NEYİN MAHKUMUYUZ ?

NEYİN MAHKUMUYUZ ?
Kaderin mi?
Eğer öyleyse bu şerefli bir makamdır.
Zira biz er olmak isteriz,Rabbimiz mareşal olmamızı ister.
Bediüzzaman şöyle der:
“İkinci Sualiniz: Neden vesika almak için müracaat etmiyorsun?
Elcevap: Şu meselede ben kaderin mahkûmuyum, ehl-i dünyanın mahkûmu değilim. Kadere müracaat ediyorum. Ne vakit izin verirse, rızkımı buradan ne vakit keserse, o vakit giderim. Şu mânânın hakikati şudur ki:
Başa gelen her işte iki sebep var: biri zâhirî, diğeri hakikî. Ehl-i dünya zâhirî bir sebep oldu, beni buraya getirdi. Kader-i İlâhî ise, sebeb-i hakikîdir; beni bu inzivâya mahkûm etti. Sebeb-i zâhîrî zulmetti, sebeb-i hakikî ise adalet etti. Zâhirîsi şöyle düşündü: “Şu adam ziyadesiyle ilme ve dine hizmet eder; belki dünyamıza karışır” ihtimaliyle beni nefyedip üç cihetle katmerli bir zulüm etti. Kader-i İlâhî ise, benim için gördü ki, hakkıyla ve ihlâsla ilme ve dine hizmet edemiyorum; beni bu nefye mahkûm etti. Onların bu katmerli zulmünü muzaaf bir rahmete çevirdi.
Madem ki nefyimde kader hâkimdir ve o kader âdildir; ona müracaat ederim. Zâhîrî sebep ise, zaten bahane nevinden birşeyleri var. Demek onlara müracaat mânâsızdır. Eğer onların elinde bir hak veya kuvvetli bir esbab bulunsaydı, o vakit onlara karşı da müracaat olunurdu.
Başlarını yesin, dünyalarını tamamen bıraktığım ve ayaklarına dolaşsın, siyasetlerini büsbütün terk ettiğim halde, düşündükleri bahaneler, evhamlar elbette asılsız olduğundan, onlara müracaatla o evhamlara bir hakikat vermek istemiyorum. Eğer uçları ecnebî elinde olan dünya siyasetine karışmak için bir iştahım olsaydı, değil sekiz sene, belki sekiz saat kalmayacak, tereşşuh edecekti, kendini gösterecekti. Halbuki sekiz senedir birtek gazete okumak arzum olmadı ve okumadım.
Dört senedir burada taht-ı nezarette bulunuyorum; hiçbir tereşşuh görülmedi. Demek, Kur’ân-ı Hakîmin hizmetinin bütün siyasetlerin fevkinde bir ulviyeti var ki, çoğu yalancılıktan ibaret olan dünya siyasetine tenezzüle meydan vermiyor.
Adem-i müracaatımın ikinci sebebi şudur ki: Haksızlığı hak zanneden adamlara karşı hak dâvâ etmek, bir nevi haksızlıktır. Bu nevi haksızlığı irtikâp etmek istemem. “
*Yoksa Nefsin mi mahkumuyuz?
Aslında bütün ızdıraplar nefsin mahkumu olmamızdandır.
Nefsin isteği ve istikameti doğrultusunda hareket etmemizdendir.
Nefsi dizginlemek gerekirken,nefis bizi gemlemiş,ruhumuzu kontrol etmektedir.
Biz nefsimize değil,nefis bize binmekte.
Her insaf sahibi vicdanının sesini dinleyecek olsa,bir anlık nefsini dinlemenin sonucu olarak bir ömrü,bir ebediyeti kaybettiğini bilecek ve anlayacaktır.
Mahkumların –kaderin mahkumuyuz- ifadesi,nefsin ve vicdanın rahatlama serüveni, nefsin kendisini avukat gibi savunup,tebrie etmesidir.
Kaderin mahkumiyeti şerefli bir mahkumiyetdir.
Nefsin mahkumiyeti sefil ve sefih bir mahkumiyettir.
*Yoksa şeytanın mı mahkumuyuz?
Şeytan mı bizi esir aldı?
Her şeyi süslü gösterip,cazip hale mi getirdi?
İnsanın ve insanlığın düşmanı olup,ayağını kaydırmak üzere kıyamete kadar yaşama müsaadesi isteyen şeytan;hayrın değil şerrin kaynağıdır.
Hakimiyeti elinden alınan şeytan,hakimiyet çabası içindedir.
Günaha giren insanlar şeytanın mahkumudurlar.
Bir günah işleyen,bin gün-ah çeker.
Ahlar şeytanın hakimiyetinin feryatlarıdır.
*Yoksa kötü arkadaşın mı mahkumuyuz?
Üçüncü insanı mahkum eden sebeb ise,kötü arkadaşlardır.
Anne-baba-öğretmen gibi kimselerin,müsbet ve menfi alanda yapamadıklarını,arkadaş yapar.
Kötü yola düşen insanların yüzde en az sekseni,kötü arkadaşın mahkumudurlar.
Özetle;kader mahkumları;nefis,şeytan ve kötü arkadaşın mahkumudurlar,kaderin değil.
Zira kader zulmetmez,adalet eder.
Kader insan iradesine kâinat çapında değer verir.
İnsanın sorumluluğuyla ilgili noktalarda cüz-i irade külli iradenin önüne geçer.
Kul ne yaparsa Allah onu yazar,yoksa Allah ne yazarsa kul onu yapmaz…
İnsanın sorumluluğu irade ve tercihiyle,zorlanmadan isteğiyle yapmasıdır.
MEHMET ÖZÇELİK
24-09-2014




KIRILMA NOKTASI

KIRILMA NOKTASI
Türkiye sathı,kaygan bir zemin üzerine oturtulmuştur.
Bir zamanlar eksen kayması denilerek yaygara koparılmış,içte ve dışta fitne kazanları sürekli kaynatılmış,ağaçlar bahane edilerek ateş harlı tutulmuştur.
Eksen düzelmesi her vesile ile engellenmeye çalışılmaktadır.
-Bir müddettir başbakanla hoca efendinin arasının açılmasına aynı kazanın devamı olarak kaynatılmaya çalışılmaktadır.
Kaderin bir cilvesidir ki,her dönemde devlet yöneticileri ellerindeki devlet gücünü paylaşmamak için,güçlerinden çekinmişlerdir.
Ahmed bin Hanbel,İmam-ı Azam ve Bediüzzaman gibi onlarca manevi şahsiyetler aynı akibete uğramışlardır.
Oysa şu ise unutulmuştur;
O maddi olarak devleti ayakta tutanların arkasında manevi mimarlar hep onların manevi destekçisi olmuşlardır.
Her maddi sultanın manevi bir sultana ihtiyacı vardır.
Selçukludan osmanlıya,nizamul mülk-ten Osman beye,akşemseddinden özala kadar bu durum sürmüştür.
Bediüzzamanın vefatı,menderesin inişini hızlandırmıştır.
-Dershanelerin varlığı hoca efendi giller için hizmet açısından işin can damarını oluşturmakta,genel çarkı buralar döndürmektedir.
Devlet hocaefendigilin bam teline bastı.Dershaneleri kaldırmak için ani girişimde bulundu.
Zaman gazetesi buna dayanarak olsa gerek,birkaç tenkid yazısı yazdı.
Cepheleşmeye gidildi.
Hoca efendinin basiretli tavsiyeleriyle ihtiyatlı davranılmaya başlandı.
Ancak kılıçlar kınına geçici olarak konuldu.
-Bir dostum oğluyla beraber ziyaretimize geldiğinde,oğlu bu durumları dile getirip,başbakanı tenkid etmeye başlayınca babası;
-Oğlum,mehmet hoca gazetecidir,bunu yazar,herşeyi söyleme,dedi.
Oğlu yine de anlatmayı tercih etti.
-Babayla iki ay kadar sonra tekrar bir araya geldiğimizde bu sefer gizleme ihtiyacı duymadı.Başladı saymaya,başbakanın geçmiş düşüncesini,düşünce gömleğini çıkarmadan önceki mevkiini dile getirdi.
Ve şu an çevresinde bulunan Milli görüşçü,iran yanlısı,vehhabi temayüllü kimselerin bulunuşu.
Arada bir frenleyip lafı değiştirmeye çalışsam da,söz tekrar aynı noktaya dönüş yapıyordu.
Diğer misafirden de destek alınca harareti daha da yükseliyordu.
Bu sefer işin ciddiyetini anlamıştım.
Başbakan ve hocaefendi taraflarına seslenerek şunları söylemeyi bir vazife addediyorum;
Zemin kaypak,kaypak insanlar mevcut,düşülürse sadece her iki taraf değil,millet de zarar görür.
Birbirinizle istişare ederek ve başka gelişmiş alternatifler gösterip yardım edilebilir.
Birbirleriyle uğraşanlar müsbet hareket edemezler.Gücünüz dağılır.
Her ne kadar göründüğü üzere hoca efendinin mensublarını frenlese (dizginlese) de,ipler kopabilir.Hoca efendiyi de aşabilir.
Bir de münafıkların alevlendirmesiyle yapılacak bir şey kalmaz.
Mesela;neredeyse taksim olaylarının,başbakanın tek başına hareketini kırdığı için meşru görülmekte,neredeyse oh olsun denilerek memnun olunmaktadır.
Vahim bir hataya düşülmektedir.
-Dershanelerin kapatılmasının netice olarak hayırlı olacağını,alternatif yollar devreye konularak yeni bir kan değişiminin yaşanacağını ve buraların devletinde desteklemesiyle özel okullara dönüşerek,sağlık bakanlığındaki açılım gibi gelişim göstereceğini söyledim.
Bu da eğitimin önündeki en büyük engel olan tevhid-i tedrisatla tornadan çıkan insanlar yerine,özgür ve inançlı insanların yetiştirilmesine zemin hazırlayacağını söyleyip,havayı yumuşatmaya ve sakinleştirmeye çalıştım.
Ancak bunun hayırlı olmayacağı görüşü ağır bastı.
Devletin bu durumda havayı sakinleştirmek için maddi destekle ve bu öğretmenleri kadroya alarak destekte bulunulmalıdır.
Her bir öğrenci başına verilecek primle bu eğitim yuvalarını inkitaa uğratmamalıdır.
Fitne odakları sevindirilmemeli,güç kaybedilmemeli.Birbirini anlayarak hareket edilmeli.
İtidal-i demle davranılmalıdır.
Birbirlerinin kusurunu ortaya döküp,olumsuzluklar meşrulaştırılmamalıdır.
-Türkiye şu an ve zamanda büyük bir saldırı altındadır.Zira mısırda yapılan bizde denenmişti.
Tekrar denenmesine ve başarılı olunmasına kapı açılmamalıdır.
Dahili ve harici düşmanların yoğun olduğu bu dönemde;tesanüd,kardeşlik ve muhabbet kanalları açık tutulmalı,pekiştirilmelidir.
-Başbakanın hasta olan hoca efendiyi arayarak geçmiş olsun dileklerinde bulunması,yerinde ve güzel bir davranıştır ancak ateşi ne kadar söndürebilir?
-Birde hükümet reformları çok ağır aksak götürmekte,hantal davranmaktadır. Milletin bir asırdır çektiği baskılara ve milleti her yönüyle bağlayan bağlara karşı neden hakların verilmesinde ve bağların çözülmesinde yeterli olunmuyor?
Bu durum haklı gibi gösterilen tenkidlerin önünü açıyor…
Takdir-i Huda kuvve-i bâzu ile dönmez.
Bir şem’a ki Mevlâ yaka,üflemekle sönmez.
MEHMET ÖZÇELİK
23-10-2013




LİYÂKAT KAZANMAK VE KAYBETMEMEK

LİYÂKAT KAZANMAK VE KAYBETMEMEK
Allah bizi bir çok devrelerden ve aşamalardan geçirerek insan ve Müslim sıfatıyla bulunduğumuz noktaya getirmiş.
Bu bir kazanımdır.
Bu ne kadar kâinar çapında önemli ise,en az onun kadar önemli olan ona liyâkattır.
Yani o verilenlere lâyık olduğumuzu göstererek,korunmasına çalışmaktır.
Bu da iki yolla olur;Biri Allah-a yakınlaştıracak hal ve tavırlar içerisinde bulunmak,ikincisi;O’ndan uzaklaştıracak günah ve vaziyetlere düşmemektir.
Varlıklar içerisinde en büyük liyâkat sahibi insan,insanlar içerisinde Efendimiz (asm),sözler içerisinde Kur’an-ı Kerim-dir.
İnsanı liyâkata taşıyan en büyük sebeb ve başlangıç;Esmâ-i Hüsna-nın talimidir.
Neticesi ise;Emanet-i Kübra olan;insanlık,Akıl,Mükellefiyet,Kur’an,İman, Enaniyet gibi değerlerin korunmasıdır.
Günahlar insanın liyâkatına gölge düşürüp şaibeli yaparken,küfür o liyâkatı ortadan kaldırır.
Verilen ve verilecek olan şeyler;liyâkat neticesidir.
Tıpkı Süleyman Peygambere verilen hem maddi ve hem de manevi zenginlik,O’nun liyâkatının ve o liyâkatı muhafazasının bir sonucudur.
Cenâb-ı Hak Hadis-i Kudsi-de,Süleyman Peygamberin kalbine nazar ettiğinde,sahip olduğu güçten dolayı bir kibrin bulunmadığını ifade etmiştir.
Liyâkatın önündeki en büyük engel ise,kibirdir.
Bunun mucidi ve sahibi ise,şeytandır.
-Cennet liyâkat yeri ve liyâkatlıların yeridir.
Tüm varlıklardaki çabada bu liyâkatın kazanılmasının bir eseridir.
Atom,bitki ve hayvanlardaki hal de,bir liyâkat çabasıdır.
Maddi olarak Madenler bitkiler,bitkiler hayvanlar,hayvanlar insanlar seviyesine çıkmak için liyâkat müsabakasına girmektedir.
Tıpkı kurbanlık olarak kesilen bir koyun gibi.
Allah hiçbir değeri zayi etmemektedir.Varlıkları gerek hal dili ile ve gerekse de fiili olarak elde ettikleri değeri korumakta ve muhafaza etmektedir.Layık olduğu makama çıkarmaktadır.
İsterse bu sadece bir niyet halinde bile olsa,Allah onu külli bir amel olarak kabul etmektedir.
Adeta ilahi ihsan yukarıdan aşağıya doğru dökülürken,liyâkat nisbetinde taksim olunmaktadır.
Aynı zamanda bir tecrübe neticesi olarak verilmektedir.
*”Ey beniâdem! Sizin pederinize, melâikelere karşı hilâfet dâvâsında rüçhâniyetine hüccet olarak, bütün esmâyı tâlim ettiğimden, siz dahi mâdem onun evlâdı ve vâris-i istidadısınız; bütün esmâyı taallüm edip, mertebe-i emânet-i kübrâda bütün mahlûkata karşı rüçhâniyetinize liyâkatinizı göstermek gerektir. Zîrâ kâinat içinde, bütün mahlûkat üstünde en yüksek makamâta gitmek ve zemin gibi büyük mahlûkatlar size musahhar olmak gibi mertebe-i âliyeye size yol açıktır. Haydi, ileri atılınız ve birer ismime yapışınız, çıkınız.
“Fakat sizin pederiniz, bir defa şeytana aldandı, Cennet gibi bir makamdan rûy-i zemine muvakkaten sukut etti. Sakın siz de terakkiyâtınızda şeytana uyup hikmet-i İlâhiyenin semâvâtından, tabiat dalâletine sukûta vâsıta yapmayınız. Vakit bevakit başınızı kaldırıp, Esmâ-i Hüsnâma dikkat ederek, o semâvâta urûc etmek için fünûnunuzu ve terakkiyâtınızı merdiven yapınız. Tâ fünûn ve kemâlâtınızın menbaları ve hakikatleri olan esmâ-i Rabbâniyeme çıkasınız ve o esmânın dürbünüyle, kalbinizle Rabbinize bakasınız. “Sözler | Yirminci Söz | 238
*Şu dünyada cism-i insanî ve hayvanî, zerrât için güyâ bir misafirhâne, bir kışla, bir mektep hükmündedir ki; câmid zerreler ona girerler, hayattar olan âlem-i bekâya zerrât olmak için liyâkat kesb ederler, çıkarlar. Âhirette ise [Asıl hayata mazhar olan ise âhiret yurdudur. (Ankebût Sûresi: 64.)]sırrınca, nur-u hayat, orada âmmdır. Nurlanmak için o seyr ü sefere ve o tâlimât ve tâlime lüzum yoktur. Zerreler demirbaş olarak sabit kalabilirler.” Sözler | Yirmi Sekizinci Söz | 459
*Tahavvülât-ı zerrâtın ve zîhayat cisimlerde zerrât harekâtının binler hikmetlerinden bir hikmeti dahi, zerreleri nurlandırmaktır ve âlem-i uhreviye binâsına lâyık zerreler olmak için, hayattar ve mânidar olmaktır. Güyâ cism-i hayvanî ve insanî, hattâ nebâtî, terbiye dersini almak için gelenlere bir misafirhâne, bir kışla, bir mektep hükmündedir ki, câmid zerreler ona girerler, nurlanırlar. Âdetâ bir tâlim ve tâlimâta mazhar olurlar, letâfet peydâ ederler. Birer vazifeyi görmekle, âlem-i bekâya ve bütün eczâsıyla hayattar olan dâr-ı âhirete zerrât olmak için liyâkat kesb ederler.” Sözler | Otuzuncu Söz | 510
*Gençliğe muhabbetin ise, mâdem Cenâb-ı Hakkın güzel bir nimeti cihetinde sevmişsin, elbette onu ibâdette sarf edersin, sefâhette boğdurup öldürmezsin. Öyle ise, o gençlikte kazandığın ibâdetler, o fânî gençliğin bâkî meyveleridir. Sen ihtiyarlandıkça, gençliğin iyilikleri olan bâkî meyvelerini elde ettiğin halde, gençliğin zararlarından, taşkınlıklarından kurtulursun. Hem, ihtiyarlıkta daha ziyâde ibâdete muvaffakıyet ve merhamet-i İlâhiyeye daha ziyâde liyâkat kazandığını düşünürsün. Ehl-i gaflet gibi beş on senelik bir gençlik lezzetine mukabil, elli senede, “Eyvah, gençliğim gitti” diye teessüf edip, gençliğe ağlamayacaksın. Nasıl ki öylelerin birisi demiş: Yani, “Keşke gençliğim bir gün dönseydi, ihtiyarlık benim başıma neler getirdiğini, şekvâ ederek haber verecektim.” Sözler | Otuz İkinci Söz | 588-9
*Eğer desen: “Şu küllî hadsiz nimetlere karşı, nasıl şu mahdut ve cüz’î şükrümle mukabele edebilirim?”
Elcevap: Küllî bir niyetle, hadsiz bir îtikad ile. Meselâ, nasıl ki bir adam beş kuruş kıymetinde bir hediye ile bir padişahın huzuruna girer ve görür ki, herbiri milyonlara değer hediyeler, makbul adamlardan gelmiş, orada dizilmiş. Onun kalbine gelir, “Benim hediyem hiçtir, ne yapayım.” Birden der: “Ey seyyidim! Bütün şu kıymettar hediyeleri kendi nâmıma sana takdim ediyorum. Çünkü, sen onlara lâyıksın. Eğer benim iktidarım olsaydı, bunların bir mislini sana hediye ederdim.”
İşte hiç ihtiyacı olmayan ve raiyyetinin derece-i sadâkat ve hürmetlerine alâmet olarak hediyelerini kabul eden o padişah, o bîçarenin o büyük ve küllî niyetini ve arzusunu ve o güzel ve yüksek îtikad liyâkatini, en büyük bir hediye gibi kabul eder.“ Sözler | Yirmi Dördüncü Söz | 324
*Kur’ân Arş-ı Âzamdan, İsm-i Âzamdan, her ismin mertebe-i âzamından geldiği için, On İkinci Sözde beyân ve ispat edildiği gibi, Kur’ân, bütün âlemlerin Rabbi itibâriyle, Allah’ın kelâmıdır; hem bütün mevcudâtın İlâhı ünvânıyla Allah’ın fermanıdır; hem bütün semâvât ve arzın Halıkı nâmına bir hitâbdır; hem rubûbiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir; hem saltanat-ı âmme-i Sübhâniye hesâbına bir hutbe-i ezeliyedir; hem rahmet-i vâsiâ-i muhîta nokta-i nazarında bir defter-i iltifatât-ı Rahmâniyedir; hem ulûhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bâzan şifre bulunan bir muhâbere mecmûasıdır; hem İsm-i Âzamın muhîtinden nüzûl ile Arş-ı Âzamın bütün muhâtına bakan ve teftiş eden hikmetfeşân bir kitâb-ı mukaddestir.
Ve şu sırdandır ki, “Kelâmullah” ünvânı, kemâl-i liyâkatle Kur’ân’a verilmiş ve dâimâ da veriliyor. Kur’ân’dan sonra sâir enbiyânın kütüb ve suhufları derecesi gelir. Sâir nihayetsiz kelimât-ı İlâhiye ise bir kısmı dahi has bir itibarla, cüz’î bir ünvan ile, hususi bir tecellî ile, cüz’î bir isim ile ve has bir Rubûbiyet ile ve mahsus bir saltanat ile ve hususi bir rahmet ile zâhir olan ilhmât sûretinde bir mükâlemedir. Melek ve beşer ve hayvanâtın ilhamları, külliyet ve hususiyet itibâriyle çok muhteliftir.” Sözler | Yirmi Beşinci Söz | 331
*Evet, Kur’ân’da Zât-ı Ahmediyeye en büyük makam vermek ve dört erkân-ı imaniyeyi içine almakla Lâ ilâhe illâllah rüknüne denk tutulan Muhammedun Resulullah risalet-i Muhammediye (a.s.m.) kâinatın en büyük hakikati ve zat-ı Ahmediye (a.s.m.) bütün mahlûkatın en eşrefi ve hakikat-i Muhammediye (a.s.m.) tabir edilen küllî şahsiyet-i mâneviyesi ve makam-ı kudsîsi, iki cihanın en parlak bir güneşi olduğuna ve bu hârika makama liyakatine dair pekçok hüccetleri ve emareleri, katî bir surette Risale-i Nur’da ispat edilmiş. Binden birisi şudur ki: Es-sebebu ke’l-fâil düsturuyla, bütün ümmetinin bütün zamanlarda işlediği hasenatın bir misli onun defter-i hasenatına girmesi ve bütün kâinatın hakikatlerini, getirdiği nurla nurlandırması, değil yalnız cin ve insi ve meleği ve zîhayatları, belki kâinatı ve semavatı ve arzı minnettar eylemesi ve istidat lisanıyla nebatatın duaları ve ihtiyac-ı fıtrî diliyle hayvanâtın duaları, gözümüz önünde bilfiil kabul olmasının şehadetiyle, milyonlar, belki milyarlar fıtrî ve reddedilmez duaları makbul olan sulehâ-yı ümmeti hergün o zâta (a.s.m.) salât ve selâm ile rahmet duaları ve mânevî kazançlarını en evvel o zâta (a.s.m.) bağışlamaları ve bütün ümmetçe okunan Kur’ân’ın üç yüzbin hurufunun herbirisinde on sevaptan tâ yüz, tâ bin hasene ve meyve vermesinden, yalnız kıraat-i Kur’ân cihetiyle defter-i a’mâline hadsiz nurlar girmesi haysiyetiyle, o zâtın (a.s.m.) şahsiyet-i mâneviyesi olan hakikat-i Muhammediye (a.s.m.) istikbâlde bir şecere-i tûbâ-i Cennet hükmünde olacağını Allâmü’l-Guyûb bilmiş ve görmüş ve o makama göre Kur’ân’ında o azîm ehemmiyeti vermiş ve fermanında ona tebaiyeti ve sünnet-i seniyyesine ittibâ ile şefaatine mazhariyeti en ehemmiyetli bir mesele-i insaniye göstermiş ve o haşmetli şecere-i tûbânın bir çekirdeği olan şahsiyet-i beşeriyetini ve bidayetteki vaziyet-i insaniyesini ara sıra nazara almasıdır.” Sözler | Yirmi Beşinci Söz | 424
*Temsilde hatâ olmasın, görüyoruz ki, nasıl ki bir padişahın daire-i hükümeti itibâriyle ayrı ayrı pek çok ünvanları, isimleri bulunur; meselâ, daire-i adliye onu “hâkim-i âdil” nâmiyle yâd eder, daire-i askeriye onu “kumandan-ı âzam” nâmiyle bilir, daire-i meşihât onu “halîfe” ismiyle zikreder, daire-i mülkiye onu “sultan” nâmiyle tanır, mutî ahali ona “merhametkâr padişah” derler, âsi insanlar ona “kahhâr hâkim” derler; daha bunlara kıyas et. İşte bâzı vakit oluyor ki, bütün ahali Onun elinde olan o padişah-ı âlî, âciz, zelîl bir âsiyi bir emir ile idâm etmiyor. Belki hâkim-i âdil ismiyle onu mahkemeye gönderir. Hem muktedir, hem sâdık bir memurunu taltife liyâkatini biliyor, fakat hususi ilmiyle, hususi telefonuyla onu taltif etmiyor; belki haşmet-i saltanat ve tedbîr-i hükümet ünvânıyla mükâfata istihkâkını teşhir etmek için, bir meydan-ı müsâbaka açar, vezirine emreder, ahaliyi temâşâya dâvet eder, bir istikbâl-i siyâsî yaptırır, muhteşem bir imtihân-ı ulvî neticesinde bir mecmâ-ı âlîde onu taltif eder, liyâkatini ilân eder. Daha başka cihetleri bunlara kıyas et.” Sözler | On Beşinci Söz | 164
*”Evet, küfür mevcudâtın kıymetini ıskat ve mânâsızlıkla ittiham ettiğinden, bütün kâinata karşı bir tahkir; ve mevcudât aynalarında cilve-i esmâyı inkâr olduğundan, bütün esmâ-i İlâhiyeye karşı bir tezyif; ve mevcudâtın Vahdâniyete olan şehâdetlerini reddettiğinden, bütün mahlûkata karşı bir tekzib olduğundan, istidad-ı insanîyi öyle ifsad eder ki, salâh ve hayrı kabule liyâkati kalmaz. Hem, bir zülm-ü azîmdir ki, umum mahlûkatın ve bütün esmâ-i İlâhiyenin hukukuna bir tecavüzdür.
İşte, şu hukukun muhâfazası ve nefs-i kâfir hayra kabiliyetsizliği, küfrün adem-i affını iktizâ eder. (Muhakkak ki şirk pek büyük bir zulümdür. (Lokman Sûresi: 13.)) şu mânâyı ifade eder.” Sözler | Onuncu Söz | 80
Allah bizleri lâyık etsin,Liyâkatımızı muhafaza etsin.
MEHMET ÖZÇELİK
12-01-2013




ERGENEKONUN KUYRUĞU KOPTU

ERGENEKONUN KUYRUĞU KOPTU
Aslında 05 08-2013 Pazartesi günü,beş yıldır devam etmekte olan ergenekonun mahkeme tarafından terör örgütü olarak kabul edilip tescil edilmesi,onun kuyruğunun yakalanarak mahkum edilmesine verilen bir karardır.
Ergenekonun gövde ve başı hala dışarıdadır.Aktif ve faaliyet göstermektedir.
Baş-dan avukatlığını yapan chp-ye,göbekten sulandırmaya çalışan mhp-ye,kuyruktan da piyon olarak kullanılan bdp-ye bağlıdır.
Zira karar açıklandığında kendi milletvekilleri olan Mehmet Haberal,zorla hapse konulub müebbedlikle yargılandığı halde serbest bırakılmış olmasına rağmen,bu kararı gayrı meşru olarak ilan eden chp,diğer yandan destek veren ve ama… ile bu kararı cumhuriyetle hesaplaşma olarak nitelendiren mhp,bir türlü kendilerini Ergenekon terör örgütünün dışına atamamışlardır.
Haberal-ın serbest bırakılması çoğunu şaşırttı.Ancak bunun sebebi iki şeye bağlandı;
-İşlenilen suçun 2005 tarihi öncesi olmasıyla eski cezaların azlıği,
-Diğeri ise,birilerini kurban verip ifşaatta bulunması salınmasına sebeb oldu.
Ancak hiç biri milletin vicdanında mahpus olmaktan kurtulamaz.
Zira bu bir asırlık zulmün sonucudur.
Balbay-ın ilk beyanatı ise,sonbaharın sıcak geçeceği sözü.
Bu birilerine mesaj vermekle beraber,birilerinden alınan mesajı dile getirmedir.
Türkiye mısır gibi,darbecilerle darbe karşıtlarının karşı karşıya getirilmesine çalışılmaktadır.
Hükümet alınan bu karardan sonra aktif olan Ergenekon terör örgütünün finans kaynaklarını,beyin ve gövdesini gözetim altına almalıdır.
Hükümetin en büyük gücü,kahir ekseriyet olan millettir.
Üç beş çapulcuya pabuç bırakılmamalıdır.
Monotof gibi kullanımda bulunanlara cezalar arttırılmalıdır.
Özgürlüklerin önü hızla açılmalı.Milleti bir asırdır bağlayan bağlar çözülmelidir.
Azınlıklar gibi cemaatların,farklı kesimlerin hakları verilmelidir.
Çünkü bu milletin hakları alınarak sokaklara döküldü.Hakları verilerek içeriye çekilmelidir.
Hükümet hızlı kararlar almalıdır.
Ayasofya açılmalı,tevhidi tedrisat kalkmalı,atatürkü koruma kanunu kaldırılmalı, özel okulların açılması sağlanarak hızla eğitim millet destekli olmalı,eğitim angaryalıktan kurtarılmalı,verilenler gerçeklerle uyumlu olmalı,hayatta kullanımı ve faydası olmalı,adalet güven vermeli,işlenilen suçlara cezalar caydırıcı olmalı,kemikleşen baş örtüsü hızla çözülmelidir.İslam ülkeleriyle ittihad-ı islama gidilmeli,İslâm birliği tesis edilmelidir.
İslâm ülkelerinin kurtuluşu ve özgürlüğü Türkiye’nin kurtuluşuna bağlıdır.
Gizli bağlar hala devam ettirilmektedir.Hayatın her kademesinde…
MEHMET ÖZÇELİK
08-08-2013




Bediüzzaman’ın Mektubu

Bediüzzaman’ın Mektubu
Bediüzzaman Said Nursi’nin ulemalar, şeyhler, reisler ve kürt halkına yazdığı bir mektubudur:
Ey verese-i Enbiya olan ulema ve meşayih-i Ekrad! Merkezde olduğum içün size tenbih ediyorum.

Şöyle ki:

Bu zaman-ı ahirde fikr-i istibdadın sehab-i muzlimi İslamiyyet’in ulviyyet ve husn-i hakikisini setr etmiş idi. Hatta adeta İslamiyet ecnebilerin nazarında mani’-i terakki ve adalet ve hürriyyet gibi telakki olunuyordu. Haşa sümme haşa!… Zira sadr-ı evvelin hürriyyet ve müsavat ve adaleti bürhan- bahirdir ki, Şeriat-i Garra hürriyyet ve adalet ve müsavatın cemi’ revabıt ve levazımını cami’dir. Çünki Şeriat Kelam-ı Ezeliden geldiğinden ebede gidecekdir.. Binaen aleyh nasıl ki, enbiya vahy ile kavaidi te’sis ve müctehidin de ictihad ile ahkamı istinbat etmişler, siz de ilcaat-i zamana o ahkam-ı adileyi tevfik ve tatbik ediniz..

Ey şecaat-nihad rüesa-yi Ekrad!

Şimdiye kadar Padişaha iktida etdiniz fakat milletin vahşetinden dolayı tedenni ve inkırazın mahkumu olan kuvvet ve cebri milletde isti’male luzum gördünüz! Şimdi de Padişah imamdır iktida ediniz. Zira o ömr-i ebediye mazhar olan ma’rifet-i adalet ile milletini idare edecek.. Siz de öyle yapınız.. Kuvvet ve şiddet yerine akıl ve zekayı isti’mal ediniz. Taki, necat bulasınız! Çünki, hakim bir ferd değil ki, aldatmak mümkin olsun.. Şimdi hakim ittihad-ı milletdeki efkar-ı umumidir. Buna karşı hıyle, terki hıyle ve doğruluktur… Hasıl- kelam Efendimiz o kadar haşmetli ağalık kürkünü sündüs-i adalet ve merhamete tebdil etmiş! Siz de o eski ağalık abası yerine hulle-i adaleti ve riyaset-i adilaneyi giyiniz!

Ey bağlı arslanlar gibi olan efrad-ı Ekrad!.

Şimdiye kadar iki suretle esir idiniz.. Biri hükumet-i müstebidenin tekalif-i zalimanesi! Biri de ba’zı zalimlerin gasb ve tecavüzatıyle… Şimdi bu inkılab-ı azimden sonra azadesiniz!. Her biriniz aleminizde hukùk-ı ibada tecavüzü men’ etmek şartıyle ve hükumet-i adileye itaat suretiyle hürsünüz. Bunu muhafaza etmek içün ellerinizden geldiği kadar bu ittihad-ı millete her cihetle hizmet ve ebna-yi vatanın muhafaza-i hukùkuna himmet ve gayret ediniz. Zira bizim ve belki umum Millet-i İslam’ın ve mutlak Osmanlılar’ın necat ve hayatı bu ittihad-ı milletle kàimdir.

Ey umum Ekrad!…

Müteyakkız olunuz! Ta ki efkar-ı faside sahibi sizin iftirak-ı kulubünüzden istifade etmesin..Ve bu şanlı olan ittihad-ı millete bir fesad-ı illet vermesin. Çünki o vakit bütün millet ve İslamiyyet sizden da’vacı olacak! Bu ihtilaf keşmakeşini zamanın tokadını yemeden terk ediniz. Zira necat ve selamet ittihad-ı efkardadır. Biz muvahhidiz. Tevhid-i efkara ve ittihad-ı kulube mevzufuz.

Bunu da muhakkak biliniz ki; her tarafa hücum eden medeniyyete karşı vahşet muhafaza edilemiyecektir. Sizden beklediğim nokta, Kürdlük’ün namus ve haysiyetini muhafaza ve yiğit ve kahraman olan Arnavudlar’a iktida ediniz! Bu da adalet, musavat ve uhuvvete hizmetle olur. Yaşasun Şeriat-i Garra! Yaşasun adalet-i İlahiyye!. Yaşasun şecaat-i mücesseme olan askerlerimiz!.. Yaşasun satvet-i muşahhasa olan ordularımız! Yaşasun Halife-i Peygamber!.. Yaşasun akıl ve hamiyyet-i mücesseme olan cem’ıyyet-i milliyyemiz! Yaşasun bütün Osmanlılar!

[İttihad ve Terakki Gazetesinin 24 Ağustos 1324 / 6 Eylül 1908 nüshasında neşredilen mektup Osmanlıca aslına uygun olarak latinceye çevrilmiştir.]

********************
“…Kürdlerin ihtilafı için kulübümüz suni ve mukaddime-i ittihad olduğundan; gayet ittihad ve hulus-ü niyet ve fedakarlık ve meharet ve i’tidal-i dem’e muhtaçtır…” cümlesini açıklar mısınız?
“Altıncı Hakîkat: Bazı klûpler, netice-i ittihad-ı millet olduğundan tabiî klüptür, ve muhkemdir. Bizim arslan Kürdlerin ihtilafı için klübumuz sun’î ve mukaddime-i ittihad olduğundan gayet ihtiyat ve hulus-u niyet ve fedakârlık (hatta ruhunu… nerede kaldı enaniyetler) ve mehâret ve i’tidal-i dem’e muhtaçtır. Zîrâ az bir ifrat ile çok a’sâb ve hissiyat he¬yecana geliyor, husûsan büyüklerden… ve böyle esaslarda az bir yanlış, kesir adedi gibi; fürûatta bir yekûn-u azîm seyyiatı teşkil ede¬cektir. Hem de o kadar geniş daire, ahrara efkâr-ı umumiyeden başka serpuş olamadı¬ğından riyaset-i şahsiyenin kat’iyyen aleyhindeyim. Reisi¬miz ancak hükûmettir.”
Kürtler ve Türkler tarih ve inanç değerleri noktasından ayrılmaz iki unsurdur. “Kulüpler” bazı teşkilatlara işaret ediyor.
Bir millet aşiret ve hiziplerden sıyrılarak tam bir milliyet olmuş ise, orada kurulan kulüpler doğal olduğu için, o milletin birliğine hizmet eder. Lakin aşiret ve hizipçilikten kurtulmamış bir millette kulüpler suni, yani yapmacık ve zoraki olduğu için, birliğe değil, ikiliğe hizmet eder. Öyle ise kulüp ve parti kurmak isteyenlerin gayet tedbirli, temiz bir niyet, fedakar bir tutum içinde olması gerekir. Yoksa az bir dengesiz hareket etmek ile o aşiret ve hizip damarları harekete geçip, milletin birliğini ve dirliğini bozar ve tamiri zor tahribatlara yol açar. Etnik kimlik adına kurulmuş parti ya da kulüpler çok tehlikelidir.
Bütün milleti bir şahıs temsil edemez. Ancak milletin bağrından çıkmış geniş ve ihatalı bir hükümet manası o milleti temsil edebilir, diyerek parlamenter sistemin gerekliliğine ve güzelliğine işaret ediyor.
********************
Ey Türkler ve Kürtler!

Ey Türkler ve Kürtler! Acaba şimdi bir mitinğ yapsam, sizin bin sene ki evvel ki ecdadınızı ve iki asır sonraki evlatlarınızı şu gürültülü hane olan şu asrınızın hazır meclisine davet etsem.
acaba sağ tarafta saft tutan eski ecdadınız demeyeceklermi
HEY MİRASYEDİ YARAMAZ ÇOCUKLAR
NETİCEYİ HAYATIMIZ SİZMİSİNİZ?
HEYHAT
BİZİ NETİCESİZ NETİCE VERMEYEN BİR HALE SOKTUNUZ, BİZİ KISIR BIRAKTINIZ.
HEMDE SOL TARAFINDA DURAN İSTİKBAL ŞEHRİNDEN GELEN EVLATLARINIZ SAĞDA Kİ ECDATLARINIZI TASDİK EDEREK DEMEYECEKLERMİ Kİ:
EY TEMBEL PEDERLER SİZMİSİNİZ HAYATIMIZIN KÜÇÜK VE BÜYÜK NETİCELERİ VE ÖNERMELERİ. VE AYRICA, SİZMİSİNİZ HAYATIMIZIN NESEB BAĞI OLAN BABALARIMIZ VE BİZİ DEDELERİMİZE BAĞLAYAN BAĞLARIMIZ.

SİZMİSİNİZ ŞU ŞANLI ECDADIMIZLA BİZİ RAPT EDEN BAĞLANTIMIZIN KURUCUSU BAĞLANTIMIZIN İRTİBATI.
HEYHAT !
NE KADAR HAKİKATSİZ VE KARIŞTIRICI ,ALDATICI, KÖTÜ , ŞERLİ BİR KIYAS OLDUNUZ.
İŞTE EY BEDEVİ GÖÇERLER ,EY İNKİLAP SOFTALARI( HAKİKAT OLMAYAN BİR İNANCA KÖRÜ KÖRÜNE BAGLI OLANLAR) ŞU MANZARIYI HAYAL DAHİ BİR FOTOĞRAFTIR VE BİR HAKİKATTİR.
İŞTE GÖRDÜNÜZ Kİ. ŞU BÜYÜK MİTİNĞTE İKİ TARAFTA SİZİ PROTESTO ETTİ..
BİNLER TEESSÜF LE GÜZEL ŞEYLERİMİZ GAYRI MÜSLİMLERİN ELİNE GEÇTİĞİ GİBİ GÜZEL OLAN AHLAKLARIMIZIDA YİNE GAYRI MÜSLİMLER ÇALMIŞLAR.
SANKİ.
BİZİM BİR KISIM BÜYÜK TOPLUM AHLAKIMIZ YANIMIZDA REVAÇ BULAMADIĞINDAN BİZE DARILIĞ ONLARA GİTMİŞ.
VE ONLARIN BİR KISIM REZİL HALLERİ KENDİLERİ İÇİNDE PEK REVAÇ BULAMADIĞINDAN CEHALETİMİZİN PAZARINA GETİRİLMİŞ.
GÖRMÜYORMUSUNUZ, ANLAMIYORMUSUNUZ, UYANIN ARTIK. BAKIN :
UTANARAK GÖRMENİZ LAZIM, DİNİ HAKKIN BİR MUKTEZASI OLAN
BEN ÖLÜRSEM DEVLETİM ,MİLLETİM, VE AHBABLARIM SAĞDIRLAR, GİBİ GÜZEL HASLETLER ONLARIN ELİNE GEÇMİŞ.
KENDİ AYRILIK VE FİTNE TOHUMLARINI BİZLERİN BAGRINA EKMİŞLER..
ONLARIN BİR FEDAİSİ DER
BEN ÖLÜRSEM MİLLETİM SAĞ OLSUN ONLARIN İÇİNDE BİR HAYATI MANEVİYEM VAR.
ÖYLE İSE BİZ DEMELİYİZ Kİ:
BİZ RUHUMUZLA ,CANIMIZLA, VİCDANIMIZLA, FİKRİMİZLE, VE BÜTÜN KUVVETİMİZ İLE ŞÖYLE NİDA ETMELİYİZ.:
BİZ ÖLSEK MİLLETİMİZ OLAN İSLAMİYET HAYDIR. İLELEBED BAKİDİR. MİLLETİM MÜSLÜMAN KARDEŞİM SAĞ OLSUN, UHREVİ SEVAP BANA KAFİDİR. MİLLETİMİN BAĞRINDA Kİ. MANEVİYAT BENİ YAŞATIR. ALEMİ ULVİDE BENİ LEZETLENDİRİR.
ÖLÜM NEVRUZ GÜNÜMÜZDÜR BAHARIMIZDIR DER.. FEDAKARLIĞIN NURLU REHBERLERİNİ KENDİMİZE REHBER ETMELİYİZ.
HER ŞEYDEN EVVEL BİZE LAZIM OLAN
DOĞRULUK
DAHA
YALAN SÖYLEMEMEK
SONRA
YİNE DOĞRULUK
SADAKAT
İHLAS
SABIR
YARDIMLAŞMA
DAYANIŞMA
BİR BİRİNİN İHTİYACINA CEVAP VERME
NEDEN BUNLAR?
EL CEVAP:
KÜFRÜN MAHİYETİ YALANDIR, DOSTLUĞU KARDEŞLİĞİ YIKAN YALANDIR.
İMANIN MAHİYETİ DOĞRULUKTUR, SIDK TIR,
BU KAFİ DEĞİLMİDİR Kİ HAYATIMIZIN BEKASI İMANIN VE DOĞRULUĞUN YARDIMLAŞMANIN DEVAMI İLEDİR.
EN EVVEL REİSLERİMİZ ISLAH OLMALI
EVET O REİSLERİNİZ MALLARINIZI CEPLERİNE İNDİRİP GAPS ETTİKLERİ GİBİ
AKILLARINIZIDA SİZDEN ALMIŞLAR VEYA DAMAĞINIZA HAPS ETMİŞLER.
EL HASIL ŞİMDİ HİZMET VAKTİDİR.
İSLAM UYANDI UYANIYOR
BİRLİK VAKTİDİR
İSLAM KILINCININ KILIFINDAN ÇIKMA VAKTİDİR.
BİZLERİN YAKIN OLDUĞU MİLLİYET TEK MİLLİYETTİR
İSLAM MİLLİYETİDİR..
BİRLİK MİLLİYETİDİR..
****************************
Nutuk – 6
KÜRDİSTAN ÜLEMA VE MEŞAYİH VE RÜESA VE EFRADINA MEŞRUTİYETE DAİR TELKİNATDIR
Ey verese-i enbiya ulemâ ve meşayih-i ekrad!… Merkezde olduğumiçin size tenbih ediyorum ki; bu zaman-ı ahirde fikr-i istibdadın sehab-ımuzlimi, şems-i İslâmiyetin ulvîyet ve hısn-i hakikisini enzardan setr et-mişti. Hatta âdetâ İslâmiyet, ecnebilerin nazarında mâni-i terakki veadâlet ve hürriyet gibi imiş…
Hâşâ sümme hâşâ!…
Zira sadr-ı evvelin bâhusus o zamanda hürriyet ve müsâvât ve adâlet-leri bürhan-ı bâhirdir ki; Şerîat-ı Garra, (ibadetteki müsâvât bunu te’yidediyor) hürriyet hakkı ve adalet ve müsâvât-ı hukukun cemî’i revabıt velevazımatıyla câmi’dir. Zîrâ Şeriat, Kelâm-ı Ezelîden geldiğinden ebedegidecektir. Nasıl enbiyalar vahiy ile kavaidi te’sis.. ve müçtehidîn içtihadile ahkâmı istinbat… siz de ilcaat-ı zamana o ahkâm-ı âdileyi tevfîk vetatbik ediniz!..Ey secaat-nihâd rüesa-yı ekrâd!.. Şimdiye kadar padişaha iktida etti-niz ki; milletin vahşetinden dolayı tedenni ve inkirazın mahkumu olankuvvet ve cebrî millete isti’mâl lüzum gördünüz. Şimdi de pâdişah yinesize imamdır. İktida ediniz ki; o ömr-ü ebediye mazhar olan mârifet veadaleti ile milletini idare edecek… Siz de öyle yapınız. Tâ ki, necat bula-sınız. Kuvvet ve cebr yerine akıl ve adaleti isti’mal ediniz!.. Tahvif ye-rinde muhabbeti ikame ediniz, tâ riyasetiniz berdevam olsun.
Mâhâsıl:
Efendimiz o kadar haşmetli ağalık kürkünü milletine bağışladı, siz de o eski ve köhnelenmiş ağalık abasını bir hulle-yi adâletetebdil ediniz.

Ey bağlı arslanlar gibi efrad-ı ekrâd !.. Şimdiye kadar iki cihetle esir idiniz. Biri hükümet-i müstebidenin tekalif-i zâlimanesiyle… Diğeri bazı zâlimlerin gasp ve garet tecavüzatıyla. Şimdi bu inkılâb-ı azîmden sonraâzadesiniz. Herbiriniz âleminizde hükümet-i meşruta-i meşru’anıntekâlif-i âdilânesine itaat…Ve hukuk-u gayre men’-i tecâvüz şartıyla birer pâdişah gibisiniz!… Bu saltanat-ı şahsiyeyi muhafaza, teşebbüs-ü şahsiile ellerinizden geldiği kadar bu ittihad-ı millete ve meşrutiyete her cihetle hizmet ediniz!.. Zîrâ bizim belki umum millet-i İslâmın ve mutlak Osmanlıların necat ve hayatı bu ittihad-ı milletle kâimdir.Ey umum ekrâd!.. Gözünüzü açınız, sabah geldi. Ve müteyakkız olu-nuz. Sizin ihtilâf ve vahşetinizden efkâr-ı fâside sâhibi istifâde etmesin.Bu şanlı olan ittihad-ı milleti fena bir hastalığa hedef etmesinler. Zîrâ ovakit bütün millet ve İslâmiyet size davacı olacaktır.Zaman size sille vurmakla o ihtilâf ve keşmekeşi atacaktır… Nâmu-sunuzu isterseniz, tokat yemeden atınız… Bunu da muhakkak bilin; Her tarafa hücum eden medeniyete karşı vahşetinizi muhafaza edemezsiniz.Bu “vahşet” lafzından darılmayınız. Zîrâ evvel nefsime söylüyorum…Hem de kabahat hükümetindir. İstediğim nokta Kürtlük nâmûs ve haysi-yetini muhafaza; ve yiğit, kahraman Arnavutlara meşrutiyet ve adaletehizmet ile iktida ediniz. Bu hâl-ı hazır, saadetimize herkesten ziyadehizmet edecektir. Çünkü herkesten ziyade istibdattan biz zarar görmüşüz.Güya bizden darılmıştılar. Mâzi tarafına bizi sevk ediyorlardı. Beşaretediyorum ki, yakın zamanda umum Kürdistanda medaris-i münderiseyiihya ve olmayan yerlerde de medaris te’sis edilecektir vesselâm.

***************
Altıncı Hakîkat:
Bazı klûpler, netice-i ittihad-ı millet olduğundantabiî klüptür, ve muhkemdir. Bizim arslan Kürdlerin ihtilafı içinklübumuz sun’î ve mukaddime-i ittihad olduğundan gayet ihtiyat vehulus-u niyet ve fedakârlık (hatta ruhunu… nerede kaldı enaniyetler) vemehâret ve i’tidal-i dem’e muhtaçtır. Zîrâ az bir ifrat ile çok a’sâb vehissiyat heyecana geliyor, husûsan büyüklerden… ve böyle esaslarda az bir yanlış, kesir adedi gibi; fürûatta bir yekûn-u azîm seyyiatı teşkil ede-cektir. Hem de o kadar geniş daire, ahrara efkâr-ı umumiyeden başkaserpuş olamadığından riyaset-i şahsiyenin kat’iyyen aleyhindeyim. Reisi-miz ancak hükûmettir.

******
Eğer dâiye-i teferrüd, ihtilâf, hodfuruşluk, meyl-ül ağalık, milletiistihdam, aldanmak ve aldatmak, sun’î kürtlük muktezasından gösterilse;şâhid olunuz o kürtlükten istifamı veriyorum… Ve cesaret, ve sadakat, vediyanetin ünvanı olan tabiî Kürtlükle iftihar ediyorum. Nasıl ki, zaman-ıistibdatta bu tabiî Kürtlük için timarhâneye düştüm. Divânelerin hekî-mine dedim: “eğer müdahane, temelluk, tazarru-u sinnurî, tabasbus-ukelbî, menfaat-ı umumiyeyi menfaat-ı şahsiyeye feda etmek aklınmuktezasından addedilmek lâzım gelirse; şâhid olunuz ben o akıldanistifamı veriyorum ve divanelikle iftihar ediyorum.”Ey Kürdler!.. Timarhaneyi kabul ettim, Kürtlüğü lekedâr etmemek için irade-i pâdişahî ve maaş ve ihsan-ı şahaneyi kabul etmedim.
Not: Medar-ı ibret ve hayrettir ki: 1324 senesinde Hürriyetin üçüncü günündeİstanbul’da.. Hem sonra Selânik’te meydan-ı hürriyette binler siyasîlere karşı dava ettiğive bütün kuvvetiyle Şeriatı istediği.. ve Hürriyeti ve Meşrutiyeti Şeriata hizmetkâr yaptığı halde; sonra 31 Martta Hareket Ordusu gâyet dehşet ve şiddetle şeriat isteyenlerimes’ul ettikleri zamanda Divan-i Harb-i Örfî’de Said’in bu münteşir nutuklarından tam berat verildiği halde.. Şimdi ise, siyaseti otuz seneden beri (*) bıraktığı ve o nutuklarınanisbeten siyasete pek az teması için yirmi yedi sene dinsizlik hesabına işkenceler,gaddarane azab ve ceza verenler elbette din namına zulüm etmiş engizisyondan dahazalim olduklarını isbat eder.
Said Nursi

*************

Makale – 5

(Kürd Teavün ve Terakki Gazetesi, aynı tarih ve aynı nüshası)
İLMİYE !İfade-i Meram:
Şimdiki Şark’ta medeniyetin müessisi ve bize bir ders-i ibret vermiş olan Japonların medeniyet-i cismaniyelerine hayatvermek için, taharri-i din ederek bazı sualler sormuşlar idi ve ben de ken-dim gibi bir cevap vermiş idim. Ben bu cevabın kuvvetini tecrübe için, ki bu mazi ve istikbal ortasında açılan büyük selli dere ve uçurum üzerindenatlıyacak mı? yoksa sair zaif ve kuvvetsiz ve hakikatsiz ve ihtiyarlanmışolan adât ve efkâr gibi mâzi tarafında mı kalacak bilmek için; bu cevabışimdiki efkâr-ı umumiyeye peşkeş ve hediye ediyorum. Ve rağbet-iumumiyeyi celb ile bizim gibi nevresidenin sa’yine neşât vermek için bir hizmet niyetindeyim. Şu bintül-fikri ve zâde-i tabiat ve semere-i fuad,şimdiki daire-i vâsia-i hürriyetle mütenasib geniş ve haşmetli efkâr-ıumumiyenin rağbetine yakışacak uslûb cihetiyle bir şey değil ise de, la-kin dört cihetiyle antika olduğundan ve antikalık, gulufiyyet yerini tut-makla itibar-ı umumiyenin rağbetine istihkak ümid ediyorum.
Birinci antikalık ciheti :
Dağ meyvesidir. Zîrâ Kürdistan dağlarındaşu zamanda sudur eden sözler kurun-u ûla sözlerini andırıyor. Güya bizkurun-u ûladan bu tarafa hareket etmemişiz. Çünkü hürriyyet-imutlakalarımızı şimdiye kadar olan medeniyet-i zelilane ve nâmeşru vesefihaneye feda etmek reva görmedik.
İkincisi:
Tabiiliktir. Yani benim tabiatıma muvafıktır. Zîrâ, benimgibi bir bedevinin fikri fıtrat-ı asliyeye daha yakın olduğundan muhake-mesi de tabii ve hadis-ül ahddır. Sun’î ne kadar mükemmel olursa, tabii Gazetede “gulûfiyet” tarzındadır. Lakin kuvvetli ihtimal ile “guluvvu kimetin”olması derkârdır. –Naşir–
Sun’î ne kadar mükemmel olursa, tabii yerini tutmaz. Hem de kelam-ı tabii gibi olduğundan, mütekelliminmizac-ı hissiyatını andırır.. ve okunduğu vakit, madeni benim gibi bir Kürd olduğunu nazar-ı hayale karşı tecessüm ettirir ve zihindemaneviyatın resmini doğru nakşeder.
Üçüncüsü:
Üslub-u garibimdir ki, sürat ve kesret ve ülfet ilesathilenen ezhanı dikkate imale eder. Zîrâ, garib olan ahlâk ve hissiya-tımla mütenasib olan elbisem; meaniler dahi istihsan ederek, elbisem gibi bir üslub-ü beyanı giydirmek benden istediler. Ben de hatırlarınıkırmadım. Amma alaturka terziliği iyi bilmiyorum.
Dördüncüsü:
Bu cevap gençtir, ihtiyardır. Bedevîdir, medenîdir.Hurr-ü mutlakdır, hurr-ü mukayyeddir. Yaşı dahi huriyetten iki mah dahayaşlıdır. Güya altı ay zarfında elli sene, belki daha çok tayy-i zaman ederek yaşamış. Zîrâ veladeti vaktinde tercüman-ı efkar olan gazeteyi, şimdi bir gazete ile muvazene olsa, mabeynlerinden asırlar geçmiş zan oluna-cak. Hem de bidaviyetteki hürriyyet-i mutlakanın ve medeniyetteki hurriyyet-i mahdudenin izdivacından tevellüd etmiş.. Güya: Dik-i arş, mâ-rifet-i Sâniden tarik-i ilham ile sadasını işitmiş bir dîk-ü sabah gibi buinkıkâb-ı azimin sabah-ı inkılâbına ezhan-ı naimeyi sayahıyla ikaz edi-yordu.Bu cevabın mebde ve meadı, yani mevzu ve gayenin celaleti, vesailin ehemmiyeti sair kusurları setredeceğini ümit ediyorum. Bint-ülfikrin cihazı üslubu garibdir.. Ve mehr-i muacceli de dikkattir… Ve hemde birinci tecrübe, birinci inşa, birinci te’lif olduğundan noksanı ve iğlakıtabiidir. Hem de uzun cümlelerle söylemişim ta ki hakikatin sureti parçalanmasın.. Ve hakikatin etrafında daire çekmekle mahsur bırak-maktır. Eğer tutmadım, elinize vermedim; siz dikkatinizle tutunuz.Zaman-ı salifte, şuara divanlarından hüsnünü, bir çok ulema-yı di- bace-i te’liflerinden “Hulefa-i Raşidinin mesleğinden olmayan” bir şahs-ıhakime mehasin-i milleti gasben ona vermek.. Ve ondan neş’et ettiği gibi ıtralı medihle istibdada kuvvet vermişlerdi.. Ve mesavi-i istibdadıdahi nâ kabili def’ gördüklerinden zaman ve feleği hedef ederek şikayatve itirazatın oklarını –daima manâsı tesiriyle malum ve lafz-ı mechulolan– istibdada atarlardı. Meşrutiyet-i şer’iye altında olan adalet-i mahz Yani: ondan neş’et etmiş gibi manasıyla.. –Naşir– ancak Eflatun-u ilahînin mehasin-i hakikiye-i medeniyetin misal-imüşahhası göstermek istediği Medine-i Fazılasında ihtimal verebilirlerdi.Ben isem, o def’i muhal gördükleri istibdadı yıkmakla ve muhal-i âdigördükleri medine-yi fazilanin esasını atmakla meşgul olan bir ehl-i asrınefradı olduğumdan o âdete muhalefet ettim.Birinci sual meal-cevab icmalen müddea gibi vaz’ ediyorum. Sonrakitafsilat o müddeayı müntic gibidir,şöyle ki, demişler: “Vücud-u Sânia delil-i vazıh nedir?”Cevap: Delil-i nuranî ve hayat-ı ateşin ve âlemin aynı olanMuhammed (A.S.M.) ve kalb-i hidayetin lisanı ki Muhammed (A.S.M.)ın lisanıdır.
Meali: nur-efşan nazarına karşı hayal hakikatı setredemez.; Hak olanmesleği tesvilata, tedlisata muhtaç değildir. Bu kelam iki fırka-ı dalleninreddine işarettir. Şimdi beda’ edeceğim cevaba… (Maba’di var)
Said-i Kürdî

*********

Mesela Şeyhülİslâmlığın resmi yayın organı gibi olan Beyân’ül-Hakk’da Mustafa … kansız kabul etti ğin gibi, menfur olmuş Yıldızı mahbub-u kulûb etmek için eski zebanîler yerine melâike-i rahmet gibi muhakkikîn-i ulemayı doldurmak… veYıldızı dâr-ül fünûn gibi etmek… Ve ulûm-u İslâmiyeyi ihya etmek vemeşihat-ı İslâmiyeyi ve hilâfeti, mevki-i hakikisine is’ad etmek… Vemilletin kalb hastalığı olan za’f-ı diyanet ve baş hastalığı olan cehaleti,servet ve iktidarınla tedavi etmekle Yıldızı Süreyya kadar i’lâ et. TâHânedân-ı Osmanî ol burc-u hilafette pertevnisâr-ı adâlet olabilsin. Hemde havaîc-i zaruriyeye iktisad et. Tâ alıştırılmış olan israfa iktidarıolmayan biçare millet de iktida etsin. Madem ki, imamsın…”Birden uyandım, gördüm ki, asıl bu âlem-i yakaza rüyadır. Asıluyanmak ve hakîkat o rüya imiş.
Sekizinci Madde
İleride tavaif-i mülük temelleri hükmünde olan anasır-ı muhtelifeklûplerinin ittihadının temeli ve nokta-i istinadımızın esası olan “İttihad-ıMuhammedî”den anasır-ı gayr-ı müslime tevahhuş etmesinler. Zîramesleğimiz sırf ahlâkî ve dinî olduğundan onlara faide-i azimeden başkazarar vermez.
Bizi kendilerine kıyas etmesinler. Zîrâ milliyetleri çok-tan vicdanî olan dinlerine galebe çalmış… Hem de onları medenı biliriz.Medenîlere ikna’ ile muhabbetle galebe çalınır. Bâhusus en vahşizamanlarda bu kadar edyân ve akvâm-ı muhtelife ferman-ı
ile medeniyet-iİslâmiyede mâsun kalmışlardır. Ne vakit cemiyyetimizden tevahhuşetseler, Meşrutiyete adem-i kabiliyetlerini ve vatana hiyanetlerini vemeşrutiyeti muvakkat ve gayr-ı meşru’ istediklerini göstermiş olurlar.Hemde ecnebiler bu cemiyyet-i ahlâkiyye ve mürşidaneyi istihsanetmeleri gerektir. Zîrâ eski zamanda ecnebiler vahşi olduklarındanİttihad-ı Muhammedî (A.S.M) onların vahşetine karşı taassub ve husûmetgöstermeğe mecbur idi. Şimdi onların medenileşmeleri ile o mahzur zailolmuştur. Zîra din noktasında medenilere galebe ikna iledir. Ve mezheb
Volkan’da “zarar vermez” cümlesinden sonra, “hem de müvazene-i devleti muha-faza eden milliyetimiz İslâmiyetten başka yoktur.” Cümlesi de vardır. –Naşir–

Ve mezheb ve dinin ulviyetini ve mahbûbiyetini fiilen göstermek iledir. Söz anlama-yan bedeviler gibi icbar ve husumetle değildir. Amma vaesefâ ki,İslâmiyyet ve hamiyyet nâmını taşıyan bazı zevzek ve lâubalilerin “ka-merin menfaatı, ayyaşlar mehtâbında işret etmeğe münhasır ve şemsinfaidesi bataklıkta mevadd-ı hasise taaffün etmeğe münhasırdır.” diyeneblehler işret ve taaffüna mania’ olmak için şems ve kamerin men’-i tulû-una kalkışmaları gibi, en mukaddes ve ulvî olan Şeriat-ı Garra ve onunhâdimi ve en hakikîkatlı ve uhrevî olan İttihad-ı Muhammedîyi kendicemiyet-i dünyeviyelerine kıyasen ağrâz-ı fâside ve metalib-i süfliyeyevasıta etmek gibi bir emr-i muhale ihtimal veriyorlar. Ve Şems-i hakikate püf püf ediyorlar. Heyhat nerede Süreyya süpürge olur? Veya üzüm sal-kımı gibi yenilir? Cihan arslanları silsile-i şeriata bağlı olduğundan tilki-nin onu koparmağa kalkışması sırf mecnûnanedir.Cemiyyetimizin meşrebi, beyne’l-İslâm muhabbetin mânâsına mu-habbet ve husûmetîn medlûlune husûmettir. Ve mesleği: “ Ahlâk-ıAhmediye (A.S.M.) ile tahalluk ve Sünnet-i Nebeviyeyi ihya etmektir. Verehberi Şeriat-ı Garra… ve seyfi berahîn-i kâtıa… ve maksadı İ’lâ-yıKelimetullahdır
….”
Dokuzuncu Madde
Kürdlerin ihtilafından zayi’ olan kuvve-i cesimelerinden istifade et-mek için ittihad-ı millî ile efkâr-ı umumiyelerini izhar etmek ve maarif ile o efkârı terakki ettirmektir. Tâ ki, meyl-üt terakkileri faaliyete veukde-i hayatiyeleri tenvîre
başlasın. Halbuki maarif-i cedideden dörtsebepten tevahhuş ediyorlar. İstîzâh olunca izâh edeceğim. Bâhusus şim-diki bazı gençlerimizin dinlerindeki lâubâliâne hareketleri daha ziyâdemilleti tevhiş ediyor. Bu gibi lâubâliler Meşrûtiyete hizmet değil, bilakîsMeşrutiyete ve millete büyük bir darbe vurarak tarîk-ı terakkîyi sedde se- bep oluyorlar.Kürdistan’a maarif-i cedidenin idhâline çâre-i yegâne: Hamidiyealaylarında askerlik münasebetiyle mekatibte, medrese nâm-ı me’lûfiyleulûm-u diniye ile beraber fünun-u lâzîme-i medeniyeyi; aşâir-imezkûrenin üç muhtelif nikatında talebenin tayinatının te’miniyle bera- ber üç dâr-ul ilim küşâd… Ve bunlardan neş’et eden Kürd üleması da,Volkan’da “tenebbühe başlasın” ifadesiyledir. –Naşir–

ve bunlardan neşet eden Kürd uleması da, ihya olacak medaris-i münderisede Kürdlerin isti’dadlarına göre tedris-ifünûn etmektir.Kader bana Türkçeyi az vermiş. Hattı hiç vermemiş. Dikkatinizle bana yardım edin.
Yüzbin def’a yaşasın Şeriat’ı Garra!..Neşrettiğim fihriste-i makasıddan terk ettiğim bir fıkradır.Şöyle ki:
Zahiren hariçten cereyan eden maarif-i cedidenin bir mec-rası da, bir kısım ehl-i medrese olmalı. Tâ gıll ü gıştan tasaffi etsin.Zira bulanıklığıyla başka mecradan taaffün ede gelmiş ve atalet ba-taklığından neş’et eden ve istibdad semûmu ile teneffüs eden ve zulümtazyiki ile ezilen efkâra bu müteaffin su, bazı aks-ül amel yaptığından,misfat-ı Şeriat ile süzdürmek zarurîdir. Bu da ehl-i medresenin dûş-uhimmetine muhavveldir.

Makale – 10
Volkan
14 Mart 132527 Mart 1909Sayı: 86
SADÂ-YI HAKİKAT
Tarîk-i Muhammedî (Aleyhissalâtü Vesselâm) şübhe ve hileden münez-zeh olduğundan şübhe ve hileyi îma eden gizlemekten de müstağnidir.Hem o derece azîm ve geniş ve muhit bir hakikat, bahusus bu zaman eh-line karşı hiçbir cihetle saklanmaz. Bahr-i Umman nasıl bir destide sak-lanacak?Tekraren söylüyorum ki: İttihad-ı İslâm hakikatında olan İttihad-ıMuhammedî’nin (Aleyhissalâtü Vesselâm) cihet-i vahdeti tevhid-i İlahî-dir. Peyman ve yemini de imandır.(
225
) Müntesibîni umum mü’minlerdir. Nizamnamesi Sünnet-i Ahmediye’dir (Aleyhissalâtü Vesselâm). Kanunu,evamir ve nevahi-i şer’iyedir. Bu ittihad, âdetten değil, ibadettir.İhfa ve havf riyadandır. Farzda riya yoktur. Bu zamanın en büyük farzvazifesi, ittihad-ı İslâmdır. İttihadın hedef ve maksadı; o kadar uzun,münşaib, muhit, merakiz ve meabid-i İslâmiyeyi birbirine rabtettiren bir silsile-i nuranîyi ihtizaza getirmekle, onunla merbut olanları ikaz vetarîk-i terakkiye bir hâhiş ve emr-i vicdanî ile sevketmektir.Bu ittihadın meşrebi, muhabbettir. Husumeti ise, cehalet ve zarûret venifakadır. Gayr-ı müslimler emin olsunlar ki bu ittihadımız, bu üç sıfatahücumdur. Gayr-ı müslime karşı hareketimiz ikna’dır. Zîrâ onları medenî biliriz. Ve İslâmiyeti mahbub ve ulvî göstermektir. Zîrâ onları munsif zannediyoruz. Lâübaliler iyi bilsinler ki, dinsizlikle kendilerini hiçbir ecnebiye sevdiremezler. Zîrâ mesleksizliklerini göstermiş olurlar.Mesleksizlik, anarşilik sevilmez. Ve bu ittihada tahkik ile dâhil olanlar,
225
Volkan’da “imandır” kelimesinden sonra: “Encümen ve cem’iyetleri, mesacid vemedaris ve zevayadır.” ifadesi vardır. –Naşir–
***************
Makale – 17
Sebil-ür Reşad
4 Mart 133617 Mart 1920Sayı: 461
KÜRDLER VE İSLÂMİYET
“… Bu hususda en ziyade söz söylemek salâhiyyetine haiz bulunan veKürdlerin salâbet-i diniye, necabet-i ırkiye ve celâdet-i İslâmiyesini bi-hakkın temsil eden ve “Dar-ül Hikmet’ül İslâmiye” azasından Kürd eşraf ve mütehayyızanından bulunan fazl-ı şehîr Bediüzzaman Said-i KürdîEfendi Hazretleri buyuruyorlar ki:‘Boğos Nubar ile Şerif Paşa arasında akdedilen mukaveleye enmüskid ve beliğ cevap, vilayat-ı şarkiyede Kürd aşairi rüesası tarafındançekilen telgraflardır. Kürdler camia-i İslamiyeden ayrılmaya asla taham-mül edemezler. Bunun aksini iddia edenler mutlaka makasıd-ı mahsusatahtında hareket eden ve kürdlük namına söz söylemeye selahiyettar ol-mayan beş on kişiden ibarettir.Kürdler, İslâmiyet nam ve şerefini i’la için beşyüzbin (500.000) kişifeda etmişler ve makam-ı hilafete olan sadakatlerini, isar ettikleri kan ile bir kat daha te’yid eylemişlerdir.Ma’hud muhtıranın esbab-ı tanzimine gelince: Ermeniler Vilâyat-ıŞarkiyede ekall-i- kalil derecesinde bulundukları için asla bir ekseriyetteminine.. ve ne kemiyyeten, ne de keyfiyyeten Şarkî Anadolu’da iddia-yı temellüke muvaffak olamayacaklarını son zamanlarda anladılar..Maksadlarına Kürdler namına hareket ettiğini iddia eden Şerif Paşayı aletetmeyi müsait ve muvafık buldular. Bu suretle Kürd ve Ermeni davasıortada kalmayacak ve Şarkî Anadoludaki iftirak âmâli mevki-i fiileçıkmış olacaktı.İşte, bu gaye ile o ma’hud beyanname müştereken imzalandı ve kon-feransa takdim olundu. Ermeniler’in maksadı Kürdleri aldatmaktan başka bir şey olamaz. Çünkü ileride Kürdlerin kemiyyeten hal-i ekseriyette bulunduklarını inkar edemeseler bile, keyfiyyeten, yani ilmen, irfanenkendilerinden dûn oldukları bahanesiyle, Kürdleri bir millet-i tabie halinegetirecekleri muhakkaktır. Buna ise, aklı başında olan hiçbir Kürd taraftar değillerdir. Zaten Kürdler bu beyannameye yalnız sözle değil, bilfiilmuhalif oldukları isbat ediyorlar.Kürdlük davası pek mânâsız bir iddiadır.. Çünkü herşeyden evvelMüslümandırlar.. Hem de salabet-i diniyeyi taassub derecesine isal edenhakiki müslümanlardan… Binaenaleyh, Ermenilerle aynı ırktan bulunup bulunmadıkları meselesi, onları bir dakika bile işgal etmez.
İslam, uhuvvet-i İslamiyeye münafiolan kavmiyyet davasını men’ eder.Esasen bu, tarihe ait bir şeydir.. Kürdlerin asıl ve nesepleri ne olursaolsun, İslâmdan iftiraka vicdan-ı millîleri asla müsaid değildir. Bununla beraber, Kürdlerin Arap kavm-i necibi ile ırken alâkadar bulunduğuhakâik-i tarihiyedendir.İslamiyyet, herhangi bir ırkın diğer bir unsuru İslam aleyhine olarak menfî surette intibah hasıl etmesini kabul edemez. Binaenaleyh, KürdleriMüslümanlıktan ayırmak isteyenler esasat-ı İslâmiyeye muhalif hareketediyorlar. Fakat bunlar da kimlerdir? Bir iki kulüpte toplanan beş on ki-şiden ibaret!.. Hakiki Kürdler kimseyi kendilerine vekil-i müdafaa olarak kabul etmiyorlar. Onların vekili ve Kürdlük namına söz söyleyecek ancak Meclis-i Mebusan-ı Osmaniyedeki mebuslar olabilir.Kürdistan’a verilecek muhtariyetten bahsediliyor… Kürdler, ecnebîhimayesinde bir muhtariyeti kabul etmektense, ölümü tercih ediyorlar.Eğer Kürdlerin serbestii inkişafını düşünmek lazım gelirse; bunu Boğus Nubar ile Şerif Paşa değil, Devlet-i âliye düşünür. hülâsa: Kürdler buhususta kimsenin tevassut ve müdahalesine muhtaç değildirler. SeyyidAbdülkadir Efendinin beyanat-ı ma’lumesine gelince: bu hususta şimdilik bir şey söyleyemem. Bununla beraber bu beyanatın tahrif edilip edil-mediğini bilemiyorum.
Böylece, eski gazetelerden elde edilebilmiş Üstadın makaleleri şim-dilik bu kadar… Şu kayd edilmiş 17 adet makalelerinden başka, bir ikiküçük ve kitaba geçmiş bazı makalelerin birer zeyli olarak bulunmuşolan o parçaları da hesaba katsak makalelerin adedi 19 olmuş olur. Şayet1919 – 1922 arası Sebil’ür Reşad’da neşr edildikten sonra, ‘Sunuhat’kitabı içine alınan ve kitablaşan ‘Rü’yada bir hitabe’ ve ‘Kur’ân’ınhâkimiyyet-i mutlakası’ serlevhalı makaleler, zeylsiz üstteki makaleler topluluğuna dahil edilse, yine mecmuu 19 adet olur.
Naşir
*************




KURBAN YAKINLAŞMAKTIR

KURBAN YAKINLAŞMAKTIR

*Kurban yakınlaşmaktır.Kimin için kesildiği,kime yaklaşıldığı ve yakınlığına göre hüküm alır.
Allah’a yakınlaşma yolları muhteliftir.Ancak Allah kendisine yakınlaşmanın en keskin,kolay ve doğru yollarını da belirtmiştir.
Kurban da bir teslimiyet,tam bir inanç,tam bir sadakat,tam bir yakınlılık vardır.
İnsanın gerektiğinde en sevdiği şeyi,ondan daha çok sevdiğine vermesi,feda etmesidir.Bu canı ve cânanı da olsa…
Kurbanda bir yükseliş vardır.Kan ve etler Allah’a gitmez iken,ibadet,emre isyandan kaçış,emre itaate koşuş vardır.
Şeytana değil Rahmana bir gidiştir.
Hayvanlıktan insanlık derecesine madden ve manen bir yükseliştir.
Gönülde O’ndan başkasına yer vermemek,sadece O’na yer vermektir.

*Dediler ki;gözden ırak olan gönülden de ırak olur…
Dedim ki;Gönül’e giren gözden ırak olsa ne olur.

*Kurban faniden ve fenadan geçerek,bâkiye yönelmek,ebediliği müşteri olmaktır.
“Hem o Rahmân’ın nihayetsiz rahmetinden uzak değil ki, nasıl vazife uğrunda mücâhede işinde telef olan bir nefere şehâdet rütbesini veriyor ve kurban olarak kesilen bir koyuna, âhirette cismânî bir vücud-u bâkî vererek Sırat üstünde sahibine burak gibi bir bineklik mertebesini vermekle mükâfatlandırıyor…”

*Kurban Allah’ı bulmak ve O’nu bilmektir.O’nu bulamayan ve bilemeyenler,çok değersizleri değerli bilmişler,yanlışı bulmuşlardır.
Sanem ve putlar ilah edinmiş,onlara kurbanlar hatta evlatlar adanmıştır.

*Kurban rahmettir.Rahmete vesiledir.Rahmetin nüzulüne vasıtadır.
Haşa Allahın rahmetine aykırı bir durum değildir.
*Allahın rahmeti mi yoksa adaleti mi?Öne çıkan hangisidir?
-Her adil merhametlidir ancak her merhametli adil değildir.
Allah adaletiyle dengeyi sağlamaktadır.
Kurban adaletiyle rahmeti sürdüren bir hakikattır.

*Rahman,dünyada ayrım yapmadan herkese rızkını veren,rahim ise,ahrette müminlere rahmet eden bir isimdir.
Kurban,Rahman isminin dünyadaki en kapsamlı tecellisine vesiledir.Rahmanın bir gereğidir.

*Her şeyden önce bunu emreden,bizden isteyen Allahtır.Kimin malını kimden esirgeyebiliriz ki?
Canı canan dilemiş vermemek olmaz ey dîl
Ne nîza eyleyelim ol ne senindir ne benim.

Hac ibadetin başlangıcı,kurban ise neticesi ve kabulün –inşaallah- göstergesidir.
Çeşitli yönlerden kâbeye yönelenlerin orada tarafı kaldırarak tavafta buluşmalarıdır.
İbrahim Hakkı Bursevi-nin ifadesiyle;
-Kâbede taraf yok,tavaf var.Kabede her taraf var.
Bir arınmak olan kurban ile kişi bayrama arınmış olarak çıkmaktadır.

Bayram ise onun ücretidir.Gerçek bayram kulun Rabbisiyle buluşma anıdır. Kurbanda da bu buluşma vardır.

Can bula Cânânını,
Bayram O Bayram ola.
Kul bula Sultanını,
Bayram O Bayram ola.
Hüzn-ü keder def ola,
Dilde hicap ref ola
Cümle günah af ola,
Bayram O Bayram Ola …

08-11-2011
MEHMET ÖZÇELİK




KONTROLLÜ ŞİDDET BİR İHTİYAÇTIR

KONTROLLÜ ŞİDDET BİR İHTİYAÇTIR
Şiddet,şehvet,dehşet,hiddet,gıybet,nefret;hep kötü hasletlerdendir.
Bunlar kontrol edilemeyen duygulardır.
Ancak bunlar kontrol edilebilir olduklarında adları,değerlendirilmeleri farklılık arz edip,kahramanları ve cesur insanları ortaya çıkarıyor.
Kontrol edilebilir şiddet,bir ihtiyaçtır.Şöyle ki;
Sorumlu olarak ilk yaratılan varlık cinler olup,akıl duygusu gelişmiş varlıklardır.
Aklın kontrol edilememesiyle fitne çıkartıp helak olmalarına ve gündeme ondan üç kat daha geliştirilmiş insanın yaratılmasına karar veriliyor.
Bakara suresinin başında anlatılan ve meleklerin öğrenmek ve açıklanmasını talep etmek amaçlı hayret edip pek de taraftar olmadıkları bu var oluşa,Allah olması yönünde karar veriyor.
Akıl duygusundan farklı olarak Gadab dediğimiz şiddeti oluşturan enerjik güçlerin ve de şehvet denilen sınırı konulmamış isteklerle bu üç duygunun önü tamamen açık bırakılmış olarak yaratılıyor.
Bu duygular faaliyetini sürdürmeyecekse,insan neden yaratılsın ki? Yaratılmasına neden ihtiyaç olsun ki?Niçin ona ihtiyaç duyulsun?
Gönderilen dinler,kitaplar ve peygamberler bu üç duygunun kontrol edilmesi amaçlıdır.
İnsanın yeni bir proje olarak cinlerden farklı yaratılmasına sebeb olan, gadab yani şiddet duygusu,kontrol edilmesi şartıyla bir ihtiyaç ve var oluşun sebebidir.
Vücutta ısı bir ihtiyaçtır.Isının artması tehlikenin olmasının bir habercisidir. Böylece o ısının kontrol edilmeye çalışılması lüzumu devreye girmektedir.
Tıpkı gemilerdeki kazan dairesinin buharı gemi için ne ise,insanın buhar kazanı mesabesindeki şiddeti de odur.
Kişiler değerlerine karşı yapılan hakaretlere farklı tepki verirler.Bunun adı değerleri koruma,hamaset,milliyetçilik,dava adamı gibi müsbet nisbetlerin verilmesine neden olur.
Haksızca yapılan saldırı şiddetin olumsuz bir sonucu olurken;vatanın,dinin, namusun korunması uğruna yapılan savaş cihad ve kahramanlık oluyor.
Filmlerinde binlercesini öldüren Cüneyt Arkın,şiddet uygulayan değil,zalimleri cezalandıran bir kahraman olarak kabul edilmektedir.
Hele bir batı filminde adeta bir devleti yıkıp yüz binlerceyi öldüren kahraman oluyor.
Osmanlının akıncıları birer fedaidirler.Şiddet uygulamış kimseler olarak nitelenmemektedirler.
Şiddet zulmü uygulayanlar için söylenmektedir.
Kontrolden çıkmış bir araba,kontrol edilemeyen bir at,sahibi için tehlike arz etmektedir.
Şiddet bir potansiyel,bir enerji ve bir güçtür.Tüm mesele onu müsbete, yarara, hakka,doğruya kanalize etmektedir.
Bataryası bitmiş,deşarz olup boşalmış bir insan aktif bir insan değildir.Tıpkı gücünü kaybetmiş yaşlı gibi.
Şiddet yanlısı olan genç ise aktif olup,enerji yüklü bir santral gibidir.O santral kuvvetli bir barajla korunursa faydalı sonuçlar elde edilir.Aksi durumda sel olup çok hayatlara mal olur.
O halde enerjik yüklü ve şiddet meyilli olan gençlerin müsbet bir kanala kanalize edilmelidirler.
Şiddet yanlısı kişilere o şiddeti bıraktırmakla değil,o şiddetini,enerjisini,belli bir hedefe yönlendirmekle bir sonuç alınabilir.
Türkiye-de ve dünyadaki şiddet,hedefsiz kitlelerin kontrolsüz şiddetidir.
Bir şiddet uğruna hem insanların ve hem de kendi hayatını kıymetsiz görerek veren bir insan,gerçek bir ideal uğruna hem kendinin ve hem de bir çok hayatların kurtulmasına nasıl hizmet etmez ki?
Nolacak ki?
Boş olan bir insanın hayatını vermesiyle ne olacak ki?
Kontrol edilemeyen su sel oluyor..oysa o su bir hayat kaynağıdır.
Kontrol edilemeyen ateş hiçbir şeyi birbirinden ayırmadan yok ediyor.Oysa medeniyetin ve hayatın devamı onunla sağlanıyor.
İnsanlara her istediklerini vermekle şiddetin önüne geçilemez.Belki o şiddet duygusunu müsbete kanalize edip,manevi değerlerle kontrol altına almakla,oto kontrol sistemi takmak,sorumluluk vermek,dünya ve âhiret sorgusunun olacağı bilincinin yerleştirilmesiyle mümkün olur.
Kontrol edilebilir güç,gerçek güçtür.Kontrol edilemeyen güç ise şiddettir. Yakar,yıkar.
MEHMET ÖZÇELİK
07/09/2012




KIYAMET KOPACAK – MIŞ !!!

KIYAMET KOPACAK – MIŞ !!!

Kıyamet ile ilgili daha önce yazmış ve konuşma yapmıştık.

Maya takvimine dayanarak,21 Aralık 2012 yıkında kıyametin kopacağı iddia edilmiştir.
Bu konuda uzun araştırmalar sonucu hem dini ve hem de bilimsel kaynaklara dayanarak yapmış olduğum araştırmaları şöyle özetleyeceğim;
Evvela Lokman suresinin 34. son ayetinde,kıyametin ilminin ancak Allha-a aid olduğu açıkça belirtilir.
Kıyametten bir çok âyette bahsedilir.Mesela;
“Yoksa Allah tarafından kendilerini kuşatacak bir azabın gelmeyeceğinden veya onlar farkında olmadan kıyametin ansızın gelip çatmayacağından emin mi oldular?”
“Kıyamet günü mutlaka gelecektir.”
Dini kaynaklardaki ifadelere göre kıyametin 2250 yıllarında olacağını söylerken,bilimsel kaynaklar bunun 2150 yıkında olacağını haber vermektedirler.
Neden ve Nasıl ?
-Peygamber Efendimiz âhirzaman peygamberidir.
-Kamer 1.ayette;”Kıyamet yaklaştı ve ay ikiye yarıldı,buyurulur.
1400 sene önce yakın olan kıyametin bu gün için ne kadar yakın olacağı malumdur.
Kıyametin kopmasının on büyük,yüzlerce de küçük alametleri çıkmaktadır.
Bir hadis-i şerifte şöyle buyuruldu:
“Müslümanlar, Yahudilerle savaşmadıkça kıyamet kopmaz. Hattâ Yahudi bir taş ve ağacın arkasına gizlenir de taş ve ağaç(lar Allanın takdiri ile dile gelir ve şöyle seslenirler:) ‘Ey Müslüman! Şu Yahudi benim arkamda (saklanmakta)dır. Gel de onu öldür; diyecek. Ancak Ğardak (ağacı) müstesna! Zira o Yahudi ağacındandır.”
Efendimiz (s.a.v.) yine buyurdular:
“Canım (kudret) elinde bulunan (Allâh)’a and olsun ki, Meryem oğlu (Hz. Isa) adaletle hükmedici olarak aranıza inmesi çok sürmez. Salip (istavroz)u kıracak, domuzu öldürecek ve cizye (verme mükellefiyetini halkın omuzlarından) indirecektir. Mal o kadar çoğalacak ki {bedava verseler bile) hiçbir kimse onu kabul etmeyecektir.”
*Allah dünyayı kendi aleyhine olarak kapatmaz.İslâmın şa’şaalı dönemi elbet olacaktır.
Efendimiz;Ümmetin istikametle gitmesi halinde 1500 yıl yaşayacağını buyurmaktadır.
Kur’an âyetleri 6236 civarındadır.Peygamber Efendimiz insanlığın beş bininci yılında geldiğini söylemektedir.
Her ne kadar Bediüzzaman hazretleri Barla lahikası adlı eserinde bunu kıyametten haber vermek olarak değerlendirmese de,elbet düşündürücü bir ima taşımaktadır.
Peygamberimiz kendisinin kıyametle iki yan yana parmak gibi olduğunu ifade eder.

*Bilimsel olarak ise,fizik alimleri şimdiye kadar yakıtı olan enerjiyi yakan güneşin,şu anda adeta kendini yemek demek olan içinden kopan parçaları yani Helyumu yakmakta,bu ise 2150 yılında son bulacağını ifade etmektedir.
-İzeş şemsu kuvviret-âyetiyle,güneşin yüzünde bulunan lekenin gittikçe büyümeye yüz tutmasıyla,bir gün gelecek tamamen onun yüzünü kaplayacaktır.

*Her gün evinin önünden bir milyon kişinin geçmekte olduğunu gören bir kimse,buna karşı elbet ilgisiz kalamaz.
Her gün dünyada bir milyon kadar kişi ölmekte,biraz fazlasıyla da doğmaktadır.
Kişi bunu görmez ve kendi kıyametinden habersiz kalırken,dünyanın kıyameti onu çıldırtmakta,çılgınca işler yaptırmaktadır.
Kıyamet gerçekten yakındır ama yarın değildir.

*Dünya gerçekten ihtiyar bir dünya.
İşaretlerinden hareketle yaptığımız tesbit,bir hava tahmin raporu gibi,bir tahmindir.
Tıpkı uzman bir doktora gelen hastanın tahlil ve teşhis neticesinde yapılan ömür biçme gibi.
Artadabilir,eksiledebilir.
En doğrusunu elbette Allah bilir.
MEHMET ÖZÇELİK
20-12-2012




KISKAÇ

KISKAÇ
*Her partide mutlaka yüzde on oranında kusurlu,menfaatine,sefahet ve inançtan ve de toplumun değerlerinden uzak insana rastlarsınız.
Belki bu durum Chp de -Bediüzzamanın tabiriyle- yüzde beş oranındadır.Ancak geriye kalan yüzde doksan beş o yüzde beşin kıskacı altındadır.
Bunu kendisini İslamcı bir parti olarak gösteren geçmişten günümüze Milli Nizam,Msp,Refah ve Saadet partisinde de görmekteyiz.
Bu partide maalesef yüzde beşin de değil,milyonda ikinin kıskacı altında kalmış,o minval üzere proğramlarını belirlemiştir.
Bu partide çok değerli ve samimi insanlar bulunmaktadır.
Bu meseleler siyaset yoluyla şimdiye kadar hiç çözülememiş ve çözülmesi de mümkün olmayıp ancak âhirete kalmıştır.
Onlarla yapılan münakaşalar çözüm getirmemiş,tam tersine menfi insanların ekmeğine yağ sürmüştür.
Hatta o münakaşalar darbecilerin darbelerini maalesef tetiklemiştir de…
Ancak ve ancak özellikle iki insan var ki;bunlardan birisi partiyi siyaset yönüyle şekillendirirken,diğeri fikir yönüyle şekillendirme yoluna gitmiştir.Partinin motoru olmuşlardır.
İkincisi olan ve uzun zaman-dır Zaman gazetesinde tevbe etmiş bir kişi sıfatıyla veya zaman camiası tarafından yumuşatılarak yazı yazan veya eski milli görüş gömleğini çıkararak yeni kırmızı bir gömlek giymiş olan Ali Bulaç –tır.
Özellikle Ali Bulaç-ın yazdığı meal doğrultusunda fetvalar verilir,içtihatlar yapılır ve İran yanlılığı ön plana çıkarılırdı.
Şu durumda önceki özel tavır ve yazılarından ayrı olarak,sosyolojik genel şekillendirme yazılarıyla ön plana çıkmaktadır.
Önceki bu tavrıyla sert bir tutumun oluşmasına,Müslümanların arasındaki ihtilafın körüklenmesi yönünde büyük zararlar vermiştir.Hâla da kalıntıları devam etmektedir.
*Asıl önemli olan ise;Oğuzhan Asiltürk-tür.
Bu İslamı temsil ettiğini söyleyen partide,her ne kadar Şevket Kazan-da önemli rol oynasa da,partinin şekillenmesinde,biçimlenmesinde beynini oluşturan,şimdiki siyasi kimlik ve görüntüyü veren,gençler üzerinde etkili olup onların hislerini galeyana getiren Oğuzhan Asiltürk-dür.
*Has Parti ile bir çıkış yaparak,bu iki ve şimdilerde tek kişinin şekillendirdiği partiden çıkmaya çalışan Numan Kurtulmuş ise,baştaki çıkışıyla Türkiye geneline bir ümit vermiş,gelecek vaat etmişti ancak belli ki oda kolay olmadı ve eski elbise ile siyasetini sürdürmeyi yeğledi.
Ak Partiyi farklı kılan ise,bu İslamcı! partiye gömlek giydiren Oğuzhan Asiltürk-ün giydirdiği elbiseden soyunmuş ve de soyutlanmış olmasındandır.
Kesin olarak söylerim ki;eğer Tayyib Erdeğon-da eski gömleği çıkartmasaydı,yüz senede geçse iktidar olması söz konusu olmazdı.
Bu partinin en büyük hasenatıdır Tayyib Erdoğan.
*Oğuzhan Asiltürk ordudan atılan darbecilere sahip çıkmakla yine gündeme geldi.
Oğuz-Han-Asil-Türk! –ü Ergenekonsever beyefendi olarak tanımlayan Nuh Gönültaş; Necip Fazıl Kısakürek-in onun hakkındaki şüpheciliğini de dile getirmiştir.
Şimdilerde her taşın altından çıkan ergenekonun bu partiye girişi bu gibi kimseler tarafından olduğu kuvvet kazanmaktadır.
Bir vatandaş borcu olmak üzere şimdiye kadar yazmak için çok düşündüm ancak hep kırmak ve gücendirmek korkusuyla erteledim.
Bugünlerde yine gündeme gelen Oğuzhan Asiltürk için geçmişte çok yazmak isteyip de yazamadığım yazıyı şimdilik kısada olsa tarihe bir ışık tutması,intibaha vesile olması sebebiyle bir sorumluluk gereği yazdım.
*Bununla beraber sağdan saf değiştiren Ali Bulaç ile,soldan saf değiştirmiş görünen Hasan Cemal yazmış olduğu;’Kimse kızmasın Kendimi yazdım’kitabıyla günah çıkarırken,dilerim ki Ali Bulaç-da bu mânada kendisine keffaret olacak bir kitabı yazar.
MEHMET ÖZÇELİK
01-02-2012




KİRLETİLEN KELİME AŞK

KİRLETİLEN KELİME AŞK
Aşk sevginin yoğunlaşmış halidir.
Kainatın yaratılışında aşk olduğu gibi,varlıkların hareketinde de aşk vardır.
Her şey aşktan gelir,aşka gider.
Minel aşk,ilel aşk.
Buradaki aşk,hayvani,mecazi aşk değil,hakiki ve gerçek aşktır.
Hakiki aşkı bulamayan ve bilemeyenler,onun tadına ve zevkine varamayanlar, çocukça ve süflide kalan mecazi aşkla avunurlar ve avuturlar.
*Aşk bir ateştir.Bazen düştüğü gönülleri,bazen evleri ve memleketleri yakar.
Kabilin başı aşk ateşiyle yanmıştı.O ateşten dolayı kardeşini yaktı.
Kendisiyle beraber doğan,diğerinden güzel olan kız kardeşini, kardeşi Habile vermek istemiyordu.
Şimdiye kadarki dünyada tüm kavgalar,kontrolsüz ve kirletilen aşkın ateşiyle yanmakta ve yakılmaktadır.
*Hafız-ı Şirazi,sevgilinin yüzündeki ben için Buhara ve Semerkandı veririm,der.
Timur onu huzuruna çağırıp ona;Sen bu memleketleri kolay mı elde ediliyor, zannediyorsun? deyince;
40 yamalı bir elbise giyen Şirazi korkuyla karışık cevaben;
-Efendim,zaten hep vere vere bu hale geldik ya!
*Edebiyatçılara sürekli konu olmuştur.Eserlerinde mutlaka aşka da yer vermişlerdir.
Fuzuli Şiirinde Efendimize olan aşkını şöyle dile getirir.İşte hakiki aşk;
Dest-bûsı arzûsiyle ger ölsem dostlar
Kûze eylen toprağım sunun anınla yâre su
– Hâk-i pâyine yetem der ömrlerdir muttasıl
Başını taşdan taşa urup gezer âvâre su
-(Su, ayağının toprağına ulaşayım diye başını taştan taşa vurarak ömürler boyu, durmaksızın başıboş gezer.)
– Zerre zerre hâk-i dergâhına ister sala nûr
Dönmez ol dergâhdan ger olsa pâre pâre su
Su, onun eşiğinin toprağına zerrecikler halinde ışık salmak orayı aydınlatmak ister. Eğer parça parça da olsa o eşikten dönmez.

*Sultan 1.Ahmet mısırdaki bir zatın türbesinden getirttiği peygamberimizin ayak izini Sultan Ahmet camiinin sol tarafına koydurtacakken,manevi mecliste peygamberimize durumlarını ve hacetlerini anlatan sultanlarla birlikte bu zatta 1.Ahmet-ten şikayetçi olup,daha önce mübarek ayak izinin orada olmasından dolayı gelip Fatiha okuyanların şimdi gelmemelerinden dolayı şikayetçi olduğunu söylemesi üzerine,caminin açılışına iki gün kalmışken onu koydurtturmaz,kopyasını aldırtır ve daha sonra İsrail işgalinden sonra Topkapı sarayına getirilir.Ve şiirini yazıp,tacına kendi eliyle,kendi oymacılı ve ustalığıyla yerleştirir.
N’ola tacum gibi başumda götürsem daim,
kademi resmini ol Hazret-i Şah-ı resülüm,
Gül-i gülizar-ı nübüvvet o kadem sahibidür,
Ahmeda durma yüzün sür kademine Gül’ün.

* Rûhum sana âşık, sana hayrandır Efendim,
Bir ben değil, âlem sana kurbandır Efendim…
Kıtmîrinim ey Şâh-ı Rusül, kovma kapından,
Asilere lütfun, yüce fermândır Efendim….
Aşkınla buhurdan gibi tütmekte bu kalbim,
Sensiz bana cennet bile hicrandır Efendim…

*Tâcı terk it hırkayı hark it asayı oda ur
Zâhidâ bilmek dilersen neydigünetvâr-ı ışk

Ey sofi, aşk halinin ne olduğunu bilmek istersen,
Tacını terk et, hırkanı yırt, asanı ateşe at./Hayretî
*Sultan Fâtih’in (şair Avnî) elden gider redifli gazeli pek dokunaklı gelir bana. Bir başka sultan şair (Kanûnî merhûm = Muhibbî) ve daha sonra Ziya Paşa birer nazîre yazmışlar. Hepsi beşer beyit.
Yâr için ağyâr ile merdâne cenk etsem gerek
İt gibi murdar rakîb ölmezse yâr elden gider – Avnî
Aşk işinde üç kahraman bulunur daima. Âşık, mâşuk ve rakip. Gül, bülbül ve diken yani. Esas oğlan, saf kız ve Hayati Hamzaoğlu. (Yaşı şöyle kırkı geçmiş olmayanlar nereden bilsin; Yeşilçam filmlerinin kadrolu kötü adamıdır kendisi. Erol Taş ve Turgut Özatay gibi)
Rakip, maşuku elde edendir. Aşığa ise gam çekmek düşer hep. Ahmet Paşa’nın dediği gibidir:
Ya da Şeyhülislâm Yahyâ’nın dediği gibidir:
Ya seferdir ya tahammül çünkü aşkın çaresi
Edebiyatımızda rakip ateştir, kargadır, yılandır, kurbağadır bazen. Bazen de şeytandır. İlâhî aşkı anlatan Avnî’nin bu beytinde de kast edilen budur. Düşman (şeytan) ile cansiperane mücadele etmeliyim. Zira gaflete düşersem, felâketime sebep olacaktır.
Gırre olma dilberâ hüsn ü cemâle kıl vefâ
Bâki kalmaz kimseye nakş u nigâr elden gider – Avnî
[Gurur etme ey sevgili! Güzellik ve süs kalıcı değil; bir gün elden gider.](H.İNANÇ)
*Aşk,ham olan sevginin pişmiş halidir.
Hamdım-piştim-yandım.
Yanma hali..Halden hale geçme hali.
Halden ziyade ahval,ahvalden ziyade ef’al,ef’alden ziyade inanç, teveccüh, teşekkürdür.
Pancarın şeker hali..Şekerleşmiş halidir aşk.
Kirlenen ve kirletilen sözcük.Konuşurken ve söylerken onlarca defa düşündükten sonra söylediğimiz ulvi bir kelimedir aşk.
Ancak bu aşkın dairesine mayınlar döşenilmiş,hemen başka yönlere çekilmekte olduğunu görür,söylemekten de kaçınırız.
Kirletilen aşkın,temizletilmesi gerektir.
Son zamanlarda aşk üzerine yazılan müsbet eserler,o mayınlı tarlalara girmeyede bir cesaret vermiştir.
Yine de çok rahat girilecek bir alan olmadığından,en az bir neslin değişmesi gerekmektedir.
Divan edebiyatında anlatılan aşk –meşk-mey ifadeleri bile bugün anlaşılamamış,ayrı noktalara çekilmeye çalışılmıştır.
Hayvani duygunun insani duygunun önüne geçirildiği bir tanımlama haline getirilmiştir.
Hakiki aşkın yerine konulan mecazi aşk.
Gdo-lu aşk.
Aşkın da genetiklerine girilmiş ve değiştirilmiştir.
Kirli bir ortamda,temiz olan aşk da kirlenir.
*Süleyman Çelebi-nin;-Ben sana aşık olmuşam-ifadesini Bediüzzamanın tashihiyle-Ben senden razı olmuşam.-olarak değiştirmiştir.
Aşkın üst mertebesi rıza makamıdır.
Yani maşukun her şeyine razı olmasıdır.Çirkinliği görmemesi,daha ilerisi, çirkinlikte dahi güzelliği görmesidir.
Rıza makamı aşktan daha üstün bir makamdır.
Zirve hali..zirvedeki hali…
Sevgi-aşk-rıza.
*Daha aşkı anlamadım,anlayamadım.Dost ve dostluk aşktan önce geliyor.Yıllar sonra ilk defa iki kişinin dostluğuyla tanıştım.Dostun ve dostluğun tadına vardım. Arkadaşım çok,tanıdığım çok,meğer dostumun farkına iki kişilik bir dost ve dostlukla vardım.Daha var mı pek kavrayamadım.
Dostlukların üst basamağı aşk olsa gerek.Daha aşka çıkamadım,aşka varamadım.
*Aşk kişinin kendisine aid olana ulaşmaması,yanmak için onu kaybetmesi,kaybettirmesidir.
Veysel Karani,Karandan kalkıp sevdiğini görmeye gelmişken,onu görmeden gerisin geriye dönmüştür.
Sevdiği bir kokumluk mesafededir.
Sırf ona olan aşkının sönmemesi,sürekli yanmaya devam etmesi için,görme rahatlığında bulunmamıştır.
-Buldum Mevlayı,neyleyim Leylayı-dememek,Leylasına olan aşkını sürekli sürdürmek için,Leylasına kavuşmayı terk etmiştir.
*Mecnunu mecnun yapıp çöllere düşüren onun aşkıdır.
Ferhata dağları deldiren ancak aşkıdır.
Hiçbir gücün yapamadığını,ona aşk yaptırmıştır.O da gözünü kırpmadan,ıh demeden.
*Kanuni öldürülen oğlu hakkında paşaya sorunca,onunda yerindedir demesi üzerine;
-Tabiya dersin;ne devlet senin,ne evlat senin,deyip zor karar verdiğini belirtmiştir.
Aşık maşukuna kavuşmak için,ölümü hayata tercih eder.
*Tesettür maşukun aşıka aid olduğunun göstergesidir.
Tesettür,aşıkla maşuk arasına başkasının girmesini engelleyen en şerefli bir perdedir.
-Fuhşa karşı tesettür.
Fuhuş tesettürü istemez.Aşkı öldürür.Aşkı sürdürmez,söndürür.
Fuhuş ve tesettürsüzlük,maşukun belli,aşıkların ise belirsiz ve kimliksiz olduğunu gösterir.
Dingonun ahırıdır tesettürsüzlük.
Fuhuş firmaları,fuhuş komiteleri aşk pazarını bitirmekte,kendi pazarlarını kurmaktadırlar.
Hayvan pazarı…
Fuhuş aşkı kirletir.
Tesettürsüzlük hayvani duyguları,insani duyguların önüne geçirir.

*Gümüşhanevi aşkı şöyle tanımlar;” Aşk, bütün his, irade ve düşüncelerden sıyrılarak, yalnız Allah’a büyük bir iştiyakla yönelmek, mal, evlat, dünya ve her türlü alakadan koparak, Halıka hasret duymaktır.”
Maşuku büyük olanın,aşkı da büyük olur.
İnsanın kıymeti,sevdiği ve aşık olduğu şeyin kıymeti kadardır.

*“Hikâye edilir ki Harun Reşid, köle, cariye ve hizmetçilerine her yıl çeşitli hediyeler dağıtırdı. Bir yıl da, yine hepsini bir araya topladı. Çeşitli giysiler, süslemeler, altın ve gümüş eşyayı ortaya getirterek:

-Herbiriniz, beğendiği şey üzerine elini koysun, ben bunu istiyorum desin, diye emretti. Bunun üzerine herkes gözüne kestirdiği, eşyanın yanına koştu, elini onun üstüne koydu. Bu arada bir cariye de gelmiş elini Harun Reşid’in başına koymuştu. Harun Reşid şaşırarak:

– Ne yapıyorsun? dedi.

-Cariye :-Siz, herkes sevdiği şey üzerine elini koysun, buyurmuştunuz; ben ise sizin mübarek başınızı sevmekteyim, diye cevap verince Harun Reşid çok duygulandı ve:

Madem ki sen de beni tercih ettin, o halde ben de, malım, mülküm de senindir, dedi. O cariyeyi derhal azad eyledi; daha birçok ihsan ve ikramlarda bulundu. Bütün diğerlerine ona saygı göstermelerini emretti.

Ey mü’min! Sen de bu dünyanın fani lezzetlerine kapılmaz, gönlünü samimi olarak Allah-u Teàlâ’ya bağlarsan, her şey senin kulun kölen olur, ahirette de Allah’ın cemalini müşahedeye erersin, inşâallah.”

*Aşkı mı temizlemeli,aşkı kullananları mı?
Her ikisinin de temizlenmeye ihtiyacı var.
Hayatın başı aşkla başlamış olup,görünen o ki,hayatın sonu da şkla yani aşkın insani olmasından çıkıp,hayvani olmasıyla gerçekleşecektir.
Minel aşk,ilel aşk
Aşktan geldik,aşka gidiyoruz.
Aşıkların maşukuna kavuşma anıdır.
Kimileri için şeb-i arus,yani gerdek gedesi,kimileri için de gerzek gecesi.
Hepinize aşk olsun…
MEHMET ÖZÇELİK
13-06-2012




İNGİLİZ İHANET DEVLETİ

İNGİLİZ İHANET DEVLETİ
-İngiltere başlangıç itibarıyla başlangıçta aşağıdaki belgede de görüldüğü gibi islamiyete yatkın ise de,birkaç asırdır islâma en büyük darbeyi vuran ülke olmuştur.
” İngiltere’de M. S. 7. yüzyılda Northumbria bölgesinde hüküm süren Kral Offa’nın, Druidler’in de etkisiyle, ada daha Hristiyanlıkla tam tanışmadan, üzerinde Kelime-i Tevhid’in diğer tarafında da –Muhammeder rasulullah- yazılı olduğu sikkeler bastırttığını anlatan Aytunç Altındal, kralın diğer inançlardan ziyade İslam’dan nasıl etkilendiğine de değindi.”
Bir tarafı Lâ ilâhe illallah,diğer tarafı –Muhammedur Rasúlullah-
* İtilaf Devletleri (=Anlaşmış Devletler), başlangıçta İngiltere – Fransa – Rusya’dan oluşan savaş bloğuydu; daha sonra ABD de bunlara katılmıştı. Bunlar, Almanya’nın önderlik ettiği İttifak Devletleri’ne karşı savaş açmıştı. Osmanlı Devleti, Almanya ile birlikte hareket ediyordu.
Ayrıca, Yazar Altındal, bir başka ilginç objeyi, üzerinde Besmele-i Şerif yazan Kelt haçını anlattı. Altındal, haçın British Museum’da saklandığını söyleyerek. Kültür Bakanı’ndan bu haçın serbest gösterime sunulması için başvuruda bulunması çağrısı da yaptı.
*” 1209 yılında İngiltere Kralı 1. John, meşhur Aslan Yürekli Richard’ın erkek kardeşi, Müslüman olmak istedi ve Fas Kralı’na, o zamanki Fas Sultanı’na “Ben Müslüman olmak istiyorum ve İngiltere’yi Müslüman yapacağım” dedi. Fas Sultanı da ona “Ben hiç devletiyle, milletiyle Müslüman olmaya gelen adam görmedim. Sen otur oturduğun yerde, kendi dinine sahip çık dedi ve almadı. İstemedi. İsteseydi İngiltere bugün Müslüman’dı. Bu 1209’da oldu. Fazla bilinen bir şey olsa ben söylemezdim. Meşhur John, Magna Carta’yı yazdıran adam.”
*“İtilaf devletleri” İstanbul’da 15 Mart’ta sıkıyönetim ilan etmişler; ardından 150 aydın tutuklanmıştır. Ertesi gün 16 Mart 1920’de İstanbul işgal edilmiş ve Osmanlı parlamentosu olan Meclisi Mebusan dağıtılmıştır.
-Ancak beni en çok düşündüren,asırlardır İstanbul hayali kuran başta İngiliz neden hiçbir karşı koymayla karşılaşmadığı halde,İstanbulu terk etti?
Çok önemli bir şey almamış olsa,kesinlikle bunu yapmazdı.
Hedef yeni Türkiye-nin –anlaşmalı olarak- şekillenmesiydi.
Teşkilat-ı Mahsusa Enver Paşa tarafından 1914 yılında İngilizlerin ortadoğuda hakim olduğu petrollere karşı kurulmuş bir örgütlenme faaliyetidir.
* 7-Nisan 2011-de,İngiltere Başbakanı David Cameron’ın Pakistan ziyareti sırasında sarfettiği “İngiltere dünyanın pek çok sorunun arkasında” sözleri…
“David Cameron, Keşmir gibi dünyanın tarihsel sorunlarından pek çoğundan İngiltere sorumlu dedi. Buradaki gerilimi çözmek için İngiltere’nin nasıl yardım edebileceğine ilişkin bir soruya ‘Dünyanın pek çok sorunu gibi bundan da biz sorumluyken, İngiltere’yi burada öncü bir role koymak istemem’ diye yanıt verdi.”
*”Sultan Abdülhamit, İttihat ve Terakki Partisi’nce bir darbe ile iktidardan düşülmüş, Makedonya’da Alaattin sarayında gözaltına alınmış ve 1912’de İstanbul’a getirilerek Beylerbeyi sarayına tutsak olarak konmuştu.
Bir gün, Boğaziçi’nden Karadeniz’e doğru, direğinde vezir sancağını taşıyan bir vapur geçiyordu. Abdülhamit, bunu saray muhafızı Rasim beye sordu:

Bu vapur nereye gidiyor, kim var içinde? İngiliz gemisi. Rusya sulh talebinde bulundu.
Abdülhamit gülerek Rasim beye: Rusya ile sulh mu yapılıyor? İş, İngiltere’yi mağlup edebilmektedir. İngiltere mağlup edilmedikçe Türkiye rahat yüzü görmez…”
*-“Sultan Abdülhamid’in devrilmesinin ardından, Filistin’e yerleşmiş olan göçmen Yahudilerin bazıları gizliden gizliye silah edinmeye ve İngilizler lehine casusluk yapmaya başlamışlardı.”diyen Murat Bardakçı,” İngilizler’in 1915’te Çanakkale Cephesi’ne gönderdikleri “Ester Bölüğü” yahut “Yahudi Katır Birliği” denen ve Yahudi gönüllülerden meydana gelen tuhaf orduyu da üzerimize gönderdiklerini ifade eder.
*”İngiltere, Osmanlı (Türk) İmparatorluğu’nun çöküşünden faydalanıp onun müttefikleri olan Fransa ve Rusya’ya karşı üstünlük sağlayabilmek amacıyla 1917’de Balfour Deklerasyonu’nu açıkladı. Bu bildiri, Londra’nın Filistin’de bir Yahudi anayurdu kurulmasına sıcak yaklaştığını duyuruyordu.
“Siyonist ve Bolşevik Yahudiler arasında şimdi başlamakta olan kavga, neredeyse Yahudi halkının ruhu için olan kavga kadar önemlidir”. 1920’de Churcill böyle konuşmuştu. İngiliz emperyalizmini Siyonizm’e tam destek vermeye davet etti ve Filistin’de oluşturulacak İngiliz destekli Siyonist bir devletin her açıdan yararlı ve İngiliz İmparatorluğu ile her açıdan uyumlu olacağını belirtti.
1920-1948 arasındaki İngiliz mandası döneminde Yahudi göçü Siyonist hareket tarafından sömürge yerleşimleri kurulması amacıyla organize edildi. İngilizler belli aralıklarla Yahudi göçmenlerin sayısını kısıtlarken, Londra, Yahudi yerleşimleri “Arap Doğu”da bir “Yahudi Ulster”i kurma amacıyla destekledi.”
*Türkiye-nin kurulmasında,israilin Yahudilere tabakta sunulmasında,Vehhabiliğin oluşumunda,Afrika ülkelerinin sömürülmesinde,daha bir çok projede İslam ülkelerinin şekillenmesinde hep İngilizlerin planı vardır.
*”Yunan Başbakanı Venizelos ile İngiltere Başbakanı Lloyd George gizli bir anlaşma yaparlar.
Buna göre, İngiltere 50 bin kişilik bir Yunan ordusunu en modern silahlarla donatarak, Yunanlıların Anadolu’yu tümüyle işgal etmelerini sağlayacaktır. Bu sinsi çalışmalar Ekim 1920 tarihine kadar sürer. Sıra Kralı ikna edip, saldırıyı başlatmaya gelmiştir.”
*”Büyük Doğu’nun yirmi dokuzuncu sayısında; “Lozan’ın İçyüzü” diye yazılan makaleden.
İngiliz murahhas heyeti reisi Lord Gürzon, nihayet en mânidar sözünü söyledi. Dedi ki:
“Türkiye İslâmî alâkasını ve İslâmı temsil rolünü kendi eliyle çözer ve atarsa, bizimle hulûs birliği etmiş olur ve Hıristiyan dünyasının hürmet ve minnetini kazanır; biz de kendisine dilediğini veririz.”
Lozan’da Türk murahhas heyeti başkanı bulunan ve henüz hakikî kasıtları anlayamayan İsmet Paşa, bir aralık bütün Hıristiyan emellerinin Türkiye’yi mazisindeki ruh ve mukaddesat kökünden ayırmak olduğunu sezdiği halde, şu gizli ivaz ve teminatı veriyor ve diyor ki:
“Eskiden beri kökleşmiş ve köhne engellerden, yani an’ane-i İslâmiyetten kurtulmak hususunda besledikleri-yâni İsmet’in beslediği-azmin, inkâr edilmez delilidir.”
“…….Lozan Muahedesinden sonra, İngiltere Avam Kamarasında, “Türklerin istiklâlini niçin tanıdınız?” diye yükselen itirazlara, Lord Gürzon’un verdiği cevap:
“İşte asıl bundan sonraki Türkler bir daha eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira biz onları, mâneviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz.
Yani Mustafa Kemal ve İsmet’in verdikleri karar, Türk milletini İslâmiyet ve din cihetinden öldürmek kararıdır.”
Artık bunun üzerine her şey ap açık anlaşılıyor, değil mi?”
Uzun anlaşmanın bir kısmını aldığım bölümde Lozanda ingilterenin vurduğu dehşetli darbeyi ifade etmektedir.
-Bu günde ondan geri değildir.Orgeneral Eşref Bitlis-in uçağının düşürülüp şehid edilmesindeki en önemli faktör,onun elde ettiği bilgilerdi.Şöyle ki;
“Pkk İsrail gizli servisi Mossaddır.% 70-i İranda askeri eğitim görmüş Ermenilerden oluşur.Bu birimin asli görevi Osmanlının yeniden ortadoğuda can bulmasını önlemektir.Finansman kaynağı Alman ve İNGİLİZ Devletleridir.”
“İngiltere geçen asrın başında 40 tane adam yetiştirmiş. Bunlar istedikleri zaman ağlama kabiliyyetine sâhib olan usta aktörlermiş. Bu adamlarını bilhassa cihân harblerinde iyi kullanmış. Bunları sömürge ülkelerine gönderir; onlar da o ülkenin inancına göre yetiştirildiği için, ağlayarak vaaz vermeye başlarlar; dinleyenler de te’sîr altında kalarak severek cepheye koşarlarmış. Bravo İngiliz siyasetine! Birinci Cihan Harbi’nin kazanılmasında bu ağlayan ve ağlatan vaizlerin rolü küçümsenemezmiş.”
Mustafa Kaplan devamla:” Geçmişte İslâm ülkeleri buna çok dikkat ederlermiş. Vaizlerden kürsüde hem ağlayıp hem de konuşan olursa, hemen onu vazifeden alırlarmış. Şimdi artık ülkelerde din mes’elesi kalmadığı için, Müslüman devletlerin böyle dertleri olmuyor. Hatta bazıları bu tür adamlar yetiştirerek kendi iktidarlarının devamı için kullanıyorlar bile. İslâm olan ahâli ise asırlardır câhil bırakıldığı için, zaten âyet ve hadisleri bilmiyor. Dolayısıyla, herkes istediği gibi rahatça at oynatıyor.”
-*“Muhtâru’l-Ehâdîs” isimli eserin 11. sayfasında geçen 80 numaralı Hadîs-i Şerîf, Adiyy bin Ukbe bin Âmir (ra) tarafından rivâyet edilmiş. “İzâ temme fücûru’l-abdi meleke ayneyhi, febekâ bihimâ metâ şâe.” Yâni: Bir kul fısk u fücûrda, günâh işlemede son noktaya gelirse; o artık iki gözüne hâkim olur ve istediği zamân ağlar!
-Hz.Ali (r.a)’dan buyurdu ki: “Münafık gözlerini tutar(hakim olur) ve dilediği gibi ağlar.” Aynı şekilde Huzeyfe (r.a)’dan: “Mü’minin ağlaması kalpten, münafığınki ise kafasındandır.”
-Şumeyt bin Aclân (rahmetullahi teâlâ aleyh) Münâfık olmaktan çok korkar ve herkese münâfık¬lığın alâmetlerini anlatırdı. Kendisine; “Münâfık ağlar mı?” diye soruldu. Cevâbında; “O gözünden ağlar, fakat kalbi ağlamaz” buyurdu.
*İmam Gazâlî : “Eğer bir vaiz halkı ağlatmaya,yaka-paça yırttırmaya çalışıyorsa,bilinki o adam gafildir.”
*The Guardian’nın haberine göre Cheltenham’daki İngiliz gizli istihbaratı (GCHQ) ‘’Government Communications Headquarters’’ transatlantik dosya trafiğinin cam elyafı kablolarından(fiber glas) geçtiği kablolara erişim sağlayabilmiş. The Guardian gazetesine bu bilgileri veren ise eski CİA ve NSA teknik bölümü çalışanı Edward Snowden. Aldığımız bilgilere göre Snowden gazeteye ‘’Tempora’’ kod isimli büyük casus projesinin dökümanlarını vermiş. Ayrıca Snowden casusluk projesinde ise birçok şirket beraber çalıştığını ifade etti.
Edward Snowden’e göre ‘’Tempora’’ insanlık tarihindeki en büyük ve kapsamlı casusluk projesi ve İngilizler ispiyonculuk ve casusluk projesinde Amerikalılardan beter. Dev casusluk projesi 18 aydan bu yana sürüyor ve kapsamı ise çok geniş. Telefon ve SMS’ten e-mail ve Facebook paylaşımlarına kadar. Bir sene önce günde 600 milyon telefon görüşmesi kayıt altına alınmış.
*İngiliz Gizli Servisi’nin gizli Türkiye planları.
Ve TARİHTE İNGİLİZ başlığı altında önceden de ele almıştım.
*İngiliz Gizli Servis Başkanı Sir Walter Bullivant’ın sözleri işin ciddiyetini ve durumun Osmanlılar adına vehametini göstermesi açısından manidardır. Şöyle diyor Bullivant :
“Her yandaki ajanlarımdan, yani Güney Rusya’da dilencilerden, Afgan at tüccarlarından, Türkmen tacirlerinden, Mekke yolundaki hacılardan, Kuzey Afrika’daki şeyhlerden, Karadeniz takalarındaki denizcilerden, koyun postu içindeki Moğollardan, Hint fakirlerinden, Körfezdeki Yunan tüccarlardan ve şifre kullanan saygın konsoloslarından raporlar alıyorum..”
*İsrail devleti kurulduğunda ilk Cumhurbaşkanı Chaim Weizmann’ın konuşması;
“Biz Yahudiler 20. Yüzyılda orta doğuda yıkılmaz denen devleti(Osmanlıyı) yıkıp iki tane devlet kurduk.Onlara öyle güzel sistem inşa ettik ki!
Türkler bize Filistin’i vermeyen Abdülhamit’e en az 200 sene daha söverler”
O iki devletin biri İsrail,diğeri İngiltere.Onlar diğerinin Türkiye olduğunu söylüyorlar.
*Churchill İngiltere’ye döndüğünde ve başarısızlığın nedeni sorulduğunda ise kızgın bir şekilde “Biz orada Türklerle savaşmadık, Tanrıyla savaştık. Doğal olarak yenildik.” Bu sözlerinden sonra konuşmasına devam eden Churchill büyük havuzun içine birkaç balık attırır ve balıkların yakalanmasını emreder. Balıkların yakalanması mümkün değildi. Bunun üzerine Churchill, “İşte balıkları yakalayamadınız. Çünkü balık suda iken yakalanamaz. Sudaki balıklar Türklerdir, su da onların dini. Türkleri dinlerinden uzaklaştıramadıkça onları yenemeyiz.” der ve eline bir kova alarak, havuzun suyunu dışarı boşaltır ve ekler “Biz Türkleri suda yakalamaya çalışarak hata yaptık ama ben onları suda yakalamaya çalışmayacağım. Her gün bir kova suyu bu havuzdan alacağım, nitekim su bittiğinde ise Türkler ölecektir.”
*1880 yılında İngiliz Başbakanı Gladstone’un Lordlar kamarasında ortaya attığı teorinin izlenmesi gerektiğini söylemiştir. Peki Gladstone’un sözleri neydi?
“-Şu elimdeki kitabı görüyor musunuz? Bu, Müslümanların kitabı Kur’an’dır. Bu kitabı Müslümanların elinden, dilinden ve gönlünden almadıkça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp etmeli, Kuran’ı ortadan kaldırmalıyız. Veyahut Müslümanları ondan soğutmalıyız.”
*Kirli işlerin başında hep ingilterenin başı çektiğini görmekteyiz.
-Dünyadaki İslâm devletlerinin başına gelen her şeyde çok rahatlıkla İngiliz hile ve desisesini görebilirsiniz.Mesela;
-İsrail devletinin oluşmasında fazla para vererek bir netice alamayan Yahudi,tehdit yoluna gider.Oradan da istediği gibi bir sonuç alamaz.
İngiliz devreye girer ve hile ve desisesini oynamaya başlar.
Yahudilere teklifinde arazi vergilerini birkaç kat arttırmak için kanun çıkarmasını ve böylece verginin tarlanın fiyatından yüksek olması sebebiyle satılmasını sağlar.
Tarlanın vergisini ödeyemeyen bu insanlar,mecbur kalıp satmaya başlarlar.
Ve kendiside bundan fazlasıyla komisyon ücretini alır ve İsrail devletinin bugünkü oluşumunu sağlar.
-Aynısını bizde yaşadık.Adıyaman-da bulunan bir arsamızı 70 sene kadar önce dedem,vergisini ödeyemediğinden dolayı,onlarca arkadaşına adeta yalvararak;
-Ne olur vergisi karşılığında şu arsamı alın-diyerek,sadece vergisini ödemeleri için arsasını bedavadan vermiştir.
*-“İngiltere firmalarının Suriye’ye sarin malzemesi sattığı ortaya çıktı. Bilgilerin kaynağı sızdırılan bir Dışişleri Bakanlığı belgesi.”
*Ve işte İngilterenin ibretli kirli oyunlarından biri daha:
“Topal Molla
1920 yılında Topal Molla lakabıyla tanınan bir zat, Afganistan’da tekke kurmuş. Topal Molla’nın müritleri 3 yıl içinde 200 bine ulaşmış. Müritlerinin sayısı 1925’te 300 bini aşan Topal Molla, krala karşı ayaklanma hareketini başlatmış. Bir yıl boyunca Afganistan’da kan gövdeyi götürmüş. O yıllarda Afgan Kralı olan Emanullah Han ülkesini terketmek zorunda kalmış.
Ülkesinden ayrılan Emanullah Han, Afgan sınırına geldiğinde yanına bir adam sokulmuş ve çok güzel konuştuğu Urduca’sıyla sormuş:”Beni tanıdınmı? Ben meşhur Topal Molla’yım. Afganistan’daki görevim bitti, İngiltere’ye dönüyorum”. “Seni tanıdım” demiş kral. “Ben senin İngiliz casusu olduğunu biliyordum. Fakat halkıma o kadar tesir etmiştin ki senin casus olduğuna onları inandıramanın çok zor olduğunu düşündüm.
Sarıklı, sakallı Topal Molla sakalını kesmiş, sarığını atmış, başına silindir şapkasını oturtmuş ve İngiltere yoluna koyulmuş.
Evet sıra kimde dersiniz?”
MEHMET ÖZÇELİK
30-06-2014




MADIMAKTAYDIM

MADIMAKTAYDIM
1986 yılı itibarıyla öğretmenliğe ilk adımı attığım en heyecanlı ve benim için açılan yeni bir kapı olacaktı.
Yerini haritada zor buldum. Adı Çiçekdağı idi.
Bu Dağ-da Çiçek bulmakta zorlandım. Çiçek ekmeye gayret ettim.
Bu gün bu çiçeklerin açmakta olduğunu ve netice verdiğini de görmekte ve duymaktayım.
Ancak hep dikenlere maruz kaldığım bu yer, bununla beraber benim için bir aşama ve pişme yeri oldu.
Türkiye-nin ilk beş tane köy enstitüsünün açıldığı yerlerden biri idi. Beşine de dikkat ettiğinizde; şehir merkezinden çok uzak, irtibat kurulması zor, maneviyatı düşük yerlerdir.
Öğrencilerin olumsuz olarak yetiştirilmesi için çok müsaid yerler.
Zaten 350 kişilik pansiyonda kaldığımda, öğrenciler önceki hocalarının Allah-ın varlığının yok olduğundan bahsettiklerini ve öğrencileri özellikle bir gazeteyi almaya zorladıklarını gördüm.
*24 Ocak Cuma günü göreve başlama kağıdını imzalamak için okula gidip başlayacak ve o günde yarı tatile gidecektik.
Cuma namazını kılıp müdürün odasında başlama kağıdını imzalamak için elimi uzattığımda, okul müdürü Ali Nafiz Bektaş (eğer ölmüşse toprağı bol olsun, ölmemişse eğer yüzü varsa kızarıyordur herhalde ) birden kağıdı çekti.
Sebebini sorduğumda ,parmağımda bulunan gümüş yüzüğü çıkarmamı söyledi.
Bunun bir sakıncasının olmayacağını söyledimse de, üç saate yakın bu inatlaşma sürdü.
Yeni başlayacağım bu görevde hoş bir başlangıç değildi. İnatlaşmayı sürdürmek istemiyor ve kızgın bir şekilde –çıkarırım- diyerek imzalayıp dışarıya çıkıyordum.
Dışarıya çıktığımda yalancı duruma düşmemek için parmağımdan yüzüğü çıkardım ve tekrar geri taktım.
4,5 yıl hep mücadeleyle geçti.
Sadece müdür, öğretmen değil, halktan da fitne ateşini alevlendirenler vardı.
Okul, pansiyon, camide sohbet etmem, hapishaneye derse gitmem, halk ve Adıyaman-dan gelen on bir öğrenci ile ilgilenmem birilerini sürekli rahatsız ediyor ve fitne kazanını kaynatmaya devam ediyorlardı.
Solcu öğretmenler bir yandan menfiliklerini sürdürürken , bir yandan da okuldaki Kemal hocanın abilik ve sahipliği onları güçlendiriyor, okul idaresinin desteği ile tam bir menfi hava hakim oluyordu.
Lise öğrencilerine Âhiret , İman , ,Din , Ölüm gibi konularda röportaj ödevi verdim.
Sürekli açıklarımız aranır , mümkün mertebe açık vermemeye çalışırdım.
*Bir hafta sonu Ankara-ya arkadaşları ziyarete gittik. Dönüşte ilçeye gelmek için araba tutmamız gerekti. İndiğimiz otobüste Said hoca da vardı. Onu da arabamıza aldık. Ne olacağından haberimiz yoktu.
Ne olacağını pazartesi sabahı okulda öğrenmiş oldum. Savcı çağırmıştı.
Hükumet binasına gittiğimde ilçenin esnafından ve fitne kazanını kaynatanlardan esnaf Mahmut göstermelik olarak savcıyla savcılığın kapısında konuşmakta, belli ki beni beklemekte idiler.
Savcının yanına vardığımda birden bire konuşmayı kesen savcı, alevlenerek;
‘Ne oluyor yahu, ta amin sesiniz buraya kadar geliyor’ deyip içeriye varmıştı.
İçeriye girdiğimde ise lise 1 ve 2.sınıfta ödev verdiğim üç öğrenci köşede ayakta beklemekte idiler. Bu durum çok ağırıma gitmişti.
Savcıya cevabını verdim;
‘Savcı bey, dikkat edin. Biz elimizde silah tutmuyoruz, kalem tutuyoruz.’
-Bunun üzerine, ‘Ne demek istiyorsun, seni Kayseri-ye gönderirim.
(Yani Devlet Güvenlik Mahkemesine)
-Kayseri-ye değil, nereye gönderirsen gönder.
Herhalde hesabı tutmamıştı.
Çıkmamı ve karakola giderek isbat-ı vücut yapmamı istemişti.
Her gün karakola varacak ve ben buradayım diyerek, kaçmadığımı gösterecektim.
*Amin sözü ise, yeni atanan ve oda Din Kültürü branşında olan müdür, hafta sonları dağılmadan önce öğrencilere yaptığı konuşmalarda ağır konuşuyor ve dua ifadesi olarak; Allah böyle yapsın, diyerek sözünü bitiriyordu, öğrencilerde hep bir ağızdan amin diyorlardı.
Bunu bahane etmişti savcı.
Ancak birkaç kere müdürün yanına giderek yaptığının uygun olmadığını söylemiş ve kendisini uyarmıştım.
Anladığım kadarıyla müdür, mit görevlisi olarak okula atanmış ve gerçekten de suyu bulandırarak okulun öğretmenlerinin dağılmasına sebep olmuştu.
Kendisi de bu küçük ilçeden Bursa merkeze müdür olarak atanmıştı.
Okuldaki solcu öğretmenler okuldan tayinlerini isteyerek dağılmışlardı.
Ben ise bir yıl sonra kendi isteğimle Malatya-ya tayinimi istemiştim.
*Gazetedeki haber de;
‘Çiçekdağı ilçesinde din dersi öğretmenliği yapan Mehmet Özçelik hakkında “din hissiyatını alet ederek öğrencileri kanalıyla vatandaşa telkinde bulunmak” suçlamasıyla dava açıldı. Din dersi öğretmeni Özçelik’in öğrencilerine din, ahiret, ölüm gibi konularda ilçe içinde halka dönük röportajlar yapılması ödevi verdiği, röportaj yapılan kişilerin “özel kimliğinin” istendiği belirtilen iddialara, cumhuriyet savcılığı el koydu.’
Aynı sayfada başka bir Din Dersi öğretmeni daha ispiyon edilmekteydi.
Aynı gazetede ‘Süleymancılar, resmi kurumları tıkadı’
‘Derdimi Seviyorum’ Hekimoğlu İsmail’ in Erzurum’daki konferansı erkekler alınmama bahanesiyle tenkid ediliyordu.
‘ 6 din dersi öğretmenine karşı 1 felsefeci ‘haberiyle dine ve dindar olan insanlara saldırmayı cumhuriyet kendisine adeta bir görev addetmekte ve sürekli bu saldırısını sürdürmekte idi. Ve bunu hala da yapmaktadır.
*Belli ki danışıklı döğüş yapılmaktaydı. Plan önceden kurulmuştu.
Öğrencilerimden ertesi günü birisi; Eğer öğretmenimize ceza verirlerse ben okulu bırakacağım, diyor , öğrenciler benden çok üzülüyorlardı. Onları teselli etmekte bana düşmüştü.
*O gün emniyete gittim. Suçluydum! Çocuklarını okuttuğum polisler geliyor bana moral vermeye çalışıyorlardı.
Orada şahit olduğum ve vâkıf olduğum bir olay için on kere hapishaneye girmeye ve ceza almaya razı olurum. O da şu olmuştu;
Emniyette kütüphanenin yanına oturmuş ,kitaplıkta bulunan dergilerden birisini çekip almıştım. Bakalım kaderi ilahi benim için ne takdir buyuracak diyerek, tefe’ül edip dergiyi rast gele açmıştım. Karşıma çıkan âyet beni hem şok etti ve hem de çok rahatlattı;
“De ki: Herkes, kendi mizaç ve meşrebine göre iş yapar. Bu durumda kimin doğru bir yol tuttuğunu Rabbiniz en iyi bilendir.”
Bediüzzaman-ın şu sözünü hatırladım;” Arı su içer bal akıtır, yılan su içer zehir akıtır.
Her kes kendi tinetinin gereğini yapacaktı. Nitekim onlarda yaptı ve yapacaklardı.
*4 aydır evli idim. Gecenin onu olmuş hala eve gitmemiştim.
Hanım durumumu arkadaşlara haber vermişti.
Bana da gitmem için izin verilmişti.
Gece vakti ve karanlık bir ortamda 5 km-lik yolda eve gitmek üzere yola düştüm. Araba geçmemekte ve vasıta bulunmamakta idi.
Bir müddet gittikten sonra yanımdan hızla bir araba geçip gitti.
Arkadaşlar idi. Biraz gittikten sonra dönüp beni aldılar.
O gün böyle geçti.
*Okulumuzdaki Kemal öğretmenin kardeşi Ankara Cumhuriyet gazetesi bürosunda çalışmakta ve bu haber ona ısmarlanmaktaydı.
Kemal öğretmen insancıl görünmeye çalışmakta ,ilçede önemli etkisi olan iyi bir solcu abisiydi.
5 km yakındaki Yozgat/Yerköy ilçesinde kalıp, bakkal dükkanı da işletmekteydi.
Hanımı Yerköy kültür müdürlüğünde çalışıyor, yerinden oynatılamıyordu. İşin içinde , altında ve arkasında kemal hoca vardı.
***************
Ben Madımaktaydım!!!
Haksızlığa uğramış, yalan haberlerle saldırılara uğramıştım.
Zira Milli Eğitim Bakanlığına böyle bir ödevin verilip verilmeyeceği ile ilgili sorumuza olumlu cevap verilip, verilebileceği gibi, teşvik edilmesi gerektiği bildirilmişti.
Türkiye o dönemlerin öncesi ve sonrasında olduğu gibi darbelere hazırlanıyor, ortam hazırlanmaya çalışılıyordu.
Bu gün sakin ortamda ve görülen senaryolarda ortaya çıkmaktadır ki, sürekli kaos ortamı oluşturmak amacıyla her türlü olumsuzlukların ortamı hazırlanıyordu.
*Kemal hocanın oradan alınması için birkaç kere bakanlığa gitmiş, haklı olarak benden belge istenmişti. Belge ise okul müdürü ve milli eğitim müdüründe idi. Onlarda dosyaların üstüne oturmakta, bir yabancıyı değil, zikir ve fikri uygun olan arkadaşlarını korumakta idiler.
Yalan haber ise karakterimize aykırı idi.
*2 Temmuz 1993 yılında Sivas madımakta Pir Sultan Abdal Kültür derneği tarafından Aziz Nesin-in de davet edildiği bir şenlik düzenlenmiş, Nesin-in de dediği gibi, -elbet bir tahrik olacaktı ,-sözüyle de tamamen tahrik kokan bu şenliğe;
Kemal-in kardeşi Ankara cumhuriyet gazetesi temsilcisi Asaf Koçak – da katılmış ve o yangında o da yanmıştı.
Asaf Koçak’ın Ablası onun çocukluktan beri Dino olup hırçın biri olduğunu söyler.
Asaf Yerköy ilçesine getirilmiş ve merkez camide namaz sonrası cenaze namazı kılınması için musalla taşına konulmuştu.
İmam Asaf’ın cenaze namazını kılmadı. Bu durum başta Kemal hoca için büyük bir şok oluşturdu. İlçede herkes zaten birbirini gayet iyi tanımakta idi.
Bir müddet sonra bu durumdan rahatsız olan Kemal hoca ilçedeki bakkal dükkanını kapatmış ve tayinini isteyerek Çoruma gitmişti.
Ben Madımakta yoktum ancak ben ve benim gibi iftira ve zulme maruz kalmış insanların bizden önce âh- ları yine bizden habersiz orada idiler.
Böylece bir fitne başka bir fitneyi tetiklemiş ve ateşlemişti.
*Şimdi ise okul düzene girmiş, ilçe milli eğitim müdürü savcının sorguladığı öğrencimden birisinin beyi olmuştu.
İlçeye bir cami daha yapılmıştı. Belli ki Türkiye gibi orada şimdi rayına giriyor, her şey normalleşme süreci içerisinde hareket ediyor, menfilikler Ergenekon çatısının altından ortaya çıkıyordu.
*****************
*Sorgulanmamız sadece Çiçekdağ-la sınırlı kalmadı. İşe Kırşehir valisi Mustafa Yıldırım –da katıldı.
Menfi bir binbaşıyı sorgulamak üzere Çiçekdağ-a göndermiş, beni benden değil, orada bulunan menfi insanlardan soruşturarak, bir buçuk sayfalık bir rapor hazırlamıştı.
Valinin Kırşehir-e gelmeden önce Bitlis-te vali iken bir nur talebesini hapse attırıp, hapiste de bıçaklatarak, ölümüne sebep olduğu iddialarını duymuştum.
Ancak tam bir tevekkül içerisinde görevimi sürdürmüş, hiçbir ceza—i işleme de maruz kalmamıştım.
*İnsanlık tarihi boyunca Hz.Âdem –den beri imanla küfür mücadelesi devam etmiş ve de edecektir.
Geçmişte bu sağ-sol olarak devam etmiş iken, bu günlerde de değişik senaryolarla kendisini sahnede göstermektedir.
Bu mücadele bitmemiş ve hala da devam etmektedir.
Ancak üzülerek ifade etmek gerekirse, bu durum bu günlerde bir sağ partiyi de yanlarına alarak sürdürmektedirler.
Daha önce yerin üstünde sürdürülen bu faaliyetler, bu gün yerin altına inmiş ve dağa yönelmiştir.
Gizli ve kirli eller her zamanki gibi yine iş başındadır.
MEHMET ÖZÇELİK
14-03-2012




MAHREMDİR

MAHREMDİR
Risale-i nurda asrın her türlü meselelerine ve toplumun her kesimine yönelik konuları görebiliriz.
Bunların bazıları ise;-İnna a’teynanın sırrı-,Mâidetül Kuran-,-5.Şua-,-Münafıklar hakkındaki bahis-,-Vehhabiler hakkında,-Has dairedekilere mahsus konular ve burada da ele almış olduğumuz –Mahremdir- başlığındaki konulardır.
*”Eğer, faraza, laik cumhuriyetin mahiyetini bilmeyen bir dinsiz dese: “Senin risalelerin, kuvvetli bir dînî cereyan veriyor, ladînî cumhuriyetin prensiplerine muaraza ediyor. ”
Elcevap: Hükûmetin laik cumhuriyeti dîni dünyadan ayırmak demek olduğunu biliyoruz. Yoksa, hiçbir hatıra gelmeyen dîni reddetmek ve bütün bütün dinsiz olmak demek olduğunu, gayet ahmak bir dinsiz kabul eder.
Evet, dünyada hiçbir millet dinsiz olarak yaşamadığı gibi; Türk milleti misillü bütün asırlarda mümtaz olarak, bütün aktar-ı cihanda, nerede Türk varsa Müslümandır. Sair anasır-ı İslamiyenin küçük de olsa yine bir kısmı İslamiyet haricindedir. Böyle pek ciddi ve hakîki dindar ve bin sene kadar Hak Dîninin kahraman ordusu olarak zemin yüzünde, mefahir-i milliyesini milyonlar menabi-i dîniye ile çakan ve kılınçlarının uçlarıyla yazan bu mübarek milleti, “Dîni reddeder veya dinsiz olur” diye itham eden yalancı dinsizler ve milliyetsizler, öyle bir cinayet işliyorlar ki, Cehennemin esfel-i safilîn tabakasında ceza görmeye müstehak olurlar.
Halbuki, Risale-i Nur, hayat-ı içtimaiyenin kanunlarını da ihata eden dînin geniş dairesinden bahsetmez; belki asıl mevzuu ve hedefi, dînin en has ve en yüksek kısmı olan îmanın erkan-ı azîmesinden bahseder. Hem, ekseriyetle, muhatabım evvel kendi nefsim, sonra Avrupa feylesoflarıdır. Böyle mesail-i kudsiyeden, doğru olmak şartıyla, zarar tevehhüm eden, yalnız şeytanlar olabilir tasavvurundayım. Yalnız üç-dört risale, tenkitkarane şekva sûretinde bir kısım memurlara bakmış; fakat o risaleler hükûmetle mübareze ve tenkit için değil, belki bana zulmeden ve memuriyetini sû-i istimal eden bir kısım memurlara karşıdır: Hem, sonra da, sû-i tefehhüme medar olmamak için, o üç-dört risalelere “Mahremdir” deyip, neşrini menetmişiz. Sair risalelerin ekser-i mutlakası, dört-beş sene evvel ve bir kısmı sekiz sene evvel, bir kısmı on üç sene evvel telif edilmişler. Yalnız İktisad ve İhtiyarlar ve Hastalar Risaleleri geçen sene telif edilmişler. Ve bununla beraber, risaleler, hükûmetin kanunlarına mugayir olmadığı ve asayişi ihlal ve halkı idlal mahiyetinde bulunmadığını ve bilakis hükûmetçe takdirlerle karşılanması lazım geleceğini, zerre miktar aklı bulunan, risaleleri bîtarafane tetkik eden, tasdik eder. Ve eğer, farz-ı muhal olarak, hükûmetin nokta-i nazarına çok noktaları muhalif olsa bile, 28 Temmuz 933 tarihinde, evvelki cürümlerin bu kısımlarını affetmekte olan ve ahiren neşredilen Af Kanunu mûcibince, o risaleleri takibe mahal kalmadığını iddia edip, bize edilen haksızlığın bir an evvel defedilmesi ve risalelerin iade olunmasını talep ederim.”
*”İşarat-ı Selâse:
On yedinci Lem’anın On yedinci Notasının Üçüncü Mes’elesi iken, suallerinin şiddet ve şümulüne ve cevaplarının kuvvet ve parlaklığına binaen, Otuz Birinci Mektub’un Yirmi ikinci Lem’ası olarak lemeât’a karıştı. Lem’alar bu Lem’aya yer vermelidirler. Mahremdir; en has ve hâlis ve sâdık kardeşlerimize mahsustur.”
*”Beşinci Şuanın meselelerini herkese göstermek caiz değildir, mahremdir” ihtarını yapmayı unutmamıştır.
Her bahaneyle bizi perişan etmek isteyen gizli düşmanlarımızın şerlerinden tahaffuz ve müddeî gibi sathîce mânâlar verilmemek için, “Bu mahremdir, herkese gösterilmesin” denilmesini bir suç sayıp ve suçunu ikrar ediyor mânâsına çevirmek zâhir bir yanlıştır.”
*”Yirmi Dokuzuncu Mektubun Yedinci Kısmından bir suret Abdülmecid Efendi kardeşimize göndermiştim. Cevabında ezcümle diyor ki: “Seydânın bintü’l-fikri o güzel kıza, Hulûsi ile Abdülmecid’den maadâ her kim bakarsa câiz değildir. Mahrem olanlar da, bu hususta nâmahremdir. Bu gibi kızların dışarıya çıkmaları, hiçbir menfaati temin etmediğini ve bilâkis büyük bir mazarratı intâç edeceği ihtimali kavlini Seydâya yazsan iyi olur. Eski Said’in hiddeti, yenisinde de vardır. Halbuki, Yeni Said, insanoğullarıyla izâa-i vakit etmemeli. Meslek ve meşrebi öyle iktiza ediyor. Her ne ise… Cenab-ı Hak Hâfız-ı Hakikîdir.”
Bendeniz de kısaca şu mealde cevap vermiştim:
Bu mütalâa bizler için doğrudur. Fakat dünyaya arkasını çeviren ve mânevî vazife-i memuresini ifa ederken insanlarla-Nurlarla alakadar olanları vasıtasıyla-meşgul olan Üstad Hazretleri için bu fikri muvafık bulmuyorum. Çünkü, o zatı bu emr-i azîmde istihdam eden, elbette muhafaza buyurur. Bana öyle kat’î kanaat gelmiş ki, eğer bizler Nurlarla alâkamızı kesersek, Üstad Hazretleri bize arkasını çevirir.
Aziz kardeşimizin endişesi, zahire bakılırsa haklı ve çok samimîdir. Fakat zaten cemaati çok mahdut olan Nurlarla alâkadar zevâtın bu hakaikten mahrum edilmelerini ve bu kudsî eserin tamamen hapsedilmelerini lâyık görmüyor ve esasa mugayir buluyorum. Nâsırımız, hâmimiz, muînimiz, hâfızımız Allah’tır. Bütün desâisi bertaraf ederek, muhterem Üstadın vazife-i kudsiyesine sâfi niyet, samimî his ve ciddî şevkle yardım etmekte olan kardeşlerime selâm ve muvaffakiyetlerine dua eder, dualarını rica ederim. Pederim, Fethi Bey, Hoca Abdurrahman Efendi, sâbık Müftü Kemaleddin Efendi, imam Hâfız Ömer Efendi ve diğer Sözler’le alâkadar olanlar selâm ve dua ediyor, hayır duanızı istiyorlar.
Devam-ı âfiyet ve muvaffakiyetinizi tekrar eltaf-ı İlâhiyyeden tazarru ve niyaz eyler, mübarek ellerinizi kemal-i hürmet ve tâzimle takbil eyler, kusurumun affını ve hayır duanızdan bu biçare sıddîkınızı çıkarmamanızı hâssaten arz ve istirham eylerim.
Hulûsi
*”Hüsrev kardeş, kasem ederim, benim elimden gelseydi, yalnız bu defa altın yaldızla yazdığın Mucizat-ı Ahmediyeye mukabil herbir sayfasına, yalnız maddî bir ücret olarak birer altın hediye edecektim. Hakikaten ebedî bir gül fabrikasına kâtip tayin edildiğinize kanaatim kat’iyet kesb etti. Rabb-i Rahime hadsiz hamd ü sena olsun. Tasavvurumda Hüsrev, Rüştü birtek isim gibi olmuş. İkinizi, Risale-i Nur’a ait herşeyde beraber biliyorum ve buluyorum. Size -Ölü iken… – ayetine ait ve birden hatıra gelen ve Sabri’nin iki mektubunun daha gelmeden manevi tesiriyle yazılan bir tetimmeyi gönderdim. Bir derece mahremdir, has ve eminlere mahsustur. Şamlı Tevfik, Âyetü’l-Kübrâ Şuasını, Hafız Ali’nin otuz üç ile tevafuklu tarzda bana yazsa iyi olur. Kardeşlerime birer birer selam.
Duanıza muhtaç -Said Nursî
*”Ezcümle: Acip bir tesadüfle işittim ki, dört risalemle bu iki sene zarfında yazdığım mektupların suretini taharri memurları şimendiferde tutmuşlar.
O risalelerin ikisi, “İhlas”tır. Gerçi bir derece mahremdir; fakat mahkeme, hem Ankara ehl-i vukufu tetkikten sonra zararsız görmüşler ki, bize iade ettiler. Hem, sansüre ve büyük muharrirlere göstermek için İstanbul a gönderilmiş.
“İktisat” ise, bu zamanda herkese lazımdır. On Sekizinci Lem a olan keramet-i Aleviye ise, yanlışlıkla onlara, beraber gönderilmiş. Değil o risaleyi tab etmek, belki en mahrem kardeşlerime de ancak okumasına izin veriyorum. Hem o, dünyaya bakmıyor. Hem ehl-i vukuf ve mahkeme tetkik etmiş, bize iade etmişler. “
*”Bir derece mahremdir.
Geçen kışta bana karşı suikastlerin, inayet-i İlahiye ile ve duanızın yardımıyla gelen sabır ve tahammülüm neticesinde akim kalan planı pek geniş bir tarzda olduğuna delil ise, bu yakında reisicumhur Afyon da demiş: “Bu vilayette din cihetinde bir karışıklık çıkacağını zannederdik.”
Demek, gizli komite beni sıkıştırmakla bir hadise çıkarmak istiyordular. Bir ecnebi müdahelesi hesabına ve Müslümanlar ve vatan zararına, bütün bütün kanunsuz ve keyfi bir tarzda, damarıma şiddetle dokunan ihanetler ve sıkıntılarla tazipleri, onlara dünyada tam zarar, ahirette Cehennem ve sakar; ve bize, dünyada mükemmel sevap ve zafer, ve ahirette, inşaallah Cennet ve ab-ı kevseri kazandırır. Demek bu gizli planı Heyet-i Vekile ve Reis hissetmiştiler ki, buralarda umum me murlar, hatta vali ve kaymakam, zabıta benimle görüşmekten kaçıyor ve ürküyordular. Ben de hayret ederdim. Fakat, elimizde yalnız Nur bulunduğunu ve siyaset topuzu bulunmadığını, zerre kadar aklı bulunanlar anladılar.
Gariptir ki, en ziyade lehime çalışması lazım olan bazı vazifedarlar, aleyhimde istimal ve istihdam edildi. Nurcular, çok ihtiyat ve dikkat ve temkinde bulunmaları lazımdır. Çünkü, manevi fırtınalar var; bazı dessas münafıklar her tarafa sokulur. İstibdad-ı mutlaka dinsizcesine taraftarken, hürriyet fırkasına girer, ta onları bozsun ve esrarlarını bilsin, ifşa etsin.
Hem Salahaddin in, Asa-yı Musa yı Amerikalıya vermesi münasebetiyle deriz:
Misyonerler ve Hıristiyan ruhanileri, hem Nurcular, çok dikkat etmeleri elzemdir. Çünkü, herhalde şimal cereyanı, İslam ve İsevi dininin hücumuna karşı kendini müdafaa etmek fikriyle, İslam ve misyonerlerin ittifaklarını bozmaya çalışacak. Tabaka-i avama müsaadekar ve vücub-u zekat ve hurmet-i riba ile, burjuvaları avamın yardımına davet etmesi ve zulümden çekmesi cihetinde Müslümanları aldatıp, onlara bir imtiyaz verip, bir kısmını kendi tarafına çekebilir.
Her neyse, bu defa sizin hatırınız için kaidemi bozdum, dünyaya baktım.Said Nursi”
”BU FIKRA BİR DERECE MAHREMDİR
YALNIZ HASLARA MAHSUSTUR

Aziz, sıddık kardeşlerim,
Çok defa hatırıma geliyordu ki: “Neden herkesten ziyade medreseden çıkanlar Risale-i Nur’a sarılmaları lazımken, en ziyade çekinen, onlardan resmi vazifeyi alanlardır?”
Şimdi birden hatıra gelen cevabın biraz kısmını beyan etmek lazım geldi.
Evvela: Gizli münafıklar, aleyhimizde büyük makamlarda olanların bir kısmını istimal ederek resmi bir tarzda şiddetli propaganda etmelerinden, bütün resmi memurlar ürkmeye ve çekinmeye mecbur olmuşlar. Onlar içinde dahi enaniyetli ve evhamlı ve bid aları kabul eden hocalar, daha ziyade çekinmeye başlamışlar, kendilerine bir özür, bir bahane aramışlar.
Risale-i Nur dan İşarat-ı Sebanın bidacılara şiddetli tokadı ve Sekizinci ve On sekizinci Lemada İmam-ı Ali’nin (r.a.) Ercüze de, ulemaü’s-su hakkında dehşetli tokadı; ve bidalara bir derece ve bir cihette müsait olan Vehhabilik mezhebini perde altında kabul edenler, Yirmi Sekizinci Mektubun, Vehhabiler hakkındaki meselenin tokadı; ve Kur’ân tercümesini yapan ve Kur’ân yerinde tercümesinin okunmasına cevaz gösterenlere Risale-i Nur’un şiddetli tokatları, ve derd-i maişet zarureti ve mevki-i içtimaide haysiyetini düşünmeleri sebebiyle hocalar, hatta İstanbul un eskide dost hocaları, kaçmaya ve az bir kısmı, tenkide çalışmaya, hatta, Al-i Beyt ve İmam-ı Ali’ye adavetleri bulunan müfrit Vehhabilik hesabına Risale-i Nur’un Al-i Beyt ve İmam-ı Ali’nin bir manevi hediyesi ve eseri olmasından, itiraz etmeye başlamışlar. Fakat biz, İstanbul alimlerinden kızmıyoruz, belki bir cihette memnunuz. Çünkü başkalara nisbeten ilişmiyorlar. “
*”[Mahremdir. Şimdilik Medresetü’z-Zehra erkânlarına mahsustur.]

İhtiyar kadınlara ehemmiyetli bir müjde
ve bekâr ve mücerret kalmak isteyen genç kızlara bir ihtar.
Hadîs-i şerifte – -gösteriyor ki âhir zamanda kuvvetli iman, ihtiyar kadınlarda bulunur ki, “Dindar ihtiyar kadınların dinine tâbi olunuz” diye hadis-i şerif ferman etmiş. Hem Risale-i Nur’un dört esasından bir esası şefkattir. Ve kadınlar şefkat kahramanı bulunmasından, hattâ en korkağı da kahramancasına ruhunu yavrusuna feda eder. Ve bu zamanda o kıymettar valideler ve hemşireler, büyük bir hâdise ile karşılaşıyorlar. Mahremce ve ifşâsı münasip olmayan bir hakikat-i fıtriyesini, Nur şakirtlerinden mücerred kalmak isteyen veya mecbur kalan kızlar kısmına beyan etmek lâzım gelir diye ruhuma ihtar edildi. Ben de derim ki:
Kızlarım, hemşirelerim,
Bu zaman, eski zamana benzemiyor. Terbiye-i İslâmiye yerine terbiye-i medeniye, yarım asra yakın hayat-ı içtimaiyemize yerleştiği için, bir erkek bir kadını ebedî bir refika-i hayat ve saadet-i hayat-ı dünyeviyeye medar ve sair günahlardan kendini muhafaza etmek için almak lâzım gelirken; o biçare zaifeyi daim tahakküm altında, yalnız dünyevi, muvakkat gençliğinde sever. Ona verdiği rahatırı bazı on misli onu zahmetlere sokar. Eğer şer’an “küfüv” tâbir edilen birbirine denk olmazsa, hukuk-u şer’iye nazara alınmadığından, hayatı daima azap içinde geçer. Kıskançlık da müdahale ederse daha berbat olur.
İşte bu izdivaca sevk eden üç sebep var:
Birisi: Tenasülün devamı için, hikmet-i İlâhiyece o fıtrî hizmete bir ücret olarak bir fıtrî meyil ve şevk vermiş. Halbuki o zevk, on dakikada bir lezzet verse de, eğer meşru ise, erkek bir saat meşakkat çekebilir. Fakat kadın, on dakikalık o zevk için on ay çocuğu kendi vücudunda zahmetini çekmekle on sene çocuğun hayatına yardımla meşakkat çeker. Demek, o on dakikalık fıtrî meyil, bu uzun meşakkatlere sevk ettiği için, ehemmiyeti kalmaz. His ve nefis, onunla onu izdivaca tahrik etmemeli.
İkincisi: Fıtraten kadın, zaafı için maişet noktasında bir yardımcıya muhtaçtır. O ihtiyaç için şimdiki terbiye-i İslâmiyeden ders almayan, serseriliğe, tahakküme alışanlardan o küçük bir iaşesi hatırı için tahakkümler altına girip riyakârâne kocasının rızasını tahsil etmek yolunda hayat-ı dünyeviye ve uhreviyesinin medarı olan ubudiyetini ve ahlâkını bozmak bedeline, köy kadınları gibi kendi nafakasını kendi çalışmasıyla kazanmak, on defa daha kolaydır. Rezzak-ı Hakikî çocukların rızkını sütle verdiği gibi, onların da rızkını o Hâlık-ı Rahîm veriyor. O rızık hatırı için namazsız ve ahlâkını kaybetmiş bir zevci aramak, riyakârâne çalışıp tahakkümü altına girmek, elbette Nur talebesinin kârı değil.
Üçüncüsü: Kadınlığın fıtratında çocuk okşamak ve sevmek meyelânı var. Ve bir evlâdının dünyada ona hizmeti ve âhirette de şefaati ve validesi öldükten sonra ona hasenatıyla yardımı, o meyl-i fıtrîyi kuvvetlendirip evlendirmeye sevk etmiş. Halbuki şimdi terbiye-i İslâmiye yerine terbiye-i medeniye ile on taneden bir iki hakikî evlât, kendi validesinin şefkatine mukabil fedakârâne hizmet ve dindârâne dualarıyla ve hasenatlarıyla validesinin defter-i a’mâline haseneler yazdırmak ve âhirette salih ise validesinin şefaat etmek ihtimaline mukabil, ondan sekizi o hâleti göstermediğinden, bu fıtrî meyil ve nefsânî şevkle o biçare zaifeler böyle ağır bir hayata kat’î mecbur olmadan girmemek gerektir. İşte bu işaret ettiğimiz hakikate binaen, bekâr kalmak isteyen Nur şakirtlerinden olan kızlara derim ki:
Tam muvafık ve dindar ve ahlâklı bir zevc bulmadan, kendilerini açık saçıklıkla satmasınlar. Eğer bulunmadı; Nurun bir kısım fedakâr şakirtleri gibi mücerret kalıp tâ ona lâyık ve ebedî bir arkadaş olacak ve terbiye-i İslâmiyeyi almış vicdanlı bir müşteri ona çıksın. Ve saadet-i ebediyesi, muvakkat bir keyf-i dünyevî için bozulmasın. Ve medeniyetin seyyiatı içinde boğulmasın.Said Nursî
• • •
Haşiye Hemşireler ve genç kızlar Tesettür Risalesini okumalıdırlar.”
MEHMET ÖZÇELİK
25-09-2014




MASUM VE MAZLUM ÇOCUKLAR

MASUM VE MAZLUM ÇOCUKLAR
Çocuklar hem masum ve günahsızdırlar ve hem de en çok zulme uğramış kimselerdir.
Onun korunması için anneye tam bir şefkat verilmiş,ruhunu evladının ruhuna feda etmektedir.
Anneye verilen bu şefkat evladı korumak içindir.
– Osmanlıda sıbyanlara,ana okulu çocuklarına armut hoşafı içirilirdi.Armut hoşafı haramları vücuttan atmaktadır.
-“ Yeni doğmuş bebeğin topuk iziyle annenin parmak izinin aynı olduğu ifade edilir.
İlâhi koruma.İlahi tedbir.Anne ve evlad bağı…
-O gıda kadar şefkate de muhtaçtır.İşte bir tesbit;
-“ Çalışan kadının çocuğu;
Bugün de beni kime bırakacaksın?
Neden çalışıyorsun?
Niye beni başkasına bırakıyorsun?
Telefon edip;Hala işin bitmedi mi?Ne zaman geleceksin?
Annem beni sevmiyor.
Anne gelince de;her türlü hırçınlığı yapıp,olur olmaz şeylerden ağlıyor, bağırıp, sızlanıyor.
Her yönüyle anne şefkatinin eksikliğini hissedip,onu başka şeylerle dolduramadığından boşluğunu olumsuz yönlerle gösteriyor.”
-Tarihin akışı altında ezilenler yine onlar olmuşlardır.
Toplu iki büyük cinayet olan Fir’avun döneminde erkekler öldürülmüş kızlar bırakılmış, (Fir’avunu devirecek Musa doğmasın ve olmasın diye),
Diğeri de cahiliye döneminde kız çocukları diri diri gömülmüştür.(Erkeğe vermekten âr ettiklerinden.Oysa kendi anneleri,eşleri,kız kardeşleri birer kızdırlar.)
Hadiste: “Eğer yeryüzünde Allah’ın rükû eden kulları, süt emen sabiîler, otlayan hayvanlar olmasaydı, üzerinize azap yağdırır ve sizi helak ederdi.”
-Çocuklar savunmasız pozisyondadırlar.
-Çocukların 4-11 yaşları çok önemli ve hassastır.
-Batı ve dünyanın bazı yerlerinde insanlar yemekten dolayı fazla şişmanlıktan şikayet edip,onu eritmek amacıyla trilyonları harcarken,Afrika-da çocuklar açlıktan ölmekte ve 7 milyon çocuk ise açlık tehdidi altında yaşamaktadır.
-Çocuk taciz ve öldürmeleri tarih boyunca devam ede gelmiştir.
-Dünden bugüne Suriye,Bosna,Afganistan,Mısır gibi bir çok ülkelerde çocuklar savaştan mağdur olarak,en fazla etkilenenlerden olmuşlardır.
-Manen ölme ve öldürülmeleri de bunun vahşicesidir.
Bu başlı başına bir konu ve üzerinde durulması gereken bir husustur.
Nitekim Bosna savaşı sırasında binlerce Müslüman çocuk İngilizler tarafından alınmış ve Müslümanlara karşı kullanmak üzere hristiyan yapılıp kullanılmıştır.
-İsrail 14 yılda 1407 çocuğu öldürdü.
-Gazze de ,Filistin de,sahillerde,hastanelerde,okullarda öldürülen çocuklar tam bir soy kırımına uğramış,Yahudiler bunu kutlu bir bayram olarak kutlamışlardır.
-Pkk özellikle çocukları devlete karşı kullanmış,onları dağa çıkarmış,terörist çocuklar oluşturmuştur.
-Dünyada 2013 yılında 4 bin çocuk terörist gruplar tarafından silah altına alınmıştır.
-2004-den bu yana 848 papaz çocuk istismarı sebebiyle meslekten men edildi.
-İrlanda da bir kilise bahçesinde 796 cesed bulundu.
-” Katolik Kilisesi’ndeki her 50 din adamından birinin ‘çocuk istismarcısı’ olduğunu söyleyen Katolik dünyasının ruhani lideri Papa Franciscus, İtalyan La Repubblica gazetesine verdiği röportajda dünya genelindeki yaklaşık 414 bin Katolik din adamından 8 bini ‘pedofili hastası’ olduğunu ifade etti.
Papa Francis de La Repubblica gazetesine verdiği röportajda şu ifadeleri kullandı:
“Bu yüzde 2’sinin arasında rahipler, piskoposlar ve kardinaller de var. Diğerleri de biliyor ama susuyorlar. Bir sebep göstermeden cezalandırıyorlar. Bu gidişatın kesinlikle hoş görülemez olduğunu düşünüyorum.”
La Repubblica’nın din adamlarının evlenmesi konusundaki bir sorusunu Papa, “Evlenme yasağı İsa’nin ölümünden 900 yıl sonra benimsendi. Doğu Katolik Kilisesi rahiplerine evlenme izni verdi” sözleriyle yanıtladı.”
– Son 10 yılda 2 milyon çocuk savaşlarda öldü. 4.5 milyon ise yaralandı.
-Çocuk aldırmalar,kürtaj ise başlı başına bir vahşet örneğidir.
-Hollanda da Müslüman ailelerin 6 bine yakın çocuğu,eş cinsel ailelerin bakımına verilmiştir.
-Dünyada 5,5 milyon çocuk,çocuk işçi olarak çalışıyor.
-Çocukların bunca zulme uğramaları,onlara bu zulmü yapanların hakkıyla cezalandırılmamalarından ileri gelmektedir.
-İslâmda esas olan câniye ceza vermek değil,mazlumun hakkını korumak ve zalimden hakkını almaktır.
-Özellikle kasden adam öldürmede uygulanır.
Bu durum Tevratta da vardır.
İslâmdan önce ise bu durum zayıfa uygulanıyor,güçlü olan para ödüyordu.
-Tarafların rızası neticesinde bugünde olduğu gibi cezalar paraya çevrilebilir.
100 deve,bin dinar altın,on veya on iki bin dirhem gümüş,200 sığır,2 bin koyun vs…
-Af tavsiye edilmiş,benimsenmiştir.
Mesela;islâmiyet -zina yapmayın-,demez.Zinaya yaklaşmayın –diyerek tedbir alır,olmadan önler.
-Osmanlıda en büyük ceza bağy cezasıdır.Devlete baş kaldırı…
-İslâmda evlinin zina etmesi ve kasıdlı öldürmesi idamı gerektirir.
-“Bunun için İsrailoğullarına şöyle yazdık: ‘Kim bir kimseyi bir kimseye veya yeryüzünde bozgunculuğa karşılık olmadan öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu diriltirse (ölümden kurtarırsa) bütün insanları diriltmiş gibi olur’. And olsun ki, onlara belgelerle peygamberlerimiz geldi, sonra buna rağmen, onların çoğu yeryüzünde taşkınlık edenler oldu.”
Dünyadaki bu zulümlerden en fazla ve en ağır pay alan bu çocukların korunması için;ağır müeyyideler konulmalı,tedbirler alınmalıdır.
MEHMET ÖZÇELİK
30-08-2014




MEĞER BİZ NEYMİŞİZ!!!

MEĞER BİZ NEYMİŞİZ!!!
Arslan kendisi gibi arslan olacak yavrusunu dünyaya getirdi.Ancak çok sürmeden etrafını saran çakal sürüsü gibi avcıların okuna hedef olarak yavrusunu geride bırakarak öldürüldü.
Yavru o kargaşada orada otlamakta olan koyun sürüsünün içerisine girerek kendisini sakladı ve korudu.
Artık oda yeni doğmuş kuzularla ve koyunlarla beraber geziyor,anne koyunun memesinden emiyor,koyun gibi meliyordu.
Her haliyle bir koyunu hatırlatıyordu.
Koyunlar kendisine koyun olmadığını,kendisinin ormanların kralı olduğunu,bir kükremesi halinde ormanda herkesin kaçacağını söylemesine rağmen,koyunlaşan aslan yavrusu koyunluğunu sürdürmeye devam ediyordu.
Çevredeki çakallardan,akbabalardan,yırtıcılardan,tilkilerden rahatsız olan koyunlar,huyunu iyi bildikleri bu arslan yavrusunun bu işe el atmasını istiyorlardı. Ancak onu arslan olduğuna bir türlü inandıramıyorlardı.
Artık canlarına tak demişti.Bir gün arslanı alarak ormana giden koyunlar kendisine kükremesini söylediler.
Arslan kükremesine kükredi ancak koyun melemesine benziyordu.Hiç bir hayvan tınmadı bile.
Bir kere daha bir kere daha derken artık kendisine bir güven gelen,iltifatlara mazhar olan,denemeler yapan arslan yavrusu son gücünü kullanarak kükremeye başladı.
Ağaçtaki kuşlar uçmaya,hayvanlar kaçışmaya başladılar.Arslanın güveni biraz daha gelişti.Olabileceğine inandı.
Ve kısa zamanda ormanın dizginini eline alarak ormanı çakallardan,tilkilerden ve onların idaresinden kurtarmış oldu.
*Bizde de öyle zannediyorum ki,bir ‘one minute’ yetti.Kişiliğimizin farkına varır olduk.Bir güven duygusu oluşmaya ve gelişmeye başladı.
Meğer biz neymişiz ya Rabbi!Koyunların içindeki aslan yavrusuymuşuz.Farkına yeni yeni varıyoruz.
Meğer musibetler tozlanmış veya paslanmış olan büyük duyguların üzerini silen ve ortaya çıkaran bir süpürgeymiş.
Depremde sadece bir şirketin 500 daire yani 35 milyon değerindeki parayı rahatlıkla verebilir olması,2,5 ve 5 milyonların ve bir liraların verilmesi bizlerdeki umut ışıklarını daha da parlattı.
Fedakârlıklar insanlığın zirvesine çıkmaya ve tırmanmaya başladı.Sadece içimizdeki değil,dünyayı da tetikler oldu.Van-da tüm Türkiye ve dünya ayaktaydı.
Meğer biz ölmemişiz,meğer dünya da ölmemiş..Yeter ki insanların duygularına uygun bir hitap oluşturulabilsin.
-Kışın şiddeti arkasındaki bahar çiçekleri gibi,depremde musibetle beraber rahmet yağmurlarını indirmeye başladı.Bu tamamen ve köklü olarak fırsata çevrilebilir.
Vana yardım konusunda gösterilen hassasiyetin,depremi tetikleyen pkk konusunda da gösterilmesi,tepkilerin verilmesi,çocukların sokaklara dökülmesinin engellenmesi gerekir.
Tâ ki rahmet yağmurları musibet ve belaları tetiklemeden ve gelmeden sürekli devam etsin.
-Deprem,yangın,boğulma,devası bulunmayan hastalıklardan ölmeler manevi şehitlik mertebesini kazandırdığı gibi,kaybedilen mallarda sadaka hükmüne geçmektedir.
27-10-2011
MEHMET ÖZÇELİK