Örgüt üyeleri konuştu
Türk İntikam Tugayı yeniden
30 yıldır bir kaybolup bir çıkan hayalet örgüt yeniden sahnede. Karanlık örgütün üyeleri, ülkücüler arasında örgütleniyor; isimleri gizli örgüt üyeleri Tempo'ya gelişmeleri anlattı. Buna göre TİT'in içinde akademisyenler de var, askerler de... Amaç, Türk kimliğine yönelik saldırıları sokakta yok etmek.
İllegal
örgütlenmeler tarihinde 30 yıldır sır olarak kalmayı başaran bir
örgüt Türk İntikam Tugayı. Kısa adıyla TİT. Tam anlamıyla hayalet
bir örgüt. Resmi olarak ne dün, ne de bugün örgütlenme şeması,
kurucuları, karıştığı eylemler gün yüzüne çıkabildi, ne de
mensupları ortaya çıkarılıp örgüt üyesi diye deşifre edilebildi.
Binlerce karanlık olayın arasında adı hep bir yerlerden çıktı. Kimi
zaman adam öldürmede, kimi zaman adam kaçırmada, kimi zaman bildiri
dağıtarak... Bilinen tek şey vardı; karanlık noktalara kartvizit
bırakan bir örgütle karşı karşıya olduğumuz. Aynı zamanda hakkında
hiçbir örgütsel doküman bulunmayan bir örgüt TİT. Kuruluş tarihi
bile bilinmiyor. Bilenen şeylerse çok sınırlı. --- Tutkun Akbaş |
Cep telefonundan Türk İntikam Tugayı çıktı
Geçtiğimiz hafta salı günü bütün Türkiye'de cep telefonu bayilerinin önünde kuyruğa giren kişilerden biri de devlet eski bakanı ve romancı Yılmaz Karakoyunlu idi. O da, yüzbinlerce cep telefonu kullanıcısı gibi şu mesajı almıştı: "Cep telefonunuz kayıt dışıdır." 13 Aralık günü, kayıt dışı, yani kaçak olarak Türkiye'ye sokulmuş cep telefonlarını kayıt altına aldırmak için son gündü. Bu mesajı alan herkes, 5 YTL ödemek zorundaydı, aksi halde telefonu görüşmeye kapatılacaktı. Oysa hem Karakoyunlu, hem de 40 milyon cep telefonu kullanıcısı içinde bu mesajı alan pek çok kişi telefonlarını karaborsadan veya faturasız satış yapan İstanbul Tahtakale gibi yerlerden almamıştı. |
|
Örneğin Karakoyunlu, kendisine ve eşine Ankara'daki
saygın bir şirketten aynı gün cep telefonu almıştı. İkisi de faturalıydı. Ama
eşinin telefonu normal, kendisininki kaçak çıkmıştı. Çünkü, geçtiğimiz on yıl
içinde Türkiye'ye 70 milyon cep telefonu cihazı girmişti ve bunların 29,6
milyonu kayıt dışı olarak, yani gümrükte deklare edilmeden getirilmişti. Üstelik
bu işi cep telefonu piyasasının en büyükleri, çeşitli teknik hilelerle göz göre
göre yapmıştı. Telekomünikasyon Kurumu'nun rakamlarına göre, 40 milyon abone
içinde 18 milyon kişi, kaçak telefon kullanmaktaydı. Bunların 12 milyonu kayıt
dışı, 6 milyonu ise "klonlanmış" telefondu. Klonlama, cep telefonunun kimliğini
gösteren IMEI numarasının değiştirilmiş olmasıydı. Böylece aynı IMEI numarası
ile binlerce telefon, tek bir telefonmuş gibi Türkiye'ye sokulmuştu.
İlginç bir kaçakçılık hikâyesi
Günlerdir herkesin tartıştığı "10 yıl içinde 29,6 milyon adet kaçak cep telefonu
Türkiye'ye nasıl girdi?" sorusuna cevap ararken, daha ilginç bir hikâye ile
karşılaştık. Dubai'den Türkiye'ye kaçak telefon getiren bir grup, elde ettikleri
cep telefonu parasıyla Türkiye'de çeşitli eylemler yapmak için Türk İntikam
Tugayı'nı canlandırmak peşindeydi. Bir diğer olayda, Atatürk Havalimanı'nda bir
şahıs bagajlar dolusu cep telefonu ile yakalanmış, onu VIP salonunda karşılayan
iki güvenlik görevlisi ise sırra kadem basmıştı. Şaşırtıcı bir başka hikâye,
Kıbrıslı eski bir milletvekili ve bakanın da yine Atatürk Havalimanı VIP
salonunda kaçak cep telefonları ile yakalanmasıydı. İşte ilginç bir hikâye, Türk
İntikam Tugayı'nı canlandırma hikâyesi:
T.S., İstanbul Tahtakale'de 1992 yılından beri telefon ticareti yapmaktaydı.
1972 Almanya doğumluydu ve İstanbul'da liseyi ikinci sınıfta terk ettiğinden
beri bu işle meşguldü.
İlk Dubai seferi
2001 yılı başlarında, yine Tahtakale'de saatçilik yapan İ.T., onu işyerine
çağırır, "Biz seni araştırdık, sağlam bir çocuksun. Seninle bazı
alışverişlerimiz olabilir." der. T.S.'nin, "Ağabey, şu anda en iyi iş cep
telefonu alım satımı." demesi İ.T.'yi heyecanlandırır, "Nasıl oluyor bu iş?"
diye sorar. T.S., "Dubai'den getirilen kaçak telefonlar burada satılıyor.
Piyasanın çoğu bu şekilde para kazanıyor." karşılığını verir. İ.T., hemen
teklifini yapar: "Biz Dubai'den telefonları getirelim, sen de burada satarsın."
T.S. için bu kaçırılmayacak bir ticari fırsattır, teklifi hemen kabul eder.
İkilinin ilk Dubai seferi yaklaşık bir ay sonra gerçekleşir. T.S. bunu şöyle
anlatıyor: "İ.T. beni çağırdı. 60 bin dolarla bu cep telefon işine başlayacağız,
dedi. Biletleri ayarladığını, birlikte Dubai'ye gideceğimizi söyledi. Birlikte
Atatürk Havalimanı'na gittik. Ancak getireceğimiz bu kaçak cep telefonlarını
Türkiye'ye rahat sokabilmemiz için gümrükçülerle konuşmamız gerekiyordu. Daha
önceden tanıdığım gümrük müdür yardımcısının yanına gittim. Gümrük müdürü beni
daha önceden tanıdığı için, 'Siz gidin, bu iş kolay. Sen gönlünden ne koparsa
verirsin' dedi. İ.T. ile birlikte Dubai'ye gittik. Burada 200 adet Nokia 3310,
30 adet Nokia 5210 cep telefonu alarak Türkiye'ye döndük. Ben 200 adet telefonu
gümrük müdür yardımcısının sayesinde geçirdim. İ.T. de sayısı az olduğundan bu
20 telefonu hediye getirdiğini belirterek rahatlıkla gümrükten geçirdi. Bu
olaydan sonra gümrük müdür yardımcısına 500 dolar verdim. Telefonları ben ve
İ.T. sattık."
Gümrük memurlarına fırça atan adam
15 gün sonra tekrar Dubai'ye gidiyorlar. Bu sefer 300 tane telefon alıyorlar.
Ama İstanbul'daki gümrük görevlisini aradıklarında, "Şu anda gümrük karışık,
gelmeyin." cevabını alıyorlar. Gerisini T.S., şöyle anlatıyor: "Bunun üzerine
İ.T. babasını aradı. Dubai'de mahsur kaldığımızı, elimizde kaçak cep telefonları
bulunduğunu, Türkiye'ye giremediğimizi söyledi. Babası da bir arkadaşı
vasıtasıyla, daha önce Atatürk Havalimanı'nda çalışmış olan C.B.'yi bulmuş.
C.B., uçağa binip gelsinler, bu iş kolay demiş. İ.T. ile birlikte 300 cep
telefonuyla Atatürk Havalimanı'na geldik. Burada C.B. bizi karşıladı. Ben boş
olarak çıktım. İ.T. cep telefonları ile C.B. sayesinde çıktı. Daha sonra İ.T.
bana C.B.'den bahsetti. Bu şahsın, gümrük memurlarına bağırdığını, fırça
attığını söyledi.
T.S.'nin, bambaşka bir dünyanın bambaşka insanları ile karşı karşıya geldiğini
görmesi fazla sürmüyor. Çünkü İ.T. bir gün, "Ben ikinci Abdullah Çatlı olacağım,
bana kimse dokunamayacak. C.B. ile Türk İntikam Tugay'ını kuracağız. C.B., JİTEM
mensubu, Emniyet ve askeriye'de sözü geçen biri." diyor. Zaten C.B.'nin sıra
dışı bir kişi olduğu, o gün 300 telefon Türkiye'ye sokulurken, güçlük çıkaran
gümrük memurlarını fırçalamasından da ortaya çıkıyor. T.S., "Daha sonra bir gün
İ.T.'nin bürosunda C.B. ile tanıştım." diyor. Bu tanışmadan sonra İ.T., C.B.
hakkında ona daha da ayrıntılı bilgiler verip şöyle diyor: "C.B. bana,
'Türkiye'ye yeni bir Abdullah Çatlı lâzım. Komutanlarla görüştüm, seni Abdullah
Çatlı gibi bir adam yapmak istiyoruz' dedi."
T.S.'nin bu anlattıkları, İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi'ndeki bir dava
dosyasında yer alıyor. Aynı dosyada, İ.T.'yi "yeni Abdullah Çatlı" yapmak
isteyen komutanların, daha doğrusu komutanın kim olduğuna dair bir ipucu
görüyoruz. Bu komutan, C.B.'nin arkadaşı Uzman Çavuş H.N. Dubai'den getirdikleri
cep telefonları ile sağlayacakları parayla, Türk İntikam Tugayı'nı canlandırmayı
düşünen ekip, aynı çerçevede yeni bir girişimde daha bulunuyor. Etrafındakilerle
konuşmalarında tabanca için "küte" kodunu kullanan İ.T., 30 Haziran 2002 günü
T.S.'ye, "Küte lâzım." diyor. T.S., kabzası ahşap işlemeli 14'lü tabancasını
çıkarıp kendisine veriyor. İ.T. bu tabancayı çok beğeniyor ve üzerinde taşımaya
başlıyor.
Bir pazar günü T.S.'nin Gaziosmanpaşa semtindeki evine yanındaki kişilerle gelen
İ.T., "Devleti dolandıran bir şahıs var. Bu şahsı iki gün senin evinde misafir
etmeye karar verdik. Çocuklar birkaç gün senin evinde kalabilirler mi?" diyor.
İ.T. ayrıca, iki tane maske, bir boş senede de ihtiyaçları olduğunu belirtiyor
ve ekliyor: "Şahsı kaçırdığımızda bir milyon dolar para alacağız, sana da pay
vereceğiz." Ertesi gün T.S., Beyazıt'tan bu maskeleri ve senedi alıyor. O akşam,
"devleti dolandıran şahıs" yaralı olarak T.S.'nin evine getiriliyor. T.S.,
evdeki manzarayı şöyle anlatıyor: "Evde C.B., İ.T., Komutan diye hitap ettikleri
H.N., G.K. ve Bakırköy'den kaçırdıkları şahıs vardı. Bu şahsı kendilerini JİTEM
olarak tanıtıp kaçırmak istemişler, şahıs iri yapılı olmasından dolayı zorluk
çıkarmış. Ancak G.K., şahsı zorla otomobile bindirmiş. G.K. bu şahsı, arabanın
içinde benim İ.T.'ye vermiş olduğum tabanca ile bir el ateş ederek bacağından
yaralamış. C.B. ve İ.T., benim getirdiğim maskeleri yüzlerine takarak odada bu
şahsa boş senedi imzalattılar. İ.T., yaralı olan şahsın aşırı kan kaybından
dolayı, bunu araba ile Avcılar'a götür dedi. Şahsı benim evimden alarak H.N. ile
birlikte Avcılar'a götürürken, Dünya Ticaret Merkezi'nin yanındaki benzinlikte
10 milyon liralık benzin aldım. Yaralı şahıs, cüzdanımda para var dedi. H.N.,
şahsın cüzdanını aldı ve bir miktar para çıkardı. 10 milyon lirasını bana verdi,
gerisini kendisi aldı. Daha sonra yaralı şahsı Avcılar'da bir hastanenin
yakınlarına bıraktık."
İki TİT arasında bir ilişki var mı?
Peki bu şahıs kimdi? Onu da dosyadan öğreniyoruz. Devleti dolandırdığı
gerekçesiyle İstanbul Bakırköy'de arabasının içindeyken bacağından vurulup
kaçırılan kişi, JETPA Holding'in sahibi Fadıl Akgündüz'ün avukatı Veysi Yaşar'ın
kardeşi Emin Yaşar'dı. Devleti dolandırdığını düşündükleri kişiler Akgündüz ve
avukatıydı. Avukatın kardeşini almalarının sebebi, JETPA'nın devletten
kaçırdığını öne sürdükleri 13 milyon dolarlık paraydı. Fadıl Akgündüz'le igili
soruşturma çerçevesinde devlet 19 Haziran 2000’de JETPA'nın malvarlığına el
koyunca, vergi kaçırma ve devletten para kaçırma suçlamaları çerçevesinde
JETPA'nın alacak kayıtlarının bir listesi çıkarılmıştı. C.B. ve İ.T., el
konulmadan önce JETPA'nın çek-senet takibi işlerini yapan N.Ö. ile temas
kurmuşlar, JETPA'nın 312 sayfadan oluşan bu muhasebe kayıtlarını elde
etmişlerdi. N.Ö.'nün iddiasına göre Akgündüz adına devletten para kaçırma
operasyonunu yöneten kişi Avukat Veysi Yaşar'dı. İ.T. ve arkadaşlarının avukatın
kardeşini silahla yaralayıp kaçırmalarının sebebi işte buydu.
C.B., dosyadaki ifadesinde, "Askerliğimi yaparken, PKK kurşunları ile
yaralandım. En büyük hayalim Türk İntikam Tugayı'nı aktif yapmaktı. Yeni bir
yapılanmayla örgütü yeniden harekete geçirecektik. Bunun içinde paraya
ihtiyacımız vardı." diyor. C.B. ve arkadaşı İ.T.'den önce, bir başka Türk
İntikam Tugayı'nı canlandırma olayı daha yaşanmıştı. İnsan Hakları Derneği Genel
Başkanı Akın Birdal'a 1998'de saldırı düzenleyen uzman çavuş Cengiz Ersever,
Semih Tufan Gülaltay ve arkadaşları da Türk İntikam Tugayı'nı yeniden
canlandırmak peşindeydi. Peki bu iki TİT arasında bir ilişki var mı? C.B.
anlatıyor: "Cengiz'le Güneydoğu'da askerlik yaparken yaralandığım sırada
tanışmıştık. Cengiz ile daha sonra yakın arkadaş olduk."
Abdullah Çatlı hayalleri
Emin Yaşar'ın kaçırılması olayından sonra bu ekipteki kişiler, İstanbul
Emniyeti'nin yaptığı bir operasyonla yakalandılar, 2002 yılı Ağustos ayında
Devlet Güvenlik Mahkemesi'nce tutuklanarak cezaevine kondular. T.S. de bu
kişilerle ilişkileri sebebiyle tutuklananlar arasındaydı. Eğer İ.T. ve C.B.,
yakalanmasalardı, muhtemelen Dubai-İstanbul kaçak cep telefonu trafiği bütün
hızıylasürecek, belki de böylece C.B. Türk İntikam Tugayı'nı canlandırma ve
İ.T.'yi ikinci Abdullah Çatlı yapma hayallerini gerçekleştirecekti. Ama hayatta
her şey planlandığı gibi yürümüyor, yaşadıkları aksilikler TİT hayalinin de
ikinci Çatlı olma sevdasının da sonunu getiriyor.
T.S.'nin anlatımlarından, İ.T.'nin, TİT ve ikinci Çatlı olma çerçevesi dışında
başka operasyonlar da yaptığı anlaşılıyor. Örneğin bir gün, "10 yıl kadar önce
babamı döven şahısların izini buldum. Bunlara bir güzellik düşünüyorum." diyor.
Ertesi gün ekip, İstanbul'un Esenler semtine geliyor. İ.T.'nin arkadaşlarından
iki kişi bir pasaja giriyorlar. T.S., "İçeriden altı el silah sesi duyunca
kimseye çaktırmadan bir taksiye binerek oradan kaçtım." diyor. İçeride vurularak
yaralanan baba-oğul, 10 yıl önce İ.T.'nin babasını döven kişiler. Dava
dosyasındaki bilgilere göre bu olay 15 Temmuz 2002 günü gerçekleşiyor. Bu
saldırı haricinde, aynı ekibin, yine 2002 yılı içinde Lüleburgaz'da bir
işadamına zorla senet imzalattırma olayı da var. İ.T.'nin bu işleri organize
ederken etrafındaki kişilere sahte pasaportlar temin ettiği, sahte nüfus
cüzdanları düzenlettiği görülüyor. Yine C.B., bir gün T. S.'nin işyerine çek ve
senetlerle geliyor. Toplam değeri 110 milyar lira olan bu çek ve senetleri
saklamasını istiyor. Bir süre sonra bu senetler, İ.T. tarafından kendisinden
alınıyor. Dosyaya göre, bu kişiler yakalandığında, 7 ruhsatsız tabanca, 2
kurusıkı tabanca, bu silahlara ait mermiler, bir av tüfeği, 3 video kaseti, 15
senet, bir araç tepe lambası, ikibine yakın faturasız saat, 800 faturasız pil,
iki telsizle birlikte 25 adet sahte 100 Amerikan doları ele geçiyor. T.S., "Bu
dolarları Bulgaristan'da cep telefonu alım satımı yapan Nurten isimli bayandan
aldım." diyor.
İstanbul adliyelerine intikal eden kaçak cep telefonu dosyalarına bakıldığında
bir ucu Türk İntikam Tugayı'na kadar dayanan bu hikâye dışında ilginç bazı
olaylar daha var. Örneğin, 2004 yılı Nisan ayında Dubai'den gelen A.A. isimli
yolcunun, içinde 880 adet kaçak telefonu bulunan bagajları, iki güvenlik
görevlisi tarafından VIP salonundan çıkarılmak isteniyor. Gümrük görevlileri
bagajları arayıp bu telefonları görünce A.A. yakalanıyor, ama telefonları
VIP'ten geçirmeye çalışan iki devlet görevlisi o anda ortadan kaybolmayı
başarıyor. 2004 yılının ekim ayında, VIP salonundan iki valiz halinde bin adet
cep telefonu geçirmek isteyen kişi, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde
milletvekilliği ve bakanlık yapmış olan Kenan Akın'dı.
Kenan Akın, "Telefonlar Malatyalı arkadaşım H.T.'ye ait. Bakırköy Sahil'deki
Crown Plaza otelinde bana oda ayırtmıştı. Orada buluşacağız." deyince, Akın'la
birlikte otele gelen mali polis burada tertibat alıyor. Gerçekten de akşam saat
11'de H.T., otelin dördüncü katındaki 411 numaralı odaya geliyor ve orada
yakalanıyor.
Hong Kong üzerinden Kıbrıs'a getirildikleri anlaşılan bu telefonlar incelenince,
sadece Asya ülkelerinde kullanılmak üzere üretildikleri, AB serbest dolaşımına
girmeleri ve Türkiye'ye sokulmalarının yasak olduğu anlaşılıyor. Dosyaya göre
H.T., 1996’da da yine telefon kaçakçılığı suçlaması ile yakalanmış.
Uzanların yanında küçük kalıyorlar
Çarpıcı bir diğer cep telefonu kaçakçılığı olayının aktörü ise, ilkokul mezunu
Mardinli A.D. Ağustos 2004’te Türkiye'ye TIR’larla 2,5 trilyon lira değerinde
elektronik eşya ve 3,2 trilyon lira değerinde tonlarca peynir, pastırma gibi
gıda maddesi getiren A.D.'nin yükünde 12 bin civarında cep telefonu çıkıyor. Bu
cep telefonları, kameralar ve fotoğraf makineleri ile gıda maddelerini
Singapur'dan Almanya Münih'e kargo ile getirten A. D., oradan da TIR’larla
Türkiye'ye yönlendirmiş. TIR’lar İstanbul'a gelince de, Küçükçekmece'deki Yandım
Çavuş benzin istasyonunda yakalanmış. A.D., 2001 yılında da 300 kaçak cep
telefonuyla yakalanmış.
Şüphesiz, sadece Uzanlar'ın Türkiye'ye 6 milyon adet kaçak cep telefonu soktuğu
ve Uzanlar haricinde de bu piyasada çok büyük isimlerin söz sahibi olduğu
gerçeği karşısında belki T.S., A.A., H.T. ve A.D.'nin işleri parasal olarak
nispeten küçük kalıyor. Ama, Dubai'den getirilen kaçak cep telefonlarının parası
ile Türk İntikam Tugayı'nı canlandırma girişimine galiba ilk defa tanık
oluyoruz.
Türk İntikam Tugayı (TİT) nedir? |
Türk İntigam Tugayı, İnsan Hakları Derneği eski Başkanı Akın Birdal’a 1998’de Ankara’daki dernek genel merkezinde suikast düzenleyerek adını duyurdu. Söz konusu olayla ilgili davada yargılanan Uzman Çavuş Cengiz Ersever, Türk İntikam Tugayı’nın kurucusu olduğunu söyledi. Ersever duruşmalarda, örgüt hakkında şu bilgileri verdi: “Tunceli’de 5 yıl uzman çavuş olarak görev yaptım. İstanbul’a tayin olunca 1996 yılında Türk İntikam Tugayı’nı (TİT) kurdum. TİT’in lideriyim. TİT, bölücü ve şeriatçı kişi ve örgütlere karşı kurulmuştur. Silivri yolu üzerindeki bir yerde TİT üyelerine silahlı eğitim yaptırdım. Şeriat düşmanıyım. Ülkücü değil Türkçüyüm.” Cumhuriyet Savcısı Ünal Haney tarafından hazırlanan iddianamede, Birdal’ın cezalandırılması emrini “Yeşil’’ kod adlı Mahmut Yıldırım’ın verdiği belirtildi. Suikastın Türk İntikam Tugayı (TİT) adlı çeteye dahil olanlar tarafından gerçekleştirildiği vurgulandı. İddianamede, sanıklardan Büyükçekmece İlçe Jandarma Karakolu’nda uzman çavuş olan Cengiz Ersever’in, Tunceli’de görev yaptığı 1994 yılında, bir kahvede “Yeşil’’ kod adlı Mahmut Yıldırım ile tanıştığı, Tunceli ve Elazığ’da devam eden ilişkilerinin İstanbul’a atandıktan sonra da sürdüğü anlatıldı. |
02.08.2002 |
MHP'NİN KANLI TARİHİ
TÜM YALANLARINI PARÇALAYACAK KADAR AÇIKTIR
"Yağmur Oğlum, Bugün tam bir buçuk yaşındasın. Vasiyetnameyi bitirdim,
kapatıyorum. Sana bir de resmimi yadigar olarak bırakıyorum. Öğütlerimi tut, iyi
bir Türk ol. Komünizm bize düşman bir meslektir. Bunu iyi belle. Yahudiler bütün
milletlerin gizli düşmanıdır. Ruslar, Çinliler, Acemler, Yunanlılar tarihi
düşmanlarımızdır. Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar,
Araplar, Sırplar, Hırvatlar, İsponylollar, Portekizliler, Romanlar, yeni
düşmanlarımızdır. Japonlar, Afganlılar, Amerikalılar yarınki düşmanlarımızdır.
Ermeniler, Kürtler, Lazlar, Çerkezler, Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlar,
Pomaklar, Zazalar, Lezgiler, Gürcüler, Çeçenler, Çingeneler, içerideki
düşmanlarımızdır. Bu kadar çok düşmanla çarpışmak için hazırlanmalı. Tanrı
yardımcın olsun." (N. Atsız)
Şaşırtıcı değil mi. Hiçbir MHP'linin ağzından bu kadar açık itiraflar duymadınız
herhalde.
TV'lerde Bahçeli 'nin çizmeye çalıştığı imaj , kendisinin "halkları seven, ciddi
bir politikacı, MHP'nin ise "insan hakları savunucusu, halk dostu" bir parti
olduğudur.
Öylemidir gerçekte?
Değildir elbette ama MHP, bu imaj değişikliğine 80 sonrası gitmeye çalıştı. Özel
olarakta "eski kurt" Türkeş'in ölümünden sonra canla başla imaj değiştirmeye
çalıştılar
Fransızcadan Türkçeye giren "imaj" kelimesinin anlamları arasında "görüntü,
hayal" kelimesinin karşılığı olduğu da Türkçe sözlüklerde sayılmaktadır. Bu bir
yanıyla doğrudur. Gerçeğini gizlemek isteyenler kendilerine ait olmayan
görüntülerle bir imaj ve hayal yaratmaya çalışırlar. İşte MHP'nin son süreçte
yapmaya çalıştığı da budur. Çünkü MHP'nin tarihinde hiçbir makyajın silemediği,
silemeyeceği pislikler vardır. Bunun için moda deyimle imaj değişikliğine
gitmeye çalıştılar. Ama gelin görün ki, kırk yıllık eşeğine gelinlik giydirerek
pazarlamaya çalışan köylünün durumundan pekte farklı bir duruma düşmediler.
Elbette puslu havayı bulduklarında, dişlerini göstermekten, dillerini bıçak gibi
keskinleştirmekten geri durmadılar.
Biraz daha geriye gidip, bir başka kafatasçı düşüncenin alıntısını yapalım. Bu
da 30'lu yıllarda milletvekillliği yapan Esat Bozkurt'a ait: "Türk bu memleketin
yegane efendisi, yegane sahbidir, salt Türk soyundan olmayanların bu memlekette
bir tek hakları vardır; Hizmetçi olma, köle olma hakkı. Dost ve düşman dağlar
bunu hakikati böyle bilsinler."(Milliyet Gazetesi l9 Eylül l930- Aktaran Suat
Parlar Gizli Devlet, sy.207)
Kendilerinden olmayanı "düşman" ilan eden, "köle" liliği layık gören bir
anlayıştı MHP'nin gerçeği. Fikri neyse zikri de o oldu. "Katli vacip" görüldü
düşman olan herkesin.
Şimdi geriye dönüp bu kanlı tarihin sayfalarını açalım birer birer, her sayfada
göze çarpan gerçek; işkence ve katliamların çuval cinayetlerinin, bombalamaların
altındaki imzanın MHP olduğudur.
Turancı - Milliyetçi görüşleri Hitler'den alan, ABD yardımlarıyla bu fikri
büyüten MHP, fikrini yazı üzerinde bırakmadı. ABD'nin gayri meşru çocuğu MHP
kurulduğu l960'lı yıllardan bu güne düşman ilan ettiği tüm milliyet ve
mezheplerden halklara kan kusturdu.
Ağustos l968 tarihli gazetelerde hemen her gün "Komando Kampları" ile ilgili
haberler ve resimler yer alıyordu. Birileri komando eğitimi alıyordu, ama ne
için, ne yapacaklardı bu eğitilen komandolar?
O zaman CMKP'nin Genel Başkanı olan A. Türkeş bu komando Kamplarına ilişkin 19
Ağustos 1968'de bir açıklama yaptı:
"Komünistler memleketi sahipsiz sanıpta sokak hakimiyeti kuramazlar.
Memleketimizde onların anladığı dilden konuşacak mlliyetçi çocuklar var. Bunun
için gençlerimizi mücadeleci olarak yetiştiriyoruz."(Reis S.Yalçın D. Yurdakul,
sy. 3l)
İşin rengi anlaşıldı. Sokak hakimiyetini "komünistlere" bırakmayacak, gereken
dilde, konuşacak milliyetçi gençler yetişiyordu bu komando kamplarında.
Sokak hakimiyetini nasıl sağlayacaklar
, konuşulacak dil neydi, sonraki yıllarda çok iyi görülecekti. Hem de insanların
aklından hiç çıkmamacasına işlenecekti bu dil, bu hakimiyet tarzı.
Öyle varmıydı emperyalizmin yeni sömürgesinde dik başlı olmak, haksızlığa baş
kaldırmak, hele hele devlete kafa tutmak, adalet istemek, grev yapmak,
demokratik eğitim istemek, doğruları yazmak... Bunlarda ne oluyordu?
Emperyalizmin çocuğu MHP dize getirecekti hepsini.
Kime karşıydılar? Komünizme.
Komünist kim?
O dönemin bir CHP milletveklinin dediği gibi "evinde kırmızı gece lambası
yakan"da dahil herkes... Bir diğer ifadeyle kendilerinden olmayan herkes
"komünistti". Bu "komünistlere" gereken dersi vermek için komando kamplarında
cinayet sabotaj, baskın üzerine kurs gördü Türkeş'in "çocukları"
İlk "işleri" 3l Aralık l968 de A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrenci yurdunu
basmak oldu. Baskına giderken "işe " çıkalım diyorlardı birbirlerine.
"Kampta her çeşit silah vardı. Bir kaleşnikofun yanısıra çeşitli otomatik ve
yarı otomatik silahlar bulunuyordu.."(İtiraflar, Ali Yurtaslan, sy. 3l)
Silahlar kan kustu.
Önce Vedat Demircioğlu'nu vurdular.
Sonra Kanlı Pazar'da Duran Erdoğan ve Ali Turgut Aytaç'ı...
l9 Eylül l969 da Mehmet Cantekin, 23 Eylül l969'da Taylan Özgür, l4 Aralık
l969'da Mehmet Büyüksevinç ve Battal Mehetoğlu'nu, katlettiler.
l970'e gelindiğinde sayı 8'e çıktı.
Sayı çıkacaktı daha... 70 sonrası kitlesel katliamlarda binlerle ifade edildi
faşist kurşunlarla toprağa düşenler.
Silahlar kan kustu amacına uygun olarak. Amaçları, halkı sindirmek, susturmak,
kendi deyimleriyle "köle" haline getirmekti.
Kanlı Pazar'da işçiydi kurşunların hedefi, öğrenci yurdunda Vedat Demrcioğlu...
70 öncesi partileştler, CMKP'den MHP'ye, Komando Kamplarından, TİT'e ETKO'ya
kadar örgütlendiler. 71 cuntasında Türkeş "görevi şerefli Türk askerine
bıraktık" diyecekti."Şerefli Türk askeri"nin yarım bıraktığını MHP' liler MHP'
nin yarım bıraktığını "şerefli Türk askerleri" tamamlıyordu. Al gülüm ver gülüm.
Ama dökülen halkın, aydınların, gençlerin, işçilerin kanıydı.
Cunta sonrası örgütlenmeye ağırlık verdiler. Sokak katillerini besleyip büyüten
CIA ve Türkiye oligarşisi onları iktidara taşıdı. I. ve II. MC dönemlerinde
yüzde 3 oyla iktidar koltuğuna ortak edilen MHP devlet içinde kadrolaştı.
Bunun anlamı şuydu; daha organize, daha planlı, cinayetler işlenecekti bundan
sonra. Ve artık tek tek işlenen cinayetlerin yerini toplu katliamlar alacaktı.
Emir büyük yerdendi. MHP bu emri uygulamaya geçirmek için işe başladı.
16 Mart 1978
16 Mart günü Eczacılık fakültesinin önünde patlayan bombalar gök gürlemesini
andırıyordu. Şimşekler çakmış yağmur boşanmıştı. Ama yağan yağmur değil
gençlerimizin kanıydı.
Okuldan öğrenciler topluca çıktılar. Okulları iki yıldır faşist işgal altında
olduğu için her gün topluca gelip gidiyorlardı.
Adına "Merasim Birliği" denen polis ekipleri yoktu o gün. Oysa Polis şefi Reşat
Altay MHP'li sivil faşistlere katliamlarını gerçekleştirmeleri için daha rahat
bir ortam hazırlıyordu. Kalabalık Eczacılık Fakültesine doğru ilerledi. Korkunç
bir patlama sesiyle irkildi Beyazıt. Ardından kan kusan namluluların uğultusu
duyuldu. Havada kollar, bacaklar, insan parçaları uçuştu. Patlamadan geriye
kalan kan gölünde 7 öğrencinin cansız bedeni yatıyordu. Onlarca yaralı vardı
meydanda. Ve yıllarca bu görüntüye tanık olanlar fakültenin önünde yere uzanmış
yatan cesetleri belleğinden silemedi.
Görüntüler belleğinden silinmeyen biri de gördüğü vahşeti yıllar sonra
anlatabildi ancak. Hatice Özen'in arkadaşıydı;
"...yaralanmış gibi gözükmüyordu, yardım etmek için eğildim, kollarından tutup
kaldırmaya çalıştım kolları öne doğru geldi. Omuzları yoku sanki. Dikkatle
kaldırıp baktığımda gördüm ki sırt boydan boya yarılmış, içerdeki organlar
dışarı çıkmıştı, bomba sırtına gelmişti.."(Kurtuluş Gazetesi)
Zevk alıyorlardı bu tablodan, gencecik insanların parçalanmış bedenlerini
seyrederken kadeh tokuşturuyorlardı görevlerini yerine getirmenin mutluluğuyla.
Görevlerini belirlemişti Türkeş; "....bakacaksınız, herhangi bir hareket, söz
fikrimize, Türklüğe uygunsa alacaksınız, zarar veriyorsa sileceksiniz..."(MHP
İddiannamesi-Türkeş'in Yeni Ufuklara Doğru yazısınıdan)
"Silme" harekatı halkın her kesimini kapsadı.
Alevi, Kürt, solcu...
Esnaf, memur, aydın, sanatçı...
Ev kadını, öğrenci veya çocuk...
İşkence yaparak, ırzına geçerek, boğarak, öldürdükten sonra televizyon
kutularına koyarak, bombalayarak sindirmeye çalıştılar kendilerinden olmayan
herkesi.
Katiller aynı zamanda ırz düşmanıydılar, cinayetlerine ahlaksızlıklarını da
eklediler. Soygun için girdikleri evde hiçbir şey bulamayınca "boş çıkmamak için
evin kızının ırzına geçerek Başbuğlarının talimatını yerine getirdiler."(Ali
Yurtaslan- itraflar)
Piyangotepe katliamında 6 işçinin kafasına kurşunu sıkmadan önce gaspettikleri
taksinin şoförüne tecavüz ederek görevlerini yerine getirdiler.
İtrafçı Ömer Tanlak bakın bu "görev anlayışını" nasıl dile getiriyor; "... Halim
adında bir ajanın daha önceden yattığı dernekte, Selahattin Gözlükaya tarafından
iğfal durumuna getirilmesi ve ertesi günü bunun bütün ülkücü camiaya
anlatılması"nı görmüştü Tanlak. (Ömer Tanlak, İtiraflar syf. 85)
Etlik'te kendilerine haraç vermeyen bir tüpçünün dükkanını havaya uçurmayı
planlayarak, Erzurum Numune hastanesindeki yaralıları, yaralıları ziyarete
gelenleri kurşunlayıp öldürerek görevlerini yerine getirdiler.
Aksu İpek Fabrikasının kapatılmasını, üretimin durdurulmasını, işçilerin
elebaşlarının işten atılmasını istiyorlardı. Çünkü bu fabrikada ülkücülerin
faaliyetine izin vermiyordu işçiler. "Hemen silahı alarak ve üç dinamit lokumu
ile hareket ettik. Altımızdaki araba Genel Müdürlüğündü. Çok hızlı bir şekilde
Genel Müdürlüğü geçmiş, fabrika önüne gelmiştik. Baki Ceylan cebinden çıkardığı
Kırıkkale marka 7.65 çapında silahla ateş etmeye başladı. Sıktığı üç el mermi
ile iki kişiyi de vurmuş, bunlardan biri ise ölmüş olması gerekli..."(Ömer
Tanlak, İtiraflar, syf. l00)
Bu ve benzeri cinayetlerle MHP nin katliamlar altındaki imzası açığa çıktı.
Ülkeyi kan gölüne çeviren MHP'yi halk tanıyordu artık. Bir şekilde karşılaşmış,
saldırılardan veya sonuçlarından etkilenmişti.
Bu dönemde Şevkat Çetin ÜGD başkanlığına getirildi. Görevi "teşkilatı" temize
çıkartmaktı.
Hemen bir anket hazırlattı, ülküdaşlarına dağıttı.
Anket 70 sorudan oluşuyordu ve hemen cevaplandırılacaktı.
Sorular mı?
"Türkiye'nin bugünkü durumu?"
"Hiç silah kullandınız mı?"
"Silahınız olsa, karşınıza bir komünist çıksa hemen vurur musunuz? vb...
Hemen vururum diyenler Çetin'in sınavından geçtiler.
Bununla birlikte "semt başkanlarına" talimat göndererek "güvenilir ve gözükara"
bozkurtların listesini istediler.
Listedekiler ve anketten geçenler 20-25 kşilik gruplar halinde ÜGD Genel
Merkezi'nde toplandı: "Türkiye'nin hali malum Komünistlerle ülkücüler savaş
halindeler. Bizim de görevimiz, komünistlerle savaşmak ve vatanımızı bunlardan
temizlemektir. Bu her ülkücünün en büyük vazifesidir. Sizler de artık bu savaşta
yerinizi almalısınız. Bunun için biz haydi dediğimiz zaman hemen harekete
geçecek durumda olmalısınız. Her an için bizden gelecek emirleri bekleyin."
Öğütleri alanlar ETKO üyesi oldular.
TİT (Türk İntikam Tugayı), ETKO (Esir Türkeleri Kurtarma Ordusu), TÜŞKO (Türkiye
Ülkücü Şeriatçı Komando Ordusu) MHP'nin paravan örgütleriydi. İşledikleri
cinayetleri bu adlarla üstlenip, kendilerini aklamaya çalıştılar. Ama uzun
sürmedi bu örtünün düşmesi. Cinayetler aynı, failler aynıydı.
MHP örgütlenmesini kadrolarını mlitanlaştırmak üzerine şekillendirdi. Bu yanıyla
ÜGD MHP'nin vurucu gücüydü. Ancak MHP içinde de bir çekirdek örgütü, illagal
örgüt oluşturdu. Adı, TİT, ETKO, veya Özel Eğitim Grubu farketmiyordu, işleri
aynıydı hepsinin.
Kendiside ETKO üyesi olarak yargılanan MHP itirafçısı Ali Yurdakul'un, "Bu şahıs
MHP'ye çok zarar verdi, birçok arkadaşımızı cezaevine attı, neredeyse Adana'da
MHP'yi çökertecekti."dediği Cevat Yurdakul Adana Emniyet Müdürü idi. Adana'da
kendisine TİT adını veren MHP'nin cinayet çetelerinin peşine düşüp, faşist
katillerin yakalanmasını sağladığı çin 28 Eylül 78'de makam arabasının içinde
katledildi.
Cevat Yurdakul'u öldürenler, Yurdakul'un yolunu kesmek için önce bir otomobili
gaspettiler. Katilam orada başladı. Otomobilin şöförünü öldürdüler, sonra
Yurdakul'un yolunu kestiler. Makam otosu kalbura dönerken Yurdakul delik deşik
oldu. Sivil faşistlere Yurdakul'un istihbaratını Emniyet Müdürlüğü'ndeki faşist
polisler verdiler.
80 sonrası tam 694 öldürme olayından dolayı dava açıldı MHP'ye.
Tam 694 insanın katledilmesi resmi kayıtlara geçti ama gerçek çok daha fazlaydı.
Bu rakama devlet tarafından "faili meçhul" diye açıklanan MHP cinayetleri dahil
değildi. Bu rakama, Kahramanmaraş katilamında ölen onlarca yaşlı, genç, kadın,
çocuk dahil değildi. Bu rakamda yalnızca devletin saklayıp gizleyemediği,
yargılamak zorunda kaldığı açık cinayetler vardı.
Peki diğerleri faili meçhul müdür?
Hayır.
18 Aralık 1978 akşamı Maraş'taki Çiçek Sinemasında başrolünü Cüneyt Arkın'ın
oynadığı "Güneş Ne Zaman Doğacak" filmini seyredenlerin üzerine bomba düştü.
Çığlıklar, panik, izdiham, kan...
Sinemaya bombayı koyanlar dışarıya çıktıklarında "bombayı komünistler attı"
dediler.
"Allahını, peygamberni seven yürüsün, Komünstleri, Alevileri yaşatmayın. Bunları
öldüren cennetliktir. Maraş, Alevilere mezar olacak. Müslüman Türkiye, Aleviler
Moskovaya. Sütçü İmam aşkına vurun" sesleri arasında yüzden fazla -kadın, erkek,
çocuk, genç, ihtiyar- insan katledildi.
Genç kızlara, kadınlara "müslümanlık, Türklük aşkına" tecavüz edildi, hamile
kadınların karnı deşildi, saldırıya uğrayanların evleri yakıldı. İnsanlara
işkence yapıldı, ellerinden ağaçlara çivilendi.
Sinemaya bombayı koyan da, sokağa çıkıp "komünistler attı" diyen de MHP' li
faşistlerdi.
Günler öncesinden belirledikleri evleri işaretlemişlerdi.
Katliamnı başlatan bombanın sahibi Çatlı'ydı. (Ali Yurtaslan, itiraflar)
Katliamı organize eden, bizzat katılanlardan bazıları ise Haluk Kırcı, Ercüment
Gedikli, Ünal Osmanağaoğlu, Ökkeş Kenger'di. (Reis- S. Yalçın, D.Yurdakul)
Çatlı'nın ve Kırcı'nın başrolünü oynadığı bir başka katliamda Kamuoyunun
yakından tanıdığı Bahçelievler Katliamıydı.
Bu katliamı Haluk Kırcı'nın kendi ağzından dinleyelim;
"Kapı açılır açılmaz içeri girdik. Hepsini yere yatırdık. Ne yapacağımız
konusunda talimat almak için Abdullah'a birini gönderdik. Abdullah eter ve pamuk
vermiş 'hepsini teker teker bayıltıp öldürelim' demiş. Dışarı çıkıp, arabada
bekleyen Abdullah'la konuştum. 'Evde öldürmek zor olacak. İkişer ikişer götürüp
öldürelim dedim. 'olur' dedi. İki kişiyi Büyük Reis'in arabasına bindirip
Eskişehir yoluna götürdük. Müsait bir yer bulup ikisini de yere yatırıp
kafalarına ateş ettik. Geri döndük. Böyle zor olacağını anlayınca Abdullah, 'tek
tek boğalım bunları' dedi. Bir tanesini zorla boğdum, diğer dördünü bu şekilde
öldürmekte zor olacaktı. Arkadaşları gönderdim. Sonrada sedirin üzerinde bulunan
dört kişiye yakın mesafeden ateş ederek mermilerin hepsin boşalttım. Silahı da
götürüp Abdullah'a verdim." (l7 Kasım 80 H.Kırcı, Ankara sıkıyönetim savcılığına
verdiği ifade)
Elbette MHP'yi örgütleyip sokağa salanlar onların silahlarını da sağladı.
16 Mart' larda halka yönelen bombaları, kurşunları, silahları da verdiler.
TNT' ler ordu malıydı,
silahlar emperyalistlerden gelme.
Katilleri polis teşkilatı korudu, güvenliğini aldı.
Cinayetlerin istihbaratçısı, planlayıcısı, hazırlayıcısı oldu MİT ve polis
teşkilatı. Yeter ki, "memleketi komünistlerden kurtarsınlar, istikrarı
sağlasınlar"
Ama bu öyle bir istikrar olacaktı ki, emperyalizmin sömürüsü katlanacak ve hızla
ilerleyecek, itiraz edenin kafası ezilecekti.
İstikrar için hiçbir şeyi esirgemedi emperyalizm. Kendi adına cinayet işleyecek
olan çocuklarını kendi merkezlerinde eğitti.
MHP yalnızca Türkiye topraklarında değil, emperyalizm adına başka ülkelerde de
provokasyonlar düzenledi, katliamlar gerçekleştirdi, darbeler tezgahladı. Bizzat
Abdullah Çatlı'nın eğitiminde Azerbeycan'da komando kampı kurulduğu Azerbeycan
Devlet Başkanı Aliyev tarafından dile getirildi.
Daha yüzlercesini sıralamak mümkün.
MHP bugün de CIA'nın kendine verdiği göreve devam ediyor.
MHP, katliamlarına cinayetlerine devam ediyor.
Yakın tarihimizde Sivas'ta katledilen, Gazi'de katledilen, Üniversite
kampüslerinde katledilen insanlarımız, Susurluk bu gerçeğin ifadesidir.
MHP, ne Bahçeli'nin TV ekranlarında çizdiği gibi "uzlaşmacı"dır ne de demokrat.
Dün neyse bugün de o dur MHP.
Dünkü katliamların tetkçileri bugün meclis koridorlarında bunu dile getiriyorlar
zaten,
"Değişmedik" diyorlar.
Değişmediler.
Kanlı tarihlerini yazmaya devam ediyorlar.
|
||
|
||
Sabah Grubu'nun 28 Şubat sürecindeki patronu Dinç Bilgin'in itiraflarıyla başlayan Andıç tartışması hergeçen gün yeni bir boyut kazanıyor. Dün de Star
Gazetesi, Mehmet Ali Birand'ın Jandarma İstihbarat Teşkilatı (JİTEM)
tarafından öldürülmek istendiğini iddia etti. |
|
|
13.05.2006 20:51 |
|
|
|
nokomplo tarafından 14 Şubat, 2006 - 16:09 tarihinde gönderildi.
Derin devletin sağ eli olan Mehmet Ali Ağcagillerden ülkemizde binden fazla yetiştirildi. Sol ellerin sayısıda bir o kadardır. Kurtlar Vadisi finalinde beraat ettirilen Polat gibi beraat ettirilenden biri de Abdullah Argun Çetindi. Gerçi daha ziyade Abdulhey'e benziyordu.
Polat gibi itiraf edip, aklanmayı, kahraman olmayı
denedi. Aslında kendisini Yeşil'in eski elemanı olarak tanıtan, “Abdullah
Kerimoğlu” ve ‘‘Acar’’ kod isminide kullanan Abdullah Argun Çetin’in,
“Türkiye'yi sarsacak basın açıklamaları” 1996 yılında başlamıştı. 11 Kasım
1998’de Romanya-Bükreş'ten İstanbul’a geldikten sonra yakalandı; idamla
yargılandı. Gazeteci-yazar Uğur Mumcu'nun, 1993'te uğradığı bombalı saldırı
sonucu tasarlanarak öldürülmesine iştirak ettiği ve bu amaçla oluşturulan çeteye
mensup olduğu" gerekçesiyle idamla yargılanan ve yaklaşık 1.5 yıl tutuklu kalan
Abdullah Argun Çetin 4 Ağustos 2000’de tahliye edildi. Çetin,1998'de medya medya
dolaşarak devlet için kurşun sıkan şerefli bir kahraman olduğunu ispatlamaya
çalıştı. Uğradığı yerlerinden biride bizim Ankara bürosuydu. Koyu bir güneş
gözlüğü takıyordu, konuştuklarımızı teybe kaydettirmedi.
Çetin, siyasi olarak önemli noktalara gelmiş sağcı bir babanın oğlu olduğunu,
Ülkücülüğe sempati duyduğunu ancak üyelik şeklinde bir bağlantısı olmadığını,
Ankara Koleji’nden mezun olduğunu, birkaç dil konuştuğunu, 12 Eylül döneminde
yurtiçinde resmi kişiler tarafından eğitildiğini, Türk İntikam Tugayı (TİT)
üyesi olduğunu, örgüt tarafından bomba uzmanı olarak eğitildiğini, çeşitli
operasyonlarda başarısını ispatladıktan sonra 1985'de Fransa'nın Marsilya
Adası'nda Lejyoner eğitimi almaya başladığını, 1988'de Lejyoner olarak İtalya'da
NATO (Gladio) birliklerinde eğitime gönderildiğini, boynunda NATO birliklerinde
kullanılan hurma dalı ve uzmanlık alanını (patlayıcı) gösteren şerit şeklindeki
bröveyi künye gibi taşıdığını, İtalya'daki "psikolojik mukavemet" eğitimlerinde
sinir sisteminin bozulduğunu, Milano ve Fransa Paris'e pratik yapmak için
gönderildiğini, Abdullah Çatlı ile birçok operasyonda birlikte olduğunu, Fransa
adına Çad, Somali ve Etopya'da lejyoner (paralı asker) olarak savaştığını,
Amerikan Uyuşturucu ile Mücadele Teşkilatı DEA’ya hizmet ettiğini, Gürcistan'da
Swerdnadze'ye, Ermenistan'da Dışişleri Bakanına (yanlışlıkla Turizm Bakanının
arabası mayına çarparak havaya uçmuş) ve Azerbaycan'da Haydar Aliyev'e yönelik
suikast teşebbüslerinde yer aldığını, Azerbaycan pasaportu taşıdığını fakat
arandığı için Azerbaycan'a giremediğini, Bahriye Üçok ve Uğur Mumcu
suikastlarına katıldığını, Mumcu'nun yaşamını yitirmesine neden olan bombanın
yapımında görev aldığını, Sultanahmet Meydanı'ndan Bakü Metrosu'na kadar,
dünyayı dehşet içinde bırakan birçok sabotaj ve bombalama eyleminlerinde
bulunduğunu, Matild Manukyan'a karşı girişilen ve Manukyan’ın yaralanmasına,
Özer Çiller'in İstanbul Bankası'nda Genel Müdürlük yaptığı dönemde, şoför-kurye
olarak kullandığı Mehmet Urhan ve bir başka kişinin, hayatını kaybetmesine neden
olan bombalı saldırıyı bizzat yaptığını belirtiyordu.
Anlattıklarına inanmak zordu. Bu nedenle tek kelime bile haber yazmadım. Zamanın bakanı Eyüp Aşık ile Eyüp Aşık’ın yakın adamı Ankara Emniyet Mürdürü Cevdet Saral Çetin'e inanmıştı. Bakan Aşık Abdullah Argun Çetin ile makamında birkaç kez görüşmüş ve tam aradıkları kişi olduğunu saptayarak onu Cevdet Saral’a göndermişti. Eyüp Aşık gibi Ankara Emniyet Mürdürü Cevdet Saral da Çetin’in verdiği ipuçlarından yola çıkarak 'Yeşil'in Romanya'da olduğuna öylesine inanmıştı ki, hemen Çetin’in cebine para koyarak onu Köstence’ye yolladı. Böylece Çetin kanalıyla 'Yeşil'e ulaşacak ve büyük bir operasyonla yakalayarak İstanbul Emniyet Müdürü olma rüyasını da gerçeğe dönüştürecekti. Rüya gerçekleşmeyince Türkiye'ye dönen Abdullah Argun Çetin, suikast teşebbüsü ve Uğur Mumcu'nun öldürülmesi olayına katıldığı gerekçesiyle hemen gözaltına alındı ve tutuklanarak cezaevine konuldu.
Çetin, Ankara DGM Savcısı Hamza Keleş'e 1998'de verdiği ifadede, Uğur Mumcu'nun öldürülmesi olayına da katıldığını belirtmiş; "Olaydan iki - üç gün kadar önce iki arabayla, yanımda Atakan ve Tekin olduğu halde aynı sokağa gittik. Orada polis kulübesi vardı, yanında da elçilik vardı. Ancak ben orada Uğur Mumcu'nun olduğunu bilmiyordum. Sokaktan iki - üç sefer geçtik. Şahin marka araçta, Atakan, Tekin, ben ve aracı kullanan şoför vardı. Şoförü tanımıyorum. Tekin'i de güvenecek kadar tanımıyorum. Benim ilişkim Atakan'laydı. Atakan bir üsteğmendi ancak gerçek kimliği konusunda bilgim yok. Tekin denilen şahıs o mahallede bir ev kiralamıştı. Keşiften sonra Atakan ile Azerbeycan-Nahçıvan'a gittik Tekin adlı şahıs, bizimle gelmedi, Ankara'da kaldı. 24 Ocak 1993'te (olay günü) Azerbaycan'daki kampta idim" demişti.
Mahkeme soruşturma neticesinde Çetin'in Romanya'da bulunduğu sırada kullandığı ve kendisine Emniyet tarafından verildiğini belirttiği 0-542-262 11 01 nolu telefonun Romanya’da bulunan Yasin Akın isimli şahsa ait olduğunu, bu şahsında telefonu sivil polis Burhan'a verdiğini söylediğini tespit etti. Mahkeme aynı zamanda Çetin’in, 7-10 Kasım 1998 tarihlerinde Romanya Bükreş Majestik Oteli'nin telefonundan İstanbul ve ABD ile görüşmeler yaptığını belirledi.
Ankara 1 No'lu DGM, Uğur Mumcu'nun, 24 Ocak 1993'te
uğradığı bombalı saldırı sonucu tasarlanarak katledilmesine katıldığı ve bu
amaçla oluşturulan çetenin üyesi olduğu gerekçesiyle idam istemiyle yargılanan
Abdullah Argun Çetin'i, "gözlem altında tutulması için" Adli Tıp'a sevketti.
Adli Tıp Kurumu Başkanlığı mahkemeye gönderdiği raporda, ''sanığın suç sırasında
ve halen ceza ehliyetini etkileyecek herhangi bir akıl hastalığı veya akıl
zayıflığı bulunmadığı, ceza ehliyetinin tam olduğu'' belirtti.
Abdullah Argun Çetin’i önemsiyerek TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu’na davet
eden kişi, CHP İçel Milletvekili Fikri Sağlar'dı. Sağlar, Abdullah Argun
Çetin'in birçok karanlık olayı çözeceğine inanmıştı. Derin devletin bir elemanı
nihayet ortaya çıkmış, kirli çamaşırları döküyordu. Onu özellikle Uğur Mumcu
suikastını aydınlatacak kilit adam olarak görüyorlardı. Abdullah Argun Çetin ile
ilgili bu açıklamadan sonra TBMM Susurluk Komisyonu’nda anlattıklarına dönelim.
Sorulara verdiği yanıtlardan bir derleme yaptım. Şunları anlatmıştı:
1980-1983 döneminde, daha doğrusu, 1983'ün martından sonra Çatlı ile tanıştım
Almanya'da. Ben, o sırada Almanya'da dil okulunda, Goethe Enstitüsü'nde
okuyordum. Ben, paralı askerim. İşim, paralı askerlik; yani, lejyonerlik. Onun
için, 1983'te Çatlı'yla tanıştığımı söylüyorum; çünkü, ben, askerden sonra,
bizzat kendileri tarafından Fransız lejyonuna gönderilen elemanlardan biriyim;
15 kişilik kadrodan birisiyim... Çatlı'ya 1985'de Ankara'da kahvede buluştum.
Bizim gibi gençlere ihtiyacı olduğunu söylediler. Abdullah Çatlı, beni 1985'de
Fransa'da lejyoner eğitimine gönderdi, sonra 1988'de en son olarakta 1991'de
Mükiyeliler kahvesinde Ankara'da gördüm.
1991'den 1993'e kadar ben Güneydoğuda görev yaptım. Güneydoğuda bize verilen, o
zaman rahmetli Cem Ersever'in komutasındaki birliklere tam destek sağlamakla
görevlendirildik dağlarda; yani, 15 kişilik gruplar halinde Güneydoğuda görev
yapıyorduk. Yaklaşık 60 kişilik bir grubumuz vardı. 15 kişilik, dağda biz
istihbarat çalışmaları yapıyorduk. 1991'de bize verilen Güneydoğudaki görev,
Jitem'e bağlı istihbarat çalışmalarıydı; ama, direkt Jitem'le bağlantımız yoktu.
Şu açıdan soruyorum ben bunu: Bize verilen emir, köylere gidip köy hakkında
bilgi almaktı; yani, Kürtçe bilen, özellikle Kürt, milliyetçi dediğimiz, Türk,
Kürt kökenli Türk milliyetçileri aramızda bulunan... Kürtçe biliyorlardı.
Onların yardımıyla muhtardan PKK'lı olduğumuzu söyleyip yiyecek istiyorduk. Bize
eğer yiyecek verirlerse, direkt en yakın özel time telsizle bildirerek o köyün
aranmasını sağlıyorduk. Daha sonra bu olay, onların isteğine göre değişti.
1992'nin Mayıs ayına kadar orada görev yaptım. 1992'nin 12 Mayısında
Azerbaycan'a gitmek üzere emir aldım. Abdullah Çatlı bizi gönderirken Muhittin
Akyol diye bir şahıs vardı...
13 Mayısta halk ayaklanmasıyla beraber Nahçivan'dan Bakü'ye geçtik; tarih de tam
14 Mayıs 1992'dir. 1992'de, o tarihte korkulan, 1990'da olan Rus ayaklanmasında
Muttalibov'un Rusya'dan destek isteyip, tekrar Rus askerlerinin Bakü'ye çıkacağı
gibi bir inanç vardı. O tarihte, biz, onu engellemek için, bizzat President
Apart denilen Başkanlık binası içinde bir terör tahkikat aldık. Şu anda,
1995'te, Omman karargâhı olan yer, bizim karargâhımız olarak bize verildi.
Yaklaşık bu da 8 kilometrelik bir yerdir; yani, Bakü'ye 8 kilometrelik uzaklıkta
olan bir karargâhtır Omman karargâhı; eskiden bizim karargâhımız olarak
kullanılıyordu. Biz, 1993'ün, özellikle Ocak ayına kadar, bilhassa Ermenistan
vesaire gibi yerlerde, cephede savaştık; ancak, ocak ayından sonra, 5'inden
sonra, bizzat kampta, Gence bölgesinde istihdam edildik. Gence bölgesi Hanlar
bölgesidir, Hanlar bölgesinin başkenti Gence olarak algılanır. Gence'deki kampta
eğitmenlik görevi verildi; yani, benim uzmanlık alanım C-4'tür; plastik
patlayıcı. Orada, bu konuda eğitim vermeye başladık. Bu, 1990 ocak ayının 5 ya
da 6'sında başladı.
C-4 askeri bir patlayıcı maddesidir. C-4'ün uzmanlığı bombanın yapımında
değildir; o fabrikasyon bir yapımdır. C-4'ün uzmanlığı fünyesinden kaynaklanan
bir olaydır. C-4 elektrik ateşlemeli fünyeyle çalışır; yani, yere atmanız veya
başka bir şey yapmanız patlatmaz. Son derece güvenlidir. Elinizde hamur gibi
yoğurabildiğiniz için; yani, daha doğrusu macuna benzediği için, istediğiniz
şekli de verebilirsiniz C-4'e ve ufak gramıyla büyük tepkilere sebep olan bir
bombadır. Bu, C-4 uzmanlık isteyen konusu, kullanacağınız fünyenin yapılan olaya
göre değişmesidir; yani, her tür fünyeyle ateşlenmez C-4; özellikle yaptığınız
operasyonlarda, görevlerde C-4'ün fünye problemi olduğu halde; yani, eğer,
fünyeyi doğru kullanmadığınız zaman iz kalır. Yani, C-4 hassas patlayıcı olduğu
için, genelde çok hedeflerde kullanılmaz. Ordu malı bir patlayıcıdır C-4;
piyasada bulunması zordur. Biz, Azerbaycan'da eğitimizde, Hors Greenmayer denen
şahıstan temin ediliyordu bu patlayıcı ve diğer silahlar. Hors Greenmayer'in
Azerbaycan'daki etkisi, o tarihte çok büyüktür: çünkü, Azerbaycan'da bulunan
silahlar, bizim daha evvel kullandığımız silah tiplerine uymaz: çünkü,
Azerbancan'da bulunan silahlar Sovyet yapısı silahlar olduğu için, bizim daha
evvel NATO standardı silahlarla eğitim aldığımız için uyum zorluğumuz vardı.
Greenmayer önemli bir isimdir orada, onun için... Çünkü. C-4'ürı' temini
Azerbaycan'da bulunmayan bir markadır. Biz, eğitimi ayın 1 1'ine kadar, sadece
fizikî hedefler üzerinde yapmaya çalıştık; yani, binalar, araçlar, vesaire; ama,
11 Ocaktan itibaren araç üzerine eğitim vermeye başladık; yani, bu aralar gelen
şahısların Azerbancanlı olmasının yanında Türkiye'den gelen şahıslara da eğitim
vermeye başladık.
Şahısların nitelikleri de değişti; yani, biz, o tarihte verdiğimiz şahısları...
Yani, hepimiz dini bütün insanız; ama, mescidimiz yoktu karargâhta, mescit
konuldu. Bu gelen elemanlar için... 11 Şubattan sonra gelen şahıs zaten belli,
bizim bölümümüzde yatmamaya başladı: aylık barakalar temin edildi. Gence'de
bulunduğumuz kamp, mahalle içinde bir kamptı. Eski bir Rus askeri üssüdür,
mahalle içinde. Tabiî, Gence'de bir tane karargâh vardı; bunu
araştırabilirsiniz. Gelen bilgiler doğrultusunda C-4'teki verilen şeyimiz, Türk
yapımı araç üzerine eğitim vermeye başladı. Tabiî, bu şeylerin kampta eğitim
verdiğimiz sonradan gelen şahısların eğitimi yaklaşık 23 Ocağa kadar devam
etti... Sonra Türk şahıslar gelmeye başladı. O tarihten sonra zaten normalde
kampta bulunan C-4'ler alındı; patlayıcı eğitimina son verildi 23 Ocaktan sonra.
Daha çok o tarihte, 24 Ocakta olan olaydan sonra kampın o bölümü, eğitim bölümü
kapatıldı. tekrar Ermenistan üzerinde yoğunlaştık.
24 Ocakta Uğur Mumcu olayı oldu. Bu şahısları da tanımladım. Bu şahıslar
yaklaşık, tam tarihini bilmiyorum, bir veya iki hafta sonra, şeye saldırılan
şahıslarla, aynı, Kamhi'yle yakalanan şahısların aynısıydı. Ben sadece Azerilere
eğitim verdim. Bunlar önce bize getirildiği için, eğitim için, sadece o haki
üniformalar içinde getirilirler. Yani ben size orada bize verilen, terör
eğitiminde bir noktayı açıklamak istiyorum. Bu tür olaylarda her zaman ben Cefi
Kamhi olayını yapmış olsaydım, Cefi Kamhi oradan sağ çıkmazdı. Çünkü, bu
operasyonda kullanılan lav silahı, onu kullanan şahıslar bilir, çok emniyetli
bir silahtır. Yani, roketatar çok sağlam bir roketatardır, Amerikan malı ve
elektrik ateşlemeli olan bir roketatardır ve Emniyet pimi çok sağlamdır.
Kapatıldığı zaman, boru şeklindedir, emniyet pimi kendi kendine kitlenir; ama,
bir şey vardır, üstünde seri numarası vardır, NATO standardı silahı olduğu için
seri numarasından hangi ülkeye satıldığı standart olarak bulunabilir.
Uğur Mumcu cinayetinde kullanılan fünye sadece bizim hazırladığmız fünyelerden
biri olabilir. Çünkü şeyin bulunuş şekli, cesedin bulunuş şekli vesair gibi
araştırmada bulunamayan kanıtlar, bulunsa bile bulunamayacak kanıtlar bu olayın
eğitimini almış kişiler olduğunu gösterir. Çünkü, orada ayarlanan pim ve
ateşleyici fünye maktulün araca giriş şeklinde patlama yani... Azerbaycan'a
gitme şeklinde, adamın şeyini bilemem nerede eğitim aldığını ama, ben size bunu
söylüyorum. Ben şey olarak söylemiyorum, anlattığım bilgilerde yardımcı olmaya
çalışıyorum. Yani, içtenlikle söylüyorum kimsenin baskısı altında... Eğer birisi
beni yönlendirmeye kalksa ben başka şeyler söylerim. Ben kendimi suçlu duruma
düşürecek şeyler söylüyorum. Üzerine basa basa C 4'te kullanılan fünyenin bizim
hazırladığımız fünyelerden biri olduğunu söylüyorum. Çünkü C 4 imalini
yerleştiren bomba değildir, bakın herkesin yanılgıya düştüğü odur. C-4
hazırlamak problem değildir, hazırdır C 4...
1993'te Albay Hüseyinov'un başlattığı ayaklanmada, ayaklanmayı bastır emri
verildi. Emrin de bize olay gece olduğu için kalabalığa ateş açtık fakat gelen
kalabalık sivildi falan, sivil olduğunu bilmiyorduk... Orada 68 kişinin öldüğünü
öğrendik, sivil şahısların ve daha sonra bu olayda Fereckuruyev, o zaman
Azerbaycan Halk Cephesi Genel Sekreteriydi, Fereckuruyev'in emriyle... Orada
bizim direkt irtibat kurduğumuz Nihat Çetinkaya idi, eski Ülkü Ocaklarında
görevliydi kendisi. Bu isyandan sonra Türkiye'ye döndük, 1993'te ben yine Asil
Nadir olayı için Kıbrıs'a gönderildim ben. Asil Nadir'in kaçırılışı biliyorsunuz
Azeri kaynaklıdır. 1993'teki Asil Nadir olayında ben Kıbrıs'ta non grata persona
oldum, istenmeyen kişi ilan edildim, bunu da araştırabilirsiniz.
Vallahi efendim ben Türkiye'ye Amerikalılar tarafından getirildim. Çünkü o
sırada isyan başarıya ulaşmış, Aliyev, Hüseyinov ve Elçibey tarafından
yönetilmeye başlanmıştı. Azerbaycan Halk Cephesi dağılmış biz ortada kalmıştık.
British Petroliuma ait uçakla biz Nahcivan üzerinden Türkiye'ye girdik ve bu
şeyler içinde o sırada Ankara'da bulunduğum sırada gittiğim kahve var, orada bir
emir alışverişi yaparız. Yani, bana verilen emirler orada... Azerbaycan'da o
bölgede çok yüklü kenevir tarlaları var, hâlâ da bakidir bu tarlalar. Çünkü o
tarihte Abhazya, Gürcü sınırındaki savaş devam ediyordu o bölge Azerbaycan'ın
sadece Ermenistan sınırının bulunduğu bölge dağlıktı, diğer yerler ovadır,
Bakü'ye kadar ovalardan oluşur. Bizim o tarihteki görevlerimizden birisi kenevir
tarlaların ın korunması ve birisi de güvenliği sağlamaktı. Azerbaycan'dan,
Kıbrıs'a gitme emrini kimin verdiğini hâlâ bilmiyorum. Çünkü bana Kıbrıs'a gidip
Asil Nadir'e vermem gereken bir zarf verdiler. Ben Kıbrıs'a ulaştım, 1993 eylül
ayırıda, araştırıp bakabilirsiniz. Asil Nadir'in Magosa'daki bürosuna gittim...
Paramızı Azerbaycan'da Fereckuruyev ve Nihat Çetinkaya aracılığıyla alıyorduk.
Çetinkaya Elçibey'in dışülkeler danışmanıydı.
Güneydoğuda görevliyken, o zaman getiren sivil şahıslardan alıyorduk. Yani,
kimse biz belli, 15 kişinin mesela ihtiyacı, devamlı gelen mühimmat ve yani
yiyecek yardımıyla beraber gelirdi, kamyonla gelirdi. Devletten aldığımı asla
söyleyemem, devletten aldığımı da kanıtlayamam, ben gelen getiren şahıslardan
aldım. Kıbrısta istenmeyen adam ilan edilerek polis tarafından sınırdışı
edildim.
İnanmamanız normal ama, kanıtlayabilirsiniz. 27 Eylül 1995'te Manukyan olayı
vardı, İstanbul'da ve burada kullanılan da C 4'tür. Yani, bazı şeyleri yaptığım
için biliyorum. Demin Bakan bey hasta olduğumu söyledi. Yani beni hasta olarak
algılıyorsa benim şeye gerek yoktur. Yani ben size bunu kanıtlayabileceğimi
söyledim. Ben bazı kişilerin bazı şeylerden dolayı kahraman bilmem ne onun
derdinde değilim. Ben, bizim ikinci dereceye atılmamızdan gocunduğumdan
buradayım. İşi yapan biziz, onlar pastayı yiyen onlardır, milyonları götüren
onlardır...
Abdullah Çatlı, şimdi, Oral Çelik vesaire vesaire gibileri... Bize asla ve asla
yardım edilmedi, biz hep kullanıldık. Bakın hep kullanıldık. Ben gösterdim,
Bakan beye, benim vücudumda izleri hâlâ durur işkencelerin. Ben 1993'te Nokta'ya
konuştuğumda işkence gördüm; ama, ben onlar için değerli olduğum için beni
öldürmediler. İşkenceler hâlâ suratımda ve vücudumdadır, kafatasımın
çatlaklarını röntgenden ispatlanabilir. Yani, buraya benim geliş amacım ne
meşhur olmaktır ne birşeydir, hiçbir şey değildir. Benim buraya geliş amacım
doğruların artık yeter, açıklanması gerekiyor. Siz hep büyükleri dinlediniz, hep
başları dinlediniz; ama, bu işi yapan bizler gibi adamları, bize siz tetikçi
diyorsunuz, biz onlardanız. Benim Azerbaycan devleti pasaportu keyfi
vermemiştir. 17.5.1993'te beni Azerbaycan vatandaşı yapmıştır Elçibey'in
imzasıyla ve pasaportum da bakidir, numarasına kadar vereyim. Pasaportuma
1993'de el koydular. Nokta dergisinde de yayınlanan haberde de var. Aliyev beni
vur emriyle aradılar. O zamanki Abdullah Kerimov kimliğimle ben aranıyorum,
Gence'deki katliama katılmaktan aranıyorum. 1995'teki Çehadov olayına
katıldığımdan dolayı aranıyorum. Çehadov olayında bulunan birisinin bilebileceği
şeyleri biliyorum, saatleri biliyorum. Yani bunu Azerbaycan kaynaklarında da
vardır, Türk kaynaklarında da vardır. Bulabilirsiniz; ama, ben güvenilirlik
hissetmediğim yerde ifade vermek zorunda değilim. Çünkü, ben buraya kendimi
suçlayacak durumda geldim.
Operasyonların yüzde 80'i yurtdışı operasyonlardır. Ben size başka yerde
duyulmayan şeyleri... Ben 1993'ün Nisan ayında hatırlarsanız Azerbaycan'da o
şubattaki 24 Ocaktan sonra Ermenistan'a dönüldüğünü söyledim. Yani,
Ermenistan'daki operasyonlara geçildiğini söyledim. Nisan 1993'te Erivan'da o
zaman Turizm Bakanlığına bir saldırı oldu, o da C4'tür ama, hedef Turizm
Bakanlığı değil, Dışişleri Bakanıydı. O tarihte görüşmelerden dolayı büyük
ihtimalle yanılmıyorsam ve bunu da kanıtlayabilirsiniz. Bunu kimse bilmez,
yapanlar bilir ve kullanılan bombanın cinsini de yapanlar bilir. Aynı şey
Gürcistan'ta aynı şekilde aynı bombayla Şevardnadze yaralandı. Yani, bunlar yani
tür yan saldırı dediğimiz saldırı türü vardır. Yoldan geçmekte olan aracın
geçeceği istikametteki araca C4 yüklersiniz o geçtiği saatte de onu
patlattığınız zaman bu patlayan araç diğer araca zarar verir ve içindeki
şahıslar yok edilir.
Bizim aşamamızdaki kişiler yani maşa dediğiniz şahıslarız biz. Biz üstümüzdeki
eli ancak tutanı biliriz. Ama, maşanın yönetildiği beyni asla bilmeyiz; ama,
bakın 1996'da ben deşifre oldum. Ben Aydınlık Dergisi benimi için çete elemanı
dedi deşifre oldum. Aydınlık'a görevli olarak gittiğim için orada olanlar,
istihbaratları kuvvetli beni deşifre ettiler.Eylül, Ağustos ayından beri ben
kaçak yaşıyorum. Aydınlık'ta o zaman ellerinde Yeşil'in fotoğrafı olduğu
söylendiği için bizzat gönderildim ben. Tam olarak ağustos, eylül aylarında
Aydınlık'a gitmeden önce bana bu emri Ankara'da tek o zaman emir aldım polisten.
O zaman Başbakanlık Koruma Polisi yazan kimlikli çünkü bize yabancı şahıslar
geldiğinde kimlik isteriz. Bana Abdullah Çatlı ismini vererek polis kimliğini
gösterdi ve Başbakanlık Koruma Polisi yazıyordu. O şahsı da daha sonra teşhis
ettim. Ağansoy'un öldürülmesi sırasında yaralanan polisierden biridir. Yani,
bunlar benim isteyerek söylediğim şeyler. Hiç kimsenin beni göndermesine gerek
yok ki, ben kendimi suçlu duruma düşürüyorum kendimi. Bunlar benim buraya geliş
sebebimi açıklar, ben kendim, benim gibi olanların artık bu işleri
aydınlatacaklarına inanıyorum, benim gibi olanların. Yani, ne Ağar
aydınlatabilir, ne de bir şey... Çünkü kullanılan biziz. Onlar sadece emir
verirler. Şu anda benim bildiğim kadarıyla Azerbaycan'da kalan hâlâ birkaç kişi
var. Şu anda bir tanesi de Azerbaycan'da O zaman tüccar kimliğiyle şu anda
hapiste, çünkü Çehadov olayını organize etmekle suçlanıyor.
Mumcu suikastında kullanılacak olanlara bu tür eğitim vermeden önce yer ve hedef
belliyse yer tanımı yapmak gerekir, yani bir planı yaparken bulunduğunuz
mevkinin yapılacak eylemin koordinesini yapmanız gerekir. Yani, giriş noktaları,
çıkış noktaları, araçların durduğu yer, yani birden fazla araç, araların çıktığı
yer, güvenlik tedbirleri vesaire gibi şeyler için önemli olan bu planı
yapmaktır. Yani bu organizeyi yapabilmek için önce yeri görmeniz şarttır. Bu
yeri görmeden sadece araç üzerinde çalışmanız yeterli değildir.
Bu amaçla o zaman Murat Atakan adlı bir şahısla birlikte geldim, Türkiye'den
gelen bir şahıstı. Ben normalde bu tür hedefin ne olduğunu, ne olacağını
bilmiyordum. Sadece yer tespitinde bulunmaya gittiğimiz söylendi ve bu tür
işlerde söylenen işlerde asla isim verilmez. Yani şu şahıs bu şahıs diye bir şey
yapılmaz. Ancak burası diye gösterildi bana, bulunduğunuz yerin çok güvensiz yer
olduğunu söyledim ben şahıslara, çünkü üstte polis kulübesi, altta taksi durağı
olan bir yerdi ve iyi bir istihbarat yapılması gerekliydi. Çünkü aracın benden
istenen şey kullanılacak fünyenin zamanlama değil, iz bırakmaması gerektiği
konusunda, kesin ve net emir vardı. İz bırakmamalı, yani fünye parçası
bulunmamalıydı ve yapılan işte çevreye zarar vermeyecek şekilde sadece nokta
hedef üzerinde yapılması gerektiğikonusunda emir vardı. Onun için bulunduğum
mevkide yapılan incelemede bulunulan yerin çok güvensiz olduğunu söyledim, Çünkü
üstte polis kulübesi altta taksi durağı mutlaka şahıslar aracın altında
çalışırken görülme ihtimalleri çok yüksektir. Saat gece kaç olursa olsun, yani
yerleştiğinde ne olursa olsun araçta çalışırken en az 3-5 dakikaya ihtiyaç
vardı. O tür fünyenin yerleştirilmesi zor bir iştir, saniyelerce sürecek bir iş
değildir. Çünkü orada kullanılan benden istenen civa türü bir fünyeydi. o
fünyenini yerleştirilmesi nazik isteyen bir iştir ve istihbaratın çok sağlam
olmasını gerektiğini söyledim. Bana söylenen şu, hedef konusunda istihbaratımız
çok iyidir, gün gün takip edilmektedir, o şahıslar seni ilgilendirmez ne olduğu,
sadece burada konulacak hedefin, bombanın sağlam ve fünye
tarafındanyapılmasıdır. Ben bundan sonra zaten ayın 13'ünde geri döndüm,
Azerbaycan'a. Bu konuda Türk markalı yani, çünkü çalıştığınız aracın aynı araç
olması önemlidir, çünkü, her aracın altındaki sistem değişiktir, yani kartel
dediğimiz sistem değişiktir. O aracın cinsine göre çalışmakta fayda vardır. Onun
için o tür aracın temin edilmesini istedim ve o tür araç temin edildi. Yani,
beni o konuda söyleyeceklerim bu kadar. Ben yapmadım, ben bunu içtenlikle
söylüyorum ancak, fünye, hazırlanan fünyeyle yaptılar, yani. Vallahi, eylemi
yapan şahıslar, eğitim verdiğimiz şahıslardandır mutlaka; çünkü, eğitim alan
şahıslar aracın altına girecek şekilde eğitim yapıldı; yani, başkasına eğitim
verme ihtimalleri çok düşük. O eğitimi, bizzat aracın üstünde çalışan şahısların
yapmış olması lazım. Gence'de eğitimi verdim. Normalde 8 kişiydi; fakat, araç
üzerinde eğitilmeyen, araç altında eğitim verdiğimiz 3 kişiydi efendim. Daha
önce söylediğim gibi teşhis ettiğim şahıslardan biri de onlardı.
Azerbaycan'da kenevir tarlalarını korumak görevi verilmiştir bize. Ben, 1995'e
kadar, bunun sadece ve sadece nakliye işi olduğunu zannediyordum; ancak,
özellikle, daha evvel de söyledim bunu, Bakan Bey'e de söyledim; yani, orada,
Güneydoğu'da yapılan işlerin büyük çoğunluğunun, yüzde 80'ninin Azerbaycan
civarından gelen uyuşturucu olduğunu gördüm ben; çünkü, bu paranın... Bakın,
tonlarca yani, nasıl anlatayım size, dönümlerce ekili kenevir var; yani,
buradaki, Azerbaycan kaynaklarınız teyit edebilir bunu. O bölgede, yani Hanlar
bölgesinde dönümlerce toprakta ekili kenevir var.
Abdullah Argun Çetin aynı tarihlerde DGM'de sorgulanıyordu ve bugüne kadar
yaptığı tüm açıklamaları inkâr ediyordu. Sonra ne mi oldu? Devlet için kurşun
sıkan şerefliler (!) arasına katıldı, berat etti, aramızda yaşıyor...
Uyuşturucu, rant ve devlet hizmeti birarada yürümüş. Bunca operasyonlara,
katledilen insanlara rağmen ellerini kollarını sallayarak geziyorlar. Tüm mesele
devlet cinayet işleyebilir mi sorusuna vicdanen vereceğinizin cevaba bağlı.
İşleyebilir derseniz; Ağcagilleri aklar, kahraman yaparsınız.
nuh gönültaş
KİMLER İŞTE……
bu ülkeden kahpe gucler ve onlar1n yerli isbirlikcileri at1lana kadar mucadeleyi surdurmek laz1m.aksi halde bu ulkeyi bir 10 y1l daha sahiplenmek imkans1z olacakat1r.bu yüzden boyle orgutlenmelere ihtiyac vard1r.resmi ideolojisi amerika ve dierlerine kay1ts1z sarts1z teslimiyet olan bu devlet elimizden ç1kmak uzeredir.birilerinin sahip ç1kmas1n1 hos kars1lamak laz1m onlara yard1mc1 olmak hatta kat1lmak laz1m.nihal ats1zdan bu yana davam1z1 surduren arkadaslara selam
BİR
DEVLET GELENEĞİ
"VAHŞET" İŞKENCE VE KATLİAM
Haftalarca, aylarca televizyonlarda, gazetelerde "Hizbullah vahşeti" kazılan
"mezar evler", "domuz bağı" görüntüleri izledik; izlettirildi. Yaşananlar
vahşetti elbette. Ama bu vahşetin sorumluları kimlerdi? Devlet yaşananları
kendinden bağımsızmış gibi göstermeye çalışsa da, tüm bu vahşetin arkasında
devletin olduğu gerçeği her geçen gün bir bir açığa çıkmaya devam etti... Tek
başına Batman'da açığa çıkan kayıp silahlar bile bunu göstermeye yetiyor. Devlet
Hizbullah'ı halka karşı kullanmıştı... Aslında Hizbullah vahşeti 700 yıllık bir
devlet geleneğinin hemen her yanıyla karşımıza çıkmış bir örneğiydi. İktidar
olmak için her yolun mubah sayıldığı, tahta geçmek için kendi kardeşlerini
öldüren Osmanlı sultanlarıyla, muhalif gördüklerini anında ortadan kaldıran
devletin; yani Osmanlı'dan bugüne devam eden geleneğin bir parçasıdır açığa
çıkan Hizbullah vahşeti... Kullanma-kullanılma, işkence, katliam, vahşet,
halklarımızın birbirine düşman edilmeye çalışılması bu geleneğin devamıdır.
Kuşkusuz tarihte yaşanan işkence, katliam ve vahşet örneklerini tümüyle anlatmak
mümkün değildir. Bu devlet geleneği bunu yaparken kimi zaman kendine karşı
çıkanları, hatta kendinden olmayanları "din düşmanı", "din sapkını", kimi zaman
"vatan haini" ilan edip ezmeye, yok etmeye çalışmıştır. Yaptığı vahşeti "din
adına", "millet için", "vatan için" meşru göstermeye çalışırken; her katliamı
vahşeti "ibret-i alem" olsun düşüncesiyle halkı yıldırmak, korku salmak için
yapmıştır.
Bu tarih egemenlerin tarihidir. Bizim tarihimiz ise tüm bunlara karşı boyun
eğmeyen Şeyh Bedreddinler'den, Pir Sultanlar'dan, Kurtuluş Şavaşı'nda
emperyalizme karşı savaşan Anadolu halklarına kadar onurlu direniş tarihidir.
"Şalvarı Şaltak Osmanlı Eğeri
Kaltak Osmanlı Ekende Yok,
Biçende Yok Yemede Ortak Osmanlı"
Osmanlı döneminde tüm
bilimsel çalışmalar kanla bastırılmış; dine, hukuki yasalara karşı gelme
düşmanlık olarak gösterilmeye çalışılmıştır. 17. yüzyılla birlikte Avrupa'da
kapitalizmin gelişmesi ve ateşli silahların icadıyla Osmanlı, fetihler sonucu
yağma ve talanla elde ettiği gelirlerinden yoksun kalmıştır. Bu döneme kadar da
zulüm ve baskıyla ayakta kalan Osmanlı, bu dönemden itibaren de köylü yığınları
ve halk üzerindeki sömürü ve baskısını daha da yoğunlaştırmıştır.
Padişahın fermanları, şeyhülislamların fetvaları kanundur. Bunların ağzından
çıkan sözlerle insanlar asılır, işkence yapılır, zindanlara atılır. Ancak
işkencenin, infazın vahşet boyutlarında yapılmasının altında "İbret-i Alem"
olması düşüncesi vardır. Vahşet görüntüleri halka izletilecek ve "isyan edenin
sonu bu olur" mesajı verilerek korku yayılacak, halk kitleleri yıldırılacaktı...
Her Şey İktidar İçin
Uygulanan yöntemler tam bir vahşetti. Diri diri toprağa gömme, kazığa oturtma,
deri yüzerek yaralara tuz basma gibi akla hayale gelmeyecek yöntemler sıkça
uygulanıyordu. 40 bin Alevi halktan insanın kafasını keserek katletti. Halka
yönelik katliamların, işkencelerin yanı sıra Osmanlı padişahları, 182 Vezir-i
Azam'dan 23'ünü görevlerinden azletmeden, 20'sini de azlettikten sonra idam
ettiler.
"Şehirde al yeşil, dal dal
Bursa ipeklisi
Duvarda mavi bir bahçe gibi
Kütahyalı çiniler;
gümüş ibriklerde şarap
bakır leğenlerde kızarmış kuzular nar idi.
Öz kardeşi Musa'yı ok kirişiyle boğup
yani bir altın leğende
kardeş kanıyla abdest alarak
Çelebi Sultan Mehmet tahta çıkmış hünkar idi...
Bayezıt'ı esaret öldürdü.
Musa'yı kardeşi Mehmet boğdurdu.
Fatih'i oğlu Bayezit zehirledi..."
(Nazım Hikmet)
Osmanlı tarihi, iktidar için her şeyin mubah sayıldığı, katliamların, vahşetin
tarihidir aynı zamanda. Öyle ki; Osmanlı sultanları iktidar için kardeşlerini
dahi gözlerini kırpmadan Öldürmüş, öldürtmüşlerdir. 36 padişahtan 13'ü tahttan
zorla indirilmiş ve bunların çoğu da öldürülmüştür. Başkaldıran yakınlarını
öldürme geleneği 1. Murat'la başlar. Oğlu Savcı Bey ayaklandığı için gözleri
oyularak cezalandırılmıştır. Oğlu 1. Bayezıt ise kardeşi Yakup Bey'i öldürterek
Osmanlı tarihine "saltanat için kardeşini Öldürten ilk padişah" olarak geçer.
Tahta ortak olacakların öldürülmeleri sonraları da sürdürülür. 2. Mehmet padişah
olduğunda henüz bebek olan kardeşi Ahmet'i öldürtür. Ve bu dönem yönetime gelen
kişinin kardeşlerini öldürtmesi yasallaşır. Yavuz bir taraftan babasıyla
savaşırken, öte yandan kardeşleri Korkut ve Ahmet ile yeğenlerini ortadan
kaldırarak iktidar olur. 3. Mehmet ise 19 kardeşini birden öldürtür... Yani
iktidar için her yol mubahtır.
Kuyucu Murat Paşa
Osmanlı'da iktidarı tehdit eden her hareket en kanlı biçimde bastırılır. Osmanlı
devletinin tarihinde "Celali İsyanları" olarak bilinen ve Yavuz Sultan Selim
dönemiyle, Kanuni Sultan Süleyman dönemi arasında süren isyanlar 1610 yılında
son bulur. Bu isyanları bastırmakla görevlendirilen Kuyucu Murat Paşa'nın
vahşeti ise dönemin tarihçilerinin bile lanetleyerek andıkları vahşet
örnekleridir.
Kuyucu Murat kurbanlarını kuyulara doldurup boğarak katleder. Daha sonra
kurbanlardan tepeler oluşturur. Kuyucu Murat 1606'da sadrazam olmuştu. 1607'de
Celali İsyanlarını bastırmak için Anadolu'ya serdar olarak gönderilmişti.
Canbulatoğlu'yla olan karşılaşmasında 26 bin kişinin başını kestirerek tepe
yaptı. 3 yıl süreyle Anadolu'yu kasıp kavurdu. Bu dönem 100 bin Anadolu köylüsü
katledildi. Ermeni rahip Grigor'un tanıklığına göre: "Murad paşa, bütün
konakladığı yerlerde önceden kuyular kazdırır ve bütün Celalileri... şikayet
edilen muzır adamları bu kuyulara attırır oraya indirilen bir kaç adam da
atılanları üst üste yığarlardı. Olaylardan dört yıl sonra kış mevsiminde oradan
geçerken ev büyüklüğünde olan kuyuları gözlemlemiştik." (1)
Murat Paşa sivil halkı katletmiş, bizzat kendi eliyle çocuk dahi öldürmüştür.
Kuyucu Murat'ın çocuk öldürmesine tanık olan Naima anlatıyor: "... Bir gün
pişgah-ı otakta (otağın üstünde) iskemle üzerinde oturup harfolunan (kazılan)
bi're (kuyuya) gelen adamları katlettirip doldurmağa meşgul idi. O sırada gördü,
halk verasında (arkasında) bir atlı sipahi, bir sabiyi (çocuğu) kenduye redif
edip (ardından getirme) geçup gide. Paşa emreyledi varıp sabiyi at arkasından
indirip huzuruna götürdüler.
Oğlancığa:
- Sen ne yerdensin? Celali arasına neden düştün? Dedikte, sabi doğru söyleyip
- Falan diyardanım, kıtlık sebebinden babam beni alıp bunlara katıldı. Boğazımız
tokluğuna yanlarınca gezerdik, dedi.
- Baban ne idi? deyu sorıcak
- Şeştar çalardı ve anınla doyunurdu. Vezir-i Azam Murad Paşa başını sallayarak
acı acı güldü.
- Hay, Celalileri şevke götürürdü, deyup, çocuğun katline işaret etti. İşaret
üzerine çocuğu cellatlara verdiler. Fakat cellatlar;
- Bu sabi masumu nice öldürelim, deyu çekilip her biri bir tarafa gidip göz
yumdu. Murad Paşa emrinin neden geciktiğini sordukta, cellatların çocuğu
merhamet edip istinkaf ettiklerini bildirdiklerinde, paşa:
- Yeniçerilerden birisi öldürsün, deyü buyurdu. Yeniçeri dilaverlerine teklif
olduklarından onlar dahi, sabiye bakıp;
- Biz cellat mıyız? Cellatlar bile merhamet etti. Vezir kendi iç oğlanlarına
emretti ki sabiyi öldüreler. Anlar da ki huzurundan dağılı kabul etmediklerinden
oğlancık meydanda kalıp onu öldürecek adam bulunmadıkta, ihtiyar vezir
arkasından kürkünü bırakıp ve kalkıp sabiyi kendi eliyle alıp, kuyunun kenarına
getürüp başını vurup boğazını sıkıp helak ve kendi eliyle kuyuya inkaa etti."
(2)
Kuyucu Murat ayrıca pek çok ölüm fermanı yayınlamıştır. Bunlardan biri: "Saka
Mehmet, Gürcü Rıdvan ve daha bunlara benzer eşkıya yakalanıp katlolunup birine
daha aman verilmeye... Başları sarayın kapısı önüne koyula" (3)
Yine dönemin eli kanlı paşalarından İsmail Paşa Anadolu'da kimi yakaladıysa,
İstanbul'a Celali diye göndermesiyle meşhurdur. Padişah huzuruna getirilen bu
insanlar orada öldürülürler. Anadolu halkının kitle halinde öldürülmesinin
ortaya çıkardığı vahşet görüntüsünü Evliya Celebi şöyle anlatır: "Bir kaç gün
içinde Üsküdar insan kanıyla Laleliğe dönüp teafun ile kötü kokudan divan erbabı
rahatsız olmaya başlar. Kanlar üzerine konan sinekler, çadırlarda rahatça
oturanların üzerlerine konup herkesin elbise ve destarını kana bulardı. Tabiat
sahibi olanlar kötü kokudan ve sineklerin hücumundan yemek yiyemezlerdi... Bu
üzücü hal yedi günden sonra bildirilince insan naaşları için kuyular kazılıp,
beşer altışar kesilenlerle kuyular dolduruldu. Nihayet kuyu kazmaktan da
usanılıp ases başı ve diğerleri naaşları arabalara yükleyip Haydarpaşa bahçesi
önünde denize dökerdi. Nihayet bununla da baş edemeyip mahkumları divanda
muhakemesi görülenleri, Kavak İskelesi'ne gönderip orada katletmek tedbir
edildi. Kavak İskelesi'nde yüzlerce adam öldürüldü." (4)
1426 yılında Amasya, Canik ve Tokat civarında eşkıyalık yapan
Kızılkocaoğulları'nı yok etmeye, 2. Murat tarafından tam yetkili olarak
görevlendirilen Yöngüç Paşa, 400 kadar eşkıyayı bir mağaraya hapsedip içine
duman salarak boğduruyor ve cesetlerini bozkıra attırıyordu. Aradan tam 500 sene
sonra aynı yöntemle kadın ve çocuklardan oluşan insanlar "isyancı" diye
Dersim'de katledilecekti. Yine 15. yüzyılda fahişeler bazen çuvala konup denize
atılarak öldürülüyorlardı. Tüm bu yöntemler Kuyucu Murat'ın adıyla özdeşleşecek
ve dünya, Osmanlı'yı Kuyucu Murat'ın bu yöntemleriyle tanıyacaktı.
"Tiz Boynu Vurula..."
Osmanlı'da boyun vurulması da çok sık görülen vahşet örneklerindendir. İnfaz,
boğulmak ya da asılmak biçiminde yerine getirilse bile ölünün başı mutlaka
kesiliyordu. Ve kesilen kafa içi bal dolu kıl torbaların içine konularak
İstanbul'a gönderiliyordu. Kesik kafanın İstanbul'a gönderilmesinin iki nedeni
vardı. Her şeyden önce idamın infaz edilip edilmediği anlaşılmış oluyordu.
İkincisi, suçlunun cezasını bulduğunu ilan etmek için ve tabi ki "ibret-i alem"
olsu diye bu baş, saray kapısı önünde teşhir ediliyordu. Örneğin; "1658-1659
yıllarında Abaza Hasan isyanı bastırılıyor ve bir yıl içinde on bin kadar kişi
suçlu-suçsuz idam ediliyordu. Bu yüzden bir yıl boyunca on-onbeş kafa her gün
düzenli olarak Bab-ı Hümayün (dış kapı) önüne getirtiliyor ve çoğu günlerce
orada kalıyordu. 18. yüzyılın sonu ve 19. yüzyılda kafaların, Edirnekapı'da da
teşhir edildiği görülüyordu. Halktan kişilerden İstanbul'da idam edilenlerin,
aynı zamanda cesetleri de teşhir ediliyordu. Celladın cesede verdiği durumdan,
onun Müslüman ya da Müslüman olmadığı anlaşılıyordu. Müslüman olanlar sırtüstü
yatırılıyorlar ve kesik kafaları kollarının altına konuluyordu. Müslüman
olmayanlarsa yüzükoyun yatırılıyor ve başları da kıçlarının üstüne konuluyordu."
(5) Yüzyıllar sonra Anadolu'nun dağlarında gerillaların kafalarını kesip teşhir
eden, kulak, burunlarından koleksiyon yapan zihniyet işte bu geleneğin
devamcılarıydı.
"Çengelleriyle Ünlü Osmanlı"
Osmanlı'nın vahşet uygulamalarının biri de devlete başkaldıranların vurulup
katledilmesidir. İstanbul'da Eminönü'nün ilerisindeki Odun Kapısı İskelesi
civarında bulunan "Çengel" kalın kalaslardan yapılmış, kuleye benzer ahşap bir
çatıdır. Üzerinde bir sıra değişik uzunlukta ve uçları yukarı doğru kıvrık
çengeller vardır. Kurbanın adı ve işlediği "suç" önceden tellallar aracılığıyla
halka duyurulurdu. Anadan doğma soyulan kurbanın elleri ve ayakları sıkıca
bağlanır, cellatlar mahkumu makaralı iplerle çatıya kadar çeker ve bir anda
çengellerin üzerine bırakırlardı. Kurban düşme şekline göre başından, boynundan,
gövdesinden, karnından, bacağından birinin veya bir kaçının üzerine saplanır
kalırdı. Bazen derhal ölür, bazen de saatlerce veya günlerce feryat ettikten
sonra can verirdi.
Çengel yüzyıllar boyunca Osmanlı'da işkence ve idam aleti olarak kullanılmıştır.
Bugün Hizbullah'ın da kullandığı yöntemlerden biri olması bu gelenekten
kaynaklıdır.
Yavuz Sultan Selim ve 40 Bin Alevi'nin Katli
Yavuz Sultan Selim, Sünni inancı Anadolu Alevileri için bir zulüm nedeni yapan
Osmanlı sultanıdır. Yavuz Sultan Selim'in Sünnilik adına Alevi halkı kitlesel
olarak yok etmeye kalkışmasının nedeni Osmanlı'nın doğu sınırlarında hızla
gelişen Türk Safevi Devleti'dir; bu devletin Anadolu Alevileri için Osmanlı
zulmüne karşı bir umut olması ve Anadolu insanının Osmanlı topraklarından
kaçmaya başlamasıdır. Bu güçlü Türk devletinin gelişip kökleşmesinin, sömürü
alanı olarak görüp değerlendirdikleri Anadolu'nun elden çıkması demek olduğunu
anlayan Osmanlı, bu gelişimin "tek İslam devleti" kurma çabalarını da
engelleyeceğini düşünüyordu.
Sıra sıra cellatlar, sürü sürü Türkmen'i doğramaya başladı. Zaten Fatih ta 1473
yılından itibaren (Otlukbeli) bu işe başlamıştı. Ardından Sünnilik güç buldukça
Alevi düşmanlığı körüklenmeye başlandı. Yavuz Sultan Selim, halifeliği,
Abbasiler'den kılıç zoruyla aldıktan sonra Sünnilik tutucu bir niteliğe bürünmüş
ve artık toplumsal gelişmeye ayak uyduramaz hale gelmişti.
Anadolu'da Türklerin anlayamadığı Arap ve Acem dili yaygınlaşmaya başlamıştı.
İşte Anadolu'da yaygın olan Alevilik, Sünniliği bir baskı aracına dönüştürmüş
olan padişahların kabul edemeyeceği bir düşünceydi. Aleviler aynı zamanda Doğu
sınırındaki Türk devletini destekliyorlardı ki; Osmanlı devleti bu nedenlerden
Ötürü Anadolu Alevilerine baskı uyguluyordu.
Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail üzerine sefere çıkarken; ordunun arkasında
kendisine karşı çıkabilecek bir güç olsun istemiyordu. Savaş başladığında
Alevilerin Şah İsmail'den yana tavır alma olasılığı da oldukça yüksekti. Ve
Yavuz Sultan Selam 40 bin Aleviyi kılıçtan geçirdi. Kendini haklı çıkarmak için
Alevilerin kadınları ortaklaşa kullandıkları, Kuran'ı, camileri yaktıkları
şeklinde iddialarda bulundu ve bunun üzerine fetvalar yazdı. Yavuz Sultan
Selim'in Alevi kırımı yapabilmek için yazdırdığı fetvalardan birisi Müftü
Hamza'ya ait olanıdır; "Ey Müslümanlar, bilin ve haberdar olun ki, reisler;
Erdebil oğlu İsmail olan Kızılbaş topluluğu, Peygamberimizin şeriatını,
sünnetini, İslam dinini, iyiyi ve doğruyu açıklayan Kuran'ı küçük gördüler.
(...) Onlara sempati gösteren, batıl dinlerini kabul eden veya yardımcı olanlar
da kafir ve dinsizdirler. Bu gibi kimselerin topluluğunu dağıtmak bütün
Müslümanların görevidir. Bu arada Müslümanlar'dan ölen kutsal şehitlerin yeri
yüce cennettir. O kafirlerden ölen ise, hakir olup cehennemin dibinde yer
tutacaklardır. (...) Bu türlü topluluk hem kafir ve imansız hem de kötülük yapan
kimselerdir. Bu iki sebepten onların öldürülmesi vaciptir." (6)
Dönemin büyük fıkıh ve hadis bilgini olarak tanınan Müftü Hamza 1521 yılında
ölmüştür. Tarihte yalnız böyle yüz karası bir fetvayla değil, rüşvet almak gibi
bir suçla da anılır. Kuran üzerine yemin etmesine rağmen 50 bin akçe
karşılığında Semendire Valisi Yusuf Bali'nin yolsuzluklarını ve haksızlıklarını
kapatır. Müftü Hamza'nın rüşvet aldığını öğrenen Yavuz Sultan Selim onu
sıkıştırıp canının bağışlanması karşılığında bu fetvayı verdirir. Osmanlı,
iktidarı için her şeyi kullanmıştır, kullanmaya çalışmıştır.
Alevi kırımına izin veren bir diğer fetva da Şeyhülislam İbni Kemal tarafından
kaleme alınmıştır. "...Kızılbaş topluluğu şeri yasalar gereği öldürülmeleri
helaldir. İslam askerlerinden onları öldürenler gazi, ellerinde ölenler ise
şehittirler." (7)
Halkı birbirine düşman etme kırdırma Osmanlı'dan bugüne devredilmiş bir devlet
geleneğidir. 24 Aralık 1978'de "Müslüman Türkiye", "Kanımız Aksa da Zafer
İslamın" haykırışlarıyla Maraş'ta Alevi halkı katledilir. "Allah Allah" diyerek
"Komünistlerin büyüğü, küçüğü demeyip kafasını ezin" diye bağıranların
sloganlarıyla, Alevilere yönelik Osmanlı dönemindeki fetvaların benzerliği
çarpıcıdır. 1514 yılında 40 bin kişiyi kılıçtan geçiren gelenek, 1978'de
Maraş'ta ihtiyar, çocuk, kadın ayrımı yapmaksızın halkı katleder. Yakılıp
yıkılan evler, çivilenen, gözleri tornavidalarla oyulan, bıçaklarla, baltalarla,
satırlarla parçalanan insanlar... Tecavüz edilen kadınlar, karnında bebeleriyle
şişlenen hamile gelinler... Maraş'ta tablo budur.
Bu vahşet tablosu Osmanlı'da bir başka dönem uygulanan kırımla da benzerlik
taşır. Osmanlı 1875-1876 Bulgar ayaklanmalarını bastırmada Çerkesler ve
başıbozuk birliklerini kullanır. Dönemin tanıklarından biri o günleri şöyle
anlatır: "Kadınlar ve kız çocukları saçlarından tutuldular, bir darbeyle diz
çökertildiler, boyunlarından kesildiler. Çocuklar süngülere geçirildiler, hamile
kadınların karınları deşildi. Bir çoğu sırayla soyuldular ve bir odun parçasının
üzerinde hayvan sürüleri gibi büyük bir serinkanlılıkla kesildiler..." (8)
Yine Meclisi Meb'usan tutanaklarında o günlere ilişkin şöyle anlatımlar yer
alır: "1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı sırasında gayri-resmi olarak teşkil edilen
ve Çerkeslerin ağırlıkla olduğu Osmanlı birliklerinin yolları üstünde
rastladıkları Hıristiyan köylerini yağmalayıp, insanları kılıçtan geçirdikleri
yüzlerce, hatta binlerce çocuğu köle olarak yanlarına aldıkları, çocuk ve
eşyaların bir bölümün sattıkları...." (9)
Yavuz Sultan Selim'le birlikte din, imparatorluğun üst yapı kurumlarından en
kapsamlısı olarak güçlü bir varlık kazanmıştır. Artık iktidarı tehdit eden her
şey "din zararına" ilan edilecek, her düşünce, eylem "din sapkınlığı" olarak
anılacaktır. Ve fetvalar, fermanlar, bu yollu açıklamalarla muhalefetin
ezilmesinde önemli role sahip olacaktır... Yani her türlü katliam, vahşet
böylece meşrulaştırılacaktır. O günün toplumsal gerçekliği Anadolu halk
şiirlerine ve türkülerine de yansır.
Bu yıl dağların
karı erimez
eser bad-ı saba yel bozuk bozuk
Türkmen kalkıp yaylasına yürümez
yıkılmış aşiret il bozuk bozuk
Pir Sultanım yaratıldım kul diye
Zalim paşa elinden mi öl diye
dostum beni ısmarlamış gel diye
gideceğim amma yol bozuk bozuk
(Pir Sultan Abdal)
Yavuz Sultan Selim döneminde Kürt toprakları üzerinde Osmanlı devletiyle Şah
İsmail arasında çıkan savaşta her iki kesim de Kürt aşiretlerini kendinden yana
kazanmak (yani kullanmak) uğraşındadırlar. Bu uğraşta başarıya ulaşan Yavuz
Sultan Selim, Sah İsmail'in yenilgiye uğratılmasından (Çaldıran 1514) sonra Kürt
aşiretleriyle bir anlaşma yapar. Bu anlaşmaya göre Kürt aşiretleri özerkliğini
koruyacak, yönetim belli kişi ve ailelerde olacak, padişah fermanına bu konuda
bağlı kalınacak, savaşlarda Kürtler Osmanlı devletine yardım edecekler, Osmanlı
da, Kürtler'i bütün dış saldırılardan koruyacaktır. Bu anlaşma ile Doğu'daki
Osmanlı egemenliği perçinlenir. Kürt halkının tarihinde "ilk cahş" olarak anılan
İdris-i Bitlisi işbirlikçiliğinin karşılığını alır. Çaldıran seferine çıkarken
40 bin Aleviyi katletmesi nedeniyle -bunların arasında çok sayıda Kürt Alevisi
de vardır- "Yavuz" namını alan Sultan Selim'in sevgi ve güvenini kazanır. Bu
aynı zamanda Kürt önderliklerin iktidar için kendilerini kullandırdıkları ilk
örnektir. Ve tarih sahnesinde birbirini takip eden onlarca örnek yaşanacak, Kürt
halkı bu önderlikler nezdinde inançları, duyguları sömürülerek kullanılacaktır.
Osmanlı'da "Düşünce Suçluları"
Osmanlı sadece düşüncelerinden ötürü iktidarlarını tehdit edebileceği
kaygısıyla, "din sapkınlığı" adı altında vahşet uygulamaları da sergilemiştir.
Bu tür katliamlara uğrayan ilk kesim Hurufilerdir. "Hurufilik Osmanlı ülkesinde
başlangıçta Nesimi ve Tireli Abdulmecid önderliğinde yayılmıştır. Hurufiliğin
kurucusu Fazlullah 1384'de öldürülmesine karşın bu akım Ortadoğu'da ve
Anadolu'da hızla yayılmıştır. Ölümden korkmayan ve onu ulaşılacak en yüce
mertebe olarak gören ikinci büyük temsilcisi ünlü ozan Nesimi de Halep'te derisi
yüzülerek öldürülmüştür. (1418) (...) 15. yüzyılın ortasında... Hurufilerin
önderi olan Fazıl Tebrizi ateşe atılarak diri diri yakılmış, diğer Hurufilerin
de boyunları vurulmuştur." (10)
Yine böylesi gerekçelerle bu dönemde öldürülenlere şu bir kaç örneği
verebiliriz:
Molla Lütfi: (Mevlana Lütfullah veya Tokatlı Lütfi olarak da anılır) 23 Ocak
1495'de At Meydanı'nda (Sultanahmet Meydanı) başı kesilerek öldürülür.
Molla Kabız: 3 Kasım 1527'de "din yolundan ayrıldığı" gerekçesiyle boynu
vurulur.
İsmail Maşuki: 1528'de boynu kesilerek öldürülür. Bosnalı Hamza Bali: 1561
yılında boynu kesilerek öldürülür. Yandaşlarından bir kısmı da kılıçtan
geçirilirler.
Şeyhülislam Ebusuud Efendi ve Fetvalar
Kadılar müftüler
fetva yazarsa
İşte kement işte boynum asarsa
İşte hançer işte kellem keserse,
Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan
Ebusuud Efendi 14.
yüzyılın sonları ve 15. yüzyılın başlarında yaşamış Osmanlı'nın ünlü
Şeyhülislamlarından biridir. Osmanlı'nın kanlı tarihi düşünüldüğünde tabi ki o
sadece bir örnektir. Onun fetvalarıyla yapılan işkence ve katliamlarda ölenlerin
sayısı belli değildir. İşte Ebusuud Efendi'nin fetvalarından birkaç örnek:
Ebusuud Efendi'nin Hallac-ı Mansur ile ilgili fetvası: "Soru: Birisi Hallac-ı
Mansur şeriata göre kafir olduysa, gerçeğe göre en yüce mümindir. Gerçekten de
Hallac'ın davası doğrudur dese ve inancı da bu yönde olsa bu kişiye ne yapılır?
Cevap: Hallac'ı Mansur'a yapılan yapılır" (11) Çeşitli rivayetlere göre Hallac-ı
Mansur gözleri oyulup ateşe atılarak ya da dereye atılıp boğularak ya da derisi
yüzülerek katledilmiştir.
Ebusuud Efendi'nin peygambere, Kuran'a ve İslamın kurallarına karşı olanların
katline ilişkin fetvası: "Soru: Bu konuda bazı kişiler o kişiye 'peygamber
yoluna (şeriattan) çıksa, peygamberi tanı utan...' deseler, o da öfkeyle 'ben
peygamber bilmem' dese dine göres kendisine ne yapmak gerekir? Cevap: O kişi
kafirdir. Öldürülmesi gerekir." (12)
Bu fetvaya dayanarak Anadolu'da Sünni inançtan olmayan nice insanın katledildiği
bilinir. Yüzyıllar sonra oruç tutmadığı için bıçaklanarak öldürülen insanları
katleden zihniyet de işte bu geleneğin devamcısıdır.
Ebusuud Efendi'nin Kızılbaş ve Alevi topluluğun ölümle cezalandırılmasını
isteyen fetvası: "Soru: Kızılbaş topluluğunun dine göre topluca öldürülmesi
helal midir? Bunları öldürenler gazi, bu öldürme sırasında ölenler de şehit olur
mu?
Cevap: Kzılbaşların topluca öldürülmeleri elbette dinimize göre helaldir. Bu en
büyük, en kutsal savaştır. Bu yolda ölmek de şehitliğin en ulusudur." (13)
Fetvayı yayınlayan şeyhülislamlar, dini önderler olarak kabul edildiğinden
onların ağzından çıkan her söz İslama inanmış geniş halk kitleleri nezdinde de
meşru görülür. Dolayısıyla Osmanlı hem dini, hem din adamlarını, egemenliğini
sürdürmek için sürekli kullanmıştır. Aynı zamanda halkın dini duyguları da
sömürülmüştür. Yüzyıllar sonra da Cumhuriyet döneminde iktidarlar, dini ve dini
kesimleri kullanma konusunda Osmanlı geleneğine bağlı kalmışlardır. Bu arada
şeriatçı kesimler de iktidar olabilmek, iktidara yakın olabilmek için egemenlere
koltuk değneği olmuşlardır.
Kanuni Sultan Süleyman'ın Nahçivan seferine çıkarken Diyarbekir Beylerbeyi Ayas
Paşa'dan doğudaki Alevilerin tamamen öldürülmesini istediği ferman, Osmanlı
zulmünün göstergesi olması açısından somut bir örnektir: "... Kızılbaş lekesi
olanlar hapis ile yetinmemeli, bu gibiler isabetli tedbirlerle elde edilerek,
habis vücutları ortadan kaldırılmalıdır. Kızılbaşlığa eğilim duyanlara
gecikmeden, fırsat ve mecal vermiyesin. (...) Kızılbaş haramilerinin memlekete
zarar vermelerine imkan ve fırsat vermemelerini buyurup, sağlıyasın." (14)
Halkların Birbirine
Düşman Edilme Girişimleri ve Hamidiye Alayları
Osmanlı, iktidarını sürdürebilmek için halkları, aşiretleri birbirine düşürme,
bölme ve kullanma politikasından hiç vazgeçmemiştir. Sultan IV. Murat döneminde
1639'da Malak (Malik) Ahmet Paşa, Diyarbekir Umumi Valisi tayin edilir. Ve
göreve başlar başlamaz Sancar Yezitlerine karşı büyük bir sefere çıkar. Bu sefer
sonucu Diyarbekir'de aşiret reislerini Osmanlı boyunduruğu altına alır. Osmanlı
bu dönem de valiler yoluyla, bazen büyük askeri birliklerin yardımıyla, bazen de
Kürt beylerini ve aşiret reislerini birbirlerine düşürmek yoluyla Kürt
beylerinin nüfuzlarını daraltır.
1849 yılında ise Osmanlı devleti Ermenileri Zeydun'da Kürtlere karşı kullanır.
Çeşitli hileler yoluyla halkların arası açılmaya çalışılır, birbirlerine düşman
edilmek istenir. Örneğin Osmanlı Sadrazamı Akçadağ'daki Kürt isyanını bastırmak
için Ermenileri yardıma çağırır, kabul edenlere onlara özerklik tanınacağı
sözünü verir. Bunun üzerine "...kimi Ermeniler Osmanlıyla birlik olup Akçadağ
bölgesine saldırıp Kürt aşiretlerine saldırıyorlardı." (15)
Tabi ki Ermenilere verilen sözler yerine getirilmiyordu. Ve bu tarz yöntemler
kullanarak, yani halkları birbirine düşman etmeye çalışarak iktidarını
sağlamlaştırmak politikasını egemenler yüzyıllar boyunca sürdürmeye devam
edecekti. Bunun adı kimi zaman Kürt-Ermeni, kimi zaman Türk-Kürt, Ermeni-Türk...
Kimi zaman Alevi-Sünni, Hıristiyan-Müslüman çatışması diye lanse edilecekti.
Hamidiye Alayları: Hamidiye Alayları'nın fikir babası Muşir Şakir Paşa'dır. 1890
yılında kurulan Hamidiye Alayları, aşiret yapıları esas alınarak örgütlenir.
Devletin bölgedeki merkezi gücünü artırarak ve Kürt feodal önderliğini merkeze
bağlayacak bir çözüm olarak düşünülen alaylar, ağırlıkla Rus-Kafkas sınırındaki
Kürt bölgelerinde kurulur. Her alayın başına aşiret reisleri belli bir maaşla
rütbe ve nişan verilerek tayin edilir. Alay haline getirilen aşiretler vergiden
muaf tutulur, işledikleri suçlara ilişkin olarak mahalli mahkemelerin yetkileri
kaldırılır. Devletin örgütlediği bu çetelerde sadece reisler maaş alır, çete
efradına silah ve mühimmatlarından başka bir şey verilmez.
İstediklerini elde edebilmeleri için Ermeniler hedef olarak gösterilir. Bu
yüzden, 1892'den 1894'e kadar Kürt ovalarında, süngülenen, asılan, kurşuna
dizilen ve sakat bırakılan Ermenilerin sayısı belli değildi. Zorla din
değiştirme olayları, hırsızlık, tecavüz ve cinayetler artmıştı...
Hamidiye Alayları'nın saldırdığı kesimler yalnızca Ermeniler değildi. Bölgedeki
Müslüman halk da benzer uygulamalarla karşı karşıya bırakılmıştı. Bu alaylar
başlangıçta iki alay olarak düzenlense de 1897 yılında 57 alaya kadar ulaşmıştı.
Hamidiye Alayları'nın halka yaptığı işkence sonucu 1905 yılında Diyarbakır'da,
1907 yılında Erzurum'da ayaklanmalar olur. Ve bu alayları İttihat ve Terakki
döneminde Jöntürkler de desteklemiştir. O günün Hamidiye Alayları 1990'larda
koruculuk sistemine dönüşerek ve aynı vahşeti sürdürerek devam edecektir.
19. Yüzyılda Ermeni Katliamları
1990 ve 1995 yıllarında Hınçak Partisi'nin Önderliğinde Ermeniler sorunlarını
hükümete duyurmak için gösteriler düzenler. Askerler müdahale eder ve birçok
kişi öldürülerek gösteriler kanla bastırılır. Ancak bu gösteriler sonrası
yaşananlar halkları birbirine düşman etme kırdırma politikalarının sonucudur.
Örneğin 30 Eylül 1895'de gerçekleşen Bab-ı Ali gösterisinde: "..Ermeniler
giderek kalabalıklaşır... Askerler önlem alır fakat yürüyüşü engelleyemezler,
göstericiler Bab-ı Ali'nin kapısına dayanırlar. (...) 30 Eylül'deki bu olaylar
öncesi yetkililer, Müslüman halkı kışkırtarak bazılarının silahlanmasını
sağlamıştı. Amaç; sırası geldiğinde bunları da devreye sokmaktı. Fakat bunlara
lüzum görülmeden askerler göstericileri kanlı bir biçimde dağıtırlar. Olaylar
bununla bitmez. Çeşitli semtlerde Ermenilerle-Müslümanlar arasında çatışmalar
olur. İttihat ve Terakki'nin kurucularından İbrahim Temo konuya ilişkin olarak,
"... olaylar İstanbul'u alt üst etmişti. Ahali büyük heyecan içindeydi. Kürtler,
Türkler, hamallar, işçiler, softalar ellerinde kalın sopalarla her tarafı
dolaşıyor, rastgeldikleri Ermeniler'in kafalarını parçalayarak telef
ediyorlardı" der. 30 Eylül 1895'de İstanbul'da başlayan olaylar Anadolu ve Batı
Ermenistan ve Kürdistan'a da yansır. İstanbul'daki olaylar üç gün geceli
gündüzlü sürer. İstanbul'daki soykırımda sadece iki günde 5.500 kişi öldürülür."
(16)
Bu olaylardan bir ay sonra bu kez Trabzon'da aynı olaylar yaşanır. Trabzon'da 2
Ekim 1895'de Trabzon Valisi ve askeri komutanına yönelik iki kişi tarafından bir
saldırı düzenlenir. Osmanlı da bu saldırıyı bahane ederek Ermeni halkına yönelik
saldırılar düzenler. Ermeni evleri aranmaya başlanarak, halk silahsızlandırılır.
Silah taşımaları zaten yasak olan Ermeniler tamamen savunmasız hale getirilir.
"8 Ekim'de Lazlar ve Türkler tekrar saldırıya geçerek önlerine çıkan Ermeni'yi
katletmeye başlar. Evler, dükkanlar yağmalanır. 600 Ermeni bu saldırı sırasında
katledilir. Tüm Ekim ayı boyunca Trabzon çevresinde Ermeniler'e yönelik
saldırılar bitmez. 34 köy yakılır. Bu arada toplam 2500 Ermeni katledilir" (17)
Ermeniler valinin oluşturduğu sıkıyönetim mahkemelerince tutuklanır ve
içlerinden 8'i idam edilir.
"Din-i Müslim Osmanlı"
Osmanlı'da yasa padişahın fermanı, Şeyhülislamın fetvasıdır... 2. Mahmut 1895
yılında Bektaşi Tekke ve Zaviyelerini kapatmak, Bektaşilerin malı arazi ve
vakıflarına el koymak ve Bektaşiler'i idamla cezalandırmak için Tekirdağ
Naibesi'ne bir buyruk gönderir. Çeşitli bölgelerde gönderilen fermanlarda şunlar
yazar: "Rumeli'de adı geçen tekke ve zaviyelerin bulundukları yörelerde (...)
kimi Rafiziler ve tanrıtanımazlar Hacı Bektaşi Veli'ye bağlılıkla ortaya
çıkarak; şeriata karşı çıkmışlar, namaz kılmamakta ve oruç tutmamaktadırlar.
(...) Bu durum İslami çevreleri derinden yaralamış ve katıma şikayet
edilmişlerdir. Bunların Rafizi, dinsiz ve dinden çıkmış oldukları, tümüyle
şeriat dışı hareket ettikleri anlaşılmıştır. Bunlar bulundukları bölgelerde
kadı, müftü ve ulemaca cezalandırılacak ve idam edilecektir. Başkentteki
Bektaşilerse küfür ve yanlışa saptıkları için tarafımdan cezalandırılacak ve
idam edilecektir. Şeriatın gereği olarak bütün Bektaşi tekkeleri yıkılacak ve
yokedileceklerdir." (18)
Fermanın gereği yerine getirilir. Burada şunu belirtmek gerekiyor; Osmanlı "din
sapkınlığı", "dine zararlı" suçlamasıyla bir takım kesimleri ortadan kaldırmaya
ya da sindirmeye çalışırken tek derdi iktidarını korumaktır. Yoksa fermanlarda,
fetvalarda geçen İslami kurallara uyumlu bir yaşamın sarayda esamesi dahi
okunmaz. Sapkınlıkların en büyüğü sarayda yaşanır. İslamı dillerinden düşürmeyen
padişah ve yandaşlarının dinle bir ilgileri yoktur. Tıpkı yüzyıllarca sonraki
egemenlerin din bezirganlığına benzemektedir yaşananlar.
Saraydaki cariyelerin büyük çoğunluğu, vezirler ve saray çevresinin hemen tümü
gayri-Müslimdir Örneğin... Birçok padişahın sapık ilişkileri halk arasında da
dilden dile dolaşmaktadır. Alemlerde, eğlencelerde yaşanan iğrençliklerin ne
Anadolu halklarının gelenek ve görenekleriyle ne de İslamla bir ilgisi vardır.
Lale devrinde "helva sohbetleri", "lalezar alemleri" düzenleyen 3. Selim,
yaptırdığı yalıların bahçelerinde lalenin 169 çeşidini yetiştirirken akşamları
sırtlarına mum konmuş kaplumbağalar lale bahçelerinde dolaşırlar. Ama Osmanlı
devleti İslamlaştırma, Sünnileştirme politikalarıyla halkların sömürülmesi ve
baskı altında tutulmasını istemektedir. Her şey iktidar içindir. Osmanlı'nın
Müslümanlığı da sahtedir...
"HASTA ADAM"
Avrupa'daki kapitalist gelişmeye, bilimsel-teknik devrime seyirci kalan Osmanlı
İmparatorluğu kendi içinde boy veren kapitalist unsurları da ezmeye yönelince,
Avrupa sömürgeciliğine teslim olmuş yarı-sömürgeleşme sürecine girmiştir. Avrupa
devletlerine tanınan ayrıcalıklar, kapitülasyonlar ve süregelen borçlanmalarla
sömürgecilerin pençelerine teslim olunmuş, Avrupalılar'ın dilinde "hasta adam"
olarak anılmaya başlanmıştır. Ve giderek bozulan ekonomik, siyasal, sosyal yaşam
"hastayı yataktan kalkamaz hale getirmiştir". Halktan alınan vergiler
artırılarak emekçiler görülmedik bir yoksulluğa terk edilirken, Osmanlı sultanlı
ilerleme adına "batıcılık" savunucusu kesilmiş, saraylarda zevk-ü sefa içinde
yaşayarak adeta halkla alay eder olmuşlardır. Bunun yanı sıra "batıcılık karşıtı
her hareket gerici" ilan edilmiş kanla bastırılmıştır. "Artık Osmanlı sarayında
padişahın atadığı sadrazamlar, devletin yaptığı sömürgecilik anlaşmalarına
kimlerle yaptığına göre değişmekte, sarayda adeta Fransa, Rus, Alman, İngiliz
emperyalistlerinin Osmanlı kılığındaki görevlileri gibi dolaşmaktadırlar."
Avrupa emperyalizmi, Osmanlı devleti içinde "Düyun-u Umumiye" Örgütü kurdurarak
kendi devlet tahsildarlarını Osmanlıya taşımıştır. 19. yüzyılın son çeyreğinde
tablo budur. Ve halka yönelik kitlesel katliamların yaşandığı yıllardır bu
yıllar...
Anadolu köylüsünün aşırı yoksulluğundan doğan tepkisi Ermenilere kanalize
edilmeye çalışılmış, görülmedik bir Müslümanlık propagandası tüm İmparatorluğu
kaplamıştır. Ermenilere yönelik katliamlarda önce asılsız söylentiler yayılarak
en küçük olaydan yararlanma yoluna gidilir. Ermenilere karşı Müslümanlar
silahlandırılmaya çalışılırken cami duvarları afişlerle donatılır. Yapıştırılan
afişlerde şunlar yazmaktadır: "Muhammed'in bütün evlatları ödevlerini yerine
getirmeli ve tüm Ermeniler'i öldürmeli, evlerini talan edip yakmalıdır. Kimse
sağ bırakılmamalıdır. Bu padişah emridir. Bu beyannameye itaat etmeyen herkese
Ermeni gözüyle bakılacak ve öldürülecektir." (19) Bu afiş, tıpkı Yavuz Sultan
Selim döneminde Alevi kırımı için verilen fetvaları andırır. Çünkü gelenek
aynıdır. Her şey iktidar içindir.
Abdülhamit'in Polis Devleti
Bu dönem İstanbul'da (1878) 4 bin kişilik bir hafiye ordusundan söz edilir. Bu
teşkilatın yanı sıra sayıları binleri bulan Jurnaciler vardır. Onursuzluğun
başlangıcı olan Jurnaciler arasında vezirler de bulunmaktadır. Abdülhamit,
babasını ihbar edip ödül alan insanlar yaratma onursuzluğuna sahiptir.
Abdülhamit İstibdatı'nın hafiyelik kurumu, polis örgütünün gücüyle
bütünleşmiştir. Hayatın her alanında her an devletin kadri-mutlak otoritesinin
emriyle gözetlendiğini bilen insanlar, gölgelerinden bile korkar hale
gelmişlerdir.
Tam bir polis devletini kurumlaştıran Abdülhamit devletin idare, iktisat,
askerlik, mahalli işleri ile din ve dışişleri gibi önemli işlevlerini de yerine
getirecek daireler kurarak başlarına kendine sadık olan kişileri getirmiştir.
Almanlar'ın gözetiminde düzenlenen polis örgütü, hafiyelik türünden bir sistemi
"genel güvenlik prensibi" haline getirmiştir. 1896 yılında yayınlanan polis
nizamnamesine göre; "Polis dürünu hanelerin ahvaline ve mahallata gelip giden
eşhase dair mahalle bekçileriyle muhtarlardan vesair, herhangi bir kimseden
devamlı şekilde malumat isteyecektir... Polisten mütemadiyen han, ev ve
dükkanları gizli ve açık şekilde tarassud edeceklerdir." (20) Polis
nizamnamesinin her bir maddesinin altında, İstibdat döneminin dehşeti yatar. Bu
dönem sivil polisler, bu nizamname sayesinde keyfi davranma hakkına da sahip
olmuş, hak ve özgürlüklerin gaspedilmesinde önemli roller üstlenmişlerdir.
Yine bu dönem Osmanlı'nın sürekli gündemde tuttuğu, kendisi için zararlı gördüğü
kişileri gizlice idam etme ve işkence uygulamaları devam etmiştir. Sanıklara
yapılan işkence örneklerinden birini Namık Kemal şöyle anlatıyor: "... Biçareyi
namına polis tesmiye ettikleri mazik-i istiraba gönderirler... Bu polis, içine
yan yana iki kişi sığmayacak kadar dar olan bir nevi dolaptır ki, yalnız
tepesinde ufak bir deliği vardır. İstintakta (sorguda) bulunan biçareyi güya
doğru söylemesine medar olmak için onun içine tıkarlar, kapısını kaparlar.
Ekmekle sudan başka bir şey vermezler. İçinde iskemle gibi bir şey olmadığından
herif oturamaz. Yatmak hiç mümkün değildir. Yalnız çarmıha çekilmiş gibi ayakta
durur." (21) Tabutluk mirasının kökenleri de buradadır. Amacı Namık Kemal'in
belittiği gibi "doğru söyletmek" değil, insan onurunu aşağılayarak kişiyi
düşüncelerinden soyutlayıp, teslim almak; yılgınlık yaratmaktır.
İttihat ve Terakki;
Devleti Kurtarmak Adına....
Abdülhamit'in tahtan indirilip Meşrutiyet'in ilanını sağlayan İttihat ve Terakki
partisi, kapitalizmi yaratma çabalarında bulunmuş, ancak girişimleri sonuçsuz
kalmıştır. İktidar sürecinde Partide emperyalistlerin uzantıları hizipleşmeye
başlamış, kimileri Fransız, kimileri İngiliz emperyalistleriyle, çoğunlukla da
Talat Paşa başta olmak üzere Alman emperyalizmiyle bağımlılık ilişkilerini
sürdürmeyi yeğlemiştir. Ülkenin sorunlarını çözmek için kendi halkına dayanan
politikalar değil, emperyalizmin sömürgecilik politikaları esas alınmıştır.
Meşrutiyet sonrası emperyalist tekellerle mücadeleye giren işçi sınıfına karşı
en sert tepkiyi bu nedenle İttihat ve Terakki göstermiş, onları ezmeye
çalışmıştır. Yine bu dönem Balkanlar'da gelişen ulusal ayaklanmalar vardır. Ve
komitacılık biçiminde mücadele yürütürler. Rum, Arnavut ve Bulgarlar'ın
oluşturduğu bu komitacılığa karşı yürütülen mücadelede 3. Ordu ve İttihat ve
Terakki, Abdülhamit geleneğinin sürdürücüsü olmuştur...
İttihat ve Terakki'nin başındakilerden Talat Paşa gayri-nizami savaş kurallarına
göre köy basan ulusal çetelere karşı savaşan bir kurmaydır. Osmanlı devlet
geleneği yargısız-sorgusuz infazlar, gazeteci katletmelerle bu dönemde de
sürmüştür... Teşkilat-ı Mahsusa (İttihat ve Terakki dönemi öncesi kurulmuş gizli
örgütü) hapishanelerde çok ağır cezalara hapsedilmiş insanları hapishanelerden
alarak Balkanlar'dan ve Kafkaslar'dan göç eden Müslüman gönüllülerden oluşan bir
birlik düzenler. Bu birlikler savaşın ilk yıllarında (Balkan savaşları) köyler
yakar, yağma ve talanda bulunur, cinayetler işlerler. Ayrıca İttihatçılar özel
işkencehane açmışlardır. Bu işkencehaneye ilişkin anlatımlarından bir örnek:
"Artık işkence sadece geleneksel yerlerde, polis karakolları hapishaneler de
değil, özel amaçlı binalarda yapılıyordu. Hükümet askerinde... o devrin bir tane
de gizli, ismi yok, cismi mevcut bir zindan, daha doğrusu bir işkencehane-
işkence yurdu diyemeyiz ya- vardı ki, kendi kabahatini örtercesine saklı
tutulmuş, gazetelerde ve kitaplarda bunun bahsi geçmemiştir, sır kalmıştır.
Nerede, hangi semtteydi o yer? Zamanın İstanbul Muhafızlığı Lokali'ne yakın
bulunması için Cağaloğlu seçilmiş, sokak içinde ve evler arasında ahşap bir
binaydı. Sadece on saat süren kısa bir misafirliğim dolayısıyla ben de orasını
görmüştüm...
İşkenceye uğramışların veya seyircisi olmuşların bizzat bana anlattıklarına göre
gizli zindandaki işkence usulleri Bekirağa Bölüğünde (Osmanlı'nın ünlü cezaevi)
yapılanlara benzemezdi. Benzemeyenler -tırnakları mengeneyle sökmek gibi- iz
bırakmazdı. Şeytanın aklına gelmez şeyler bile icat etmişlerdi. Bahsedilen
işkencehanenin bahçesinde ağaca bağlayarak, üste soğuk su dökerek günlerce
bekletmek özellikle uzun sakallı ve sarıklılara uygulanan, sakal ve sarıkları
ile tuvaletleri temizlemek sayılabilir...." (22)
İttihatçılar'ın özel işkence yeri olarak kullandıkları ikinci yer Bekirağa
Bölüğü olarak bilinen, bugün İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi
olarak kullanılan binadır. Bu binaya Abdülhamit ve İttihat Terakki döneminde
hemen her muhalefet mensubu bir kez uğramıştır. Bu yerin işkencehane olarak
kullanılmasına Abdülhamit döneminde başlanmışsa da buranın gerçek anlamda
"işkence teknolojisiyle" donatılması İttihatçılar'ın iktidarında olmuştur. İşte
bu yıllarda Meclis-i Mebusan'da da işkence olayları gündemdedir.
İttihat ve Terakki'nin Dersim Mebusu işkence yöntemlerini şöyle anlatıyor: "...
Bu işkenceler neden ibaretti? O'nu da anlatayım: İşkencenin çeşitli türlerini
uygulamışlar. Önce klasik olarak falaka. Bu falaka gayet kalın meşe sopasından
üretilmiş. Gerekli kızılcık değneklerini Mısır Çarşısı'ndan alırlarmış... Ve
bunlar suda ıslatılarak güya gerçeği söyletmek için çaresizleri falakaya
yatırıp, en az elli sopa... sanığın dayanıklılığına göre bu sayı artarmış. (...)
Şu gördüğünüz kanlı sopanın da orada çaresizler üzerinde kırılmış sopalardan
olduğu anlaşılacak. (Bir kamçı göstererek) bunun ile sanıkların size isbat
ederim ki dövüldüğü meydana çıkacak. (...) (elindeki bir zarfın içindeki camı
göstererek) şu gördüğünüz ufak şey işkence edilen adamın parmağından düşmüş
olacaktır." (23)
"Mebus Rıza Tevfik: .... bu koşullarda zulüm yeni değildir. Bu çok eskidir fakat
siz unutuyorsunuz galiba. İmam-ı Azam'ı da dayaktan öldürdünüz. İmam Hambeli
falakadan öldü." (24)
Aradan yıllar geçecek ve işkence hiç bitmeyecektir. Hemen her dönem işkence
olaylarına ilişkin bu tür anlatımlara rastlanacaktır...
İşkence daha gelişmiş, ince metotlarla uygulansa da özü hep aynı kalacaktır.
Amaç hep iktidarlarını tehdit eden güçleri yıldırmak ve korku salarak teslim
almaya çalışmaktır. İşkencehanelerin mekanları, isimleri değişecektir. Belki;
Bekirağa Bölüğü, Sansaryan Han, Ziverbey Köşkü, Gayrettepe, Vatan olacaktır...
Kimi zaman bir orman, boş bir arazi ya da çeşitli binalar... Sömürü düzeni
ayakta kalabilmek için zulme, vahşete devam edecek, Osmanlı geleneği
sürdürülecektir.
Cumhuriyet'in İlanı ve İdamlar
1923 yılında Cumhuriyet ilan edilir. Ülkeye Osmanlı'dan çok daha ileri yasalar
getiren Cumhuriyet'in kadroları, yine de kafa yapılarını Osmanlı'dan
kurtaramazlar. Güçsüzlükleri, ideolojik olarak onları büyük oranda etkiler.
Katletme, yukarıdan emirle kendi yasalarını çiğneme, olduğu gibi geçmişten
devralınır. Cumhuriyet'in idamları daha "insancıldır"...
Osmanlı "adaletini" yerine getirirken kurbanlarını inletir... feryatlar attırıp,
bağırtır... Kurbanın diri diri kazığa oturtulması, etinden sivri uçlu çengellere
asılması, Osmanlı "adaleti"nin infaz biçimlerinden bazılarıydı. İnfaz,
meydanlarda "ibret-i alem" olsun diye kalabalığın gözü önünde gerçekleşiyordu.
Osmanlı, idam infazlarını nerede, ne zaman yerine getireceğini günlerce
öncesinden ilan ederdi. Tellallar bağırıp, insanları "padişah efendimiz
hazretlerinin" iradesi dışına çıkanların akıbetlerini görmeye çağırırdı...
Cumhuriyet döneminde de uzun yıllar idam törenleri aleni yapılmaya devam etti.
"Vatan hainleri"nin sonunu görmek üzere köylerden, kasabalardan seyirciler
çağrılırdı. Bazen toplantıları seyredenlerin alkışlarıyla idam törenine
katılması da istenirdi. Cumhuriyet döneminde uzun yılar boyunca idam törenleri,
kasabalı ve kentli bir takım eşrafın yaşamında eğlence, piknik olanağıydı...
Bazen yanlarına yiyecek ve içeceklerini de alıyorlardı. Yiyip içerek "o renkli
anı" bekliyorlardı. Sonra eğlencenin en heyecanlı yerine; asılanın son anlarına
tanıklık ediyorlardı. Cumhuriyet döneminin "darağaçları gölgesinde piknik"
yaptırma organizasyonlarına 1967 yılında "ayıbı silmek" düşüncesiyle son
verildi. Bugünün yasaları ölüm cezalarının infazlarını kurallara bağlıyor.
Yasaya göre kişinin idamı için önce mahkemelerin karar vermesi gerekiyor. Sonra
ilk kararı veren mahkeme sivilse sivil, askeriyse askeri yargıtayın onayı
alınıyor. İdam dosyası bundan sonra meclise gönderiliyor. Adalet Komisyonu"ndan
sonra Genel Kurul'da varsa lehinde, ya da idam aleyhinde konuşmalar yapılıyor.
Ardından çoğunluğun "evet", Cumhurbaşkanı'nın da mühürlemesiyle formalite
tamamlanıyor ve darağacı kuruluyor.
İdam sehpalarıyla toplumu korkutup sindirerek kolayca yönetebileceğine inanan
cunta şefi Kenan Evren "asmayıp da besleyelim mi?" sözleriyle dünyada gelmiş
geçmiş diktatörlükler arasında ayrı bir yer almıştır.
İdam politikasının dışında muhalifleri yok etmenin, sindirmenin bir diğer yaygın
yöntemi ise "yerinde infazlar"dır. Yüzlerce insan evlerde, sokaklarda,
hapishanelerde katledilir.
Artık yasalardan idam cezasını kaldırıp "demokratikleşmeye" çalışan bugünün
egemenleri böylece Osmanlı'dan devraldıkları vahşet geleneğini çeşitli
kılıflarda gizlemeye çalışır. Örneğin 1984 yılında 2000 yılına kadar idam
infazları uygulamadığını (böylelikle ne kadar demokrat olduğunu) övünerek
anlatan oligarşi o günden bugüne binlerce devrimciyi katletmiştir. Cumhuriyet
döneminde de devletin çeşitli kesimleri ve kişileri kullanma geleneği devam
etmiştir. Yüzlerce, binlerce örnek sayılabilir belki ama en çarpıcılarından
birisi Topal Osman olayıdır.
Topal Osman İttihat ve terakki döneminin karanlık ilişkiler ağı içinde yer alan
ve Müslüman halka yönelik birçok katliamda adı geçen biridir. Kurtuluş Savaşında
Kuvva-i Milliye saflarında yer almıştır. Birçok ayaklanmanın bastırılmasında
aktif rol oynamıştır. Cumhuriyetin ilanı sonrası Kemalistlerle çelişkiye düşen
Lazistan milletvekili Ali Şükrü'nün öldürülmesini de Topal Osman üstlenir.
Kurbanını boğup cesedini toprağa gömmüştür... Kısa süre sonra tepkiler ve
cinayetin Topal Osman tarafından işlendiğinin anlaşılması üzerine Kemalistler
Topal Osman'ı bir evde kıstırırlar. Topal Osman çatışır, yaralı yakalanır.
Sonradan ölen Topal Osman'ın ölüsü Meclis'in kapısına asılır. Dünün devletin
sadık adamı artık haindir.
"İsyan Ettiler Devlet İsyanı Bastırmaya Gitti"
Cumhuriyet döneminin ilk katliam ve vahşet örnekleri Kürt isyanlarına yönelik
olanlarıdır.
1925 yılında Şeyh Sait önderliğinde başlayan Kürt isyanında Şeyh Sait ve isyanın
46 önderi idam edilir. Ama katliam bununla sınırlı kalmaz. Ve esas olarak halka
yönelik zulmün kitlesel boyutları köylerde, dağbaşlarında, yolboylarında, dere
kenarlarında katledilen onbinlerce insana ulaşır. Binlerce kişi ele
geçirildikleri yerlerde "anında ve yerinde infazlarla" katledilirler. "1930'da
Kahire'de Chirguh Beltch tarafından yayınlanan 'Kürt Sorunu' , adındaki kitapta
yer aldığına göre (bu dönem) 15 bin 383 kişi tek tek ya da topluca katledildi.
337 köy yakılıp yıkılarak tarihten silindi." (25)
1937'de ise dağları yeni bir yangın sarar. 1937 baharında uçaklarla, tank ve
toplarla "büyük taarruz" başlar. Gerekçe "isyan ettiler, devlet isyanı
bastırmaya gitti"dir "Büyük Taarruz"un durması için öne sürülen temel koşul
Seyit Rıza'nın teslim olmasıydı. Seyit Rıza teslim olduğu taktirde silahlar
susacak, katliamlar duracak, yakılıp yıkılan köyler onarılacak halka yardım bile
edilecekti. Ama 600 senedir olduğu gibi verilen sözler yerine getirilmez. Seyit
Rıza; oğlu ve arkadaşları ardı ardına Elazığ meydanında asılırlar. Ve "büyük
taarruz" durmaz. Taş taş üstünde bırakılmamacasına bombardımanlar devam eder.
Onbinlerce kişi toplu katliamların değişik yöntemleri kullanılarak yok edilir.
Bu kıyım ertesi yıl da sürer.
Dersim katliamları sırasında yaşanan vahşet örnekleri Osmanlı'yı aratmaz: "Tujik
dağı eteklerinde İksor vadisindeki büyük mağaralara sığınmış olan binlerce
çocuk, kadın ve kızlar bu mağaraların menfezleri (girişleri) Genelkurmay'ın emri
ve bilgisi altında çimento ile kapatılmak suretiyle mahvedilmişlerdir. Türk
askeri için yüz kızartıcı bu olayın vesikaları Genelkurmay dosyalarında mevcut
planlarla bu mağaralar 1.2.3. numaralılar dahi ağzından ateş yaktırılarak
içeriye boğucu tütsü verilmiş ve içerdeki insanlardan bir çokları dumandan
boğularak veya boğulmamak için dışarıya can atanlar dahi süngülenerek yok
edilmişlerdir." (26)
Bunların dışında birçok kadın, kız askerlerin tecavüzlerine uğramamak için
kendilerini uçurumlardan atarak intihar ederler. Sağ yakalanan kadınlara tecavüz
edilmesinin yanı sıra birçok köyde kadınlar ve çocuklar samanlıklara kapatılarak
yakılır, malları yağma edilir...
12 Temmuz 1938'de yaşanan katliamı R. Hatlı şöyle anlatılır: "...Haydutların
sığındığı, ağızları mazgallı taş duvarlarla kapatılmış mağaralar, cesur
askerlerimiz tarafından kuşatılmış, top ve makineli tüfek ateşinden başka 25.
Alaydan gönderilen istihkam müfrezesi tarafından tahrip kalıpları atılmak
suretiyle mağaralar tahrip edilerek içindekiler öldürülmüş, can havliyle dışarı
fırlayanlar da ateşle imha edilmişlerdir. Böylece tarama sahası içindeki
mağaralarda toplam 216 haydut imha edilmiş, ayrıca 12 haydut cesedi Munzur Suyu
üzerinde görülmüştür." (27)
Dersim Katliamı'na tanık olan F. Doğan ise şunları söylüyor: "...makineliler
kuruldu. Başladı taramaya. Tırrr tırrr... Kimse kurtulamadı. Bir tek Seyit
Rıza'nın yakın akrabalarından Musa'nın babası Rıza kurtuldu. (...) Fakat adamın
ortaya çıkması için bazı askerler çocuklarını süngüye takıp havaya kaldırdılar.
Bir kısmı da karısına tecavüz etti. Hepsi öldü. Ama adam gizlendiği yerden
çıkmadı." (28)
Karslı A. Demirtaş, Dersim Katliamı'nı yapan askeri birliklerde görevli süvari
eriydi. Katliama ilişkin anlatımları: "Köylüleri topluyor, bir araya getirip
'sizleri koruyacağız, kurtaracağız' diyerek dere kenarına veya uygun gördüğümüz
yerlere götürüp makineli tüfeklerle tarıyorduk. Kadın, çocuk, bebe, ihtiyar,
genç demeden hepsini öldürüyorduk. Subaylar 'hiç bir Alevi'yi sağ komayın,
öldürün' diyorlardı. Daha sonra cesetlerin başına erler kurtlar gibi
üşüşüyorlardı. Kollarını sıvalayıp bilezik, kolye gibi altınları kapmak için
yarışıyorlardı. Kadınlar için altın takmanın önemi büyük olduğundan kollarını
parçalayarak, kesilerek altınlar kapışılıyordu. (...) Yine bir gün cesetlerin
arasından bir çocuk sağ olarak çıktı. Tahminen 5-6 yaşlarındaydı. Eliyle sürekli
gökyüzünü işaret ediyordu; 'Yukarıda Allah var, korkmuyor musunuz' gibisinden.
Taranarak öldürüldü. Unutmak mümkün değil." (29)
Takvimler 1990'lı yılları gösterdiğinde ise, Kürt köyleri benzer işkence ve
katliamların yanı sıra dışkı yedirme, köylerin boşaltılması, tecavüz vb. birçok
olayla karşı karşıya kalacaktır. Kafası kesilen gerillaların, tank arkasına
bağlanıp sürüklenen Kürt insanının, kulakları, burunları kesilip koleksiyon
yapılan insan cesetlerine tanık olacaktır. Ve işte tam da bu süreçte bu işlerle,
devletin resmi ölüm mangalarıyla birlikte başrolü Hizbullah oynayacaktı...
Bu arada Şeyh Sait önderliğindeki Kürt ayaklanmaları bahane edilerek "Takrir-i
Sükun Yasası" gündeme gelir. Tek muhalif yasal partinin de kapatılmasıyla
"demokrasi korunup, kollanmaya" çalışılır... Takrir-i Sükun Yasası'yla genel
sansür ve sürgün dönemi başlar. Ve aynı dönemde "Şapka Devrimi" yasası
çıkarılır. "Modernleşmenin simgesi" kabul edilen şapkaya, Konya ve Kayseri başta
olmak üzere Giresun, Rize ve Maraş'ta "şapka giymek istemiyoruz" diye tepkiler
yükselir...
Askeri birlikler "Cumhuriyet'i kurtarmak" amacıyla silah başı yapar. Sıkıyönetim
ilan edilir. İsyan bastırılır... Öte yandan isyanın liderleri olarak "Gavur
İmam" ile "Osman Hoca" 31 kişiyle birlikte idam edilir; idam edilenlerden birisi
de kadındır.
Osmanlı geleneğine uygun olarak Erzurum'da sıra sıra darağaçları kurulur. 33
kişi bir anda ipe dizilir. Saatlerce asılı bekletilerek "ibreti alem" olması
için ölü bedenler sergilenir. Aynı dönemde Rize'deki gösteriler de denizden
Hamidiye Alayı'nın zırhlısının seri top ateşine tutulup, karadan askeri
kuvvetlerin de desteği ile engellenecektir. Sabit Tarakoğlu başta olmak üzere 8
kişi idam edilecektir...
İstiklal Mahkemeleri
1920'den sonra kurulan İstiklal Mahkemeleri durmaksızın idam kararları
üretiyordu. Mahkemelerin kararı üstünde bir başvuru mercii de yoktu. 1920'de
asker kaçakları ve askeri suç işleyenlere karşı kurulan ve üyeleri milletvekili
ve askerlerden oluşan İstiklal Mahkemeleri, daha sonraki süreçte muhalefeti
sindirme aracı olarak kullanılmaya başlar.
İstiklal Mahkemeleri'nin üç Ali'si; Kul Ali (Ali Çetinkaya), Küçük Ali ve Kılıç
Ali (Ali Kılıç) yıldırım hızıyla çalışıp, kasırga gibi ortalığı savurma da pek
ünlüydüler. Sanıkları dinlemez "toplanan deliller" ışığında iş görür ve
kararları verirlerdi. Ayrıca sanıkların savunmalarını da genellikle gereksiz
bulurlardı... 50 yıl sonra kurulan Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM) de
Aliler'in izinden gidecek ve geleneği sürdürecekti...
İstiklal Mahkemeleri için Meclis'e sunulan yasa önerisini desteklemek için
kürsüye çıkan dönemin Kastamonu Milletvekili Abdülkadir Kemal'in sözleri
"devleti kurtarmak için" egemenlerin neler yapabileceğinin, yaptığının güzel bir
örneğidir: "Osmanlı Devleti'nin tarihinde gayet mühim bir devir vardır. O
devirde iş görenler, binlerce insanı hiç bir meclis izni almaksızın öldürerek,
memleketi kurtarmışlardı. O devir Köprülüler Devridir. Korkup çekinmeye lüzum
yoktur. İcap ederse bu memleketi kurtarmak için beşyüzbin kişiyi idam etmeli ve
bundan asla çekinilmemelidir." (30)
İstiklal Mahkemeleri'nin idam ettiği insanların sayısı net olarak bilinmiyor.
Ama kimi araştırmacıların belirttiğine göre İstiklal Mahkemeleri'nde idam
edilenlerin sayısı savaşta ölenlerin sayısından fazladır. '40'larda kaldırılan
İstiklal Mahkemeleri'nden sonra idam cezaları faşist İtalya'dan getirilen
maddeler için uygulamaya konulur. Bu maddelerle sol muhalefetin gelişmesi
engellenmeye çalışılır.
Tek parti döneminden sonra, toprak ağaları ve tefeci ve tüccarların çıkarlarını
savunan Demokrat Parti'nin (DP) hak, hukuk, insan hakları söylevleri ortalığı
kaplar... İktidara geldikten sonra yaptıkları ise ibret vericidir. Ülkemiz
tarihinde ilk defa yasal bir yayın üzerine (Markopaşa) hükümet bildirgesinde
"bunlarla uğraşacağız" denir. En küçük bir muhalefete bile tahammül yoktur. Bu
dönem aynı zamanda emperyalizme kapıların sonuna dek açıldığı dönemdir. Ve bu
yıllar işbirlikçiliğin, vatan hainliğinin açıkça ilan edildiği vatanın yeraltı
ve yerüstü zenginliklerinin peşkeş çekildiği yıllardır. Efendiler ta o günlerde
bile "istikrar" istemektedirler... İstikrar ise; bu sömürü ve zulüm düzenine
karşı kimsenin ses çıkarmamasıdır. Tüm muhalifler özellikle İstanbul'da
Sansaryan Han'ın işkencehanelerinden geçirilir... Sansaryan Han'da bulunan
İstanbul Emniyet Müdürlüğü tam bir salhaneye dönüştürülür. İki yıla varan
tutukluluk süresi havasız, ışıksız, yoğun işkencelerle yaşanır.
"Mukaddesata El Uzatanlara Bunu Pahalıya Ödeteceğiz"
Atatürk'ün Selanik'te doğduğu evin bombalandığı haberi, İstanbul gazetelerinde
kışkırtıcı söylemlerle yer alır. "Mukaddesata el uzatanlara bunu pahalıya
ödeteceğiz" diye... Önce yerli Rum ve diğer gayrı-müslim halkın yoğun olarak
yaşadığı Beyoğlu, Karaköy, Tünel, Kurtuluş, Adalar ve Kumkapı'da başlayan
eylemler genel bir tahrip ve yağmaya dönüşür. Sonuç olarak 6-7 Eylül günlerinde
3 ölünün yanı sıra 30 kişi yaralanır. 73 kilise, 1 ayazma, 3 manastır, 1584'ü
Rum halka ait olmak üzere 5583 işyeri, ev, dükkan tahrip ve yağma edilir.
Eylemler son derece planlı bir şekilde gerçekleştirilir ve 52 yerde aynı anda
yangın çıkarılır.
Abdülhamit İstibdatı, İttihat ve Terakki dönemlerinin Ermeni sürgün ve
katliamlarındaki yöntemler, bu olaylarda da sonuna kadar uygulanmış devlet
güçleri şoven, terörcü özelliklerini bu dönemde her aşamada sergilemiştir. 6-7
Eylül olaylarında sorumlular hemen ilan edilir; "Komünistler" tutuklanmaya
başlar. Aziz Nesin, Kemal Tahir, Asım Bezirci, Hasan İzzettin Dinamo, Dr.
Müeyyet Boratav gibi isimlerin de aralarında bulunduğu pek çok insan gözaltına
alınır. Bu olayların yaşandığı dönem Celal Bayar Cumhurbaşkanı'dır.
Cumhurbaşkanı Celal Bayar "ben bir komitacıyım" diye tanımlar kendini... Şevket
Süreyya Aydemir bu sözlerin ne anlama geldiğini şöyle anlatıyor: "Komitacı adam
denildiği zaman teşkilatçılık dahil olmak üzere (...) gözüpek insanların evsafı
hatıra gelirdi. İttihat ve Terakki Balkan kavgalarından miras aldığı bu terimi
kendi iktidarı döneminde de yaşattı. İhtilalden önceki gizli çalışma devrinde,
gerçi bazı terör hareketlerine girişmiş, bazı zararlı saydıklarını öldürmüştü.
(...) Kendi taraflarından bazı gözüpek subayları, sivile naklederek, terörist
komiteciler olarak kullandı. Bazı gazetecilerin öldürülmesi ve benzeri
hareketlerin esiri idiler. Umumi Harp'te bunlar, Enver Paşa'nın emrindeki gizli
Teşkilat-ı Mahsusa'nın yürütücüleri olarak, her türlü işe sevkedildiler." (31)
Tehlikeli sayılan azınlığa yönelik "imha" girişimlerinin "gizli örgütler"
aracılığıyla hayata geçmesinin kökenleri ta Osmanlı'ya dayanıyordu ve Teşkilat-ı
Mahsusa'nın yerini Özel Harp Dairesi'nin aldığı çok açıktı... Ve kontrgerilla bu
tarihten sonra birçok cinayete, vahşi katliama imza atacaktı...
12 Mart Cuntası
Demokrat Parti'nin gerici, baskıcı iktidarına karşı, Kemalistler'in asker kanadı
27 Mayıs 1960 yılında iktidarı ele geçirir. DP liderleri idam edilir. Hazırlanan
yeni Anayasa'yla belirli bir "demokratik" hava getirilse de haklar ve
özgürlükler konusunda yeterli olamaz. '61 Anayasası'nın getirdiği kısmi
demokratik ortamda gelişen halk muhalefeti kendi içinde demokratik istemlerle
gelişmeye başlayınca egemenler, bundan büyük oranda rahatsız olurlar ve krizin
derinleşmesi sonucu 12 Mart 1971 tarihinde cuntaya başvururlar.
12 Mart, halka tarihinin en kanlı dönemlerinden birini yaşatır. Tüm hak ve
özgürlükler rafa kaldırılırken, 12 Mart döneminin Başbakanı Nihat Erim'in dediği
gibi "özgürlüklere bir şal örtülmesi gereği..." duyulur. İşkenceler,
yargılamalar, düzenin açık terörcü yüzünü ortaya çıkarır. İnsanlar
köşebaşlarında vurulur. Ziverbey Köşkü tarihe mal olur. Ülke bir anda cehenneme
çevrilir...
12 Mart'la birlikte yaşanan bir kısım katliamın yanı sıra, devreye sivil
faşistlerin ve islamcıların da kullanıldığı provokasyon ve katliam saldırıları
da sokulur. 16 Şubat 1969 tarihindeki Kanlı Pazar bunun ilk örneği olmuştur.
Devlet, 1960'lı yıllarda "Komünizmle Mücadele Dernekleri" adı altında
şeriatçıları, faşistleri örgütleyip kullanmaya başlamış, tarihe "Kanlı Pazar"
olarak geçecek bu katliamı yaratmıştı... Bu yıllar ülkede anti-emperyalist
mücadelenin yükseldiği yıllardır. Anti-emperyalist mücadele karşısında
İslamcılar ve faşistlerin örgütlenmesine izin verilir.
AP'den ayrılan bir grup Cumhuriyetçi Köyle Millet Partisi'ni (CKMP) kurar.
CIA'nın öğrencilerinden Alparslan Türkeş 1965'de bu partinin genel başkanlığına
getirilir. 1970 yılında kurulan Milli Nizam Partisi ise "islami kimlikli" bir
partidir. Kurucularının başında Nakşibendi Şeyhi Mehmet Zahit Kotku'nun müridi
Necmettin Erbakan vardır. Bu parti '71 cuntasından sonra 11 Ekim 1972'de Milli
Selamet Partisi (MSP) adını alır. CKMP bir süre sonra Milliyetçi Hareket Partisi
(MHP) adını alacaktır. Her iki parti devrimci mücadelenin geliştiği 1974 sonrası
Milliyetçi Cephe iktidarlarında yer alıp halka karşı saldırılarda başı
çekeceklerdir. Bu dönemde sivil faşistler pek çok cinayet ve katliam yaparlar.
Maraş, Sivas, Çorum ve Bahçelievler'de olduğu gibi devrimci-demokrat, Alevi
halka saldırıp katlederler.
MHP bu hizmetinin karşılığını devlet kurumlarında kadrolaşma sağlayarak alır.
"Bana sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz" diyecek olan dönemin Başbakanı
Süleyman Demirel'dir. Yine yıllar sonra Jandarma Genel Komutanı Teoman Koman
Hizbullah katliamlarını yapanlar için "onlar dini bütün vatandaşlardır"
diyecektir.
Halka karşı katliam ve sindirme olaylarında devlet tarafından kullanılan
yönlendirilenler arasında MSP'nin "vurucu gücü" olan Akıncılar ve AP'nin
özellikle 1970-1980 yılları arasında örgütlenmeye başlayan Hür-Genç adlı
kuruluşu pek çok ilde sola karşı, sivil faşist kadrolarla şiddet temelinde
işbirliği yapan İslamcı Milli Türk Talebe Birliği önemi rol alır. Şeriatçı
İntikam Tugayı, Türk-İslam Birliği Komandoları, Türk İntikam Tugayı, Esir
Türkleri Kurtarma Ordusu isimleriyle hareket eden kontrgerilla örgütleri bir
kitleselliğe sahip olmasalar da yine de kadro kaynağını "ülkücü" ve "İslamcı"
kesimlerden oluşturur ve birçok faili meçhul cinayet ve provokasyon eylemleri
gerçekleştirirler.
Bu örgütler devrimci diye bilinen insanları gözaltına alıp işkenceli sorgulardan
geçirip katlediyor; kablo ya da tellerle boğulmuş cesetleri televizyon ambalaj
kutuları içinde, çuvallarda, battaniye ve bezlere sarılı olarak şehrin bilinen
noktalarına bırakıyor; bu isimlerle eylemleri üstleniyorlardı. MHP'nin ünlü
itirafçılarından Nurullah Tevfik Ağansoy itiraflarında; 9 Nisan tarihinde
Ortaklar Caddesinde cesedi bulunan Onur Orcan, 25 Eylül 1979 tarihinde
battaniyeye sarılı cesedi ortaya çıkan İsmail Cengiz, 24 Şubat 1980 günü
Gültepe'de boğularak öldürüldükten sonra televizyon kutusuna yerleştirilen Veli
Erdem, 21 Mayıs 1980 tarihinde Mecidiyeköy Ülkücü Gençlik Derneği'nde işkenceyle
öldürüldükten sonra cesedi çuvala sarılarak bir okul arkasına bırakılan Cemal
Kır, 11 Haziran 1980 tarihinde cesetleri bulunan Necdet Demir ve Haluk Kaşıkçı,
2 Ağustos 1980 tarihinde Fulya Deresi'nde "komando düğümüyle" öldürülen
Selahattin Gelgöz'ü örnek gösterir.
Resmi ve sivil faşist güçlerin tüm çabalarına rağmen faşist terör, devrimcileri
ve halk muhalefetini bitiremez. Emperyalizm ve oligarşi açısından geriye tek yol
kalır. 12 Eylül 1980 tarihinde cunta işbaşına gelir.
"Kollama ve Koruma için 12 Eylül'de Yine..."
Cunta şefi Kenan Evren "huzur ve güven ortamını ordu eliyle en kısa zamanda
sağlanacağını" söylüyordu. Sağlandı da... Grevler yasaklanarak, sendikalar,
dernekler, partiler kapatılarak, parlamento feshedilerek, sıkıyönetim ilan
edilerek, patronların huzuru sağlandı. Ülkenin bağımsızlığı için mücadele eden
devrimciler, dağlarda, sokaklarda katledilerek, tutuklanarak ABD'nin emperyalist
tekellerin güvenliği sağlandı.
Cuntayı izleyen bir kaç yıl içinde 50 kişi idam edildi, 1 milyon 683 bin kişi
fişlendi, Nazilerin yaktığından daha fazla kitap yakıldı. 23 bin 667 derneğin
faaliyeti durduruldu, 650 bin kişi gözaltına alındı ve 210 bin davada 230 bin
kişi yargılandı. Birçok insan gördüğü ağır işkenceler sonucu sakat kalırken,
onlarca devrimci hayatını işkenceli sorgularda kaybetti.
İdam edilerek öldürülenlerin, basın aracılığıyla kötülenmesi, gözden düşürülme
çabaları da bir devlet geleneği idi zaten. Özellikle idam edelin devrimciler
konusunda din olgusu işleniyordu. Denizler'den beri bu tutum izleniyor son
anlarda imam istemedikleri aktarılıp yayılıyordu...
1983 yılının sonuna doğru, ordu kışlasına çekilecek, demokrasiye dönülecek
dendi. Seçimler oldu ve "sivil" bir iktidar işbaşına geldi. "Geri dönüş"ü
engellemek için, hak ve özgürlükleri yasaklayan, kısıtlayan '82 Anayasası
hazırlanarak, terör koşullarında bir referandumla halka onaylattırılmıştı. Artık
cunta, yaptığı ve devamını istediği her şeyi, bu Anayasa ile yasallaştırmıştı...
12 Eylül generalleri bir taraftan Haluk Kırcı ve Abdullah Çatlı gibi faşist
katilleri kendisi "istihdam" ederek onlara görevler verirken öte yandan
"tarafsız" görünebilmek için faşistleri de hapishanelere doldurdu. Devlet buydu
işte. Kullanır, işi bittikten sonra kaldırır bir kenara atardı...
Bu dönem kontrgerilla yeniden düzenlendi. Mücadelenin gelişimine paralel olarak
halka karşı yürütülen savaşın "görünmeyen" yüzünde Çatlılar, Kırcılar vardı.
'90'lı yıllarla birlikte, cunta yıllarını aratacak ölçüde devlet, terörünü
tırmandırdı. Özel Tim, JİTEM gibi kontrgerilla örgütlenmeleri yaratarak,
koruculardan bir ordu oluşturarak, askeriyle, mafyasıyla çeteleşen Susurluk
Devleti, binlerce devrimciyi yargılama gereği bile duymadan katletti, binin
üzerinde insan gözaltında kaybedildi. Halkın adaleti ile karşılaşan kontrgerilla
elemanı Turan Ünal, kayıpların ne için kaçırıldığını, nerede olduklarını bir bir
açıkladı. İnşaat halindeki emniyet vb. binaların temelleri, kimyasal madde
fabrikalarının kazanları kaybedilen devrimcilere mezar olmuştu...
Tarih 2 Temmuz 1993... Sıvas'ta kontrgerilla yine işbaşındaydı. Bu kez
İslamcılar ve faşistler maşa olarak kullanılmış ve Alevi, demokrat olarak
bilinen insanlar Madımak Oteli'nde yakılarak katledilmişlerdi. Katliam öncesi
yine bildik şeyler yaşandı... Geleneksel olarak yapılan Pir Sultan Abdal
şenlikleri ilk kez Sivas'da hem de Banaz'da kutlanacaktı. Günlerce öncesinden bu
şenliğin yapılmasına izin verilmeyeceği yollu bildiriler dağıtıldı. Dışarıdan
getirilenler gizlilik içinde vakıf yurtlarına yerleştirildi. 2 Temmuz günü
Sıvas'da yayımlanan yerel gazetelerde saldırıyı yönlendiren yazılar yazıldı. 35
insan diri diri yakıldı. "Din adına" "İslamiyet adına" bir kez daha kullanılmış
ve devletin maşası olarak rollerini oynamıştı İslamcılar...
Oligarşi "kullanılanlarla" ilişkilerinde hep karlıydı. Örneğin cunta, 12
Eylül'de MHP'lileri hapse atarken bile onları kullanmaya devam etti. "Can
güvenliği"nin en temel sorun haline geldiği bir ülkede kendini kamuoyuna kabul
ettirmesi için daha uygun bir manevra olamazdı. Aynı şeyi "irtica"yı tehlike
olarak ilan edip İslamcılara saldırırken de yapacaktı.
Şimdi Hizbullah'ın mezar evlerinin, Hizbullah'ın domuz bağıyla insanları nasıl
katlettiğinin haberleri "vahşet" denilerek anlatılıyor... Oysa bunların hiçbiri
yeni değildi ki...
Tarih 9 Ekim 1978 saat 20.00 Daha önce hazırlanan plan tekrar gözden geçirildi.
Durumdan iyice emin olmak için "İdi Amin" kod isimli Haluk Kırcı Bahçelievler
15. sokak 56/2 adresine tekrar gönderildi. Bahçelievler 15. sokaktaki 56 nolu
apartmanın 300 metre sağında trafonun yanında gözcü olarak Duran Demirkıran
bırakıldı. Apartmanın bir köşesinde ise Ömer Özcan gözcülük yapacaktı. 16.
sokağa giren küçük caddenin başındaki otomobilin içinde ise Abdullah Çatlı
vardı. Zile bastılar. İçeride Türkiye İşçi Partisi üyesi beş öğrenci vardı. ODTÜ
Elektrik Bölümü öğrencisi 23 yaşındaki Serdar Alten. Ankara Devlet Mimarlık
Akademisi öğrencisi 26 yaşındaki Hürcan Gürses. Ankara İktisadi ticaret
Akademisi gazetecilik bölümü öğrencisi 23 yaşındaki Efraim Ezgin. Hacettepe
Üniversitesi İstatistik Bölümü öğrencisi 20 yaşındaki Osman Nuri Uzunlar ve yine
aynı okuldan 20 yaşındaki Latif Can. Katiller evdeki öğrencilerin ellerini
arkadan bağlayıp yüzükoyun yere yatırdılar. Odaları dolabı arama yaptılar. Haluk
Kırcı "böyle devrimcilik mi olur, evde bir silah bile yok" dedi. Katiller
evdekilerin sayısının fazla olması nedeniyle aralarında biraz tartıştılar. Bir
de araba bekleyen Reis'e danışmaya karar verdiler. Kürşat Poyraz ve Ercüment
Gedikli dışarı çıkıp durumu anlattılar. Reis Çatlı kısa süreliğine yanlarından
ayrıldı ve döndüğünde onlara bir şişe eter ve pamuk getirmişti. Yerde yatan beş
gencin yüzüne sırayla etere batırılmış pamuğu bastılar. Tam bu sırada kapı
çalındı ve TİP'li iki öğrenci daha Faruk Erzan ve Salih Gevence de eve geldiler.
Bu iki öğrenci hemen arabaya bindirilip, İstanbul-Eskişehir yolunda Balmumcu
Yolu'nun 13. kilometresine götürüldüler. Burada iki öğrenci kafalarına üçer
kurşun sıkılarak katledildiler.
Katiller aralarında beş genci nasıl öldüreceklerini tartıştılar. Haluk Kırcı,
"ben iple boğarım" dedi. Osman Nuri Uzanlar'ı sürükleyerek mutfağa götürdü.
Telle boğazını sıktı. Ancak telle boğamayınca bir havluyla yüzüne bastırdı.
Dakikalar geçti. Osman Nuri Uzunlar havlunun altında can çekişiyordu. Uzunlar'ın
öldürülmesi uzun zaman aldı. Haluk Kırcı "bu böyle olmayacak, siz evden çıkın
ben hepsinin kafalarına sıkarım" dedi. Serdar Alten'in mide ve bağırsaklarını üç
kurşun; Hürcan Gürses'in kalp ve böbreğini üç kurşun; Efraim Ezgin'in başını
dört kurşun; Latif Can'ın akciğerlerini iki kurşun parçaladı... Tabancasındaki
kurşunları bitiren "İdi Amin" evden koşarak uzaklaştı...
Hizbullah kasetlerini yayınlamanın, "millet dinden imamdan çıkar" diye doğru
olmadığını iddia eden MHP'liler aynı zamanda hem Bahçelievler Katliamının hem de
Hizbullah cinayetlerinin suç ortaklarıydı oysa ki...
Bu katliamların hemen hepsi 700 yıllık bir devlet geleneğinin ürünüydü...
Hizbullah da bu geleneğin çocuğundan başka bir şey değildir.
Ergenekon’un anayasası da varmış
İtalya’da ‘Gladio’ olarak adlandırılan kontrgerilla türü yapılanmanın Türkiye’deki karşılığı olduğu iddia edilen ‘Ergenekon’un, anayasasının da olduğu ortaya çıktı.
Danıştay’a yapılan saldırının ardından yeniden gündeme gelen Ergenekon isimli örgütün organizasyon planının ve ideolojisinin anlatıldığı belgede ilginç ifadeler yer alıyor. Sabah Gazetesi’nin haberine göre 1999’da hazırlanan belgede, örgütün ‘21. yüzyılda resmî istihbarat kuruluşları yanında legal ve illegal örgütlere karşı da mücadele etme zorunluluğu’, bu nedenle de faaliyetlerini ‘yeni ve gelişmiş yöntemlerle sürdürmek zorunda olduğu’ belirtiliyor. 1999’da yeniden yapılanma sürecine giren Ergenekon, devlet birimleri içinde Kemalizm’i koruma ve ‘Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığını ortadan kaldırmaya yönelik tehditlere’ karşı organize edilmiş. Haberde Ergenekon’un, bu ‘kutsal’ hedefleri şeffaf bir biçimde değil, illegal bir yapı kurarak savunmayı hedeflediği ve siyasi suikastlardan narkotik trafiğine, entelektüellerin kullanılmasından naylon terör örgütleri kurarak terör dünyasına yön vermeye, ajan kullanmaktan dezenformasyona kadar sayısız faaliyeti meşru gördüğü dile getiriliyor. Özellikle emekli ve mevcut TSK mensuplarını kendi bünyesine çekmeye çalışan örgütte ‘her meslekten seçkin sivillerin de bulunduğu’ belirtiliyor. Güvenlik birimlerinin doğruladığı belgenin, halen 30-40 civarında bağımsız hareket eden ve yeraltına inmiş durumda olan ‘aşırı devletçi’ gruba ilham verdiği sanılıyor.”
İstanbul, Zaman
27.05.2006
Gizli savaşın esrarengiz örgütü - GLADİO - 2
NATO'nun İtalya'daki gizli ordusu Gladio'nun varlığını keşfeden yargıç Felice Casson oldu. Cason, Gladio'nun izine 1990 yılında aşırı sağ terör örgütlerin eylemleriyle ilgili olarak Roma'da yürüttüğü bir soruşturma esnasında girdiği askerî istihbarat servisinin arşivinde rastladı.
Bulduğu belgelerde bu birimin terör olaylarıyla yakın ilişkisi olduğu sonucuna vardı. Yargıç Cason, BBC'ye yaptığı bir açıklamada, muhafazakâr ve tutucu eğilimlerin güçlendirilerek, İtalya'da sol partilerin zayıflatılması için bu dönemde bir gerilim stratejisinin uygulandığını açıkladı. Çünkü Soğuk Savaş döneminin 1970'li ve 80'li yıllarında ABD ve İngiltere, güçlü bir İtalyan Komünist Partisi'nin Sosyalist Parti'yle oluşturacağı bir ittifakla, NATO ittifakı içerisinde önemli bir yeri olan İtalya'da iktidar olmasının, NATO'yu zayıflatacağından korkuyordu. Cason'u bu düşünceye sevk eden, geçmişteki birtakım terör olaylarına ilişkin olarak elde ettiği belge ve delillerdi. Cason'un bu dönemde uygulanan gerilim stratejisi konusunda ulaştığı en çarpıcı örneklerden birisi, 1972 yılında Peteano köyünde vuku bulan olaydı. Bu olayda, İtalya'nın paramiliter nitelikteki anti-terör ve istihbarat polisi olan Carabinieri teşkilatına mensup üç görevli, bulunduğu aracın bombayla havaya uçurulması sonucu öldürülmüştü.
Sivil ve askerlerden oluşan örgüt
Yıllarca, bu olayın sorumlusunun sol terör örgütü Kızıl Tugaylar olduğu sanıldı. Yargıç Cason ise, yapmış olduğu soruşturma ve ulaştığı belgeler ışığında bu olayın gerçek sorumlusunun aşırı sağcı bir terörist olan Vincenzo Vinciguerra olduğu sonucuna vardı. Vinciguerra, aşırı sağcı radikal bir örgüt olan Avanguardia Nazionale mensubu bir teröristti. Bu bulgular üzerine dosyayı yeniden açan Yargıç Cason, Vinciguerra'yı tutuklattı. Vinciguerra, aslında kendi gibi anti-komünist görüşe sahip güvenlik örgütleri mensuplarınca hapisten kaçırılabilirdi. Fakat bu gerçekleşmedi. 1984'teki duruşmalarda tanıklık yaptı. Bu bombalama olayı sonrasında bütün mekanizmaların harekete geçtiğini, Carabinieri örgütü, İçişleri Bakanlığı, gümrük teşkilatları ve gizli servislerin bu olayın arkasındaki ideolojik gerekçeyi benimsediklerini ifade etti. Vinciguerra, İtalya'da sivil ve askerlerden oluşan, silahlı kuvvetlere paralel, Sovyetler Birliği karşıtı gizli bir gücün olduğunu açıkça deşifre etmişti. Bu ifadelerin ortaya çıkardığı sonuç patlayıcı ve çeşitli silahlarla donanımlı, çok iyi eğitilmiş elemanları olan, olağanüstü bir yapılanmaya haiz, ‘Gladio' isimli gizli bir örgütün varlığı ve terörizmle ilişkili olduğuydu.
Bu ifadeler ve Yargıç Cason'un bulduğu diğer deliller üzerine, Gladio'nun bir terör örgütü olduğu ve CIA ve NATO tarafından ülkede terör eylemlerinin gerçekleştirilmesinde desteklendiği konusunda İtalya'da birçok insan ikna olmuştu. Yargıç Cason'un desteğiyle bir grup İtalyan parlamenter, Senatör Giovanni Pellegrini'nin başkanlığında Gladio'yu soruşturmaya başladılar ve 1995 yılında 370 sayfalık bir raporu kamuoyuna açıkladılar. Raporda, Soğuk Savaş döneminde CIA'in, İtalya'da maksimum düzeyde bir serbestlik ve takdir yetkisi içerisinde çalıştığı sonucuna ulaştılar.
2000 yılında sol bir grup olan Gruppo Democratici di Sinistra tarafından Gladio'yla ilgili ikinci bir parlamento soruşturması gerçekleştirildi. Bu soruşturma neticesinde de çok açık bir biçimde, bu dönemde uygulanan gerilim stratejisinin PCI (İtalyan Komünist Partisi) ve PSI (İtalyan Sosyalist Parti)'ın iktidara gelmesini önlemek amacıyla ABD tarafından desteklendiği sonucuna ulaşılmıştı. Bütün bu katliamlar, bombalama eylemleri ve diğer birtakım operasyonlar, İtalyan devlet aygıtı içerisinde yer alan birtakım kişiler tarafından gerçekleştirilmiş ve son zamanlarda bunların Amerikan gizli servisleriyle bağlantılı bazı yapılarla ilişkili oldukları ortaya çıkmıştı. İtalyan Karşı-Casusluk örgütünün eski başkanlarından General Giandelio Maletti de, Mart 2001'de yaptığı bir açıklamada CIA'in İtalya'da terörizmi desteklemiş olabileceğini doğruluyordu. 12 Aralık 1969'daki Piazza Fontana katliamı olarak bilinen 16 kişinin öldüğü ve 80 kişinin yaralandığı olaydan sonra, bombaların bir kısmı ünlü bir solcu editör olan Giangiacomo Feltrinelli'nin villasına yerleştirilmişti. Böylece olayın sorumlusu olarak komünistler suçlanacaktı.
Zincirin en kanlı halkası: ‘Bologna Katliamı’
Piazza Fontana terör saldırısı, İtalya'da ‘gerilim stratejisi' uygulamasının başlangıcı olarak kabul edilir. Bu strateji içerisinde yer alan terör olayları zincirinin son halkası ise, 1980'deki Bologna Tren İstasyonu'nun bombalanması olayıdır ki ‘Bologna katliamı' olarak anılır. ‘Piazza Fontana bombalaması' olarak bilinen terör olayı, Banca Nazionale dell'Agricoltura (Ulusal Tarım Bankası)'nın Milan'ın Piazza Fontana semtinde bulunan şubesinin 12 Aralık 1969'da bombalanmasıdır. Bu eylemin daha sonra aşırı sağ örgütlere mensup teröristlerce gerçekleştirildiği anlaşılmıştır. 1998'de David Carrett isimli bir Amerikan donanma subayı da İtalyan adaleti tarafından olayla ilgili olarak soruşturma kapsamına dahil edilmiştir. Vincenzo Vinciguerra'nın ifadelerine göre saldırının amacı, kamuoyunu bu eylemin komünist başkaldırının bir parçası olduğuna inandırmak ve İtalyan devlet ve hükümetini olağanüstü hal uygulamalarına yöneltmekti.
Bologna katliamı [Strage di Bologna] olarak bilinen olay ise, Bologna Tren İstasyonu'nun 2 Ağustos 1980 günü sabahı bombalanması olayıdır. Bu olayda 85 kişi ölmüş ve 200'den fazla kişi de yaralanmıştı. Bu olayla ilgili olarak aşırı sağcı Ordine Nuovo adlı bir örgüt suçlanmış, İtalyan gizli servisinin iki ajanı ve P2 mason locasının önde gelenlerinden Licio Gelli, soruşturmayı saptırmaktan mahkûm olmuşlardı. Olayın olduğu sabah tren istasyonu turistlerle doluydu. Üstelik kasaba bu olay için hazırlıksız yakalanmış, ambulanslar yetersiz kalmış, yaralılar özel ve toplu taşıma araçlarıyla nakledilmişlerdi. Francesco Cossiga tarafından yönetilen İtalyan hükümeti ve polis, ilk önce olayın kaza sonucu bir patlama olduğunu düşündü ve hemen ardından dikkatleri Kızıl Tugaylar örgütüne çekti. Bir süre sonra, yapılan soruşturmalarda olayın saptırılmaya çalışıldığı açıkça ortaya çıkmaya başladı. Bu süreçte, benzer olaylarda ülkemizde de olduğu gibi komplo teorileri havada uçuşuyordu.
Uzun ve sıkıntılı bir mahkeme süreci ve siyasal gündem oluştu. Olayın mağdurlarının aileleri, kamuoyunun dikkatlerini olayın üzerine çekmek ve bir sivil dayanışma oluşturmak amacıyla dernek kurdular. 23 Kasım 1995'te İtalyan Yüksek Mahkemesi (Corte di Cassazione) son kararını verdi. Mahkeme, Neo-faşist Valerio Fioravanti ve Francesca Mambro'yu bombalama eyleminin esas failleri olarak ömür boyu hapisle cezalandırılmalarını onayladı. P2 mason locasının başkanı Licio Gelli, Francesco Pazienza ve İtalyan gizli servisi SISMI'nin mensupları olan Pietro Musumeci ve Giuseppe Belmonte'nin mahkumiyetlerini onayladı. Yine Licio Gelli'nin arkadaşı ve neofaşist Ordine Nuovo örgütünün bir yan kolu olan ‘Armed Revolutionary Nuclei (ARN)' adlı grubun üyesi olan Stefano Delle Chiaie'yi olaya dahil olmakla suçladı.
Aslında bu olayın arakasındaki kışkırtıcıların ve siyasal motivasyonların nedeni tam olarak ortaya konulamamıştır. Ama yaygın kanaat, bunun bir Gladio operasyonu olduğuydu. Fakat bu olay, İtalya'da hâlâ unutulmuş değil. Her yıl ağustos ayının 2. günü, bu katliamı anma günü düzenlenmekte ve Bologna Belediyesi, bu olayın mağdurlarının aileleri tarafından kurulan Dayanışma Derneği'yle birlikte onların anısına uluslararası beste yarışması düzenlemektedir. Bu yarışma, kasabanın Piazza Maggiore Meydanı'nda bir konserle sona ermektedir. Ayrıca bombanın etkisiyle yıkılmış olan tren istasyonu tamir edilmiş olmakla birlikte, olayın hatırlarda kalmasını sağlamak amacıyla, istasyonun bulunduğu kaldırım orijinal haliyle bırakılmış ve ana duvardaki derin bir çatlak olduğu gibi bırakılmıştır. İstasyondaki duvar saati de olayın anısına, patlamanın gerçekleştiği saat 10.25 üzerinde kalıcı olmak üzere durdurulmuştur.
General Maletti'nin izlenimine göre bu dönemde Amerikalılar, İtalya'nın sola kaymaması için her şeyi yapabilirlerdi. Zira hükümetinden aldığı emirle CIA, İtalya'da sola kaymaları önleyebilecek düzeyde bir milliyetçilik hareketi oluşturmak istiyordu ve bu amaçla sağ terör örgütlerini kullanmış olabilirdi. Maletti'ye göre, unutmamak gerekir ki bu dönemde Başkan Nixon görevdeydi ve kendisi tuhaf ama çok zeki bir adamdı. Bu yönüyle hiç de ortodoks olmayan girişimlerin adamıydı. NATO'nun stay behind operasyonlarının İspanya ayağına kısaca baktığımızda ise, Soğuk Savaş dönemi İspanya’sının ağırlıklı olarak Francisco Franco'nun aşırı sağ dikatatörlüğü altında yönetildiğini görüyoruz. Franco, İspanya iç savaşındaki zaferinin ardından 1939'da iktidara gelmiş ve 1975'teki ölümüne kadar iktidarda kalmıştı. Şubat 1981'den Aralık 1982'ye kadar başbakanlık yapan Calvo Sotelo, basına verdiği bir demeçte, "Franco döneminde aslında hükümetin Gladio olduğunu" söylemişti. Yine Sotelo hükümetinin Savunma Bakanı olan Alberto Oliart da, İspanya'daki anti-komünist gizli ordunun 1950'lerdeki terör eylemlerini soruşturmanın çocukça olacağını, zira o dönemde Gladio'nun hükümet olduğunu düşünüyordu.(Doç.Dr.Ertan Beşe.Zaman.27-05-2006)
‘Cuntacı İhanet Örgütü’, Ülkemizde Hukukun Üstünlüğünü ve Devlet Otoritesini Bitirdi!
2006-05-27 Ulusalcılık Terörizmi
Ulusalcı
teröristlerini kullanarak
Danıştay saldırısını gerçekleştiren ‘İhanet Örgütü’, bu
kanlı eyleminde doğrudan Anayasal düzeni, Devlet otoritesini, yargı kurumlarını
ve hukukun üstünlüğünü hedef aldı. Gerçekleştirilen kanlı eyleme
rağmen, daha önce yargıya yapılmış olan baskılar meyvesini verdi ve azmettirici
– sorumlu Muzaffer TEKİN bütün kirli ilişkilerini itiraf etmesine rağmen
mahkemece serbest bırakıldı. Ne TEKİN’e, ne VKGB’ye, ne OYAK Özel
Güvenlik Şirketine hesap sorulamadı. Şemdinli İddianamesini hazırlayan Van
Savcısı Ferhat SARIKAYA hakkında soruşturma açılmasının ve meslekten
ihraç edilmesinin, yargı mensuplarını yıldıracağı ve gelecekte görevlerini
yapmalarına engel olacağı binlerce defa dile getirilmişti.
İhanet bukalemunu azınlıklar, Danıştay saldırısından sonra kuyruklarını koparıp
geride bırakarak tekrar gizlenmişlerdir. Muzaffer TEKİN ve Alparslan ARSLAN
arasındaki irtibat-finansör elemanı olan Ayhan PARLAK ortalık durulana kadar,
her türlü kötü ihtimale karşı ortadan kaybolmuştur; gelişmelerden cesaret bulan
PARLAK, TEKİN gibi teslim olacağını kendisiyle yapılan bir röportajda
belirtmiştir. PARLAK’ın, TEKİN’den PERİNÇEK’e, Sauna’dan TİT’e kadar
bağlantıları olduğunu gösteren yüzlerce delil bulunmaktadır. Cuntacı
Kirli İhanet Örgütü’nün ilişkilerinin, basit bir asayiş olayı gibi çözülmesini
ve delillendirilmesini beklemek, kesinlikle akılcı ve hukuki değildir.
Ortaya çıkarılan kirli bağlantılar ve açık deliller, Devletimizin ve
Milletimizin bekasını hedef alan bu pisliğin ortadan kaldırılması için
yeterlidir.
Adalet mekanizmasının aciz bırakıldığı ve baskı altına alındığı bu aşamada,
Devletimize düşen görev bu kirli yapılanmanın temizlenmesi için gerekli
siyasi ve idari tedbirleri almaktır. Yoksa, zamanında gereği
yapılmadığı taktirde, bu kirli provokasyonların bütün delilleri ve İhanet
Örgütü’nün gerçek yüzü, menhus bir darbe sonrasında herkes tarafından rahatlıkla
ve istemediğimiz kadar görülebilecektir.
‘Ulusalcı Mankurt’a Yapılmış Eylem Talimatı !!?
2006-06-04 Ulusalcılık Terörizmi
Eğitim
- Ama ben solcu değilim!??
- Ne demek “Ben solcu değilim” salak! Okuyacaksın! Sen bu memlekette “Darbeleri kim yapar, darbeler kime yapılır?” bilmiyor musun? Bırak şimdi Nutuk’u, Dokuz Işık’ı filan bir kenara… Senden iyi vatansever, senden iyi milliyetçi mi var lan!?
- Ocak’a gitmeyecek miyim?
- Ne Ocak’a gitmesi ARSLAN’ım, yeni ocağının VKGB olacağını daha anlamadın mı?
- Ne kamuflesi patron, anlamadım?!
- Ne bileyim işte, ‘Solcu’ görünümlüysen Che’nin hayatını oku, ‘Ülkücü’ görünümlüysen Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi oku, dinci görünümlüysen abdest almayı, namaz kılmayı filan öğren.
- Ben beceremem öylesini patron…
- Ne demek beceremem ulan… Biz yıllardır kamufleli yaşıyoruz…
- Tünelde ne yapıcaz patron?!
- Trencilik oynayacanız, salak!!! Orada size ateş etmeyi, bomba atmayı öğretecekler.
- Afrika’nın yer altı da zengin, ama sömürülüyor?!
- Sen biraz okumuşsun galiba. Aferin, ama şimdi bunların sırası değil.
- Niye ki?
- Hangi karakter senin kişiliğine uygunsa kendini onunla iyice bütünleştir. Ya Polat ol, ya Memati ol, ya Aldülhey ol… Yani kendin olma da, ne halt olursan ol!
7. Sık sık öğrendiklerinin pratiğini yap!
- Nasıl yani?
- Mesela eylemde yakalandın… Söyle bakalım, sen nasıl birisin?
- Ulusalcıyız ya patron!!
- Lan gerizekalı… Ne ulusalcısı? Bir saattir sana ne anlatıyoruz burada?… ‘Ülkücüyüm, Dinciyim’ diyecen…
Planlama
Hazırlık
- Başörtüsünü ne yapacam patron?”
- Başına bağlayacan!!?? Salak, gazetenin bahçesine bombayla birlikte atacaksın dedik ya… Gazete kupürünü de otoparkın içine atarsınız.
- Aldım patron, işte burada…
- Lan oğlum, bu bombaların MKE yapımı olmayanı yok muydu? Neyse…
- Patron şey diyecektim… şey…
- Tamam, tamam… Ciğer bekleyen kediler gibi bakmayın gözümün içine, alın şu parayla, çekleri…
Eylem
- Tamam patron, ‘Hovarda Bar’da hazırlıkları gözden geçiririz.
- Birahaneden başka eylem hazırlığı yapacak yer bulamadınız mı aptallar!!!
- Ya yakalanırsak patron?
- Darbeden sonra sizi Ağca gibi kaçıracağız, siz de kahraman olacaksınız.
- Pimi, bombayı atmadan önce mi çekecektik patron?!!
- Bombanın pimi çekmeden atılır mı geri zekalı! Sana öyle mi öğrettik? Ulan, Ülkücüleri sokağa dökemeyince kimlere kaldık be!
- Ne diyeceğimi heyecandan unutursam!!..
- Dangalak… Neyse, unutursan “Eylemde bunları söylemişti” diye başkalarına söyletiriz artık…
- Kameralar ya çalışırsa patron!!
- Şirkete kapattırdık dedik ya aptal!!!
- Patron, ya benden şüphelenirlerse?
- Panik yapma, öküz! Kimliğini göster, geç.
- Arabadaki Vakit kupürünü ne yapacağım patron?
- Okuyacak değilsin herhalde, gerzek! Danıştay’ın önünde yere bırak.
Yakalanırsan
- Üzerimde VKGB kartvizitiyle, Ulusal Kanal kimliği kalmış??!!
- Onların üzerinde ne işi var salak! Ne o lan, yoksa, leblebi kadar beyninle kendini mi sağlama almaya çalışıyorsun?
- Tam öğrenememiştim, patron…
- Geri zekalı!!! Boşuna mı eğitim vermiştik. O zaman yemek yeme, oruç tut bari..
- Ama patron, onlar benim annemle babam…
- Kes lan! Perinçek’in herkes için söylediği gibi, onlar da Amerikan ajanı!
http://www.kursadhareketi.org www.ulusalihanet.com
Tüyler ürperten diyalog!
|
|
JANDARMANIN
Şemdinli bilmecesini çözecek telefon kayıtları gün ışığına
çıktı. 31 klasörlük Şemdinli dosyasında, Seferi Yılmaz’ın kitabevinin
yakılmasından hemen sonra F.B. ile M.S. arasında geçen Kürtçe
konuşmalar, olayın dehşetini ortaya koyuyor. İşte Kürtçe konuşmalar: |
12.03.2006 PAZAR |
|
Bir dönem ‘hükümetler yıkıp hükümetler kuran baronlar kulübü' olarak bilinen Büyük Kulüp'te kongre heyecanı gergin başladı. Emekli Orgeneral Çevik Bir ve emekli Orgeneral Aytaç Yalman gibi paşaların karşılıklı listelerde yer aldığı yarışta, başkan adayı Avukat Yağız Ali Dağlı, ağır iddialar ortaya attı. Dağlı, rakipleri için “Elinden biberonu alınan çocuklar gibi bağırmaya, tırnaklamaya başladınız.” ifadesini kullandı. Listesinde bulunan adaylara telefonlar edildiğini ve bu kişilerin ‘şerefsizlikle’ itham edildiğini öne süren Dağlı, “Daha da ileri gidildi. Çok kıymetli ağabeylerimiz telefonlarına sarılarak üyelere mesaj çekti. Rakibim için oy istedi.” dedi. Kongrenin ilk gününde genel kurul toplantısı yapılarak mevcut yönetimin faaliyet raporları görüşüldü. Kulübün 10 yıldır başkanlığını yürüten işadamı Duran Akbulut'un rakibi, eski avukatı Yağız Ali Dağlı oldu. Her iki adayın listesinde birçok ünlü isim dikkat çekerken Duran Akbulut'un seçim kozlarından birinin 28 Şubat'ın kudretli paşalarından Çevik Bir olduğu görüldü. Bir önceki kongrede Akbulut'a karşı muhalif listede yer alan Çevik Bir Paşa bu kez Akbulut'un Balotaj Kurulu adayları arasında yer alıyor. Yönetim kurulu adayları arasında ise Hazine ve Dış Ticaret eski Müsteşarı Tevfik Altınok, eski Devlet Bakanı Yüksel Yalova ve eski İstanbul Ticaret Odası Başkanı (İTO) Atalay Şahinoğlu da bulunuyor. Eski Adalet Bakanı Mehmet Moğultay, eski Harp Akademileri Komutanı emekli Orgeneral Necati Özgen, emekli amiral Nezih İşeri, eski Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarı İlhan Kesici ve eski İTO Başkanı Mehmet Yıldırım, Akbulut'un disiplin kurulu adayları arasında yer alıyor. Diğer aday Avukat Yağız Ali Dağlı'nın listesinde disiplin kurulu adayı olarak eski Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman öne çıkıyor. Dağlı'nın yönetim kurulu adayları arasında Oyakbank Başkan Vekili Mehmet Özdeniz, Yeditepe Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Sedefhan Oğuz, Celal Bayar'ın torunu Prof. Akile Gürsoy gibi isimler bulunuyor. Genel kurulda konuşan Dağlı, mevcut yönetime eleştiriler yöneltti. Üyeler arasında ayrımcılık ve hesapsız yatırımlar Dağlı'nın yönelttiği eleştirilerden bazıları oldu. TMSF'nin Uzan mallarını satışa çıkardığı ihalelere girerek dikkatleri toplayan Dağlı, Büyük Kulüp'e yaraşır bir seçim süreci yaşanmadığını iddia etti. Ahmet Dönmez, İstanbul 12.03.2006 |
Şemdinli olayları ile ilgili hazırlanan iddianamenin dipnotlarında Jandarma’nın yasadışı istihbarat faaliyetlerinde bulunduğuna yer veriliyor. |
|
Van Savcısı Ferhat Sarıkaya tarafından hazırlanan iddianamede Jandarma’nın polis bölgesine müdahale ederek istihbarat faaliyetleri yaptığı, bu faaliyetin yasalara ve İçişleri Bakanlığı genelgesine aykırı olduğu kaydediliyor. Şemdinli’de istihbarat çalışması yapan astsubaylara, yasal çerçevenin dışında talimat veren komutanların suç işledikleri kaydedilen dipnotta, bu komutanlar hakkında Askeri Savcılıkça işlem yapılması gerektiğine işaret ediliyor. Savcı Sarıkaya’nın Jandarma’nın sahası dışında istihbarat faaliyeti yapmasının yasadışı olduğu yönündeki görüşleri adeta hukuki müteala niteliğinde. Savcı Ferhat Sarıkaya, 5397 sayılı kanunla yapılan düzenlemede Jandarma’nın istihbarat yapabilmesinin “görev ve sorumluluk sahasıyla” sınırlandırıldığına dikkat çekerek, sözkonusu yasa değişikliği ile Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi Başkanlığı’na yurt genelinde istihbarat yapma yetkisi verilirken aynı kanunun ikinci maddesinde Jandarma Genel Komutanlığı’na sadece kendi sorumluluk sahasında suçu önleyici amaçlı teknik istihbarat yapma görevi getirildiğine dikkat çekti. KANUN JANDARMA’YA İSTİHBARAT YETKİSİ VERMİYOR Yasa koyucunun Jandarma’nın istihbarat elde etmesini bizatihi kendisine bırakmayıp, bu konuda talep ettikleri istihbarat üretme yetkisine yönelik yasal düzenlemeleri TBMM’den geri çektiğine değinen Savcı Sarıkaya, 5397 Sayılı Yasa’nın komisyon görüşmelerinde sorumluluk sahasındaki bu tür ihtiyaçlarını polis ve MİT kaynaklarından sağlamasını daha uygun olacağının görüldüğü ve devamında kanun koyucunun bu düzenlenme ile Jandarma teşkilâtının sorumluluk sahası dışında istihbarat yapma yetkisini engellediğini belirtti. Dipnotta; İçişleri Bakanlığı’nın 18/01/2005 tarihli genelge ile her iki güvenlik teşkilâtını sorumluk bölgeleri konusunda uyardığına vurgu yapıldı. Sözkonusu genelgede, kolluk birimlerinin kendi sorumluluk alanları dışında gelişen herhangi bir suç hakkında bilgiye ulaşması durumunda; elde edilen bilgilerin o yerin sorumlu kolluk amirine iletileceği ve araştırma, soruşturma ve operasyonun o bölgeden sorumlu kolluk birimi tarafından yürütüleceğine değiniliyor. EMİR VEREN KOMUTANLAR SUÇ İŞLEDİ Savcı Sarıkaya, bu bağlamda Şemdinli olaylarına bakıldığında ise Hakkâri İl Jandarma Komutanı Erhan Kubat’ın şüpheliler Ali Kaya ve Özcan İldeniz’i Yüksekova ve Şemdinli ilçeleri bölgesinde bulunan örgüt mensupları hakkında bilgi elde etmek, istihbarî ve operasyonel faaliyetlerde bulunmak maksadı ile görevlendirdiği, bu görevlendirmede polis ya da Jandarma bölgesi ayrımı yapılmadığı, polis bölgesinde yapılan bu çalışmalar hakkında ilgili mülkî amirlerin ve polis birimlerinin bilgilendirilmediği, Jandarma’nın polis sorumluluk bölgesinde istihbarat çalışması yaptığını kaydetti. Dolayısıyla 2559 Sayılı Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu’nun, 2803 Sayılı Jandarma Teşkilât, Görev ve Yetki Kanunu, Jandarma Teşkilât Görev ve Yönetmeliği ile İçişleri Bakanlığı’nın 13.01.2005 tarihli genelgesine aykırı hareket edildiğini belirten Sarıkaya, Jandarma personelinin üstlerinden emir almış olduklarını öne sürseler dahi, emri verenin kanunlara aykırı davrandığı ifade etti. ASKERİ SAVCILIK İŞLEM YAPMALI Savcı Ferhat Sarıkaya, yasaya aykırı olarak yapılan istihbarat faaliyetleri ile ilgili olarak, Erhan Kubat, Erdal Öztürk ve Selahattin Uğurlu hakkında görevi kötüye kullanma suçunu işledikleri gerekçesiyle soruşturma evrakının Genelkurmay Başkanlığı Askerî Savcılığı’na gönderilmesine hükmetti. JİTEM’E DE SUÇ DUYURUSU YAPTI Savcı Sarıkaya, Jandarma’nın yasadışı istihbarat faaliyeti yapmasının yanı sıra Abdulkadir Aygan adlı PKK itirafçısının, Aram Yayıncılık’tan çıkan “İTİRAFÇI – ‘Bir JİTEMCİ Anlattı’” isimli kitabının III. baskısında JİTEM ve yaptığı faaliyetler ile ilgili verdiği bilgiler üzerine kitapta bahsi geçen JİTEM’in işlediği iddia edilen faili meçhul cinayetler ile ilgili olarak gereğinin taktir ve ifası için Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulundu. |
POLİTİKA |
09.06.2006 CUMA |
Danıştay saldırısı ile başlayan çete tartışması büyüyor. Eski Milli Eğitim Bakanı Hasan Celal Güzel, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) içerisindeki darbeci yapılanmanın sürdüğünü savundu. TSK içerisinde Erenler diye darbeci bir örgütün faaliyetinden haberdar olduğunu iddia eden Güzel, “Bu örgüt 28 Şubat kalıntısı. Batı Çalışma Grubu (BÇG) gibi bir örgüt. Bas bas bağırıyorum, yazıyorum, söylüyorum. Ama ‘böyle bir şey yoktur veya vardır’ diyen olmadı.” şeklinde konuştu. Milliyet yazarı Derya Sazak da çetenin operasyon hedefli olduğunu belirterek geçen 10 yıl içerisinde gerçekleşen olayların tek tek incelenmesi gerektiğini belirtti. 28 Şubat, Susurluk skandalı gibi siyasi kirlenmeyi ortaya koyan olayları yaşadığını ifade eden Sazak, “Susurluk’la bir tasfiyeye gidildi. Ama siyasi iktidar önemsemedi. Hatta dönemin başbakanı olayı ‘faso fiso’ olarak değerlendirdi. Ama toplumun aydınlık için bir dakika karanlık gibi eylemlerle katılımı oldu. Son 7-8 aya baktığımızda bunun yeni miladı Şemdinli’dir. Güneydoğu’da olaylar yatışmıştı; ama birdenbire Şimdinli’de 17 bomba patladı.” değerlendirmesini yaptı. Önceki gece Kanal 7 Televizyonu’nda gazeteci Nazlı Ilıcak’ın hazırlayıp sunduğu Sözün Özü programında son gelişmeler değerlendirildi. Hasan Celal Güzel ve Derya Sazak’ın yanı sıra Meclis Susurluk Komisyonu üyesi Fikri Sağlar ve İstihbarat Dairesi eski Başkanı Bülent Orakoğlu’nun katıldığı tartışma programında ilginç değerlendirmeler yapıldı. Danıştay saldırısının ardından başlatılan laiklik tartışmalarına değinen Hasan Celal Güzel, Cumhurbaşkanı ve anamuhalefet liderinin dolduruşa geldiğini söyledi. Saldırının arkasında ulusalcı bir gücün çıktığını ifade eden Güzel, şöyle devam etti: “TSK elbette ülkeyi savunacak. Evet onu yıpratmamamız gerekiyor. Ama içerisinde birtakım örgütler varsa bunlar çıkarılmalıdır. Silahlı Kuvvetler içerisinde hâlâ illegal yapılar bulunuyor. Ortaya çıkarılanlar her ne kadar üst komuta kademesine kadar gitmese de çetelerle irtibatlı olan kişilerdir.” dedi. Başbakanlık müsteşar yardımcısı olduğu dönemde devletin güvenlik koordinatörü olarak da görevlendirildiğini ifade eden Güzel, terör olaylarıyla ilgili toplantılar yaptıklarını söyledi. Türkiye dışında ülkeyi tehdit eden bir durumu tartıştıklarını ifade eden eski Bakan, “Şöyle böyle yapalım derken, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği’nden bir general, -şu anda ismini vermem doğru olmaz- ‘gönderin 2-3 tane ülkücüyü halledip gelsin’ dedi. O da vatansever bir general ve Türkiye menfaatini düşünüyordu.” şeklinde konuştu.
İstanbul, Zaman 09.06.2006 |