Cocukluğumda ileri derecede kekeme olmaktan dolayı, konuşmaya başlamadan önce kelimeleri içimde onlarca kez tekrarlıyor, ama dile dökmeye gelince bir türlü telaffuz edemiyordum.Ailemin maddi durumu iyi olmadığı için babam beni doktora götüremiyor,tedavi ettiremiyordu. Bu durum,beni ve ailemi çok üzüyordu. Kimse beni dinlemeye sabır gösteremiyordu. Çünkü,üç-beş kelimelik bir cümleyi 5-10 dakikada ancak söyleyebiliyordum. Dilim dönmediği için harfleri uzattıkça uzatıyordum.
Derken okul çağına gelmiştim. Her çocukta olduğu gibi bende de bir telaş ve heyecan vardı. Nihayet, okula kaydım yapıldı. 1970’in Eylül’ü idi. Yer, Elazığ ili,Palu ilçesi, Güllüce Köyü. Ancak, okula ve öğretmene dair onlarca soru işareti zihnimi meşgul ediyordu. Zihnimdeki en önemli soru, okulun içine ayakkabı ile girilip girilemeyeceği idi. Sanırım bu soru,çocukluğumda okul ile cami arasında kurduğum iliflkiden kaynaklanıyordu. Zira,köyümüzde çatılı sadece iki bina vardı.Biri köyün camii, diğeri de okulu idi.ikisinin de içini hiç görmemiş, sadece uzaktan görmüştüm. Ama ikisinin de “yüce” birer kurum olduklarını idrak edebiliyordum. Köyde camiye gidenlerin her seferinde ayakkabılarını çıkardıkları nı gördüğüm için, köyümüzün diğer çatı lı binası olan okula da ayakkabıyla girilmeyeceğini sanıyordum, ama emin değildim. Ancak ne yazık ki, merakımı gidermek için kimseye soru da soramıyordum.Çünkü, konuşmak bana işkence gibi geliyordu.
İlk gün, açılış töreninden sonra öğretmenimiz bizi içeri aldı. Önümde yürüyen çocukları dikkatle takip etmiştim. Onların ayakkabı ile içeri girdiklerin görünce ben de içeri dalmıştım. Böylece okul ile caminin bir farkını öğrenmiştim. Okulumuz iki derslikli olmasına rağmen, tek öğretmenimiz olduğu için, beş sınıf bir derslikte öğrenim görüyorduk. İlk günde,çocuklar sıra kapma mücadelesi verirken,ben de, benden birkaç yaş büyük bir akrabamın iki sıra önüne oturdum.Oturdum ama, sorularım bitmiyordu.Acaba okulda bir şeyler yemek-içmek yasak mıydı? Acıkınca ne yapılırdı? Ya öğretmen kekeme olduğumu anlarsa? Gibi sorular zihnimi meşgul ediyordu.İnsanın korktuğu başına gelirmiş derler ya, aynen böyle, eylül ayı olmasına rağmen ilk gün,ilk derste bir öksürük tutmaz m›? Ama ne garip ve ne korkunçtur ki, teneffüs zili çalana kadar öksürüğümü gırtlağımda tutmuştum.Okulda öksürmenin de yasak olabileceğini düşünerek kendi kendimi frenlemiştim. Çünkü, bizden yaşça büyük öğrencilerin ve aile büyüklerimizin küçükken okul hayatına dair zihnimize işledikleri en önemli imaj “yasak-dayak-orku”üçgeninde oluşuyordu. Öğretmene dair ise, inzibat memuru tipi canlandırılıyordu zihnimizde. Yani, okul hayatı eşittir,“dayak pedagojisi” idi.Biraz daha büyüyünce fark etmiştim ki, köyde sadece öğretmen korkusu yoktu. Devlet korkusu, vali-kaymakam korkusu, polis-jandarma korkusu, muhtar-aza korkusu,şeytan korkusu, cin-peri korkusu ve nihayet anne-baba korkusu da,korkular hiyerarşisinde yerini almış ve her korku kaynağı bir yasak alan tayin etmişti. Korku ve yasak, sevgi ve özgürlüğü bo¤mufltu. Böylesi ortamlarda, bir çocuk için sevgi, önemli bir ihtiyaçtır.
Bu öykü de, yasaklar ve korkular ikliminde “sevgi” ile tanışmamı konu edinmektedir.Bizden yaşça büyük öğrencilerin ve aile büyüklerimizin küçükken okul hayatına dair zihnimize işledikleri en önemli imaj “yasak-dayakkorku” üçgeninde oluşuyordu. Öğretmene dair ise, inzibat memuru tipi canlandırılıyordu zihnimizde.
Yani, okul hayatı eşittir,“dayak pedagojisi” idi.
Eğitim bir sen
Bir öğretmenin Sevgisi
(Yaşanmış Gerçek Bir Hayat Öyküsü) Dr.
Abdulvahap Ozpolat SOSYOLOG
AN
********
Birinci sınıfta okulun yalnızları arasında iken,ikinci sınıfta okulun yıldızlarından olmuştum.Kendimi keşfetmiştim.Korkularımı
yenmiş, yasak alanı daraltmştım.Artık çocuklar konuşmalarıma
kahkaha patlatmıyorlardı.Başarım nedeniyle saygınlık kazanmıştım.
Yine okuldaki ilk günüme dönersek;aksilik gelince üst üste gelirmiş derler ya, aynı günün ikinci ders saatinde de yürğimi kavuran bir susuzluk hissetmeye başladım. Susuzluk, öksürükten daha çekilmez olmalı ki, dayanamadım ve öğretmenin dalgın olduğu bir anda kapıdan dışarı fırladım. Köyün meydanında akan çeşmeden kana kana su içtikten sonra okula geri döndüm. Sınıfın kapısının çalı
narak içeri girilmesi gerektiğini henüz bilmediğim için rasgele içeri daldım,dosdoğru sırama yöneldim. Öğretmen sınıfın ortasında kolumdan yakaladı.Dizlerinin üzerine çökerek boyunu boyuma
ayarladı. Bir şeyler söyledi, ama hiç bir şey anlamadım. Sonra kulağımın dibine bir tokat indirerek, yerime oturmamı işaret etti.
Çocuktum, ağlamam gerekiyordu.Ama ağlamadım değil, ağlayamadım.Çünkü bize, okulda ağlamanın da yasak olduğu anlatılmıştı. Derken, göz yaşlarımı kol manşetlerimle silerek yerime oturdum.
İki sıra arkamda oturan dayımın oğlum Cemil’e ağlamaklı bir bakış attım. Cemil,o yıl üçüncü sınıfı okuyordu. Kendisinden neyi sormak istediğimi, ama konuşma güçlüğü nedeniyle soramadığımı
anlamış olmalıydı ki: “Bundan sonra susayacak olursan, parmağını kaldır ve “Öğretmenim çeşme” de” dedi. Böylece “çeşme”, okulda ilk kullandığım kelime oldu. Bu nedenle “çeşme” kelimesini çok seviyorum. O günden sonra, susadığım zaman parmağımı kaldırır “Öööööööyetmemememenim çeçeçeçeşçeşçeşme”diyor ve öğretmen de sağ olsun bana gerekli izni veriyordu. Ama ne yazık ki,okuldaki ilk günüm çok kötü geçmişti. O günkü bütün tecrübem, okula ve öğretmenlere dair duyduklarımı doğrular gibiydi.Kötü bir başlangıç yapmış olmam ve konuşma özürlü olmamın verdiği kompleks
nedeniyle okuldan soğumuştum.Okuldaki herkesin benimle alay ettiğini sanıyordum. Okulun duvarları üstüme üstüme geliyordu. işkence tarzındaki bu hayat anlamsız bir şekilde sürüp gidiyordu.
Köyümüzde o zamanlar ve hala öğretmenler çok itibar görürler. Bu nedenle,öğretmene yakın olmak, onun özel hizmetini görmek, evine konuk olmak veya onu evinde ağırlamak çok büyük bir paye sayılır. Öğretmenin sosyal ilişki içinde bulunduğu kişiler, kendilerini
onurlandırılmış kabul ederler.
Öğrencilerin öğretmene yakın olması çok daha önemliydi ve bunun bazı yöntemleri vardı. Kız öğrenciler, onun çocuklarına bakmaya bayılıyorlardı. Bunu yapmak için aralarıda yarışıyorlardı.
Erkek öğrencilerin en rağbet ettikleri iş ise, köyün çeşmesinden öğretmenin ailesi için su taşımaktı.
Evli ve bir çocuk babası olan öğretmenimiz,her sabah, elinde bir su kabıyla lojmanının kapısında görününce, öğrenciler, kendisine su taşımak için yarışa girerlerdi. Çünkü bu, öğrenciler için bir mutluluk ve onur kaynağıydı. Ne var ki,ne fiziksel gücüm ne de iletişim becerim,bu onurlu göreve talip olmama imkân veriyordu. Bu nedenle de ben sadece uzaktan seyretmekle yetiniyordum.Ama sanırım öğretmenimiz de bunun farkındaydı.Bir gün, iyi hatırlıyorum, güneşli bir sonbahar sabahıyd›. Öğretmenin, her günkü gibi okulun hangi gözde öğrencisine su getirtme görevini vereceğini beklerken,nihayet lojmanın kapısı açıldı.Öğretmenimiz her zamanki vakur haliyle, elinde, çinko kaplama olduğunu çok iyi hatırladığım bir çaydanlıkla kapıda göründü. Çaydanlığı çeşmeye gönderecek ve çay yapmak için taze su getirtecekti.Bütün öğrenciler kapıya hücum ettiler.Tabi ki böyle bir göreve layık görülmeyeceğimi düşündüğüm için, her zamanki gibi kenarda durmuş mahzun mahzun olup bitenleri izlemekle yetiniyordum.Çocuklar öğretmenin başına üşüşmüşlerdi. Nasıl olduysa öğretmen eliyle beni işaret etti. Yanına varabilmem
için çocuklardan yolu açmalarını istedi.
Bütün gözler üzerimdeydi. Okula başladığım günden beri en mutlu anımı yaşıyordum. Çünkü fark edilmiştim. Bana da normal çocuklara davranıldığı gibi davranılıyordu. Konuşma özürlü bir çocuğa da güvenilmişti. Onun da diğer çocuklar gibi öğretmene temiz ve sağlıklı su taşıyabileceğine inanılmıştı. Bu beni inanılmaz
derecede mutlu etmişti. Okula başladığım günden beri ilk mutlu anımı yaşıyordum.Kalabalığı yara yara öğretmenin yanına vardım. Henüz, Türkçe söylenenleri anlamadığım için, “şu çaydanlığa çeşmeden su doldur getir” anlamında bir şeyler söylediğini tahmin etmiş ve cevap vermek yerine işaret yoluyla “evet” demiştim.
Fakat, öğretmenin söyleme tarzı,vücut dili, özellikle de bakışları o zamana kadar kendisinde rastlamadığım yoğunlukta sevgiyi, merhameti, muhabbeti,halden anlamayı ifade ediyordu. İki ay kadar önce elinden dayak yediğim ve nefretimi kazanan kişi, şimdi sevgi dolu bakışları ile, benden daha mazlum olan yüreğimi ısıtıyor,sarıyor, sarmalıyordu.Unutulmaz bir andı benim için. ilk defa kendimi ispatlama fırsatı verilmişti bana.Bunu iyi değerlendirmeliydim. Bunu başarırsam, öğretmenin bu onurlu görevi tekrar tekrar bana vereceğini düşünüyordum.Nitekim böyle de oldu. Derin bir sorumluluk ve ciddi bir vazife bilinciyle çeşmeye vardım. Suyu doldurarak çaydanlığı öğretmene getirdim. Çok sevinçliydim.
Öğretmen o günden sonra bana tekrar tekrar bu görevi verdi. Öyle ki diğer çocuklar beni kıskanmaya başladılar.Kendimce, bu görevin hakkını verdiğim için bana verildiğini düşünürken; meğer öğretmen de, mesleki tecrübesiyle, kendisine su taşıdığım günlerde daha mutlu,istekli, katılımcı olduğumu gözlemiş; konuşma güçlüğümün “aktiflik ilkesiyle”geçebileceğini; okulda kendisinin ve arkadafllarımın ilgi ve sevgisini yoğun biçimde hissedersem iyileşebileceğimi düşünerek sık sık hoşuma giden işler yaptırıyormuş. Bu amaçla beni okula bağlamaya çalışıyor, bilerek ve isteyerek bana
bu görevi veriyormuş.O günden sonra takriben birkaç ay süreyle bir şeyler öğrenmekten çok, öğretmene su taşıma mutluluğunu yaşamak,onun sevgi dolu bakışlarını görmek,sıra aralarında dolaşırken başımı okşama fırsatını yakalamak, adımla hitap
ettiğini duymak için gitmiştim.
Birinci sınıfta orta halli bir öğrenciyken (hatırladığım kadarıyla “orta derece”yle sınıfı geçmiştim), ikinci sınıfın ortalarında dilim çözülmüştü. Türkçe’yi de az-çok öğrenmiştim. Öğretmenim,doktorum
olmuştu. Artık konuşabiliyordum.Öyle ki, çocukluğumu bilen bazı dostlarım, ara sıra konuşmanın dozunu kaçırdığım zaman, “çocukluğunda konuşamamanın acısını çıkarıyor, bırakın konuşsun”
şeklinde takılırlar.
İnanıyorum ki,öğretmenleri sevgiden yoksun bir milletin geleceği karanlıktır.Çünkü, bir milletin öğretmenleri sevmeyi
başarmadıkça,öğretmeyi başaramaz.Öğretmenimin sunduğu sevgi
ortamında ikinci sınıfta başarı düzeyim yükseldi.Birinci sınfta
okulun yalnızları arasında iken,ikinci sınıfta okulun yıldızlarından
olmuştum.Öğretmenimin sunduğu sevgi ortamında ikinci sınıfta bafları düzeyim yükseldi.Birinci sınıfta okulun yalnızları arasında iken, ikinci sınıfta okulun yıldızlarından olmuştum. Kendimi keşfetmiştim.Korkularımı yenmiş, yasak alanı daraltmıştım. Artık çocuklar konuşmalarıma kahkaha patlatmıyorlardı. Başarım
nedeniyle saygınlık kazanmıştım. Başarı temelinde kendimi ispatlama imkanı bulduğum için, öğretmene su taşımanın ötesinde kendisine yakın olmuştum. Artık ayaklarım değil, yüreğim beni okula
taşıyordu. Ve bunu öğretmenimin merhamet ve muhabbet odaklı hikmetli yaklaşımı sağlamıştı. Onun bu yaklaşımı, beni,ülkeme ve insanlara kazandırdı.Adı, Zülküf YILMAN olan kader çizgimin
bu önemli aktörünü, iş hayatına atıldıktan sonra yıllarca aradım. Bulup elini öpmek, sizinle paylaştığım bu öyküyü,öykünün kahramanı olarak kendisine hatırlatmak istiyordum. Ama bir türlü izini bulamıyordum.Derken, günün birinde içinde bulunduğumuz koşullar gereği iyiliğimizin dokunduğu ve daha önce hiç tanımadığımız bir vatandaş, öğretmen olduğumuzu anlayınca, “Zülküf” adında bir öğretmeni tanıyıp tanımadığımı sordu. Nasıl tanımazdım. 33 yıldır özlemini çektiğim öğretmenimi soruyordu. Meğer, Zülküf öğretmenim, tesadüfen işi bize düşen genç arkadaşın babasıymış. Allah’ım ne büyük tesadüf. Çok mutlu olmuştum.İlk şoku atlatınca, insanlığın ortak tecrübesinden süzülerek günümüze gelen şu
güzellerin dudaklarımdan döküldüğünü fark ettim: “‹yilik eden, iyilik bulur.” Öyle ya, Zülküf öğretmenimin üzerimde çok iyiliği vardı. Öğretmenliğin ötesinde iyiliği vardı. Sevgisini vermiş, onun gücüyle bir kez olsun doktor yüzü görmeden iyileşmemi sağlamış, daha da önemlisi SEVMEYİ öğretmişti. Ve ilahi hikmete bakın ki Zülküf öğretmenin 33 yıl önce yaptığı iyilik,benim üzerimden onun çocuklarına,ülkesine ve milletine geri dönüyordu.Hemen telefonunu alıp öğretmenimi aradım. Sevinç, özlem, heyecan, gurur,duygularım birbirine karışmıştı. Onunla konuşurken çocukluğumu tekrar tekrar
yaşadım. Sevgisini bütün hücrelerimde hissettim. Konuşurken, babamın adı ve okul numaramın yanında, yüz hatlarımın bir çok detayını hatırladığını gördüğüm zaman, bir daha anladım ki yıllar bir öğretmenin sevgisini eskitemiyor. Ve inanıyorum ki, öğretmenleri sevgiden yoksun bir milletin geleceği karanlıktır. Çünkü,bir milletin öğretmenleri sevmeyi başarmadıkça, öğretmeyi başaramaz.
Teşekkürler Öğretmenim. Size minnettarım. Yüreğimin en güzel yeri daima sizin içindir.
✘ Zirvelerde kartallar da bulunur, y›lanlar da. Ancak birisi oraya
süzülerek, di¤eri ise sürünerek gelmifltir. Önemli olan nereye
gelmifl oldu¤unuzdan çok, nereden ve nas›l geldi¤inizdir./Cenap Sahabettin
*** demircinin soğuk demiri eyemeyip,sıcak vererek eritmesi
***rüzgarla güneşin mücadelesi.biri soğuyla diğeri sıcağıyla
******
Başarıda 90/10 Sırrı
Hazırlayan:
İsmail AKBIYIK / Ö¤retmen
****90/10 sırrı inanılmazdır! Çok azımız bunun farkındadır. Sonuç? Pek çok insan gereksiz yere stresten, dertlerden, problemlerden ve başağrısından acı çekmektedir. Bu sır nedir? Hayatın %10’u, sizin başınıza gelenlerden oluşur. Hayatın diğer %90’ına ise sizin bu başınıza gelenlere nasıl davrandığınızla karar verilir.
İnsanlar anlamsız şeyler söyler ve yaparlar.İnsanlar hasta olur. Arabalar bozulur. Uçaklar geç kalır ve bütün planlarımızı alt üst ederler. Trafikte bir sürücü canımızı sıkabilir v.s. Bu 10’luk kısım tamamen bizim kontrolumuz dışında gerçekleşir.Diğer %90’lık kısım farklıdır. Diğer %90’lık kısmı siz belirlersiniz. Nasıl? Olaylara yaklaşımınızla!
Bir örnek verelim. Ailenizle kahvaltı yapıyorsunuz.Kızınız, kahve fincanına çarpıyor ve bir fincan kahve gömleğinizin üzerine dökülüyor. Biraz önce olan olay üzerinde hiç bir kontrolünüz
yok. Sonradan olacaklar ise sizin davranışınıza göre belirlenecek.
Lanet ediyorsunuz. Kahveyi üzerinize döktüğü için kaba bir şekilde kızınızı azarlıyorsunuz. Kızını üzülüyor ve ağamaya başlıyor . Kızınızı azarladıktan sonra eşinize dönüyor ve kahve fincanını masanın kenarına çok yakın koyduğu için eleştiriyorsunuz.
Eşinizle kısa bir tartışma yaşıyorsunuz.Öfkeyle üst kata çıkıyor ve gömleğinizi değiştiriyorsunuz. Aşağıya indiğinizde kızınızı,ağlamaktan dolayı kahvaltısını bitirememiş ve okul
için hazırlanamamış bir halde buluyorsunuz. Kızınız otobüsü kaçırıyor. Eşinizin işe gitmek için hemen çıkması gerekiyor. Hemen aceleyle arabanıza koşuyorsunuz ve kızınızı okula yetiştirmek
üzere hareket ediyorsunuz. Geç kaldığınız için,hız sınırlaması olmasına rağmen aşırı hızla gidiyorsunuz.15 dakikalık gecikmeden ve hız limitini aştığınız için ödediğiniz trafik cezasından sonra
okula ulaşıyorsunuz. Kızınız size “Hoşçakal”demeden binaya koşuyor.Ofise 20 dakika gecikmeyle geliyorsunuz ve evrak çantasını evde unuttuğunuzu anlıyorsunuz.Gününüz korkunç bir şekilde başladı! Devam ettikçe,kötüleşiyor, daha da kötüleşiyor sanıyorsunuz.
Eve gitmeyi dört gözle bekliyorsunuz. Eve ulaştığınızda eşiniz ve kızınızla olan ilişkilerinizde araya sıkıştığınızı sanıyorsunuz. Neden? Sabahleyin nasıl tepki verdiğinize bağlı olarak! Neden kötü
bir gün geçirdiniz?
A) Kahve sebep oldu
B) Kızınız sebep oldu
C) Polis sebep oldu
D) Siz sebep oldunuz
Doğrusu, cevap “D” şıkkı. Kahvenin dökülmesinde sizin bir kontrolünüz yoktu. Sizin gününüzün kötü geçmesine o 5 saniye içindeki davranışlarınız sebep oldu. Olabilecek ve olması gereken ise
şöyleydi: Üzerinize kahve sıçradı. Kızınız ağlamak üzere. Siz nazikçe “Tamam tatlım, bir dahaki sefere biraz daha dikkatli olman gerek” diyorsunuz.Havluyu kaptığınız gibi üst kata çıkıyorsunuz.Gömleğinizi değiştirip, evrak çantasını aldıktan sonra aşağıya iniyorsunuz ve aynı anda pencereden kızınızın otobüse bindiğini görüyorsunuz. Kızınız geri dönüp el sallıyor. Siz ve eşiniz işe gitmek için birlikte çıkmadan önce gülüşüyorsunuz.
5 dakika önce işe geliyorsunuz ve çalışma arkadaşlarınıza neşeli bir şekilde selam veriyorsunuz.Patronunuz ne kadar güzel bir günde olduğunuz hakkında konuşuyor.Farka bakınızki farklı senaryo.İkisi de aynı başladı.İkisi de farklı bitti.Neden?
Nasıl tepki verdiğinize bağlı olarak.
Gerçekten olanların %10’unda hiçbir kontrolünüz yok. Diğer %90’› ise sizin tepkinizle belirlenir.
****
Babası, çiftlikten çiftliğe, yarıştan yarışa koşarak atları terbiye etmeye çalışan gezgin bir at terbiyecisi idi. Babasının işi yüzünden orta öğretimi kesintilere uğramıştı.
Birgün, orta ikideyken, büyüdüğü zaman ne olmak ve yapmak istediği konusunda bir kompozisyon yazmasını istedi hocası. Çocuk bütün gece oturup günün birinde at çiftliğine sahip olmayı hedeflediğini anlatan 7 sayfalık bir kompozisyon yazdı. Hayalini en
ince ayrıntılarıyla anlattı. Hatta hayalindeki 200 dönümlük çiftliğin krokisini de çizdi. Binaların, ahırların ve koşu yollarının yerlerini gösterdi. Krokiye, 200 dönümlük arazinin üzerine oturacak 1000 metrekarelik evin ayrıntılı planını da ekledi. Ertesi gün hocasına
sunduğu 7 sayfalık ödev, tam kalbinin sesiydi. İki gün sonra ödevi geri aldı. Kağıdın üzerinde kırmızı kalemle yazılmış kocaman bir "0" ve "Dersten sonra beni gör"uyarısı vardı.
"Neden "0" aldım?" diye merakla sordu hocasına,çocuk. "Bu senin yaşında bir çocuk için gerçekçi olmayan bir hayal" dedi, hocası. "Paran yok. Gezginci bir aileden geliyorsun. Kaynağınız yok. At çiftliği kurmak büyük para gerektirir. Önce araziyi satın alman
lazım. Damızlık hayvanlar da alman gerekiyor. Bunu başarman imkansız" dedi ve ekledi: "Eğer ödevini gerçekçi hedefler belirledikten sonra yeniden yazarsan, o zaman notunu yeniden gözden geçiririm."
Çocuk evine döndü ve uzun uzun düşündü.
Babasına danıştı. "Oğlum" dedi babası. "Bu konuda kararını kendin vermelisin. Bu senin hayatın için oldukça önemli bir seçim!." Çocuk bir hafta kadar düşündükten sonra ödevini hiçbir değişiklik yapmadan geri götürdü hocasına. "Siz verdiğiniz notu değiştirmeyin" dedi. "Ben de hayallerimi değiştirmeyeceğim!"
O orta 2 öğrencisi bugün 200 dönümlük arazi üzerindeki 1000 metrekarelik evinde oturuyor. Yıllar önce yazdığı ödev şöminenin üzerinde çerçevelenmiş olarak asılı. Hikâyenin can alıcı yani şu; Aynı öğretmen geçen yaz önce 30 öğrencisini bu çiftliğe kamp kurmaya getirdi. Çiftlikten ayrılırken eski öğrencisine "Bak" dedi, "Sana şimdi söyleyebilirim. Ben senin öğretmeninken maalesef hayâl hırsızıydım. O yıllarda öğrencilerimden pek çok hayâl çaldım. Allah' tan ki sen hayalinden vazgeçmeyecek kadar inatçıydın.”
"Kimsenin hayallerinizi çalmasına izin vermeyin. Ne durumda olursanız olun,Kalbinizin sesini dinleyin!...
******
Günlerden bir gün kurbağaların yarışı varmış. Hedef, çok yüksek bir kulenin tepesine çıkmakmış. Bir sürü kurbağa da arkadaşlarını seyretmek için toplanmışlar. Ve yarış başlamış.
Gerçekte seyirciler arasında hiçbiri yarışmacıların kulenin tepesine çıkabileceğine inanmıyormuş. Sadece şu sesler duyulabiliyormuş: “Zavallılar!Hiçbir zaman başaramayacaklar!”
Yarışmaya başlayan kurbağalar kulenin tepesine ulaşamayınca teker teker yarışı bırakmaya başlamışlar. Seyirciler bağırıyorlarmış: “Zavallılar›! Hiçbir zaman başaramayacaklar!...” sonunda, bir
tanesi hariç, diğer kurbağaların hepsinin ümitleri kırılmış ve bırakmışlar. Ama kalan son kurbağa büyük bir gayret ile mücadele
ederek kulenin tepesine çıkmayı başarmış.
Diğerleri hayret içinde bu işi nasıl başardığını öğrenmek istemişler.
Bir kurbağa ona yaklaşmış ve sormuş: “Bu başarının sırrı
nedir dostum?”
Ama yanıt alamamış. O anda farkına varmışlar ki... kuleye çıkan kurbağa sağırmış!
Hayallerinizi ve ümitlerinizi gerçekleştiremeyeceğinizi söyleyen,
bunu neden yapamayacağınız konusunda size bir sürü olumsuz neden sıralayan kişilere karşı sağır olmak en iyisi galiba...
Paul Estridge.Kurbağ Yarışı
****
HAZIRLAYAN
MEHMET ÖZÇELİK