İFLAS ETMİŞ BİR İDEOLOJİNİN HAYAT HİKÂYESİ

İFLAS ETMİŞ BİR İDEOLOJİNİN HAYAT HİKÂYESİ

“Hürriyet ağacı,ancak zalimlerin kanıyla sulanınca gelişir.”

Zaman karanlık,dünya karanlık,sema ve zemin iki kardeş de hakeza…

Feryadı semaya çıkan arzın vaveylası katre katre durmadan muhtelif şekillerde yağmur,kar,tipi ve bazen de kırmızı fehlen olarak arza takattur edip,damlalar halinde nüzul ederek,iniyordu. Bu iniş insanlara bir rahmet,bir şefkat eseri olmayıp,arzın zulmet ve isyanını yine arza pahalıya satmak,madden gayet fakir bir halde bırakırken,manen de fetret karanlıklarında,buhran içerisinde bırakarak,kanadı kırılmış bir kuş,kendi öz vatanından kovulan,topraklarının inbat edip bitirmiş olduğu mahsulattan mahrum bir durumda bırakılan,kafese sokulmayı asla istemeyen,ruhu pahasına da olsa buna rıza göstermeyen yaralı bir arslan gibi…

Her taraftan ümit kesilmiş,tutunacak bir daldan bile meded uman bu asrın müslümanı girmiş olduğu maddi mücadele de dahi ecdadının kendisine emanet ettiği emanet de emin olduğunu bizzat;vücudunu açılmaz bir duvar,kanını ise bunun harcı yapmakla düşmana bir daha gereken dersini vermeyi başarmıştır. Vatanını muhafaza hususunda gerektiğinde dişini kazma,parmaklarını ise kürek yapıp,gayesine ulaşmak için işini geciktiren,kendisini engelleyen,yaralı olan kol ve bacağını koparmakta perva göstermemiştir.

Memleket kendisine mezar olmadan,düşmana gülzâr olmamıştır.

Bunun kahramanlarından Muhammed Özçelik meşhudatını şöyle anlatmaktadır:

Asırlardır Osmanlının vücudunu kemirmeye başlayan kurt,bir daha kemirmeyi denemek için,fakat bunun kendileri lehine çözümlenecek bir son olması arzusuyla her yönden saldırıya geçmişti. Manen çürük olmakla beraber,madden mücehhez bir durumdaydı… Bizde ise;madden yıkık,manen ise,asliyetini koruyamamış bir durumda…Zira düşman asırlardır mağlup edemediği hasmının can damarını teşhis etmiş,hücumunu iki kanaldan ve iki kanattan sürdürmüş ve de sürdürmeye devam etmekteydi. Buna rağmen fiiliyatta olmasa da,imanındaki bir zerre ile de kainata meydan okumuştur.

Açlık,susuzluk ve soğuğun her tarafı istila ettiği bir gün bizden de eli silah tutanların cepheye gelmeleri istendi. Bizlerde bu emre tabi olarak bine yakın kişi mağduriyetler içerisinde yaya olarak yola çıktık. Bu yolculuğumuzda garib bir hadiseyle karşılaştım:

Ciğerleri parçalayan bu hadise;yolda istirahat için konakladığımızda bazıları ayakkabılarını çıkararak başlarının altına koyarak,kaybolmasından korkar bir vaziyette uyuyorlardı. Sonradan gördük ki;açlığın vermiş olduğu elim elemle ayakkabıları dahi kaynatıp yemek suretiyle az dahi olsa o öldürücü vaziyetten kurtulmak için bu durum tercih ediliyordu. Bu acı durumlar içerisinde merkeze ancak beş yüz kişi varabildik. Açlık,kıtlık,soğuk bizi düşmandan beter kırmıştı…

Merkezde pek şa’şaalı bir surette olmamakla beraber gerekli techizatın bulunamaması veya kifayet derecede olmaması,buna mukabil vatanın en küçük bir parçasını bile düşman çizmeleri altında bırakmamak,ecdad kanıyla yıkanan o pak toprağı düşmanın tecavüzatına karşı muhafaza etmek maksadıyla bir telaş,bir gayret,cepheleri takviye etmek üzere nefer gönderme işleri hızla sürdürülmekteydi.

Bende emrime verilen neferlerle yıkılan ve yakılıp,müslüman halkı câniyane bir şekilde öldürülen,köyleri muhafaza etmek maksadıyla görevlendirildim. Yanımda aynı mahallede büyüyüp oynadığımız memlekettaşım Bıçakçı Ali’de vardı. Kendi köylerimizden olan bir müslüman köye vardığımızda dehşet verici,tüyle ürpertici durumlarla karşılaşmıştık. Köy halkı büyük bir eve doldurulup,kapısı kapatılarak ev yakılmak suretiyle diri diri yakılarak ölüme sevk edilmişlerdi. Çıkmak isteyenler ise,silahlarla taranarak öldürülmüşlerdi.

Bir zamanlar köyün bir nevi bekçiliğini yapan köpekler,köye meydan okuyan kurtlar artık vazifelerini bu cani olan insan suratlı hayvanlara devrederken,bunların kendilerini fersah fersah geride bırakmalarından utanarak selameti daha ilerilere kaçmakta bulduklarından pek onlardan da bir eser yoktu. Yalnız bir şey vardı;

Semâ’nın ağlayışı… Diğer taraftan denizlerdeki balıkların kendi istirahatlarını selb eden bu zalimlerden şikayetleri…

Varmış olduğumuz diğer bir köyde de böyle vahşiyane bir durumla karşılaşmamız çehremizi değiştirmiş ve bizleri şu neticeye vardırmıştı: Mukabele anında misilleme. Teslim olduklarında,teslim alıp karargaha getirmek idi. Çünki biz onlar gibi yapamaz ve onlar gibi olamazdık.

İlk vardığımız bir ermeni köyüne geldiğimizde köyü gayet sakin bulduk. Bu durum köyde kimsenin olmadığını gösteriyordu. Fakat tamamen kimse yok değildi! Ya bir kedi veya bir tavuk…

Evlerde kimse olmadığına göre nereye kaçmış olabilirlerdi? Ancak zamanın kış olması,etrafın karla dolu olmasından dolayı karlar üzerindeki ayak izleri tamamen silinmemiş olmasından nereye gittiklerini bize göstermiş oluyordu. İzi takiben yola koyulduk. Fakat oda neydi? Biraz ilerde beyaz bir beze sarılmış bir şey! Biraz daha yaklaştığımızda kundağa sarılmış bir çocuk olduğunu anladık. Bu bir gayrı müslim çocuğu da olsa masum olduğu için korumamız dini bir vecibe idi. Zira Kur’an-ı Kerim-de:”Bir kişinin yaptığı bir hatadan dolayı (onun yakınları,akrabaları) mesul olamaz.”[1]

Aynı zamanda bir gemide on kişi bulunsa,dokuzu cani biri masum olsa kanunu adaletle o gemi batırılmaz. Dokuzu masum biri cani olduğunda ise hiçbir suretle batırılamaz,zulüm olur.

Hançerli Ali’ye bir bakmasını söyledim. Baktığında kundağa sarılmış bir oğlan çocuğu idi. Yarın buda büyüyecek,babaları gibi namluyu bize çevirecek idi. Onunla uğraşacak halimiz yoktu. Annesinin terk ettiği çocuğu,bizde kendi haline terk ettik.

Şunu da bilmek gerektir ki:”Her doğan İslam fıtratı ve yaratılışı üzere doğar. Ancak daha sonra anne ve babası onu hristiyan veya yahudi veya mecusi yapar.” Bu çocuğunda ihtida edeceği bizce meçhul olduğundan hakkında yinede bir şey diyemezdik. Bir çocuk on beş yaşından evvel ölse-hangi dinde olursa olsun- o cennetliktir. Ancak on beş yaşından sonra başka bir dinde olupta İslâmiyete girmeden ölecek olsa,gayrı müslim muamelesi yapılır. Zira artık büluğa erip,hak ile batılı,iyi ile kötüyü birbirinden ayırd edecek bir vaziyette olduğundan mükellef durumundadır.

O halde bizlerde Peygamberimizin tatbikatını kendimize şiar edinmeliydik. Yani,ağaçları yakıp kesmemeli,çocuk ve kadınlara dokunmayarak,hayvanları,malları telef etmemeliydik. Zira süt emen çocuklar,ağzıyla ot otlayan hayvanlar ve beli bükülmüş ihtiyarlar belanın def’ine vesiledirler.

Düşünceli,birazda sıkıntılı bir halde karlar üzerindeki ayak izlerini takip ede ede nihayet bir mağaraya kadar vardık. Mağaraya girdiğimizde köy halkının burada bulunduğunu gördük. Erkek,kadın ve çocuk olmak üzere atmış-yetmiş kadar kişi vardı. Üzerlerinin aranmalarını söyledim. Hepsi aranmış,ancak birkaç kişide tabanca vardı. Neticede hepsini önümüze katarak esir olarak karargaha götürüyorduk. Yolda giderken aralarından bir genç,iri vücutlu,diğer tabirle babayiğit biri biraz geri kaldı. Bana yaklaşarak;

-Bizi nereye götürüyorsunuz? dedi.

Bir esirin böyle bir cür’ette bulunması canımı gerçekten sıkmıştı. Sert bir tavırla yerine gitmesini söyledim. Gitti fakat bazen durup yan gözle bakması dikkatimi çekmiş,biraz da şüphelenmiştim. Nihayet tekrar aynı soruyu sormuş ve aynı cevabı almıştı. Artık tamamen niyetinin kötü olduğunu anlamıştım. Yavaşça tabancamı çıkararak önüme koymuş,en küçük bir hareketinde ateşe hazır bir vaziyette bulunmaya başladım.Tekrara yavaş yavaş diğerlerinden geri kalıp elini koltuğuna doğru götürerek üzerime doğru tam saldıracağı sırada,önceden hazır bulunduğumdan kurşun çoktan yerini bulmuş,kendisi bir tarafa,silahı diğer tarafa düşmüştü. Yere düşerken de –Af edersiniz- demeyi de ihmal etmemişti.

Demek ki silahı koltuğunun altına saklamış,ölümle karşılaştığında yani kendi tatbikatları olan toptan yok etmeyi bizlerinde tatbik edeceğimiz zannıyla bu durumu tercih etmişti. Bunları karargaha teslimden sonra tekrar başka bir köye gitmek üzere yola çıktık. Fakat bu seferki ceviz sert çıkmıştı. Çünki bizden sayıca çok fazla olan Rus askerleriyle karşılaşmıştık. Uzun bir karşılıklı atışmadan sonra bizden hayli şehid vermiştik. Gerçi düşmandan da en az o kadar vardı. Fakat fazla olduklarından zor durumlara giriyorduk. Artık dayanacak halimiz kalmamıştı. Zira üç kişi kalmıştık.Arkadaşlara geri çekilip kaçmalarını söyledim. Ben de birkaç dakika kadar daha mukavemetten sonra atla arkamızda bulunan ormana daldım. Ancak kurtulabilirsem,bu şekilde kurtulabilirdim. Gerçi iki yerimden ağırca yaralıydım. Fakat bir an evvel karargaha gidebilir,kurtulabilirdim. Arkamdan Rus askerleri geliyorlardı. Amma ormanda kendimi kaybettirebilirdim.

Fakat hayret! Nasıl olurdu? O yemeyip de yedirdiğim,gece gündüz bir evlat gibi baktığım Şahin’im yavaşlamıştı. Yel gibi uçan Şahin’im uçmaya çalışıyor,lakin duraklıyordu. Bir duruyor,bir sıçrıyordu. Mahmuzlamama rağmen yine de gidemeyeceğini fiiliyle gösteriyordu. Bir duruyor,gerinerek bir sıçrıyordu. Arkasına baktığımda vurulmuştu. Bu durumda fazla gidemezdi. Ve gidemedi de…

Attan indim. Bende de hal kalmamış,kurşunların açtığı yerden kan boşanmaktaydı. Artık öleceğimi anlamış,mukadder olan zamanımı beklemek üzere orda bulunan bir kayanın arkasına geçerek Yasin okuyup öylece ruhumu vermeyi düşündüm.

Atıma baktığımda iki gözünden,sahibini karargahına ulaştıramamanın verdiği üzüntüyle yaş akıtıyordu. Pek ayakta duramadan hemen düştü. O sırada bizi takip etmekte olan Rus askerleri artık yaklaşmış,sesleri gelmekteydi. Atı görmüş olacaklar ki,kayanın oraya gelen ilk rus askeri beni görmüş,tüfeği bana çevirerek tam ateş edeceği sırada diğer bir rus askeri ona anlamadığım bir şeyler söylemişti. Oda tüfeğini indirerek beni alıp esir kampına,oradan da hastahaneye götürülerek şimdilik ölümden kurtulmuştum.

Daha sonra beni öldürmeyişlerinin sebebini şöyle anladım ki;Ruslar erleri öldürürler. Ancak bir derece kademesi olanları,rütbesi bulunmayanları öldürmeyip esir olarak getirdiklerinde komutanları tarafından mükafatlandırılırlardı. Böylece ilk olarak rütbemin faydasını ölmekten kurtularak görmüştüm.

Gözlerini para,zevk ve intikam dolduran ruslardan zahiren böylece kurtulmuş idim. Ölüm anında olan beni ruslar iyileştirmek için adeta bir çaba içerisine girmişlerdi. Yaralarıma bakılıyor,yemeklerim muntazam geliyordu. Artık iyileşmiştim. Peki ya bundan sonra ne olacaktım? Pek geçmeden birkaç kişinin önünde esirler pazarına vardık. Artık satılacaktım. Demek ki kurbanlık koyunlar gibi beslenişimin sebebi ve sırrı bu imiş!

Peki,acaba beni alacak kişi nasıl biri olacaktı? Ya geceli gündüzlü çalıştıran zalim bir ağa olursa? Köpek gibi koşturmaktan zevk alan,haz duyan biri olursa? Sorular..sorular?? Bu düşünceler içerisindeyken orta yaşlı bir kadın bize doğru yaklaşarak,beni baştan aşağı bir süzdü. Daha sonra beni getirenlerle konuşup anlaştıktan sonra,beğenilmiş olacağım ki,beni o kadına köle olarak sattılar. Kadın beni alarak çiftliğine götürdü. Kocası albay olup ölmüş olan bu kadın dul olarak yaşıyormuş. Benim gibi birkaç tane daha köle çiftlikte çalışıyordu. Çiftlik ise gayet geniş,hayvanları ise pek çoktu. Bize de bunların bakımı verilmişti. Bu duruma gerçekten çok şükrettim. Zira başıma zebellah gibi dikilecek bir adamın emri altında geceli-gündüzlü çalıştırılacağımı düşünüyordum. Oysa hiç de öyle olmamıştı.

Sanki beni alan kadın rusların mezaliminden beni bir derece kurtarmak için gönderilmiş bir melek idi. Çünkü rusların bunca zulmüne maruz kalan yalnız fakir halk tabakası değil,aynı zamanda bürokrat takımı da bunlar içerisinde idi. İnsanlar birbirlerine yabani gibi bakıyor.birbirlerinden korkarak,sanki diğer arkadaşı –ki öyle çok vuku bulmuştur.- kendisini her vakit üst bir merciye şikayet edecek gibi olduğunu düşünerekten,her vakit tetikte ve onun aleyhine olacak deliller de yanlarında mevcut bulunuyordu. Zira fabrika ve çarkların kuruluşu böyle kurulmuş… Şikayet eden,üst kademelere devamlı haber gönderen,devamlı takdir ve rütbe kazanan kişidir onların yanında…

An şart ki,fazla göze batacak derecede ve onun bunun bahsettiği kimse olmamak suretiyle…Aksi takdirde bir üst derecedeki bununla kendi makamının sarsılacağını düşüneceğinden isnatsız bazı isnadatlarla onu alaşağı eder,eziyetlerle suçunu ikrarı da cabası… Misalleri ise çoktur. Hatta öyle ki bununla da kalınmayıp bu zulüm onun aile ve akrabasına da teşmil edilerek meseleyi kökünden halletme yoluna giderler.

İşte kominizmin aynası ve gerçek çehresi… Önce yüzüne güler seni terfi ettirir,ondan sonra tepe taklak atar. İşte sana insancıllık…

Aman Allahım! Bu nasıl insancıllıktır ki,hem onu yerden alıp,göklere çıkarsın,onu parlatmak ve teşhir için güller atsın,ihtimam göstersin,diğer yandan da takib ettirerek küçük bir hatasını bulmak için çalışsın. Aleyhinde evraklar,dosyalar hazırlasın,nihayetinde baş aşağı sukut ettirsin!

İşte kominizmin sukûtu…

Hak;adalet üzerine,kominizm ise zulüm üzerine tesis edilmiştir. Kominizm ilkeleriyle idare edilen bir ülkeden adalet esaslarının tesisini arzu etmek,vahşi canavardan koyunun munisliğini istemek gibi muhaldir.

İnsanlara çektirdiği bunca sefalet,açlık ve susuzluk gibi mağduriyetler yetmiyormuş gibi,birde tutar onu kendi gibi köpeklere yedirmekle menhus olan hevesini tatmine çalışır.

İşte kominizmin vahşeti…

İslam hüda üzerine,kominizm ise hud’a ve aldatma üzerine bina edilmiştir. Aldatmakla iş görür. Zira aldatma onun malı ve sermayesidir.. Bir çok yalancı vaadlerde bulunur. Devletleri yutmak için her türlü sahtekarlık ve aldatmaları kendisine meşru görür. Sunduğu zehirini altın kaplarla tezyin eder. Hasmını ihtilal yolu ile halledemezse,sosyalizm yaftasını sergiler. Çeşitli imkan yollarını kullanır,ta elde edip başa geçinceye kadar…

Tüzükleri arasında;eşitlik,bolluk,rahat,zenginlik,ilericilik gibi saadet esasları yer alır. Fakat neticenin vahameti sosyalizme gönül verip kapıları açanları inkisarı hayale uğratırsa da bir fayda vermez. Tarih sayfalarında bunun bir çok nümunelerini görmekteyiz.

İşte kominizmin hıyaneti…

İslam gösterdiği ve uyguladığı sağlam düsturlar ile fertlerin kalbine sabit olarak,tahtını yine insanların arzularıyla yerleştirir.

Kominizm ise;sosyalizmle elde edemediğini,kominizm ile yukarıdan inme,zorba bir şekilde gerçekleştirmeye,insanların değil kalblerinde,yurtlarında yer almaya çalışır. Fakat heyhat! Alamayınca da,o insanlar kendileri için hayvandan farksız bir durum arz eder. Memleket kan seli halini alır. Bununla da aleme kendini medeni! gösterir. Heyhat,eynes-sera mines-süreyya…

İşte kominizmin mim-siz medeniyeti,yani deniyyeti…

İslam ahlak ve edeb hamuruyla yoğrulmuştur. Kominizm ise;diğer bir baş vurduğu çare olan sefahet ve rezalet çirkefiyle yoğrulmuştur. Halkın bilhassa gençliğin hevâ ve hevesini kendine ram etmek için sefâhethaneleri ve neşriyatıyla iğfale ve ahlakları bozmaya çalışır. Ahlaktan,haya ve edebten yoksun bir milletin mahiyeti ve düşeceği durum ise,tavsiften varestedir. Hamamlarda kadın erkek beraber bulunurlar.

İşte kominizmin ahlaksız perverliği…

Hasılı;İslâmiyet,adalet ve fazilet timsalidir. Kominizm;tahaccürleşmiş yani taşlaşmış bir zulüm putudur. İslâmiyet;Hüdâ ve nur abidesi. Kominizm;âfakı saran zulmet bulutu. İslâmiyet;Peygamberler,evliyalar,asfiyalar ve ehli salahın minhacı. Kominizm;Fir’avunlar,nemrutlar ve Deccalların patikası. İslâmiyet;umumun saadeti dâreynine vesiledir. Kominizm;az bir güruhun muvakkat eğlence ve arzularının tatminine gâyedir.

İslâmiyet;her asırda tar-u taze,genç ve taze esaslarla mücehhez bir kanun nizamnamesidir. Kominizm;belli bir zamanda,mahdut bir süre içinde,malum insanlar için tertiplenmiş,tebdil ve teğayyüre maruz kasır ve kısa görüşler mecmuasıdır.

İslâmiyet;kanunda müsavatı esas alır. Padişahla gedâya yani köleye adalet nazarında bir bakar. Kominizm;beşerin fıtratına zıt olan hayatta eşitliği esas alarak,çalışkanla tenbele,fakirin çalışmasıyla zenginin çalışmasına aynı dereceyi yani bir nevi öğretmenin kendi bütün öğrencilerine-zeki ve çalışkan olsun veya olmasın- aynı notu vermesine benzer. Bu ise eğitimin akamete uğramasına sebebtir.

Kısaca;biri,gerek alemi,gerek insanları ve onların akıllarını yaratan,her şeye kadir ve alim olan,her şeyden haberdar olan Allah’ın vazettiği esaslar… Diğeri ise;insanların uydurdukları,değişmeye maruz,insanların tertipledikleri yönetmeliklerdir.

Sadede gelecek olursak;yukarıda saydığımız vasıflara sahip bir devletin mahiyetini azda olsa anlayıp ve de hissedip,diliyle bunu söyleyemeyen o kadın hal ve tavırlarıyla bunu izhar etmekteydi ki,bize yaptığı şefkatli muameleleriyle sanki onları bir nevi tekzib ve protesto ediyordu.

Bazı günler kadını faytonla dolaştırırdım. Çiftliklerini gezdirirdim. Bu sebebten bazı şeylerine vakıf olmuştum. Albay olan kocasından kalma çok mükemmel bir silahı vardı. Ona göz koymuştum. Eğer onu ele geçirirsem,kendimi kolayca kurtarabileceğimi düşünüyordum.

“Küfür devam eder,zulüm devam etmez.”hakikatınca çürük ve kokuşmuş temeller üzerine bina edilen kominizmin mutlaka her zaman için çatlaklar vereceği melhuzdur.

Esaretimizden kısa bir süre sonra Rusya’da bazı çatırtıların ve ihtilallerin ayak seslerinin şayiası üzerine çiftlik sahibesi kadın bizlerin,hatta kendisinin ve mallarının tehlikede olduğunu düşünmüş olsa gerek ki,bizlere;

-Evlatlarım,artık sizler hürsünüz. İstediğiniz yere gidebilirsiniz. diyerek bizleri serbest bıraktı.

*************************

Ecdadımızın;”Ayıdan post,Rusdan dost olmaz.” dediği gibi,öldürmeyi,kan akıtmayı kendine şiar edinmiş bir devlette ihtilal ve anarşinin,aynı zamanda yüz binlercesinin ölmemesi düşünülemez. Zira yılan susamıştır. İçmesi gerek. Ta ki zehir kusabilsin. Ayı acıkmıştır. Parçalaması gerek,ta ki doyabilsin. Akrepte sokacak,ta ki tatmin olabilsin. İnsan eti yemekle beslenebilen yamyam,insan kanı içmekle kanabilen hunhar ve satanist fertler topluluğundan salah temenni etmek,olsa olsa ya hamakatın veya hıyanetin bir eseri olabilir…

İşte kominizmin idare politikası…

İnsanlar yaşamalarında hürriyetten mahrum kaldıkları gibi,hür düşünmekten de yoksun bir vaziyette kalmaya mecburdurlar. Bununla da kalınmayıp ğayrı memnun görünmek,en yakınına içini açmaya çalışmak en büyük cürümler arasında yer alır.Hatta ölümle bile neticelenir… Zira bir çok teviller ile,böyle düşünen kişi kendi zanlarınca devletin emniyet ve idaresini ihlal etmektedir.

İşte kominizmin hür fikir anlayışçılığı…

Hadis’de de buyurulduğu üzere:”Ahirzamanda Deccal çıkacak. Alemi fesada verecek.” diye bahsedilen Deccal kominizm olup,ifsâdat ve inançsızlık fikrini aşılamasıyla anarşi tohumunu ekecektir. Anarşi tohumunun sünbül verebilmesi için de inançsızlığın,en küçük yapı olan aile ve toplum yapısında yerleşmesiyle mümkün olacaktır.

Bundan dolayıdır ki;kominizmin ilk aşması gereken engel din ve inanç olduğu gibi,dinin de ilk başta gelen düşmanı dinsizlik ve kominizmdir.

İslam alemini fesada veren,temelini sarsan dinsizlik olduğu gibi,batı alemini de sarsan ve sefâhete sevkeden yine dinsizlik ve kominizm fikridir. Çünki kominizmde din mefkuresi temelinde yoktur.

Peygamber Efendimiz bir gün sahabelerle beraber otururken büyük bir gümbürtü neticesinde ne olduğu sorulduğunda cevaben;

“Yetmiş yıldır cehenneme yuvarlanmakta olan bir taş cehennemin dibine ulaştı.” buyurarak,bir müddet sonra yetmiş yaşındaki meşhur bir münafığın öldüğü haberi verilmesiyle,veciz bir hakikatı ifade etmiş oldular.

Bediüzzamanın da ifade ettiği gibi:”Beşerin kanunları,beşerin ömrü kadardır.” Kominizm’de kurucusunun ömrü kadar yaşadı.

Dinsizliğin temsilcisi olan kominizmin ve Rusya’nın yıkılmasıyla büyük bir gümbürtü kopararak cehennemi boylamış oldu. Onun o gümbürtüsünün yankıları da hala sürmektedir. Aynen Bizansın Fatih eliyle yıkılması gibi…

Bu yankılar İslam aleminin,Türk Cumhuriyetlerinin birer birer istiklallerine kavuşmaları ve Kore,Küba,Vietnam,Çin gibi yerlerdeki dalgalanmalar ve kıpırdanmalara sebeb olmuş,dünya çapında hürriyet arayışları baş göstermiş,neticesi ölümle bitse de…

Bu durum dünyada manevi şekillenmenin yolunu açmış oldu. Yeni bir çığır,yeni bir tarz ve yeni bir nesli doğurmaya başladı.

Rusya eşittir vampir misali,kan emmekle ve içmekle beslenir. İnsanları imha etmek için her yolu dener. Nitekim toplu ölümleri sağlamak amacıyla yirmi beş bin kişiyi görevlendirerek salgın hastalık mikroplarını geliştirmiş ve bunu da Sibirya’da depolamıştır.

Bir çok yerde olduğu gibi Çin’de de 1927-49 arası devleti ele geçiren Mao kültür adına kültürsüzlük ihtilali yapmış,maneviyatın beşiği olan camileri kapatarak,eşitlik adıyla kadın-erkek tarlalarda çile çektirilerek çalıştırılmıştır.

Arnavut’da da Çavuşesku ve Enver Hoca aynısını yapmış,iki bin camiyi yıkmış,yakmış ve koministlere teşkilat binası haline getirmişlerdir. Şâir’in:

Sur’da bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes.

Ey kahpe rüzgar, her nereden esersen es.

dediği gibi Rusya’da da,1789 yılında Alman asıllı 2. Katerina’nın müslümanlara cami yapmaları için müsaade etmesiyle,az bir hürriyet neticesinde iki yüz yıl süren imandaki cevher sönmemiş,1989’da bu azılı vampiri devirmiştir.

Bediüzzamanın da dediği gibi,Rusya dahi dinsiz kalamaz. Dönüp hristiyan da olamaz. İslâmiyete teslimi silah eder.

Cengiz ve Hülâgu’nun fitnesinden kubur’daki emvat ağlamış. Acaba ya kominizmin zulmünden? Zira hem dünya,hem de ahiret kaybettirilmeye çalışılmıştır. Bu zulümden,Adem zamanından beri gelip geçen insanlık ağlamıştır. Daha hayatlarında iken bile ağlamış,sızlamış,hal çaresini aramışlardır.

Balkanları karıştırıp fitne çıkartan Rus generali Çirnayev 1877’de Bulgaristan’dan çara gönderdiği gizli raporunda şöyle diyordu:”Burada hiç yoktan ordular meydana getirdim. Bu askerleri ölüme sevk ediyorum. Fakat bu insanları sendeleten bir engel var;Türklerin yaşayan hatıraları! Ölümden korkmayanlar bu hatıradan korkuyorlar. Yalnız Türkler değil,onların tarihlerini de yenmek lazım. Onlarda her halde bir sihirbaz zekası var. Bir değil,birkaç istila bile onların iliklerine işleyen gizli üstünlüklerini yıkmaya bence kafi gelemeyecektir.”[2]

***************************

Çiftlikten kaçarken daha önceden kafama koymuş olduğum çiftlik sahibemin ölen Albay kocasının mükemmel olan silahını çalmayı daha doğrusu almayı ihmal etmedim. Gerçekten de yolculuğumda benim için emniyet vesilesi oldu. Gece gündüz devam eden bu yolculuğum neticesinde,geceleri yürüyor,gündüzleri yakalanmamak ve görünmemek için mağaralarda yatıyor,dinleniyordum. Batum’a geldim. Duydum ki,Ruslar Türk esirlerle Rus esirlerini becayiş yapıp takas ediyorlarmış. Bu amaçla kaçanların teslim olmaları gerekiyormuş. Ben de bu son şansımı denemek amacıyla teslim olmak üzere rusların karargahına gitmek üzere yola düştüm.

Tevafuk ya! Allah karşıma yine bir hemşerimi çıkardı. Adıyaman’lı bir subaydı. birbirimize sarıldık ve başımızdan geçen korkunç maceraları birbirimize anlattık. Nereye gitmekte olduğumu sorduğunda durumu anlatıp,teslim olacağımı söyledim. O ise bana;Aman ha. teslim olma bu rusların bir hilesi. Kaçmış olan esirleri bu şayiayla topluyor,daha sonra değiştireceğiz diyerek gemilere dolduruyor ve denizin ortasına geldiklerinde hepsini denize boşaltıyor.

İkinci bir defa ölümden kurtulmuştum. Vaz geçip,kaça kaça Türkistana kadar geldim.

Türkistan’da ibretli durumlarla karşılaştım. Evlerinin kapısını çaldığımda,evvela ismimi sordular,bununla da yetinmeyip içerden getirdikleri Kur’an-ı Kerim-i önüme koyarak okumamı istediler. Kur’an-ı Kerimi okuduktan sonra bana tam itimad ederek kucakladılar,beni bağırlarına bastılar. Hepsi birden bana sahib çıkarak,beni evlerinde barındırdılar. Sadece Türk olduğumu söylemem onlar için onlar için bir teminat,benim için de bir kurtuluş vesilesi olmuştu.

Türkistan’da kalacağım bir otel,karnımı doyuracağım bir lokanta yoktu. Fakat ona ihtiyaç hissedilmeyecek derecede her ev bir lokanta ve bir otel idi. Ecdadın süregelen güzel ahlak ve adeti orada devam etmekte idi…

Her an Türkiye’ye gelmeyi düşünüyor,yollar arıyordum. Artık Türkistan’da evinde kaldığım kişinin kızıyla evlenmiş bir de Feytullah adında oğlum olmuştu.

On dört yıl süren askerlik,esaret ve Türkistan hayatından sonra Türkiye’ye gelmek için hazırlıklar yapıyordum. Hanımım Lusiye durumu fark etmişti. Çok rica etti,gitmememi söyledi. Hatta memlekete geldikten sonra da birkaç kere mektubla beni aramıştı. Ancak uzun bir ayrılıktan sonra tekrar memleketime dönme ihtiyacı ağır bastı ve Kaçmayı başardım. Uzun yolculuklardan sonra nihayet bir gece vakti Adıyaman’a varmıştım. On beş yıl… Dile kolay. Ayrılıktan sonra memleket çok değişmişti. Gece vakti evi buldum,evin önünde kısa bir beklemeden sonra,düşündüm;acaba kimler var,kimler kalmıştı. Bir an tereddüt ettim. Saat gecenin ikisi. Ve bütün cesaretimi toplayarak kapıya vurdum. Kısa bir aradan sonra,içerden bir ses;

-Kim o ? diye seslenmeye başladı. Bu annemin sesi idi.

-Benim anne! Oğlun Muhammed…

-………….

-Oğlum utanmıyor musun? benimle alay ediyorsun! Benim oğlum öleli seneler oldu. Öldüğüne dair ordudan kağıt bile geldi. Allah’dan korkmaz mısın ihtiyar halimle,benimle alay etmeye? Dalga geçip yaramı deşmeye?

-Bir yandan söylenip,bir yandan da kapıyı açmaya çalışıyordu.

-Ana hele bir aç,bak ben oğlun Muhammedim!

Kapıyı açıp şaşkınlıkla yüzüme dikkatlice bakan annem gerçekten benim olduğumu anlayınca,şaşkınlığı birkaç kat daha artmaya başladı.

-Oğlum Muhamm ee d,deyip yere yığıldı. Bayılmıştı…

Artık ben unutulmuş,annemin uyanması için onunla ilgilenmeye başlamıştık. Kısa zamanda haberi duyan kardeşlerim ve akrabalarım gelmeye başladılar. yılların ve yolların hasretini gidermeye çalıştık. Öldüğüm haberi ordudan gelince mevlid bile okutmuş,taziyeleri kabul ederek nüfustan silinmiştim. Artık onlar için sürpriz olarak yeniden doğmuş,dünyaya gelmiştim.

Karanlık bir gecede uzun süren hasret böylece bitmiş oldu…

*********************

Burada asıl bir mesele de geçen maceralardan ziyade ibret alınması ve hikmet yönlerinin düşünülmesidir. Zira bu gibi olaylar,meçhul kahramanların hatıraları binlerdir. Binlerce olaylar tarihe ışık tutmak ve ibret çıkartmak içindir. Yani mazi ile bir irtibat kurarak,geçmiş ile olan muvasala ve maziye geçişi sağlayan köprüyü tesis etmek. Bu tesis de karşılaşılacak hususlar ise;

-Türkler İslâmiyetten önce kabileler halinde yaşamakta ve kendilerince bazı mukaddesatlara inanmakta idiler. Bu dağınıklığın meydana getirdiği amillerden dolayı bir birleşme,bir devlet kurma cihetine sistemli bir şekilde;amiri-memuruyla,alimi-esnafıyla muntazam bir kaynaşma,mevcudiyetini göstermiş değildi. Yani,cesed kemalde olsa bile onu ayakta tutacak bir ruha ihtiyaç vardı. bununla beraber ruhun da kendisini gösterebilmesi için mükemmel bir cesede ihtiyacı vardı. Ancak şu kadar vardı ki;ruhsuz bir cesedin varlığı,kıymet ve ehemmiyeti hissedilmese de,cesedsiz ruhun varlığı,kıymet ve ehemmiyeti kendisini korurdu. Ancak ikisi de birbirinin mütemmimi,tamamlayıcısıdır.

İslâmiyetin insanları dünya denizinden boğulmaktan kurtaran bir can simidi,bir halaskar olarak alemlerin rabbi tarafından gönderilmesi üzerine,bütün insanlarda ona karşı bir teveccüh,bu farklı teveccühler de kimisin de koşarcasına,kimisinde aradığını bulmuşçasına bir heyecan ve helecan… Yedisinden yetmişine bir meyil,bir sıcaklık hissedilmekte,bir nur etrafı sarmakta. Maalesef,nurun da düşmanı olurmuş? Güneşin çıkmasından rahatsız olanlar veya çıksa da bir,çıkmasa da bir tinetinde olanlar da olurmuş! İşte bunlardan yarasa tabiatlı,kömür ruhlu bazı insanlarda bir kin ve iğbirar görülmekte ve onun setrine ve söndürülmesine çalışılmakta idi. Oysa Allah,onların rağmına,istemeseler de nurunu tamamlamakta,alemin başına geçirmekte idi…

Esasında bu o kadar da garipsenecek bir şey de değildi. Çünki çark bu şekilde,imtihan bu surette hazırlanmıştı. İmtihan gereği olarak her bir İbrahim (AS) in bir Nemrudu,her bir Musa (AS) nın bir Fir’avunu olduğu gibi,son Peygamber (SAM) in de bir Ebu Cehli,son Mehdi’nin de bir Deccal’ı olup karşısına dikilerek vazifesinden alıkoymaya çalışması hikmet muktezası olarak tezahür etmekteydi.

İstidat ve kabiliyetlerin neşv-ü nema ile gelişmeleri için bir sahanın ve bir rakibin olması gerektiği gibi,elmas ile kömürün de –madde itibarıyla bir oldukları halde- tefriki için bir ameliyenin ve pişmenin,onları birbirinden ayırması gerekti.

Kıymet itibarıyla,elmasın bir kilogramı,kömürün binlerce tonuna tercih edilir. Hakeza,cennet adam istediği gibi,cehennem dahi adam beklemektedir.

Kur’an-ı Kerim-in ifade ettiği gibi:”Allah’ı inkar edenler,onlar hayvandırlar,belki (kuvvetli ve kesin olarak) hayvandan da aşağıdırlar. Onlar ğafillerdir.”[3] Bundan hareketle,elbetteki bir ehli imanın kıymet ve ehemmiyeti binler hayvanlara,inek ve canavarlara tercih edilir,kıyasa gelmez.

Bunlarla beraber,bu nura müştak olanlar,Mesela Hz. Ebubekir gibiler –maddesiyle manasıyla- Peygambere (SAM) bir kuvvetüz- zahr ve destek olarak o güneşin etrafında halkalar halinde birer yıldız,birer sistem halinde güneşten aldıkları nur ile nurlanmış ve alemi tenvir etmişlerdir. Her biri birer hidayet güneşi olarak dünyanın muvazenesini sağlayan birer dağ gibi alemi tezelzül ve sarsıntıdan vikaye edip,emnu emânı temin etmişlerdir.

Harikulade ve kısa bir süre sonra yükselen bu güneş ve yayılan bu ses Cenab-ı hakkın Kur’an-da tebşir etmiş olduğu,yani:”Allah öyle bir kavim getirir ki,onlar Allah’ı severler,Allah’da onları sever. Onlar mü’minlere karşı mütevazi,kafirlere karşı gayet izzettedirler ve onlar Allah yolunda (İ’la-yı kelimetullah la memur olarak) cihad ederler.”[4]

Bu kelamı ilahi tamamen bu müslüman Türk kavminde tecelli etmiş,İslâmiyetle ilk karşılaşmalarında ona karşı bir incizab ve cezbe içerisine girerek bunu kendilerine bir din olarak benimsemişler ve İ’lası için çalışmaya başlamışlardır. Artık madde manasını,mana da maddesini,tabiri caizse,tencere kapağını bulmuş oluyordu.

Bu dini kendilerine büyük bir ganimet bilen Türkler bölük bölük İslâmiyete girerek,et ve tırnak,deri ve beden gibi vücuttan ayrılması imkansız bir hal almışlardır. İslâmiyeti kendilerine bir saadet vesilesi bilerek her meselesine sahib olarak tatbik etmişlerdir.

Bundandır ki,küçük bir kabile iken gittikçe büyüyen müslüman Türkler yeni bir şevk,hareket ve gayret ile büyük devletlerin kalblerine korku salıp dize getirir olmuştur. Gaye ise,ne adam öldürmek,ne de toprak kazanmak olmayıp,İ’la-yı kelimetullahı aleme duyurmak,İslâmiyetin neşrine çalışmak idi. Girdiği yerlerde yapmış olduğu adaletle muamele insanların kalblerini İslâma ısındırmış,teslime sebeb olmuştur.

Hz. Ömer’in adaleti,raiyyetine:”Eğer adaletten ayrılırsan seni kılıçlarımızla doğrulturuz.”sözünü söylettirmiştir.

İslâmın adaleti Fatih Sultan Mehmet’i yahudi olan mimar ustasıyla mahkemede mürafaâya yani beraber suçlu sandalyesine oturmaya sevk etmiştir.

İçeride yapılan tedbir ve asayiş temin edilmiş ancak dışarıdan yapılan hücumlar,haçlı seferlerinin devamlı bir surette yaptığı ataklar devam etmekte,ancak ne var ki,zarardan başka bir netice alamamaktadırlar. Bir çok kere tekrar edilen bu gibi taarruzların bir fayda sağlamadığı anlaşılınca,içten yıpratma yoluna gidilmiş,artık kurt gövdenin içine girmiştir. Yapacağı tek bir şey kalmıştır. Düşmanın hariçten def’i kolay iken,dahile girdiğinde gayet müşkildir. Zira düşmanını sezemez,hasmını tanıyamaz.

Artık düşman faaliyettedir. Gerek bir hayırhah görünerek,gerekse de koyun postuna bürünmüş bir mikroptur. Her an toplum hayatında yaptığı telkin ve neticesinde hasıl olan tesirlerle zehirini zerk etmek,gerek fert,gerek cemiyet ve gerekse de bunlar ile idari mekanizma olan devlet ricalinin arasını açmak,zenginler ile fakirler arasında bir uçurum meydana getirerek,zenginlerden fakirlere merhamet ve şefkat yerine zulüm ve kin,fakirlerden de zenginlere hürmet ve itaat yerine,isyan bayrağını çekerek itaatsizlik vaveylalarını hasıl etmek.

Diğer taraftan maddesiyle kendisine celb ve cezb ederek istediği gibi kullanarak,maşa halinde bazı vaadlerde bulunup sefâhetiyle,müstehcen neşriyatıyla insanların kalblerini yaralamak,başı boş ve serseriyane bir vaziyet içerisine girmelerini sağlamak…Zira gençlik akıldan ziyade hissiyatı dinler…

Bütün bu meselelerin tahakkukundan sonra,o cemiyetin veya devletin ayakta durması,hatta temelinin birkaç sarsıntı geçirmesinden sonra sabit kalıp,sadece duvar ve çatısının yıkılmasını mucizeden başka bir şekilde ifade etmek gayet zordur. Zira darbe uzun müddet devam edip,hem dış,hem iç,diğer tabirle,cihatı sitte tabir edilen altı taraftan,yani bütün yönlerden yapılmaktadır.

İşte Osmanlı devletinin son asırda maruz kaldığı ciğer-suz hadise de bundan ibarettir.

Bir yandan kıtlık,bir yandan silah ve cephaneden yoksun bir vaziyet,taşıt ve giyecek oda hakeza… Bunlar yetmiyormuş gibi,uzun seneler dişlerini bileyip,tam techiz,sayıca büyük bir ordu,bir yandan da yer püskürmede bela,gök indirmede bela…

Netice gayet vahim…Dağ haşmetindeki arslan ağır bir şekilde yaralanmış,vücudundan akan kanlar bir sel oluşturmuştur. Bu durumda bile bir kaçını boğmuş,başına üşüşen tilkiler ise;bir yandan pay almayı düşünürken,diğer taraftan da korku içerisinde… Elbetteki her zaman için yaralı bir arslan,sağlam tilkilerden üstün ve sağlamdır. Bu durum korkutur,hatta ölüsü bile…Tamamen arslanın yanına sokulamayan tilkiler,arslandan bir pay kopararak,onun ızdırabıyla lezzetlenip,onu ölü bir vaziyette terk etmişlerdir. Onun yanına biraz fazla yaklaşabilen dünyada diğer devletlerin başına jandarma kesilmiş. Ne cesaret…

Evet,yara pek derindir. Izdırap fazladır. Ancak hiç kalkamayacak değildir. İşte Osmanlının iç parçalayıcı durumu. Aynı pozisyon ve aynı hal. Binlerce insan hayatını feda etmekte,namusu olan vatanı için… Düşmanın pis çizmeleriyle bastığı toprakları kanıyla temizlemekte. Yıkılan kalelere mukabil,vücutlarıyla geçilmez bir kale teşkil etmekte,kanı ise onun harcı…

Neden? Niçin? Bunca tazyik ve darbeler? Yoksa –haşa- zulümde mi bulundu? Hayır,hayır. Bunu kendileri de biliyor,hak ve adaletle hükmetmiş olduğunu onlarda biliyorlar,ikrar ediyorlar. evet,suçu var. Onlar tarafından en büyük cürüm olarak addedilmekte,oda;

İslâmın tealisine çalışmak,İslâmın fedaisi olmak,İslâmı canla başla müdafaa etmek,İslâmı alemin başına geçirmeye çalışmak,ve de küfrün belini kırmak… Kısacası,kıymetli mütefekkir Zübeyir Gündüzalp’in buyurdukları gibi şu sıfatlarla muttasıf olmasıdır:

“Madem ki İslâmın her derdine razı olduğunu bildiriyorsun. Bende,engin ve zengin ve hizmet aşkıyla dolu ruhunuzdan ruhuma akseden fedakarlık ve ferâğat manalarıyla nefsime dedim:

“VAZİFEN EY NEFSİM :

Dikenler arasında güller toplayacaksın…elin açıktır,ısıracaklar.. Ayağın çıplaktır,batacak.

BUNA SEVİNECEKSİN.

Fir’avunlar kucağında büyüyen çocuk Musa’ları safına alacaksın..Sen aldığın için dövecekler..Sen konuştuğun için hapse atacaklar..

BUNA SEVİNECEKSİN…

Çöllere sürerlerse kanınla ağaç,kutuplara götürürlerse ısınla sebze yetiştireceksin..Yeşilliği sevmeyenler olacak..Yakacaklar,yıkacaklar..

BUNU SABIR İLE SEYREDECEKSİN…

Karanlık zindanlara sokarlarsa ışık,paslı vicdanlara rastlarsan ziya,imansız kalbleri görürsen NUR vereceksin..Sen verdiğin için suç,sen getirdiğin için ceza,sen söylediğin için mahkum edecekler..

SEN BUNA İFTİHARLA SEVİNECEKSİN…

Anadan,yardan,evden,serden ayrılacaksın..candan,gönülden KUR’AN-A SARILACAKSIN.. Sana DİVANE DİYECEKLER..ALDIRMAYACAKSIN..

Hizmet için atıldığın yolda önüne demirden set yaparlarsa dişlerinle sökeceksin..Dağlara tünel oymak gerekirse iğne ile oyacaksın…

UNUTMA…

Nerede olursan ol,küfrün ve cehlin ta…temelini çürüteceksin…Bir gün KUR’AN etrafındaki surların yıkıldığını görürsen,SEN;hemen kemiklerini taş,etini harç,kanını su edeceksin.

Etrafında;ilimden,irfandan,faziletten,ahlaktan kaleler dikeceksin…

KALELER FEDA-İ İSTER::AZİZ KARDEŞİM::NASIL..SEN…İÇİNDE KALABİLECEK MİSİN?”

İşte muvaffakiyetin yolu buradan geçer.Bu vasıflar ile vasıflanıp, ferağat, metanet, sebat,istiğna,teslimiyet,şefkat,merhamet,tevazu,mahviyet ve dava adamı olup bu güzel hasletler ve sıfatlar ile vasıflanmakla mümkün olur.

Evet,bizde kendimize soralım:

Madem ecdad bu gibi şecaat ve kahramanlıkları göstererek teslim ettiği emaneti:Ruhlarını rencide etmeksizin muhafaza edecek miyiz?

İ’la-yı kelimetullahı alemde neşredecek miyiz?

Dökülen kanlarının bir simgesi olarak al yıldızlı bayrağımızı kıyamete dek dalgalandıracak mıyız?

Şeâir-i İslâmiyeden olup,İslâmiyetin bir alameti olan cami ve semaya uzanan minareleri dünya durdukça koruyup,şerefede okunan ezanın şerefini muhafaza edecek miyiz?

Kur’an_ı ve Kur’an hakikatlarını aleme,bilhassa muhtaçlara duyurarak,emr-i bil ma’ruf nehyi anil münkeri yapacak mıyız?

Kısaca,Kur’an_ın tilmizi olma liyâkatını kazanacak mıyız?

Meseleye kader açısından Bediüzzaman hazretlerinin bakışıyla baktığımızda görürüz ki:”Bir zaman eski harbi umumide I. Dünya savaşı),düşmanların,ehli İslâma bilhassa çoluk ve çocuklara ettikleri katl ve zulümlerinden pek çok müteellim oluyordum. Fıtratımda,şefkat ve rikkat ziyade olduğundan,tahammülüm haricinde azap çekerdim.

Birden kalbime geldi ki,o maktul masumlar şehid olup veli olurlar; fani hayatları,baki bir hayata tebdil ediliyor;ve zayi olan malları sadaka hükmünde olup,baki bir mal ile mübadele olur. Hatta o mazlumlar kafir de olsa,ahirette kendilerine göre o dünyevi afattan çektikleri belalara mukabil rahmeti ilâhiyyenin hazinesinden öyle mükafatları var ki;eğer perde-i ğayb açılsa,o mazlumlar haklarında büyük bir tezahürü rahmet görünüp,ya Rabbi.. Şükür Elhamdülillah diyeceklerini bildim ve kat bir surette kanaat getirdim ve ifratı şefkatten gelen şiddetli tesir ve elemden kurtuldum.”demektedir.

Bu belâ ve musibetlerin müslümanların başlarına neden geldiğinin hikmetini ise şöyle izah etmektedir:”Müslümanlara gelen bu açlık,bu zayiatı maliye ve meşakkati bedeniye nedendir?

Cevaben:Cenâb-ı Hak bir kısım maldan onda bir (yani her sene taze verdiği buğday gibi mallardan onda bir) veya bir kısım maldan kırkta bir (yani eskiden verdiği kırktan ki,her senede ğaliben ve laâkal rıbhi ticari ve nesli hayvani cihetiyle o kırktan taze olarak on adet verir.) kendi verdiği malından birisini bizden istedi;ta bize fukaraların dualarını kazandırsın ve kin ve hasedlerini menetsin. Biz hırsımız için tamahkarlık edip vermedik. Cenâb-ı Hak müterakim zekatını,kırkta otuz,onda sekizini aldı. Hem her senede yalnız bir ayda yetmiş hikmetli bir açlık bizden istedi. Biz nefsimize acıdık;muvakkat ve lezzetli bir açlığı çekmedik. Cenab-ı Hak ceza olarak yetmiş cihetle belalı bir nevi orucu beş sene cebren bize tutturdu. Hem yirmi dört saatte bir saati,hoş ve ulvi,nurani ve faideli bir nevi talimatı Rabbaniyeyi (namazı) bizden istedi. Biz tenbellik edip,o namazı ve niyazı yerine getirmedik. O tek saatı diğer saatlere katarak zayi ettik. Cenâb-ı Hak,onun keffâreti olarak beş sene talim ve talimat ve koşturmakla bize bir nevi namaz kıldırdı.”

Aynı zamanda ferâiz-i diniyeyi yapmakta tenbellik gösteren,günahkar bir milletten,en yüksek mertebe olan şehidlik mertebesine çıkarak,veli derecesinde kalıb,kanlarıyla bir nevi günahlarını yıkamış oldular.

Bu vatan evladı her ne vakit dininden bir soğuma,İslâma karşı bir gevşeme göstermişse;muhakkak arkasından tokat mahiyetinde bir sıkıntı ve bela başına açılmıştır. Tezkiyeyi nefis olarak cezaya maruz kalmıştır.

Bu müslüman Türk cemiyeti her ne kadar dine karşı bir gevşeme,bir uzaklaşma,emirleri yapmayıp nehiylerden kaçma titizliğini göstermese de,ruhunda bulunan ve taaa derinliklerine kadar nüfuz eden iman;velev taklidi ve zaifte olsa,küfre girmesine müsaade etmez. Kolay kolay inkârda kalamaz. Zira Türk milleti İslâmiyeti külliyyen,bütünüyle benimseyip bağrına basmıştır. Bundan dolayı denilebilir ki:”Nerede bir Türk varsa müslümandır,İslâmiyetten çıkan Türkler ise,Türklükten dahi çıkmışlardır. Macarlar gibi…”

Böyle ulvi bir mahiyete sahib olan müslüman evladını tadlilde,geçmişini unutturmakla kalmayıp,küfre dahi sevk etmekte boş durmayan ehli salib,ğayrı müslimler,ruh cephesinden vurup,bir daha eski satvetini bulamamalarını sağlama amacıyla aldığı dehşet engin kararda:

“Bu Kur’an müslümanların elinde kaldıkça,hiçbir surette biz onlara galib olamayız,evvela ve bizzat bu kitabı (Kur’an_ı) kendi elleriyle imhasına çalışmalıyız.”

Vah esefa. Çünkü Kur’an-ın etrafındaki surlar yıkılmaya çalışılıyor,fakat onu müdafaa edecek müdafiileri olan nöbetçilerde takat ve mecal yok. Ancak Kur’an kendi kendini müdafaa ve muhafaza etmektedir. Ayetinde ifade ettiği gibi ilahi kelam bir defa daha mu’cizeliğini göstermiştir:”O’nu (Kur’an-ı) biz indirdik. Ve O’nu muhafaza edicilerde biziz.”[5]

Heyhat. Zira,Kur’an-ı kaldırmak demek ahmakça yapılan şu işe benzer ki;akılsız bir çocuğun alemi aydınlatan,semanın damına bir lamba olarak takılan güneşi sapan taşıyla düşürmeye çalışmasına benzer. Çocuk nere,güneş nere?

Kaldıramaz. evet,kaldıramaz..ve de kaldırılamaz. Ancak göze perde çekmekle,gaflet uykusuna daldırıp avutmakla,muvakkaten o güneş gibi hakikatların görülmesine ve istifadesine mani olur.

Veyahut,siyah gözlük taktırarak alemi karanlık göstermekle aldatmaya çalışır.

Veya ahmak cevherci gibi ki,yaptığı dessasane telkinatla elmas ile kömürü aynı kefeye koyup satmakla,başkasına da aynı değerde olduğunu söyleyip sattırmaya çalışır. Birbirinden tefrik edemez.

Bu durumlar karşısında akıllı,şuur sahibi kimselerin ilk yapacakları iş,bunların yani iki zıt şeyin mahiyetini ortaya koymak…

Alem bir sergi yeri olarak açılmış bulunan geniş ve enva-i çeşit şeylerin bulunduğu bir Pazar yeridir.

Elbette ki bu durumda ehli imanın vazifesi (tabirde hata olmasın) kendi malı hükmünde bulunan ve kendi üzerine emanet olarak alıp kabullendiği İslâm ve Kur’an-ı en güzel bir şekilde,asrın idrak ve anlayışına söylettirerek,hak olduğunu ilmin,fennin ve aklın laboratuarında inceleyerek göstermektir. Beşerin hakiki olarak muhtaç olduğu bütün ihtiyaçlarının İslâmiyet dairesinde olduğunu yalnız bir dava değil,dava içinde bir bürhan ve delil bulunduğunu bildirmektir.

Her derdin ilacının ancak Kur’an eczahanesinde bulunduğunu isbat ederek,bu eczanenin eczacısının da alemde –hatta düşmanlarının dahi tasdikiyle- en emin ve hazık bir eczacının Peygamberimiz olduğunu ilan etmektir.

Yani beşeriyetin hakiki saadetlerinin ancak bunlarla temin edilebileceği,aksi takdirde insaniyet bir bunalım,sıkıntı ve kalaklar içerisinde kalmaya mahkum olacağını hayatıyla göstermektir.

Elbette ki böyle ulvi ve son din olan İslâmiyeti,insanlığın nazarına bütün açıklığıyla teşhir etmek ve parlaklığını kör gözlere dahi göstermektir.

Diğer taraftan da,elbette her mal sahibi kendi malını sergileyip satmaya çalışacaktır. Malını güzel göstermek için süsleyip,câzibedâr bir surete getirip cilalayarak satmak isteyecektir. Maddeleri aynı olması itibarıyla,cam ile elması,kömür ile yakutu aynı durumda gösterip,camı elmas,kömürü de yakut fiyatına satacak,cazibesinden bir çok alıcı bulacaktır.

Din bir imtihandır. Ulvi ve süfli ruhları birbirinden tefrik etmektedir.

12-8-1993

MEHMET ÖZÇELİK

[1] En’am.164,İsra.15,Fatır.18,Zümer.7,Necm.38.

[2] Zaman Gazt.5-2-1993.

[3] A’raf.179.

[4] Maide.54.

[5] Hicr.9.

Loading

No ResponsesOcak 1st, 2015