz önünde bulundurularak yapılmalıdır.

Değişen dünyada ne kadar değiştik?Kaç arpa boyu yol aldık?Ding beygiri gibi aynı noktada dönmekteyiz.Arabamız sürekli patanaj yapmaktadır.

Memleketimizde doğruları bulmak ve ulaşmanın adı hakaret olarak adlandırılmakta,bazı gizlilik ve dokunulmazlık zırhına büründürerek gizlemeye çalışılmakta veyahutta açıklanmasının doğuracağı zorluklardan ve infiallerden korkulmaktadır.

Rejim korkusunu sürekli üreten,milletin rağmına hareket eden CHP ve taraftarları bununla kendilerini ayakta tutma politikası gütmektedir.Bu amaçla gerilla hareketi içerisine girmeyi düşünmekte ve milleti sürekli tahrik etmektedir.Türkiyenin geri kalmasında CHP’nin vebali büyüktür.Bir derece bu vebali bu hırçın hareketinden vazgeçerek hafifletebilir.

Toplumun ve ekserin huzur ve güveni esastır.Bazı sevdalar uğruna feda edilmemelidir.

Namussuz ve arsızlara gösterilen müsamaha ve verilen cesaret,namuslu ve dürüstlerede tanınmadıkça yanlışlar ve kayıplar bitmeyecektir.

Kaybeden bizleriz,hepimiziz.Dedem kaybetti,babam da kaybetmekte,ben ise kaybetmek üzereyim,oğlumunki ise meçhul,torunumunki ise ihtimal dahilinde…

300 sene de düzelmeyecek ve düzeltilemeyecek bir yoldayız.Ancak sürat asrındayız.Allah’a olan iman ve ümidimiz var.Ümitsizlik ise bize yaraşmaz.

Ümitvarız,cennet-âsa bir bahara…

Mehmet ÖZÇELİK

01-01-2004

[1] Yeni Şafak.7-1-2004.




MİSYONERLİK FAALİYETLERİ

MİSYONERLİK FAALİYETLERİ

Misyoner,hristiyan olmayan ülkelerde hristiyanlığı yayan kimselere verilen özel bir addır.

Misyonerlik Hz.İsanın 12 havarisinden beridir süregelmektedir.Batı dünyasının dünyaya açılmasının siyasi bir versiyonudur,daha doğrusu hakimiyet politikasıdır.Burada birinci derecede denize düşmüş boğulmak üzere olanlar elde edilmeye çalışılmaktadır,sunulan imkanlarla kendilerine bağlamaktadırlar.

Burada oynanan en büyük taktik ise;Afrika gibi zengin iken fakirleştirilen ülkelere veya kendilerinin fakirleştirdiği ülkelere mali ve yiyecek yardımı adıyla yardım sunarak veya askeri faaliyetle girdiği ülkelere yaptığı zulüm ve katliamlarla peşinden insani yardım adıyla faaliyette bulunmaktadır.Nitekim Irak’a yaptığı saldırının arkasından binlerce papaz Iraka gönderilerek faaliyet alanları sunulmuştur.Veya Türkiye gibi kargaşa içerisine itilip,arkasından ekonomik sıkıntıya konulduktan sonra dolar,lira ve yiyecek-giyecek gibi yapılan yardımlarla halkın gönlünü çalınmaya çalışılmaktadır.Bu bazen kendilerine üye olanlara 100 dolar,üye yapanlara 500 dolar,araba,iş,kadın gibi cazib tekliflerle zihinleri bulandırılmaya çalışılmaktadır.Bazen de bedavaya dağıttıkları İncillerin arasına yüz dolarları koyarak halkın sempatisi çekilmeye çalışılmakta,insanların maddi ve manevi boşluklarından her türlü imkan sunarak yararlanmak istenilmektedir.Bunu yaparken de her türlü maddi,askeri ve siyasi destek görmektedirler.

Burada tedbir olarak alınacak en önemli yöntem telaşa düşmeden azimle ve kararlılıkla kendi insanlarımızın inançlarının takviyesine çalışmak,İman ve Kur’an hizmetiyle tebliğde bulunmaktır.Nitekim bir hristiyan misyoneri pek bir bağlantısı olmadığı halde Müslüman mahallesinde salyangoz satabiliyor,bir müslümanın evine girip davasını anlatabiliyorsa neden bir Müslüman bir çok irtibat noktası olan,her şeyden önce kendi dininden olan bir komşusunun,bir müslümanın evine giripte tebliğde bulunmasın,bulunamasın?

Ancak şu da bir gerçektir ki;Şimdiye kadar içten ve dıştan eli kolu bağlanıp,değil dinini yaşamak,öğrenme imkanı dahi bulamayan bu insanımızın geçmişte gelen,içine sinmiş bir korku mevcuttur.Bu korkuyu kırıp,misyonerlik faaliyetlerini de bir kamçı kabul ederek akli ve kalbi delillerle,bir iletişimci ve bir pazarlamacı hassasiyeti,sabrı ve kararlılığı içerisinde inancımızın pazarlanması gerekir.

Kıymetli bir mal ve eşya bile,iyi bir reklam ile sunulduğu takdirde,alma ihtiyacı olmayanlar bile bakacak ve arkasından taleb edecektir.

Müslüman bir kişi veya topluma karşı yapılan misyonerlik faaliyetleri doğrudan doğruya anarşiye hizmet etmektedir.Bu adeta Attan inip eşeğe binmeyi teklif etmek gibidir.Attan indirip eşeğe bindirmeye çalışan,eşeğe bindiremiyeceği gibi,ata binmekten de soğutmuş olacaktır.

Dinler arası Diyalog her ne kadar batının samimiyeti içerisinde gerçekleşmese bile,islamın ve müslümanların samimiyeti,mesajının kuvveti ve kendisini isbatı ağır basacaktır.

“Vatikan’ın Hıristiyan Olmayanlar Sekreteryası’nın sekreteri Pietro Rossano “Türklerle ve Müslümanlarla giriştikleri diyalogtan neyin kastedildiğini” apaçık ifade ediyor:

“Diyalogtan söz ettiğimizde açıktır ki bu faaliyeti, kilise şartları çerçevesinde misyoner ve İncil’i öğreten bir cemaat olarak yapıyoruz. Kilisenin bütün faaliyetleri gibi diyalog da (…) Mesih’in sevgisini ve Mesih’in sözlerini nakletmeye yöneliktir. Bu sebeple diyalog, Kilisenin İncil’i yayma amaçlı misyonun bir parçasıdır.”

Papa 2. John Paul de yaptığı muhtelif konuşmalar da aynı şeyi söylüyor: “Dinlerarası diyalog Kilisenin bütün insanları kiliseye döndürme amaçlı misyonunun bir parçasıdır” (Redemptoris Missio-1991-Roma)

Sulh ve barış ortamı islama ve müslümana yarar.Bu da bir diyalog,bir iletişim,kendilerini tanıma ve kendini tanıtma yöntemidir.

Özellikle misyonerler bilgili ve yetişmiş kimselerden seçilmektedir.Öyleki bunlar hristiyanlığı anlatma çerçevesinde siyasi özellikle bölücü bir çok yöntemide beraber yerine getirmektedirler.

Misyonerler neşriyat dünyasını çok iyi kullanmakta ve kullanmasını bilmektedir.Neşriyat yoluyla her yere rahatlıkla girebilmektedirler.

Siyonizm’in kurucusu Theodor Herzl’dir.

Misyonerler sürekli olarak bu hizmetlerini değişik adlarla yapmaktadırlar.

Misyonerlerin görüşlerinin kabul görebilmesi için sundukları ortamın her yönüyle,maddi-manevi boş olması gerekmektedir.Aksi takdirde maya tutmayacaktır.Bunun içinde orayı boşaltmak için her iş mübah ve meşru kabul edilmektedir.Özellikle dini ve ekonomik boşluk onların Pazar alanlarıdır.

Nitekim her savaş sonrası bunların yaptıkları reklamları artar,faaliyet alanları o savaş bölgelerinde çoğunlukla görülür.Bu Irak savaşından sonra görüldüğü gibi,Yalova depreminden sonra da misyonerlik faaliyetleri artış göstermiştir.

Misyonerlik İslam memleketlerinde yıkmakla iş görür.Yıkımdan sonra kendi yapımını ve fikrini inşaya başlar.

Osmanlının yıkılışında misyonerliğin girişimiyle farklı görüşte olanların birleşmesiyle maddi ve manevi açıdan kolu bağlanarak zaafa düşürülmüş ve yıkımın şartları hazırlanmıştır.

Tıpkı maneviyattan uzaklaşan bir Tevfik Fikret ve sonunda hristiyanlaşan Haluk gibi bir neslin yetişmesi yönünde çalışılmıştır.

M.Akif: Misyonerler, gice gündüz yeri devretmedeler

Ulemâ, vahy-i ilâhî’yi mi bilmem, bekler..

Misyonerliğin anadoluda yaygınlaştırılmaya çalışılmasının en önemli sebebleri ise;bir hasret,özlem,mağlubiyetin kini,kendisine bir rakib görme,bereketli topraklar hayali ve emeli yatmaktadır.

Tanzimat fermanı ile başlayan batıcılık ve misyoner faaliyetlerinin artışının önünde en büyük engel Sultan Abdulhamid han idi.Ondandır ki,misyonerlerin ilk hedefi onu devirmek idi ve de başardırlar.

Bu bizim acziyetimiz idi.Sultan Abdulazizin ifadesiyle: “Atalarımız batıya at sırtında futuhat için giderlerdi. Bizler ise, simdi tren ve vapurla, ancak diplomatik seyahat için gidebiliyoruz!”

İçten de Mithat Paşa gibi seviyesizlerin seviyesiz ve düşüklüğü Osmanlıyı düşürdü.

Mithat paşa içki sofrasında şöyle diyordu:” “–Bunda ne var ki?! Al-i Osman olacağına biraz da Al-i Mithat olsun!..”

Misyonerler birinci hedef olarak hristiyan gibi yapmaya çalışırken ikinci aşama olarak hristiyanlaştırmayı amaçlamaktadırlar.Ancak hristiyanlaştıramıyacaklarına daha kuvvetli inandıklarından ümitlerini kesmemekle beraber hristiyan gibi yaşamaya,düşündürmeye ve taraftar olmayı hedeflemektedirler.

Misyoner Rahip Samuel Zwemer bir sözünde şöyle der”Müslümanları vaftiz etmek için boş yere çabalayıp durmayalım.. Başka yollar deneyelim. İslam ülkelerinde girişeceğimiz faaliyetlerde onlara, Hıristiyan adetlerini, Hıristiyan bayramlarını, Hıristiyan kültürünü, Hıristiyan ahlakını aşılayalım.”

Özetle;Misyonerlik faaliyetlerine karşı uyanık olmakla beraber,en önemlisi insanımızın inanç ve maneviyat açısından güçlü ve kuvvetli olması yönünde adım atılması halinde yapılan tüm faaliyetler geri tepecek ve Müslümanlar için bir kamçı olacaktır.

Mehmet ÖZÇELİK

19-04-2004




MİT’de Temizlik

MİT’de Temizlik

14/5/2004 – 13:36 – Atin

Önce size, eski bir MİT görevlisince yazıldığı anlaşılan ve bir İnternet sitesinde yayınlanan, aynı zamanda e-mail ile bize de gönderilen bir yazıyı olduğu gibi sunuyoruz.

Dikkat ederseniz “bir MİT görevlisinin yazdığı ifade edilen” gibi muğlak bir ifade kullanmıyor, “bir MİT görevlisince yazıldığı anlaşılan” gibi kesin ifade kullanıyoruz. Nedenini yazıyı okuduktan sonra yapacağımız yorumda bulacaksınız.

“Atasagun’un MİT’inde neler oluyor?

Milli İstihbarat Teşkilatı’nın değişik kademelerinde alnımın akı ile görev yapmış bir kişi olarak bu mektubu size gönderiyorum.

Bilgilerin bulunup değerlendirilmesi adına yapılan araştırmalarda, teknolojik ve insan faktörlü kaynakları kullanarak çalışmalar yapmanın zorluğu yanında, bilginin yerinde ve zamanında kullanılmasını bilmek, istihbaratçılığın özünü oluşturur. Bu açıdan bakıldığı takdirde, yaptığınız çalışmalarınızdan dolayı, öncelikle sizleri kutluyorum. Çünkü, kimsenin cesaret edemediği konulara, büyük bir özveri ve güvenle ve tamamen belgeye dayanarak çok önemli bir işi başarıyorsunuz.

Son günlerde, MİLLİ İSTİHBARAT TEŞKİLATI’nın basında-gazetelerde manşet olacak kadar zafiyete düşürülmesi adına hareket eden Sayın Şenkal Atasagun ve ekibinin yaptıkları, akl-ı selim her kesim tarafından tepkiyle karşılandığı gibi, bir eski çalışan olarak beni de derinden yaralamıştır. Bu ekibin yaptıklarının Türk halkı tarafından bilinmesinin vaktinin geldiği ve hatta geçtiğini düşünerek bu mektubu kaleme aldım. Verdiğim bazı bilgilerin, teşkilatın sır olarak niteleyeceği hususlar olsa bile, bu konuların bilinmesi halinde, sayın müsteşar ve ekibinin ne denli bir hıyanet içinde oldukları ancak görülebilecektir.

Türkiye’nin can damarı konumunda olan kurumlar içinde de, diğer devlet kurumlarda olduğu gibi, çürük insanlar elbette çıkacaktır. Fakat, bu tür kurumları hiçbir zaman esas hedef almadan , hatalı olanın kurumun içindeki kişilerin olduğunun, bastıra bastıra ifade edilmesi gerekir. Çünkü askerimizin ve diğer kurumlarımızın yara alması, bu tür çürük insanların ve onların bağlı olduğu değişik ekiplerin daha çok menfaatine olacaktır.

Bu can damarı kurumlarından birisi, yaptığı iş gereği belki de en önemlisi, Milli İstihbarat Teşkilatı’dır. Uzun yıllar görev aldığım, müsteşarın en yakınında dahi -ne yazık ki- görev aldığım bu kurum içinde, üzülerek söylemek gerekirse yazdığınız konulara yakın problemler ve kişiler bulunmuştur ve halen de bulunmaktadır. Ben sizlere, kesinlikle MİT teşkilatını küçük düşürmek ve uzun bir dönem görev yaptığım kurumumdan çok kötü olarak bahsetmek istemem. Çünkü, görev yaptığım yıllar içinde, mesai arkadaşlarım içinde vatansever insanların varlığı beni hep heyecanlandırmıştır. Esas problem, teşkilatın başında müsteşar olarak 6 yıldır görev yapan Şenkal Atasagun Bey ve onun çıkar ilişkili ekibidir.

MİT, Türkiye’mizin çıkarları adına, ulusal ve uluslar arası düzeyde haber toplama faaliyeti yürüten, bunu belli çalışma prensipleri (derlediği haberleri ulusal çıkarlar için kullanması, haber toplamada insan unsurunun nitelikli olması ve nitelikli insanlardan güç alması gibi) doğrultusunda yapması gerekirken, ne yazık ki kötü yönetim sayesinde, yıllardan beri ülke menfaatleri için bırakın faydalı olmayı, büyük bir tehlike oluşturmaya başlamıştır.

MİT, kurulduğu ilk yıllardan itibaren, bir türlü sivilleşme ve atılım adına faaliyetlerini yapamamıştı. Sönmez Köksal’ın başlattığı sivilleşme ve yenilik çalışmaları, Sayın Şenkal Atasagun’un göreve gelmesiyle (veya getirilmesiyle), tekrar eski günlerine, hatta daha farklı bir konuma düşürülmüştür. Adeta bir plan dahilinde çalışmalar yapılarak, teşkilat tamamen ülke menfaatleri aleyhinde, iş yapmayan, müsteşarın saltanatını sürdürdüğü bir kurum yapısına kavuşturulmuştur.

Şenkal Atasagun ve ekibinin yaptığı bu icraatları!!! sizlere sıralamak istiyorum:

1- Teşkilat, müsteşarın özel sayılabilecek gayretleri sonucu insan kaynaklı haber toplama faaliyetlerinden uzaklaştırılmıştır. Burada yaşanan eksiklikler, ne yazık ki, diğer servislerle kurulan ilişkilerde elde edilen bilgilerle giderilmeye çalışılmıştır. En son İstanbul’da cereyan etmiş Sinagog ve HSBC bombalamalarında, istihbarat zaafının ne denli had safhaya ulaştığını, en tehlikeli radikal bir grubun hakkında bile istihbarat yapılmadığının görülmesi, teşkilatın düşürüldüğü acınacak hali gözler önüne sermiştir.

Fakat ne acıdır ki, bilgi alışverişi yapılması gereken her servis toplantısında, kendi güvenlik makamlarımıza bile vermekten imtina ettiğimiz bilgiler büyük bir rahatlıkla diğer servislere verilerek, vatana ihanet edilmiş ve edilmektedir. Verilen bunca bilginin karşılığında ise somut olarak hiçbir şey elde edilememiş, teşkilat bir kısım servislerin haber toplama aparatı haline getirilmiştir. Çok gizli addedilen bilgilerin verildiği bu servislerde, kendi ülkemizde, güvenlik kurumlarımız arasında (Emniyet Gen. Müd. gibi) bu bilgileri kendi istihbaratlarının ürünü gibi göstererek kullanmış ve istedikleri operasyonları rahatlıkla yapabilmişlerdir. Normal şartlarda verilen bilgilerin en küçüğünün bile formel olmayan yollardan ilgili servislere aktarılmasının tespiti durumunda vatana ihanetten yargılanacak insanlar, mutlak güçleri ve denetimsizlik sayesinde makamlarında oturdukları yerden istedikleri her şey verilmiştir

2- Haber toplama ve değerlendirme sıfırlanmış, yapılan birkaç güzel operasyonla işler idare edilir hale getirilmiştir. Şenkal Atasagun’un, MGK, Cumhurbaşkanlık ve Başbakanlık makamlarına yaptığı arzlar standart hale gelmiş, bir önceki arzda kullanılan ifadelerin değişimi bile düşünülmemiş, mükerrer vakalar yeniden işlenmiş, Apo’nun bir servis tarafından tespiti yapıldıktan sonra, paketlenip, kiralanmış bir uçağın içine kadar teslim edilmesi, Sakık’ın yakalanması gibi operasyonlar, Müsteşarın ve ekibinin etkisinin olmadığı halde onların başarısı olarak lanse edilerek, başta Cumhurbaşkanımız, uzun bir dönem sayın Ecevit, kısacası hem siyasi hem de askeri kesim uyutularak bazı siyasi çevrelerin istismarına müsaade edilmiştir.

3- Sayın Şenkal Atasagun, göreve geldiği günden itibaren dünyanın bir çok ülkesine geziler düzenlemiş ve oradaki servis başkanlarıyla –güya-görüşmeler yapmıştır. Fakat yapılan bu görüşmelerde gündeme getirilen konular, verilen bilgi ve belgeler açıklık kazanmamış, en yakınında olan bizlerin-başkan, daire başkanları- dahi bilgisi olmamış, akabinde bu geziler formel raporlarla geçiştirilmiştir. Teşkilatın, satın alınan ve uzak menzillere rahatlıkla seyahatler düzenleyebilecek kapasitedeki uçağı, müsteşarın keyif ve eğlence mekanı olmuştur. Gidilen ülkelere yapılan seyahatlerin getirisinin ne olduğu, yapılan operasyonlar ve toplanan bilgilerle ortadadır. Teşkilatın çalışma prensiplerinden dolayı, bu geziler hakkında teşkilatın bağlı olduğu başbakanlık makamına dahi bilgi verilmesi söz konusu olmadığından dolayı, gezilerin hangi ülkelere yapılacağı sadece Şenkal Beyin kararıyla olmaktadır. Dünyada görülecek hiçbir ülke bırakmayacak şekilde gezen müsteşarın, sadece bu gezilere harcadığı masrafların ortaya konulması bile, dünyada Şenkal Beyden daha rahat yaşam süren bir idarecinin olmadığını göstermesi adına bir fikir verir.

4- Personel, özgüven ve çalışma azminden bilinçli ve sistematik bir şekilde soğutulmuş, vatan-millet için çalışma duygusu ve özveri yok edilmiş ve insanlarda “biz zaten filanca servislerin uydusuyuz” anlayışı oluşturulmuştur. Bölgelerde çalışan haber toplayıcı personel başta olmak üzere, gittiği bölgeye bağlı olarak yılını tamamlama ve yıllar içinde kimseye problem olmadan sadece günlük rutin işlerini yapıp, Müsteşarlığın bulunduğu riyaset makamındaki Müsteşar ve ekibine şirin görünmek için bölgesel hediyeler taşıyan, başarının değil de sadece bu ekibin adamının olunması halinde terfi edilmesi gibi etkenler, çalışmanın tamamen durduğu bir teşkilat yapısını oluşturmuştur.

5- Gizli servis çalışanlarının istifa etmesi önemli bir olaydır. Oysa teşkilatımızda onlarca insan istifa etmiştir ve halen bu devam etmektedir. Son dönemde, personele değer verilmediğini hissettiren uygulamalar, çalışmalarda merkeziyetçi yaklaşımlarla inisiyatifin tamamen bölge ve personelden alınarak asli görevlerin yerine getirilmesinin önlenmesi, bürokratik yük gibi engellemeler sayesinde çalışmaların önü kapanacak tarza (kasten ) getirilmiştir. Ülkemizin sayılı üniversitelerden mezun olmuş teknik veya meslek memuru statüsündeki yetişmiş bu insanlar , birer birer istifanın eşiğine getirilmiştir. Bu kadar yüksek oranda olan bu istifalar, Şenkal Beyde en ufak bir tepki oluşturmamış, –ayrılan ayrılsın, kalan bizimdir- düşüncesini dahi ifade ederek, istifalar adeta teşvik edilmiştir.

6- Sayın Müsteşar, Almanya’ya kimlik kartı ile iltica eden MİT personeli ile ilgili gelişmeleri gizleyip, bu olaydan sonra dahi, son döneme kadar, diğer personelin kimlik kartlarını değiştirmekle ilgili çalışmalarda dahi bulunmamıştır. Bu kimliğin, diğer servislerin veya illegal örgütlerin eline geçmesinin ne kadar sıkıntı doğuracağı muhakkaktır.

7- Gizli servislerde çalışan insanların maddi ve manevi tatmin edilemediği durumda, kendilerine verilen gücü illegal olarak kullandıkları görülen bir durumdur. Bu problem bizim teşkilatımız içinde söz konusudur.

Teşkilat hakkında bilgilendirme ve tanıtım amacına yönelik açılan www.MİT.gov.tr adlı sitede personelin özlük hakları hakkında verilen bilgiler, kuru bir yalandan başka bir şey değildir.

Sayın Müsteşarın göreve geldiği günden itibaren, teşkilatın yeniden organize edilmesinde hep görev verdiği şahsı, çıkarları adına kullanamayacağını anlayınca görevden alıp, yüksek koruma gerektiği halde Araştırma Planlama Koordinasyon –APK- birimi kurarak teşkilatın dışına iterek girişini yasaklayacak kadar şartları zorlayarak emekli edip, emekli olduktan sonrada Şenkal Atasagun’un adamları tarafından kapısının önünde adeta mesaj verir ve öç alır gibi dövdürüp hastanelik etmiş, akabinde de başkan seviyesindeki bu mesai arkadaşını kendi haline terk ederek hiçbir yardımda bulunmamıştır. MİT mensupları, can korkusundan dolayı haklı olarak artık sokaklarda dolaşamaz, kırsal operasyonlara çıkmaz, hatta ailesi ile birlikte dahi bir yere gidemez hale getirilmiştir.

Kendisine alternatif olarak gördüğü herkesi devre dışı bırakmada mahir olan ve aşırı kin tutma özelliği bulunan sayın Atasagun, önemli bir bölge başkanı olan mesai arkadaşını dahi, “Teşkilatın iktidarlı Bayan Başkanı” şeklinde basına deşifre edecek kadar hırslı bir yapısı vardır. İşe yaramaz hale getirme veya zorla emekli yapma müsteşarın devamlı kullandığı metod olmuştur.

8- Türkiye şu anda ciddi bir şekilde diğer servislerin ve onların ajanlarının akınına maruz kalmıştır. Bu konu ülkemiz için büyük problem olarak görülse bile, müsteşarlık makamı bu konu hakkında hiç bir faaliyet düşünmemiş ve operasyon yapmamıştır.

9- Teşkilatın geneline yayılmış ahlaksızlıkta diğer bir problem olarak karşımıza çıkmıştır. Alkolün etkisiyle kendinden geçerek, barlarda bildiği bütün bilgileri anlatan ve sonrada alkol komasına giren personellerin durumu, Müsteşarın teşkilatı nasıl sıkıntılı bir hale getirdiğinin bir göstergesidir.

Hatta, teşkilat içinde yapılan bazı hareketler ahlaksızlık sınırlarını dahi aşmıştır. Personelini, pavyona zorla götürüp orada alem yapan, yabancı uyruklu kadınlarla yaşayıp, bu uğurda arabasını dahi satıp yaşantısına devam eden müdürlerin varlığından haberdar olup, yine kurumda çalışmasına göz yuman bir müsteşarın konumu tartışılır hale gelmiştir. Personelin kullanması için açılan havuz, idari işlerden sorumlu başkan tarafından bir kaç saatliğine kapatılmış, sıkılmadan, MİT mensubu bayanları zorlayarak alem yapmıştır. Bu olayın mesai içerisinde olması da, teşkilat içerisinde bazı makam ve güç sahibi insanların ne kadar rahat olduklarını bizlere göstermiştir. Bu olayda, Sayın Müsteşar tarafından kapatılarak sayın başkanımız isine emekliliğine kadar devam etmiş, sayın Müsteşarımızın hiç tepkisi görülmemiştir. Sadece 2 bayan, müsteşarın ekibinden tanıdıkları olmadığından dolayı, günah keçisi olarak, zorla ve istekleri dışında tayine tabi tutulmuştur. Sekreterine sarkıntılık eden ve hatta tecavüze yeltenen, ses kayıtlarıyla belgelenen, sonrada korkutarak uzun süre buna devam eden Şenkal Beyin yardımcıların durumları, normal hale gelmiştir. Güvenli olması yönüyle açılan ve değişik olaylarda kullanılan gizli evler, müdür ve başkanların harem evleri haline gelmiş, buralarda seks partileri verilmiş, evlerin güvenliği teşkilat dışından kadınların getirilmesi nedeniyle tehlikeye düşmüştür. Görevli olarak yurt dışına kısa sureli çıkan müdür ve başkanlar, beraberinde götüreceği personel seçiminde, gönül eğlendirme on plana çıkmıştır.

10- 4 Şubat 2002 tarihinde olan son olayda artık bu sıkıntıların doruk noktası olmuştur. Müsteşar yardımcısı Cevat Beyin özel kalemi olan ve eski Müsteşar yardımcısı Miktad Alpay beyin yeğeni olan M. adlı şahıs önce sekreterini tabancasıyla öldürmüş, arkasından kendisi intihar etmiştir. Teşkilatın örtülü ödenek kasasının takibini yapan M. Bey ile sekreter bayanın arasında meydana gelen problemden Cevat Beyin ve Müsteşarımızın haberi olmasına rağmen, bu sorunu kendi aralarında çözmelerini istemiş dışarıya sızmamasını emretmiştir. Bu kadar önemli bir makamda böyle bir problemin varlığı bilindiği halde nasıl olurda ilgili şahısların aynı görevde devam ettirilmiş olması enteresandır.

11- Bütün bunlara rağmen sayın müsteşarımız, hiç bir şey yokmuş gibi yaşamını devam ettirebilmektedir. İstanbul Bölge başkanlığına tahsis edilmiş Kanlıca da bulunan devlete ait bir villayı bir talimatnameyle alarak, müsteşarlık makamına tahsis etmiştir. Tabii buna en çok sevinende Sayın müsteşarın eşi İnci Hanım olmuştur. Bu villaya yapılan tadilat ve tefrişat masrafı tam 800 milyarı bulmuştur. Teşkilat personelinin, islerini daha iyi yapabilmek için istedikleri cüzi paralar kriz nedeniyle geri çevrilirken, bir dönem oturduğumuz koltuklar ve makam, tarihi özellik taşırken, diğer servislerin kullandığı teknik cihazları MİT mensupları sadece filmlerde görürken, binalarımız tamamen dökülürken, emniyet ve diğer güvenlik güçlerimizin yaptığı operasyonları sadece basından takip eder duruma gelmişken, müsteşarımızın yaptığı bu kadar büyük ve gereksiz harcama herkesi şaşkına çevirip çileden çıkarmıştır. Hatta sayın İnci Hanımın İstanbul’a geldiğinde kullanabilmesi için yine bölgenin değişik amaçlarla kullandığı 2 Jeep hanfendiye (teşkilattaki kullanımı ile) tahsis edilmiştir. Bölgelerin yapacağı önemli faaliyetlerin sekteye uğraması veya tamamen ortadan kalkması, sayın Atasagun için hiç önemli görülmemiştir.

İnci Hanımın genel durumu da içler acısıdır. Aşırı alkole olan bağımlılığı, kumara olan düşkünlüğü, Hanfendinin küçük köpekleri için bir devlet memurunun görevlendirilmesi, havuza köpeği ile girdikten sonra havuzun suyunun değiştirilmesi teklifi karşısında –benim köpeğim buradaki herkesten daha temizdir- sözü başka bir şey anlatmaya sanırım gereksinim bırakmaz.

12- Teşkilat bünyesinde toplanan ve personelin ihtiyaçları anında kullanılma amacına yönelik paralar, yaklaşık 4 trilyon TL, Müsteşar ekibi tarafından yok edilmiştir. Hatta intihar hadisesi sonrası, ilgili şahsın piyasaya olan borçlarının kapanması için, personelden başka amaçlar adı altında para toplanmak istenmiş, personelin gerçeği öğrenmesi ile birlikte büyük problemler yaşanmıştır.

13- İstanbul Pendik-D. mevkiinde bulunan bir arsa, (personelin güvenliği gereği ada-pafta bilgilerinin detayını vermek istemiyorum) müsteşarın bilgisi dahilinde, çok uygun alınarak kooperatif binalar yapılmış, daire başına 7 500 000 000 (Yedi Milyar Beş Yüz Milyon) TL ödenerek sahip olunmuştur. Bu dairelere, başkan ve müdürler yakın akrabalarını da katarak 3-5 daire sahibi olmuşlardır. Bu kadar ucuz maliyetle yapılan bu evler, bütün bölgelerde MİT gücünü kullanarak ucuz arsa kapatılması furyası başlatmış, Sayın Müsteşar ve ekibi gayrı mülk zenginleri haline gelmiştir.

14- Oyakbank eski genel müdürü olan Coşkun Ulusoy ve bir siyasi partinin halen başkanı olan birisi ile üvey akrabalıkları olduğu bilinen, İstanbul’un yeraltı kesimiyle karanlık irtibatları olan bir başkanımız Sayın Atasagun ile beraber hareket ederek, illegal operasyonlar planlayıp icra etmişlerdir. Hatta faili meçhul cinayetlerin dahi bu ikili tarafından yapılarak, baraj inşaatları adeta bu ekibin mezar arazisi haline getirilmiştir. Bu operasyonların içerik ve işlenişi hep sır olarak, ne yazık ki hafızalarda kalacaktır. Yakın dönemde olan bu cinayetlerin açığa çıkartılması isteniyorsa, bu şahıs veya şahısların hayatları –yaptıkları irdelenerek ancak açığa çıkartılabilir.

15- Teşkilata personel alımı da ayrı bir araştırma konusudur. Başkanların, özellikle müsteşara yakın ekibin çocukları için, teşkilata personel olarak girme çok kolaydır. Mezun oldukları yüksek okulları hep bursla kazanmış olmasına rağmen, girişlerde aranan yabancı dilden başarı bu başkan çocuklarında bulunmamasına rağmen, ne yazık ki teşkilata sınav sonucu giren personelin % 50 i, Şenkal Beyin başkanlığı döneminde hep başkan akrabalarından olmuştur. Kalan % 30 ise, muhakkak teşkilatta bir şekilde tanıdık bularak veya bir üst rütbeli subayın referansıyla girebilmektedir. Özetle Sayın Atasagun’a yakın olan MİT personelinin çocuklarının, teşkilata, özellikleri-mezun olduğu okulu-yabancı dil veya dilleri bilmesi ile girmek mümkün görünmemektedir. Ne yazık ki, teşkilatımızın geleceği getirilen askerlik şartı nedeniyle bir yere girememiş, en son yaşı gereği bari bu konuma gireyim diyen başkan çocuklarına emanet edilir hale gelmiştir.

16- Teşkilat çalışanlar için yapılan güvenlik tahkikatında ne kadar hassas olunduğu muhakkaktır. Aynı hassasiyetin, teşkilat içinde iş yapacak özel şirketlere de uygulanması da elzemdir.

İstihbarat servislerinde, temizlik işlerini yapacak personel, şubelerde rahatlıkla hareket ederek iş yaptıklarından dolayı bu şahısların konumları çok önemlidir. Temizlik firması çalışanları, MİT personeliyle karşılaşma yoğunluğu olması nedeniyle, rahatlıkla dışarıya bu personelin durumları hakkında, binaların yerleşik düzeni hakkında ve en önemlisi zaman içinde bazı gizli bilgilere rastlantı veya özel gayretleriyle ulaşmaları mümkün olmasına rağmen, sırf eski başkanlarımızdan olan Nuri Gündeşin olduğu bilinen bir temizlik firmasına, bütün temizlik işleri ihale edilmiştir. Müdürünün bile kullandığı aracın Hummer Jeep olduğunu söylenirse, yapılan iş karşılığı yapılan ödemenin ne denli büyük olduğu görülebilir. Bu şahısların sözleşmeli olarak personel olması söz konusu iken, dışardan bu işi bir temizlik şirketine yaptırmanın mantığını anlamak oldukça zordur. Bunun bir izahı bulunsa bile, bu şirketin güvenlik tahkikatındaki seçiciliğin özenli olması muhakkaktır. Ne yazık ki, son dönemde bölge başkanlıklarının, riyasetin temizlik işleri için seçilen şirkette ve çalışanlar hakkında değişik şaibeler bulunmasına rağmen, bu şirkette karar kılınması, akıllara “acaba sayın müsteşar ve ekibinin bu firmayla olan bağı nedir” diye soru gelmektedir.

Yukarıda anlattığım olaylar, Sayın Müsteşarın, teşkilatı bitirme adına yaptıklarının sadece bir kesiti hakkında bilgi verebilir. Geçmişte yaşadığımız bütün olaylar kaleme alınması halinde, problemin büyüklüğünün birkaç kat daha büyük olduğu görülecektir.

Denetimsiz olan ve elinde mutlaka yakın bir güç bulunduran kişilerin ya da kurumların dejenere olması gibi, Milli İstihbarat Teşkilatı da, Sayın Atasagun’un yaptıkları sayesinde dejenere olmuş, ihtirasları için, siyasi çıkarları için, adeta kontrespiyonaj büyük bir operasyon düzenleyerek, üzülerek söylemek gerekirse başka servislerin çalışanı gibi hareket ederek, MİT adeta başka ülkelerin hesabına işler hale gelmiştir.

Bütün bu sorunların önüne geçmek için, öncelikle teşkilatı bilinçli olarak bu hale getiren bu düşünce sahibinin değiştirilmesi ve yerine gönlünde Türkiye sevgisi taşıyan, çağın koşullarını bilen, personel yönetiminden anlayan, güçlü iradeli bir yöneticinin getirilmesi çözüm önerimin birinci aşamasıdır. Sonrası ise dışarıdan bir denetim organı aracılığıyla denetlenmesidir.

Saygılarımla

Not: Bu bilgilerin halkımız tarafından bilinmesi ve teşkilatın idaresinin değişmesi temel amacımdır. Bu durumda konumumun sıkıntıya girmesi söz konusu olsa bile emekli olmuş birisi olarak ilgili insanlardan bu şekilde hesaplaşarak daha rahat uyumak istiyorum. Şimdiden yaptıklarınız ve yapacaklarınız için teşekkür ederim.”

Eski bir MİT görevlisi”

Şimdi gelelim bu mektup ile ilgili yorumlara;

Evet, yukarıda da belirttiğim gibi bunu yazan eski bir MİT görevlisi. Zira bu bilgilerin bir kısmından benim de haberim var.

Yazıyı yazan büyük bir olasılıkla 7.nci maddede bahsi geçen ve bir zamanlar Şenkal Atasagun’un sağ kolu olan eski Operasyon Başkanı Engin olabilir. Nedeni bilinmez, sonra araları fena halde bozulmuştu. Şenkal onun hakkında “Deprem yardımını zimmetine geçirmek ve eski eser kaçakçılığı yapmak” suçlamasıyla soruşturma açtırmış ve görevinden alarak APK (Araştırma Planlama Koordinasyon) Başkanlığı emrine verdirmiş, daha önce karargah binalarında görev yapan APK Başkanlığını da teşkilat karargahının dışına çıkartmıştı. O da Şenkal’ı çeşitli yolsuzluk ve mesleki hatalarla suçlamıştı. Yanılmıyorsam konu Başbakanlık müfettişlerince soruşturuldu.

Anlaşıldığı kadarıyla kavga o kadar büyümüş ki sonunda Şenkal’ın adamları Engin’i dövüp hastanelik etmişler.

Engin, ben henüz ABD’de görevdeyken Ankara Bölge Başkanıydı. Devamlı olarak benim yakınlarımı takip ettiriyordu. Bir keresinde takipçiler oğlumun çoğunlukla birlikte gezdiği yakın bir arkadaşını sıkıştırıp bir güzel dövdüler. Demek bu işler sırayla. Etme-bulma dünyası..

Aldığım duyumlara göre bu günlerde Şenkal’ın vurmalı-kırmalı işlerini has adamları Kaşif ve Ender yürütüyormuş. Herhalde ikisi de çok başarılı çalışıyorlar ki başkan yardımcılığına terfi etmişler!..

Kaşif bildiğiniz malum kişi. Hani şu etrafına, beni Amerika’dan kelepçeleyip getireceğini söyleyen, Atasagun tarafından yabancı istihbarat servislerine “Bin Ladin’i yakalayabilecek tek kişi” olarak takdim edilen meşhur kişi. Ender ise ismi Kemal Horzum ile anılan bir müsteşar yardımcısının damadı. Şimdi bütün önemli operasyonları bunlar yürütüyorlarmış!…

9.ncu maddede bahsi geçen yüzme havuzu skandalının kahramanı eski İdari İşler Başkanı Cengiz Metin. Bu Cengiz Metin’in ilk olayı da değil. Bölge Müdürlüğünden beri birkaç kez bu tip taciz olayında başrol oyuncusu oldu. Ahlaki zaaflarına rağmen tıkır tıkır terfi ederek Başkanlık seviyesine kadar geldi.

MİT’ten emekli olanlara (benim gibi zorunlu emekli edilenler hariç) bir hizmet belgesi ile şilt verilir. Herhalde Cengiz Metin’e de “Milli İstihbarat Teşkilatı’nda uzun yıllar feragat ve fedakarlıkla çalışarak Milli Görevimize katkıda bulundunuz. Bu verimli çalışmalarınız, geride kalan mesai arkadaşlarınız tarafından daima şükranla anılacaktır. Yeni yaşantınızda Teşkilatımız mensupları adına sağlık, mutluluk ve başarılar dilerim. Şenkal Atasagun, MİT Müsteşarı” yazılı Hizmet Belgesi verilmiştir. Tabii ki verilecek. Havuz başında fedakarca ve verimli bir şekilde mesai yapmak kolay iş mi?

Aynı maddede “Sekreterine sarkıntılık eden ve hatta tecavüze yeltenen, ses kayıtlarıyla belgelenen, sonrada korkutarak uzun süre buna devam eden Şenkal Beyin yardımcısı” şeklinde bahsi geçen kişi bazı gazetecilerin tabiri ile MİT’in efsanevi ikinci adamı Miktad Alpay. Hani şu MİT’in Başbakan için hazırladığı Susurluk raporunun arasına Fethullah Gülen’in adını da sokuşturuveren ünlü MİT’ci. Bu günlerde, bir zamanlar küfür ettiği kişilerle diyalog kurup, kıl payı ile kaybettiği MİT Müsteşarlığını yeniden elde etmek çabasındaymış. Biliyorsunuz tam müsteşar olacakken “Alevi” olduğu söylentisi ile müsteşarlığı Atasagun’a kaptırmıştı. Aleviliğini bilmem ama Ermenilik konusunda bir bağlantısı var mı, araştırılsa daha isabetli olur derim. Alpay’ın yukarıdaki konusuna daha önce Özel Operasyonlar başlıklı yazımızda da değinmiştik.

Eski bir MİT görevlisinin mektubundan, Şenkal’ın da bu tip işlere bulaştığı gibi bir yanlış bir anlam çıkabilir. Doğrusunu söylemek gerekirse onun bu tip işlerle hiç ilgisi yoktur. Onun hayatındaki tek kadın eşidir. Ben onların arasındaki münasebeti aynen Sayın Bülent Ecevit ile Rahşan hanım arasındaki münasebete benzetirim. Tabii ki bazı ufak farklar var. Rahşan hanımın daha kültürlü olduğu, lükse değil de politikaya düşkünlüğü, Bülent Bey’in duygusallığı ve şairliği gibi…

Bülent bey eşi istedi diye nasıl af çıkarttı ise, Şenkal da eşi istedi diye villa tefrişine devletin 800 milyar parasını harcamıştır. İnci isteyecek de Şenkal yapmayacak mümkün mü?

Biz bu lüks ve villa düşkünlüğünü daha önce İnci Sultan Köşkü başlıklı yazımızda yayınlamış, 11.nci maddede bahsi geçen Kanlıca’daki villadan da bahsetmiştik.

İnci Sultan’ın küçük köpeği ile havuza girdikten sonra havuzun suyunun değiştirilmesi teklifi karşısında “benim köpeğim buradaki herkesten daha temizdir” sözünü hiç yadırgamadım. Tam ona uygun bir tarz. Ne MİT’teki insanlara ne de Türk insanına hiç tahammülü yoktur.

Köpeğe sadece havuz değil, MİT’e ait uçakların da tahsis edildiği anlatılıyor. Nasıl lüks yaşam ama. Sanki petrol zengini Arap Şeyhi, Hilton otellerinin varisi mübarekler…

Eski bir MİT görevlisinin mektubunda geçen konuların çoğu hakkında bilgimiz var. Ancak 6.ncı maddede bahsi geçen “Almanya’ya kimlik kartı ile iltica eden MİT personeli” ile ilgili gelişmeleri yeni duyuyoruz. Birçok rezalet gibi gizlenen bu olay, Atasagun devrinde teşkilatın ne hale geldiğinin açık bir belirtisi.

Keza 12.nci maddede bahsi geçen 4 trilyon TL ile 13.ncü maddede bahsi geçen İstanbul Pendik-D. mevkiindeki kooperatif konusunu da bilmediklerimiz arasında. Gerçi bu MİT’de kooperatifçilik işi yeni bir şey değil. Senelerdir gittikçe yozlaşan bir şekilde mevcut.

14.ncü maddede bahsi geçen Oyakbank eski genel müdürü olan Coşkun Ulusoy ve bir siyasi partinin halen başkanı olan birisi ile üvey akrabalıkları olduğu bilinen, İstanbul’un yeraltı kesimiyle karanlık irtibatları olan MİT başkanının kim olduğunu tahmin edebiliyorum. Ancak yanlış yapmamak için isim vermeyeceğim.

Bu maddede önemli bir iddia var. Atasagun ve MİT Başkanı cinayetlerle suçlanıyor ve baraj inşaatlarının bu faili meçhul cinayetlerin mezarlığı haline geldiği söyleniyor. Eğer bunlar doğru ve ise Şenkal’ın pek az kalan müsteşarlık saltanatından sonra başı bir hayli ağrıyacak demektir. Daha görevdeyken hakkında bu kadar şikayet varsa, ayrıldıktan sonra neler çıkar neler…

Yeraltı ile karanlık ilişkiler denince, son günlerde sahte pasaportla yurtdışına kaçan Alaattin Çakıcı’nın Beşiktaş Kulübü ile bağlantısı akla geliyor. Basında yer alan haberlere göre Alaattin Çakıcı’ya yurtdışı vizesi için gereken BJK evrakını yakın dostu olarak bilinen Menajer Sinan Engin sağlamış. Acaba koyu bir Beşiktaşlı olan Şenkal Atasagun’un da bu düzenlemeden bilgisi var mı?

Biliyorsunuz MİT’te Çakıcı ile ilk teması kuran ve yine son olarak Çakıcı’yı Fransa’da yakalanmadan önce operasyonel faaliyetlerde kullanan Şenkal Atasagun’dur. Kim bilir belki de bir süre önce Atasagun’un MİT’in İstanbul Beşiktaş Serencebey’deki Sosyal Tesislerde Beşiktaş Kulübü yöneticilerine verdiği olağan dışı yemekte bu konu da konuşulmuştur!..

16.ncı maddede bahsedilen hususlar tam bir facia. Gizli teşkilatın temizlik işleri özel bir firmaya bırakılmış. Hem de kime? Teşkilatın en şaibeli eski mensubu Nuri Gündeş’e. Oldu olacak teşkilatın güvenlik işlerini de Gündeş’e verseydiniz de dört dörtlük olsaydı.

Nuri Gündeş’in ortağı olduğu ve finansal işler ve müşteri ilişkilerinden sorumlu bulunduğu Panter isimli şirket, 1996 yılında kurulmuş, güvenlik sektöründe faaliyet gösteren ve 3 ortaklı bir şirket. Aynı ortaklar 2000 yılında Pantem isimli bir temizlik şirketi de kurmuşlar. Temizlik şirketini, ortaklardan biri olan ve uzun yıllar turizm alanında çalışmış bulunan 1952 doğumlu, Nuri Can İzgi yürütüyor.

Panter ve Pantem şirketleri İntergen Enerji, Elit Residance, İzmir Büyükşehir Metrosu, Gima ve Endi mağazaları gibi kuruluşlara hizmet veriyorlar. Ayrıca Nuri Gündeş’in Panter Güvenlik Şirketi, Büyük Klüp, İstanbul’daki mason locaları gibi yerlerin güvenliğini de sağlıyor. Yakın tarihte bombalanan İstanbul Yakacık’taki Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası’ da buna dahil.

Muhalif yazı ve beyanatları ile tanınan ve ‘Amerikan Müdahaleciliği’ isimli kitabı aleyhine İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi’nce açılan davayı izlemeye İstanbul’a gelen Amerikalı filozof ve dilbilimci Noam Avram Chomsky’i de Nuri Gündeşler korumuş.

Atatürk Hava Limanı’nda sanatçı Şanar Yurdatapan ile Mısır Çarşısı’ndaki bombalama olayında adı geçen Pınar Selek’in karşıladığı Chomsky’nin gelişinde Panter Şirketi’nin genel koordinatörü ile Sabah Gazetesinin yaptığı söyleşi bir hayli ilginç. Gündeş’in şirketinin nasıl bir düşünce yapısında olduğunu göstermek açısından bu söyleşiyi aynen veriyoruz:

– Şirketinizin başında bir dönemin en ünlü istihbaratçısı Nuri Gündeş var. Gündeş şimdi “bölücü” yaftası yapıştırılan Chomsky’yi koruyor. Bu bir tezat değil mi?

Eskiden yaptığımız meslekler bitiyor ve bizler yeni işlere başlıyoruz. Chomsky bir düşünür. Hakkında açılan davalar bizi ilgilendirmez.

– Peki Apo’nun İmralı’daki koruma görevi size verilse kabul eder miydiniz?

Duygularımız buna izin vermez. Olukla kan akıtmış bir adamı hiçbir güvenlik şirketi korumaz.

– Duygularınız nerede başlar?

Devlete, millete ihanet etmiş kişi ve kurumlara karşıyız.

– Mafya? Alaattin Çakıcı’yı korur musunuz? Ya da Susurluk sanıklarını?

Mafyanın bizim korumamıza ihtiyacı yoktur. Çakıcı’yı korumam. Ama Korkut Eken, Ayhan Çarkın ve İbrahim Şahini can-ı gönülden korurum. Devletin sahip çıkmadıklarına ben sahip çıkarım. Bu insanlar kahramandır.

MİT’in temizliği, Susurluk’a sahip çıkan bir zihniyete teslim edilmiş. Bilmem başka bir şey söylemeye gerek var mı?

MİT gibi devletin önemli bir organının temizlik işleri, çok düşük ücretlerle vasıfsız personel çalıştıran kar amaçlı özel temizlik şirketlerine bırakılamaz. Bu MİT’in her türlü güvenliğinin sabote edilmesi demektir.

Temizlik işlerinin sözleşmesi MİT’in İdari İşleri tarafından yerine getirildiğine göre, havuz skandalının neden örtbas edildiğini, eski İdari İşler Başkanı’na neden bir işlem yapılmadığı şimdi daha iyi anlayabiliriz.

MİT gibi milli bir kuruluş, bu kadar denetimsiz, başıboş ve keyfi idareye de bırakılamaz. Aksi, Türkiye Cumhuriyeti’nin güvenliğine tahminlerin üstünde zarar verir.

Yetkililer, vakit geçmeden bir an önce tedbir alıp gereğini yapmalıdırlar.




Z İ N A

Z İ N A

Zina;sağlıklı olarak devam etmekte olan neslin kopma noktasıdır.Sülale dediğimiz aile neslinin zinzirleme olarak devam edegelmekte iken bir noktadaki kırılma noktasıdır.Neseb insan neslinin bir nisbet ve bağlantı ve bağlılık ile ilk ata ve soy olan Hz.Âdeme kadar bağlılığıdır.Nesebsizlik ise bu bağlantının koparak,aranın açılması ve aradan çıkılmasıdır.Tıpkı normal seyrinde gelişen bir hücrenin hariçden idhal edilen bir hormanın gelişimi anormal şekilde etkilemesi demektir.İnsanlar bir soy ağacının bölümleri,birinleri,dal ve unsurları olarak devam edegelmektedler.Zina ise bu soy ağacından ayrılan kopuk dallar ve ekinin içerisindeki birer ayrık otlarıdır.Zina insan suyunun bulandırılmasıdır.Zina bir kopukluk,bir kopma noktasıdır.

Meşru nikah ile sağlıklı sürdürülen hayatın,gayrı meşru yolla devam ettirilmeye çalışılmasıdır.İnsan ve yaratılış fıtratına aykırı olan zina,yüz kızartıcı bir suçtur.İnsanın azgınlığı,taşkınlığı,yoldan çıkmasıdır.Zina raydan çıkıştır.Ekberül Kebair denilen yedi büyük günah içerisinde bulunmaktadır.

Peygamberimiz Hz.Muhammedi farklı kılan en büyük bir fark da;Tarihçilerin tesbitine göre 40 dedesi Adnan ve Hz.Âdeme kadar varan soyunda bir zina olayının olmaması,sağlıklı olarak Hz.Âdeme kadar neslinin devam etmesidir.Bu durum ise seçkinliğin ve seçilmişliğin bir şartı ve sebebi olarak da görülmektedir.

Soyu bulanık olan insanların maddi ve manevi yapısına etkisi büyüktür.Adeta bir noktada nüksetmektedir.

Hadisde: -“Zina gibi fuhşiyatın zuhuru,yerin hareketine,zelzeleye sebeb olur.”[1]

-“Zinadan sakınınız!Zira zinada dört hal vardır.Yüzde olan güzelliği,rızıkta olan hayır ve bereketi giderir.Allahın gadabını ve uzun müddet cehennemde kalmayı intac eder.”[2]

-“Ahmak yani diyanetsiz kadınların sütünü çocuklarınıza vermeyiniz,zira tesir eder.”[3]

Sütün etkisi böyle olursa,zinanınki ne derece olur kıyas edilsin.

Zina bütün din ve semavi kitaplarda menfur bir suç olarak görülmüş ve yasaklanmıştır.

-el-Berâ (ra)dan:

“Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in yanından yüzü kömürle karartılmış ve dayak atılmış bir Yahudi geçirdiler.Peygamber sallallahu aleyhi ve selem onları çağırıp sordu:

“Kitabınızda zina cezasının öyle olduğunu mu okumaktasınız?”

“Evet”dediler.

Şer’i cezalar bahsinde geçen hadisin benzeri rivayet edildi.

Ayrıca burada şöyle geçer:”bunun üzerine emretti,recm edildi.Ondan sonra şu âyet indi:”Ey Peygamber!Küfre koşanlar seni üzmesin!”Size bir (fetva) verilirse alın’a kadar.[4]

(Yahudiler)diyordu ki:”Muhammed’e gidin!Eğer size ceza olarak yüzü kömüre boyamayı ve dayağı emrederse,alın;recmi emrederse kaçının!Bunun üzerine şu âyet indi:

“Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse,onlar zalimlerin ta kendileridir.”[5]

“Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse,onlar fasıkların ta kendileridir.”[6] Bunların hepsi kâfirler hakkında inmiştir.[7]

Nikahta keramet ve ünsüyet var iken zina bunu ortadan kaldırmaktadır.Nitekim Esma binti Haricetül Fezari evlendireceği kızına şu nasihatlarda bulunmuştu:”

Kızım,alıştığın hayattan bilmediğin bir hayata gidiyorsun.Hiçbir suretle tanımadığın bir kimse ile arkadaş oluyorsun.Sen ona yer ol ki,oda sana gök olsun.Sen onun dilediğini yap ki,o da sana istediğini versin.Sen ona döşek ol ki,o da sana yaslanacağın direk olsun.Sen ona cariye ol ki,o da sana köle olsun.Herhangi bir şeyde ısrar etme ki,sana kızmasın.Ondan çok uzaklaşma ki,seni unutmasın.Sana yaklaştıkça sen de ona yaklaş.Kızdığı zaman,kendini koru.Yüzünü,gözünü ve kulağını muhafaza et ki,güzel kokunu koklasın,güzel sözünü duysun ve güzelliklerini görsün.”

Zina bir şaşkınlık ve şaşırmışlıktır.Bu durumda söylenecek en güzel söz şu olsa gerektir:

”Allah kimseyi şaşırtmasın.şaşırtırsa süründürmesin.Süründürürse deli etmesin.Deli ederse dağıttırmasın.Dağıtırsa perişan etmesin.Perişan ederse sersem ve avare etmesin”[8]

”Üstad Bediüzzaman’ın sıkça söylediği kürtçe bir temenni:

“Hüda meru şaş dike, kaş neke. Kaş dike, fahş neke. Fahş dike, purş neke. Purş dike, perişan neke. Perişan dike, müşevveş sergerdan neke.”

Meali: Allah, adamı şaşırtırsa, süründürmesim. Süründürürse, fahşetmesin. Fahşederse, dilenci vaziyetine getirmesin. Dilenci vaziyetine getirirse perişan etmesin. Perişan ederse, başıboş sergerdan etmesin.”

Ferdi açıdan kişinin olduğu gibi devletlerin de çöküşü bu zina ve fuhşun yaygınlaşması sebebi iledir.Türkiyedeki bu tehlikeye baktığımızda istatistikler şunu göstermektedir:

-ATO’nun araştırmasında:”Türkiyede vesikalı yada gizli çalışan hayat kadınlarının sayısı 100 bine yaklaşıyor.Türkiyedeki kadın nüfusun 35 milyon civarında olduğu hesaba katıldığında,her 350 kadınımızdan birinin fuhuş batağının eşiğinde olduğu kaydediliyor.

“Hayatsız kadınlar dosyası”başlığı altında yapılan araştırmada,Türkiyede faaliyet gösteren 56 genelevde yaklaşık 3 bin hayat kadını çalışıyor.Türkiyede tescilli hayat kadını sayısı da 15 bini geçiyor.Genelevlerde,hukuki sorun yaratmasın diye vesikasız çok sayıda kadının çalıştığı,birçok kadının da genelevler dışında gizli fuhuş yaptığı belirtiliyor.

Raporda bir sektör haline gelen fuhuşta bir yılda dönen paranın asgari 3-4 milyar dolar olduğu belirtiliyor.

Fuhuş mafyasından,patron,bar,pavyon,disko,gece klüpleri,otelci,taksici,eğlence yeri sahibi gibi onbinlerce insan maddi kazanç sağlıyor.

18 yaşından küçük,15 ve 12 yaşına kadar ki kız çocuklarıda –çocuk hayat kadını-olarak pazarlanıyor.

2001 yılında ölen genelev patroniçesi Matild Manukyan 1944 yılında itibaren birçok kez vergi rekortmeni olmuştur.

Bu kadınlara yüklü miktarda senetler imzalatılarak alıkonulmakta,uyuşturucu da silah olarak kullanılmaktadır.[9]

İsveçte evlilik dışı gayrı meşru olarak doğan çocukların oranı 2003’de % 54,Danimarka % 46,Fransa % 39,İngiltere %37,İrlanda % 27,Portekiz % 20,Hollanda % 19,Almanya % 18,Belçika % 15,İspanya % 11,İtalya % 8,Yunanistan % 3….[10]

Bizde bir zamanlar aydınlarımız tarafından yapılan teklifte;yurt dışından damızlık insanlar getirmek idi.Bu da bir çok örneklerinden şöyle bir örneğini de feci olarak doğurmuş oldu:

-Cumhuriyet dönemi yazarlarından Refik Erduran;annesinin ısrarıyla onunla yatmakta ve oğluna ısrarla;”Senin kocanım” dedittirmektedir.Yazar olan Eşi Leyla Umar’ı birkaç kez aldatarak,sürekli başkalarıyla olan bir kişiliğe sahib kişi,diğer bir karısını boşayıp ve üvey kızıyla evlenerek ondan 3 çocuk babası.

Eşi Leyla Umar:”Ben aldatılmış kadın olmaktan o kadar utandım ki,bir yıl Türkiyeye dönemedim.”

Bu insanlar tek evliliği savunup,zina cezasına karşı çıkmakla,çok kadınla yaşayarak meşru olmayan bir yol tutmaktadırlar.Tıpkı Osman Yüksel Serdengeçti’nin dediği gibi;Kadını bir kocanın baskı ve bağımlılığından kopardılar,bir çok kocaya köle ve bağımlı yaptılar,sözünü doğrulamaktadır.Bu da kadını korumak değil,kadını kullanmaktır.

Zina aklı başında olan bir insanın ve olgun bir kişinin başvuracağı bir yol değildir.

Hadisde: “Gençlik, delilikten bir şûbedir.” buyurulur.[11]

Kur’an-ı Kerim’de geçen Zina ile ilgili Âyetlerde şöyle buyurulmaktadır:

-“Kadınlarınızdan zina edenlerin aleyhlerine dört şahit getirin. Eğer şahitlik ederlerse, ölüm onları alıp götürünceye veya Allah onlara bir yol açıncaya kadar evlerde hapsedin.”[12]

-“Sizden her kim hür mümin kadınları nikah edecek bir zenginliğe gücü yetmiyorsa, ona da ellerinizin altındaki mümin cariyelerinizden efendilerinin rızası ile nikahlamak var. Allah sizin imanınızı daha iyi bilir. Siz birbirinizdensiniz. O halde sahiplerinin izni ile ve mehirlerini örfe göre vermek suretiyle cariyelerden iffetli olan, zina etmeyen, dost da edinmeyenlerle evlenin. Evlendikten sonra bir fuhuş yaparlarsa, o vakit hür kadınlar hakkında gerekli bulunan cezanın yarısı kendilerine lazım gelir. Bu hükümler, içinizden günah işlemekten korkanlaradır. Sabretmeniz ise, sizin için daha hayırlıdır. Allah Gafûrdur, Rahimdir (çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir).”[13]

-“Zinaya da yaklaşmayın; çünkü o pek çirkindir ve kötü bir yoldur.”[14]

-“Zina eden kadın ve zina eden erkekten herbirine yüz değnek vurun; eğer Allah’a ve ahiret gönüne gerçekten inanıyorsanız, Allah’ın dinini uygulamada bunlara bir acıyacağınız tutmasın! Ayrıca mü’minlerden bir grup cezalandırılmalarına şahit olsun!

Zina etmiş erkek, ancak zina etmiş olan veya Allah’a ortak koşan bir kadınla; zina etmiş kadın ise, zina etmiş olan veya Allah’a ortak koşan bir erkekle evlenebilir. Bu, mü’minlere haram kılınmıştır.

Namuslu kadınlara zina suçu atıp sonra dört şahit getirmeyen kimselere de seksen değnek vurun ve artık ebediyyen onların şahitliklerini kabul etmeyin! Bunlar öyle fasıklardır.

Ancak ondan sonra tevbe edip düzelenler başka; çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, merhamet sahibidir.

Kendi karılarına zina suçu atıp da kendilerinden başka şahitleri de bulunmayan kimselerden herbiri ise kendisinin doğru söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah’a yemin ederek şahitlik etmelidir.

Beşinci defada da, eğer yalan söyleyenlerden ise Allah’ın lanetinin kendi boynuna olmasını ifade etmelidir.

Kadının dört defa: “Allah’a yemin ederim ki, o muhakkak yalancılardandır!” diye şahitlik etmesi kendisinden cezayı kaldırır.

Beşincisinde ise, eğer o (kocası) doğru söyleyenlerden ise, Allah’ın gazabının kendi üzerine olmasını ister.”[15]

“Ve onlar ki, Allah ile beraber başka bir tanrıya dua etmezler; Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zina da etmezler; kim bunları yaparsa ağır bir cezaya çarpılır.”[16]

“Ey peygamberin hanımları, sizden her kim açık bir terbiyesizlik ederse, ona azap iki kat katlanır. Bu Allah’a göre kolaydır.”[17]

“Ey peygamber, inanan kadınlar Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamaları, hırsızlık yapmamaları, zina etmemeleri çocuklarını öldürmemeleri, elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemeleri ve sana hiçbir iyi işte karşı gelmemeleri şartıyla sana biat etmeye geldikleri zaman biatlarını kabul et ve Allah’tan onların bağışlanmalarını dile! Çünkü Allah çok bağışlayandır. merhamet edendir.”[18]

“Ey peygamber, kadınları boşayacağınız zaman, onları iddetlerine doğru boşayın ve iddeti de sayın; Rabbiniz Allah tan korkun; açık bir terbiyesizlik yapmaları durumu dışında onları evlerinden çıkarmayın, kendileri de çıkmasınlar! Bunlar Allah’ın belirlediği sınırlardır. Her kim Allah’ın sınırlarını aşarsa, kendisine zulmetmiş olur. Bilmezsin, belki Allah, onun arkasından bir iş çıkarır.”[19]

ZİNÂ HADDİYLE İLGİLİ HÜKÜMLER :

-1561 – İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Hz. Ömer (radıyallahu anh)’i hutbe verirken dinledim. Şöyle demişti:

“Allah Teâla hazretleri Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)’i hak (din ile) gönderdi ve O’na Kitab’ı indirdi. Bu indirilenler arasında recm âyeti de vardı! Biz bu âyeti okuduk ve ezberledik. Ayrıca, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zinâ yapana recm cezasını tatbik etti, ondan sonra da biz tatbik ettik. Ben şu endişeyi taşıyorum: Aradan uzun zaman geçince, bazıları çıkıp: “Biz Kitabullah’da recm cezasını görmüyoruz (deyip inkâra sapabilecek ve) Allah’ın kitabında indirdiği bir farzı terkederek dalâlete düşebilecektir. Bilesiniz, recm, kadın ve erkekten muhsan olanların zinâları, -delil veya hamilelik veya itiraf yoluyla- süb–t bulduğu takdirde, onlara tatbik edilmesi gereken Kitabullah’da mevcut bir haktır. Allah’a kasemle söylüyorum, eğer insanlar: “Ömer Allah Teâla’ nın kitabına ilâvede bulundu” demeyecek olsalar, recm âyetini (Kitabullah’a) yazardım.”[20]

-1562 – İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Allahu Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’inde: “Kadınlarınızdan fuhşu irtikâb edenlere karşı içinizden dört şahid getirin. Eğer şehâdet ederlerse onları ölüm alıp götürünceye, yahud Allah onlara bir yol açıncaya kadar. kendilerini evlerde alıkoyun (insanlarla ihtilattan menedin)” buyurdu.[21]

Cenab-ı Hakk, bu âyette (zinâ meselesinde) önce kadını zikrettikten sonra, erkeği kadınla birlikte ele alarak şöyle demiştir: “Sizler-den fuhşu irtikab edenlerin her ikisini de (kınayarak) eziyete koşun. Eğer tevbe edip (nefislerini) ıslah ederlerse artık onlara (eziyetten) vazgeçin. çünkü Allah tevbeleri çok kabul eden, en çok esirgeyendir”[22]

Cenab-ı Hakk bu âyeti, celde âyetiyle neshederek şöyle buyurdu: “Zinâ eden kadınla zinâ eden erkekten her birine yüzer deynek vurun. Eğer Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız bunlara, Allah’ın dinini tatbik hususunda, acıyacağınız tutmasın. Mü’minlerden bir zümre de bunların azabına (bu cezalarına) şahid olsun” (Nur 2). Sonra Nur sûresinde recm âyeti nâzil oldu. Önceki (celdeyi emreden) vahiy bekâr (zâni) içindi. Sonra recm âyeti tilâvetten kaldırıldı, ancak hükmü bâki kaldı.”

Bu rivayetin “…yüzer deynek vurun”ibaresine kadar olan kısım Ebu Dâvud’a aittir, mütebakisini Rezîn ilâve etmiştir.

-1563 – Ebû Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Sa’d İbnu Ubâde (radıyallahu anh): “Ey Allah’ın Resûlü, ne buyurursunuz, zevcemi bir erkekle yakalarsam dört şahid getirmek için bekleyecek miyim?” diye sordu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):

“-Evet bekleyeceksin!” dedi.”[23]

Müslim ve Ebû Dâvud’un bir diğer rivayetinde: “Bir adam, karısının yanında bir yabancı yakalasa onu öldürebilir mi ne dersiniz?” diye sorar. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Hayır!” deyince, Sa’d: “Bilakis evet! Seni hak dinle şereflendiren Allah’a yemin ederim, fırsatı yakalarsam ondan önce kılıncımı işletirim” der. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Efendinizin ne söylediğine bakın!” buyurur.

-1564 – Ebu Hüreyre ve Zeyd İbnu Hâlid (radıyallahu anhümâ) şunu anlattılar: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a muhsan olmayan câriye zinâ yaparsa ne gerekir? diye sorulmuştu, şöyle cevap verdi:

“- Câriye zinâ yaparsa ona celde uygulayın, yine zinâ yaparsa yine celde uygulayın, yine zinâ yaparsa yine celde uygulayın ve sonra onu (kıldan mamul âdi) bir ipe mukabil de olsa satın gitsin.”[24]

Bir rivayette: “(Efendisi) ona celde tatbik etsin, bir de ayıplamasın” denmiştir.

-1565 – Ebu Abdirrahmân es-Sülemî (radıyallahu anh) anlatıyor: “Hz.Ali (radıyallahu anh) hutbede şöyle buyurdu: “Ey insanlar, kölelerinize -ister muhsan olsunlar, ister olmasınlar- haddleri tatbik edin. Zîra, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in bir cariyesi zinâ yapmıştı, ona celde tatbik etmemi emretti. (Dövmek üzere) yanına geldim. Yeni nifas olmuştu. Döversem öldürürüm diye korktum. Durumu Resûlullah’a arzettim. Bana: ” İyi yapmışsın, iyileşinceye kadar ona dokunma” dedi.”[25]

-1566 – Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hür kimseye terettüp eden haddin bölünebilen çeşidinin yarısını köleye hükmetti. Sözgelimi zinâ yapan bâkirenin haddi, iftira (gazf) haddi ve şürbü’l-hamr (içki) haddi böyledir. (Bunlar bölünebilen haddlerdir, köleye hep yarısı tatbik edilir).

Rezîn ilavesidir.

-1567 – İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) hazretlerinden rivayete göre: Câriyelerinden birine hadd tatbik etmiş, bu maksadla ayaklarına ve bacaklarına vurmaya başlamıştı. Bunu gören Sâlim (rahimehullah) kendisine:

“- (Sen niye böyle yapıyorsun?) Cenab-ı Hakk’ın “Bunlara Allah’ın dinini tatbik hususunda acıyacağınız tutmasın..:”[26] sözü nerede kaldı?” der. Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) de:

“- Beni ona şefkatli davranıyor mu buldun? Her halde Cenab-ı Hakk onu öldürmemi emretmedi” cevabını verir.(Rezîn ilavesidir.)

-1568 – Vâil İbnu Hucr İbni Rebîa (radıyallahu anh) anlatıyor; “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın sağlığında, namaz kılmak maksadıyla bir kadın evinden çıkmıştı. Yolda ona bir erkek rastladı. Kadına çullanıp ihtiyacını giderdi. Kadın bağırdı, adam ise sıvıştı gitti.

(Çığlığı üzerine) kadına bir erkek uğramıştı. Ona başından geçeni anlatıp, bir adam bana böyle böyle yaptı dedi. Sonra, bir grup muhacire rastladı, başından geçeni onlara da anlatıp: “Bir adam bana böyle yaptı!” dedi. Hep beraber yürüyüp, kadının kendisine tecavüz ettiği kimseyi yakalayıp kadına getirdiler. Kadın:

“- Evet bu odur?” dedi. Sonra adamı Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in yanına götürdüler. Resûlullah adamın recmedilmesini emrettiği sırada, kadına tecavüz etmiş olan kimse kalkıp:

“- Ey Allah’ın Resûlü, suçlu benim!” diye itirafta bulundu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kadına:

” Git. Allah günahlarını affetti” dedi. Zan altında kalmış olan kimseye de güzel sözler söyleyip (gönlünü aldı). Mütecavizin recmedilmesini emretti ve recmedildi.

Sonra Resûlullah şunu söyledi:

” Bu adam öyle bir tevbe ile tevbe etti ki, böyle bir tevbeyi Medine ahalisi yapsaydı kabul edilirdi.”

Tirmizî, şu ziyadede bulunmuştur: “Vâil (radıyallahu anh) Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in kadına mehir takdir edip etmediğini zikretmedi.”[27]

-1569 – İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Hz. Ömer’e, zinâ yapmış olan deli bir kadın getirildi. (Recm edilip edilemeyeceği hususunda) halkla istişare ederek recmedilmesine hükmetti. Kadına Hz. Ali (radıyallahu anh) uğradı. (Hazırlığı görünce):

“- Bunun hâli nedir?” diye sordu. Kendisine: “Falanca kabileden deli bir kadındır, zinâ yapmıştır. Hz. Ömer (radıyallahu anh), recmedilmesine hükmetmiştir” dediler. Hz. Ali (radıyallahu anh):

“- Kadını geri götürün!” dedi, sonra Hz. Ömer’e uğrayıp:

“- Ey mü’minlerin emîri! Bilirsin ki, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) :

“Kalem üç kişiden kaldırılmıştır (artık onlar yaptıklarından sorum1u değildirler): Büluğa erinceye kadar çocuktan, uyanıncaya kadar uyuyandan, şifa buluncaya kadar bunamıştan.” Bu bîçare kadın falanca kabilenin bunağıdır. Ona tecavüz eden, muhakkak ki aklî noksanlığı sırasında tecevüz etmiştir” dedi.”[28]

-1570 – Habib İbnu Salim (rahimehullah) anlatıyor: “Abdurrahman İbnu Huneyn denen bir adam karısının câriyesine temasta bulundu. Hâdise, Küfe emîri Nu’man İbnu Beşir (radıyallahu anh)’e götürüldü.

“- Ben, dedi, hakkınızda, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın hükmüyle hükmedeceğim: Eğer zevcen, câriyeyi sana helâl ederse, yüz deynek yiyeceksin, helâl etmezse recmedileceksin..”

Sonra (tahkik etti) karısının câriyeyi adama helâl ettiğini görünce, emîr yüz deynek vurdu.”[29]

1571 – Seleme İbnu Muhabbak (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), hanımının câriyesine temas eden bir adam hakkında şöyle hükmetti: “Eğer, adam câriyeyi zorladı ise, câriye hürdür, adam, câriyenin efendisine (yani karısına) mislini borçlanmıştır, câriye rıza göstermişse, câriye adamın olur, câriyenin efendisine, onun bir mislini borçlanır.”[30]

-1572 – Berâ İbnu’l-Âzib (radıyallahu anh) anlatıyor: “Dayım Ebu Bürde İbnu Niyâr -beraberinde bir bayrak olduğu halde- bana uğradı. Kendisine nereye gideceğini sordum.

“- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bana babasının hanımıyla evlenen bir adamın kellesini getirmemi (ve malına da el koymamı) emretti, Ona gidiyorum” diye Cevap verdi.”[31]

-1573 – Hz. İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle emretti: “Kim, nikâhı haram olan bir akrabasına cinsî temasta bulunursa -veya şöyle demişti; kim haram yakını ile evlenirse- onu öldürün.”

-1574 – Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: Bir adam, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın ümmü veledine temas etmekle itham edilmişti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Hz. Ali (radıyallahu anh)’ye : “Git boynunu vur!” diye emretti. Hz. Ali, adama geldiği vakit, onu bir kuyunun içinde (yıkanıp) serinliyor buldu.

“Çık dışarı!” diyerek elinden tutup kuyunun dışına çıkardı. Hz. Ali, adamın mecbub (burulmuş) ve tenâsül organından mahrum olduğunu gördü. Artık ona dokunmayıp, durumu Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’e haber verdi. Resûlullah, onu, davranışı sebebiyle takdir etti.”

Bir rivayette şu ziyade gelmiştir: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Şahid, gâibin görmediğini görür” buyurdu”.[32]

-1575 – Sehl İbnu Sa’d (radıyallahu anh) anlatıyor: “Bir adam Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a gelerek ismini de verdiği bir kadınla zinâ yaptığını itiraf etti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kadına adam göndererek meseleyi sordurdu. Kadın, zinâ ettiğini inkâr etti. Bunun üzerine, adama hadd celdesi tatbik etti, kadına dokunmadı.”[33]

-1576 – İbnu Abbâs hazretleri (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Bekr İbnu Leys kabilesinden bir adam, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a gelerek, bir kadınla (itiraf ederek) dört kere zinâ yaptığını söyledi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ona yüz sopa vurulmasına hükmetti. Zîra adam bekârdı. Sonra, kadın aleyhine beyyine sordu. Kadın:

“- Ey Allah’ın Resûlü! Vallahi yalan söylüyor” dedi. bunun üzerine, Resûlullah, adamı iftira (kazf) haddine, yani seksen sopaya mahkum etti.”[34]

RESÛLULLAH’IN HADD TATBİK ETTİKLERİ KİMSELER :

-1577 – Hz. Büreyde (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissâlatu vesselâm)’a, Mâiz İbnu Mâlik el-Eslemî (radıyallâhu anh) gelerek:

“- Ey Allah’ın Resûlü, ben nefsime zulmettim, zinâ fazihasını işledim, beni temizlemeni istiyorum” dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onu reddetti (geri çevirip meselenin üzerine gitmedi). Ancak Mâiz ertesi gün tekrar geldi. Yine:

“- Ey Allah’ın Resûlü, ben zinâ fazihasını irtikab ettim!” diye ikinci sefer itirafta bulundu. Adamı ikinci sefer geri çeviren Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) adamın kavmine birisini yollayarak:

“Onun aklında bir noksanlık biliyor musunuz, normal bulmadığınız bir davranışına rastladınız mı?”diye tahkik ettirdi. Ancak hep beraber:

“Biz onu gördüğümüz kadarıyla, aramızdaki sâlih kişilere denk akıl (ve feraset) sahibi biliyoruz” dediler. Mâiz üçüncü sefer müracaatta bulundu. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) onlara yine birini göndererek adam hakkında sordurdu. Yine ne kendinde, ne aklında bir kusur olmadığını söylediler.

Adam dördüncü sefer müracaat edince, ona bir çukur kazdırdı. Taşlanmasını emretti ve taşlandı.

Râvi der ki: Gâmidiye adında bir kadın da gelerek:

“Ey Allah’ın Resûlü, beni niye reddediyorsun. Görüyorum ki, beni de Mâiz gibi geri çevirmek istiyorsun. Allah’a kasem olsun ben hamileyim de!” dedi. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):

“Öyle ise hayır. Sen git ve çocuğu doğurunca gel” dedi. Kadın gitti çocuğu doğurunca, bir beze sarılmış olarak çocukla geldi.

“İşte çocuk, doğurdum!” dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):

“Git, sütten kesinceye kadar emdir, sonra gel!” buyurdu. Kadın gitti, o çocuğu sütten kesince çocukla birlikte geldi. Çocuğun elinde bir ekmek parçası vardı.

“Ey Allah’ın Resûlü, işte çocuk, sütten kestim, yemek de yedi” dedi.

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) çocuğu alıp, Müslümanlardan birine teslim etti. Sonra bir çukur kazılmasını emir buyurdu. Göğsüne kadar derinlikte bir çukur kazıldı. Bundan sonra halka taşlamalarını emretti. Herkes taşladı. Hâlid İbnu Velid (radıyallâhu anh) elinde bir taş ilerledi, başına attı. Kan yüzüne fışkırmıştı, kadına küfretti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hâlid’in kadına küfrettiğini işitince:

“Ey Hâlid ağır ol!” dedi ve ilâve etti:

“Nefsimi kudret elinde tutan Zât-ı Zülcelâl’e kasem olsun, bu kadın öyle bir tevbe yaptı ki, şâyet alış-verişte sahtekârlık yapanlar aynı tevbe ile tevbe yapsalardı, onların bile mağfiretine yeterdi !”

Sonra Resûlullah (tekfın) emretti. Kadının üzerine namaz kıldırdı ve defnedildi.”[35]

-1578 – Hz. Câbir (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zinâ yapmış olan bir kimse için celde ile hadd tatbik edilmesini emretti. Sonra, onun muhsan olduğu bildirildi. Bu sefer recmedilmesini emretti ve recmedildi.”[36]

-1579 – İmrân İbnu’l-Husayn (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a Cüheyneli, zinâdan hamile kalmış bir kadın geldi ve:

“- Ey Allah’ın Resûlü! Ben bir hadd cürmü işledim, cezasını bana tatbik et” dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da kadının velisini çağırıp:

” Buna iyi muamelede bulunun. Çocuğu doğurunca kadını bana getirin!” buyurdu. Velisi öyle yaptı. (Doğumdan sonra gelince) Resûlullah kadının elbisesini üzerine bağlamalarını emretti. Sonra taşlamalarını söyledi ve taşlandı. Üzerine cenaze namazı kıldırdı. (Bunu gören) Hz. Ömer:

“- Bu zâniye kadına namaz mı kıldırıyorsun?” dedi. Aleyhissalatu vesselam Efendimiz:

” Bu öyle bir tevbe yaptı ki, onun tevbesi Medine ahalisinden yetmiş kişiye taksim edilseydi onların hepsini rahmete bandırırdı. Sen Allah için canını vermekten daha efdâl bir amel biliyor musun?” diye cevap verdi.”[37]

-1580 – Ebû Hüreyre ve Zeyd İbnu Hâlid el-Cühenî (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Bir bedevî, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’e gelerek:

“- Ey Allah’ın Resûlü, Allah aşkına, hakkımda Allah’ın kitabıyla hükmet!” diye yemin verdi. Bundan daha fakih olan bir diğeri de:

“- Evet aramızda Kitabullah’la hükmet, bana da izin ver!” talebinde bulundu. Aleyhissalatu vesselam Efendimiz:

” Meramını söyle! (seni dinliyorum)” dedi. Adam:

“- Oğlum bunun yanında işçi idi. Karısıyla zinâ yaptı. Bana,”Oğlun için recm gerekir” dediler. Ben de hemen oğlum namına yüz koyunla bir cariyeyi fıdye verdim. Sonra bir de ilim adamlarına sordum. Bana: “Oğluna yüz deynek ve bir yıl sürgün cezası gerekir; bu adamın karısına da recm cezası icabeder” dediler” dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):

“- Ruhumu kudret elinde tutan Zât’a yemin olsun ikinizin arasını Kitabullah uygun şekilde hükme bağlayacağım: Cariye ve koyunlar sana geri verilecek. Oğluna yüz sopa ve bir yıl sürgün tatbik edilecek” buyurdu. Sonra, Eslemli bir adama seslendi:

” Ey Üneys! bu zâtın hanımına git, eğer zinâyı itiraf ederse onu recmet gel!”

Üneys, kadına vardı. O suçunu itiraf etti. Resûlulluh (aleyhissalâtu vesselâm) emretti, kadın recmedildi.”[38]

-1581 – İmam Mâlik diyor ki: “Bana ulaştığına göre, Hz. Osman (radıyallâhu anh)’a evliliğinin altıncı ayında doğum yapan bir kadın getirildi. Derhal recmedilmesini emretti. Ancak Hz. Ali (radıyallâhu anh):

“- Cenab-ı Hakk, Kur’an-ı Kerim’de “(İnsanın anne karnında) taşınma ve sütten kesilmesi (müddeti) otuz ay. dır..:” [39] buyuruyor. Keza bir başka âyette de: “Anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler. (Bu hüküm) emmeyi tamam yaptırmak isteyenler içindir..”[40] buyurmaktadır. Bu durumda hamilelik müddeti altı aydır.” Bu açıklama üzerine Hz.Osman (radıyallahu anh) kadının geri gönderilmesini emretmişti, ancak kadın recmedilmiş bulundu.”[41]

-1582 – Ebû İshâk eş-Şeybânî (rahimehullah) anlatıyor: “İbnu Ebî Evfâ (radıyallâhu anh)’ya:

“- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hiç recm tatbik etti mi?” diye sordum. Bana: “Evet!” cevabını verdi. Ben tekrar:

“- Nür süresinin nüzülünden önce mi, sonra mı?” diye sordum. “Bilmiyor’um!” dedi.”[42]

-1583 – Şa’bî (rahimehullah) anlatıyor: “Hz. Ali (radıyallâhu anh), kadını remettiği zaman onu perşembe günü dövdü, cuma günü de recmetti. Ve şunu söyledi: “Ona Kitabullah(ın hükmü) ile celde, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın sünneti ile de recm tatbik ettim.”[43]

-1584 – Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Yahudilerden bir kadınla bir erkek zinâ yaptılar. Birbirlerine: “Bizi şu peygambere götürün. Çünkü bir kısım hafıfletmeler getiren bir peygamberdir. Bize recm dışında fetvâlar verirse kabul eder, Allah indinde O’nun hükmünü kendimize delil kılarız ve: “Peygamberlerinden bir peygamberin bize verdiği fetvalar(la amel ettik, hevamıza uymadık) deriz” dediler.

Mescidde ashabıyla birlikte oturmakta olan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’e gelerek:

“- Ey Ebü’1-Kasım, zinâ yapan kadın ve erkek hakkında kanaatin nedir?” dediler. O, onlara tek kelime söylemeden Beyt-i Midrâslarına geldi. Kapıda durarak:

“-Hz. Musa (aleyhisselâm)’ya kitabı indiren Allah aşkına söyleyin, muhsan olan birisi zina yapacak olursa bunun Tevrat’taki hükmü nedir?” diye sordu.

“- Yüzü siyaha boyanır, eşek üzerine ters bindirilir ve dayak atılır.”

-Hadiste geçen tecbiye: Zânileri, enseleri birbirine bakacak şekilde bir eşeğe bindirilip, bu halde sokaklarda dolaştırılmasıdır- Râvi devamla der ki: “Yahudilerden bir genç (bu cevaba katılmayap) susmuştu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onun suskunluğunu görünce sualinde ısrar etti. Bunun üzerine genç: “Madem ki sen bize Allah’ın adına yemin veriyorsun (gerçeği söyleyeceğim): “Biz Tevrat’ta recm emrini görüyoruz” dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):

“- Allah’ın emrini hafifletmenizin başlangıcı nasıl oldu?” diye sordu. (Genç) şu cevabı verdi:

“- Krallarımızdan birinin bir yakın akrabası zinâ yaptı. Kralımız, recmi ona tatbik etmedi. Sonra halka mensup bir aileden bir erkek zinâ yaptı. Bunu recmetmek istedi. Ancak adamın kavmi buna mani olup:

“- Sen yakınını getirip recmetmedikçe biz de adamımızın recmedilmesine müsaade etmeyeceğiz!” dediler. Bunun üzerine, aralarında şimdiki cezayı vermek üzere anlaşıp sulh yaptılar.

(Bu açıklama üzerine) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):

“- Ben Tevrat’taki âyetle hükmediyorum!” dedi ve onların recmedilmelerini emretti ve recmedildiler. Zührî (rahimehullah) der ki: “Bana ulaştığına göre şu âyet bunlar hakkında nazil olmuştur:

“Şüphesiz ki Tevrat’ı biz indirdik. Ki onda bir hidâyet, bir nur vardır. Kendisini (Allah’a) teslim etmiş olan (İsrail) peygamberleri, Yahudilere ait (dâvalarda) onunla hükmederlerdi…”[44] Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onlardan biri idi.”[45]

-1585 – İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Yahudiler, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a gelip, kendilerinden bir erkekle kadının zinâ yaptığını söylediler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onlara:

” Recm hakkında Tevrat’ta ne buluyorsunuz?” diye sordu. Onlar:

“- Teşhir edip rezil ederiz ve dayak atarız” dediler. Abdullah İbnu Selam (radıyallâhu anh):

“- Yalan söylüyorsunuz. Zinânın Tevrat’taki cezası recmdir” dedi. Hemen Tevrat’ı getirip açtılar. İçlerinden (Abdullah İbnu Surya adında) biri elini recm âyetinin üzerine koydu. Sonra, âyetten önceki kısımlardan okumaya başlayıp (kapadığı kısmı atlayarak arka kısmını okumaya devam etti. Abdullah İlbnu Selam (radıyallâhu anh) müdahale edip:

“- Kaldır elini!” dedi. Adam elini çekti, tam orada recm âyeti mevcut idi. Bunun üzerine:

“- Ey Muhammed, Abdullah doğru söyledi. Tevrat’ta recm âyeti mevcuttur!” dediler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) derhal o iki zâninin recmedilmesini emretti ve recmedildiler.”

İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) der ki: “Erkeğin, atılan taşlara karşı korumak için, kadının üzerine eğildiğini gördüm.”[46]

-“Dünyadan sakının. Kadınlardan da sakının. Zira şeytan çok aldatıcı, yanıltmak için gözetici ve netice alıcıdır. O, takva sahiplerini avlamakta kadınlardan daha uygun bir tuzağa sahip olmamıştır.” Hz. Muaz (r.a.)

-“Bakış, şeytanın zehirli oklarından biridir. Bir kimse, Allah korkusundan dolayı bakışına hakim olursa, Allah ona imanının tadını duyurur.Hz. İbni Mes’ud (r.a.)109. 12

Bakmaktan, sonra tekrar bakmaktan sakın. Zira birincisi senin için isteğinin dışında olmuştur. İkincisi aleyhinedir. (Yabancı bir erkeğe ve kadına bakmak meselesi) Hz.Büreyde (r.a.)

-“Bir genç kız ile, genç bir erkeği beraber gördüm. Onları şeytandan emin görmedim. (Bir erkek ile bir kadının, yalnız bir yerde beraber bulunmaları haramdır)”Hz. Ali (r.a.)

-“İbnu Mes’ud (r.a.) anlatıyor: “Dedim ki: “Ey Allah’ın Resûlü! Allah katında en büyük günah hangisidir?” “Seni yaratmış olan Allah’a eş koşmandır!” buyurdular. “Sonra hangisidir?” dedim. “Seninle birlikte yiyecek diye, evladını öldürmendir! (kürtaj yaptırmak vs. gibi)” buyurdular. Ben yine: “Sonra hangisi?” dedim. “Komşunun helalliği (karısı) ile zina etmendir!” buyurdular.”[47] -“Zina fakirlik getirir.Hz. İbni Ömer (r.a.)

-“Allah bir karyeyi (beldeyi) helak etmek istediğinde ettiğinde, orada zinayı izhar eder. (yaygınlaştırır ve açıktan yaptırtır.)”Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)

-“Zinada devam eden adam putperest gibidir.”Hz. Enes (r.a.)

-“Üç kimse, kıyamette, Allah’ın gölgeliklerinden başka hiçbir gölgenin olmadığı günde Arş-ı Âlâ’nın gölgesinde bulunacaktır: Nereye yönelse, Allah’ın kendisi ile olduğunu bilen adam. Bir kadının zina teklifini reddeden adam (veya bir erkeğin zina teklifini reddeden kadın). Bir kimseyi, Allah’ın Celali (rızası) için seven adam.”Hz. Ebû Ümâme (r.a.)

LİVATA (Homoseksualite) VE HAYVANA TEMASININ HADDİ :

-1586 – İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki: “Kimin Lüt kavminin sapık işini yaptığını görürseniz, fâili de mef’ülü de öldürün.”[48]

Tirmizî, Ebü Hüreyre’nin de böyle bir rivâyette bulunduğunu belirtir. Ebü Dâvud’da İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ)’tarı yapılan bir rivâyette: “Livata yaparken yakalanan bekâr (yani muhsan olmayan kişi) de recmedilir” denmiştir.

-1587 – Yine İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ)’ın rivâyetine göre, Hz. Ali, livata yapan çifti yaktırmıştır. Hz. Ebü Bekir (radıyallâhu anh) üzerlerine bir duvarı yıktırmıştır.”Rezîn ilavesidir.

-1588 – Hz.Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Lüt kavminin iğrenç fiilini işleyen kimse mel’ündur.”

Rezin ilavesidir. (Münzir’de kaydedilen uzunca bir hadisin parçasıdır).

-1589 – Hz.Câbir (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Ümmetim için en ziyade korktuğum şey Lüt kavminin amelidir” buyurdular.”[49]

-1590 – Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Kadına dübüründen temas eden mel’undur” buyurdular.”[50]

-1591 – İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Allahu Teâla hazretleri, erkeğe temas eden veya kadınlara arka uzvundan temas eden erkeğe (kıyamet günü rahmet nazarıyla) bakmaz.”[51]

1592 – Yine İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Kim bir hayvana temas ederse onu öldürün, hayvanı da beraber öldürün”buyurdu.

İbnu Abbâs’a: “Hayvanın günahı ne (o niçin öldürülsün?)” diye soruldu. Şu cevabı verdi: “(Bu hususta Resûlullah’tan bir şey işitmedim). Tahminimce eti yenmesin veya ondan istifade edilmesin diyedir. Zîra ona, bu muamele yapılmıştır.”[52]

Ebü Dâvud ve Tirmizî’de şu rivâyet de gelmiştir: “Hayvana temas edene bir hadd takdir edilmemiştir.”

KAZF (İFTİRA) HADDİ :

-1593 – Hz. Aişe (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: “Maruz kaldığım iftiradan beni temize çıkaran vahiy indiği zaman, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) minbere çıkıp, durumu hatırlattı ve ilgili âyeti (Nur 11-23) tilavet buyurdu. Minberden inince iki erkek ve bir kadına kazf haddi vurulmasını emretti. Ve derhal icra edildi. Burada hadd icra edilen şahıslar Hassân İbnu Sâbit, Mistah İbnu Üsâse ve Hamnâ Bintu Cahş (radıyallâhu anhüm) idi.”[53]

-1594 – Ebû’z-Zinâd (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Ömer İbnu Abdilaziz (radıyallâhu anh) iftira sebebiyle bir köleye seksen sopa vurdu. Ebû’z-Zinâd der ki: “Bu hüküm hakkında, Abdullah İbnu Âmir İbni Rebîa’ya sordum. Bana şu cevabı verdi:

“- Ben, Osman İbnu Affân ve arkadan gelen diğer halifelerin zamanlarına yetiştim, hiç birisinin iftira sebebiyle köleye kırktan fazla vurduğunu görmedim.”[54]

-1595 – İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Bir insan diğer bir insana: “Ey Yahudi” diye hitab edecek olursa ona yirmi sopa vurun. “Ey muhannes (kadınlaşmış)” diyecek olursa yine o kadar ceza verin. Nikâhı haram olan birine, bunu bilerek muvakaa (aşk-ı memnû) yaparsa öldürün.”[55]

ZİNA ETMEK İSTEYEN GENÇ

Asr-ı saadette Peygamberimiz (A.S.) Ashabıyla beraber bulunuyordu. Bir genç çıkageldi ve çok saygısızca:
– Ya Resulallah! Ben felanca kadın ile arkadaş olmak olmak istiyorum, onunla zina yapmak istiyorum dedi.
Ashab-ı Kiram, bu durumdan çok öfkelendiler. İçlerinden gazaba gelerek genci dövmek ve huzuru Resulullah’dan çıkarmak isteyenler oldu. Bazıları bağırıştılar. Çünkü genç çok hayasız konuşmuştu.
Sevgili Peygamberimiz (S.A.V.) bırakın o genci buyurdu. Resulullah, genci yanına çağırdı, dizinin dibine oturttu. Gencin dizlerini kendi mübarek dizine değdirecek bir şekilde oturttu ve:
– Ey genç, birinin annenle bu kötü işi yapmasını ister misin? Bu çirkin hareket hoşuna gider mi? diye sordu. Genç hiddetle:
– Hayır Ya Resulallah, diye cevab verdi. Resulallah:
– Öyle ise o çirkin işi yapacağın kimsenin evlatları da bundan hoşlanmazlar. Sonra:
– Peki, bu çirkin işi senin kız kardeşinle yapmak isteseler, sever misin? diye sorduklarında genç :
– Hayır, asla! diyerek hiddetleniyordu. Şu halde insanlardan hiç kimse bu işi sevmez buyurdu.
Sonra Hz.Peygamber (A.S.) mübarek elini bu gencin göğsüne koyarak şöyle dua etti:
– Allahım! Sen bu gencin kalbini temiz kıl. Namusu ve şerefini muhafaza eyle ve günahlarını da bağışla, buyurdu.
Genç, Resulallah’ın huzurundan ayrıldı. Bir daha günah işlemediği gibi böyle bir kötü düşünce aklından bile geçmeden yaşamış!
Resulallah:”Kadınlarınızın namuslu olmasını istiyorsanız başkalarının kadınlarına yan gözle bakmayınız” diye emrediyor.

-Hazreti Âişe radıyallâhü anhâ anlatıyor “Rasulullah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki; “Nikah benim sünnetimdendir. Kim benim sünnetimle amel etmezse benden değildir. Evleniniz! Zirâ ben, diğer ümmetlere kaşı sizin çokluğunuz ile iftihar edeceğim. kimin maddi imkanı varsa hemen evlensin.”[56]

“B- Şahitlikte Nisap

Burada zikredilecek olan rakamlar, şahitlerin asgari sayılarıdır. Ayet ve ha­dislerle sabit oldukları için bu rakamlar kesindir. Daha çok olabilir; fakat, daha az olamaz[57].

1- Zina davası

Zina davasında dört erkek şahidin bulunması şarttır[58]. Başka hiçbir da­vada dört şahit şart koşulmamıştır. Bunun manası şudur : Allah Teala burada, kullarının suçunu örtmek istiyor ve ahlaksızlığın duyulup yayılmasına razı olmuyor . Bundan dolayı biri diğerine zina isnadında bulunur da iddiasını dört şahitle isbat edemezse kendisine iftira cezası (hadd-i kazif) olarak 80 değenek vurulur[59] ve ebediyyen şahitliği kabul edilmez. Bir kişi namuslu olan ka­rısına zina isnadında bulunur veya çocuuğun kendisinden olmadığını söy­lerse, iddiasını dört erkek şahitle isbat edemediği taktirde li’an[60] denen özel bir muamele tatbik edilerk bu kar-kocanın arık tefrik edilir.

Daha önce de belirttiğimiz gibi burada kadınların şahitliği kabul edilmez[61].

2- Had ve kısas davaları

Zina dışındaki had ve kısas[62] cezalarının tesbiti için iki erkek şahidin bulunması şarttır. Burada da kadınların şahitliği kabul edilmez[63].

Bir erkekle iki kadın, hırsızlık davasına şahitlik etseler sanığa, elini kesme cezası verilmez, fakat malın tazmin edilmesine hükmedilir[64].”

“(1) Bir yasağın (haramın) çiğnenmesine sebep olan suçlar

Büyük bir günahın işlendiğine şahit olanların, asgari beşgün içerisinde mahkemeye başvurmaları gerekir. Eğer özürsüz olarak bu süreyi geçirirlerse, bilahere yapacakları başvuru ve şahitlik kabul edilmez. Mesela : Evli olmadık­larını bildikleri bir erkekle kadının, karı-koca gibi yaşadığına tanık olanlar, özürsüz olarak beşgün içerisinde mahkemeye başvurup şikayette bulunmaz­larsa, bundan soraki başvuru ve şahitlikleri kabul edilmez[65]. Bu, davaya bakılmaması değil, şahitliğin kabul edilmemesi anlamındadır. Çünkü, şahitler bu davranışlarıyla bir kötülüğün devamına razı olduklarını göstermişlerdir. böyle büyük bir günahın işlenmesine göz yumanın şahitliği kabul edilmez[66].

(2) Had cezasını gerektiren suçlar

Bunlar, yalnız Allah hakkı olarak kabul edilen zina, içki yol kesme ve hır­sızlık suçlarıdır. Bu gibi hadiselere şahit olanlar şahitlik yapmakla, hadiseyi örtbas etmek arasında muhayyerdirer. Eğer hadiseyi gizlemeyeceklerse, süresi içerisinde mahkemeye başvurmaları gerekir. Bir kişinin evvela hadiseyi örtbas etmesi, sonra mahkemeye başvurup şahitlik yapmaya kalkışması, içindeki bir kötülüğün, kin ve düşmanlığın kendisini tahrik ettiğini gösterir. Bu davranı­şıyla şahit, itham altına girdiğinden, onun bu konudaki ihbar ve şahitliği kabul edilmez[67].

Eğer gecikme, açık bir özre dayanıyorsa, başvuru kabul edilerek davaya ba­kılır. Mesela : Sanık, hakimi bulunmayan bir yerde olup onu hakim huzuruna götürmek gecikmeye sebep olmuşsa, bu bir özür sayılır ve davaya bakılır.

Ebu Hanife, gecikme konusunda bir zaman belirtmemiş, bunu hakimlerin taktirine bırakmıştır. Çünkü gecikme, bir özre dayalı olabilir. Özürler farklı öl­çülerde değerlendirilirler. Dolayısıyle, bunun bir zamanla sınırlandırılması imkansızdır. Konunun, hakimin görüşüne bırakılması gerekir.

Ebu Yusuf ve Muhammed, olay vukuundan itibaren meydana gelecek bir aylık gecikmenin, davaya bakılmasına engel olduğunu söylemişlerdir[68]. Uygulamada, bir aylık gecikme esas alınmıştır[69].

Hırsızlık suçunda sanık, bütünüyle Allah hakkı (kamu hukuku) kabul edi­len hırsızlık suçundan ve bir kul hakkı (özel hukuk) kabul edilen malın, sahi­bine ödettirilmesinden sorumludur. Zamanaşımı, sanığa hırsızlıktan dolayı el kesme cezasının verilmesine engel olur. Ancak malın tazmin edilmesi için hukuk davasının açılması, zamanaşımından etkilenmez[70].

İffetli ve namuslu bir kimseye zina iftirasında bulunmak(kazif), had ceza­sını gerektiren bir suçtur. Bunda Allah hakkı fazla olmakla birlikte, iftiraya uğ­rayan kişinin hakkı da söz konusu olduğu için böyle bir davaya bakılması, mağdurun şikayetine bağlıdır. Şikayetin gecikmesi, davaya bakılmasına engel değildir[71].

İçki içme suçunda davaya bakılabilmesi içni, henüz içki kokusunun ağız­dan gitmemiş olması şart koşulmuştur[72]. İmam Muhammed, bir aylık ge­cikmeyi içki için de geçerli saymıştır. Dava zamanaşımına uğramakla sa­nık büstün cezasız kalmaz. Hakim duruma göre bazı tazir cezaları uygulayabi­lir.

Sanığın suçunu itiraf etmesi halinde zamanaşımına bakılmaz[73].

c- Gaibliğin kalkması şartı

Bu husus medeni mahakeme için de şarttır. Davlaı mahkemeye gelmek­ten ve vekil göndermekten kaçındığı gibi, zorlada getirilmesi mümkün ol­mazsa, bu durumda özel muhakeme usulü uygulanır ki, bunu daha önce gör­müştük[74].

d- Dokunulmazlığın kalkması şartı

Osmanlılarda dokunulmazlığa benzer bir uygulama görmekteyiz. Mahke­melerden bazıları, bir kısım şahıslar hakkında ceza davasına bakamamakta ve suçları sabit olsa dahi tutuklama kararı verememektedir

IV. Mehmed’e ait Ceza Kanunnamesi’nin birincifaslında şöyle denmekte­dir :

«Kaza, tedris, tevliyet, meşihat, imamet, hitabet ve bunun gibi makam ve görev sahiplerine tazir lazım gelse etmeyenler. Hemen bir dahi böyle etmeye duyu kadı unfle (sertce) söylemek ol makulelere tazirdir. Hapsedecek yerde et­meyüp Dergah-ı Mualla’ya (saraya) arzederler. Ancak ağır suç işleyip kefil bu­lamayıp firar itimali olsa o zaman hapsedeler.»[75].

Kamu hukuku sahasına giren suçlarda, devlet başkanının dokunulmazla­ığı vardır. Ancak şahsi dava gerektiren ksas ve tazminat davalarında, devlet bakanı dokunulmaz değildir[76].”

RİSALE-İ NUR’DAKİ TESBİTLERDE :

“Hutbe, bazı suver-i Kur’aniyenin nasihatları anlaşılmak içindir.” Evet eğer millet-i İslâm, İslâmiyetin zaruriyatı ve müsellematı ve malûm olan ahkâmını, ekseriyet itibariyle imtisal edip yerine getirseydi, o vakit nazariyat-ı şer’iye ve mesail-i dakika ve nasayih-i hafiyeyi anlamak için, bildiği lisan ile hutbe okunması ve suver-i Kur’aniyenin -eğer mümkün olsaydı- tercümesi belki müstahsen olurdu. Fakat namaz, zekat, orucun vücubu ve katl, zina ve şarabın haramiyeti gibi malûm olan ahkâm-ı kat’iyye-i İslâmiye mühmel kalıyor. Avam-ı nas, onların vücubunu ve haramiyetini ders almağa muhtaç değiller. Belki teşvik ve ihtar ile o ahkâm-ı kudsiyeyi hatırlatıp, İslâmiyet damarını ve iman hissini tahrik etmekle imtisallerine teşvik ve tezkire ve ihtara muhtaçtırlar. Halbuki bir âmi ne kadar cahil dahi olsa, Kur’an’dan ve hutbe-i Arabiyeden şu meal-i icmaliyeyi anlar ki: “Herkese ve bana malûm olan imanın rükünlerini ve İslâmiyet’in umdelerini hatib ve hâfız ihtar ediyor ve ders veriyor, okuyor” der; kalbinde onlara karşı bir iştiyak hasıl olur.”[77]

“Makam-ı iddia, Risale-i Nur’un içtimaî derslerine ilişmek fikriyle, “Dinin tahtı ve makamı vicdandır, hükme kanuna bağlanmaz. Eskiden bağlanmasıyla içtimaî keşmekeşler olmuştur.” dedi. Ben de derim ki: “Din yalnız iman değil, belki amel-i sâlih dahi dinin ikinci cüz’üdür. Acaba katl, zina, sirkat, kumar, şarab gibi hayat-ı içtimaiyeyi zehirlendiren pek çok büyük günahları işleyenleri onlardan men’etmek için, yalnız hapis korkusu ve hükûmetin bir hafiyesinin görmesi tevehhümü kâfi gelir mi? O halde her hanede, belki herkesin yanında daima bir polis, bir hafiye bulunmak lâzım gelir ki, serkeş nefisler kendilerini o pisliklerden çeksinler. İşte Risale-i Nur amel-i sâlih noktasında, iman canibinden, herkesin başında her vakit bir manevî yasakçıyı bulundurur. Cehennem hapsini ve gazab-ı İlahîyi hatırına getirmekle fenalıktan kolayca kurtarır.”[78]

“”Sizden biri, ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?” [79] Gıybet şu âyetin kat’î hükmüyle nazar-ı Kur’ân’da gayet menfur ve ehl-i gıybet, gayet fena ve alçaktırlar. Gıybetin en fena ve en şenîi ve en zâlimâne kısmı, kazf-i muhsanât nev’idir. Yani, gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen bir insan, bir erkek veya kadın hakkında zina isnad etmek; en şeni’ bir günah-ı kebair ve en zalimane bir cinayettir, hayat-ı içtimaiye-i ehl-i imanı zehirlendirir bir hıyanettir, mes’ud bir ailenin hayatını mahveden bir gadirdir. Evet Sure-i Nur bu hakikatı o kadar şiddetle göstermiş ki, vicdan sahibini titretiyor ve tüylerini ürperttiriyor.

“Onu işittiğinizde, ‘Bunu söylemek bize yakışmaz. Hâşâ, bu büyük bir iftiradır’ demeniz gerekmez miydi?”[80] şiddetle ferman ediyor ve diyor ki: Gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen merdud-uş şehadettir. Ebedî şehadetlerini kabul etmeyiniz. Çünki yalancıdırlar. Acaba böyle kazfe cesaret eden hangi adam var ki, gözüyle görmüş dört şahidi gösterebilir. Kur’an-ı Hakîm bu şartı koşturmakla, böyle şeylerde şakk-ı şefe etmeyiniz, bu kapıyı kapayınız demektir.”[81]

“Mübalağa ihtilâlcidir. Şöyle ki: Beşerin seciyelerindendir, telezzüz ettiği şeyde meyl-üt tezeyyüd ve vasfettiği şeyde meyl-ül mücazefe ve hikâye ettiği şeyde meyl-ül mübalağa ile, hayali hakikata karıştırmaktır. Bu seciye-i seyyie ile iyilik etmek, fenalık etmek demektir. Bilmediği halde tezyidinden noksan, ıslahından fesad, medhinden zemm, tahsininden kubh tevellüd eder. Zira müvazenet ve tenasübden naşi olan hüsnü, ­ min haysü lâyeş’ur ihlâl eder. Nasılki bir ilâcı istihsan edip izdiyad etmek, devayı dâ’e inkılab etmektir. Öyle de hiçbir vakit hak ona muhtaç olmayan mübalağalı tergib ve terhib ile, gıybeti katle müsavi veya ayakta bevletmek zina derecesinde göstermek veya bir dirhemi tasadduk etmek hacca mukabil tutmak gibi müvazenesiz sözler, katl ve zinayı tahfif ve haccın kıymetini tenzil ediyorlar. Bu sırra binaen: Vaiz hem hakîm, hem muhakemeli olmalıdır. Evet müvazenesiz vaizler, çok hakaik-i neyyire-i diniyenin husufuna sebeb olmuşlardır. Meselâ: İnşikak-ı Kamer olan mu’cize-i mütevatire-i bahireyi, meyl-ül mücazefe ile, arza nüzul ile peygamberin cebine girip çıkmış olan ilâve, o güneş-misal mu’cizeyi Süha yıldızı gibi mahfî ve kamer-misal olan bürhan-ı nübüvveti münhasif ettiği gibi münkirlerinin bahanelerine kapılar açtı.”[82]

“Hem mektubunuzda “yedi kebair”i soruyorsunuz. Kebair çoktur, fakat ekber-ül kebair ve mubikat-ı seb’a tabir edilen günahlar yedidir: “Katl, zina, şarab, ukuk-u vâlideyn (yani kat’-ı sıla-yı rahm), kumar, yalancı şehadetlik, dine zarar verecek bid’alara tarafdar olmak”tır.”[83]

“Muhterem hâkimler! Siz bilirsiniz, fakat bir kere de dâvâyı açan savcıya sorunuz.. bakalım hayır diyebilecek mi? Allahın emirleri, Kur’ân-ı Azîmüşşanın hikmetleri gençlere anlatılmaz, bildirilmezse, propaganda suçtur diye menedilirse, ahlâksızlık, iffetsizlik, köksüzlük, fuhuş, zina, katil suçlarının önüne geçmek yalnız ceza kanunlariyle kabil midir? “Komünizm” gibi bütün dünyayı tehdit eden erzel âfetin, gizli ve âşikâr, seri ve sinsi tahribatını tamamen ne ile önlemek mümkündür?”[84]

Mehmet ÖZÇELİK

07-11-2004

[1] Kenzul İrfan fi Ehadisin Nebiyyir Rahman-Muhammed Es’ad Efendi.776.

[2] Kenzul İrfan fi Ehadisin Nebiyyir Rahman-Muhammed Es’ad Efendi.778.

[3] Kenzul İrfan fi Ehadisin Nebiyyir Rahman-Muhammed Es’ad Efendi.854.

[4] Maide.41

[5] Mâide.45

[6] Mâide.47

[7] Rudani.C.4.Hadis no.6921.

[8] Hutuvat-ı Sitte.

[9] Yeni şafak.19-07-2004.

[10] Y.Şafak.30-7-2004.

[11] İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c. 7, s. 106.

[12] Nisa.15.

[13] Nisa.25.

[14] İsra.32.

[15] Nur.2-9.

[16] Furkan.68.

[17] Ahzab.30.

[18] Mümtahine.12.

[19] Talak.1.

[20] Buhârî, Hudud 31, 30, Mezâlim 19, Menâkibu’l-Ensar 46, Megâzi 21, İ’tisâm 16; Müslim, Hudud 15, (1691); Muvatta, Hudud 8, 10, (, 823, 824); Tirmizî, Hudud 7, (1431); Ebu Dâvud, Hudud 23, (4418). Ebu Dâvud, Hudud 23, (4413).

[21] Nisa.15.

[22] Nisa 16.

[23] Müslim, Liân 14, (1498); Muvatta,Hudud 7, (2,823); Ebu Dâvud, Diyât 12, (4532, 4533.

[24] Buhârî, Büyû 66,110,17; Müslim, Hudud 30, (1703);Muvatta, Hudud 14, (826); Tirmizî, Hudud 13, (1440);Ebu Dâvud, Hudud 33, (4469, 4470, 4471).

[25] Müslim, Hudud 34, (1075); Tirmizî, Hudud 13, (1441); Ebu Dâvud, Hudud 34, (4473).

[26] Nur 2.

[27] Tirmizî, Hudud 22, (1452); Ebû Dâvud, Hudud 7, (4379).

[28] Ebu Davud Hudud 16. (4399.4400. 4401. 4402).

[29] Tirmizî, Hudud 21, (1451); Ebu Dâvud, Hudud 28, (4458, 4459); Nesâî, Nikâh 70, (6,124); İbnu Mlâce, Hudud 8, (2551).

[30] Ebu Dâvud, Hudud 28, (4460, 4461); Nesâî, Nikâh 70, (1,124); İbnu Mâce, Hudud 8, (2553).

[31] Tirmizî, Ahkâm 25, (1362); Ebu Dâvud, Hudud:27, (4456, 4457); Nesâî, Nikâh 58, (6,109-110); İbnu Mâce, Hudud 35, (2607).

[32] Müslim, Tevbe 59, (2771).

[33] Ebu Dâvud, Hudud 31, (4466).

[34] Ebu Dâvud, Hudud 31, (4467).

[35] Müslim, Hudud 22, (1695); Ebü Dâvud, Hudud 24, 25, (4434, 4441).

[36] Ebü Dâvud, Hudud 24, (4438, 4439).

[37] Müslim, Hudud 24, (1696); Tirmizî,Hudud 9, (1435); Ebü Dâvud, Hudud 25, (4440, 4441); Nesâî, Cenâiz 64, (4, 63).

[38] Buhârî, Muhâribin 30, 32, 34, 38, 46, Vekâlet 13, Şehâdât 8, Sulh 5, Şurüt 9, Eymân 3, Ahkâm 39, Haberu’I-Vâhid I, İ’tisâm 2; Müslim, Hudud, 25, f1697,1698); Muvatta, Hudud 6, (2, 822); Tirmizî, Hudud 8, (1433); Ebü Dâvud, Hudud 25, (445); Nesâî, Kudât 21, (8, 240, 241); İbnu Mâce, Hudud 7, (2549).

[39] Âhkâf 15.

[40] Bakara 233.

[41] Muvatta, Hudud 11 (2, 825).

[42] Buhârî, Hudud, 21, 37; Müslim, Hudud 29, (1702).

[43] Buhârî, Hudud 21.

[44] Maide 44.

[45] Ebû Dâvud, Hudud 26, (4450, 4451).

[46] Buhârî, Hudud 37, 24, Cenâiz 61, Menâkıb 26, Tefsir, Âl-i İmran 6, İ’tisâm 16, Tevhid 51; Müslim, Hudud 26, (1699); Muvatta, Hudud 1, (2, 819); Tirmizî, Hudud 10; Ebü Dâvud, Hudud 26, (4446, 4449).

[47] Buhâri, Tefsir, Bakara 3, Furkân 3, Edeb 20.

[48] Tirmizî, Hudud 24, (1456); Ebü Dâvud, Hudud 29, (4462, 4463).

[49] Tirmizî, Hudud 24, (1457); İbnu M ce, Hudud 12, (2563).

[50] Ebû Dâvud, Nikâh 46, (21.62).

[51] Tirmizî Radâ 12, (1165).

[52] Ebû Dâvud, Hudud 30, (4464); Tirmizî, Hudud 23, (1454).

[53] Ebü Dâvud, Hudud 35, (4474, 4475).

[54] Muvatta, Hudud 17, (2, 828).

[55] Tirmizî, Hudûd 28, (1462).Kütüb-ü Site.den.

[56] Kütüb-i Sitte c:17 s:190.

[57] Bkz. Bakara, 232; Talak, 2; Nisa, 15, Nur, 4; Hadis için bkz. 13.nolu dipnota. Abdulaziz Bayındır-ın yazısı….sh.98-den…

[58] Kuduri, 175; Abdurrehim, 2/402; Ali Efendi, I/346.

[59] Kuduri, 156.

[60] Li’an Koca karısına zina isnadında bulunup kadın iddiayı reddettiği takdirde karı – kocanın şer’i usule göre mahkemede dörder defa şahitlikte bulunduktan sonra, eğer yalan söyliyorlarsa Allah’ın gazab ve lanetini kendilerine dilemek dilemeleridir.Burada şahidliğiğin usulu ve kullanılan ifadeler diğerlerinden tamamen farklıdır. (Bkz. Bilmen, II/325,326).

[61] Feyzullah Efendi, şehadtü’n-nisvan, 303.

[62] Hadler, toplumuna zararı dokunan bir takim fena hareketlerden insanları uzaklaştırıp meneden ve huzurun sağlanmasında önemli katkısı bulunan cezalardır. Bunlar, suçlular hakkında bir ceza olduğu gibi diğerleri hekkında bir ibret ve uyanma vesilesidir. Hirsiza, sarhoşa, şarap içene, zina iftirasinda bulunana, zina edene ve yol kesicilere uygulanır. Her birinin miktari ve tatbik şekli değişmez bir şekilde bellidir.

Kısas , suç ve ceza arasında eşitliği amaçlayan bir ceza çeşididir. Katili maktule karşılık öldürmek, yaralıve organi kesilmiş birinin, kesik veya yaralı organına karşılık suçlunun aynı organını kesmek veya yaralamaktır. (Bilmen. III/18)

[63] Kuduri, 175; Neticetu’l-fetva, şehadet, 529; Abdurrehim, II/402.

[64] Eli Efendi, I/346. Sh.83-den……

[65] Ankaravi, I/406

[66] Bkz. aşağıda s. 161, 162

[67] Kâsânî, VII/46; Molla Hüsrev, II/85

[68] Kâsânî, VII/47

[69] Ankaravî, I/406

[70] Konu ile ilgili bir örnek için bz. belgeler böl. no 7

[71] Kâsânî, VII/47; el-Haskefî II/158; Molla Hüsrev, II/85

[72] İbn ‘Abidin, II/159

[73] Molla Hüsrev, II/85

[74] Bkz. yukarıda s. 115 vd.

[75] Ahmet Lûtfi 78, 79. Metin kısmen sadeleştirilmiştir.

[76] Timurtaşi; el-Haskefi ve İbn ‘Abidin, III/158, şehadeh ‘ale’z-zina’dan bir önceki konu.

[77] Sözler.483.

[78] Şualar.285,Tarihçe-i Hayat.414.

[79] Hucurât Sûresi, 49:12.

[80] Nur Sûresi, 24:16.

[81] Barla lahikası.268.

[82] Muhakemat.31-32.

[83] Barla lahikası .Age.335.

[84] Tarihçe-i Hayat.659.




MAYIS AYI

MAYIS AYI

Bir yıl içerisindeki aylarda gurur duyulacak olaylarla beraber,nefret edip hüzün duyulacak olaylarla da karşılaşmaktadır.

Nitekim 11-Eylül 2001’le başlayan ikiz kulelerin vuruluşuyla devam eden dünya düzeninin değiştirilmeye çalışılması,bizdeki 11-Eylül-1980 yılındaki ihtilalle Türkiyedeki düzenin değiştirilmeye başlaması,arkasından müsbet yönde maddi-manevi gelişmeleri hazmedemeyenlerin 28-Şubat 1997 gizli ve de sinsice yapılan ihtilalle bir çok özgürlüklere zincir vurulmasıyla başlayan,Cumhuriyet tarihinde görülmemiş ekonomik çöküntünün yaşanması,daha doğrusu bazılarının kasasının doldurulmasıyla milletin yırtık kesesinin tam takır hale getirilerek boşaltılmaya başlamasıdır ki,28 Şubat soğuğu olarak tarihe geçmesiyle,kapıdan baktıran Mart ayını da gerilerde bırakmıştır.

Türkiye’de 4 büyük ihtilali tetikleyen 1960’daki 27 Mayıs ihtilali,ihtilallerin kapısını açarak,adeta bunu meşrulaştırmak suretiyle her on yılda bir 1971,1980 ve 1997 ihtilallerini tetiklemiştir.

Milleti koruma bahanesiyle,devleti koruma esas alınmıştır.

Menderes’e büyük haksızlıklar yapılmıştır.İmralı müdürününde müşahedesiyle,cesedi yıkanırken yanında bulunan müdür,Menderesin göğsünde 5-6 yerde sigara yanıklarının bulunup,sigara söndürülmüş olduğunu yeminle söylemiştir.

Ve yine onunda tesbitiyle ihtilali yapanların akibetleri hiç de iyi olmamıştır.

27 Mayıs ihtilali tarihimizde tam bir kara lekedir.Nasıl ki,batı haçlı seferleriyle bir leke alıp silinmez bir iz olarak kalmışsa,27 Mayıs ihtilali tarihimizde tam bir kara lekedir.Nasıl ki,batı haçlı seferleriyle bir leke alıp silinmez bir iz olarak kalmışsa,bizde de bazı aydın geçinenler başta olmak suretiyle tüm müsebbiblerinin alnında kara bir leke ve iz olarak durmaktadır.

O gün ihtilali yapma sebebi asıl olarak Aydın Menderes’in 1400 yıllık aslına uygun ezan geleneğini Türkçeye çevrilmesiyle tekrar aslına çevirmesi olmuştur.Bazı ufak bahanelerde sebeb gösterilmektedir ki mesela,hükumete hücum eden basının 1958’de bazı haklarının kısılması,üniversite öğrencilerinin tahriklere alet edilmesi olmaktadır.

Bugün bile ADM başyazarı olan Oktay Ekşi,Başbakana yazdığı mektupta [1]özetle;basının bazı haklarının kısılmasından dolayı kendisininde aynen Menderesin akibetine düçar olacağını söylemesiyle,27 Mayısa olan özlem veya özlem fikri hala değişmemiş ve devam etmektedir.

Bugün bile Türkiyede hala din ve vicdan özgürlüğü uygulanmamaktadır.

Almanya gazetesi;Hristiyanlara Türkiyede dini hak verilemiyor diye şikayette bulunuyor!

Sanki bize veriliyor da?Sırada beklemelisin…

Anayasa Başkanı Mustafa Bumin bir sözünde özetle;Meclisde başörtüsünü çözse,kabul edilemez,diyerek hazımsızlığını göstermektedir.

Türkiye gerçekten garabetlere hamile bir ülke.Belki de iyi doğum yapması için iyi sancı çekmesi gerekiyor olabilir…

Orgeneral Özkök’de;Türkiye İslam memleketi değil,diyerek şöyle bir garabeti hatıra getiriyor;1970’lerde bir kısım Müslümanlar Türkiyenin Dar-ul Harb yani açık ifadeyle islamın yaşanmaması sebebiyle düşman istilasıyla eş değerde değerlendirilmekte idi.Özellikle ordu buna muhalefet edip sert tavırda bulunarak,Türkiyenin bir İslam memleketi olduğunu söylüyordu.

İşte o günle bugünkü tavır,tam bir tezad.

Türkiye kimliğini arıyor..kendisini arıyor..kaybettiklerini arıyor..ettiklerinin şaşkınlığını yaşıyor.

-28 Şubat’ı hazırlayanlar,tesettürlü bir milletvekilinin meclise girmesiyle MHP suskun kalarak,DSP ise –dışarı,dışarı,dışarı-diye haykırarak hücum etmişlerdi.

Bugün ise o dışarı diyenler ve suskun kalanlar dışarıda kaldılar,dışarı çıkarıldılar.

Başörtüsü yasağı,Kur’an öğretenlere verilen bir yıldan beş yıla kadar olan cezanın 6 aya indirilmesine gösterilen tepkiler,İmam_hatip liselerinin kapatılmasını isteyenler,Din derslerinin kaldırılmasını isteyenler,dini duygu ve bilgiden yoksun olan ve de bundan bir çıkar umanların kangrenleştirmesidir.

Bugün Uluslar arası kamu oyu yoklaması şirketi İpsos 10 büyük ülkede yaptığı araştırmada,en dindar ülke olarak ABD’yi tesbit etmiştir.

ABD’yi dünyada güçlü ve süper yapan olay,onun inanç ve hürriyetlere vermiş olduğu serbestlikten ileri gelmiştir.Bizdeki gerileme ise dine olan soğukluk ve ilgisizlikten kaynaklanmaktadır.

ABD’de cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturup her yıl şu duayı tekrarlayanlar gibi,son olarak 2005 yılında bir daha seçilen George W.Bush,Beyaz Saray’da bir grubun önünde şu duayı yapmıştır:”Bizi yaratan bir Allah bunu özgürleştirmek için yaptı,ama O adaletsizliğe,zulme ve şerre de izin verdi;bu yüzden kalplerimizi kendisiyle irtibatlayalım ve bize doğruları yapma gücü vermesini,muhtaçlara yardım etmesini niyaz edelim.”

Bugün herkes misyoner faaliyetlerinden şikayet etmektedir.Bedava İncil dağıtılması,kilise evlerinin her yerde serbestçe açılması hatta küçük yaşta hristiyan olup 20 yıl kadar hristiyanlığa hizmet ederek daha sonra gördüğü bir rüya sebebiyle tekrar Müslüman olan Antalyalı papaz bir çok ifşaatıyla beraber,insanları uyuşturarak,para vererek hristiyanlaştırdıklarını beyan etmiştir.

Dün derin devlet tarafından kurulan partiler,bugün devre dışı bırakılmaktadır.

Bu millete en büyük hizmeti yapan üç lidere şahidlik ederim:Hürriyetlerin kapısını aralayan Adnan Menderes,Bu kapıyı biraz daha açarak Vicdan-Din-Ekonomik özgürlüğü devreye koyan Turgut Özal ve Samimiyeti,ekonomideki başarısı ve de müsbet hareketi ile bunu biraz daha genişlettirerek icraata koymaya çalışan Tayyib Erdoğandır…

Ancak yanlış yapanları millet gecikmeden cezalandırmıştır.Nitekim Özal’da ikinci devresinde biraz yavaş hareketi sonucu destek azalmış,kendisinin ifadesiyle,Millet topuzun ucunu biraz fazla kaçırdı,demiştir.

Korkunun ecele faydası yoktur.

70 yaşlarında olup alnı secdeye değmemiş,içki ve her türlü kötülüğü yapmış olan Adıyaman’lı bir vatandaş,ölüm döşeğinde iken birden bire yattığı yerden kalkar.Çıplak olduğuna aldırmaksızın anadan doğma dışarıya fırlar ve başlar bağırmaya:

-Ölmek istemiyorum..ölmek istemiyorum…

Ancak bu korku ve kaçışın ecele faydası olmamıştır.Akrabaları peşinden giderek apar topar yakalamış ve adeta tekrar ölmesi için yatağına yatırmışlardır.Ve nihayet 3 gün sonra da ölmüştür.

Aslında o ölmeden evvel manen ve madden ölmüştür.Sanki tekrar bir daha ölmek istememektedir.

Ne kadar olsa müessir himmet,

Yine sur-u kaderi harkedemez.(Ahmet Mahir Efendi)

“En yüksek ve hızlı himmetler bile,kaderin surlarını delemez.”

Yeterki millet olarak aynı samimiyet ve gayret içerisinde olup,devam ettirelim.

-1-Mayısın 3 kasını da unutmamak gerekir:Kan-Kin-Kir…

Her 1 mayıs kutlamalarında bu 3 K’ya rastlarız…

-Bu yıl bir güzel olay ise;Sultan-uş Şuara yani şairler sultanı olan Necib Fazıl Kısakürek’in 100 ölüm yılının muhteşem bir şekilde kutlanmasıdır.

-29 Mayıs ise Mayıs ayında en çok gurur duyacağımız bir gündür.Ortaçağın kapanıp yeni bir çağın açılmasıyla tüm dünya dengelerinin büsbet yönde açılması ve gelişmesi olan İstanbulun Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilmesidir.

Bu ise başlı başına büyük büyük ciltleri oluşturacak bir konuyu ihtiva etmektedir.

-Ortada bir tıkanılmışlık vardır.Bir asırdır onu yaşamaktayız.

Halimizde İstanbuldaki Tıkandı baba’ya çok benzemektedir.

Sultan Mahmud bir gün tebdil-i kıyafet yapıp bir kahveye oturur.Herkes seslenirken;Tıkandı Baba bir çay getir,Tıkandı baba bir kahve getir derler.Bu da onun dikkatini çeker ve Tıkandı Baba ya sebebini sorar.

Fakir-ul hal olan Tıkandı baba bir gün rüyasında kalabalık bir insan topluluğu görür ve herkesin musluğundan bolca su akarken kendisininkinden az akması sebebiyle tamir etmeye koyulur.Nasibini arttırmak için çaba gösterir.Musluğun deliğine bir çubuk sokarak uğraşmaya başlar.Çubuk kırılıp içinde kalır,bir türlü çıkaramaz.Bu sefer eskisi kadar da akmayan su damla damla akmaya başlar.Biraz daha uğraşarak düzeltmeye çalışayım derken,o damlayı da kaybeder.

O anda kendisine ilhamen bir ses gelir;Tıkandı baba,tıkandı,uğraşma artık akmaz.Ondan beridir bana herkes Tıkandı Baba der.

Sultan Mahmut çayhanede bu tıkandı babanın halini görünce acır ve ona 40 gün devam etmek üzere hergün bir tepsi baklava gönderilmesini emreder.Herkesden habersiz her baklava diliminin altınada bir Osmanlı altını koyar.

Sultanın adamları akşama doğru bir tepsi baklavayı Tıkandı Babaya verirler.Tıkandı Baba memnun kalıp teşekkür ederek baklavayı eve götürür.Ancak yolda birden aklına bir fikir gelerek,baklavayı satmayı ve onun parasıyla evine yiyecek ve giyecek almayı düşünür.Ve bunu Yahudi komşusuna satar.

Yahudi akşam baklavayı yerken birden dişine bir şeyin değdiğini görünce ağzından çıkarır bakar ki bir Osmanlı altını..sevinerek öbürü öbürü derken hepsinin altında bir altının olduğunu görür.

Heyecan ve telaşla ertesi akşamı iple çeker.O akşamda Tıkandı Babaya baklava gelmiş,yine eve götürmektedir.Yahudi kurnazlığıyla bundan sonraki tüm baklavaları kendisinin almak istediğini söyleyip anlaşma yapar,öyle ki eskisinden ucuza bu işi kapatır.

Kısmeti tıkanan Tıkandı Baba 40 boyunca her bir dilimin altında bir Osmanlı altını bulunan bir baklava tepsiyi her seferinde Yahudi komşusuna ucuz bir fiata satar.

40 gün sonra farklı görmek düşüncesiyle Tıkandı Babayı görmeye gelen Sultan,Tıkandı Babada bir değişiklik görmeyince,40 gün boyunca gönderdiği baklavaları alıp almadığını sorar.

Sultanın sağlığına duacı olduğunu söyleyen Tıkandı Baba,bunarlı komşusuna satıp evinin ihtiyacını önemli çapta karşıladığını söyleyerek teşekkürde bulunur.

Sultan bu seferde her gün evine giderken geçtiği yolu tesbit ettirir.Ve adamlarına geçeceği yolun üzerine görebileceği bir şekilde bir kese altın bırakmalarını emreder.

Tıkandı Baba o günde yine aynı yoldan geçeceği sırada aklına gelir ki;Ya bir gün ben gözüm kapanırda görmezsem,bu durumda bu yoldan acaba nasıl geçerim diyerek gözünü kapar ve el yordamıyla geçmeye çalışır.Böylece kendisi için bırakılan bir kese altını göremez.

Sultan Tıkandı Babayı yanına alarak devletin hazine dairesine götürür.Oda altınlarla doludur.Oradaki küreği gösteren Sultan,Tıkandı Babaya küreği alıp doldurduğu kadar altına alabileceğini söyler.

Tıkandı Baba biraz heyecan biraz telaşla küreği altınlara daldırır.Ancak heyecandan küreği ters tutmuştur.Düştü düşecek ters tarafına ancak bir tane altın kısmetine düşmüştür.

Sultan üçüncü bir deneme daha yapmak üzere,Tıkandı Babayı alıp İstanbulun en yüksek tepesine çıkarmalarını,eline bir taş almasını ve bu taşı nereye kadar fırlatırsa oraya kadarki bölgeyi ona vereceğini söyleyerek gönderir.

Adamlar yine Tıkandı Babayı İstanbul/Üskidarda en yüksek tepesine çıkarmışlardır.Tıkandı Babaya bir taş almasını söylerler.Tıkandı Baba ise orada bulunan o kadar taşlar içerisinde bu taş eğri,şu küçük deyib okadar orada bulunan taşlar içerisinde araya araya kaldırılması güç olan büyükçe bir taşı alır.Kaldırıp en uzak mesafeye atmasını söylerler.

Gerek yaşlılık ve güçsüzlük ve de yorgunluk eseri zorlanan Tıkandı Baba uzaklara atayım derken kontrol edemeyi taşın kaymasıyla taşı başının üzerine düşürür.

Ve Tıkandı babaya düşen yer ancak bir mezarlık kadardır.

Durumu Sultan Mahmuda iletirler.Sultan mahmud o meşhur sözünü söyler:

Vermezse Ma’bud / Ne yapsın Sultan Mamud…der.

Sultana sorarlar;Neden doğrudan vermediniz de,imtihana tabi tuttunuz?

Sultan cevabında;Allah’da sınamıyor mu?Bizler de sınanmıyormuyuz?Vermezse Ma’bud / Ne yapsın Sultan Mahmud…

“Nasibuke yusibuke velev kâne tahte cebeleyn”-Nasibin iki dağın altında da olsa sana ulaşır.-Yani nasib olmazsa ne gelir elden/Nasib olursa gelir Yemenden…

Memleketimizde bu tıkanıklığı yaşamaktadır…

Bizlerde hayatımızda bu tıkanıklıkları yaşamaktayız…

Mehmet ÖZÇELİK

08-06-2005

[1] Bak.Yeni Şafak.2-6-2005.




MADDENİN ARDINDAKİ SIR…ÜZERİNE

MADDENİN ARDINDAKİ SIR…ÜZERİNE

İnanç konusunda en sağlıklı ve doğru görüş ve isabetli yol ehli sünnet ve cemaatın yoludur.Ancak bu yol içerisinde de orta yolu takib edenlerin kaygan zeminde yürüyüp patanaj yaptıklarına da şahid olmaktayız.Bu durumda genellikle ifrata karşı tefritte,tefrite karşı da ifratta bulunmaktan kaynaklanır.

Maddenin ardındaki sır adlı cd eserinde de;Materyalistlerin her şeyi maddeye vererek maddeyi ilah durumuna koyan düşüncelerini çürütme yoluna gidilirken ifrat edilip maddenin varlığı da yok kabul edilip,hayali olarak değerlendirilmiştir.İfrat harekete tefritle mukabele edilmiştir.Bırakılan açık kapıdan çok su-i istimallere gidebilecek kapılar açılmıştır.

Aynı zamanda konuya Vahdet-ül Vücud nazarıyla bakılarak varlığın birliği konusu işlenilmiştir.

Vahdet-ül Vücud;varlığın birliği adıyla her şeyde Allahın varlığı ve birliğini görerek O’nun dışındakileri inkar edip,sadece var ve varlık olarak onun varlığını kabul etmektir.Görünen veya varlık adıyla ve namıyla hiçbir şey yok ancak onun varlığı vardır,demektir.

Bu görüşün sahibi olan Hallac-ı Mansur manevi kemalatıyla her nereye ve neye bakarsa orada Allahın varlığını görmekte,kendisinde de hakeza O’nu ve O’nun varlığını görmesi üzerine –Enel Hak-yani Ben Hak’ım,Allah’ım,ifadesiyle kendi ve kendisi gibi olan varlıkları inkar etmiş,sadece varlık olarak Allah’ın varlığını kabul etmiştir.

Cezbe halinde söylenen bu sözden dolayı bu zat mazurdur.Buna rağmen şeriat kılıncıyla cezalandırılmış,dinin zahiri hükmüne göre dünyevi cezası uygulanmıştır. Ancak onun dışındaki bir kimsenin böyle bir ifadeyi cezbe hali olmaksızın söylemesi dinen bir küfür ifadesidir.

Burada Din ve Allah hesabına bütün mahlukat inkar ve reddedilirken, materyalistlerce de tabiat ve madde hesabına Allah ve Din inkar edilmektedir.

Tarih yine tekerrür etmektedir.Bazen din adına,bazen din dışı bir inanç adına!Hayalin altında kurtuluş aranırken,yine her şeyler hayale büründürülmeye çalışılmaktadır.Hakikat tatlı olduğu kadar,acıdır da…Acıları red uğruna tatlı olan hakikatlar hayale sarılarak feda edilmektedir.Birisi hakikatsızlıkta hakikat ararken,öbürü hakikatlarda hakikatsızlık aramaktadır.

Vahdetül Vücud konusunda Bediüzzaman hazretleri isabetli izah ve tesbitlerde bulunmaktadır.Buradan hareketle özetleyecek olursak:

Rasulullahın açtığı ve umumun gittiği gerçek yolun ilk üç asırda bulunan sahabe,tabiin,mezheb imamı olduklarını ifade etmektedirler.Ehli vahdetil vücudun tarzına alternatif olarak şu dört esas ile gitmeyi tercih etmektedir;” Şu acz, fakr, şefkat, tefekkür tarikindeki Dört Hatve…”,”Hem bu tarik daha umumî ve cadde-i kübrâdır. Çünkü, kâinatı, ehl-i vahdetü’l-vücud gibi, huzur-u daimî kazanmak için idama mahkûm zannedip Lâ mevcude illâ Hû hükmetmeye veyahut ehl-i vahdetü’ş-şuhud gibi, huzur-u daimî için kâinatı nisyan-ı mutlak hapsinde hapse mahkûm tahayyül edip Lâ meşhude illâ Hû demeye mecbur olmuyor. Belki, idamdan ve hapisten gayet zâhir olarak Kur’ân affettiğinden, o da sarf-ı nazar edip ve mevcudatı kendileri hesabına hizmetten azlederek Fâtır-ı Zülcelâl hesabına istihdam edip Esmâ-i Hüsnâsının mazhariyet ve aynadarlık vazifesinde istimal ederek, mânâ-yı harfî nazarıyla onlara bakıp, mutlak gafletten kurtulup huzur-u daimîye girmektir; herşeyde Cenâb-ı Hakka bir yol bulmaktır. Elhasıl, mevcudatı mevcudat hesabına hizmetten azlederek, mânâ-yı ismiyle bakmamaktır.”[1]

Kainata kendi hesabına bakanların bir kısmı inkara giderken,bir kısmı da onun inkarına gitmiştir.Orta yol ise tüm varlıklara yaratıcıları namına bakmak,onları Allah’ı gösteren ve bildiren birer eser olarak değerlendirmektir.

Sual: Vahdetü’l-vücud meselesi, çoklar tarafından en yüksek makam telâkki ediliyor. Halbuki, velâyet-i kübrâda bulunan, başta Hulefâ-i Erbaa olmak üzere Sahabeler ve hem başta Hamse-i Âl-i Abâ olarak Eimme-i Ehl-i Beyt ve hem başta Eimme-i Erbaa olarak Müçtehidîn ve Tâbiînden, bu çeşit vahdetü’l-vücud meşrebi sarihan görülmemiş. Acaba onlardan sonra çıkanlar daha ileri mi gitmişler, daha mükemmel bir cadde-i kübrâ mı bulmuşlar?

Elcevap: Hâşâ! Şems-i risaletin en yakın yıldızları ve en karib vereseleri bulunan o asfiyadan, hiç kimsenin haddi değil, daha ileri gidebilsin. Belki cadde-i kübrâ onlarındır.

Vahdetü’l-vücud ise, bir meşrep ve bir hal ve bir nâkıs mertebedir. Fakat zevkli, neş’eli olduğundan, seyr ü sülûkta o mertebeye girdikleri vakit, çoğu çıkmak istemiyorlar,orada kalıyorlar, en müntehâ mertebe zannediyorlar.

İşte şu meşrep sahibi, eğer maddiyattan ve vesaitten tecerrüd etmiş ve esbab perdesini yırtmış bir ruh ise, istiğrakkârâne bir şuhuda mazhar ise, vahdetü’l-vücuddan değil, belki vahdetü’ş-şuhuddan neş’et eden, ilmî değil, hâlî bir vahdet-i vücud onun için bir kemal, bir makam temin edebilir. Hattâ, Allah hesabına kâinatı inkâr etmek derecesine gidebilir. Yoksa, esbab içinde dalmış ise, maddiyata mütevağğıl ise, vahdetü’l-vücud demesi, kâinat hesabına Allah’ı inkâr etmeye kadar çıkar.

Evet, cadde-i kübrâ, Sahabe ve Tâbiîn ve asfiyanın caddesidir. [2]cümlesi, onların kaide-i külliyeleridir. Ve Cenâb-ı Hakkın, [3]mazmunu üzere, hiçbir şeyle müşabeheti yok. Tahayyüz ve tecezzîden münezzehtir. Mevcudatla alâkası, Hâlıkıyettir. Ehl-i vahdetü’l-vücudun dedikleri gibi mevcudat evham ve hayalât değil. Görünen eşya dahi Cenâb-ı Hakkın âsârıdır. “Heme ost” (Her şey O’dur)değil, “Heme ezost”(Her şey O’ndandır,onun yaratmasıyladır)tur. Çünkü, hadisat ayn-ı kadîm olamaz.”[4]

Tıpkı bir devlet başkanının devletin her kademesinde oraya münasib olarak bir hakimiyeti olduğu gibi,Cenab-ı Hak’da her bir isminin ayrı ayrı tecellisiyle iş görmektedir.

Veya dört tarafı aynayla kaplı odalara giren insanlar kendi aynalarında kendi kabiliyetlerine göre ve kendi kabiliyetlerini görürler.Başkalarındaki farklılık ona mani olmadığı gibi,kendisinde görülenin onlarında farklılaşmasına da engel teşkil etmezler.

Cenab-ı Hak da her insanın yaratılış aynasında ayrı ayrı tecelli etmektedir.

“Şimdi, ehl-i vahdetü’l-vücud madem Lâ mevcude illâ Hû der, hakaik-i eşyayı hayal derecesine indirir. Cenâb-ı Hakkın Vâcibü’l-Vücud ve Mevcud ve Vâhid ve Ehad isimlerinin hakikî cilveleri ve daireleri var. Belki aynaları, daireleri hakikî olmazsa, hayalî, ademî dahi olsa, onlara zarar etmez. Belki vücud-u hakikînin aynasında vücut rengi olmazsa, daha ziyade sâfi ve parlak olur. Fakat, Rahmân, Rezzâk, Kahhâr, Cebbâr, Hallâk gibi isimleri ise, tecellîleri hakikî olmuyor, itibarî oluyor. Halbuki, o esmâlar, mevcut ismi gibi hakikattirler, gölge olamazlar; aslîdirler, tebeî olamazlar.”[5]

Varlıkların hayal olarak kabul edilmesi;Allah’ın hakiki bir varlığı değilde hayali bir varlığı yaratmış olduğunu kabul ederek Allah’a iftirada bulunmakla kalınmayıp,Allah’ın kullarını aldattığı vehminin de kabul edilmesi gerekir.

Allah zatı ve sıfatları itibarıyla nasıl hakiki ise,yarattıkları itibarıyla da hakiki ve gerçektirler.Kendisinin hakiki,yarattıklarının ise hayali olması düşünülemez.Burada varlıkların varlığının O’nun varlığı ile mukayesesi söz konusu değildir.Zira O’nun varlığının yanında,diğer varlıklar solda sıfır bile olamazlar.Ancak bu onların reddini gerektirmez çünki reddedilmesi halinde Allah’ın Halikiyeti,yaratıcılığı inkar ve red edilmiş olur.

“Tarikatin gayet mühim bir meşrebi olan “vahdetü’l-vücud” namı altındaki vahdetü’ş-şuhud, yani, Vâcibü’l-Vücudun vücuduna hasr-ı nazar edip, sair mevcudatı, o vücud-u Vâcibe nisbeten o kadar zayıf ve gölge görür ki, vücut ismine lâyık olmadığını hükmedip, hayal perdesine sarıp, terk-i mâsivâ makamında onları hiç saymak, hattâ mâdum tasavvur etmek, yalnız cilve-i esmâ-i İlâhiyeye hayalî bir ayna vaziyeti vermek kadar ileri gider.

O meşrep, daire-i esbabdan geçip, terk-i mâsivâ sırrıyla mümkinattan alâkasını kesen ehass-ı havassın istiğrak-ı mutlak hâletinde mazhar olduğu salih bir meşreptir. Şu meşrebi, esbab içinde boğulanların ve dünyaya âşık olanların ve felsefe-i maddiye ile tabiata saplananların nazarına ilmî bir surette telkin etmek, tabiat ve maddede onları boğdurmaktır ve hakikat-i İslâmiyeden uzaklaştırmaktır. Çünkü, dünyaya âşık ve daire-i esbaba bağlı bir nazar, bu fâni dünyaya bir nevi beka vermek ister. O dünya mahbubunu elinden kaçırmak istemiyor, vahdetü’l-vücud bahanesiyle ona bir bâki vücut tevehhüm eder; o mahbubu olan dünya hesabına ve beka ve ebediyeti ona tam mal etmesine binaen, bir mâbudiyet derecesine çıkarır-neûzü billâh-Allah’ı inkâr etmek vartasına yol açar.”[6]

Bu meslek ve meşrebin özellikle zamanımızda tehlikesine değinen Bediüzzaman;“Şu asırda maddiyyunluk fikri o derece istilâ etmiş ki, maddiyatı herşeye merci biliyorlar. Böyle bir asırda, has ehl-i iman, maddiyatı idam eder derecesinde ehemmiyetsiz gördüklerinden, vahdetü’l-vücud meşrebi ortaya atılsa, belki maddiyyunlar sahip çıkacaklar, “Biz de böyle diyoruz” diyecekler. Halbuki, dünyada meşârib içinde, maddiyyunların ve tabiatperestlerin mesleğinden en uzak meşrep, vahdetü’l-vücud meşrebidir. Çünkü, ehl-i vahdetü’l-vücud, o kadar vücud-u İlâhîye kuvvet-i imanla ehemmiyet veriyorlar ki, kâinatı ve mevcudatı inkâr ediyorlar. Maddiyyunlar ise, o kadar mevcudata ehemmiyet veriyorlar ki, kâinat hesabına Allah’ı inkâr ediyorlar. İşte bunlar nerede, ötekiler nerede?”[7]

Bu yolun umumi bir yol olmayıp hususi bir yol olması sadece o yolda süluk edip giden zatı ve onun gördükleriyle yaptığı tevilleri kapsar ve bağlar.Umumu bağlamaz.“Evet, ruh, mâhiyeti itibarıyla bir kanun-u emrîdir. Fakat vücud-u hâricî giydirilmiş bir nâmus-u zîhayattır ve vücud-u hâricî sahibi bir kanundur. Hazret-i Muhyiddin, yalnız mâhiyeti noktasında düşünmüştür. Vahdetü’l-vücud meşrebince, eşyanın vücudunu hayal görüyor. O zât, hârika keşfiyâtıyla ve müşâhedâtıyla ve mühim bir meşreb sahibi ve müstakil bir meslek ihtiyar ettiğinden, bilmecburiye, zayıf te’vilâtla, tekellüflü bir surette, bazı âyâtı meşrebine, meşhûdâtına tatbik ediyor, âyâtın sarâhatini incitiyor. Sâir risalelerde cadde-i müstakîme-i Kur’âniye ve minhâc-ı kavîm-i Ehl-i Sünnet beyan edilmiştir. O zât-ı kudsînin kendine mahsus bir makamı var; hem makbûlîndendir. Fakat mîzansız keşfiyâtında hudutları çiğnemiş ve cumhûr-u muhakkıkîne çok meselelerde muhâlefet etmiş.”[8]

Çünki;” Hazret-i Muhyiddin aldatmaz, fakat aldanır. Hâdîdir, fakat her kitabında mühdî olamıyor. Gördüğü doğrudur, fakat hakikat değildir.”[9]

Vahdetül vücud meselesi bir saplantı,bir kaçış,bir anlama zorluğundan dolayı inkar,özel bir hal,kısır bir düşünce,dünya nefretinden ziyade dünya sevgisinden kaynaklanmaktadır.Gıda ile doyum değil,meyve ile avunma ve yetinmedir.

“SUAL: Muhyiddin-i Arab, vahdetü’l-vücud meselesini en yüksek bir mertebe telâkki ettiği gibi, ehl-i aşk bir kısım evliyâ-i azîme dahi ona ittibâ etmişler. Bu meslek en yüksek mertebe olmadığını, hem hakikî olmadığını, belki bir derecede ehl-i sekir ve istiğrâkın ve ashâb-ı şevk ve aşkın meşrebi olduğunu söylüyorsun. Öyle ise, muhtasaran sırr-ı verâset-i Nübüvvetle ve Kur’ân’ın sarâhatiyle gösterilen Tevhîdin yüksek mertebesi hangisidir? Göster.

BİRİNCİ NÜKTE: Vahdetü’l-vücudun meşrebine ve saplanmasına çok esbab var. Onlardan bir ikisi kısaca beyan edilecek.

Birinci sebep: Mertebe-i Rubûbiyetin hallâkıyetini âzamî derecede zihinlerine sığıştıramadıklarından ve sırr-ı Ehadiyet ile herşeyi bizzat kabza-i Rubûbiyetinde tuttuğunu ve herşey kudret ve ihtiyar ve irâdesiyle vücud bulduğunu kalblerine tam yerleştiremediklerinden, “Herşey Odur” veyahut “yoktur” veya “hayaldir” veya “tezâhüriyetidir” veya “cilveleridir” demeye kendilerini mecbur bilmişler.

İkinci sebep: Firâkı hiç istemeyen ve firaktan şiddetle kaçan ve ayrılıktan titreyen ve bu’diyetten Cehennem gibi korkan ve zevâlden gayet derece nefret eden ve visâli, rûhu ve canı gibi seven ve kurbiyeti Cennet gibi hadsiz bir iştiyakla arzulayan aşk sıfatı, herşeydeki akrebiyet-i İlâhiyenin bir cilvesine yapışmakla, firak ve bu’diyeti hiçe sayıp, likâ ve visâli dâimî zannederek “Lâ mevcude illâ Hû” diye, aşkın sekriyle ve o şevk-i bekà ve likà ve visâlin muktezâsıyla, gayet zevkli bir meşreb-i hâli vahdetü’l-vücudda bulunduğunu tasavvur ederek, müthiş firaklardan kurtulmak için, o vahdetü’l-vücud meselesini melce’ ittihâz etmişler.

Vahdetü’l-vücudun meşrebine sebebiyet veren aşkın envaından en mühim ciheti, aşk-ı dünyadır. Mecâzî olan aşk-ı dünya, aşk-ı hakikîye inkılâb ettiği zaman, vahdetü’l-vücuda inkılâb eder.

Nasıl ki insandan şahsî bir mahbûbu muhabbet-i mecâzî ile seven, sonra zevâl ve fenâsını kalbine yerleştiremeyen bir âşık, mahbûbuna aşk-ı hakikî ile bir bekà kazandırmak için “Mâbud ve Mahbûb-u Hakikînin bir âyine-i cemâlidir” diye kendini tesellî eder, bir hakikate yapışır. Öyle de, koca dünyayı ve kâinatı hey’et-i mecmuasıyla mahbub ittihâz eden, sonra o muhabbet-i acîbe dâimî zevâl ve firak kamçılarıyla muhabbet-i hakikîye inkılâb ettiği vakit, o çok büyük mahbubunu zevâl ve firaktan kurtarmak için vahdetü’l-vücud meşrebine ilticâ eder. Eğer gayet yüksek ve kuvvetli îmân sahibi ise, Muhyiddin-i Arabın emsâli gibi zâtlara zevkli, nûrânî, makbul bir mertebe olur. Yoksa, vartalara, maddiyâta girmek, esbapta boğulmak ihtimâli var. Vahdetü’ş-şuhud ise, o zararsızdır, ehl-i sahvın da yüksek bir meşrebidir.”[10]

Vahdetül vücuda bir iltibas vardır.Zira ayna ile aynada görülen birbirine karıştırılmaktadır.Bu durumda da ya ayna veya aynada görünen inkar edilmektedir.Birinden materyalist görüş,diğerinden de vahdetül vücud zuhur etmiştir.“Zât-ı Rahmânü’r-Rahîmin delilleri ve aynaları olan zîhayat ve insan gibi mazharlar o kadar o Zât-ı Vâcibü’l-Vücuda delâletleri kat’î ve vâzıh ve zâhirdir ki, güneşin timsalini ve aksini tutan parlak bir ayna parlaklığına ve delâletinin vuzuhuna işareten “O ayna güneştir” denildiği gibi, “İnsanda suret-i Rahmân var” vuzuh-u delâletine ve kemâl-i münasebetine işareten denilmiş ve denilir. Ve ehl-i vahdetü’l-vücudun mutedil kısmı Lâ mevcude illâ Hû bu sırra binaen, bu delâletin vuzuhuna ve bu münasebetin kemâline bir ünvan olarak demişler.”[11]

Osmanlı paşalarından birisinin oğluda her şeyi hayal ve yokluğa atar,hiçbir şey yok,ben de yokum,der.Yine böyle bir yemek esnasında sofrada bulunan her şeyi yok olarak niteler.Baba artık dayanamaz ve yemek bulunan tabağı kaptığı gibi oğlunun kafasına çarpar.Bunun acısıyla oğluda feryadı basıp ağrıdığını ifade eder.

Baba cevaben;madem bu yoktu,sen yoktun acı nereden çıktı ve nasıl oluştu,der.Böylece bu mantıklı cevab karşısında ağrıyı unutmayan oğlu bir daha da böyle iddialarda bulunmaz ve vaz geçer.

“Evet, vahdetü’l-vücuddan bahseden, fikren serâdan Süreyyaya çıkarak, kâinatı arkasında bırakıp nazarını Arş-ı Âlâya diken, istiğrâkî bir surette kâinatı mâdum sayıp herşeyi doğrudan doğruya kuvvet-i imanla Vâhid-i Ehadden görebilir. Yoksa, kâinatın arkasında durup kâinata bakan ve önünde esbabı gören ve ferşten nazar eden, elbette esbab içinde boğulup tabiat bataklığına düşmek ihtimali var. Fikren Arşa çıkan, Celâleddin-i Rumî gibi diyebilir: “Kulağını aç! Herkesten işittiğin sözleri, fıtrî fonoğraflar gibi, Cenâb-ı Haktan işitebilirsin.” Yoksa, Celâleddin gibi bu derece yükseğe çıkamayan ve ferşten Arşa kadar mevcudatı ayna şeklinde görmeyen adama “Kulak ver, herkesten kelâmullahı işitirsin” desen, mânen Arştan ferşe sukut eder gibi, hilâf-ı hakikat tasavvurât-ı bâtılaya giriftar olur.

Yani,”Bizden olmayan ve makamımızı bilmeyen, kitaplarımızı okumasın, zarar görür.” Evet, bu zamanda Muhyiddin’in kitapları, hususan vahdetü’l-vücuda dair meselelerini okumak zararlıdır.”[12]

“Ve keza, Vahdetü’l-vücud ehli, kâinatı nefyetmekle idam ediyorlar. Vahdetü’ş-şühud halkı ise, bütün mevcudatı, görerek, cezalılar gibi nisyan zindanında ebedî hapse mahkûm ediyorlar.”[13]

“S: Vahdetü’l-vücudu nasıl görüyorsun?

Elcevap: Tevhidde istiğraktır. Ve nazara sığmayan bir tevhid-i zevkîdir. Esasen tevhid-i rububiyet ve tevhid-i ulûhiyetten sonra tevhidde zevken şiddet-i istiğrak, vahdet-i kudret, yani

(Kainatta hakiki tesir sahibi ancak odur.)sonra vahdet-i idare, sonra vahdetü’ş-şühud, sonra vahdetü’l-vücud, sonra yalnız bir vücudu, sonra yalnız bir mevcudu görünceye müncer oluyor. Muhakkıkîn-i sofiyenin müteşabihat hükmünde olan şatahatıyla istidlâl edilmez. Daire-i esbabı yırtıp çıkmayan ve tesirinden kurtulmayan bir ruh, vahdetü’l-vücuddan dem vursa, haddini tecavüz eder. Dem vuranlar, Vâcibü’l-Vücuda o kadar hasr-ı nazar etmişlerdir ki, mümkinattan tecerrüd ederek, yalnız bir vücudu, belki bir mevcudu görmüşler.”[14]

Kur’anın açtığı umumi bir yol olmayıp,özel hal de olanların özel patika yollarıdır.

Bu meslek sahiblerinin müşahedelerini dilleriyle ifade de aciz kalmalarının veya kendi bulundukları hale göz önünde bulundurup başkaların ihatasızlığıyla çatışması ve makamlarına çıkamamasından farklı anlayışların zuhurudur.“Evet, delil içinde neticeyi görmek, âlemde Sânii müşahede etmek, tarik-i istiğrakkârâne cihetiyle cedâvil-i ekvanda cereyan-ı tecelliyat-ı İlâhiyeyi ve melekûtiyet-i eşyada sereyan-ı füyuzatı ve merâyâ-yı mevcudatta tecellî-i esmâ ve sıfâtı, yalnız zevken anlaşılır birer hakikat iken, dîk-ı elfaz sebebiyle ulûhiyet-i sâriye ve hayat-ı sâriye tabir ettiler. Ehl-i fikir, o hakaik-i zevkiyeyi nazarın mekayisine sıkıştırdığından, çok evham-ı bâtılaya menşe oldu. Maddeperver hükemâ ve zaîfü’l-itikad ehl-i nazarın vahdetü’l-vücudu ile evliyanın vahdetü’l-vücudu, tamamen birbirinin zıddıdır.”[15]

En tehlikeli olanı ise;Batıl Hululiye mezhebininde çıkmasına sebeb olan;Allah’ın varlıkla,varlıkların da Allah ile bütünleşip,birleşip,birbirlerinin içine girip,bir cihetle hristiyanlıktaki teslis akidesi olan üçün biri yani üçü (Tanrı-Ruhul Kudüs-oğul)birde toplama inancını doğurmaktadır.

“Eğer desen: Bazı mutasavvıfın kelâmından ittisal ve ittihad ve hulûl zahir oluyor. Ve ondan tevehhüm edilir ki, bazı maddiyyunun mesleği olan vahdetü’l-vücuda bir münasebet gösterir.

Elcevap: Müteşabih hükmünde olan muhakkikîn-i sofiyenin şatahatını ki, vücud-u Akdese hasr-ı nazar ve istiğrak ve mümkinattan tecerrüd cihetiyle matmah-ı nazar ettikleri delil içinde neticeyi görmek, yani, âlemden Sânii müşahede etmek tarikiyle takip ettikleri meslek olan cedavil-i ekvanda cereyan-ı tecelliyatı ve melekûtiyet-i eşyada sereyan-ı füyuzatı ve merâyâ-yı mevcudata tecellî-i esmâ ve sıfâtı ise, dîku’l-elfaz sebebiyle “ulûhiyet-i sâriye” ve “hayat-ı sâriye” tâbir ettikleri hakaiki başkalar anlamadılar. Su-i tefehhümle, kendi istidad-ı şûrelerinden zuhur eden evham-ı vahiyeye, muhakkikînin kelimat ve şatahatını tatbik ettiler. Yuha onların akıllarına! Süreyya derecesinde olan muhakkikînin efkâr-ı mücerredeleri, serâ derekesinde olan mukallidîn-i maddiyyunun efkâr-ı sefilesinden binler derece uzaktır. Evet, şu iki fikrin tatbikine çalışmak, şu zaman-ı terakkide akl-ı beşerin duçar-ı sekte olduğunu ve varta-i mevte düştüğünü izhar etmektir ki, insaniyet müteessifane nazar ederek ve istidad-ı tahkik ve terakki lisanıyla

(Yani: Allah’a yemin olsun ki hayır. Serâ nerede, Süreyyâ nerede? Herşeyi gösteren ışık nerede, herşeyi örtüp saklayan zulmet nerede?)

demeye mecbur oluyor.

…Şunlar, ehl-i vahdetü’ş-şuhuddurlar. Fakat vahdetü’l-vücudla mecazen tâbir edilebilir. Fakat hakikaten vahdetü’l-vücud, bazı hukema-i kadîmenin meslek-i bâtılasıdır.

…Şu mutasavvifînin reis ve kebîri demiş ki: İttisali veya ittihadı veya hulûlü iddia eden, mârifet-i İlâhiyeden hiçbirşey istişmam etmemiştir. Evet, mümkün, Vaciple nasıl ittisal ve ittihad edecek? Kellâ! Evet, mümkünün ne kıymeti vardır; ta ki vâcip onda hulûl ede? Hâşâ! Neam, mümkinde füyuzat-ı İlâhiyeden bir feyiz tecellî eder. İşte bunların mesleği ötekilerin mesleğine münasebet ve temas edemez. Zira maddiyyunun mesleği maddiyata hasr-ı nazar ve istiğrak ettiklerinden, efkârları fehm-i ulûhiyetten tecerrüd edip uzaklaştılar. O derece maddeye kıymet verdiler ki, herşeyi maddede görmek, hattâ ulûhiyeti onda mezc etmek gibi bir meslek-i müteassifeye girmişlerdir. Fakat ehl-i vahdetü’ş-şuhud olan muhakkikîn-i sofiyye o derece Vâcibe hasr-ı nazar etmişler ki, mümkinatın hiçbir kıymeti kalmamıştır; “Bir vardır” derler. El’insaf! Serâ-Süreyya kadar birbirinden uzaktır. Maddeyi cemî envâ ve eşkâliyle halk eden Hâlık-ı Zülcelâle kasem ederim ki, dünyada şu iki mesleğin temasını intaç eden rey-i ahmakaneden daha kabih ve daha hasis ve daha sahibinin mizac-ı aklının inhirafına delil olacak bir rey yoktur.”[16]

Vahdet-üş şuhud ise:“Her yerde ve herşeyde kalbini yalnız Allah ile meşgul etme hali ve yaşayışıdır. (Bu mesele hakiki olarak ancak veraset-i nübüvvet muhakkikleri olan müceddid ve asfiyaların tarifleriyle anlaşılabilir.)(Aziz kardeşim;Vahdet-ül vücuda dair bir parça izahat istiyorsunuz. Bu mes’eleye dair Otuz Birinci Mektubun bir Lem’asında, Hazret-i Muhyiddin’in bu mes’eledeki fikrine karşı gayet kuvvetli ve izahlı bir cevab vardır. Şimdilik bu kadar deriz ki:Bu mes’ele-i vahdet-ül vücudu şimdiki insanlara telkin etmek, ciddi zarar verir. Nasıl ki teşbihat ve temsiller, havassın elinden avamın eline ve ilmin elinden cehlin eline girse, hakikat telâkki edilir. (Hâşiye) Öyle de: Vahdet-ül vücud mes’elesi gibi hakaik-ı ulviye, ehl-i gaflet ve esbab içine dalan avamlara girse, tabiat telâkki edilir ve üç mühim zarar verir:Birincisi: Vahdet-ül vücudun meşrebi, Cenab-ı Hak hesabına kâinatı âdeta inkâr etmek iken; avama girdikçe, gafil avamlara, hususan maddiyyun fikirleriyle âlude olan fikirlere girdikçe, kâinat ve maddiyat hesabına uluhiyeti inkâr yoluna gider.İkincisi: Vahdet-ül vücud meşrebi, mâsivâ-yı İlâhînin rububiyetini o derece şiddetle reddeder ki, mâsivâyı inkâr ve ikiliği ref’ediyor. Değil nüfus-u emmarenin, belki herbir şeyin müstakil vücudunu görmemek iken, bu zamanda fikr-i tabiatın istilâsiyle ve gurur ve enaniyetin nefs-i emmareyi şişirmesiyle ve âhireti ve Hâlik’ı bir derece unutmak cihetiyle; bazı nüfus-u emmare küçük birer firavun, âdeta nefsini mabud ittihaz etmek istidadında bulunan insanlara vahdet-ül vücudu telkin etmek, nefs-i emmareyi el-iyazübillâh öyle şımartır ki, ele avuca sığmaz.Üçüncüsü: Tegayyür, tebeddül, tecezzi, tahayyüzden mukaddes, münezzeh, müberra, muallâ olan Zât-ı Zülcelâl’in vücub-u vücuduna ve tekaddüs ve tenezzühüne muvafık düşmeyen tasavvurata sebebiyet verir ve telkinat-ı bâtılaya medar olur. Evet vahdet-ül vücuddan bahseden; fikren serâdan Süreyya’ya çıkarak, kâinatı arkasında bırakıp nazarını Arş-ı Alâ’ya diken, istigrakî bir surette kâinatı ma’dum sayıp herşeyi doğrudan doğruya kuvvet-i iman ile Vâhid-i Ehad’den görebilir. Yoksa kâinatın arkasında durup kâinata bakan ve önünde esbabı gören ve ferşten nazar eden, elbette esbab içinde boğulup, tabiat bataklığına düşmek ihtimali var. Fikren Arş’a çıkan, Celâleddin-i Rumî gibi, diyebilir: “Kulağını aç! Herkesten işittiğin sözleri, fıtrî fonoğraflar gibi Cenab-ı Hak’tan işitebilirsin.” Yoksa, Celâleddin gibi bu derece yükseğe çıkamayan ve ferşten Arş’a kadar mevcudatı âyine şeklinde görmeyen adama, “Kulak ver, herkesten Kelâmullah’ı işitirsin.” desen, mânen Arş’tan ferşe sukut eder gibi, hilaf-ı hakikat tasavvurat-ı bâtılaya giriftar olur! L.)(Haşiye): Nasıl ki iki melâike, teşbihin sırr-ı münasebetiyle Sevr ve Hut tesmiye edilen, avamca koca bir öküz ve koca bir balık telâkki edilmiştir.”

Özetle:Varlıklara vücud vermemek;Allahın sıfatlarının tezahürünü kabul etmemektir,Kendi varlığını kabul ederken,yaratıcılığını,ustalığını,ortaya koyduğu sanatın hakiki değil de hayali olduğunu öne sürmek,maddeye uluhiyyet vermek,herşeyin O’ndan yani onun yaratmasıyla değil de,her şeyin O olduğunu kabul etmektir.

Her şeyin hayali olduğunu iddia etmek;dünya hayatındaki imtihanı kabul etmemek,iman ve amelin,namaz,oruç gibi ibadetlerin ve ahlakın bir neticesi olmadığını düşünmek,sonuç olarak ahireti kabul etmemek demek olup cennet ve cehennemin olmasını gerektirecek bir sonucun çıkmayacağını şuurlu veya şuursuz olarak ileri sürmek demektir.

Aynı zamanda peygamberlerin gönderilmesinin,kitapların inerek emir ve yasakların,dinlerin gönderilmesinin anlamsızlığına inanılmış olunmaktadır.

Tarih ve tarihi olaylar tamamen hayali olan bir rüya alemi gibi değerlendirilmeye çalışılmakta,koca tarih inkar edilmektedir.

İman ve marifet sırrıyla her şeyde bir birlik ve birin eserini olduğunu görmeyenler,uzun yollardan künganlarla,birçok çıkabilecek arızalarla su getirmeye benzer.Oysa okumasını bilenler her şeyin üzerinde adeta –Made in Allah- yani bu Allah yapımıdır diyerek O’nun varlığını ve sanatını görebilirler.

Bu arada şuna da değinmekte yarar vardır:Matrix adlı film büyük bir emekle hazırlandığı görünmektedir.Burada da işlenen belirli yanlışlar göze çarpmaktadır.Bunlar ise,

-Herşeyin bir rüya ve hayal olduğu,

-Görüşlerin ve görünenlerin hayali olduğu,

-Ahiret inancını zedeleyen,yaşanılan olayların daha önceden de yaşandığı,işte bunu görmüştüm,beklenen son,ben de burada bekliyordum,bu kaçınılmazdı,kendi sonunu kendi hazırladı ifadeleriyle adeta insana düşen,yapması gereken bazı şeylerin yapılmasının bile gereksiz ve zararlı sonuçlanacağına işaret edilmektedir.

-Üretilen Neo yani hayali,ışık ve enerjik bir güç ilahlaştırılmaktadır.

-Sevginin insan yapısından ziyade daha sonradan insan zekasının ürettiği bir olgu olarak kabul edilmektedir.

”İnsan öldükten sonra kabirden diri olarak çıkarılacak mıyım?der.O insan,daha önce kendisini hiçbir şey değilken yarattığımızı hiç düşünmez mi?”[17]

Yaratılma gibi hayat,ölüm ve diriliş hak olarak gerçekleşmiş ve devam edecektir.Sübutu olmayanın hakikatı olmadığı gibi,hakikatı olmayan sabit olmaz.

Mehmet ÖZÇELİK

25-02-2004

[1] Sözler.212.

[2] Varlıkların sabit birer hakikati vardır.Eşyanın hakikatı sabit ve gerçektir.

[3] “Onun benzeri hiçbir şey yoktur.” Şûrâ Sûresi, 42:11.

[4] Mektubat.384-385,Lem’alar.598.

[5] Age.385.

[6] Age.564-565.

[7] Age.565.

[8] Lem’alar.598.

[9] Age.598.

[10] Age.600-602.

[11] Age.635.

[12] Age.740.

[13] Mesnevi-i Nuriye.10 risale.

[14] Age.

[15] Age.Nokta.

[16] Muhakemat.

[17] Meryem.66-67.




KADERDEN ATILAN TAŞLAR

KADERDEN ATILAN TAŞLAR

Kader adildir,kader ilimdir,Allah zulmetmez,insan zulmeder.Kadere iman eden kederden emin olur.Kaderden atılan taşa itiraz parmağını uzatma.

Meczubun biri köylü çocuklarının kendisini sürekli bir şekilde taşlamasından dolayı muzdarip olmaktadır.Çocuklar bir yandan kendisiyle deli diyerek dalga geçerken,diğer yandan da korkutmak amacıyla kendisine taş atmaktadırlar.

Bu durumdan muzdarip olan deli köyü terk etmeye karar verir.Ve bir gün köyden ayrılır.

Yolda yürürken iki kişinin kavga ettiğini görerek aralarına girip ayırmaya çalışır.Ancak baş edemez.

Kavga neticesinde birisi tutar öbürünü öldürerek oradan kaçar.Meczub ise ölen kişinin başucuna eğilerek bir şeyler yapmaya çalışır ancak elinden bir şey gelmez.

Uzaktan bir şeylerin olduğunu fark eden köylüler koşarak gelir bakarlar ki meczubun eli kanlı ve ölen kişinin başında duruyor.Katil zannıyla bunu yakalarlar.Öldüren ise çoktan görünmezlere karışmıştır.

Yapılacak hiçbir iş olmadığı,durumun aleyhine dönmüş olmasından dolayı meczub idama mahkum edilir.İdama götürülürken ağlamaya başlar.Sebebini sorduklarında ise;kendisinin korkudan dolayı ağlamadığını ancak Allah’ın kader tarafından atmış olduğu küçük taşlardan kaçmış,kendi kayalarımın kafamı kırmasına göz yumduğuma ağlıyorum,demiştir.

Kaderi tenkid eden başını örse vurur,kırar.Kaderi tenkid etme.

Mehmet ÖZÇELİK

23-1-2004




KÖRLER ÜLKESİNİN GÖREN GÖZLÜLERİ

KÖRLER ÜLKESİNİN GÖREN GÖZLÜLERİ

Bir memlekette sihirli bir su vardır.Ondan içen herkes delirmektedir.Memlekette bulunan herkes o sudan içmiş ancak memleketin yöneticisi ve yardımcısı içmemiştir.Delilerin içerisinde akıllılar deli durumuna düşmüşlerdir.Son çare olarak bunlarda o sudan içmeye ve diğerleri gibi deli olmaya karar verirler ve diğerleri gibi olurlar.Artık rahatlamışlar,diğerleri tarafından da alaya alınmamaktadırlar.Bir farkla artık akılları yerinde değildir.

Deliler memleketi olurda hiç körler memleketi olmaz mı?Körler ülkesinde yaşayan görenler,körlerin yanında kendileri kör,körler gözlü durumunda kalmaktadırlar.Bu birkaç tane körde ya kendileri de diğerleri gibi kör olacaktır ki rahatlasın ve onlarla daha rahat bir ortamda anlaşabilsin veyahut da körleri tedavi etsinler.

Tanzimattan bu yana aydınlarımız hakikatı görememekte,kendi karanlık dünyalarında aramaktadırlar.İçlerinde bulunan birkaç gözü açık veya açık gözlü aydınlar onların içerisinde ya kaybolmakta veya dışlanmaktadır.

Hakkında çok şey söylenip yazılan aydınlarımızdan birisi de Cem Karacadır.Kendisiyle yapılan bir röportajda Tanrıyla barıştım ifadesini kullanmıştı.Olayı özetle şöyle izah etmekteydi:

Kendilerinin kendi kafalarında tasarladıkları bir tanrı tasavvuru içerisinde olduklarını yoksa gerçek manada bir inanma olarak inanmış olmadıklarını,genel olarak materyalist bir dünya görüşüne sahib olduklarını ifade etmekteydi.

Kendisi üzerinde Almanyada bir kadının şu sözünün etkili olduğunu söyler.Aslında bu söz Hz.Aliye aid bir sözdür.

“Eğer gerçekten sizin dediğiniz gibi Allah yoksa,ibadet yoksa bizim bunlara inanıp yerine getirmemiz halinde kaybedecek bir şeyimiz yoktur.Eğer var ise ki bir çok varlığının delilleri mevcuttur,işte o zaman vay sizin halinize…”

Çalkantılı yılların çalkantılı adamı…Arkadaşları tarafından döneklikle suçlansa da ömrünün sonunda kendisiyle kurulan diyalog,hoşgörü ve yaklaşımlar etkili olmuş,Yurt dışına sürülmesinden sonra Özalın girişimleriyle tekrar memleketine dönmüştür.

Sol kesimin başlangıçta sahiblendiği bu insan,hayatının sonunda onlardan farklı olarak kopardığı toplumla olan bağlantısını tekrar bağlama yoluna girmekteydi.Bunun tezahürüdür ki,öldüğünde cenazesinin alkışlarla değil de tekbirlerle kaldırılmasını vasiyetinde belirtmişti ve öyle de oldu.

Kendisi bu millete yönelince,millette ona yönelmiş,onu tekbir ve rahmetlerle uğurlamıştı.Bu millet kendisine sırt çevirene de sırt çevirmesini bilmektedir.

Barış Manço gibi insanlar bunu da ölümünden sonra ancak anlamaya çalışıyorlardı.

Bir kısmıda dönek olarak ithamda bulunuyordu.Nitekim Nazım Hikmetten şiirlerin okunacağı bir geceye Karaca çağrılmıyor, sebeb olarak da şöyle deniyordu:”Ezan okuyan insanın Nazım Hikmet okuması bana ters geliyor.Bölünmüş,parçalanmış bir sol ortamda baktı ki yaşayamayacak,hem ezan hem Nazım okumaya başladı.Bu benim için oportünizmdir.Cem karaca dönektir.”[1]

O her şeyin moda olduğu dönemde solun sanatçısı olarak sanata başlamış,hayatının sonunu da milletin sanatçısı olarak bitirmişti.

Kendisiyle yapılan bir röportajda:”Ezanın Türkçe okunmasına ne diyorsunuz?”sorusuna olumsuz cevap verirken şunları da söylemişti:”Bir kere,sabah ezanının hele güzel okunduğu takdirdeki güzelliği Türkçe okunduğunda aynı huşu hissini insanlara verecek mi,vermeyecek mi?Sabah ezanları bana özellikle çok dokunur.Sabaha doğru Beyoğlu’dan dönerken,kafalar hafif kıyak,orada şöyle bir ezan okunuyor ki,insan bir iç hesaplaşmaya giriyor.”[2]

Onun son sözü onun hakkında son hükmüde veriyordu:

“Dervişanız’Hak dost’deriz

Dercişanız dervişan

Allah yar,yar

Bu can emanet bedebe

Sonunda sarılır kefene

Allah yar,yar

Yol bir,akıl bir

Bak da görebil

Sev,korkma sakın

Rab sana yakın

Allah yar,yar

Üç var,yedi var

Oniki var,kırk var

6666 inen var

Allah yar,yar.”

Allahdan kendisi için rahmet diliyor,yarıyla yar olsun.

Bu asrın toprağında tanelerin her biri bir tarafa dağılmış;arpa-buğday birbirine karışmış,bu durumda iyi bir sentez ve analiz gerek…Saçılan tanelerin bir araya getirilip toplanması gerek…

Yapılan itiraflar ve geçen zamanlar en büyük müfessir olup hakikatları tefsir ve izah ediyor.

Hasan Cemal:”Kimse kızmasın kendimi yazdım”eserinde ifşaatlarda bulunurken,bir siyasi partinin fikir babalığını yapan Ali Bulaç’da büyük bir dönüşle yeni bir çizgi ve yeni bir cemaat kendisi için çiziyordu.

Diğer taraftan,”İslamcı yazar Mehmet Metiner’in ‘‘Ben değiştim’’ diyerek yaptığı özeleştiri, İslamcı köşe yazarlarının büyük tepkisini çekti. “[3]haberi de bir dönemin muhasebesini gündeme getiriyordu.

Yıllardır içerisinde bulunduğu siyasi partideki özellikle Akıncılar derneğinde faaliyetlerinin sertliğe yönelik olduğunu ifade ve ifşa ediyordu.Heykelleri yıkma düşüncesinde olduklarını,cihad ile devlete sahib olmaya çalıştıklarını,Taliban kafalı olup,şeriatı devlet eliyle gerçekleştirmek istediklerini söylüyordu.Din üzerinden siyaset yapmanın artık yanlış olduğunu anlamış olduğunu,din devleti kurma isteğinde bulunduklarını,Humeynicilik ve İran devrimini alkışladıklarını ifade ediyordu.

Bütün bu ifadelere rağmen,kendisini de dönek olarak nitelendirmelerine rağmen gene de kendisinin televizyondaki konuşmalarından durulma çabası içerisinde olmakla beraber daha durulmadığını,kendi iç dünyasındaki hesaplaşmanın tam bir netliğe kavuşmadığını da ifadelerinden anladım.

Bizler yıllarca yani 30 yıldan fazla süren bir zaman sürecinde hep söyledik;Siyaset yolu ile sağlıklı ve köklü bir hizmet yapılamaz.Gerçek hizmet halkın inanç yönünden birebir mükemmelleştirilmesi,dünyevi tüm menfaat ve bağlardan azade olarak ihlasla ve samimiyetle dine hizmet edilmesidir.

Zira doğrudan dine hizmet,siyasetler üstü bir siyasettir.

Siyasetin çirkin yüzünden ve neticesindendir ki Bediüzzaman;şeytandan kaçar gibi siyasetten kaçmış,siyaset yoluyla dine hizmet etmeyi asıl maksad yapmamıştır.Ve zamanda onu her yönüyle tasdik etmektedir.

Mehmet ÖZÇELİK

18-03-2004

[1] Yeni şafak.A.Kekeç.11-02-2004.

[2] Yeni Şafak.10-02-2004.

[3] Hürriyet.9-2-004




K O M P LO L A R

K O M P LO L A R

Komplo diğer adıyla bir tarafın kendi menfaatı için yapmış olduğu plan ve proje.Bu karşı tarafın zararına olabileceği için menfi yönde kullanılmaktadır.

Komplolar her devlet için uygulanabildiği gibi özellikle güçlü olanların kendi güç kontrollerini isbat etmek amacıyla sık baş vurdukları yollardan ve verdikleri göz dağından ibarettir.

ABD’nin yeni Dünya Düzenini oluşturmada,BOP yani Büyük Ortadoğu planının gerçekleşmesinde önemli ve ileriye dönük komploları vardır.

ABD dışişleri bakanı Rice’ın ifadesiyle;22 İslam devleti düzenlenecek.Bunlar ister demokratik usulle,ister saldırılarla.

Demokratik usul dediği de;ABD Başkanı Bush-un ifadesiyle;İran halkını Tahran yönetimine karşı kışkırtırken,Suriyeyi terörist,Mısır ve Suudi Arabistanı da demokratik reformları yapmada gecikmekle suçlayarak bir girişimde bulunmakta ve tehdit etmektedir.

Irak’a demokrasi getireceğini söyleyen ABD,İsrailin güdümünde,bir yandan da Türkiye gibi ülkeleri cezalandırıp başka uğraşacakları ve başlarını kaşıyacakları bir zaman bulmamaları için,nitekim daha önce de 20 yıl PKK illetiyle meşgul edildiği gibi,bugün de Kürt devleti kurma komplolarıyla uğraşmakta ve uğraştırmaktadır.

Ve bunu yaparken de bir eğlence ve zevk olarak yapmaktalar.Nitekim Amerikalı general Mattis,Afaganistan ve ırak’ta insan öldürmenin çok eğlenceli bir şey olduğunu söylemektedir.

200 kişilik bir paneldeki konuşmasında;İnsanları ‘Zımbalamanın’eğlenceli olduğunu söyleyerek,Iraktaki direnişçiler konusunda da;”Gerçekten de savaşmak çok eğlenceli bir şey,İsrafilin Sur’u gibi.İt dalaşını seviyorum.”

Afganistan konusunda da;”Eğer afganistana giderseniz,erkeklerin örtünmediği için 5 yaşındaki kız çocuklarını bütün güçleriyle tokatladığını görürsünüz.Ben bu gibi adamlarda zerre kadar insanlık olmadığı düşüncesindeyim.Bu yüzden de böylelerini öldürmek çok eğlenceli oluyor.”[1]

Bu küstahca sözünden dolayı ceza almadığı gibi,askerlik psikolojisi olarak normal görüldü.İşte batının komplo teorileriyle gerçekleştirdikleri.İnsanlık yapma bahanesiyle insanlık dışı davranışlar.

Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek…

5-Şubat-2005 günü Flaş tv-de yapılan komplo teorileri üzerine 5,5 saat süren bir faydalı konuşma yapıldı.Ancak bunun büyük çoğunluğunu Eşref Bitlis Paşanın uçağının buzlanma sonucu düşerek 6 kişinin şehid olması konusu üzerine kilitlendi.

17-Şubat-1993 yılından beri süregelen bu olayın bir komplo olduğu genel bir kanaat olarak belirlendi ve de belgelendi.Özetleyecek olursak;

Olayı araştıran Emekli Hakim K.K.K. askeri başsavcısı Hakim Albay Yüksel Ferah,kendisine sunulan raporda yüzde altmış buzlanma,yüzde kırk teknik hata derken,savcı sonucu ilk defa söylenen,yüzde doksan pilottan kaynaklanan pilotaj hatası,yüzde on buzlanma olarak karara bağlıyor.

Konuşmanın genelinde görülen durum şu oldu;Karar isabetli alınmamış,tüm yönleriyle araştırılmamış,teknik bilgisine danışılanlardan gerekli sonuç çıkarılmamıştır.

İTÜ ve ODTÜ’den altı,toplamda 9 kişiye danışılmış.Onlardan biri olup konuşmaya katılan İTÜ Prof-u Ahmet Nuri Yüksel,kendilerinin kendilerine sunulan sınırlı bilgi isteme sorularına,olayın kesinlikle ve ismi gibi bilerek buzlanmadan ve sonundaki uzun kararında da bunun içerisinde sabotaj ihtimalinin göz önünde bulundurulması gerektiği yönünde beyanatta bulunduklarını söylemiştir.

Savcı ise ilk defa kesinlikle buzlanmadan kaynaklanmadığın söylmekte ve raporu o yönde verdiğini bildirmektedir.Tüm teknik elemanlar ise buzlanma sonucunu öne çıkarmaktadır.

Uçak 17-Şubat-1993,saat 12-19’da kalkıyor,12-22’de tecrübeli ve ABD’den getirilen Yaşar Evian tarafından 3 dakika sonra Motorda bir anormallik olduğu söyleniyor,12-26’da radardan kaybolup birkaç dakika içerisinde düşüyor.

Söze katılan şahitler motorun havada yandığını söylerken,raporda düştükten sonra olduğu belirtiliyor.

Belgelere göre Savcının soruşturmayı yaparken,üzerinde büyük bir baskı olduğunu söylüyor.

ABD’den gelen heyet uçakta bir şey olmadığını söylüyor.Uçak düştükten sonra geç gelindiği,bazı parçaların,motor gibi değiştirildiği söylentileri olayın komplo ihtimalini arttırıyor.

Uçağın inerken değilde,çıkarken düşmesi,pilotun motordan bir ses geldiğini söylemesi,yapılan motorun bazı perdelerinde çizikler olduğu,oysa bu çiziklerin olabilmesi için bin derecede bu işlemin yapılmasının gerektiği…

Özellikle ve özellikle,bir aydan fazla orada nöbet tutan askeri subay nöbetçisinin,bir gün önce geceden bir binbaşının gelerek girmemesi gerektiği halde ve yasak olmasına,şimdiye kadar böyle bir şey olmamışken,Uçak Hangarına girdiği komplo ihtimallerini arttırmaktadır.

İhmallerde söz konusudur.Uçakların kalkmadan önce dona karşı alkollemelerinin yapılması ki,bunun olmadığı veya çok önceden yapılmasından dolayı muteber olmadığı veya motorun değil de pencerelerinin buzlanmasını engellemek için alkolleme yapıldığıdır.Bu da motorun ve pervanelerinin buzlanmasına neden olmaktadır.

Şehid olan 2.pilotun ablası ise,alkollenme olmadığını söylemiştir.

Savcının ifadesine göre,Paşanın 3,5 saat geç gelmesine rağmen,motorun sürekli çalışma halinde olduğu söylenirken,orada bulunan görevli yetkilinin öyle olmadığını söylemesi,çelişkili ifadelerle komplo ihtimalini arttırmaktadır.

Eşref Bitlis PKK konusunda hassas ve üzerine giden bir kimse idi.Oda Tıpkı Pakistan Devlet Başkanı Ziya-ul Hak gibi bir komplo kurbanı oldu.

Komplo kurbanlarından;Genel kurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu çadırında neden silahlı saldırıya uğradı?

Genel Kurmay Başkanı Doğan Güreş,bir er tarafından kahvesine zehir konularak neden zehirlenmeye çalışıldı?

Başbakan Turgut Özal,konuşma anında neden öldürülmek istenip,parmağından bir kurşun sıyrığıyla kurtuldu.Ölümü ise yine bir zehirlenme olayı ile bitirildi.

Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat bir ay içerisinde hastalığı tesbit edilmeyip neden zehirlenmeye kurban edildi.

Geçmişe doğru;Peygamberimiz zehirlenmeye çalışıldı,Fatih Sultan zehirlendi,Bediüzzaman Said nursi 19 kere zehirlendi.

Faili meçhul cinayetler ise bütün bu komploların düğüm noktaları.Düğüm noktası bilinen Susurluk kazası bir türlü neden aydınlatılmadı.

Eğer aydınlatılırsa;Derin devlet tehlikeye mi girer?Eşref Bitlisin ki gibi,anlaşılır ve bilinirse birileriyle savaşa mı girilir?

Asker asıllı olan Yeşil Kim?Nerede?Ne yapmakta?

Uğur Mumcu’nun failleri bulunmamakta ve bulunacağa da benzemiyor.Çünki oda bir karanlığa ışık tutmuştu.İşte bir örneği;

26-Eylül-1992 tarihli –Hizbulkontra!-başlığı yazısında“Songünlerde güneydoğuda işlenen cinayetlerin arkasında kimler var?Bir sava göre’Hizbullah’.Bu savın sahipleri,Hizbullah örgütünün devlet tarafından desteklendiğini,bu cinayetlerin’Kontgerilla’ örgütünce planlandığını,”Hizbullah’adlı İslamcı örgütün bu amaçla kullanıldığını da ileri sürüp,bu örgüte”Hizbulkontra’adını takıyorlar…’Kürt Hizbullahı’özellikle son bir yıldır PKK’ya karşı saldırılar düzenliyor.Bu saldırılar,devlet içindeki örgütler,örneğin”Kontgerilla’olarak bilinen eski adı’Özel Harp Dairesi’ tarafından destekleniyor mu?Bunu bu gün için bilmeye ve yazılı belgeye dayanarak kanıtlamaya olanak yoktur.Bazı devlet görevlileri ile bu tür örgütler arasında hiyerarşik düzen içinde ve emir-komuta ile değil,12 Eylül öncesinde kanıtlandığı gibi bireysel ilişkiler de kurulabilir.12 Eylül öncesinde kurulan bu ilişkilerin bir kısmı yazılı belgelere dayanılarak kanıtlanmış ve ilişkiler bu köşede yayımlanmıştı.Ancak bu ilişkilerin devletin hangi tepe noktasına ulaştığı ise bir türlü anlaşılamamıştı.Bugün,hükumetin başta Musa Anter cinayeti olmak üzere bölgede işlenen bütün cinayetleri tek tek aydınlatması gerekir.Bu cinayetler aydınlanmaz ve bu saldırılar da böyle sürüp giderse devlet,haklı ya da haksız,yanlış ya da doğru bu tür suçlamalardan kurtulamaz.”[2]

Nitekim öyle de olmaktadır.

9-Şubat-1997 PKK itirafçısı Murat Demir kendisiyle yapılan röportajda Radikal gazetesi muhabirine şunları söylüyor:”İlk başlarda Hizbullah diye bir örgüt yoktu.Hizbullah adını 1992’nin sonuna kadar biz kullanıyorduk.Daha sonra gerçekten Hizbullah-PKK çatışması oluşturmuşturk.Fikir Yeşil’den çıkmıştı.Fakat Yeşil,bir süre sonra Hizbullahı denetleyemez oldu;örgüt,Batman ve diğer yerlerde bağımsız eylemler koyup kızlara,kadınlara saldırdı.”[3]

Komplo uzmanı Emin Gürsesin beyanı üzere;Bir batılı bizimkilere yaptığı teklifte,bir kürt milliyetçiliğinin oluşacağını,bunları şimdiden ortaya çıkarıp tasfiye ile tesirlerini azaltabileceğini söylemesi üzere,bunlara şiddet uygulanıyor,dağlara kaçıyor ve zaman içerisinde kontrol güçlüğü çekiliyor.

Yıllarca onlar silahla ve yiyecekle dağlarda beslendi

İşte incirlik ve İşte Çekiç Güç..altı ayda bir sürekli süresi uzatıldı.

Ceviz Kabuğunda bir Radar Binbaşısı itirafında;İncirlikten atış eğitimi yapmak için Konyaya gitmek üzere kalkan dört Çekiç Güç uçağından,Konyaya haber verdiğimizde ikisinin oraya gittiğini,ikisinin ise nereye gittiğinin bilinemediğini ve bizim radarlarımızın bunu tesbit gücünün olmadığını ifade etti.

Bir arada Apo’nun askerlerimiz tarafından köşeye kıstırılmasına rağmen,gelen bir emirle geri bırakılması komplonun boyutlarını göstermektedir.

Radar binbaşısının bunu açıklar diğer bir ifadesinde de;kendisinin görevli olduğu ve Aponun Suriye/Şamdan kalkışını gelen yazıyla kontrolü sırasında,Gaziantep tarafına Şamdan kalkıp Rusya/Soçi’ye gitmekte olan bir haberi başka birimdeki diğer bir subaya bildirmesine rağmen,onunda üstlerinin emri üzerine indirmeye ve soruşturmaya yetkilerini beyanı üzerine hava alanlarımızdan rahatlıkla geçiyor ve birkaç gün sonra Apo bizim elimiz karışmadan,başkalarının becerisiyle!!yakalanıyor.

Kenan Evren’de ihtilal yapmadan önce aşrtların olgunlaşmasını beklediklerini ifade ve itiraf etmiştir.

Şartlar olgunlaştırılıyor.Çünki komplo öyle işliyor.

Bugün tüm askeri cihazlarımız ABD ve diğer batılı ülke bağımlısı.Rahatlıkla uçaklarımız ve diğer cihazlarımız kontrol edilebilir.

ABD Irak’a kimyasal silahlar araştırması yapmak üzere gittiklerinde;araştırıcıların bilgisayarlarına kaydettikleri bilgiler,anında ana merkezde yer tesbiti yapıp,yarım saat içerisinde orası bombalanıyor.Bugün ABD aynı yöntemi o bahane ile İrana uygulamaya çalışmaktadır.

Şu an ABD’de yerli ABD’lilerden ziyade belli gurupların atı cirit atmaktadır.

Şimdilerde de bütün hedef yüz sene önce olduğu gibi;Musul-Kerkük üzerine dönderildi.Hesaplar oraların üzerinden yapılmaktadır.Petrolü bol bir İsrail gibi çıban başı Kürt devleti…Artık kimse İsraille uğraşmayacak,Kürt devleti ve Kürtlerle uğraşacak.PKK’nın genişleyen yeni alan ve komplosu…

Bizde de bir sarstı.MSP-RP-Fazilet’in uzun yılar devam eden misyonu devre dışı bırakıldı.

ANAP devre dışı bırakıldı.

MHP bitirilme noktasına getirildi.

CHP uyarılarak bitirilmeye çalışılıyor.

DYP’ye bakmak üzere kenarda yer veriliyor.

AKP’den bir şeyler koparılmaya çalışılıp,uyumlu bir görüntü veriliyor.

Beklenilen yeni senaryo ve göz dağları.

Belkide yine gelebiliriz..bekleyiniz…

-9-5 şiddetindeki Güney Asya depremi olup,Endonezya,Hindistan,özellikle Açe’de 400 belki de daha fazla insan ölünce,daha önemlisi bazı yerlerin coğrafyadansilinmesiyle,ilk ortaya atılan bir komplo olduğu yönünde idi.

Acaba ABD’nin bir hesabı mı vardı?

Çünki ABD 1992’de 1054 nükleer deneme yapmış,bunun 839-unu yer altında yapmış,Fransa ise 167 deneme yapmıştır.

Yine böyle bir denemenin tetiklemesi üzerinde duruldu.

Nitekim bizdeki Gölcük/Sakarya depremlerinde de buna benzer senaryolar hiç de yabana atılacak senaryolar değillerdi.

Deprem teknolojileri üzerine yapılan araştırmalar yıllardır devam etmekte,elektromanyetin silahlar varlığın korumuş olup,bunlarda 1976’da yasak silahlar kapsamına alınmıştır.

Artık silahla ve okla savaş epey geri kalmıştır.Ta 1970’lerin sonlarında çıkan bir haberde;Rusların labaratuvarlarda mikrop üreterek bunu biyolojik silah olarak kullanmayı sürdürdüğünü bildirmekteydi.

Artık ucuz ve etkili silahlar kullanılmaktadır.

Nice komplo denilen şeyler zaman içerisinde gerçek olarak çıkmıştır.Bize göre komplo,başkalarına göre görev ve planın uygulanması,devlet ve vatandaşlık görevi…

MEHMET ÖZÇELİK

06-02-2005

[1] Yeni Şafak gazetesi.4-Şubat.2005.

[2] Zaman Gazetesi.18-Şubat.2001.

[3] Agg.18-1-2001.




İ N S A N – KADIN – AİLE

İ N S A N – KADIN – AİLE

İnsan yaratılıştan sorumlu bir varlıktır.”İnsan başıboş bırakılacağını mı zanneder.”Yani insan,ipi boğazına sarılıp istediği yerde otlamak üzere başıboş bırakılmış bir varlık değildir.

İnsan başıboş değil,önemli bir vazife ile vazifelendirilerek bu dünyaya gönderilmiştir.Bunlar;kendine,ailesine,topluma,Allah’a karşı sorumluluklar olarak ele alınabilir.Sorumluluk bir kişinin değil,insanlığın sorumluluğu.Başlı başına insanlık kapısından giren herkes o sorumluluğu otomatikman yüklenmiş durumdadır.

Cenab-ı Hakkın yerlere,göklere ve dağlara yükleyipte kaçındıkları,tahammül edemedikleri bir yükü yüklenen varlıktır insan.

Problemler sorumlu olmaktan değil,sorumluluğunu yapmamaktan kaynaklanır.Farklı sorumlulukta olan insanların sorumlu oldukları alandaki sorumluluklarını yerine getirmemekten kaynaklanır.

İnsanlar sorumluluklarını yüklendikleri ölçüde mükafat ve cezaya çarptırılmaktadırlar.

Ortaya çıkan tüm güzellikler sorumluluğu yerine getirmenin bir sonucudur.Tıpkı kurtlu meyve gibi,ortaya çıkan tüm virüs ve mikroplar da sorumsuzluğun ürünüdür.

Tüm hak ve hukuklar,cezalar sorumluluğun yerine getirilmesi içindir.En bedevi kavimler dahi sorumluluğun gereği olarak kurallara göre hareket ederler.

İnsanlar Allahn huzuruna bu sorumluluk içerisinde varacaklardır.

Sorumluluklar Kur’an-da sıkça dile getirilmektedir.

Tıpkı islamın beş temel esası gibi şu beş sebebin yerine getirilmesi için bu sorumluluk ve yasaklar konulmuştur:

-Günah,gıybet gibi yasaklarla Dinin,

-İçki ve uyuşturucunun yasaklanmasıyla Aklın,

-İntiharın yasaklanmasıyla Canın,

-Zinanın yasaklanmasıyla Neslin,

-Hırsızlık ve rüşvetin yasaklanmasıyla Malın korunması amaçlanmıştır.

Temel uçağa binmiş gidiyormuş.Herkesde bir telaş ve gayret.Dursun duramamış ve sormuş;

-Temel sen niye bir şeyler yapmıyorsun?diye sorduğunda Temel;

-Uçak senin midur da,ne yapacaksın?der.

Sorumluluğu yerine getirmemek dünya uçağının dahi düşmesine neden olabikir.

Hadis ve Kur’an-da aşırıya gidenlerin ateş ehli oldukları bildirilmektedir.[1]

Büreyde (ra)dan:

( Allah rasulü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:)

“Allah,Âdemi cennetten çıkardığı zaman,ona cennet meyvelerinden azık verdi.Ona her şeyin sanatını öğretti.Bu (yediğiniz) meyveleriniz cennet meyvelerindendir,ne var ki değişmiştir.O (cennet meyvesi) ise değişmez.”[2]

-Ömer (ra)dan:

“Süleymanoğullarından bir bedevi (iri) bir keler avlayıp yenine koyarak Peygamber sallallahu aleyhi ve selemle geldi ve şöyle dedi:

‘Ey Muhammed!Hiçbir kadın senden daha yalancıve kusurlu bir çocuk doğurmamıştır.Eğer Arapların benim için amma da aceleciymiş demesinden çekinmeseydim,seni öldürürdüm.Hem de hemen.’

Ömer dayanamadı ve şöyle dedi:’Ey Allah resulü!Bırak da şunun boynunu vurayım.’Bunun üzerine Allah resulü sallallahu aleyhi ve selem şöyle buyurdu:

“Yumuşak huylu insanın nerdeyse peygamber olmaya aday olduğunu bilmiyor musun?”

Sonra adama sordu:

“Ey bedevi!Meclisimde saygısızlık edip bu asılsız sözü neden söyledin?”

‘Lat ve Uzaya yemin ederim ki,şu keler sana iman etmedikçe ben de sana iman etmem.’

Bunun üzerine Allah resulü sallallahu aleyhi ve sellem kelere sordu:

“Ey keler!Kime tapıyorsun?”Keler fasih bir arapçayla:

‘Lebbeyk ve sa’deyk ya rasulallah!Ben,semada arşı,yerde saltanatı,denizde yolu,cennette rahmeti,cehennemde azabı bulunan Allah’a ibadet ederim.’

“Peki ben kimim?”

‘Sen alemlerin rabbi olan Allah’ın resulüsün.Peygamberlerin sonuncususun.Seni doğrulayan kurtulur;seni yalanlayan mahvolur’diye cevab verdi.

Bunun üzerine bedevi büyük bir aşk ve heyecanla:”Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur.SenAllah’ın hak peygamberisin.Vallahi sana geldiğimde yeryüzünde en nefret ettiğim kimse sen idin.Ama şimdi seni kendimden ve çocuklarımdan daha çok seviyorum.Kıllarımla,derimle,içimle,dışımla,gizlim ve açığımla sana inandım.’Hadis devam ediyor.

Onda ayrıca şöyle geçmektedir:”O,bunu kendi kavminden bin kişiye anlattı,hepsi de gelip Müslüman oldular.”[3]

ÂİLE

-Nadre b.Eksem radıyallahu anhdan:Dedi ki:

“Kızlar(bâkire) diye bir kadınla evlendim,zifafa girdiğimde hamile olduğunu anladım.Peygamber sallallahu aleyhi ve selem buyurdu:

“Fercinden faydalandığın için mehir vereceksin.Çocuk(doğduğunda)senin kölen olur.”

Sonra bizi ayırdı ve şöyle dedi:

“Doğumdan sonra ona şer’i cezayı uygulayın.”[4]

-Ümmü Atiye (ra.ha)dan:

“Bir kadın,Medine’deki kızları sünnet ederdi.Peygamber sallallahu aleyhi ve selem şöyle dedi:”Derin kesme,çünkü bu,kadın için daha zevk verici,koca için daha makbuldür.”[5]

-Rezin’in lafzı:

“Kızları sünnet ederken üstten kes,derin kesme.Zira bu,yüz için daha aydınlık,koca için de daha haz vericidir.”[6]

-Ali (ra)dan:

( Allah rasulü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:)

“Âdem’den beri annem babam beni doğuruncaya kadar hep nikahtan (meşru ilişkiden) geldim,sifahtan (zinadan)değil.”[7]

[8]-İbni Abbas (ra)dan:

( Allah rasulü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:)

“Ben cahiliye hayasızlığından değil,İslam nikahı gibi bir nikah (meşru evlilik) ile dünyaya geldim.”

İbni Ömer (ra)dan:

“O halde tarlanıza nasıl isterseniz öyle gelin.”(Bakara.223)(Yani meşru yoldan olmak kaydıyla) kişi hanımı ile arka taraftan da cinsi ilişkide bulunabilir.

El-Humeydi dübür ile fercin kasdedildiğini söylemiştir.[9]

-İmam Malik:

Bana ulaştığına göre Hz.Ali Allah’ın:”Karıkocanın aralarının açılmasından korkarsanız,erkeğin ailesinden bir hakem,kadının ailesinden de bir hakem gönderin.Eğer bunlar ıslah etmek isterlerse,Allah da onların aralarını buldurur.Çünki Allah,alimdir,Habirdir.”buyruğunda(Nisa.35) geçen iki hakem hakkında şöyle dedi:”Allah,bu iki hakeme hem ayırma ve hem de birleştirme yetkisi vermiştir.”[10]

-Öncekilerin yolunun takib edileceği,öyle ki onlar annelerine yaklaşmış iseler,bunlarda yaklaşacaklar…[11]

-Ayette:”Kocası hakkında seninle tartışanın sözünü Allah duymuştur.”[12]

-Âişe (r.anha)dan: ( Allah rasulü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:)

“Bu ümmetin sonunda,yere batış,maymun ve domuza çevriliş ve taşlanma vukua gelecektir.”

Dedim ki:”Ey Allah Resulü!İçimizde Salih insanlar bulunurken helak mı olacağız?”

“Evet.Zina çoğalınca”buyurdu.[13]

Hukuken hayvanlar annelerine,insanlar babalarına tabidirler.

Aile;farklılıkların ortaklıklarından ibarettir.Mıknatısın çekme ve itmedeki dengesi,eşyayıda dengede tutacaktır.Ailedeki ortaklıklar farklılıklardan daha farklı ve çoktur.

Gençlik;his ile değil,danışma ve soruşturarak aklı esas almalıdır.Hiisine mağlub olan bir genç,hayatada mağlub düşer.

Çocuk;İlgi,sevgi ve alakaya muhtaç,çiçek gibi bakım isteyen hassas bir varlıktır.Ona verilemyen ondan istenilmez ve alınmaz.

Evlilik;geçici dünya hayatı itibariyle düşünülmemelidir.Ebedi ahiret hayatında da beraber olunulacağı düşünülerek aile hayatı değerlendirilmelidir.

Boşanma;tek çare değil,en son çaredir.Çaresizliklerin bittiği noktadan itibaren başlar.

Aile kavgaları müzminleştirilmemelidir.Taşların oturuması için sürtünme ve aşınmanın olması kaçınılmaz bir gerçektir.Anlayış çerçevesinde sürdürülmelidir.

Cennetten çıkartan fuhuş,haram meyveden yemeleriyle fıtri libasları çıkmış,çıplak kalmışlardır.Fuhuş,hayasızlık,sefahet cennete girmeye mani,cennettende ihraca sebebtir.

Kur’anda aile ve kadın ile alakalı olarak buyurulmaktadır:

“Ve ey Adem, zevcenler birlikte cennete yerleşin, dilediğiniz yerden yiyin şu ağaca yaklaşıp da zalimlerden olmayın!” dedi.

“Derken şeytan, kendilerine örtülmüş olan ayıp yerlerini açmak için ikisine de vesvese verdi ve: “Rabbiniz size bu ağacı yalnızca birer melek olmamanız yahut ölümsüzlüğe kavuşmamanız için yasak etti.” dedi.

Ve: “Ben gerçekten sizin iyiliğinizi isteyenlerdenim.” diye ikisine de yemin etti.

Bu şekilde onları kandırıp sarktırdı. Bunun üzerine o ağacın meyvesini tattıklarında, ikisine de ayıp yerleri açılıverdi ve üzerlerini üst üste cennet yapraklarıyla yamamaya başladılar. Rableri onlara: “Ben size bu ağacı yasaklamadım mı, haberiniz olsun bu şeytan size açık bir düşmandır, demedim mi?” diye seslendi.

Onlar: “Rabbimiz, biz kendimize zulmettik; eğer Sen bizi bağışlamaz, bize merhamet etmezsen kesinlikle hüsrana uğrayanlardan oluruz.” dediler.

Allah: “Kiminiz kiminize düşman olarak ininiz! Size bir süreye kadar yeryüzünde yerleşmek ve bir nasip almak var kaderinizde.” buyurdu.

Ey Adem oğulları, size çirkin yerlerinizi örtecek ve süs olacak giysi indirdik; fakat takva elbisesi hepsinden hayırlıdır. İşte bu, Allah’ın ayetlerindendir. Gerek ki, düşünüp ibret alırlar.

Ey Adem oğulları, şeytan nasıl ki, anne-babanızı çirkin yerlerini kendilerine göstermek için cennetten çıkardıysa sakın sizi de belaya uğratmasın! Çünkü o ve yandaşları sizleri, sizin kendilerini göremeyeceğiniz yönden görürler. Biz, o şeytanları imana gelmeyenlerin dostları kılmışızdır.

Onlar bir edepsizlik yaptıkları zaman da: “Atalarımızı böyle bulduk ve bize bunu Allah emretti.” derler. De ki: “Allah, edepsizliği emretmez. Bilmediğiniz şeyleri Allah’ın üzerine mi atıyorsunuz?”

De ki: “Rabbim adaleti emretti. Her mescitte yüzleriniz doğru tutun ve O’na dininizde samimi olarak ibadet edin! Sizi ilkin O yarattığı gibi yine O’na döneceksiniz.

O, bir kısmını doğru yola iletti, bir kısmına da sapıklık hak oldu. Çünkü onlar, Allah’ı bırakıp şeytanları dost edindiler. Bir de kendilerini doğru yolda sanırlar.

Ey Adem oğulları, her mescide gittiğinizde süzünüzü tutunun, yiyin, için; ancak israf etmeyin, çünkü O, israf edenleri sevmez.

De ki: “Allah’ın kulları için yarattığı zineti ve temiz hoş rızıkları kim haram etmiş?” De ki: “Onlar, kıyamet gününde sadece kendilerinin olmak üzere, dünya hayatında iman edenler içindir.” İşte bu şekilde ayetleri, ilim sahibi olanlar için ayrıntılarıyla açıklıyoruz.

De ki: “Rabbim, ancak açık, gizli bütün hayasızlıkları, her türlü günahı, haksız yere isyanı ve Allah’a, hiçbir zaman bir delil indirmediği herhangi birşeyi ortak koşmanızı ve Allah’a bilmediğiniz şeyler yakıştırmanızı yasakladı.”[14]

“Hanım gerçekten ona niyetini kurmuştu, eğer Rabbinin açık delilini görmeseydi o da ona kurmuş gitmişti. Biz ondan kötülüğü ve fuhuşu uzaklaştıralım diye, böyle oldu. Gerçekten o, Bizim ihlasa mazhar edilmiş has kullarımızdandır.”[15]

“Allah size evlerinizden bir huzur ve dinlenme yeri yaptı. Hayvanların derilerinden gerek yolculuğunuzda ve gerekse konaklama zamanlarınızda kolayca taşıyacağınız hafif evler (çadırlar v.s.) ve yünlerinden, yapağılarından ve kıllarından bir süreye kadar (giyinecek, kuşanacak, serilecek ve döşenecek) bir eşya ve ticaret malı yaptı.

Allah, yarattığı şeylerden sizin için gölgeler yaptı; size dağlardan siperler yaptı; sizi sıcaktan koruyacak elbiseler ve sizi savaşta koruyacak giysiler yaptı. Böylece O, samimi müslüman olasınız diye, üzerinizde olan nimetin! tamamlayacaktır.”[16]

“İşte onlara Adn cennetleri vardır; altlarından ırmaklar akar; orada altın bileziklerle süslenecekler; ince ve kalın ipeklerden yeşil elbiseler giyecekler; tahtlar üzerine dayanıp kurulacaklar. O ne güzel mükafat, ne güzel kurultay!”[17]

“Şüphesiz Allah iman edip yararlı iş işleyenleri, altından ırmaklar akan cennetlere koyacak, orada altın bilezikler ve inciler takınacaklar. Oradaki elbiseleri de ipektendir.”[18]

“Onlara Adn cennetleri vardır. Onlar oraya gireceklerdir. Orada altın bilezikler ve incilerle süsleneceklerdir. Orada elbiseleri de ipektir.”[19]

“İnce ve kalın ipekten elbiseler giyerek karşı karşıya (otururlar).”[20]

“Üstlerinde ince ipekten ve kalın atlastan yem yeşil elbiseler vardır; gümüş bileziklerle süslenmişlerdir. Rableri onlara tertemiz bir içki sunmaktadır.”[21]

“Nikah ümidi kalmayan oturmuş kadınların, bir zinet ile gösterişe çıkmamaları şartıyla çarşaflarını bırakmalarında kendilerine bir günah yoktur; ancak iffet adabınca sakınmaları kendileri için daha hayırlıdır. Allah işitendir, herşeyi bitendir.”[22]

“Ey peygamber, hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle, dış elbiselerinden (cilbablarından) üzerlerini sıkıca örtsünler! Bu, onların tanınmalarına, tanınıp da eziyet edilmemelerine en elverişli olandır. Bununla beraber Allah, çok bağışlayıcıdır, merhamet edicidir.”[23]

“Ve o dişiyi (Meryem’ i) de ki, o namusunu korudu da kendisine ruhumuzdan üfledik ve kendisiyle oğlunu alemlere bir mucize yaptık.”[24]

“Bir de iffetini pek sağlam korumuş olan Imran kızı Meryem’i (misal verdi). Biz ona ruhumuzdan üfledik; o, Rabbinin sözlerini ve kitaplarını tasdik etmişti ve içtenlikle itaat edenlerdendi.”[25]

“Onlar ki, ırzlarını korurlar.”[26]

“Ve onlar ki, apışlarını (ırzlarını) korurlar.”[27]

“Mü’min erkeklere söyle, gözlerini sakınsınlar ve ırzlarını (apışlarını) korusunlar. Bu, onlar için daha temizdir. Muhakkak Allah, bütün yaptıklarından haberdardır.

Mü’min kadınlara da söyle, gözlerini sakınsınlar, ırzlarını korusunlar: görünmesi zaruri olanların dışında zinetlerini açmasınlar ve baş örtülerini yakalarının üzerine vursunlar; zinetlerini, kocalarından veya babalarından yahut kayın babalarından yahut oğullarından yahut üvey oğullarından yahut kardeşlerinden yahut kardeş oğullarından yahut kız kardeş oğullarından yahut kendi kadınlarından yahut sahibi bulundukları cariyelerden veya uyuntu (şehvetten yoksun) erkek hizmetçilerden veya henüz kadınların şehvet uyarıcı taraflarından habersiz çocuklardan başkasına göstermesinler; gizledikleri zinetleri bilinsin diye ayaklarını da vurmasınlar. Ey mü’minler, hepiniz Allah’a tevbe edin ki, mutluluğu bulabilesiniz.”[28]

“Bütün müslüman erkekler, müslüman kadınlar, mümin erkekler, mümin kadınlar, itaat eden erkekler, itaat eden kadınlar, doğruluk yapan erkekler, doğruluk yapan kadınlar, sabreden erkekler sabreden kadınlar, mütevazi erkekler, mütevazi kadınlar, zekat veren erkekler, zekat veren kadınlar, oruç tutan erkekler, oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve kadınlar, Allah’ı Çok anan erkekler ve kadınlar yok mu, işte bunlara Allah bir bağışlama ve büyük bir mükafat hazırlamıştır.”[29]

“Eğer karı, koca arasının açılmasından endişeye düşerseniz bir hakem onun tarafından, bir hakem de bunun tarafından gönderin, bunlar gerçekten barıştırmak isterlerse Allah aralarındaki dargınlık yerine geçim verir, şüphesiz ki Allah bir alîm, habîr bulunuyor.”[30]

“Allah sizin tevbenizi kabul etmek istiyor. Halbuki şehvetlerine uyanlar ise, sizin doğru yoldan büyük bir meyl ile sapmanızı istiyorlar.”[31]

“Sonra bunların ardından öyle bir nesil geldi ki, namazı terkettiler, heva ve heveslerine uydular; onlar bu taşkınlıklarının karşılığını mutlaka göreceklerdir. (Cehennemdeki “Gayya” vadisini boylayacaklardır.)”[32]

“Haberiniz olsun ki Allah, size adaleti, iyi davranmayı ve yakınlara yardımda bulunmayı emrediyor; hayasızlığı, fenalığı ve azgınlığı yasaklıyor; dinleyip anlayıp futasınız diye size öğüt veriyor.”[33]

“Müminler arasında edepsizce sözlerin yayılmasını arzu edenler için dünyada ve ahirette acı bir azap vardır. Allah, onları bilir, siz bilemezsiniz.”[34]

“Ey iman edenler! Şeytanın adımlarını takip etmeyin. Kim şeytanın adımlarını takip ederse, şunu bilsin ki o, edepsizlikleri ve kötülüğü emreder. Eğer üstünüzde Allah’ın lütuf ve merhameti olmasaydı, içinizden hiçbir kimse temize çıkmazdı. Fakat Allah, dilediğini arındırır. Allah işitir ve bilir.”[35]

“Sana vahyedilen Kitabı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki namaz hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak elbette en büyük ibadettir. Allah yaptıklarınızı bilir.”[36]

AŞK VE VUSLAT:Sevgiliye,maşuka,okyanusa,fasl’dan asl’a,bütün koşturmacalar vüsul içindir.Usulsüzlükler vüsulü engellemektedir.Aşıkla maşukun birleşmesinden taaşşuk hasıl olur.

Vuslatta aşk biter.Ondandırki bazı aşıklar maşukuna ulaşmak istememişlerdir.Tıpkı Veysel Karaninin iki adım öteye mescide gitse rasulullaha kavuşabileceği halde,bir hal,bir aşam,bir alem olan onun aşkıyla ömür boyu yanmayı kabul etmiştir.Kavuşmuş olsa o aşk ateşi sönecek,yanmayacak.

Cemil Tokpınar-ın Ömür Boyu Aşk-ı,Halit Ertuğrul-un Kendini arayan adam- kitabının baskısının yüzü geçmiş olması,Gerçeğin ve Gerçek itirafın hayata gerçek olarak yansıtılmasından kaynaklanır.Şimdiye kadar mecazi aşk ve kullanılan kadın portreleri sergilendi,gerçekler yansıtılmadı,kendini kaybeden adam,kadını kaybettiren roller oynandı ve gerçekleştirilmesi için de her yol denendi.Bu da ruha ruh hali olmadı,insanlık kalmadı,kalb dolmadı ve doymadı.Aşk kirletildi

Yazarlarımız da ya yaşadıkları veya kalblerine yansıyan gerçekleri gerçek hayattan bir kesit olarak yansıttılar.

Ayrıca Dr.R.Carlson’un”Huzurlu olmak istiyorsanız ufak şeyleri dert edinmeyin.”kitabı da Amerika’da 5.7 milyon satmıştır.

Mecazi aşk,hakiki aşk.

” Kesretin mebdei vahdettir, müntehası da vahdettir. Bu bir düstur-u fıtrattır.

” Hayat-ı hakikiye ancak âlem-i âhiretin hayatıdır. Hem o âlem ayn-ı hayattır. Hiçbir zerresi mevat değildir. Demek dünyamız da bir hayvandır.”[37]

” Hayra olduğu gibi, şerre dahi insanın kabiliyeti nâmütenahî gibidir.”[38]

“Herşeyin bir nokta-i kemali ve o noktaya bir meyli var. Muzaaf meyil, ihtiyaç; muzaaf ihtiyaç, aşk; muzaaf aşk, incizabdır. Mahiyat-ı mümkinatın mutlaka kemali, mutlak vücuddur. Hususî kemali, istidadatını bilfiile çıkaran has vücuddur.”[39]

Hakiki ve gerçek aşk,kalbin kendisiyle tatmin olup doyum bulduğu aşk,ilahi aşktır.Saf ve berraktır.Ancak mecazi aşkın olduğu gibi,hakiki aşkında bir bedeli vardır.

Ailede kadın;kendi ailesine yani anne babasına,özellikle annesine bağlı olmalı ancak bağımlı olmamalıdır.Onsuz bir şey yapamama gibi durum içerisine girmemeli ve kendi çocuklarını da o yönde yetiştirmemelidir.Zira bu durum ailede belirsizlik ve kararsızlıklara neden olacaktır.

Taraflar birbirlerini her noktada ve zihninde tasarlaması veya başkalarının söylemesiyle her şeyi bilen kişi olarak görmemeli.Bu durum hayal kırıklığına neden olabileceği gibi,kendisini tamamlamaya da engel teşkil edecektir.

Ailedeki en büyük kopukluk tarafların birbirlerini anlamamaları,anlamak istememeleri,anlıyamamalarından veya birbirlerine altta kalmamak amacıyla söz yetiştirmeye çalışmalarından kaynaklanmaktadır.Böyle bir hal de ailede çocuklarda bile özellikle annelerinin susmasını,olayı şişirmemesini isteyerek çözüme katkıda bulunurlar.

Ailedeki taşlar yerli yerine oturtulmalıdır.Taşların uyumlu olmaması veya yerine oturmaması sürtüşmeyi daha da arttırmakta,kaynaşma olmadığından uzlaşmayı da engellemektedir.Sürtüşme ve tartışmalardan aşınmalar oluşmakta,bu da aile binasının suvalarının dökülmesine,çatlaklıkların oluşmasına neden olmaktadır.

Oturmamış aile de,oturmamış bir bina gibidir.Oturmaya başladıkça belirli yerlerde veya zayıf olan yerlerde tabiatı gereği çatlak ve yarıklar oluşmaya başlamaktadır.Bu kaçınılmazdır.Ancak önemli olan bunu asgari düzeyde bırakmalıdır.

Aynı özellikte olmayan taşların bile birbirleriyle kaynaşıp boşluklar bırakmaması ya güç,bazen de imkansız bir hal alıyor.

Kaynaşmayı engelleyen en büyük âmil ise;maddi ve arizi sebebler olmayıp,köklü ve ruhi,manevi sebeblerdir.Bunlar kalıcı bir etki bırakıp,kopukluklara ve kopmalara kadar götürür.Sonradan olan arizi sebebler ise,telafisiyle beraber kapanmakta ve unutulmaktadır.

Kadının Cuma,bayram namazı,hayız halinde iken oruçtan kaza ile,namazdan ise tam muaf tutulması Allah’ın onlara olan bir ikram ve afiyetidir.Tıpkı hazırlığı okumadan bir üst sınıfa geçen bir öğrencinin bir yıl atlayıp hazırlıktan muaf tutulması gibidir.Zira hayız bir eziyettir.Bu halde iken namaz ve oruçtan muaf tutulmamış olması halinde bu da ikinci bir eziyet olacaktı.Böylece bu muafiyet o eziyeti kaldırmış olmaktadır.

Kadınların dinin bazı emir ve yasaklarından muaf tutulmaları bir eksiklik ve düşüklük değil belki onlar için bir farklılık ve yüceliktir.Kadına erkeğin yaptığı her şeyi yaptırmak onları korumamak ve onlara büyük bir eziyet vermektir.

Eşitlik,eşit olma uğruna erkeğin taşıdığı 60 kiloluk bir torbayı kadına da taşıtmak bu onun için bir eziyettir.

Kadının makamı kadınlık ve anneliktir.Bu da küçük bir makam değildir.Makamları doğuran bir makam.

AŞK

SEVGİ, insan tabiatının zevk aldığı bir şeye meyletmesidir. Bunun kuvvetli

şekline AŞK denir. Aşık sevdiğine karşı aşırı derecede şefkatli olur ve

malını-mülkünü onun yolunda harcar.

Hz.Yusuf’a olan aşkı ile dillere destan Zülayha buna açık bir misaldir.

Gerçekten Züleyha, aşkı yüzünden malını-mülkünü, hatta güzelliğini bile

kaybetti. Kendisi, yetmiş deve yükü inci ve cevhere sahipti. O paha biçilmez

gerdanlıkları Hz.Yusuf’a olan aşkı yolunda sarfetti. Her kim ‘Ben bugün

Yusuf’u gördüm’ dese, ona değerli gerdanlıklardan bir tanesini verirdi.

Böylece vere vere hiçbirşeyi kalmadı. Herşeyi ‘Yusuf’ diye çağırırdı. O’na

olan ifrat derecesindeki aşkı yüzünden ‘Yusuf’ kelimesinden başka herşeyi

unutmuştu. Başını göğe kaldırdığı zaman yıldızlarda, ‘Yusuf’ ismini yazılı

görürdü. Gene anlatıldığına göre Züleyha imana gelip Hz.Yusuf ile

evlendikten sonra artık O’ndan uzak durmaya ve ibadet için tenhalara

çekilmeye başladı. Artık bu aşkı o aşkın gerçek sahibi Allah’a dönmüştü.

Öyle ki Hz.Yusuf O’nu gece davet etse, o gündüze atar, gündüz davet etse

geceye atar ve şöyle derdi:

-Ey Yusuf, ben seni Allah’ı tanımadan önce sevmiştim. Fakat O’nu tanıdıktan

sonra gerçekte O’na ait olan sevgiden, BAŞKASINA KALMADI. Allah’a olan bu

sevgime başkasını ortak edemem!!!

Gene Leyla ile Mecnun hikayesi meşhurdur. Mecnuna sorarlar:

-İsmin nedir_

-Leyla!

Birgün derler ki:

Leyla ölmedi mi?

-Hayır Leyla benim kalbimdedir, ölmedi. Ben Leylayım.

Mecnun birgün Leylasının evinin önüne gider ve semaya doğru bakar. Kendisine

derler ki:

-Ey Mecnun! Semaya bakma, Leylanın penceresine bak belki onu görürsün.

-Gölgesi Leyla’nın evine düşen Yıldız bana kafidir!

Hz.Hallac-ı Mansur’u 18 gün hapsederler. Bir ara İmam-ı Şibli yanına gelir,

sorar:

-Ey Mansur, sevgi-muhabbet nedir?

-Bugün sorma yarın sor!

Ertesi gün olur, Hallac’ı katletmek üzere zindandan çıkarırlar ve bir

meydana götürürler. Mansur tam bu sırada yetişen Şibli’ye şöyle seslenir:

-Ey Şibli, SEVGİ-MUHABBET EVVELİ YANMAK, SONRASI KATLOLUNMAKTIR!!!

Mansur’a sormuşlar:

-Sen kimsin?

Cevap vermiş:

-Ben HAKK’ım ! (bizim gibi manen aşk sarhoşu olmayan bahtsızlar için sümme

haşa)

İşte bu sözün üzerine katledilmişti. Meselenin açıklanması şudur:

Hallac, öyle bir mertebeye yükselmişti ki, O’nun nazarında Allah’tan başka

her varlık yok olmaya mahkum ve batıl idi. Gerçek varlık yalnız ALLAH=HAKK

idi. İşte bu kadar yüksek bir mertebeye çıkmış olan Hallac, yalnız Allah’ın

bir ismi olan HAKK=Mevcut kelimesini biliyor, kendi ismini dahi

hatırlamıyordu. Onun için kendisine tevcih edilen soruya böyle cevap

verebildi.

Denir ki; Hakiki sevgi-muhabet üç şeyle belli olur:

1-Seven, sevdiğinin sözünü başkalarının sözüne tercih eder,

2-Seven sevdiğinin sohbetini başkalarının sohbetine tercih eder,

3-Seven sevdiğini memnun etmeyi, başkalarını memnu etmeye tercih eder.

Bir alime sorulur:

-Aşık kimdir ve hali nedir?

Cevap verir:

-İnsanlarla az haşır-neşir olur. Rabbi ile daha çok başbaşa kalır. Görünüşü

sessizdir, fakat devamlı tefekkür halindedir. Baktığı zaman görmez,

çağrıldığı zaman işitmez, konuşulduğu zaman anlamaz. Başına bir felaket

gelse üzülmez. Aç kalsa açlık hissetmez. Görünüşü pejmurdedir. Allah’dan

başkasından korkmaz. Tenhalarda Allah’a münacaat eder. Dünyalık yüzünden

ehli dünya ile çekişmez.

Bir gün Hz.İsa (aleyhisselam), bahçe sulamakta olan bir delikanlıya rast

gelir. Delikanlı, Hz.İsa’ya ‘Sevgisinden kendisine zerre miktarı vermesi

için, Rabbinden istekte bulunmasını’ söyler. Hz.İsa zerre miktarı Allah

sevgisine dayanamayacağını söyleyince ‘o halde zerrenin yarısını versin!’

der. Bunun üzerine Hz.İsa ‘Ya Rabbi bu delikanlıya zerrenin yarısı kadar

sevginder ver!’ der ve geçer gider.Bir müddet sonra gene aynı yere gelince o

delikanlıyı sora. Halk:

-O delirdi, dağa çıktı. Der.

Hz.İsa o genci kendine göstermesi için Allah’a dua eder ve dağda bir kayanın

üstünde semaya yönelmiş olarak bulur. Selam verir fakat genç selamı almaz..

Bunun üzerine:

-Ben İsa’yım diye seslenir.

Fakat Allah Hz.İsa’ay vahiy yoluyla buyurur ki:

-Ey İsa, kalbinde zerrenin yarısı kadar BENİM sevgim bulunan kimse

insanların sözünü nasıl işitir? İzzetim ve celalim hakkı için söylerim, eğer

o delikanlıyı testere ile kessen bunun farkına varmaz.

Kim üç şeyi iddia eder, üç şeyden kendini temizlemazse, o aldanmıştır:

1-Allah’ın koyduğu ahlak esaslarına uymanın zevkliliğini söyler, fakat

dünya sevgisini bırakmazsa,

2-Amelleri sırf Allah için yapmayı sevdiğini söyler, fakat insanların da

kendisine tazim etmesinden hoşlanırsa,

3-Allah’ı sevdiğini söyler, fakat nefsini terbiye etmezse,

O kimse aldanmıştır.

Hz.Peygamberimiz (sallallahütealaaleyhivessellem) buyurur ki:

Ümmetimin üzerine öyle bir zaman gelir ki beş şeyi severler, beş şeyi

unuturlar:

1-Dünyayı severler, ahireti unuturlar.

2-Malı-mülkü severler, sonunda hesap vereceklerini unuturlar.

3-Halkı severler, Hakk’I (Allah’I) unuturlar.

4-Günahı işlerler, kötü huylarını iyi huya çevirmeyi ve tevbeyi unuturlar.

5-Saraylarda, köşklerde yaşamayı severler, kabri unuturlar.

Hz.Mansur İbni Ammar, bir gence verdiği öğütte şunları söyler:

-Delikanlı gençliğin seni aldatmasın! Nice gençler vardır ki, tevbeyi

geciktirir; kötü huylarını iyi huya çevirmez, uzun emellere dalar; ölümü

unutur ve şöyle der ‘Yarın-öbürgün tevbe eder, kötü huylarımdan vazgeçerim!’

. Fakat o böylece gaflet içinde oyalanırken aniden ölüm meleği geliverir,

kendini mezar çukurunda bulur. Artık orada ne mal, ne evlat, ne hizmetçi ve

ne de ana-baba oan fayda vermez. Nitekim Allah buyurur:

-O günde ki, ne mal fayda verir, ne de oğullar.

-Meğer ki Allah’a tamamen salim bir kalb ile gelenler ola!”[40]

Allahım! Bize ölmeden önce tevbe etmek ve kötü huylarımızı terketmek nasip

eyle! Bizi gafletten uyandır! Resullerin en hayırlısı Peygamberimiz Hz.

Muhammed (sallallahü teala aleyhi ve ssellem) ‘in şefaatine nail eyle!

Müminin bariz vasfı odur ki, her an her saat ve her gün kötü huylardan

sıyrılmaya çalışır. Geçmişte işlediği günahlardan dolayı nedamet duyar.

Dünyalık için ihtirasa kapılmaz, faydasız ve füzuli şeylerle asla meşgul

olmaz, Allah’a olan vazifelerini ihlasla yapar, riya ve gösterişten sakınır.

Rivayete göre, Hz.Musa (aleyhisselam) zamanındaki firavunun karısı Asiye

imanını saklıyordu. Firavun duruma muttali olunca, karısına işkence

yapılmasını emretti ve her türlü işkenceyi yaptılar. Firavun karısına

‘dininden dön!’ dedi, fakat o dönmedi. Bu sefer sopalar getirterek vücudunun

muhtelif yerlerine değnekle vurdurdu ve ‘dininden dön!’ dedi. Asiye şu

cevabı verdi:

-Sen benim nefsime hükmedebilirsin, kalbim ise Allah’ın muhafazasındadır.

Beni kessen, Bu Allah’a olan sevgimi artttırmaktan başka bir şeye yaramaz.

O sırada oradan Hz.Musa (aleyhisselam) geçmekteydi. Asiye dedi ki:

-Ey Musa, Rabbim benden razı mı, değil mi, haber ver!

Hz.Musa da şu cevabı verdi:

-Ey Asiye, göklerde melekler seni iştiyakla bekliyorlar. Allah da seninle

övünüyor. Ne dilersen dile kabul edilecektir!

Asiye dedi ki:

-Allah, iman edenlere de firavunun karısını bir misal olarak irad etti. O

vakit (bu kadın) : ‘Ey Rabbim, bana yanında, cennetin içinde bir ev yap.

Beni firavundan ve onun fena amel ve hareketlerinden kurtar. Beni o zalimler

topluluğundan selamete çıkar!’ demişti. (Tahrim suresi, ayet:11)

Asiyenin böyle dua etmesi bize; mihnet-meşakkat ve musibet anında Allah’a

sığınmak ve kurtuluşu O’ndan istemek gerektiğini gösteriyor.

Aşk deyince Mevlana akla gelir.Onun engin ve zengin aşkı adeta bir okyanusu,okyanusda yüzmeyi hatırlatır.Ona göre aşk sevgiyle,sevgiliyle yanmak ve onun dışındakileri de yakmaktır.

Aşk bir gönül hastalığıdır.

Meczubun birisi Beyazid-i Bestami Hazretlerine hastalıkların ilacını şöyle tarif eder:

-“Tevbe kökü ile istiğfar yaprağını karıştır…Kalb havanından tevhid tokmağı ile döv,insan eleğinden geçir,göz yaşıyla yoğur,aşk fırınında pişir..Akşam-sabah bol miktarda ye…O zaman göreceksin senin hastalığından eser kalmaz.”dedi.

Sevgi,muhabbet ve aşk.Sevgi,insan fıtratında mevcut bir duygudur.Aşk ise bunun keskin halidir.Bugün ise aşk içi boşaltılmış ve kendisi de kirletilmiştir.Mecrasından çıkartılan aşk sadece mecazi olup gerçek aşkı ifade etmediğinden uzun sürmemektedir.gerçek aşk daimi olan aşktır.sadece maşukunu görüp,onun dışındaki yerlerde aramamak ve aranmamaktır.Aşıkıyla aynı noktaya bakmaktır,aynı şeyleri görmektir tıpkı iki göz,tek görme.

Aşk bir kor ateş olup onu ele almak bir marifet olduğu gibi,ondan daha büyük olan marifet ise onu elde taşımak ve sürdürmektir.Bir şeyi yüklenmek ayrıdır,onu taşımak daha da ayrıdır.

Aşkta maşuk ateşlemektedir.Onun hakikatı ateşleyip onda fiziki yapısının ötesinde kendisini ateşleyen hakikatı görmektir.

Sevgi ve aşk böyle olur;yani kadının kocasına olan bu derece bağlılığı gibi ki,beni yıllardır kendime getirmek üzere sarsmaktadır.Aman Allahım!O ne büyük bir fedakarlık ve bağlılıktı.

Seçimlerin yakın olduğu bir gündü.Bir dostumun dükkanında oturmuş sohbet etmekteydik.İçeriye kısa boylu bir kadın ve kocası girdiler.Yıllardır Almanyaya çalışmak için gitmiş,orda kalmışlar.Tatil için ilçeye gelmişlerdi.Dükkan sahibi dostum biraz tanışmışlıktan,biraz da nazından dolayı,kocasından ümidi olmadığı için hanımına dönerek sol bir partiye oy vermemesini söylemişti.Bu seferlik de olsa diğerine vermesini kendisinden istemişti.

Kadın kocasına olan sadakatini yanlışta olsa şöyle göstermişti:”Kocam cehenneme de gitse,ben de onunla beraber oraya giderim.”

Sevgi ve bağlılık cehennemin yakıcı halini bile cennete çevirmişti.

Aşk yanmaktır.Yanmayan yakamaz.Yakmayan aydınlatamaz.

Taptuk mu büyük,Yunus mu?Neden Taptuk Yunus olmuyor?Yoksa Yunus yetiştirenlerden mi olarak kalmak istiyor?

Aşık maşukunda,maşukuyla olan ve maşukunda kaybolandır.İki cesedli bir ruh gibi.Onsuz olmayan ve onunla var olandır.

Allah habibini sevmiş,Süleyman Çelebinin ifadesiyle;Ben sana aşık olmuşam…

Aşk bir bedel ister,çok bedelleri almadan vermez.Allah habibini sevmenin uğruna tabiri caizse mahlukatın bunca sıkıntısına katlanmıştır.Tıpkı Azer gibi birine sulbünden gelecek olan Hz.İbrahim,İsmail,Hz.Muhamed hatırına göz yummuştur.Bu gibi hakikatlar uğruna Allah Azerlere de Fir’avunlara da müsaade ediyor.

Sokrat talebelerine mutlaka evlenmelerini tavsiye der.Eğer anlaşırlarsa mutlu olacaklarını,anlaşmazlarsa feylesof olacaklarnı söyler.

Kur’an ve Hadislerde de sürekli evlilik tavsiye edilmektedir.

En kötü ihtimalle bir filozofun dediği gibi;evlenmek ahmaklık,evlenmemek ise en büyük ahmaklıktır der.

Mehmet ÖZÇELİK

27-01-2004

[1] C-4-7199-.Bak.Mü’min.43,Zümer.53) Büyük Hadis Külliyati (Cem’ul Fevaid-Rudani)den:

[2] C/5-8315-

[3] -8469.

[4] C/2–4246.Büyük Hadis Külliyati (Cem’ul Fevaid)den:

[5] C/3—5917.

[6] -5918.

[7] -6353.

[8] -6354.

[9] C/4–6812-6818 (arası).

[10] -6889.

[11] -6965-6.

[12] -7262.Mücadele.1.

[13] C/5—9909.

[14] A’raf.19.

[15] Yusuf.24.

[16] Nahl.80-81.

[17] Kehf.31.

[18] Hac.23.

[19] Fatır.33.

[20] Duhan.53.

[21] Tahrim.21.

[22] Nur.60.

[23] Ahzab.59.

[24] Enbiya.91.

[25] Tahrim.12.

[26] Mü’minun.5.

[27] Mearic.29.

[28] Nur.30-31.

[29] Ahzab.35.

[30] Nisa.35.

[31] Nisa.27.

[32] Meryem.59.

[33] Nahl.90.

[34] Nur.19.

[35] Nur.21.

[36] Ankebut.45.

[37] Sünuhat.Bediüzzaman.8.

[38] Age.11.

[39] Age.19.

[40] Şuara:88,89.




İSLÂMIN TERÖRE BAKIŞI

İSLÂMIN TERÖRE BAKIŞI

İnsanlık tarihi boyunca hep inanan insanlar mağdur olmuş,mazlum ve masum pozisyonunda kalmışlardır.İslam tarihi hakeza…

Bediüzzaman hazretleri bu zamanda üç menfi cereyanı nazara verir; Kominizm, Anarşi,Masonluk.

Ancak bu üç muzır hastalığın kalkmasıyla dünyada ve toplumlarda huzurun olabileceğine işaret etmektedir.

Terörün kaynağını çürüten islamın en büyük düşmanı fesat ve anarşidir.İslam teröre ne kadar düşmansa,terörde islamdan o kadar uzaktır ve barışık değildir.Terörle barışık olan islamla küsdür.İslamdan küsmüş ve soğumuş bir insan terörle barışıktır.

Terör kazandırmaz kaybettirir.

İslamiyet isyanı değil itaatı emreder.”Kur’an’ın Tercümanı” lakaplı İbn Abbas,şu ayetin (Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygambere de itaat edin ve sizden olan emir sahibine de itaat edin. Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resulüne arz edin. Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir.”[1] kötü niyetlilerin istismarına alet edildiğini görünce, “emir sahipleri” ibaresini “bilgi sahipleri” diye açıklamıştı. Bunun anlamı, itaatin meşruiyetinin “güç ve servete” değil, “bilgiye” dayalı olmasıydı. “[2]

Bu konuda da gerekli ölçüyü koymuştur.

-6036-Ümmü Seleme (ra.ha)dan:

“Başınıza bir takım idareciler geçecek;onları tanıyıp itirazda bulunacaksınız. Yaptıklarından hoşlanmayan aklanır;onların yaptıklarına itirazda bulunan kurtulur.Ana hoşnut olup tabi olan…”Dediler ki:”Onlarla savaşmayalım mı?”

“Aranızda namaz kıldıkları sürece hayır.”Yani kalpten çirkin görürse,kalpten kabul etmezse,demektir bu.”

-6037-İbni Abas(ra)dan:

( Allah rasulü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:)

“Kim emirinde hoşlanmadığı bir husus görürse sabretsin.Çünkü cemaattan bir karış olsun ayrılan cahiliye ölümü ile ölmüş olur.”

-6047-İbni Ömer(ra)dan:

( Allah rasulü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:)

“Ümmetim sapıklık üzere bir araya gelmez.Onun için cemaattan ayrılmayın!Zira Allah’ın kudret eli cemaat üzerindedir.”

-6051-İbni Mes’ud (ra)dan:

“O,Velid b.Ukbe’nin gidişatını kabul etmediklerinde onlara şöyle dedi:”Sabredin,zira imamınızın elli yıl zulmetmesi,bir aylık (siyasi) karışıklıktan daha iyidir.”

-6059-Ebu Hureyre(ra)dan:

( Allah rasulü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:)

“Emirlerin yanına kesinlikle girme!Mutlaka girmek zorunda kalırsan sünnetimi çiğneme!Onun kılıcından da kamçısından da korkma,onlara Allah’dan korkmalarını emret!”

-6062- Ebu Hureyre(ra)dan:

( Allah rasulü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:)

“Ahir zamanda zalim valiler,fasık vezirler,hain hakimler,yalancı fakihler olacaktır.Sizlerden bu zaman ayetişenler onlardan hiçbir görev kabul etmesin!Ne zekat toplayıcı,ne yönetici,ne de zabıta olsun.”[3]

Bir insanın hayatının kaybı değil,kazancı müslümanı sevindirir ve kazandırır.İslamiyet kaybetmeyi değil,kazanmayı hedeflemiştir.Nitekim ”Peygamberimiz buyurur: “Ya Ali, senin elinle bir adamın Müslüman olması, kızıl develere sahip olmandan daha hayırlıdır”[4]

Bu konuda hadislerde:

-2825-İbni Mes’ud radıyallahu anhdan:

(Allah rasulu sallallahu aleyhi ve selem buyurdu:

“Müslüman olsun,kâfir olsun,herhangi bir kimse bir iyilikte bulunursa mutlaka karşılığını görür.”Dedik ki:

“Ey Allah resulü!Müslümanı anladık amma kâfirin karşılığı ne olacaktır?”

“O,bir sadaka verirse,bir akraba ziyaretinde bulunursa Allah ona dünyada hem mal,hem de evlad verir.Âhirette vereceği azab da asıl azabtan aşağı olur.”buyurdu,sonra şu ayeti okudu:”Firavun ailesini,azabın şiddetlisine sokun!”[5]

İslamiyet insan canına kıyma konusunda gayet sert bir tavır alır.

“Bir müminin diğer bir mümini öldürmesi caiz olmaz, meğer ki yanlışlıkla ola. Kim bir mümini yanlışlıkla öldürürse, mümin bir köle azad etmesi ve ölenin mirasçılarına teslim edilecek bir diyet vermesi lazım gelir, meğer ki mirasçılar o diyeti sadaka olarak bağışlamış olalar. Eğer öldürülen -kendi mümin olmakla beraber- size düşman bir kavimden ise, o zaman öldürenin bir esir azad etmesi gerekir. Şayet kendileriyle aranızda bir antlaşma bulunan bir kavimden ise, mirasçılarına teslim edilecek bir diyet vermek ve mümin bir köle azad etmek icap eder. Bunlara gücü yetmeyen, Allah tarafından tevbesinin kabul edilmesi için, ardı ardına iki ay oruç tutmalıdır. Allah, herşeyi bilendir, hikmet sahibidir.”[6]

“Bunun için İsrailoğullarına kitapta şunu bildirmiş idik: “Her kim bir kişiyi, bir kişi karşılığı veya yeryüzünde bir bozgunculuğu olmaksızın öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir adamın hayatını kurtarırsa, bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.” Andolsun ki, peygamberlerimiz onlara apaçık delillerle geldiler de sonra içlerinden bir çoğu, bütün bunların arkasından hala yeryüzünde bozgunculuk ve cinayette çizgiyi aşmaktadırlar.”[7]

-5197-Ebu Hureyre ve Ebu Said (ra)dan:( Allah rasulü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:)

“Eğer gök ehli ile yer ehli birleşip bir mümini öldürürlerse,Allah hepsini ateşte yüzüstü süründürür.”

-5273-İbni Mes’ud (ra)dan: ( Allah rasulü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:)

“Hata ile öldürülenin diyeti,yirmi hıka,(dört yaşına girmiş dişi deve)yirmi ceze’a,(beş yaşına girmiş dişi deve)yirmi bint lebûn,(üç yaşına girmiş dişi deve)dır.”

-5275-Diğer rivayet:”Hata olarak öldürülenin diyeti dört cins deveden:Yirmi beş hıka,yirmi beş ceze’a,yirmi beş bint lebûn,yirmi beş bin mahâd(olarak yüz devedir)”

-5305- Ebu Hureyre (ra)dan:( Allah rasulü sallallahu aleyhi ve sellem ölen cenin için,bir köle,ya da bir cariye,ya da bir at ya da bir katır gurresine hükmetti.”[8]

Esas olan Allahın birliği olan tevhidin ifade edilmesidir.İnsanlar iman ve inançlarına göre değerlendirilirler.Bu konuda;[9]

-Ayette:”Şüphesiz iman edenler,Yahudiler,hristiyanlar ve sabilerden Allaha,ahiret gününe iman edenler ve Salih amel işleyenlerin Rableri katında ecirleri vardır.Onlar için bir korku yoktur ve onlar üzülecek de değillerdir.”[10]

“Bu ayet;Selman el Farisinin,Hz.Peygambere,Musul kilisesinde birlikte bulunduğu”Namaz kılan,oruç tutan ve Hz.Muhammedin geleceğine şahitlik eden”hristiyan arkadaşlarının ahiretteki durumunu sormasıdır. Hz.Peygamberin, onların ateşte olduklarını bildirmesi üzerine Selman çok üzülmüş ve bu olay üzerine yukarıdaki ayet inmiştir.”[11] “Yahudiler:”Uzeyir,Allahın oğludur”dediler.Hristiyanlar da:”Mesih(İsa9 Allahın oğludur”dediler.Bu onların ağızlarıyla geveledikleri sözlerdir.Onlar(bununla) daha önce inkâr edenlerin sözlerini taklid ediyorlar.Allah onları kahretsin!Nasıl da (haktan batıla) döndürülüyorlar!”

“Tevratın toplanması:Yahudiler tevratla amel etmeyi bırakıp,peygamberlerini öldürmeye başlayınca,esaret yıllarında Tevrat ve içinde saklandığı tabut ortadan kaldırılmıştı.Böylece bizzat Hz.Musaya verilen levhaların orijinali yok olmuştu.Bundan sonra Yahudi din adamları,belleklerinde kalan kimi ayetleri parça parça yazmışlardı. İsrailoğullarının babil esareti sırasında iyi bir yazıcı olan Uzeyir (Azrâ),yüz yıllık ölümden sonra,[12]Allah’a dua ve niyazla,kimi şifahi,kimi de yazılı rivayetleri bir araya toplayarak,Tevratı yeniden ortaya çıkarmıştır.Bu yüzden israiloğulları;Üzeyir e büyük bir saygı duymuşlar ve bu saygı çok ileri götürülerek,ona”Alah’ın oğlu”demeye başlamışlardır.Onlar böyle-ce,daha sonra hristiyanlara da bu konuda bir kapı açmışlardı.”[13]

Bunlar hakkında hadis ve islami hükümlerde belirtilen hükümler şöyledir:

20-Ebu Hureyre radıyallahu anhdan:

(Allah rasulu sallallahu aleyhi ve selem buyurdu:

“Muhammedin nefsi elinde olana yemin ederim ki,Yahudi olsun,hristiyan olsun bu ümmetten beni duyup da getirdiğim kitaba iman etmeden ölen kimse mutlaka cehennemlik olur.”

-63-Enes radıyallahu anhdan:

(Allah rasulu sallallahu aleyhi ve selem buyurdu:

“Allah’ın arşın altında yemyeşil zebercedden bir levhası vardır ki içinde:”Ben Allahım.Benden başka hiçbir ilah yoktur.Ben merhamet edenlerin en merhametlisiyim!Üç yüz on küsur ahlak yarattım.”La ilahe illallah(Allahtan başka hiçbir ilah yoktur) şehadetiyle her kim onlardan birini yaparsa cennete girer”yazılıdır.”[14]

-3911-İbn Abbas radıyallahu anhdan:

“Ona hristiyan Arapların kestikleri (Hayvanlar) hakkında sordular.Yenmesinde herhangi bir sakınca bulunmadığını söyledi.Ve şu ayeti okudu.”İçinizden kim onlarla dostluk kurarsa,o onlardandır.”[15]

-5525-İbni Ömer (ra)dan:

“Peygamber sallallahu aleyhi ve selemle Tebük’te hristiyan mamulü peynir getirildi,besmele çekerek onu bıçakla kesti.”[16]

Bir Müslüman islami eksikliğinden dolayı teröre bulaşabilir.Fakat elbetteki bu onun eksikliğinden ve kusurundan kaynaklanıp islama maledilemez.Nasılki bir hristiyanın ferdi olarak yaptığı bir şey hristiyanlığa değilde kendisine mal ediliyorsa,müslümanın kendisi Müslüman,ameli gayrı Müslim olabilir.Tıpkı her gayrı müslimin amelinin de gayrı Müslim olması gerekmediği bazen Müslim sıfatını taşıması da mümkinattandır.

İslam aleminde çeşitli zamanlarda yapılan yanlışlıklar olmuştur. Nitekim; ”Arabistandaki Tekfir liderinden geri dönüş.Suudi Arabistandaki et-Tekfir vel Hicre grubunun lideri önceki akşam (2003-Kasım) Suudi televizyonun 1.kanalına çıkarak geçmişteki aşırı fikir ve fetvalarından döndüğünü ve tevbe ettiğini açıkladı.Riyaddaki saldırıların arkasında olduğu belirtilen Arabistandaki Tekfir grubunun önde gelen liderlerinden Şeyh bin Hızır el-Hızır,Müslüman yöneticilere karşı şiddet kullanarak baş kaldırılması düşüncesinden vaz geçtiğini açıkladı.Şeyh Hızır,Riyadaki el-Mahya sitesine ve Mekkeye düzenlenen saldırıları işittiğinde ağladığını ancak bunları durduracak gücünün bulunmadığını söylediğini belirtti.hızır,Suudi yöneticilerin ve polisinin öldürülmesi gerektiğine dair fetvalardan da ‘rücu’ ettiğini bildirdi.”Görüşlerimden etkilenen gençlerin yaptıkları beni çok üzdü.”diyen Şeyh Hızır,bu tür saldırılarının düzenlemesinin kesinlikle islami olmadığını ve gençlere bir an önce bu yoldan vaz geçmelerini önerdi.(Yeni Şafak) “

İslamiyet her konuda vasatı emreder.İfrat ve Tefritten şiddetle nehyeder.Hadisde:”İşlerin hayırlısı vasat ve orta olanıdır.”buyurulur.

1970 ve öncesinde süren bir asırlık dönemde batı için en büyük düşman Rusya ve Kominizm olarak benimsenmiş ve hedef olarak gösterilmişti.İkibinli yıllardan itibaren,Yeni Dünya Düzeni içerisinde,diğer bir ifadeyle 11 Eylül 2001 İkiz kulelerin yıkılmasıyla açılan yedi dönemde İslam,islami terör ve düşman olarak İslam alemi seçilmiş oldu.Bu amaçla da Üsame bin ladin ve Saddam piyon olarak seçildi,günah keçisi olan bu insanlar sebebiyle İslam memleketlerine vurulmaya başlandı ve vurulmaya da bahaneler ile devam edilecektir.

Burada mesele üzüm yemek olmayıp bağcı dövmektir.Hristiyanlık dünyasında islama olan teveccühü durdurmak,hiç olamzsa yavaşlatmak amacıyla güven,huzur ve barış dini olan islamın başına terör ifadesini eklemek suretiyle lekelemeye çalışılmaktadır.

Peygamberimiz zamanından bu yana Müslümanlar sürekli kendileriyle savaşılan taraf,Müslümanlar ise müdafaada bulunan taraf olmuşlardır.Kendileriyle savaşılmadıkça savaşılmamıştır.İlk büyük savaş olan Bedir,Uhud,hendek savaşlarında Müslümanlar kendileri üzerine savaşılan tarafda kalmış,daha sonraki ikiyüz elli yıllık sürecek olan haçlı seferleriyle Müslümanlar hep batının istilasına maruz kalan taraf olmuşlardır.

Bu zamanda da terörden en fazla zarar gören Müslümanlardır.Terörü besleyen ise batıdır.Bediüzzamanın tesbitiyle vazifemiz müsbettir.Dünyadaki süren gelen bu karışıklıklar duracak olsa,insanların teveccühü islama dönecek,yönelecektir.Kazanan Müslüman ve İslam alemi olacaktır.

Mehmet ÖZÇELİK

18-12-2003

[1] Nisa.59.

[2] Yeni Şafak.21-2-2003.Sami Hocaoğlu.Nisa.59.

[3] C/3-Büyük Hadis Külliyati (Cem’ul Fevaid-Rudani-)den…

[4] (Buhari, K. Cihad, hadis 2783,2847, Fezail’üs-sahabe hadis 3498, el-meğazi 3973 Müslim, Fezail’üs-Sahabe hadis 2406)

[5] C/2-**Büyük Hadis Külliyati (Cem’ul Fevaid)den… Mümin.40/6.

[6] Nisa.92.

[7] Maide.32.

[8] C/3-Büyük Hadis Külliyati (Cem’ul Fevaid-Rudani-)den…

[9] İnsanlığa Son Çağrı.Prof.H.Döndüren.C/1-23.

[10] Bakara.62.

[11] Bak.age.29,Maide.69,Tevbe.30.

[12] Bk.Bakara.259.

[13] Age.333.

[14] Büyük Hadis Külliyati (Cem’ul Fevaid)den:C / 1.

[15]Age.C.2.Maide,5/51.

[16] Age.C.3.




KARANLIĞI VE PUSLU HAVAYI SEVENLER

KARANLIĞI VE PUSLU HAVAYI SEVENLER

İsli,sisli,pisli ve puslu havayı ancak ondan menfaatı olanlar sever.Gerek dünya genelinde gerekse de Türkiyede bu puslu havayı bir asırdırki sevenler varlıklarını o puslu hava ile sürdürmüşlerdir.

Dünyanın bir savaş ortamı içerisine girmesini elbetteki silah tüccarları ısrarla arzu edip,dünyayı o yöne çekmek için de çaba gösterirler ve de göstermektedirler.

İnsanların uyuşturucudan ölmesi,maddi ve manevi kayıp uyuşturucu tüccarlarını hiç ilgilendirmemektedir.Onlar oradan gelecek birikimi görmekte ve tüm çabalarıyla bunun önündeki engelleri kaldırma yönünde gayrı meşru ve gayrı resmi gayret içine girmektedirler.

Dünya genelinde doların düşmesinden dolar babaları rahatsızlık duymaktadırlar.Tıpkı Türbanın çözülmesini istemiyenler de bundan kendilerine pay çıkarmakta oldukları gibi..Oysa yıllardır Kadın haklarını dillerine dolayıp,ağızlarına sakız yapanlar;neden onların özgürlüklerinin bir simgesi olan başörtüsüne müdahale etmemektedirler.Fuhşa serbestlik,inanca engel eğer bir kadın hakkı ise,böyle bir kadın hakkı da,bunu savunanda batsın.Kafasını takacak askı bulamayanlar,türban askısına takmaktalar..Fakir ve güçsüz kesimin rağmına olarak doların düşmemesi ve sürekli yükselmesi için çaba göstermekte ve kriz havasını sürekli kapalı tutmaktadırlar.Nitekim Türkiyede doların düşmesi üzerine bir kısım bankacı ve dolar zenginleri dünya bankasına bu durumu şikayet ederek,kötü duruma gittiklerini,düşmemesi için önlem almalarını dilekçe ile duyurmuşlardır.Onlarda bir yönüyle haklıdırlar;İnsanların kötü durumda olmaları,alım güçlerinin düşmüş olması onları ilgilendirmemektedir.Onları ilgilendiren milyon dolarlar üzerinden her gün az bir düşmeyle bile milyar ve trilyonları kaybetmek değil,kazanamamış olmak ilgilendirmektedir.

Özellikle Türkiyede her kesimde bunalımların varlığıyla varlıklarını sürdüren insanların mevcudiyeti azımsanmayacak kadar çoğunluktadır.

İlk 50 yıl darbeler ve inkilablarla geçen Türkiye’nin,son 50 yılıda karmaşıklarla,çözümsüzlüklerle sürdürülmüşdür.Bu çözümsüzlükleri çözek,ümid ve umut dağıtan kahramanların! Aranmasıyla devam etmiştir.Hepsi de pembe ümitler dağıtma sözüyle gelmiş,vaadlerde bulunmuş ancak bir çok çözümsüzlükleri de beraberinde getirmiştir.

Demokrat parti yani Adnan Menderese bu umut bağlanmış ve yerinde de olmuştur.Ancak bu umut 10 yıl ancak sürmüş,giderken bazı çözümsüzlükleri de geride bırakarak gitmiştir.Yapacaklarını yerine getirmek için demokrasilerde olmaması gereken tavizler vermiştir.Olmayan bir irtica tablosu ve laiklik koruması ile her şeye öcü olarak bakılmış,insanlar zıt kutuplara ayrılmıştır.O dönemde Atatürkün İstanbuldaki mozalesi Ankaraya taşınmış,Atatürkü koruma kanunu çıkarılmış,dünyada eşine rastlanmayan bir insan kanunla korunur hale gelmiştir.Bu da bir çok menfaat çevreleri için bulunmaz bir tutanak ve dayanak teşkil etmiş,muhaliflerini alt etmek için bu kanuna sığınılmıştır.Atatürkçülük gerçek mecrasından çıkarılarak bir rant savaşına,bir ideolojiye ve bir din haline getirilmeye çalışılmıştır ki bu durum hala varlığını sürdürmektedir.

40 yıldır bu puslu havadan istifade edip iktidarını devam ettirenlerden biride hiç tartışmasız Süleyman Demireldir.O da vadettiği umutları dağıtmaya çalışmış,Menderesin araladığı kapıyı biraz daha açmaya çalışmışsa da pek başarılı olma yolunda bir uygulamada bulunmuştur.Belki onun en büyük başarısı ileriye götürmekten ziyade,geriye gitmeye engel olması birazda yerinde saymasıdır.Eline çok imkan ve yetkiler verilmesine rağmen köklü çözümler üretmemiştir.Adeta belli kesimleri yani sağcı denilenleri devlet ve kendi kontrolünde tutmayı başarmıştır.Nitekim bir çoklarına sizden de milletvekili alacağım demesine rağmen almamış ve almamasını şu zeka çıkışıyla susturmuştur;İşte ben varım ya…

İktidarlar gerçek iktidar çözümlerle elde edilirken,Türkiyede iktidar çözümsüzlüklerle sürdürülmüştür.Kendi kesimine fayda ve iktidar kazandırma çabasına girilmiştir.Milletin menfaatı geri plana atılmış,millete az bir teveccühü millet çok çok fazlasıyla vererek ödemiştir.Ancak verilen ve ödenen tekrar millete dönmemiş veya çok çok az bir miktarına millet kavuşmuştur.

Buna rağmen millet yine de şunu istemiştir;Gölge etme,başka ihsan istemez.Kolumu bağlama veya kolumu bağlayan bağlardan beni kurtar yeter,demiştir.

Kara oğlan bir kurtarıcı olarak tepeden inme milletin önüne sunulmuş,yıllarca onda da umut ve ümit aranmış.Sol kesim de onunla avutulmuştur.Ancak sonunda o da göstermiştir ki;Cumhuriyet tarihinde görülmeyen ekonomik dibe vuruş onun döneminde olmuş,meclisdeki en büyük hakaret onun meclis temsilciliğinde gerçekleşmiştir.

Sağın oylarını bölmek amacıyla CHP’nin İsviçreden bizzat giderek getirttiği Necmettin Erbakan’da insanlar için Menderesden sonra büyük bir umut olmuş ancak onun gelmesi kavgayı daha da ateşlendirmiş,kavgayı farklı geniş mecralara çekmiştir.Milleti dövmek için günah keçisi olarak adeta bulunmaz bir imkan sağlamıştır.İfratlar tefritleri doğurmuş,bir türlü vasat bir ortama gelinmemiştir.Anne babanın terbiye etmediğini zaman terbiye eder,sözü gereği zaman bazı şeyleri değiştirse de yine de temelde de farklılıklar o asliyetteki ifratı ortadan kaldırmamış,çözüm niyetiyle yapılanlar hep çözümsüzlüklere kapı açmıştır.

Her dönemde de insanlar en büyük manevi fakirliğini yaşamış,maddi olarak da 3-5 sente muhtaç hale getirilmiştir.Evet aynen de gelinmemiş getirilmiştir.

Kavgalılar,kavgayı sevenler,kavgayı sürdürenler hep sahnenin önünde bulunmuşlardır.Millet ise hep sahnenin gerisinde kalmış,istemediği halde kendi hesabına kararlar alınmıştır.

CHP ve deniz Baykal ve tüm müntesibleri yeni projeler üretmekten uzak,hep muhalefette kalmışlardır.İktidarları döneminde bile muhalefet yapmışlardır.Üretim partisi değil,tüketim partisi olmuşlardır.

Menderesin araladığı kapıyı açan Turgut Özal olmuştur.Ancak oda iktidar sarhoşluğuna kapılmış,kısa dönemde çok şeyler yapmasına rağmen dümeni teslim ettiği Mesut Yılmaz’la partisinin sonunu getirmiştir.

Sisli dönemin insanları da dönemleri gibi kendileri de üzerlerindeki sisleri koruyarak çekilmişlerdir.

Tayyib Erdoğan’ın yaptığı en büyük başarı ve hizmeti yapacakları olmayıp,yaptıklarıdır.Yani eskilerden olan bu sisli ve puslu insanları devre dışı bırakmasıdır.Hepsini silip süpürerek tek başına,onların üzerindeki yılların birikimini ortadan kaldırmasıdır.Öyle ki bu hizmeti Türkiye ile sınırlı kalmamış bu durum Kıbrıs Türklerine kadar ulaşmıştır.

Rauf Denktaş kültür ve siyaset yönünün ağırlığıyla bilinen bir insan olması yönüyle sevilmektedir.Ancak oda 40 yıldır Kıbrısda çözümsüzlüğe oynamış,kendi iktidarını çözümsüzlükle aramıştır.Son Kıbrıs referandumuda bunu göstermektedir. Kendi halkına muhalif olarak Hayır demiş,Hayır diyen Rum kesimiyle ortak hareket etmiştir.

Adamın birisi iki kızını da evlendirir.Durumlarını sormak üzere yanlarına varır.Çiftçiye verdiği kızının halini sorduğunda kızı,babalarının kendilerine bu sene bol yağmur yağması için dua etmelerini ister.Baba olur der.Öbür kızına varır,onun da durumunu sorduğunda o kızı da babasına,bu senenin yağmurlu geçmemesi için dua etmelerini ve böylece piyasanın erken açılmasıyla inşaat işlerinin erken başlayarak duvar ustası olan kocasının daha fazla para kazanarak borçlarını ödemeleri gerektiğini bildirir.Baba ise ikisinden birisinin mutlaka durumunun kötü olacağını düşünerek oradan ayrılır.

Yağmuru isteyen olduğu gibi,istemeyen de bulunmaktadır.Hayrola,kaderin takdiri ola…Hayrola nice hayırlı sabahlar ola…Gecenin karanlığından umutlananlar kaybola…Allah iyiden yana ola…

Mehmet ÖZÇELİK

25-04-2004




HZ.İSA’NIN NÜZULÜ

HZ.İSA’NIN NÜZULÜ

Türkiyede Diyanet ve İlahiyat Temsil yetersizliği içerisindedir.Diyanet bu dini temsil için öne sürülmüşse de yetersizliği,ağırlığını ve varlığını hissettirmede kafi gelmemektedir.Bu bir de ona verilen hareket alanının o dar alanla sınırlı olmasından da kaynaklanmaktadır.

Türkiyede ehil olmayan bir çok insan din hakkında konuşur gündemi işgal ederek kendi yıkıcı hareketini hissettirirken Diyanet ve İlahiyat bu noktalarda ya yetersiz ya da sessiz kalmaktadır.

Televizyonda (Kanal.7.3-1-2004)Hz.İsa’nın nüzulü ile ilgili bir tartışmada savunan taraf yetersiz kalırken,reddeden taraf indi,şahsi,kendi mantık ve düşüncesini her şeyin üstünde üstün tutarak inkara başladı.

Bu konuda daha öncede yazmıştık

İnsanlarla tartışmadan onu tartmak,onu tartmadan da tanımak mümkün olmamaktadır.Hz.İsa’nın nüzulünü reddedenlerden Prof.Y.Vehbi Yavuz medresede de okumuş bir kimse olduğunu söylediği halde meselelere hep kendi mantığını ölçü alaraktan yaklaşmakta idi.

V.Yavuz;kesinlikle Hz.İsa’nın gelmiyeceğini,bunun bir hristiyanlık inancı olduğunu söylemekte idi.İtirafının sebebini ise,bunun Kur’an-da geçmediğini ve kendisinin görmediği olarak dile getiriyordu.Bunu 1400 yıllık bir yanılgı olarak değerlendiriyordu.Bir sebebini de Bu rivayetlerin Ebu Hureyreden gelmiş olmasına,bununda zabta zayıf bir kişi olduğuna bağlıyordu.Mantığını sürdürerek bunun aynı zamanda misyonerlere bir prim olarak verildiğini de öne sürer.Bilimsellikle bir aykırılık arzettiğini söyler.

Prof.Süleyman Uludağ ise,sadece aklına yatmadığından kabul etmez.Sebeb olarak da,diğer peygamberlerin gelmiyecekleri nasıl bir gerçek ise,oda gelmeyecektir,der.Kesinlikle reddederler.Bu konuda hadislerin olmadığını iddia ederler.Ve de peygamberimizden sonra bir peygamberin gelmeyeceğine bağlar.Bunun folklorik bir halk inancından ibaret olduğunu savunur.

Bazı deli saçması gibi ilahiyatçı olanlar ise zaten onların irabdan bile mahalli yoktur.Niteki Kur’an da kesin hüküm olan ve sünnet ve icma ile sabit olan bir hususta;

Muğla Üniversitesi’nin İlahiyatçı Rektörü Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı, akademik yılın açılış töreninde yaptığı konuşmada, ”Bir metrelik bez parçasını dinin sembolü haline sokmak İslam’a ihanettir” dedi.

Öğrencileri uyaran Fığlalı, ”Ülkemizi, laik-antilaik, Sünni-Alevi, Türk-Kürt gibi kutuplaşmalara yöneltmek isteyenlerin tuzağına düşmeyin. Laiklik, samimi dindarlığın teminatıdır” diye konuştu.”[1]

Ünlü ilahiyatçı Muğla Üniversitesi Rektörü Prof.Dr.Ethem Ruhi Fığlalı, Kuran’a göre örtünmenin “Inanç esasları içinde mütalaa edilecek bir emir olmadığını” bildirdi. Rektör Fığlalı, örtünmenin “inanç esası” olmadığınının altını sık sık çizerek, şunları söyledi:

“Örtünme Kuran’da emir olarak vardır. Ancak, inanç esasları içinde mütalaa edilebilecek bir emir, namaz, oruç, Allah’a ve Peygamber’e inanma gibi inanç esası, farz değildir. Örtünme ikinci derecede fer’i bir hükümdür.

Devlet, bu konuda yetkisini kullanarak kural getirebilir.

Caizde devletin tasarruf yetkisi, Islam Hukuku’na göre de vardır. Benzer birtakım hükümlerle ilgili uygulamalar, ilk halifeler döneminde çok açık biçimde de uygulanmıştır.

Yine, başörtüsü birinci dereceden inanç esası olmadığı için, devletin getirdiği kurallar, Islam’a aykırı, dine karşı sayılmamalıdır.

Ama, dinin siyasallaştırılması anlamına gelebilecek ve bir ayırım doğurabilecek “simgeleşmiş davranışlara” da müdahale hakkı, yine dinin gereklerinden biridir.

Buna göre, hiçbir gerekçe ve savunma, devletin kurallarına aykırı bir tutum içine girmeyi haklı kılmaz. Örtünme, farz olarak inanç esası içinde yer almadığındandır ki, devletin bu konuda, devletin işleyişini ve toplum düzenini sağlamak için koyduğu kurallara uymak, Mülümanlığın gereklerinden biri olarak görülmelidir.”[2]

Prof. Dr. Zekeriya Beyaz: “Bağırıyorum, Kuran kadına vücudunuzu örtün demiyor “

Prof. Dr. Zekeriya Beyaz’ın, Haziran ayında yayınlanan ‘İslam ve giyim kuşam’ adlı kitabındaki çizimler büyük gürültü kopardı. Göğüsleri açık, mini etekli, iki ‘müslüman kadın cariye’ çiziminin altında ‘Müslüman cariye hanım, toplum içinde bu kıyafetle gezer ve namazını bu halde kılabilir’ yazısı tepkilere neden oldu. Prof. Beyaz bu konuda şöyle dedi:

” Hanefi, Şafii ve Hanbeli mezheplerine mensup müslüman cariyeler, diz ile göbek arasını örterlerdi. Bu kıyafetlerle namaz kılar, çarşıda pazarda dolaşırlardı. Maliki mezhebine göre ise sadece ön ve arka edep yerleri örter, yani bir mayo giyerek namaz kılar, dolaşırlardı. Eğer Kuran’da kadınların baş, kol ve şura buraları şöyle örtünmeli, böyle örtünmeli diye bir hüküm olsaydı, bu tip mezhepler böyle hüküm verir miydi?

Bugün normal müslüman hanım böyle namaz kılamaz. Kadınların namaz kıyafetlerinde aynı zamanda ritüellik vardır. Bugünkü hanımlar da zaten cariye değildir. Bu kıyafetle namaz kılmayı tavsiye etmem söz konusu değil

İslamiyetin ilk dönemlerinde savaş esirleri cariye kabul edilirdi. Bunlar müslüman oldukları halde o vasıfları devam ederdi. Kuran’da kadınların saçı başı örtülecek diye kesin ayet varsa, mezhep imamları, müslüman olan bu cariyelere neden o ayetleri uygulamadılar. Hür hanımların başının baskı altına alınmasının sebebi ise çok evlilik ve cariyelerle nikahsız yaşamadır. Evin beyi cariyelerle nikahsız yaşarken, hanımının, başkasına giderek kendisinden cinsel intikam alacağı korkusu ile başını örttürerek cinsel intikam almaktadır. Burada ısrarla altını çizdiğimiz şey, örfe bağlılık, halkın kabulüne bağlı olmanın esas olduğudur. Arap örf ve adeti öyleydi.

Müslüman bayanlar evlerde tuvalet olmadığı için bu ihtiyaçlarını şehrin dışında hurmalıkta geceleyin giderirlerdi. Cinsel tacize uğrarlardı. Hz. Peygamberimiz bu cinsel tacizi yapan saldırganları buldu. Onlar da, ”Biz bunları cariye sanıyorduk” dedi. Onun üzerine, Ahzab Suresi’nin 59’nci ayeti geldi. Ayette; ”Müslüman hanımlar def-i hacet için dışarı çıkınca bir çarşaf yani cilbas gibi baştan aşağı örtsünler ki, tanınsınlar. Cariye olmadığı anlaşılsın. Tacize uğramasınlar” deniyor. Şimdi, ne cariye, ne de böyle taciz var. Kimsenin örtünmeye ihtiyacı yok.

Kuran’da böyle örtüneceğine dair açık, kesin bir ayet yoktur. Bağırıyorum. Bunun yokluğunun en açık belgesi cariyelerin kıyafetidir. Ben bunu 35 sene önce öğrendim. Oysa, vaazlarda, ‘ bir kadının saçının bir teli gözükürse 1000 sene cehennemde yanar’ deniliyordu. Bunu görünce anama çok acıdım. 60 yaşındaydı, cehennemde yanacaktı. Ancak, islam hukuku kitaplarını okuyunca böyle olmadığını gördüm. İsyan ettim. Bu kitaplarda tarif edilen cariye kıyafetini günü gelecek, islam kitaplarında yayınlayacağım dedim.”

**

Ayette:”(Kalblerinin mühürlenmesinin diğer bir sebebi de İsa’yı) inkâr etmeleri ve Meryem’e büyük bir iftirada bulunmalarıdır.

Bir de “Biz Allah’ın peygamberi Meryem oğlu İsa Mesih’i öldürdük” demeleridir. Oysa onu ne öldürdüler, ne de astılar. Fakat öldürdükleri kimse, onlara İsa gibi gösterildi. Onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, ondan yana tam bir kuşku içindedirler. O hususta bir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Onu kesinlikle öldürmediler.

Doğrusu Allah, O’nu kendine doğru yükseltti. Allah güçlüdür, hikmet sahibidir.

Kitap ehlinden hiçbir kimse yoktur ki, ölmeden önce ona (İsa’ya) iman etmiş olmasın. Kıyamet gününde o, onlara şahitlik edecektir.”[3]

“Gerçekten o, (İsâ’nın yere inişi) kıyâmetin yaklaştığını gösteren bir bilgidir. Sakın kıyâmet hakkında şüpheye düşmeyip, bana uyun, bu doğru yoldur.”[4]

Daha öncede bu konu hakkında yazmıştık.

Özetle;Hz.İsa peygamber olarak değil,veli olarak gelecektir.İslamiyetten sonra büyük bir yekun teşkil eden hristiyanlığın islamiyete girmesine vesile olacaktır.Herkes onun İsa olduğunu bilmesi gerekmez.İnsanlar iman sırrıyla,bu da sınırlı sayıda olacaktır.Kendi zamanında bile 12 havari kendisine iman etmişti.

Hz.İsa duasında,ahirzamanda gelecek olan zatın ümmeti olmayı Allahdan dilemiştir.Hz.Alimler gelince Hanefi mezgebi ile amel edeceklerini bildirmektedir.Ayrı bir şeriatla gelmeyecek.İslamın esaslarıyla amel edecektir.

Hayatın dereceleri vardır.Hızır hayatı,İlyas peygamberin hayatı,Şehidlerin hayatı,Melek ve yaşayan cinlerin hayatı aynen bunlar gibi de Hz.İsa bizzat hayattadır.Hatta yukarıdaki ayette ona öldü veya öldürüldü diyenler lanetlenmektedirler.

Kıyametin on büyük yüzlerce küçük alametleri sıralanırken Hz.İsanın nüzulü de ön sıraları almaktadır.

Hz.İsa’nın inişini mücerred olarak değil,Mehdi ve Deccalın gelişiyle birlikte ele almak gerekir.Onları rahatlıkla inkar edemiyen bunu da inkar edemez.Bediüzzaman bunu 5.Şua gibi eserlerinin muhtelif yerlerinde zikretmiştir.

Aklı ön plana çıkaranların akıllarının da elbetteki akıl olması gerekir.

Her dinde bir kurtarıcının olduğu bir gerçektir.Hristiyanlıkta Mesih,Alevilikte Gaib imam.

Hz.İsanın inişi hem ayet hem de hadislerle sabittir.Nitekim Mütevatir hadis ayet gibi kesinlik ifade eder,meşhur hadis ayetle teyid edilmişse oda kesinlik ifade eder,Ahad hadis ise zan ifade eder.

Kabul etmeyenler hadisin içerisinde Ebu Hureyrenin de bulunmasıdır.Ebu Hureyre kendisi hakkında söylenenlere cevaben;

-295-İbni Amr b.el-As radıyallahu anhdan: (Allah rasulu sallallahu aleyhi ve selem buyurdu:

“Benden bir ayet dahi olsun (başkasına)ulaştırın!İsrailoğulları hakkında(anlatılan hadiseleri) de anlatın,bunda bir sakınca yoktur.Kim bana karşı –demediğimi dedi diye- iftirada bulunup yalan söylerse,ateşteki yerini hazırlasın.”

-296-Ebu hureyre radıyallahu anhdan:

Sizler diyorsunuzki:Ebu hureyre çok hadis rivayet ediyor;neden muhacirler ve ensar onun gibi(çok) hadis rivayet etmiyorlar?Muhacir kardeşlerimi çarşı pazardaki alışverişleri meşgul ediyordu;ben ise boğaz tokluğuna Allah resulü sallallahu aleyhi ve selemin yanından hiç ayrılmıyordum.Onların olmadığı yerde ben bulunuyor,unuttuklarında ben ezberliyordum.Ensar kardeşlerimi de malları ile meşguliyet alıkoyuyordu.Ben suffe ashabından miskin biriydim.

Allah rasulü sallallahu aleyhi ve selem,söylediği sözlerden birinde şöyle buyurmuştur.” Kim ben konuşurken elbisesini serip de konuşmamı bitirdiğinde katlarsa mutlaka söylediklerimi ezberler.”İşte ben bu hadisi göz önünde bulundurup,O konuşurken üzerimdeki elbiseyi serdim,bitirince elbisemi göğsüme katladım.O günden sonra söylediklerini bir daha unutmamasıya kavradım.”

-297-Rivayetlerden birinde Ebu Hureyre şöyle anlatmaktadır:”insanlar diyorlar ki:Ebu Hureyre amma da çok hadis rivayet ediyor”.Allah şahid ki ben Allah rasulü sallallahu aleyhi ve selleme yalan bir söz isnad ederek sizi şaşırtmam.Eğer şu ayet olmasaydı size hiçbir hadis rivayet etmezdim”Gerçekten indirdiğimiz belgeleri ve doğru yolu kitapta insanlara açıkladıktan sonra gizleyen kimseler var ya,onlara hem Allah lanet eder,hem lanetçiler lanet eder.Ancak tevbe edenler,ıslah olanlar ve gerçeği ortaya koyanlar müstesna;işte onların tevbesini kabul ederim.Ben tevbeleri daima kabul eden ve merhamet edenim.”[5]

-298-Bir başka rivayetinde:”İnsanlar derler ki”Ebu Hureyre çok hadis rivayet ediyor”Derken bir adama rastladım ve sordum:”Dün gece yatsı namazında Allah rasulü sallallahu aleyhi ve selem ne okudu?”,”Bilmiyorum”deyince,”Demek ki orada yoktun”dedim.Israrla şöyle dedi:”Hayır vardım”Ben de dedim ki.”Ben vardım,falan falan sureleri okudu.”

-299-Ebu Hureyre radıyallahu anhdan:

“Allah rasulü sallallahu aleyhi ve selemden iki kap (dolusu ilim) öğrenip ezberledim;bir tanesini size yaydım.Diğerini söylersem bu boğazım kesilir.”

Buradaki inkar ihatasızlıktadır.Hepsi de birbiriyle bağlantılı olduğundan birisini inkar eden diğerlerini de inkar etmek mecburiyetinde kalmaktadır.

Oysa ihtilaftaki rahmet çeşitliliktedir.İhtilafı yapmak ve körüklemekte değildir.

Bizde kendisine makam verilen insanlar ellerinden bir çok şey alınmadıkça verilmemektedir.

-128-El-Mikdam b.Ma’di Kerb radıyallahu anhdan:

(Allah rasulu sallallahu aleyhi ve selem buyurdu:

“Yakındır;sedirine (koltuğuna)yaslanıp oturan bir adama benim hadisim ulaşacak ve o,şöyle diyecek:”Aramızda Allah’ın kitabı vardır.Onun içinde helal olarak bulduğumuzu helal sayar,haram olarak gördüğümüzü de haram sayarız.Oysa(zavallı bilmiyor ki) Allah rasulü sallallahu aleyhi ve selemin haram kıldığı şey de,Allah’ın haram kıldığı şey gibidir.”

Bu hadisin manası zamanımızda tahakkuk etmektedir.

DİB Ali Bardakoğlu şöyle söylemiş:
“30 yıllık fıkıh bilgilerime ve kişisel kanaatime göre, kurban kesmek sünnettir. Sadece İmam-ı Azam Ebu Hanife vacib olduğunu söylüyor.”Yetmez mi?Seninkinden daha racih bir görüş değil mi?

İlk başkanlığa geldiğinde şaşırmış ve de tereddütle bakmıştım.Çünki sınıftaki tavrını Türkiyeye yansıtabilirdi.

Ali Bardakoğlu mutlak manada içtihad kapısının açık olduğunu ifade eder.Bu da her konuda ehliyetli ehliyetsiz insanların türemesine neden olur.Kişinin indi görüşü zamanla ayet ve hadisin,İslam bilginlerinin önüne geçerek hiç birisini tanımama durumuna varır.

Nitekim başkanın kendi 30 yıllık bilgisini koca bir Hanefi mezhebinin önüne geçirmesi,İmam-ı Azamdan öteye geçirmesi,Türkiyenin de yüze doksanının bin yıllık süre içerisinde Hanefi mezhebine mensub olma gerçeğini göz ardı etmesi bir tezattır.İçtihadların devamının bitmeyeceğini söyleyebilirim.

Son sınıf öğrenciler olan bizlere Ali Bardakoğlu Ankara İlahiyattan Hüseyin Atay’ı davet ettiğinde hiç soru sormama,karşılık vermeme şartını koşmuştu.Başta Hadis alimi olan İmam-ı Neveviye hakaret eden Atay,geçmiş alimleri yapmış oldukları islami araştırmadan dolayı veryansın etti.Çünki bizlere araştıracak bir şey bırakmamışlardı.Söz istememe rağmen müsaade edilmedi.Çünki diyecektim;sizde bizim önümüzü tıkayanlardan olmakla hakareti hak mı etmiş oluyorsunuz?

Türkiyede dinin Diyanet ve İlahiyatça sağlıklı ve yeterli olarak temsil edilmediği bir gerçek.

Mehmet ÖZÇELİK

27-01-2004

[1] Hürriyet, 23.09.2000

[2] Hürriyet, 10.12.2000.

[3] Nisa.156-159.

[4] Zuhruf.61.

[5] Bakara.2/159-160.




HZ. İSA VE İSEVİLİK

HZ. İSA VE İSEVİLİK

Hz.İsa babasız olarak doğmuş,[1]Allah’ın peygamberi ve kelimesi,[2]bir Ruh ve kul olarak ,[3]İmran ailesinden [4],Meryem’in oğlu olarak İsrailoğullarına gönderilmiş,[5]bir peygamberdir.

Kendisine İncil verilmiş,[6]samimi olan havarileri ile dinini yaymıştır.[7]Bunlarında 12 kişi olduğu ifade edilir.

Her ne kadar Yahudiler tarafından öldürmeye teşebbüs edildiği,öldürüldüğü veya çarmıha gerildiği ifade edilse de,[8]Hz.isa kesinlikle öldürülmemiş,göğe yükseltilmiş olup,[9] ahirzamanda tekrar yer yüzüne inecektir.[10]

Hz.isa maddi vücuduyla yer yüzüne ineceğini hatta en uzak yerde de olsa Cenâb-ı hakka onu getirmenin kolay olacağını Bediüzzaman ifade eder.Öyle ki İslam alimleri Hz.İsa’nın Hanefi mezhebine göre,İslam hukukuna göre amel edeceğini bildirmişlerdir.

Ümmetini Allah’ın birliğine çağıran Hz.İsa’nın vefatından sonra,bugünkü hristiyanlıkta ise üç ilah inancı vardır.[11]

Hz.İsa 30 yaşında peygamber olmuş,33 yaşında göğe çekilmiştir.Ümmetinin içerisinde peygamber olarak kaldığı süre üç yıldır.Ulül azim peygamberlerdendir.

Ebu Hureyre’den (R.A.) Peygamber (A.S.M.) şöyle buyurdu:

والذىنفسى بيده ليوشكن ان ينزل فيكم ابن مريم حكما عدلا، فيكسر الصليب و يقتل الخنزير و يضع الجزية و يفيض المال حتى لا يقبله احد حتى تكون السجدة خيرا من الدنيا و ما فيها ثم يقول ابو هريرة واقرؤوا ان شئتم: وَإِن مِّنْ أَهْلِ الْكِتَابِ إِلاَّ لَيُؤْمِنَنَّ بِهِ قَبْلَ مَوْتِهِ وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ يَكُونُ عَلَيْهِمْ شَهِيدًا

“Nefsimi kudret elinde tutan Zat’a yemin ederim ki; Meryem’in oğlu İsa (A.S.)’ın adil bir hakim olarak aranıza inmesi yaklaşmıştır. İnecek ve haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldırıp İslam’dan başka bir şeyi kabul etmeyecektir. Mal kimsenin kabul etmeyeceği kadar bollaşacak, bir tek secde dünya ve dünyadaki bütün şeylerden daha hayırlı olacaktır. Bunu rivayet ettikten sonra Ebu Hureyre (R.A.) isterseniz; وَإِنْ مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ إِلاَّ لَيُؤْمِنَنَّ بِهِ قَبْلَ مَوْتِهِ وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ يَكُونُ عَلَيْهِمْ شَهِيدًا

ayetini okuyun dedi”.”Kendilerine kitap verilenlerden,ölümünden önce O’na iman etmeyecek tek bir kimse yoktur.Kıyamet gününde de o,onların aleyhine şahid olacaktır.”[12]

Âyet-i Kerîmesi, bütün fitne ve fesadın menbaının haham ve papalar olduğuna işaret etmektedir. Hem, bu haham ve papalar zahiren siyasetsiz göründükleri halde dünyanın bütün siyasetlerini karıştıran yine onlardır. Çünkü Yahudilerin “Protokolat” adlı siyasi kitaplarında belirtildiği gibi, bütün dünyayı idare eden 300 kişiden mürekkep gizli bir Yahudi hükûmeti vardır. Onların başında da devamlı bir haham vardır ki o ölünce yerine diğer bir haham seçilir. Bütün dünyadaki ifsadatın menbaı bu gizli hükûmet ve bunun başındaki hahamdır. Hem Fransız ihtilal-i kebiri, hem Rusya’daki koministlik inkılabı, hem de 1. ve 2. cihan harbleri bütün dünyayı idare eden o gizli hükümet ve başındaki hahamdan kaynaklandığı gibi, zamanımızda vuku bulan bütün harbler de yine onlardan kaynaklanmaktadır. Şu andaki bütün hristiyan papaları da gizlice o hahama bağlıdır ve onun tasarrufu altındadırlar. O haham ise bütün bu hristiyan papalarının dizginini elinde tutmakla, onları yoldan çıkararak her türlü ifsadatında kullanmaktadır.”[13]

“Denildi ki: Hz. İsa’nın göğe çekilmesinden seksen sene sonraya kadar hristiyanlar İslam dini üzerine idiler. Kıbleye (Kudüs) doğru namaz kılıyorlar, Ramazan orucunu tutuyarlardı. Bu, onlarla yahudiler arasındaki harbe kadar devam etti. Yahudilerin bir kumandanı vardı, çok cesur idi. Ona “BOLİS (Pavlos)” deniliyordu. İsa’nın ashabından çok kişi öldürdü. Bolis yahudilere dedi ki:

“Eğer İsa hak ise, peygamber ise onunla beraber olanlar da haktır. Biz ise onları vurduk, öldürdük. Bizim yerimiz Cehennem’dir. Biz zarar ederiz. Onlar Cennet’e, biz ise Cehennem’e gireceğiz. Onlara (İsevilere) hile yapıp saptıracağım ve onları da Cehennem’e sokacağım.”

Bolis’in “İkab” adında bir atı vardı. Bolis hristiyanların yanına gitti, pişmanlığını dile getirdi, başına toprak saçtı, hristiyanlara dedi ki:

“Ben Bolis’im (Pavlos). Sizin düşmanınızım. Gökten bana bir ses geldi. Bana, -Senin tevben kabul olunmaz. Ancak hristiyan olursan kabul olunur- dedi.”

Bunun üzerine hristiyanlar onu (Bolis’i) kilisenin bir odasına koydular. Bir sene gece-gündüz orada kaldı ve hiç dışarı çıkmadı. İncil’i iyice öğrendi. Bir sene sonra kiliseden çıktı. Hristiyanlara dedi ki:“Bana gökten ses geldi, Allah bana tevben kabul oldu dedi.” Hristiyanlar onu tasdik etti ve onu sevdiler. (Bolis onların reisi oldu) Sonra Beyt-ul Makdis’e geçti. “NASTURA” denilen birini onlara halife yaptı. Nastura’ya sır verdi (bir şey öğretti), dedi ki “İsa ilahdır (Meryem oğlu İsa ilahdır).” Sonra Rumlara döndü, onlara “İsa’nın bir ilahlık, bir de insaniyet yönü vardır” diye bildirdi. Sonra “YAKUB” denilen bir adama sır verdi (öğretti) ki “İsa insan değildir ki insan olsun, cisim değildir ki cisim olsun. O Allah’ın oğludur.” dedi. Başka bir adam çağırdı, onun ismi de “MELİK” idi. Ona da “Allah ölmez ki İsa da ölsün” dedi. Bu üç adamı ayrı ayrı çağırıp görüştü ve bu sırları verdi. Onlara ayrı ayrı, “Siz benim sırdaşımsınız. Ben İsa ile görüştüm. Benden razı oldu” dedi. Sonra yine onlara ayrı ayrı “kendimi yarın keseceğim, kurban edeceğim” dedi. Sonra mezbeheye (kurban kesimi yapılan yer) girdi ve kendini kesti. Bolis’in kendini kesmesinin üçüncü gününde bu üç kişi halkı kendi fikirlerine çağırdı. Onlara (bu üç kişiye) ayrı ayrı taifeler tabi oldu. Bu taifeler bu güne kadar birbirlerini öldürdüler, ihtilaf ettiler. Bu şekilde hristiyanlar üç fırkaya ayrıldılar. Onların şirke girmesine bu BOLİS denen adam sebeb oldu. –Allahu A’lem-”[14]

“Mısır Meliki Mukavkis dedi ki: Ey Nasara dininin salikleri! Müslümanların kitabı olan Kur’an’da ne varsa kitabınız olan İncil’de de aynısı vardır. “Bolis” adındaki kişi sizi dalalete götürdü, sizi İsa’nın dininden uzaklaştırdı ve şeriatınızı değiştirdi. Ve sizi, size layık olmayan isimle isimlendirdi (Yani İncil’de isminiz İslam iken, onu değiştirdi Nasara yaptı). Ve sizi hak yoldan saptırdı. Ve daha önce size haram olan herşeyi helal kıldı. Peygamberiniz İsa’nın size dediğini bırakıp Bolis’i (Pavlos’u) dinlemeniz safsatanın ta kendisi ve körlüğünüzün de delildir. Allah’ın Meryem oğlu İsa’ya vahyetmediği şeyleri, Meryem oğlu İsa, Allah’a iftira edip nasıl aksini söyler? Bolis (Pavlos), Hz. İsa’ya iftira ederek; “Allah, domuz eti yemeği ve her türlü günahları işlemeyi helal kılmıştır” diye Allah’a iftira ederek size söylemiştir. Siz de Bolis’in emrini dinlediniz ama İncil ile İsa’yı dinlemediniz. Haşa İsa, domuz eti yemeyi ve günahları işlemeyi helal kılmaz, kendi dininin adını İslam’dan başka bir adla adlandırmaz. Melik Mukavkis devamen dedi ki: Bütün peygamberler Hz. Muhammed’in (S.A.V.) getirdiği şeriat üzere gelmişlerdir. Yani ma’rufu emir ve münkeri nehyetmişlerdir.”[15]

Kur’an-da ehli kitabla ilgili olarak umumi hükümde bulunulmamaktadır.Hep hususi olarak içlerinde beyinsiz,alaya alan ve inkar edenler diye tahsis edilmiş,bazılar diye zikredilmiştir.Hükümler mutlak değil mukayyed,umumi değil hususidir.

Bu konuda Bediüzzaman eserlerinde özetle şöyle bahsetmektedir:

“Âhirzamanda Hazret-i İsa Aleyhisselâm gelecek, Şeriat-ı Muhammediye (A.S.M.) ile amel edecek mealindeki hadîsin sırrı şudur ki: Âhirzamanda felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfrîye ve inkâr-ı uluhiyete karşı İsevîlik dini tasaffi ederek ve hurafattan tecerrüd edip İslâmiyete inkılab edeceği bir sırada, nasılki İsevîlik şahs-ı manevîsi, vahy-i semavî kılıncıyla o müdhiş dinsizliğin şahs-ı manevîsini öldürür; öyle de Hazret-i İsa Aleyhisselâm, İsevîlik şahs-ı manevîsini temsil ederek, dinsizliğin şahs-ı manevîsini temsil eden Deccal’ı öldürür.. yani inkâr-ı uluhiyet fikrini öldürecek.”[16]

İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın şahsiyet-i maneviyesinden ibaret olan hakikî İsevîlik dini zuhur edecek, yani rahmet-i İlahiyenin semasından nüzul edecek; hâl-i hazır Hristiyanlık dini o hakikata karşı tasaffi edecek, hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslâmiye ile birleşecek; manen Hristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılab edecektir. Ve Kur’ana iktida ederek, o İsevîlik şahs-ı manevîsi tâbi’ ve İslâmiyet metbu’ makamında kalacak; din-i hak bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır. Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlub olan İsevîlik ve İslâmiyet ittihad neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken; âlem-i semavatta cism-i beşerîsiyle bulunan şahs-ı İsa Aleyhisselâm, o din-i hak cereyanının başına geçeceğini, bir Muhbir-i Sadık, bir Kadir-i Külli Şey’in va’dine istinad ederek haber vermiştir. Madem haber vermiş, haktır; madem Kadir-i Külli Şey’ va’detmiş, elbette yapacaktır. Evet her vakit semavattan melaikeleri yere gönderen ve bazı vakitte insan suretine vaz’eden (Hazret-i Cibril’in “Dıhye” suretine girmesi gibi) ve ruhanîleri âlem-i ervahtan gönderip beşer suretine temessül ettiren, hattâ ölmüş evliyaların çoklarının ervahlarını cesed-i misaliyle dünyaya gönderen bir Hakîm-i Zülcelal, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ı, İsa dinine ait en mühim bir hüsn-ü hâtimesi için, değil sema-i dünyada cesediyle bulunan ve hayatta olan Hazret-i İsa, belki âlem-i âhiretin en uzak köşesine gitseydi ve hakikaten ölseydi, yine şöyle bir netice-i azîme için ona yeniden cesed giydirip dünyaya göndermek, o Hakîm’in hikmetinden uzak değil.. belki onun hikmeti öyle iktiza ettiği için va’detmiş ve va’dettiği için elbette gönderecek.”[17]

“Hem Firengistan diyarı, Hristiyan şevketi dairesidir.”[18]

“Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın bir mu’cizesine dair: “Allah’ın izni ile anadan doğma körü ve abrası iyileştireceğim,ölüleri dirilteceğim.”[19]Kur’an, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın nasıl ahlâk-ı ulviyesine ittibaa beşeri sarihan teşvik eder.”

“İsa Aleyhisselâm, sair esma ile beraber Kadîr ismi onda daha galibdir.”[20]

“Ehl-i Teslis’in İsa Aleyhisselâm’a muhabbetleri faidesizdir.[21]

“Üçüncü Tabaka-i Hayat: Hazret-i İdris ve İsa Aleyhimesselâm’ın tabaka-i hayatlarıdır ki, beşeriyet levazımatından tecerrüd ile, melek hayatı gibi bir hayata girerek nuranî bir letafet kesbeder. Âdeta beden-i misalî letafetinde ve cesed-i necmî nuraniyetinde olan cism-i dünyevîleriyle semavatta bulunurlar.”[22]

“Hazret-i İsa Aleyhisselâm geldiği vakit, herkes onun hakikî İsa olduğunu bilmek lâzım değildir. Onun mukarreb ve havassı, nur-u iman ile onu tanır. Yoksa bedahet derecesinde herkes onu tanımayacaktır.”[23]

“Hem pek çok Yahudi üleması ve Nasara üleması, ikrar ve itiraf etmişler ki: “Kitablarımızda Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın evsafı yazılıdır.” Evet gayr-ı müslim olarak başta meşhur Rum Meliklerinden Hirakl itiraf etmiş, demiş ki: “Evet İsa Aleyhisselâm, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dan haber veriyor.”[24]

“İncil’in bir yerinde, İsa Aleyhisselâm demiş: “Ben gideceğim; tâ dünyanın reisi gelsin.”

…Demek İsa Aleyhisselâm, çok defa Ahmed Aleyhissalâtü Vesselâm’dan beşaret veriyor.”[25]

“Din-i İsevî’de yalnız esasat-ı diniye Hazret-i İsa Aleyhisselâm’dan alındı. Hayat-ı içtimaiyeye ve füruat-ı şer’iyeye dair ekser ahkâmlar, Havariyyun ve sair rüesa-yı ruhaniye tarafından teşkil edildi. Kısm-ı a’zamı, kütüb-ü sâbıka-i mukaddeseden alındı. Hazret-i İsa Aleyhisselâm, dünyaca hâkim ve sultan olmadığından ve kavanin-i umumiye-i içtimaiyeye merci’ olmadığından; esasat-ı diniyesi, hariçten bir libas giydirilmiş gibi, şeriat-ı Hristiyaniye namına örfî kanunlar, medenî düsturlar alınmış, başka bir suret verilmiş. Bu suret tebdil edilse, o libas değiştirilse, yine Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın esas dini bâki kalabilir. Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ı inkâr ve tekzib çıkmaz. “[26]

“Şimdiki Hristiyanlık dini ise; “Velediyet Akidesi”ni kabul ettiği için vesait ve esbaba tesir-i hakikî verir. Din namına enaniyeti kırmaz, belki Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın bir mukaddes vekili diye o enaniyete bir kudsiyet verir. Onun için, dünyaca en büyük makam işgal eden Hristiyan havasları, tam dindar olabilirler. Hattâ Amerika’nın esbak Reis-i Cumhuru Wilson ve İngiliz’in esbak Reis-i Vükelası Loid George gibi çoklar var ki, mutaassıb birer papaz hükmünde dindar oldular. Müslümanlarda ise öyle makamlara girenler, nâdiren tam dindar ve salabetli kalırlar. Çünki gururu ve enaniyeti bırakamıyorlar. Takva-yı hakikî ise, gurur ve enaniyetle içtima edemiyor.”[27]

“Hem âlem-i insaniyette inkâr-ı uluhiyet niyetiyle medeniyet ve mukaddesat-ı beşeriyeyi zîr ü zeber eden Deccal komitesini, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın din-i hakikîsini İslâmiyetin hakikatıyla birleştirmeye çalışan hamiyetkâr ve fedakâr bir İsevî cemaatı namı altında ve “Müslüman İsevîleri” ünvanına lâyık bir cem’iyet, o Deccal komitesini, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın riyaseti altında öldürecek ve dağıtacak; beşeri, inkâr-ı uluhiyetten kurtaracak.”[28]

“Rivayetlerde Hazret-i İsa Aleyhisselâm’a “Mesih” namı verildiği gibi her iki Deccal’a dahi “Mesih” namı verilmiş ve bütün rivayetlerde denilmiş. Bunun hikmeti ve tevili nedir?

Elcevab: Allahu a’lem bunun hikmeti şudur ki: Nasılki emr-i İlahî ile İsa Aleyhisselâm, şeriat-ı Museviyede bir kısım ağır tekâlifi kaldırıp şarab gibi bazı müştehiyatı helâl etmiş. Aynen öyle de; Büyük Deccal, şeytanın iğvası ve hükmü ile şeriat-ı İseviyenin ahkâmını kaldırıp Hristiyanların hayat-ı içtimaiyelerini idare eden rabıtaları bozarak, anarşistliğe ve Ye’cüc ve Me’cüc’e zemin hazır eder. Ve İslâm Deccalı olan Süfyan dahi, şeriat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) ebedî bir kısım ahkâmını nefis ve şeytanın desiseleri ile kaldırmağa çalışarak hayat-ı beşeriyenin maddî ve manevî rabıtalarını bozarak, serkeş ve sarhoş ve sersem nefisleri başıboş bırakarak, hürmet ve merhamet gibi nurani zincirleri çözer; hevesat-ı müteaffine bataklığında, birbirine saldırmak için cebrî bir serbestiyet ve ayn-ı istibdad bir hürriyet vermek ile dehşetli bir anarşistliğe meydan açar ki, o vakit o insanlar gayet şiddetli bir istibdaddan başka zabt altına alınamaz.”[29]

İsa aleyhisselam 33 yaşında iken göğe çekildi.[30]

“Hadîs-i sahihle, âhirzamanda İsevîlerin hakikî dindarları ehl-i Kur’an ile ittifak edip, müşterek düşmanları olan zındıkaya karşı dayanacakları gibi; şu zamanda dahi ehl-i diyanet ve ehl-i hakikat, değil yalnız dindaşı, meslekdaşı, kardeşi olanlarla samimî ittifak etmek, belki Hristiyanların hakikî dindar ruhanîleri ile dahi, medar-ı ihtilaf noktaları muvakkaten medar-ı münakaşa ve niza’ etmeyerek müşterek düşmanları olan mütecaviz dinsizlere karşı ittifaka muhtaçtırlar. “[31]

“Misyonerler ve Hristiyan ruhanîleri, hem Nurcular, çok dikkat etmeleri elzemdir. Çünki her halde şimal cereyanı; İslâm ve İsevî dininin hücumuna karşı kendini müdafaa etmek fikriyle, İslâm ve misyonerlerin ittifaklarını bozmaya çalışacak. Tabaka-i avama müsaadekâr ve vücub-u zekat ve hurmet-i riba ile, burjuvaları avamın yardımına davet etmesi ve zulümden çekmesi cihetinde müslümanları aldatıp, onlara bir imtiyaz verip, bir kısmını kendi tarafına çekebilir.”[32]

“Bir İsevî müslüman olsa, İsa Aleyhisselâm’ı daha ziyade sever.”[33]

“O zâtın (Mehdinin)üçüncü vazifesi, Hilâfet-i İslâmiyeyi İttihad-ı İslâma bina ederek, İsevî ruhanîleriyle ittifak edip Dîn-i İslâma hizmet etmektir. Bu vazife, pek büyük bir saltanat ve kuvvet ve milyonlar fedakârlarla tatbik edilebilir.”[34]

01-06-2003

Mehmet ÖZÇELİK

[1] Âl- İmran.45,47,59,Meryem.17-23,Enbiya.91,Mü’minun.50.

[2] Nisa.163,171,Maide.75,En’am.85,Hadid.27.

[3] Nisa.171-172.

[4] Âl-i İmran33-35.

[5] Âl-i İmran.48-49.

[6] Âl-i İmran.48,Maide.46,Hadid.27.

[7] Âl-i İmran.52-53,Maide.111-112,Saf.14.

[8] Âl-i İmran.54-55,Nisa.156-159,Maide.110,

[9] Âl-i İmran.54-55,Nisa.157-158.

[10] Zuhruf.61.Nisa.159.

[11] Nisa.171.

[12] Nisa.159, Buhari-Müslim-Tirmizi.

[13] 26.Mektub.4.Mebhas.cihadname.hamimsayfasi.

[14] Tefsir-i Kurtubi- Nisa suresi- ayet 171,bak.Fütuh-uş Şam, Cild-2, Sahife-25.

[15] Fütuh-uş Şam, Cild-2, Sahife-25.

[16] Mektubat.6.

[17] Mektubat.57,Şualar.587.

[18] Mektubat.433.

[19] Âl-i İmran.49,Sözler.255,368.

[20] Sözler.334,564.

[21] Sözler.643,Lemalar.24.

[22] Mektubat.6.

[23] Mektubat.57,Şualar.579.

[24] Mektubat.163.

[25] Mektubat.171.

[26] Mektubat.435.

[27] Mektubat.437.

[28] Mektubat.441.

[29] Şualar.593.

[30] Barla lahikası.155.

[31] Lemalar.151.Haşiye.1.

[32] Emirdağ Lahikası.1/159-160.

[33] Emirdağ Lahikası.2/244.

[34] Sikke-i Tasdik-i Gaybi.9.