TACİRİN HİKAYESİ
Bir tacirin bir dudusu vardı, kafeste hapsedilmiş, güzel bir duduydu.
Tacir, Hindistan’a gitmek üzere yol hazırlığına başladı. Kerem ve
ihsan dolayısıyla, kölelerinin, cariyeciklerinin her birine “Çabuk
söyle, sana Hindistan’dan ne getireyim?” dedi. Her birisi ondan bir
şey diledi. O iyi adam hepsine, istediklerini getireceğini vad etti.
Duduya da “Sen ne armağan istersin, sana Hindistan elinden ne
getireyim?” dedi. Dudu dedi ki: “Oradaki duduları görünce benim halimi
anlat. Dedi ki: Sizin müştakınız olan filan dudu, Tanrı’nın takdiriyle
bizim mahpusumuzdur. Size selam söyledi, yardım istedi; sizden bir
çare, bir kurtuluş yolu diledi.
Dedi ki: Reva mıdır ben iştiyakınızla gurbet elde can vereyim. Sıkı
bir hapis içinde olayım da siz gah yeşilliklerde, gah ağaçlarda zevk
ve sefa edesiniz. Dostların vefası böyle mi olur? Ben şu hapis
içindeyim, siz gül bahçelerinde. Ey Ulular! Bir seher çağı şarap
meclisinde bu inleyen garibi de hatırlayın!
Dostların sevgiliyi anması, sevgiliye ne mutludur. Hele anan ve
anılanın biri Leyla, öbürü Mecnun olursa. Ey güzel endamlı sevgilinin
mahremleri! Kendi kanımla doldurduğum peymaneleri içmem reva mı?
Sevgili! Bana da bir nasip vermek istersen beni anarak bir kadeh iç!
İçerken bu yerlere serilmiş düşkün aşığı yad ederek toprağa bir yudum
şarap dök! Şaşılacak şey! Nerde o ahit, nerde o yemin? Oşeker gibi
dudağın verdiği vaadler hani? Bu kulun ayrı düşmesi, fena
kulluktansa... kötüye kötülükle mukabele edersen aramızda ne fark
kalır?
Fakat hiddetle, şiddetle senden gelen kötülük, sema’dan, çengin
namelerinden daha zevkli, daha neşeli. Ey cefası devletten daha güzel,
intikamı candan daha sevimli dilber! Ateşin bu... acaba nurun nasıl?
matem, bu olunca düğünün nice? Cevrinde öyle tatlılıklar var
ki...malik olduğun letafet yüzünden kimse seni hakkıyla anlayamaz. Hem
inlerim, hem de sevgili inanır da kereminden o cevri azaltır diye
korkarım.
Kahrına da hakkıyla aşığım, lütfuna da. Ne şaşılacak şey ki ben bu iki
zıdda da gönül vermişim. Tanrı hakkı için bu dikenden kurtulur, gül
bahçesine kavuşursam bu sebepten bülbül gibi feryat ederim. Bu ne
şaşılacak şey bülbüldür ki ağzını açınca dikeni de gül bahçesiyle
beraber yutar, ikisini de bir görür! Bu bülbül değil ateş canavarı!
Onun aşkıyla bütün kötü şeyler, kendisine hoş gelmekte! Güle aşık,
halbuki esasen kendisi gül, kendisine aşık, kendi aşkını aramakta!”
Can dudusunun hikayesi de bu çeşittir. Fakat nerede kuşlara mahrem
olan kişi? Nerede zayıf ve suçsuz bir kuş ki onun içine Süleyman,
askeriyle ordu kurmuş olsun! Şükür yahut şikayetle feryat edince yere,
göğe zelzeleler düşsün! Her demde ona Tanrı’dan yüz mektup, yüz
haberci erişsin; o bir kere “Ya Rabbi” deyince Hak’tan altmış kere
“Lebbeyk” sesi gelsin! Hatası, Tanrı indinde ibadetten daha iyi olsun;
küfrüne nispetle bütün halkın imanı değersiz kalsın! Öyle kişiye her
nefeste hususi miraç vardır. Tanrı, onun tacının üstüne yüzlerce
hususi taç koyar. Cismi topraktadır, Canı Lamekan Aleminde, O Lamekan
Alemi, saliklerin vehimlerinden üstündür. (vehimlere sığmaz.) O
Lamekan Alemi, vehmine gelen bir alem olmadığı gibi hayaline de
doğmaz.(ne idrak edebilirsin, ne tahayyül!) Cennetteki ırmak, nasıl
cennettekilerin hükmüne tabi ise mekan alemiyle Lamekan Alemi de, o
alemin hükmüne tabidir. Bu ilahi akıl kuşlarına ait olan bahsi kısa
kes, bu sözden yüzünü çevir, sukut et! Doğrusunu, Tanrı daha iyi
bilir. Dostlar biz yine kuş, tacir ve Hindistan hikayesine dönelim:
Tacir, Hindistan’daki dudulara, dudusundan selam götürmeyi kabul etti.
Hindistan uçlarına varınca kırda birkaç dudu gördü. Atını durdurup
seslendi, dudunun selamını ve kendisine emanet ettiği sözleri söyledi.
O dudulardan birisi, bir hayli titredi ve düşüp öldü, nefesi kesildi.
Tacir, bu haberi verdiğinden dolayı pişman oldu, dedi ki: “Bir cana
kıydım, Bu dudu, olsa olsa o duducağızın akrabası olacak, galiba
bunların cisimleri iki, canları bir. Bu işi neye yaptım, o haberi neye
verdim? Bu münasebetsiz sözle biçareyi yaktım, yandırdım.” Bu dil,
çakmak taşıyla çakmak demiri gibidir.
Dilden çıkan da ateşe benzer. Manasız yere gah hikaye yoluyla, gah laf
olsun diye çakmak taşıyla demirini birbirine vurma! Zira ortalık
karanlıktır, her tarafta pamuk dolu. Pamuk arasında kıvılcım nasıl
durur? Zalim onlardır ki gözlerini kapamışlar, söyledikleri sözlerle
bütün alemi yakmışlardır.
Bir söz, bir alemi yıkar, ölmüş tilkileri aslan eder. Canlar aslen İsa
nefeslidir; bir anda yara, bir anda merhem olurlar. Canlardan perde
kalkaydı; her canın sözü, Mesih'i’ sözü gibi tesir ederdi. Şeker gibi
söz söylemek istersen sabret, haris olma , bu helvayı yeme! Feraset
sahiplerinin iştahları sabradır, onlar sabretmek isterler. Helva ise,
çocukların istediği şeydir.
Sabreden, göklerin üstüne yükselir; helva yiyense geriler, kalır! “Ey
gafil! Sen nefis ehlisin, toprak içinde kan yiyedur! Fakat gönüle
sahip olan kişi , zehir bile yese o zehir bal olur.” Gönüle sahip olan
kişi, apaçık öldürücü bir zehir bile yese ona ziyan gelmez. Çünkü o,
sıhhat bulmuş, perhizden kurtulmuştur. Fakat zavallı talip (kemale
ermemiş salik), henüz hararet içindedir.
Peygamber buyurdu ki:”Ey cüretli talip! Sakın hiçbir matlup ile
mücadele etme!” Sende Nemrut’luk var, ateşe atılma, atılacaksan önce
İbrahim ol! Madem ki sen ne yüzgeçsin, ne de denizci... aklına uyup
kendini denize atma! Yüzgeç ve denizci, denizden inci çıkarır,
ziyanlardan bile bir hayli fayda elde eder. Kamil, toprağı tutsa altın
olur; nakıs, altını ele alsa toz toprak kesilir. O gerçek er, Tanrı’ya
makbul olmuştur, bütün işlerde onun eli Tanrı elidir.
Nakıs kimsenin eli ise Şeytan’nın, ifritin elidir. Çünkü Şeytan’nın
teklif ve hile tuzağına tutulmuştur. Kamile göre bilgisizlik bile
bilgi olur, nakısın bildiği bilgi ise bilgisizlik kesilir. İlletli
kimse, ne tutarsa illet olur. Kamil kafir bile olsa o küfür, din ve
şeriat haline gelir. Ey yayan olduğu halde süvari ile yarışa girişen!
Sen bu müsabakada kazanmayacak , onu geçmeyeceksin, iyisi mi, dur!
Melun Firavun’un zamanında sihirbazlar Musa ile kin güderek mücadeleye
girdiler. Fakat onu büyük tuttular, öne geçirdiler, ağırladılar. Zira
ona “Ferman senin. İstiyorsan önce sen asanı at” dediler.
Musa “ Hayır, ey sihirbazlar, önce siz büyülerinizi meydana koyun”
dedi.
Musa’ya karşı gösterdikleri o kadar hürmet , din sahibi olmalarına
sebep oldu; inat yüzünden de elleri ayakları kesildi. Sihirbazlar
Musa’nın hakkını anladıklarından evvelce işledikleri suça karşılık
olarak ellerini, ayaklarını feda eylediler.
Yemek yemek ve nükte söylemek, kamile helaldir; madem ki sen kamil
değilsin yeme ve sukut et! Çünkü sen kulaksın, o dildir; o senin
cinsinden değil, Tanrı, kulaklara “Ansitü” buyurdu.
Çocuk önce, süt emme kabiliyetinde doğar, bir müddet susar ve tamamı
ile kulak kesilir. Lakırdı söylemeyi öğreninceye kadar bir zaman
dudağını yumması, söz söylememesi gerekir. Kulak vermezse “ti ,ti “
diye manasız sözler söyler; kendisini alemin dilsizi yapar. Anadan
sağır doğan ise hiç dinlemediği için dilsiz olur; nasıl dile gelsin?
Çünkü söz söylemek için önce dinlemek gerekir. Söze, kulak verme
yolundan gir. Evlere kapılardan girin; rızıkları, sebeplerine teşebbüs
ederek arayın! Dinleme ihtiyacı olmaksızın anlaşılan söz, ancak
tamahsız ve ihtiyaçsız olan Tanrı’nın sözüdür.
Tanrı, yarattığını eşsiz, örneksiz yaratır; üstada tabi değildir.
Herkes ona dayanır; onun dayanacağı bir varlık yoktur. Ondan başka
bütün mahlukat; hem sanatında, hem sözünde üstada tabidir, örneğe
muhtaçtır. Bu söze yabancı değilsen bir hırkaya bürün, bir viraneye
çekil ve göz yaşı dök! Çünkü Adem, Tanrı itabından ağlamakla kurtuldu;
tövbekarın nefesi ıslak göz yaşlarıdır. Adem, yeryüzüne, ağlamak için,
daima feryadetmek, inlemek ve mahzun olmak için gelmiştir.
Adem, Firdevs’ten, yedi kat göklerin üstünden ayakları dolaşarak en
adi yere, ta kapı dibine, özür dilemek için gitti. Eğer sen de
Ademoğluysan onun gibi özür dile, onun yolunda yürü!
Gönül ateşiyle göz yaşından çerez düz. Bahçe, bulutla güneş yüzünden
yetişmiş, yeşermiştir. Sen göz yaşı zevkini ne bilirsin? Görmedikler
gibi ekmek aşığısın! Bu karın dağarcığından ekmeği boşaltırsan ululuk
incileri ile doldurursun. Önce can çocuğunu Şeytan sütünden kes de
sonra onu meleklere ortak yap.
Sen karanlık, mükedder ve bulanık oldukça bil ki melun Şeytanla süt
kardeşisin! Nur ve kemali arttıran lokma, helal kazançtan elde edilen
lokmadır. Çırağımıza katılınca söndüren yağa yağ deme, çırağı söndüren
yağa su de!
İlim ve hikmet helal lokmadan doğar; aşk ve rikkat helal lokmadan
meydana gelir. Bir lokmadan hasede uğrar, tuzağa düşersen; bir
lokmadan bilgisizlik ve gaflet meydana gelirse, sen o lokmayı haram
bil!
Hiç buğday ektin de arpa verdiğini gördün mü? Hiç attan eşek sıpası
olduğunu gördün mü? Lokma tohumdur mahsulü fikirlerdir. Hizmete
meyletmek ve o cihana gitmek azmi, ağza alınan lokmanın helal
olmasından doğar.
Tacir alışverişi bitirip muradına nail olarak evine geri geldi. Her
köleye armağan getirdi, her halayığa ihsan da bulundu. Dudu “ Bu kulun
armağanı hani? Ne gördün ve ne dedinse söyle” dedi.
Tacir, “Söylemem, zaten elimi çiğneyip parmaklarımı ısırarak,
cahilliğimden, akılsızlığımdan böyle saçma haberi niye götürdüm diye
hala pişman olup durmaktayım” dedi.
Dudu, “Efendim, pişmanlık neden, bu hiddete bu gama ne sebep oldu?”
dedi.
Tacir dedi ki: “Şikayetlerini sana benzeyen dudulara söyledim.
İçlerinden biri senin derdini anlayınca ödü patladı, titreyip öldü.”
Ben “Ne yaptım da bu sözü söyledim” diye pişman oldum ama bir kere
söylemiş bulundum. Pişmanlık ne fayda verir? Ağızdan bir kere çıkan
söz, bil ki yaydan fırlayan ok gibidir. Oğul, o ok gittiği yerden geri
dönmez, seli baştan bağlamak gerek. Sel önce bir kere coşup da etrafı
kapladıktan sonra dünyayı harap etse şaşılmaz.
Yapılan işin gayp aleminde eserleri doğar, o meydana gelen eserler,
halkın hükmüne tabi değildir. onların bize nispeti varsa da hepsi,
ancak tek Tanrı tarafından yaratılmıştır. Mesela Amr’e Zeyd bir ok
atar; o ok, Amr’i kaplan gibi yaralar. Yara, bir yıl kadar Amr’ın
vucudun ağrılar, sızılar meydana getirir. O dertleri, Hak yaratmıştır,
insan değil.
Oka hedef olan Amr, o anda korkudan ölürse, yahut ölümüme kadar
bedeninde yaralar, oluşursa, o ağrılardan, o illetlerden ölürse Zeyd’e;
ilk sebepten, ok attığından dolayı katil de! Hepsi, Tanrı’nın icadı
ise de o ağrıları Zeyd’e nispet et!
Ekin ekmek, nefes almak, tuzak kurmak, çiftleşmek de böyledir. Onların
sesleri hep Hak’ka mutidir (eken, nefes alan, tuzak kuran, çiftleşen
kuldur; bitiren, yaşatan, tuzuğa düşüren, doğurtan yahut bunların
aksini meydana getiren Hak’tır).
Velilerde Tanrı’dan öyle bir kudret vardır ki atılmış oku yoldan geri
çevirirler. Tanrı velisi, pişman olursa sebeplere eserlerin kapılarını
kapar (fiilleri neticesiz bırakır). Fakat bunu Tanrı eliyle yapar.
Tanrı kudretiyle; söylenmiş bir sözü söylenmemiş hale getirir. Bir
hale ki ne şiş yanar ne kebap! Bütün kalplerdeki nükteleri işitir,
gönüllerden o sözü yok eder.
Ey ulu kişi! Sana delil ve huccet gerekse “Min ayetin ey nünsiha”
ayetini oku. “Ensevküm zikri” ayetini de oku velilerin kalplere nisyan
koyma kudretini anla!
Veliler, hatırlatma ve unutturmaya kadirdirler; şu halde herkesin
gönlüne hakimdirler. Veli, unutturma kudretiyle bir kişinin istidlal
yolunu bağladı mı, o adamın hüneri bile olsa bir iş yapamaz.
Siz, yüce kişileri alaya aldınız, bundan bir şey çıkmaz sandınız ama
Kuran’da “Ensevküm” ayetini bir okuyun!
Şehir ve köye sahip olan, cisimlerin padişahıdır. Gönül sahibi ise
gönüllerinizin sultanıdır. Hiç şüphe yok ki işler, görüşlerin ferridir.
Şu halde insan, ancak göz bebeğinden ibarettir. Ben bunu, tamamı ile
söyleyemiyorum, çünkü merkez sahipleri (Peygamberler) men ediyorlar.
Madem ki halkı unutması, ve hatırlaması onun elindedir, imdatlarına da
o erişir.
O güzel huylarla huylanmış olan zat, her gece gönüllerden yüz binlerce
iyi ve kötü hatırayı giderir; gündüzün gönülleri, yine o hatıralarla
doldurmakta; o sedefleri, incilerle dopdolu bir hale getirmektedir.
Evvelki düşüncelerin hepsi, Tanrı’nın hidayetiyle sahiplerini
tanırlar. Uyanınca, sanat ve hünerin, sebepler kapısını açmak üzere
yine sana gelir.
Kuyumcunun hüneri demirciye gitmez, bu güzel huylunun huyu, öteki
kötüye mal olmaz. Hünerler ve huylar, kıyamet günü, çeyiz gibi
sahibine döner. Güzel olsun, çirkin olsun... bütün huylar ve hünerler,
sabah çağında sahiplerine gelir; nitekim posta güvercinleri,
gönderilen mektupları, yine uçtukları şehre getirirler.
Dudu, o dudunun yaptığını işitince titredi, düştü, kaskatı oldu.
Sahibi, onun böyle düştüğünü görünce yerinden sıçradı, külahını yere
vurdu. Onu, bu renkte, bu halde görerek yerinden fırlayıp yakasını
yırttı.
Dedi ki: “ Ey güzel ve hoş nağmeli dudu! Sana ne oldu, niçin bu hale
geldin? Vah yazık, benim güzel sesli kuşum! Vah yazık, benim
gönüldeşim, sırdaşım. Yazık, benim güzel nağmeli kuşum; ruhumun
neşesi, bahçem, çiçeğim! Süleyman’ın böyle kuşu olsaydı hiç başka
kuşlarla uğraşır mıydı? Vah yazık; ucuz bulduğum kuştan ne çabuk
ayrıldım! Ey dil, sen bana çok ziyan veriyorsun! Söyleyen sen olduktan
sonra ben sana ne diyeyim? Ey dil, sen hem ateşsin, hem harman! Ne
vakte kadar harmanı ateşe vereceksin? Can, ne dersen onu yapmakla
beraber gizlice yine senin elinden feryad etmektedir.
Ey dil, sen hem bitmez tükenmez bir hazinesin; hem dermanı olmayan bir
dertsin! Hem kuşlara çalınan ıslık, yapılan hilesin; hem yalnızlık ve
ayrılık zamanının enisisin!
Ey aman bilmez! Bana hiç aman vermiyorsun. Sen, yayını beni öldürmek
için kurmuşsun. İşte benim kuşumu uçurdun. Zulüm ve sitem otlağında az
otla! Ya bana cevap ver, yahut insafa gel, yahut da bana sevinç ve
neşe sebeplerinden birini an! Eyvah benim karanlığı yakıp mafeden
nurum; eyvah, benim gündüzü aydınlatan sabahım!
Vah benim güzel uçan; ta sondan başlangıca kadar uçup gelen kuşum!
Cahil insan ilelebet mihnete aşıktır. Kalk, “Fikebed” e kadar “La
uksimü” yü oku!
Senin yüzünü gördüm de mihnetten kurtuldum; senin ırmağında köpükten,
tortudan arındım. Bu eyvah demeler, bu acınmalar onu görmek, peşin ve
elde olan kendi varlığından kesilmek hayali iledir.
(Bu kuşun ölümüne sebep) Tanrı’nın gayreti (kıskanması) idi. Hak’kın
hükmüne çare bulunmaz. Nerede bir gönül ki Tanrı’nın hükmünden yüz
parça olmamış olsun!
Gayret (kıskançlık) de her şeyden gayrı olan; vasfı söze ve sese
sığmayan Tanrı gayretidir (kendisinden başka her şeyi kıskanır).
Ah keşke gözyaşım deniz olsaydı da o güzel dilberimin yoluna saçaydım!
Benim dudum, benim anlayışlı kuşum; düşüncelerimin, sırlarımın
tercümanı! Rızkını vereyim, vermeyeyim... benim enisimdi. İlk söylenen
sözlerden onu hatırlarım benimle ezeli bir aşinadır. O öyle bir
duduydu ki sesi, vahiden gelirdi; varlığı varlık meydana gelmeden
önceydi.
O dudu, senin içinde gizlidir. Sen, şunda bunda onun aksini görmüşsün.
O, kuş senin neşeni alır, fakat yine sen ondan neşelenirsin. Onun
yaptığı zulmü, adalet gibi kabul edersin.
Ey can uğruna canını yakıp duran! Canını yaktın, tenini aydınlattın.
Ben yandım, kavını tutuşturmak isteyen bana gelsin, benden tutuştursun
da çerçöpü alevlensin, yaksın! Kav, ateş alma kabiliyetindendir, şu
halde ateşi cezbeden kavı al!
Vah vah vah; yazıklar olsun... öyle bir ay bulut altına girdi!
Nasıl bahsedeyim? Gönül ateşi şiddetle alevlendi; ayrılık aslanı
çıldırdı, kan döker bir hale geldi. Ayıkken bile titiz ve sarhoş olan,
kadehi ele alınca nasıl olur? Anlatılamayacak derecede sarhoş olan bir
aslan, çayırlığa gelince oraya yayılmış yeşilliklerden neşelenir,
sarhoşluğu büsbütün fazlalaşır.
Ben kafiye düşünürüm; sevgilim bana der ki: “Yüzümden başka hiçbir şey
düşünme! Ey benim kafiye düşünenim! Rahatça otur, benim yanımda devlet
kafiyesi sensin.
Harf ne oluyor ki sen onu düşünesin! Harf nedir? Üzüm bağının çitten
duvarı.! Harfi sesi sözü birbirine vurup parçalayayım da seninle bu
üçü olmaksızın konuşayım! Adem’den bile gizlediğim sırrı, ey cihanın
esrarı olan sevgili, sana söyleyeyim. Halil’e bile söylemediğim sırrı,
Cebrail’in bile bilmediği gamı, Mesih’in bile dem vurmadığı, hatta
Tanrı’nın bile kıskanıp biz olmadıkça kimseye açmadığı sırrı sana
açayım.”
Biz (ma) kelimesi, sözlükte nasıl bir kelimedir? İspata ve nefye
delalet eden bir kelime. Halbuki ben ispat değilim; zatım, varlığım
yoktur ki ispat edilebilsin. (Varlığım olmadığından ) Nefiy de değilim
(yokun varlığı nefiy de edilemez, esasen olmadığı için yoktur da
denemez).
Ben varlığı yoklukta buldum, onun için varlığı yokluğa feda ettim.
Padişahların hepsi kendilerine karşı alçalana alçalırlar. Bütün hak,
kendisine sarhoş olanın sarhoşudur.
Padişahlar, kendilerine kul olana kul olurlar. Halk umumiyetle kendi
yolunda ölenin yolunda ölür. Avcı onları ansızın avlamak için kuşlara
av olmaktadır.
Dilberler; aşkları, canla, başla ararlar. Bütün maşuklar aşıklara
avlanmışlardır. Kimi aşık görürsen bil ki maşuktur. Çünkü o, aşık
olmakla beraber maşuk tarfından sevildiği cihette maşuktur da. Maden
ki aşık odur, sen sus artık. Maden ki o, kulağını çekmekte, sen
tamamıyla kulak kesil.
Sel akmaya başlar başlamaz önünü kes, yolunu bağla. Yoksa alemi
perişan ve harap eder, her tarafı yıkar. Fakat harap olmaktan niye
gamlanayım? Harebenin altında padişah hazinesi var! Hakka dalan kişi
daha ziyade dalmak, can denizinin dalgası altüst olmak ister.
Denizin altı mı daha hoştur, yoksa üstü mü? Onun oku mu daha ziyade
gönül çekici ve güzeldir, o oka karşı siper tutmak mı?
Şu halde ey gönül! Neşe ve sefayı cefa ve beladan ayırt edersen
vesveseye zebun olmuş olursun. Tutalım ki senin isteğinde şeker tadı
var; sevgilinin isteği, isteksiz murat ve maksadı terk etmek değil mi?
Onun her bir yıldızı yüzlerce hilalin kan diyetidir. Ona, alemin
kanını dökmek helaldir!
Biz değeri de bulduk kan diyetini de. Ve o yüzden can vermeye koştuk.
Ey aşık ! aşıkların hayatı ölümledir. Gönlü gönül vermeden başka bir
süretle bulamazsın. Yüzlerce naz ve işveyle gönlünü almak istedim;
sevgili bana istiğna yüzünü gösterdi, bahaneler etti.
“Bu akıl, bu can, senin aşkına gark olmuş değil mi ki?” dedim, dedi
ki: “Git, git; bana bu efsunu okuma! Ben, senin ne düşündüğünü bilmez
miyim? Ey iki gören! Sen, sevgiliyi nasıl gördün; buna imkan mı var?
Ey ağır canlı! Sen onu hor gördün; çünkü çok ucuz aldın! Ucuz alan
ucuz verir. Çocuk bir inciyi bir somuna değişir.
Ben öyle bir aşka gark olmuşum ki evvel gelenlerin aşkları da benim bu
aşkıma batmış, yok olmuştur, sonra gelenlerin aşkları da!
Ben, aşkı kısaca söyledim, tamamıyla anlatmadım. Anlatacak olsam hem
dudaklar yanar hem dil! Lep (dudak) dersem maksadım leb-i derya (deniz
kıyısı) dır; La (hayır) dersem muradım illa (ancak, evet) dir.
Tatlılıktan dolayı yüzümü ekşitmiş olarak otururum; fazla sözden
dolayı sükut etmekteyim. İsterim ki bu suretle tatlılığımız, yüzümüzün
ekşiliğiyle iki cihandan da gizli kalsın; bu söz, her kulağa girmesin.
Onun için yüz ledün sırrından ancak birini söylemekteyim.
Hak kıskançlıkta bütün alemlerden ileri gittiği içindir ki bütün alem
kıskanç oldu. O, can gibidir, cihan beden gibi. Beden; iyiyi, kötüyü,
canın tesiriyle kabul eder.
Kimin namazında mihrap ve kıblesi Ayn (Tanrı’nın zatı cemali) olursa
onun tekrar iman tarafına gitmesini ayıp ve kusur bil.
Padişaha esvapçıbaşı olan kişinin, padişah hesabına ticarete girişmesi
ziyankarlıktan ibarettir. Padişahla birlikte oturan kimsenin padişah
kapısında oturması yazıktır, aldanmaktır.
Bir kimseye padişaha elini öpmek fırsatı düşer de o, ayağını öperse
bu, suçtur. Her ne kadar ayağa baş koymak da bir yakınlıktır, fakat el
öpme yakınlığına nispetle hatadır, düşkünlüktür. Padişah, birisi
yüzünü gördükten sonra başkasına meylederse kıskanır.
Tanrı’nın gayreti buğdaya benzer, harmandaki saman da insanların
kıskançlığıdır. Kıskançlıkların aslını haktan bilin. Halkın
kıskançlıkları, şüphe yok ki Tanrı kıskançlığının fer’idir. Bunu
anlatmayı bırakayım da o, on gönüllü hercai sevgilinin cefasından
şikayet edeyim. Feryadedeyim, çünkü feryat ve figanlar, hoşuna
gidiyor. İki alemden de ona ancak feryed ve figan lazım. Onun
macerasından acı acı nasıl feryad etmiyeyim ki sarhoşlarının halkasına
dahil değilim. Onun gözünden ayrı, güne gün katan yüzünün vuslatından
mahrum bir haldeyken nasıl gece gibi kapkara olmam?
Onun hoş olmayan şeyi de benim canıma hoş geliyor. Ogönül inciten
sevgilime canım fede olsun! Naziri olmayan tek padişahımın hoşnut
olması için ben, hastalığıma da aşığım, derdime de. İki deniz gibi
olan gözlerimin incilerle dolması için gam toprağını gözüme sürme gibi
çekmekteyim. Halkın onun için döktüğü gözyaşları incidir; halk gözyaşı
sanır. Ben canlar canından şikayetçi değilim, hikaye etmekteyim.
Gönül,” ben ondan incindim” dedikçe, gönlün bu asılsız ve ehemmiyetsiz
nifakına gülmekteyim.
Ey doğruların medar-ı iftiharı! Doğrulukta bulun. Ey baş köşe! Ben
senin kapında eşiğim. Mana aleminde baş köşe nerede, eşik nerede? Ey
canı biz ve ben kaydından kurtulan! Ey erkekte kadında söze ve vasfa
sığmaz ruh! Erkek, kadın kaydı kalkıp bir olunca o bir, sensin. Birler
de aradan kalcınca kalan yalnız sensin. Kendi kendinle huzur tavlasını
oynamak için bu “ben” ve “biz”i vücuda getirdin. Bu suretle “ben” ve
“sen” ler, umumiyetle bir can haline gelirler, sonunda da sevgiliye
mustağrak olurlar.(Ben, biz, ben ve bizim, varlıkların varlığı ve
yokluğu, hulasa) söylediklerimin hepsi vardır, vakıdir. Ey kün emri,
ey gel denmekten ve söz söylemekten münezzeh Tanrı, sen gel!
Ten gözü, seni görebilir mi; senin gamlanman, neşelenip gülmen hayale
gelir mi? Gama, neşeye merbut olan gönüle, onu görmeye layıktır, deme!
Keder ve neşeye bağlanmış olan; bu iki ariyet vasıfla yaşar. Halbuki
yemyeşil aşk bağının sonu, ucu, bucağı yoktur. Orada gamdan ve neşeden
başka ne meyveler var! Aşıklık bu iki halden daha yüksektir; baharsız,
hazansız terütazedir.
Ey güzel yüzlü! Güzel yüzünün zekatını ver; yine pare pare olan canı
şerh et, onu anlat (dedim!).Fettan gözünün ucuyla ve nazla bir baktı
da gönlüme yeni bir dağ vurdu. Kanımı bile dökse ona helal ettim.
Helal sözünü söyledikçe o, kaçmaktaydı. Mademki topraktakilerin
feryadından kaçmaktasın. Kederlilerin yüreğine niye gam saçarsın? Her
sabah; doğudan parlayınca seni, doğu pınarı (güneş) gibi coşmak ta,
zuhur etmekte buldu.
Ey şeker dudaklarına paha biçilmeyen güzel! Divanene ne bahaneler
buluyorsun? Ey eski cihana taze can olan! Cansız ve gönülsüz bir hale
gelmiş olan tenden çıkan feryat ve figanı işit!
Allah aşkına olsun, artık gülü anlatmayı bırak da gülden ayrılan
bülbülün halini anlat! Bizim coşkunluğumuz gamdan neşeden değildir;
aklımız irfanımız, hayal ve vehimden meydana gelmemiştir. Nadir
bulunur bir halettendir; inkar etme ki Hak’kın kudreti pek büyüktür.
Sen bu hali insanların ahvaline kıyas etme, cevir ve ihsan menzilinde
kalma!
Cevir ve ihsan, mihnet ve neşe, gelip geçicidir. Gelip geçenlerse
ölürler; Hak onlara varistir.
Sabah oldu, ey sabahın penahı Tanrı! (Ben özür serd edemiyorum), bize
hizmet eden Hüsamettin’den sen özür dile! Aklı-ı Küll’ün ve canın özür
dileyeni sensin; canların canı, mercanın parıltısı sensin.
Sabahın nuru parladı, biz de bu sabah çağında senin Mansur şarabını
içmekteyiz. Senin feyzin bizi böyle mest ettikçe şarap ne oluyor ki
bize neşe versin! Şarap, coşkunlukla bizim yoksulumuzdur; felek;
dönüşte aklımızın fakiridir. Şarap bizden sarhoş oldu, biz ondan
değil... Beden bizden var oldu, biz ondan değil!
Biz arı gibiyiz, bedenler mum gibi. Tanrı, bedenleri bal mumu gibi
göz, göz ev, ev yapmıştır. Bu bahis çok uzundur, tacirin hikayesini
anlat ki o iyi adamın ne hale geldiği, ne olduğu anlaşılsın.
Tacir, ateşler, dertler, feryatlar içinde, böyle yüzlerce karmakarışık
sözler söylüyordu. Gah birbirini tutmaz sözler söylüyor, gah naz
ediyor, gah niyaz eyliyor; gah hakikat aşkını, gah mecaz sevdasını
ifade ediyordu. Suya batan adam fazla debelenir, eline geçen ota
tutunur. O tehlike zamanında elini kim tutacak diye can korkusuyla
şuraya, buraya elini sallar durur, yüzmeye çalışıp çabalar. Sevgili,
bu divaneliği, bu perişanlığı sever. Beyhude yere çalışıp çabalamak,
uyumaktan iyidir.
Padişah olan; işsiz, güçsüz değildir. hasta olmayanın feryat ve figan
etmesi, şaşılacak şeydir! Tanrı, ey oğul, onun için “Külle yevmin hüve
fi şe’n “ buyurdu.
Bu yolda yolun, tırmalan, son nefese kadar bir an bile boş durma!
Olabilir ki son nefeste bir dem inayete erişirsin. O inayet, seni
sırdaş eder. Padişahın kulağı, gözü penceredir; erkeğin canı olsun,
kadının canı olsun... bir can neye çalışırsa, onu duyar, görür!
Tacir ondan sonra duduyu kafesten dışarı attı. Duducuk, uçup bir
yüksek ağacın dalına kondu. Güneş, ufuktan nasıl süratle doğarsa o
dudu da, o çeşit uçtu.
Tacir, hiçbir şeyden haberi yokken kuşun esrarını bu işe şaşırıp
kaldı. Yüzünü yukarı çevirip “Ey bülbül! Halini bildir, bu hususta
bize de bir nasip ver! Hindistan’daki dudu ne yaptı da sen öğrendin,
bir oyun ettin, canımızı yaktın!” dedi.
Dudu dedi ki: “O, hareketiyle bana nasihat etti; “Güzelliği, söz
söylemeyi ve neşeyi bırak; çünkü söz söylemen seni hapse tıktı” dedi.
Bu nasihati vermek için kendisini ölü gösterdi.
Yani “Ey avama karşı da, havassa karşı da nağme ve terennümde bulunan!
Benim gibi öl ki kurtulasın. Taneyi gizle, tamamı ile tuzak ol.
Goncayı sakla damdaki ot ol. Kim güzelliğini mezada çıkarırsa ona
yüzlerce kötü kaza yüz gösterir.
Düşmanların kem gözleri, kin ve gayızları, hasetleri; kovalardan su
boşalır gibi başına boşalır. Düşmanlar kıskançlılarından onu parça,
parça ederler; dostlar da ömrünü heva ve hevesle zayi eder,
geçirirler.
Bahar zamanı, ekin ekmekten gafil kişi, bu zamanın kıymetini ne
bilsin! Tanrı lütfunun himayesine sığınman gerektir. Çünkü Tanrı,
ruhlara yüzlerce lütuflar döktü. Tanrı’nın lütfuna sığınman gerek ki
bir penah bulasın. Ama nasıl penah? Su ve ateş bile senin askerin
olur.
Nuh’a ve Musa’ya deniz dost olmadı mı? Düşmanlarını da kinle
kahretmedi mi? Ateş, İbrahim’e kale olup da Nemrut’un kalbinden duman
çıkartmadı mı? Dağ, Yahya’yı kendisine çağırarak ona kastedenleri
taşlarıyla paralayıp sürmedi mi? Ey Yahya! Kaç, bana gel de keskin
kılıçlardan seni kurtarayım, demedi mi? “ dedi” diye cevap verdi.
Dudu ona hoşa gider bir iki nasihat verdi, sonra “Allahaısmarladık,
artık ayrılık zamanı geldi” dedi. Efendisi dedi ki: “Allah selamet
versin git. Sen bana yeni bir yol gösterdin”.
Tacir kendi kendine dedi ki: Bu bana nasihatti. Onun yolunu tutayım, o
yol aydın bir yol. Benim canım neden dududan aşağı olsun? Can dediğin
de böyle iyi bir iz izlemeli.”
Mesneviden... |