ÖNSÖZ
Bu kitabı yazmaya karar verirken şunları düşündüm:
· Okuyucunun rahatlıkla anlayabileceği bir dille yazılmalıdır.
· Anlatılan konuların dayandığı ayet ve hadisler aktarılmalıdır.
· Soru cevap şeklinde düzenlenerek okunması kolaylaştırılmalı ve okuyucunun istediği bilgiye kısa sürede ulaşması sağlanmalıdır.
· Okuyanın kafası karışmamalı; soruyu okuduğunda zihninde uyanan merak, cevabı okuyunca zail olmalı, kafa karışıklığı, yerini itminana bırakmalıdır.
· Öncelikle aktüel olan, basında kafa karıştıracak şekilde yer alan ve tartışılan meseleler ele alınıp cevaplandırılmalıdır.
· Daha sonra, piyasada bulunan çoğu kitaplarda yer almakla beraber, dikkatten kaçan veya yanlış anlaşılan soruların cevaplarına yer verilmelidir.
Yukarıdaki prensipler dahilinde elinizdeki mütevazı eseri hazırlamaya çalıştım. Soruları itikad, amel ve diğer hususlar olmak üzere üç bölüme ayırarak birbirinin devamı olan konularda bütünlük sağlamaya gayret ettim. Soru ve cevaplar ayrı ayrı verildiği için, gerektiğinde okuyucunun sadece bir meseleyi okuma imkânı da olacaktır.
Mezheplerin, üzerinde içtihat birliği yapmadığı konularda, okuyucunun kendi durumuna göre bir karara varması için her mezhebin görüşünü yan yana nakletmenin uygun olacağını düşündüm.
Dini konularda bazen birden fazla cevap vermek mümkündür. Bu, İslam dininin insanlara geniş bir şekilde düşünüp yerine, zamanına ve ulaştığı bilgilere göre değişik içtihatlarda bulunma imkânı vermiş olmasından kaynaklanmaktadır. Asıl olan, konuları ehliyet ve samimiyet ile incelemektir. Ehliyet ve samimiyet bir arada bulununca, hidayet bunların ayrılmaz parçası olur.
İnsan ile yaratıcı arasındaki ilişki, işçi ile patron arasındaki ilişki gibi değildir. İşçi, acaba patron hakkımı veriyor mu, beni gereğinden fazla çalıştırıyor mu, diye düşünebilir. Patron da, acaba işçi verdiğim parayı hak ediyor mu, diye sürekli bir denetim mekanizması kurar. Bunlar doğaldır. Ancak kul, Allah’a karşı haklarını araştıran, onun kendisine haksızlık yapıp yapmadığını merak eden bir konumda olamaz. İnsana düşen Allah’ın rızasını kazanmak için sürekli bir çaba içinde olmasıdır. Allah’a gelince onun rahmeti daima gazabından fazladır. Allah, İslam dinini insanlar yorulsunlar, sıkıntıya düşsünler diye değil, hem bu dünyada hem de ebedi hayatta huzur içinde olsunlar diye göndermiştir.Yüce yaratıcının insanlar arasında peygamberler görevlendirmiş olması, rahmetinin bir gereğidir. Hz. Muhammed (SAV) için “Rahmeten lil-alemin” demesinin hikmeti de budur.
Önsözü şu örnekle bitirmek istiyorum: Ankara’nın 50 km. doğusunda bulunan bir adam, başkentin adresini bilmiyor. Rastladığı iki kişiye Ankara’ya hangi yoldan gidilebileceğini soruyor. Birinci adam, batıya doğru giderse 50 km. sonra istediği yere varacağını söylüyor. İkinci adam ise Ankara’ya varmak için doğuya doğru gitmesi gerektiğini, otuz dokuz bin dokuz yüz elli km sonra sorduğu adreste olacağını söylüyor. Ankara’ya gitmek isteyen adam, görünürde verilen adreslerden ikisinin de doğru olduğuna bakıp gideceği yönü tercih etmekte zorlanmamalıdır. İkinci adresi tercih etmek hiçbir mantıkla bağdaşmaz. Doğru olan, daima bize çok yakındır. İhlas ve takvadan ayrılmadan Kur’an’ı Kerim’e yapışan kişi hidayeti bulur. Başka adresleri tercih edenler ise, okyanusları geçemezler.
Cenab-ı Hak’tan hepimize gerçek kurtuluşu nasip etmesini diliyorum.
Ali BOZKURT
İTİKAD
1-CENAB-I HAK İNANMAMIZI NASIL KOLAYLAŞTIRMIŞTIR?
Allah (C.C.) hiçbir konuda işimizi zorlaştırmamıştır. İnanmamızı istediği esasları, kalbimizle tasdik etmemiz için de rahmetiyle muamele ederek, aklımıza hemen gelen, aşağıdaki kolaylıkları sağlamıştır:
*İnanma ihtiyacı bütün insanlarda fıtridir, yani doğuştan içlerinde tabii olarak vardır.
*Gönderilen peygamberlere bir takım mucizeler verilerek, tebliğe muhatap insanların inanmalarına yardımcı olunmuştur.
*Kur’an’ı Kerim çağları aşan sürekli bir mucize olarak gönderilmiş, böylece Hz. Peygamberden sonra yaşayan ve yaşayacak olan insanlar, devam eden bu mucizeye tanık olma imkânına kavuşmuşlardır.
*Peygamberler akıllı, güvenilir, günahsız, emanete riayet eden ve tebliğ görevlerini hakkıyla yapan insanlar arsından seçilmişlerdir.
*İnsanın düşünen, hayal eden, hatırlayan, uyuyan, uyanan, seven, nefret eden, mutlu olan ve ebedi yaşama arzusu hisseden mükemmel bir varlık olması, inanma konusunda işini kolaylaştırmıştır.
*Evrendeki muazzam nizam ve intizam, insanlara inanma ihtiyacını hissettirmiştir.
*İnanan insanın iç aleminde huzura kavuşması da, inanmanın gerekliliğini ortaya koymuştur.
2-İMAN NEDİR?
Sözlük anlamı olarak; bir şeyi veya bir sözü doğrulamak, içten gelerek benimsemek, şüpheye yer vermeden inanmak demektir.
Terim olarak; Allah’ın varlığını, Hz. Muhammed (SAV) in Allah’ın elçisi olduğunu ve elçilik göreviyle Allah’tan alıp insanlara bildirdiği dini bilgi ve hükümleri, hiçbir baskı ve zorlama olmadan, içten gelerek, kalbiyle tasdik etmektir.
Tanımdan da anlaşılacağı gibi, imanın yeri kalptir. Kalbiyle tasdik eden inanmış olur.
3-İMANIN ŞARTLARI NELERDİR? KADER DE İMANIN
ŞARTLARI ARASINDA MIDIR?
Kur’an-ı Kerim’de imanın ilk beş şartı bir arada zikredilmiştir: “..Asıl iyi olan kimse, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaba, peygambere inanan...dır.” (2.Bakara/77) “Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, şüphesiz derin bir sapıklığa sapmıştır.” (4.Nisa-136)
Kader konusu ise diğer ayetlerde yer almıştır: “..O’nun katında her şey bir ölçüye göredir.” (13.Rad-8) “Her şeyi yaratıp bir ölçüye göre takdir etmiştir.” (25.Furkan-2) “Şüphesiz biz her şeyi bir ölçüye göre yaratmışızdır.” (54.Kamer-49)Bu ayetler, imanın ilk beş şartını sayan ayetlerle birlikte düşünüldüğünde kaderin de iman esasları arasında olduğu anlaşılmaktadır.
Ayrıca meşhur Cibril hadisinde Hz. Muhammed (SAV), “İman nedir?” sorusuna verilen cevap şöyledir: “İman; Allah’ın meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe inanmandır. Kadere yani hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna da inanmandır.” (Prof. İ. Canan Kütüb-ü Sitte, C:1, S:50) Görüldüğü gibi kader, imanın şartlarından biri olarak sayılmaktadır.
Kaderi imanın şartlarının dışında tutmaya çalışmanın kimseye bir yararı yoktur. Yegane yaratıcı Allah olduğuna göre; her şeyi yaratan, onlara belli bir nizam ve düzen veren de Allah’tan başkası değildir. Elbette ki hayrı ve şerri yaratıp insanlara cüz’i irade veren de Allah’tır.
4-İSLAMIN ŞARTLARI NELERDİR? İMANIN ŞARTLARI İLE
İSLAMIN ŞARTLARI ARASINDA NE FARK VARDIR?
Hz. Muhammed (SAV) şöyle buyurmuştur: “İslam beş şey üzerine bina olunmuştur: Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’(SAV)in Allah’ın resulü olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, Haccetmek, Ramazan orucunu tutmak.” (Tecrit, c:1, s:28)
Hadis-i Şeriften de açıkça anlaşılacağı gibi İslam’ın şartı beştir; İslam bu beş ana direk üzerine kurulmuştur.
İmanın şartları, kişinin kalbiyle onaylamasını gerektirirken, İslam’ın şartları yapmayla ve söylemeyle ilgilidir. İslam’ın şartları arasında geçen ve imanın şartlarının bir özeti olan kelime-i şehadet, dil ile söylenir. Böylece kişinin imanı açığa çıkar. Namaz, oruç, hac ve zekât ise bir takım iş ve davranışlar gerektirirler. Halbuki iman sadece tasdikten ibarettir.
5- İMANINI DİLİYLE İKRAR ETMEYEN MÜ’MİN SAYILIR MI?
İnandığını diliyle ikrar etmek, diğer insanların o kişiye mü’min muamelesi yapmaları için gereklidir. Hiç şüphe yoktur ki Allah, inanıp inanmadığımızı, ağzımızdan duymadığı halde bilir; ama insanlar bilemezler. Beşeri münasebetler ve dünyadaki dini görevler açısından inandığımızı dilimizle söylememiz gereklidir. Bazı işlemler, ancak mü'min olduğumuzun bilinmesiyle yerine getirilir. Cenaze namazımızın kılınması ve müslüman mezarlığına gömülmemiz bu tür işlerdendir.
6-BİR İNSAN KALBİYLE İNANDIĞI HALDE BASKI VE
TEHDİT
ALTINDA, İNANMADIĞINI SÖYLERSE DİNDEN ÇIKAR MI?
Baskı ve tehdit neticesinde, inandığı halde, inanmadığını söyleyen dinden çıkmaz. Çünkü imanın asıl yeri kalptir, kalpten de zorlama neticesinde iman çıkmaz.
7- BİR İNSAN KALBİYLE İNANMADIĞI HALDE
DİLİYLE
İNANDIĞINI SÖYLERSE MÜ’MİN SAYILIR MI?
Kalbiyle inanmadığı halde diliyle inandığını söyleyen kimse insanlar arasında mü’min muamelesi görür. Ona karşı dini görevler yerine getirilir. Ancak kalbiyle inanmadığı için münafıktır, Allah indinde kâfir muamelesi görecektir.
8- MÜ’MİNİN İMANI ARTIP EKSİLİR Mİ? BİRİNİN
İMANI BİR
BAŞKASININKİNDEN EKSİK VEYA FAZLA OLABİLİR Mİ?
İman artıp eksilmez. Çünkü inanılması gereken şeylerden birine inanmayan, mü’min olamaz. Bir başka ifadeyle mü’min olan, inanılması gereken zarurat-ı diniyyenin hepsini kalbiyle tasdik etmiştir.
Bu tasdik icmali (toptan) veya tafsili (ayrı ayrı bilerek)olabilir. Netice itibarıyla mü’min olan insanların hepsi de bir eksiltme yapmadan aynı şeylere inanmış olurlar. İnanılan şeyler aynı olduğuna göre imanda artma, eksilme veya kişilerin imanı arsında eksiklik fazlalık olmaz.
9- ZAYIF İMAN, KUVVETLİ İMAN OLUR MU?
Bazı insanların imanı zayıf, bazılarınınki kuvvetli olabilir. Bu durum artıp eksilmeden farklıdır.
Kişi, inandıklarına tam anlamıyla bağlı olur, inandığı şeylerin gereğini hakkıyla yerine getirirse imanı kuvvetlenir, kalbine tam anlamıyla yerleşir, küfür ve fesat rüzgârının önünde sönmez. İnandığı halde, imanın gereğini yerine getirmeyen kişinin inancı zayıf olacağı için, her an kalbi terk edebilir. İman, Salih amel ve ibadetlerle kuvvetlenip parlar. O halde imanı amelsiz bırakmak, son derece yanlış ve tehlikelidir.
10- AMEL, İMANDAN BİR PARÇA MIDIR?
Amel, imandan bir cüz (parça) değildir? Öyle olsaydı ameli iyi olanın imanı fazla, ameli kötü veya yetersiz olanın imanı eksik olurdu. Oysa imanda artma veya eksilme olmaz. Ancak bu durum, amelin önemsizliği anlamına gelmez. Zaten amel açısından sorumluluk, imandan sonra başlar. Herkes yaptıklarından hesaba çekilecektir. Ayrıca iyi amel imanı kuvvetlendirir, kötü amel veya dini görevleri yerine getirmeme ise imanı zayıflatıp ışığını azaltır.
11- KÂFİR, MÜNAFIK VE MÜŞRİK ARASINDA NE FARKLAR
VARDIR?
Bu üç terimi tek tek inceleyelim.:
*Allah’ın birliğini, Hz. Muhammed’(SAV)in peygamberliğini ve onun Allah’tan getirdiklerini, kısaca imanın şartlarını veya bu şartlardan birini, hatta bir tanesinin bir bölümünü kabul etmeyip inkâr eden, dini açıdan kâfir sayılır. Mesela imanın beş şartına inandığı halde kitaplara inanmayan, veya diğer kitapları da kabul ettiği halde Kur’an’ı inkâr eden, ya da Kur’an’ı kabul ettiği halde bir sûresine hatta bir ayetine inanmayan kişi mü’min sayılamaz. Çünkü imanın şartları bölünme kabul etmez; eksik iman, iman sayılmaz.
*Allah’ın birliğine, Hz. Muhammed (SAV)’in peygamberliğine ve onun Allah’tan getirdiklerine inandığını diliyle söylediği halde kalbiyle tasdik etmeyen kişiye münafık denir. İmanın asıl yeri kalp olduğuna göre, her münafık aslında bir inkârcıdır, dolayısıyla da kâfirdir.
*Allah’ın varlığına inandığı halde ona ortak koşan kişiye müşrik denir.
Müşrik, Allah’a inanmakla birlikte, onun hükümranlığını; eşi, benzeri ve ortağı olamayacağını kabul etmeyerek inkâra sürüklenmiş olur. Bu açıdan her müşrik aynı zamanda kâfirdir.
Üç terimin incelenmesinden anlaşılacağı gibi; kâfir açıktan inkâr eden, münafık inkârını gizleyen, müşrik de dolaylı olarak inkâr eden kişidir. Netice olarak bu üç sınıf da küfre girmiş olmaktadır; sadece küfrü tercih ediş şekilleri farklıdır.
“Kâfir” kelimesi, birilerine hakaret etmek amacıyla kullanılan bir terim değildir.
Kâfir olmak, mü’min olmamanın tabii ve kaçınılmaz bir sonucudur. Dini inanç açısından, kimse için, bu iki hal dışında üçüncü bir durum mevcut değildir.
Kâfir veya mü’min olmayı tercih etmek herkesin kendi iradesine kalmış bir iştir.
İmanın yeri kalptir. Kimse zorla iman ettirilemeyeceği gibi zorla küfre de sokulamaz. Kâfir veya mü’min olmak, kimsenin iznine de bağlı değildir. Ne olmak istediğine herkes kendisi karar verir.
12-TEKFİR NEDİR? BİR İNSAN HANGİ DURUMLARDA TEKFİR
EDİLEBİLİR?
Tekfir; müslüman olan bir kişiyi, İslâm dininin esaslarını veya esaslarından birini inkâra götüren söz ve davranışlarından dolayı, kâfir saymaktır.
Müslüman olduğunu söyleyen birini kâfir sayma konusunda aceleci ve hevesli olmamak gerekir. Müslüman olduğunu söyleyen kişiye müslüman muamelesi yapmak en doğru davranıştır. Hz. Muhammed (SAV) şöyle buyurmuştur:
“...Her kim bir mü’mine küfür isnâd ederse, bu onu öldürmek gibi (günah) tır. (Tecrid-12.cilt. 1989 nolu hadis.)
Bir mü’mine küfür isnad etmek başka hadislerde de yasaklanmıştır. Eğer küfür isnad edilen gerçekten kâfir değilse, küfür sıfatının isnâdı yapana döneceği bildirilmiştir.
Doğru olan şudur: İman-küfür sınırı güzel bir şekilde anlatılır. Nelerin insanı küfre götüreceği izah edilir. Herkes kendisinin ne olduğuna ve ne olması gerektiğine karar verir.
13- KİME MÜNAFIK DENİR? MÜNAFIKLARI AÇIKLAMAK
GEREKİR Mİ?
İman esaslarını kalbiyle tasdik etmediği halde, diliyle inandığını söyleyen kişiye münafık denir.
Bu kısa tanımdan da anlaşılacağı gibi, kimin münafık olduğunu net olarak bilmek mümkün değildir. Kaldı ki Peygamber efendimiz kendi çevresinde yaşayan insanlardan kimlerin münafık olduğunu bildiği halde, bütün ısrarlara rağmen açıklamamıştır. Resul-u Ekrem, kesin olarak bildiği münafıkların isimlerini açıklamadığına göre, diğer insanların tahminlere dayanarak tarihteki ve toplumdaki münafıkları belirlemeye çalışıp, bir takım isimler vermeleri doğru değildir.
Bize düşen, münafık olmanın ne kadar kötü bir durum olduğunu bilmek ve anlatmaktır. Hz. Peygamberin, bildiği halde yapmadığını, tahmin üzere yapmaya çalışmak İslam dinine kesinlikle ters olur.
14- ALLAH’IN VARLIĞINI İSPAT EDEN AKLİ DELİLLER NASIL
ÖZETLENEBİLİR?
Allah’ın varlığını ispat eden akli deliller aşağıdaki şekilde özetlenebilir:
*İnsanlar, doğuştan ve yaratılışları gereği, yani fıtri olarak Allah inancına sahiptirler. Tarih boyunca insan toplulukları hiçbir zorlama olmadan doğal olarak Allah’ın varlığını anlamış ve kabul etmişlerdir. Sırf inat olsun diye Tanrıya inanmadıklarını söyleyenler bile mahiyetini bilmedikleri olağanüstü bir gücün varlığından bahsetmişlerdir. İnsanoğlunda var olan tabii Allah inancı, bir yaratıcının mevcudiyetine işaret eden en önemli delillerdendir.
*Dikkat ettiğimizde, bu alemdeki varlıkların sonradan yaratıldıklarını aklımızla anlarız. İlmen tespit edilmiştir ki; bir varlığı, bir başka varlığın sebebi olarak gösterip bu mantıkla her şeyi geçmişe doğru sonu olmayan sebepler halkasıyla izah etmek yanlıştır; bir başka ifadeyle, teselsül batıldır. Çünkü ne kadar geriye gidersek gidelim bir ilk sebebe ihtiyaç duyulacaktır. İşte bu ilk sebep, yegane yaratıcı olan Allah’tan başkası değildir.
*Bu alemdeki her şey sonradan var olduğuna göre, hemen anlarız ki; bütün varlıklar meydana geldikleri gibi, varlık alemine hiç çıkmamaları da mümkündü. Ezelden beri var olmayan şeylerin, bir gün gelip de var olmaları zorunlu olamaz. O halde onların varlığını yokluğuna tercih eden bir yaratıcıya ihtiyaç vardır. İşte o yaratıcı ezelî olan Allah’tır.
*Kendimize, çevremize, dünyaya ve evrene baktığımızda büyük bir nizam ve intizam görürüz. Gördüğümüz eşsiz düzen ve ahengin bir takım tesadüfler sonucunda meydana gelmiş olması kesinlikle mümkün değildir. O halde bütün bu nizam ve intizamı bilerek yaratan bir güce ihtiyaç vardır. İşte o eşsiz güç, Allah’tır. Sadece bu maddedeki ana fikri detaylarıyla izah etmek için yüzlerce kitap yazılmıştır.
Biz sadece bir örnek verelim:Düzenli olayların bir tesadüf eseri olarak ardarda sıralanmaları çok zordur. Ardarda gelen düzenli olayların sayısı arttıkça, bu iş zor olmaktan çıkıp imkânsızlaşır. Birbirini destekleyen on tesadüfün peş peşe gelmesinin on milyarda bir ihtimal olduğu hesaplanmıştır. Bundan sonraki her ihtimal için, bir sıfır daha eklemek gerekir. Oysa evrenin ve evrendeki varlıkların mevcut düzenleriyle var olmaları için milyonlarca hatta milyarlarca tesadüfün düzenli olarak sıralanması gerekir. Bunun gerçekleşme ihtimalinin matematik dilindeki ifadesi ise sıfırdır.
15-ALLAH’A TANRI DENEBİLİR Mİ?
Allah, varlığı zorunlu olan ve bütün övgülere layık bulunan zatın adıdır. Bu kelime başka bir varlığa isim olarak verilmediği gibi, çoğulu da kullanılmamıştır.
Tanrı kelimesi ise, tam olarak Arapça'daki ilah kelimesinin karşılığıdır. Kelime-i tevhid, “la ilahe illallah” diye ifade edilir. Bunu Türkçe’ye “Allah’tan başka tanrı yoktur.” diye çevirebiliriz. Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın zatı için “ilah”, “Rab”, “Mevla” kelimeleri kullanılmıştır. Farsça’da “Hüda”, Türkçe’de ise “Tanrı”, “Yezdan” ve “Çalap” kelimeleri kullanılır. Gene başka dillerde başka kelimeler Allah’ın zatına isim olarak verilmişlerdir. Mesela İngilizler “God”, Fransızlar “Dieu” derler.
Bütün bu kelimeler içinde, “Tanrı” kelimesini örnek olarak alalım: Bu kelime, gerçekte ilah olmayan varlıklar için de kullanılır. Yer tanrısı, gök tanrısı gibi. Ayrıca tanrılar diye çoğul olarak da kullanılır. Tanrıça denerek, kendisi için kullanıldığı varlığa cinsiyet izafe edecek şekilde de söylenir. Oysa Allah kelimesi, arlığı vâcip yani zorunlu olan, kendisinden başka yaratıcı bulunmayan ve yokluğu asla düşünülemeyen zat için kullanılır.
Sonuç olarak şöyle diyebiliriz: Allah, yüce yaratıcının özel adıdır. Tanrı kelimesi ise, hem Allah’ın zatını ifade etmek, hem de mitolojik varlıklara ve semavi olmayan dinlerde varsayılan tanrılara ad olmak üzere kullanılmaktadır. O halde tanrı kelimesini İslam dinine ait bir kavram olarak kullanırken, Arapça’daki ilah kelimesinin karşılığı şeklinde ifade etmemiz gerekir.
16- ALLAH İSMİ İLE ALLAH’IN DİĞER İSİMLERİ ARASINDA
NE FARK VARDIR?
Allah’ın doksan dokuz ismi vardır. Bunlardan biri Allah’tır. Diğer doksan sekiz isimden her biri Allah’ın bir işine, bir sıfatına işaret eder. Mesela; Bâki varlığının sonu olmayan, Basir gören, Macit şerefli, Rahim esirgeyen, Sabur sabırlı anlamlarını ifade eder. Allah ismi ise, Allah’ın diğer doksan sekiz isminin de anlamını kapsar; varlığı zorunlu olan ve bütün övgülere layık bulunan zatın özel ve en kapsamlı ismidir.
17-“LA İLAHE İLLALLAH DİYEN CENNETE GİRER” HADİSİNİN
ANLAMI NEDİR?
-Önce bu konuda rivâyet edilen hadis-i şeriflerden üç tanesini aktaralım:
“La ilahe illallah deyip de kalbinde bir arpa ağırlığınca hayır (yani iman) bulunan kimse Cehennemden çıkacaktır. La ilahe illallah deyip de kalbinde bir buğday ağırlığınca hayır (yani iman) bulunan kimse Cehennemden çıkacaktır. La ilahe illallah deyip de kalbinde bir zerre ağırlığınca hayır (yani iman) bulunan kimse cehennemden çıkacaktır.” (Tecrit c:1, 41. hadis)
“Kimin (hayatta söylediği) en son sözü la ilahe illallah olursa cennete gider.” (Davud-Cenâiz 20)
“Bana Cebrail (AS) gelerek; “Ümmetinden kim Allah’a herhangi bir şeyi ortak kılmadan (şirk koşmadan) ölürse cennete girer.” müjdesini verdi.” (Prof. İ. Canan kütüb-ü sitte c:1 s:35)
Bu üç hadis birlikte okunduğunda konunun yanlış anlaşılma tehlikesi ortadan kalkar.
La ilahe illallah (Allah’tan başka tanrı yoktur) ibaresi kelime-i tevhid olarak ifade edilir. Dini konuları incelemiş olanlar bilirler ki; kelime-i tevhid, kelime-i şehadetin özetidir. Kelime-i şehadet ise imanın altı şartını özetler. Yani Allah’tan başka tanrı olmadığını söyleyen, aslında Hz. Muhammed (SAV)’in Allah’ın kulu ve elçisi olduğunu da kasteder. Hz. Muhammed’e inanan ise, başta Kur’an-ı Kerim olmak üzere onun getirdiklerine de inanır. Böylece icmali olarak bütün dini esasları kabul etmiş olur.
Değilse Hz. Muhammed (SAV)’in; la ilahe illallah dedikten sonra, bana inanmazsanız da olur, anlamında konuşmuş olması mümkün değildir. Böyle düşünen, mantığını zorlamış ve meseleyi saptırmış olur. Zaten naklettiğimiz son hadiste “Ümmetinden kim Allah’a herhangi bir şeyi ortak koşmadan ölürse, cennete girer” dendiğinde zikredilen “Ümmetinden” kelimesi yanlış anlamalara, açık bir şekilde engel olmaktadır.
Bu bilgiler diğer İslami naslarla birleştirildiği zaman şu sonuca ulaşılır: İman üzere ahirete göç eden kişi eğer günahsız ise veya günahları bağışlanmışsa cennete girer. Günahları bağışlanmayan mü’min ise, cehenneme girerek kendisi için takdir edilen cezayı çeker; cezasını tamamladıktan sonra cennete gönderilir.
18-KÜFRE DÜŞMENİN SEBEPLERİ NELERDİR?
Küfre düşmenin tek bir sebebi vardır; o da inkârdır. Allah’ı, Hz. Muhammed’in peygamberliğini ve peygamber olarak bize getirdiklerini inkâr eden küfre girer. İmanın şartları bir bütündür, bölünme kabul etmezler. İmanın şartlarından birini veya birinin bir kısmını, sözgelimi bir âyeti inkâr eden kâfir olur.
Küfre düşmenin yegane sebebi inkâr olmakla beraber, bu durum bizi yanıltmamalıdır. Çünkü bir emri yerinde görmemek ve onu alaya almak da bir çeşit inkârdır.
Mesela bir insan beş vakit namazı kabul edip, Allah tarafından emredildiğine inandığı halde; Allah’ın böyle bir ibadeti emretmekle hata ettiğini, yerinde bir emir vermediğini söylerse küfre girer. Çünkü Allah’ın yanlış emirler verdiğini ve yanıldığını savunmak, ilah olarak yeterli olmadığını, yani noksan sıfatları bulunduğunu iddia etmektir. O halde birisinin, varlığına bu anlayışla inandığı Allah –haşa- kendi anlayışına göre, noksan sıfatlardan uzak olan ilah değildir.
Böyle düşünen kişi, Allah’ın noksan sıfatlardan münezzeh olduğunu inkâr etmiş olur ve küfre girer.
19-HADİSLERİ İNKÂR EDEN KÜFRE GİRER Mİ?
Mütevatir hadisleri inkâr eden küfre girer. Çünkü mütevatir hadis, subutu (varlığı) kat'i (kesin) olan bir delildir. Mütevatir olmayan yani haber-i vahid olan sahih hadisleri inkâr eden kâfir olmaz. Çünkü bu hadisler sahih olmakla beraber ilk kaynaktan nakledenlerin sayısı itibariyle mütevatir derecesine ulaşmamışlardır. Ancak bu durum, mütevatir olmayan sahih hadisleri önemsememe sonucunu doğurmaz. Çünkü bu tür hadislerle amel etmek gerektiği gibi, inkâr eden de fasık, yani günahkâr sayılır.
20- ŞEYTAN NASIL KÜFRE GİRMİŞTİR? NELERİ İNKÂR
ETMİŞTİR?
Önce ilgili ayetlerden birinin mealini okuyalım: “Meleklere “Adem’e secde edin.” Demiştik. İblis müstesna hepsi secde ettiler. O ise kaçındı, büyüklük tasladı ve inkâr edenlerden oldu.” (2.Bakara-34)
Şeytanın küfre girmesi, Allah’ın varlığını veya emrini inkâr şeklinde olmamıştır. Şeytan, Allah’ın varlığını ve “Ademe secde edin.” Emrinin Allah tarafından verildiğini bilmekte ve kabul etmektedir. Şeytanın inkârı büyüklenme şeklinde olmuştur; yani Allah’ın verdiği emri beğenmemiştir. Secde etmeme sebebi de verilen emri yerinde görmemesidir. Allah tarafından verilen emri uygun bulmamak, ona hata ve yanılma izafe etmek anlamına gelir. Bu, Allah’ın noksan sıfatlardan uzak olduğunu inkâr demektir ve sahibini küfre götürür.
21-ŞEYTAN MELEK MİDİR?
Soruyu aydınlatan açıklama Kur’an’dan geliyor: “Meleklere: “Ademe secde edin.” Demiştik. İblisten başka hepsi secde etmişti. O, cinlerdendi. Rabbinin buyruğu dışına çıktı. Ey insanoğulları! Siz beni bırakıp onu ve soyunu dost mu ediniyorsunuz? Halbuki onlar size düşmandır. Kendilerine yazık edenler için bu ne kötü değişmedir!” (18.Kehf-50)
Ayet-i kerimede; şeytanın cinlerden olduğu açıkça belirtilmektedir. Ayetteki, “onu ve soyunu” ifadesi ise şeytanın zürriyyeti olduğunu anlatmaktadır. Bilinmektedir ki meleklerin zürriyyeti yoktur. Bundan da şeytanın meleklerden olamayacağı anlaşılmaktadır. Ayrıca melekler günah işleyemezler.
Şeytan, ibadet ve taatte çok ileri gittiğinden meleklerle birlikte yaşamaya başlamış ve onlarla birlikte; “Adem’e secde edin.” emrine muhatap olmuştur.
22-ŞEYTAN BİR TANE MİDİR?
Kur’an-ı Kerim’de Hz. Adem’le birlikte kıssası anlatılan şeytan bir tanedir. Ancak bu büyük ve ilk şeytan dışında gene kendisi gibi cinlerden olan başka şeytanlar da vardır. Bu şeytanlar, ilk şeytanın yardımcıları gibi çalışırlar. Ayrıca insanlar arasında da şeytanlaşan kişiler bulunur.
23- MELEKLERLE CİNLER ARASINDA NE FARKLAR VARDIR?
Meleklerle cinler arasında aşağıdaki belli başlı farklar vardır:
*Meleklerin zürriyeti yoktur, cinlerinki vardır.
*İnanan ve inanmayan cinler vardır.
*Meleklerin cüz’i iradeleri yoktur, günah işleyemezler; cinler günah işleyebilirler.
*Melekler nurdan, cinler ateşten yaratılmışlardır.
(İnsanların topraktan, cinlerin ateşten yaratıldıkları Kur’an-ı Kerim’de bildirilmiştir. Meleklerin nurdan yaratıldıkları ise hadis-i şeriflerden anlaşılmaktadır.)
24-CİNLER İNSANLARA ZARAR VEREBİLİRLER Mİ?
Cinler, Allah’ın izin vermediği hiçbir şey yapamazlar. Onlar kendi hayatlarını yaşarlar.
Ancak şeytanın ve onun soyundan gelen diğer şeytanların da birer cin oldukları unutulmamalıdır. İnsana düşen bütün şer ve şerlilerden Allah’a sığınmaktır.
Ayrıca cinlerle ilişki kurmaya çalışmak da yersiz bir davranıştır. Bu tür istekler çoğunlukla gereksiz bir merak ve hırstan doğar. Gereksiz merak ve hırsa kapılanlar yanlış bir mecraya girmiş olurlar. Bu tür şeylerle ilgilenmek doğru değildir. Doğru olmayan bir şeyin ilerisini merak etmek de şüphesiz yanlıştır.
25-KİTAP OLMALARI AÇISINDAN PEYGAMBERLERE VERİLEN
SAHİFELERLE DÖRT BÜYÜK KİTAP ARASINDA FARK VAR
MIDIR?
Suhuf ile dört büyük kitap arasındaki tek fark şudur: Sayfalar halinde gelen kitaplar küçük hacimli, dört büyük kitap ise büyük hacimlidir; birer dini kitap olmaları açısından, büyüklükleri hariç, aralarında fark yoktur. Hazreti Adem’e on, Hz. Şit’e elli, Hz. İdris’e otuz, Hz. İbrahim’e ise on sayfalık birer kitap indirilmiştir. Hz. Davud’a Zebur, Hz. Musa’ya Tevrat, Hz. İsa’ya İncil, Hz. Muhammed (SAV)’e ise Kur’an-ı Kerim isimli büyük kitaplar nazil olmuştur. Müslüman olarak bunların hepsine inanmakla mükellefiz. Adı geçen kitaplardan sayfa olanlar günümüze hiç ulaşmamış, Zebur, Tevrat ve İncil ise değişikliklere uğrayarak zamanımıza gelmişlerdir. Kur’an-ı Kerim ise hiçbir değişikliğe maruz kalmadan, hem ezberlenmek hem de yazılmak suretiyle günümüze ulaşmıştır.
26-KUR’AN İLE DİĞER SEMAVİ KİTAPLAR ARASINDA NE
FARKLAR VARDIR?
Kur’an ile diğer semavî kitaplar arasında şu üç önemli fark vardır:
*Diğer semavî kitaplar, geçerlilikleri muayyen bir zamanla sınırlı olmak üzere gönderilmişlerdir. Kur’an-ı Kerim, kıyamete kadar geçerli olmak üzere gönderilmiştir.
*Diğer semavî kitaplar, belli bir kavme ve yöreye gönderilmişlerdir. Kur’an-ı Kerim, bütün insanlığa gönderilmiştir.
*Diğer semavî kitaplar, günümüze ulaşıncaya kadar değişikliklere uğramış, böylece muharref duruma düşmüşlerdir. Kur’an, hiçbir değişikliğe uğramadan günümüze kadar ulaşmıştır.
Yukarıdaki üç farkı dikkatle incelediğimizde zihnimizdeki birçok soruya cevap bulmuş oluruz.
Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim ile insanlar için seçtiği dine son şeklini vermiştir.
27-KUR’AN MAHLUK (YARATILMIŞ) MIDIR?
Kur’an Allah’ın kelamıdır. Allah’ın kelamı olması münasebetiyle ezelîdir; başlangıcı olmadan mevcuttur.
Allah kelimelere, harflere, seslere, havaya ve ses tellerine ihtiyaç duymadan konuşur. Allah’ın konuşması insanlarınkine benzemez. Ancak insanlar okuyabilsinler diye, Kur’an-ı Kerim Cebrail (AS) tarafından peygamber efendimize, insanların konuştuğu sesler ve kelimelerle aktarılmıştır.
Kur’an Allah’ın kelamı olarak mahluk olmamakla birlikte; okunuşu, telaffuzu ve yazılışı itibarıyla mahluktur.
28- KUR’AN EZELİ OLDUĞUNA GÖRE NÜZUL SEBEPLERİNİ
NASIL YORUMLAYABİLİRİZ?
Kur’an’ın, tefsirlerde bildirilen, nüzul sebepleri vardır. Nüzul sebeplerinin varlığı, Kelamullah’ın ezeli oluşuyla bağdaşmayacak bir durum değildir.
Bilindiği gibi Kur’an tedrici olarak yirmi üç yıl boyunca indirilerek tamamlanmıştır. Böyle olması; kolay öğrenilmesi, ezberlenmesi, uygulanması, insanların eski alışkanlıklarını terk etmeleri için mühlet verilmesi gibi sayısız hikmete mebnidir. Nüzul sebepleri de bu hikmetlerin arasındadır. İnsanlar tam da bir sorunun cevabını merak ederlerken ilgili ayetler gelmiştir. Böylece zihinler aydınlanmış, kalpler ihtiyaç duyulan doğruya kavuşmuştur.
Kur’an, Allah’ın kelamı olarak elbette ezelidir. Ayetlerin, nüzul sebebi denen olaylardan sonra gönderilmeleri, Allah’ın lutfunun, kereminin ve rahmetinin bir sonucudur. Değilse bir olay olduktan sonra, Allah ne göndereceğine karar vermiş değildir.
29-KUR’AN-I KERİM’DE PEYGAMBERLERE, İNSANLARA
HATTA FİRAVUN GİBİ KÂFİRLERE AİT KONUŞMALAR
VARDIR. BU DURUM, KUR’AN’IN ALLAH’IN KELAMI
OLMASIYLA ÇELİŞMİYOR MU?
Kur’an-ı Kerim Allah’ın kelamı olarak ezelidir, varlığının bir başlangıcı yoktur.
Cenab-ı hak, insanlar yaşadıktan sonra ne konuştuklarını öğrenip onları vahiyleri arasına koymamıştır. Allah her şeyi ezeli ilmi ile bilir. Zaten olmuş ve olacak bütün olayların zamanını, yerini ve kapsamını tespit ve takdir eden de Hak Teala’dan başkası değildir. Zamanı ve yeri geldiğinde olması gereken şeyleri yaratır. İnsanlar cüz’î iradeye, Allah ise küllî iradeye sahiptir. İnsanlara ait cüz’î irade, tek yaratıcı olan Yüce Allah’ın küllî iradesinin bir parçasıdır.
Cenab-ı hak, kâinat kitabından Kur’an kitabına bazı alıntılar yaparak meseleleri daha iyi kavramamız için rahmetiyle muamele edip işimizi kolaylaştırmıştır.
30-KUR’AN-I KERİM’DE HENÜZ OLMAMIŞ BAZI OLAYLAR
OLMUŞ GİBİ MAZİ SİGASIYLA ANLATILIR; BUNUN
HİKMETİ NEDİR?
Kur’an-ı Kerim’de henüz olmamış bazı olaylar, olmuş gibi, mazi (geçmiş zaman) sigasıyla anlatılır. Bunun hikmeti, söz konusu olayların kesinkes olacağına işaret etmektir. Nasıl yaşanmış bir olayın gerçekleşmediğini kimse söyleyemezse, Kur’an’da olacağı haber verilen olayların meydana gelmeyeceğini de akıl ve iman sahibi bir insan iddia edemez. Olmuş bir hadise ile, Kur’an’da olacağı haber verilen bir olayın gerçek olma durumları aynıdır. İşte bu kesin gerçeği ifade etmek üzere ileride vaki olacak bazı hadiseler, Kur’an’da dili geçmiş sigasıyla anlatılır.
31-CENAB-I HAK BAZI AYETLERDE KENDİ ZATINDAN “BİZ”
DİYE BAHSEDER; ALLAH TEK OLDUĞUNA GÖRE BU
İFADENİN HİKMETİ NEDİR?
Cenab-ı Hakkın bazı ayetlerde kendi zatından “Biz” diye bahsetmesinin hikmeti; büyüklüğünü, şanını, kuvvet ve kudretini ifade etmektir.
32-KUR’AN-I KERİM’İ ELİMİZE ALARAK OKUYABİLMEMİZ
İÇİN ABDESTLİ OLMAMIZ ZORUNLU MUDUR?
Fakihlerin çoğunluğuna göre Kur’an-ı Kerim’e dokunabilmek için abdestli olmak farzdır. Bu durum, Kur’an’ın tamamı, bir kısmı veya bir ayeti için böyledir. Kur’an, kendisine ait olmayan bir bez, örtü veya çanta ile tutulabilir. Bu görüşü savunanlar öncelikle vakıa suresinin 79. ayetine dayanmışlardır. Bu ayette; “Ona temizlenenlerden başkası el süremez.” denmektedir. Daha önceki iki ayette ise; “O, elbette şerefli bir Kur’andır.” (56.Vakıa-77), “Korunmuş bir kitaptır.” (56. Vakıa-78) diye anlatılmaktadır.
Özellikle sayıları son yıllarda artan bazı ilim adamları 79. ayetten, Kur’an’a dokunmak için abdest almak gerektiği hükmünün çıkarılamayacağını savunmakta, bunu yaparken de; daha önce gelen ayetlere bakarak, temizlenenlerden maksadın melekler olduğu, anılan ayetlerde Kur’an’ın levh-i mahfuzdaki şeklinden ve peygamber efendimize ulaştırılmasından bahsedildiği iddiasından hareket etmektedirler.
Ancak temizlenenlerin dokunabileceği kitabın, Levh-i Mahfuzdaki Kur’an olduğu kabul edilse bile, şu anlamı çıkarmak gerekmez mi? Allah, Levh-i Mahfuzdaki Kur’an’a, temizlenmeyenlerin dokunmasına izin vermediğine göre, bu dünyada da temizlenmeyenler ona dokunmamalıdır.
Kur’an’ı elle tutmak için abdestli olmanın şart koşulmasını bir zorluk olarak görmek ve böylece insanların Kur’an’ı okumaktan uzak kaldıklarını savunmak zorlama iddialardır.
Çok iyi bilinen bir durumdur ki, dini konularda bir ihtilaf varsa, çoğunluğun tavsiyesine uymak en risksiz olan yoldur. Kaldı ki, hanefi mezhebine mensup fakihler, Kabe’yi tavaf etmek için abdestli olmayı yalnız vacip sayarlarken, dört mezhebe mensup müctehidlerin hemen hemen hepsi Kur’an’a dokunmak için abdestli olmayı farz saymışlardır. Yani Kur’an’a dokumak için abdestli olmak, Ka’be’yi tavaf etmeye göre daha öncelikli bulunmuştur.
Konu, bu şekilde ortaya konduktan sonra, nasıl davranması gerektiğine herkes kendisi karar verecektir.
33-KUR’AN OKUMAYA BAŞLAMAK İÇİN HANGİ
HAZIRLIKLARA SAHİP OLMAK GEREKİR?
Kur’an okumak ciddi bir iştir; sırasıyla şu hazırlıklara sahip olmak gerekir:
*Kur’an okuyacak kişi boy abdestine sahip olmalıdır.
*Namaz abdestini almış olmalıdır.
*Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınmalı, yani eûzu çekilmelidir. Çünkü Kur’an’da şöyle buyurulmaktadır: “Kur’an okuduğun zaman kovulmuş şeytandan Allah’a sığın.” (16.Nahl:98)
*Eûzu’dan sonra besmele de çekmelidir.
Sırayla bu dört şartı yerine getiren kişi beden açısından görünen ve görünmeyen pisliklerden temizlenmiş olur. Böylece Kur’an okumaya hazır hale gelir.
Bütün namazlarda Kur’an’dan bir bölüm okunduğu için her namazın ilk rekatında ve bağımsız olmayan dört rekatlı sünnetlerin üçüncü rekatlarında, sübhanekeden sonra Fatiha sûresine geçilmeden önce eûzu çekilir.
Kur’an’dan kısa bir bölüm okuyacak kişilerin “Esteizubillah” demeleri yerinde olur. Buna riayet, özellikle vaaz verirken veya sohbet ederken, bir ayet veya bir ayetten bir bölüm okuma sırasında gerekir.
Kur’an okumak için,yukarıda anlatılan hazırlıkların dışında setr-i avret şartını da yerine icap eder. Çünkü Kur’an okumak, bir bakıma ibadettir. (Setr-i avret; kadınların el ve yüz hariç bütün vücutlarını, erkeklerin ise en az diz kapağı ile göbek aralarını örtmeleri demektir.)
34-KUR’AN’IN ASLINI MI OKUMALIYIZ, YOKSA ANLAMINI
MI?
Soru böyle sorulunca sanki ikisinden birini tercih etmek zorundaymışız gibi geliyor insana. Oysa kısaca cevap vermek gerekirse, hem aslını okumalıyız hem de anlamını.
Aslını niçin okumalıyız? Kur’an lafzıyla ve kıraatıyla vahiy eseridir. Kur’an’ı sesli olarak okuyan bir kişi, eğer doğru okuyorsa Peygamber Efendimiz gibi okumuş olur. Kur’an’ın lafzıyla ibadet edilir. Kurallarına uyarak Kur’an’ı namaz dışında okumak da sevaptır. O halde Kur’an’ın aslını okumaktan müstağni olamayız. Eğer biliyorsak kendimiz okumalıyız, bilmiyorsak bilenlerin okuyuşunu dinlememiz güzel olur.
Kur’an’ın anlamını niçin okumalıyız? Çünkü Kur’an onu anlayalım, amel edelim, emir ve yasaklarına uyalım diye gönderilmiştir. Kur’an’ın anlamını okumak, üzerinde düşünmek, uyarılarına dikkat etmek, bizden istediklerini davranış haline getirmek her mü’minin görevidir. Kur’an’ın anlamından habersiz olan kişi, bunları nasıl yapabilir. Kur’an’ın hem anlamını, hem tefsirlerini, hem de ayetlerden çıkarılan ahkâmını okumak vazgeçilmez bir görevdir.
Özetleyecek olursak şöyle diyebiliriz: Kur’an’ın lafzıyla ibadet, anlamıyla amel edilir. O halde ikisine de muhtacız.
Bazen şöyle konuşmalara şahit oluruz: “Falan camide bir kişi namazdan önce tilavet edilen Kur’an’ı dinlerken ağlıyormuş. Kur’an’ın okunan bölümünün anlamını bilip bilmediği sorulunca, bilmediğini söylemiş. Adamın
dinleyip ağladığı bölüm ise mirasın nasıl taksim edilmesi gerektiğini anlatıyormuş.” Bu şekilde bir anlatımla kişinin gözyaşlarının yersiz olduğu anlatılır. Halbuki bir insan, anlamını hiç bilmediği halde Allah’ın kelamı olan Kur’an’ı dinlerken içinde bulunduğu ihlas ve duyduğu huşu neticesinde ağlayabilir; ve bu gözyaşları hürmete layıktır. Anlamı bilinmezse bile Kur’an’ın okunuşu insanı derinden etkiler. Dinleyenlerde saygı hissi uyandırır. Allah’ın kelamını peygamberinkine benzer bir okuyuşla dinlemenin bilinci içinde olmak da bu sayılanlara eklenince, gözlerden yaş dökülmesi tabii bir sonuç olur. Bu sonucu hafife almak da en azından bedbahtlıktır.
35-KUR’AN’I NELER TEFSİR EDER?
Bu soruya sırasıyla şu cevaplar verilebilir:
*Kur’an’ın bir kısmı bir kısmını açıklar.
*Hz. Muhammed(SAV)in söz ,fiil (davranış) ve takrirleri (tasvipleri) Kur’an’ı açıklar.
*Sahabenin sözleri Kur’an’ı açıklar.
*Müçtehid imamların fetvaları Kur’an’ı açıklar.
*Bilimsel gelişmeler Kur’an’ı açıklar.
*Asırlar geçtikçe meydana gelen olaylar Kur’an’ı açıklar.
*Keşifler ve icatlar Kur’an’ı açıklar.
36-TECVİD KURALLARI HZ. MUHAMMED (SAV) ZAMANINDA
VAR MIYDI? BU KURALLARA UYMAK GEREKİR Mİ?
Tecvid, bir ilim dalı olarak Hz. Muhammed (SAV) zamanında yoktu. Ancak Ashab-ı kiram, Resul-u Ekremin Kur’an okuyuşunu dinliyor ve onun gibi kıraat ediyorlardı. Yani bu günkü tecvid kuralları o günkü okuyuşta mevcuttu. İşte o okuyuş incelenerek, bize her zaman doğru okumayı sağlayacak olan kurallar tecvid ilmi olarak ortaya konmuştur.
Kur’an’ı dinleyerek öğrenenler bu tecvid kurallarını da, isim ve formüllerini bilmedikleri halde, uygulama olarak öğrenirler. Elbette ki, tecvid ilminin, bir ilim olarak bilinmesinde de fayda vardır. Ancak ilim olarak bilmeyenler dahi cehrî olarak namaz kıldırırken veya sesli olarak okurken, kulaktan duyma bilgileriyle de olsa, uygulamalıdırlar. Kur’an okuyuşunda tecvid kurallarını uygulamayan kişi, Resulullahın okuma şeklinden uzaklaşmış olur.
37-KUR’AN’I NASIL OKUMALIYIZ?
Kur’an’da şöyle emrediliyor: “...ve Kur’an’ı tane tane oku.” (73.Müzemmil-4)
Ayet-i kerimeden Kur’an’ı aceleye getirmeden, kelimelerini tek tek açık bir şekilde telaffuz ederek ve eğer anlıyorsak anlamını düşünebilecek şekilde okumamız gerektiğini anlıyoruz.
Kur’an, Hz. Peygamberin yaptığı gibi, ses güzelleştirilerek tertil ve tecvid üzere okunur.
Kur’an’ı okurken tecvid kurallarının dışına çıkarak, sesi güzelleştireceğim diye şarkıları andıracak şekilde teganni yapmak günahtır.
38-KUR’AN NASIL DİNLENİR?
Kur’an okunduğu zaman, sessiz kalarak dinlemeliyiz. Davranışlarımızı da ona göre ayarlamalıyız. Bu konuda Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
“Kur’an okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki size merhamet edilsin.” (7.A’raf-204)
Ayet-i kerimeden, Kur’an’ı, susarak dinlememiz gerektiğini ve bu şekilde merhamete uğrayacağımızı anlıyoruz.
Aşağıdaki iki ayet Kur’an’ı dinlememizi istemeyen inkârcıların acıklı durumunu anlatıyor:
“İnkâr edenler: Bu Kur’an’ı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın. Umulur ki bastırırsınız, derler.” (41.Fussilet-27)
“O inkâr edenlere şiddetli bir azabı tattıracağız ve onları yaptıklarının en kötüsüyle cezalandıracağız.” (41.Fussilet-28)
Kur’an okunduğunda eğer anlamını biliyorsak, manalarını tefekkür ederek, eğer bilmiyorsak onun vahiy eseri olan okunuşundan yararlanarak ve Allah’a yakın olma niyetiyle dinlememiz gerekir.
Kur’an’ı Kerim’i, dinlenmeyecek bir ortamda, dinlenmeyeceğini bile bile sesli olarak okumamız doğru değildir.
39-KUR’AN NE KADAR ANLAŞILABİLİR? KİM, KUR’AN’I NE
KADAR ANLAR?
Kur’an’ı Kerim’in anlaşılması dört aşama arz eder:
Birincisi: Kur’an’ı iyi niyetle okuyan herkes az çok anlar, ve onun hidayete erdirici vasfından yararlanır. Bu anlama şekli aşağıdaki örnekle benzerlikler gösterir:
Dünyanın; elektriği, yolu, yerleşim merkezi ve medeni gelişmeleri olmayan herhangi bir yerinde kalmak zorunda olan bir insan, içinde bulunduğu bütün mahrumiyetlere rağmen, ilk etapta çeşitli nimetlerden istifade eder. En başta atmosferdeki havayı teneffüs edip hayatını sürdürür. Daha sonra bir su kaynağı bulup, su ihtiyacını giderir. Özenle hazırlanmış yemek tadında olmazsa bile karnını doyuracak bir takım bitkiler ve meyveler bulur. Barınmak için ya bir mağaraya sığınır veya ilkel de olsa bir yer yapar. Netice olarak yalnız başına bir takım aletlerden mahrum olduğu halde, dünya nimetlerinden yararlanıp hayatını sürdürür. İşte bunun gibi bir ön bilgiye sahip olmayan kişi de, Kur’an’a müracaat edip iyi niyetle ondan faydalanmak istere, hidayet yoluna girmiş olur. Fakat bir takım ön bilgilerden, ek izahlardan ve destekleyici kaynaklardan yoksun olduğu için, istenen kemal derecesine ulaşamaz.
İkincisi: Tefsir Usulü, Hadis Usulü, Fıkıh Usulü, Peygamberler Tarihi, İslam Tarihi gibi bilgi ve kaynaklara sahip olan kişi, bu bilgilerle birlikte Kur’an’ı anlamak isterse, geniş ölçüde istifade eder.
Bu şekilde anlama cehdi, aşağıdaki örnekle benzerlikler gösterir:
Dünyanın herhangi bir bölgesinde yalnız başına değil de, en gelişmiş olan bir şehrinde yaşayan kişi hayatını çok daha rahat geçirir. Medeniyetin bütün imkânlarından yararlanır. Barınmadan ısınmaya, ulaşımdan haberleşmeye kadar sayısız konuda, taleplerini en zahmetsiz bir şekilde yerine getirme imkânını bulur.
İşte başta söylenen şartlarda Kur’an’dan faydalanmak isteyen kişinin durumu da böyledir.
Ancak yeryüzünde her gün yeni teknolojik gelişmeler olmakta, hayat standardı sürekli yükselmektedir. Bu şartları takip eden kişi, dünya standardının gerisinde kalmamak için çalışmaya devam etmek ve yaşadığı şartları yeni gelişmelere uydurmak zorunda olduğunu bilir. Kur’an’ı Kerim’i tefsir, hadis, fıkıh, tarih gibi bilimlerle birlikte inceleyip anlayan kişi de hâlâ yapması gereken işler kaldığının farkına varır.
Üçüncüsü: Müspet ilimler ve bu konularda meydana gelen yeni gelişmeler Kur’an’ı Kerim’i anlamak isteyen kişiye yardımcı olur. Allah’ın birer kitabı olan Kur’an, insan ve kâinat birbirleriyle tam bir uyum içindedirler. İnsanoğlu varlığını sürdürmek için evrene ihtiyaç duyar. Evren ise bir takım gelişmelere sahne olmak için insana muhtaçtır. İnsan ve evren, ikisi birden, hem sırlarının anlaşılması, hem de gerçek anlamda birbirlerine uyum sağlayabilmek için, Kur’an’a muhtaçtırlar. İnsan, gerek kendisi gerekse evren hakkında bilgi sahibi oldukça Kur’an’ı anlama konusunda daha çok mesafe kat eder. Dolayısıyla fizik, kimya, biyoloji gibi bilim dallarında elde edilen bilgilerle beraber Kur’an’ı incelemeliyiz.
Dördüncüsü: Bütün bu merhalelerden sonra bile Kur’an’ı tamamen anlamamız mümkün olmaz. Bunun örneğini de şöyle açıklayabiliriz: Allah’ın bir kitabı olan insan hakkında ne kadar araştırma yapılırsa yapılsın, onu tamamen anlayıp bütün detaylarıyla ortaya koymamız imkân dışıdır. İnsanın beynindeki sırlar ve yapısındaki bilinmezlik tamamen anlaşılamaz.
Gene Allah’ın bir kitabı olan kâinat hakkında her gün yeni şeyler öğrenilmesine rağmen, bu bilgilerin sonuna varılması da mümkün değildir.
Allah’ın insan ve kâinat isimli kitaplarını tamamlayan Kur’an kitabı da böyledir. Onun bazı ayetlerini sonsuza kadar tam olarak anlayamayız. Bu özellikler hem insanın, hem evrenin, hem de Kur’an’ın mükemmelliğinin işaretidir.
Terakki için sınır yoktur. İnsanlar araştırdıkça yeni şeyler öğrenirler. Bilgide, teknolojide, hayat standardını yükseltmekte son nokta diye bir şey olamaz. Kur’an’ı anlama konusunda da son noktaya varılamaz. Asırlar ilerleyip bilimsel gelişmeler oldukça Kur’an’ı anlama seviyemiz daha da artacaktır. Bu sebeple Kur’an’ın nihai tefsirini yazmak mümkün değildir. Kur’an’ın ihlas ve takva ile kendisine müracaat edeceklere saçacağı ışık ve hidayet, her gün biraz daha artacaktır.
Peki insanın gerek kendisi, gerek evren, gerekse Kur’an hakkındaki bilgilerin sonuna ulaşamamasının hikmeti ne olabilir? Bu, acziyet ve kulluk makamıdır. İnsan, Allah karşısında acizdir. Çok şey öğrenip başarmasına rağmen, bilmesi gereken en önemli şeylerden biri de aciz olduğu gerçeğidir. Allah karşısında aciz olduğunu bilmeyen insan, kul olmasının ne anlama geldiğini tam olarak kavrayamaz. İnsan için en büyük şeref, yüce yaratıcıya hakiki anlamda kul olmaktır.
40-KUR’AN’I KERİM’İN BİRİNCİ SÛREDEN YÜZ ON
DÖRDÜNCÜ SÛREYE KADAR DİZİLİŞİ NASIL
YAPILMIŞTIR? KUR’AN’I NÜZUL SIRASINA GÖRE TERTİP
ETMEK DOĞRU MUDUR?
Kur’an baştan sona vahiy eseri olduğu gibi, sûreler ve ayetler halinde sıraya konması da vahiy eseridir. İndirilmesi tamamlandıktan sonra bugünkü sırasıyla baştan sona kadar Cebrail (AS) tarafından, Resul’u Ekrem’e okunmuştur. Hz. Peygamber de ashabına bu şekilde okuyup öğretmiştir. O açıdan Kur’an’ı geliş sırasına göre tertip etmek mümkün değildir. Hatta, Kur’an’ın şu ayeti şu senede inmiştir diyerek, o günkü şartların sınırı içinde anlama ve anlatma gayretleri de doğru olmaz. Kur’an’ı daha iyi anlamak için nüzul sebebi olarak bilinen olayları ve o günkü şartları öğrenmemiz elbette faydalı ve gereklidir. Ancak Kur’an, ahirete kadar geçerli ve her asra hitap eden bir kitap olduğu için, bütün ayetlerine bu açıdan bakmak gerekir.
41-KUR’AN’I KERİM’DE HANGİ KONULAR YER ALIR?
Kur’an’ı Kerim’de, insanların ihtiyaç duyduğu ve kendi akıllarıyla çözüp son şeklini veremeyecekleri konular yer alır. Bu anlamda Kur’an’da bir eksikten söz edilemez. İnsanların muhtaç olduğu ve Kur’an’da yer alan konular şöyle sıralanabilir:
*Kur’an’da iman esasları vardır. İnsanlar, Allah’ın varlığını kendi akıllarıyla bulabilirler. Ancak Allah’ın sıfatlarını ve imanın diğer şartlarını akıllarıyla bilip ortaya koyamazlar. Nelere inanmamız gerektiğini Kur’an’dan okur, öğreniriz.
*İnsan nelere inanması gerektiğini öğrenince, sıra manevi ihtiyaçlarını giderip Allah’a karşı kulluk görevini yapma konusuna gelir. İşte Kur’an, hangi ibadetleri yapacağımızı ve nasıl dua edeceğimizi anlatır.
*Ayrıca insanlar için yasak (haram) olan iş, davranış ve yiyecekler nelerdir? Bunların cevabını da Kur’an’dan öğreniriz.
*Genel hukuk kuralları ve bu kurallara uymayanlara verilecek cezalar da Kur’an’da bildirilen konular arasındadır.
*İnsanların ferdi görevleriyle birlikte, birbirlerine karşı sorumluluklarını açıklayan bilgiler vardır.
*Temel ahlakî kurallar anlatılmıştır.
*Aynı hatalara düşülmesin diye geçmiş kavimlere ait kıssalara çokça yer verilir.
*İman esaslarının bir uzantısı olarak ahiret hayatı, cennet ve cehennem hakkında da gerekli açıklamalar yer alır.
İslam alimleri, En’am suresinde geçen iki ayet sebebiyle, Kur’an’da her konunun yer alıp almadığını tartışmışlardır. Ayetlerin konu ile ilgili bölümleri şöyledir:
“Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.”(6.En’am-38)
“Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.”(En’am-59)
Bazı alimler, anılan kitabın Levh-i Mahfuzda bulunduğunu, bazıları ise belirtilen kitaptan maksadın Kur’an-ı Kerim olduğunu söylemişlerdir. Konuyu şu şekilde izah etmek mümkündür:
İnsanların dünya ve ahiret hayatları açısından ihtiyaç duydukları bütün bilgiler Kitab-ı Mübin’de mevcuttur. Elbette Kur’an’da her şeyin olması; bütün tarihi bilgilerle fizik, kimya ve biyolojiye ait kuralların yer alması anlamına gelmez. Bu açıdan bakılınca, Kur’an’ın en önemli özelliğinin, bilime ters düşmemesi olduğu görülür. Bu şekilde incelenirse bilim adına da yararlanılabilir.
En önemlisi Kur’an, doğruyu arayan müttaki insanlar için, eksiksiz bir hidayet rehberidir.
42-NEBİ İLE RESUL ARASINDA NE FARK VARDIR?
Nebi, peygamber olarak görevlendirilen, ancak kendisine yeni bir kitap verilmeyip, daha önce gönderilen bir peygamberin kitabını tebliğ etmekle görevlendirilen kişidir. Resul ise kendisine yeni bir kitap verilen peygamberdir. Bu duruma göre her resul nebidir, ancak her nebi resul değildir. Hz. Muhammed (SAV) için Kur’an’ı Kerim’de hem nebi hem resul isimleri kullanılmıştır.
Nebi ile resul arasındaki anlam farkından şunu anlıyoruz: Cenab-ı Hak insanlara doğru yolu göstermek üzere kitap sahibi resuller göndermekle yetinmeyip, arada onları uyarmak üzere nebiler de göndermiştir.
43-İNSANLIK TARİHİ BOYUNCA KAÇ PEYGAMBER
GÖNDERİLMİŞTİR?
İlk peygamber, aynı zamanda ilk insan olan Hz. Adem’dir. Son peygamber ise Hz. Muhammed (SAV) dir. Bu iki peygamber dahil, Kur’an’ı Kerim’de yirmi beş peygamberin adı zikredilmiştir. Bunlar dışında hadis-i şeriflerde de bazı peygamber isimleri bildirilmiştir. Kendisine elli sayfa verilen Hz. Şit bunlardandır. İslam bilginleri, insanlık tarihi boyunca yüz binden fazla peygamber gönderildiği kanaatine varmışlardır. Kesin sayısını ancak Allah bilir.
44-CENAB-I HAK, PEYGAMBER GÖNDERMEDİĞİ TOPLUMLARI
SORUMLU TUTAR MI? GÜNÜMÜZ İNSANLARININ
İSLAMİYET KARŞISINDAKİ DURUMLARI NEDİR?
Kur’an’da şöyle buyuruluyor:
“...Biz peygamber göndermedikçe kimseye azap etmeyiz.” (17.İsra-15)
“Rabbin kasabaların halkına, onlara ayetlerimizi okuyacak bir peygamber göndermedikçe onları yok etmiş değildir. Zaten biz yalnız halkı zalim olan kasabalıları yok etmişizdir.” (28.Kasas-59)
İlk ayetten ahiretteki azab, ikincisinden de bu dünyada verilen toplu cezalar anlaşılmaktadır.
Rahatlıkla şu sonuca varabiliriz: Kendisine Allah’ın dini ulaşmamış ve tebliğ edilmemiş topluluklar, dinin vecibelerini yerine getirmekten sorumlu değildirler. Bu sonuç ışığında günümüzde yaşayan insanlar İslamiyet’e karşı sorumlulukları açısından üç kısımda incelenebilir:
*İslamiyet kendilerine tebliğ edilmiş olanlar.
*İslamiyet'ten hiç haberi olmayanlar
*İslamiyet’i sadece isim olarak duyan veya çoğu zaman olumsuz hadiseler sebebiyle adından haberdar olanlar.
Kendilerine İslamiyet anlatılanların sorumlu oldukları, hiç haberi olmayanların ise sorumlu olmayacakları hemen anlaşılmaktadır. Ancak üçüncü gruptakiler konusunda net bir şey söylemek zordur.
Bu noktada, İslamiyet’i bilen Müslümanların tebliğ konusundaki sorumlulukları önem kazanmaktadır.
45-VAHİY NEDİR?
Allah’ın dilediği hükümleri, sırları ve hakikatleri peygamberlerine bildirmesidir. Allah’ın peygamberlerine vahyi; dilediğini, dilediğinin kalbine ani olarak bildirmesiyle, veya perde arkasından duyurarak yahut da vahiy meleğini resulüne göndermesiyle olur. Bu üç yol, Kur’an’da şöyle anlatılmaktadır: “Allah bir insanla ancak vahiy suretiyle veya perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderir, izniyle dilediğini vahyeder. Doğrusu O, yücedir, Hakim’dir.” (Şura-51)
46-İLHAM NEDİR?
Allah’ın bazı insanlara ve hayvanlara bildirdiği doğru görüş ve bilgidir. Bu tür ilhamın vahiy ile alakası yoktur. Veliler de ilhama mazhar olur. Ancak ilham, ona mazhar olan kişi dışındaki insanları bağlamaz.
47-PEYGAMBERLERE DE İLHAM GELMİŞ MİDİR?
Peygamberlere de ilham gelmiştir. Ancak peygamberlere gelen ilham, diğer insanlara gelen gibi olmayıp vahyin bir çeşididir. Anlamı Allah’a, lafzı Hz. Muhammed (SAV)’e ait olan kutsî hadisler bu yolla vahiy olmuşlardır. Vahyin bir çeşidi olmakla birlikte, Kur’an ayetleri ilham yoluyla gelmemişlerdir.
48-KUR’AN VAHYİN HANGİ ÇEŞİTLERİYLE
GÖNDERİLMİŞTİR?
Kur’an ayetleri; Cebrail’in insan şeklinde görünmesi, çan sesine benzer bir sesten sonra vahyin gelmesi, Cebrail’in asıl görünümüyle gelmesi veya vasıtasız olarak Allah’ın bildirmesi ile Hz. Peygambere ulaştırılmışlardır.
49-KUR’AN NİÇİN BİR KEREDE DEĞİLDE 23 YIL BOYUNCA
İNDİRİLMİŞTİR?
Cenab-ı Hak bu sorunun cevabını Kur’an’da şöyle verir: “İnkâr edenler: Kur’an ona bir defada topluca indirilmeli değil miydi? Dediler. Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle yaptık (parça parça indirdik) ve onu tane tane (ayırarak) okuduk.” (25.Furkan-32)
Kur’an’ın 23 yıl boyunca gönderilmesinin sayısız hikmetleri vardır. Böylece Kur’an kolay benimsenmiş, kabul edilmiş ve ezberlenmiştir. İnsanlar eski alışkanlıklarını zamanla bırakmışlardır. Nüzul sebepleriyle tam da ihtiyaç hissettikleri günlerde gelen emirleri anlayıp benimsemeleri kolaylaşmıştır. Dini sorumlulukların tamamı bir günde değil, yıllar boyunca kendilerine geldiğinden, hem öğrenmeleri hem de uygulamaları kolay olmuştur.
50-PEYGAMBERLER ZORUNLU OLARAK HANGİ SIFATLARA
SAHİPTİRLER?
Peygamberler zorunlu olarak günahsız, doğru sözlü, güvenilir, üstün zekâ ve kuvvetli hafızaya sahip olup Allah’tan kendilerine vahyedileni eksiltme veya fazlalaştırma yapmadan insanlara bildiren kimselerdir.
51-MUCİZE NEDİR?
Peygamber olan kişinin iddiasını insanlar nezdinde ispat etmesi için, Allah’ın onun elinde gösterdiği tabiat kanunları dışında cereyan eden olağanüstü olaydır.
Peygamber olmayan insanların elinde meydana gelen, alışılmışın dışındaki olaylara mucize denemez.
52-MUCİZE İLE HARİKA ARASINDA NE FARKLAR VARDIR?
Harikalarda da olağandışı olma vasfı bulunmakla birlikte, mucizelerle ilgileri yoktur. Aralarındaki en açık farklar şöyle sıralanabilir:
*Mucizeyi ortaya koyan zat peygamberdir. Diğer harikaların peygamberlikle ilgisi yoktur.
*Mucize taklit edilemez, başkası tarafından tekrarlanamaz.
*Mucize peygamberlik davası dışında ortaya konamaz.
*Mucize sahibi peygamberler, ahlak ve fazilet timsali kişilerdir.
53-MUCİZE DIŞINDA NE GİBİ OLAĞANÜSTÜ OLAYLAR
VARDIR?
Mucize dışındaki harika olaylar beş kısımda incelenir:
a)İrhas: Peygamber olmadan önce peygamber olacaklarda görülen fevkalade olaylardır. Hz. İsa’nın beşikte konuşması gibi.
b)Keramet: Dini esasları hakkıyla yaşayan Allah dostlarından sadır olan harikalardır. Keramet hak olup Allah’ın salih kullarına bir lütuftur. İstendiği
anda değil, Allah verdiği zaman meydana gelir.
c)Meunet: Allah’ın bazı saf kalpli mü’minlerin işlerini kolaylaştırmak için kendilerine yaptığı yardımdır. Bu tür insanların belalardan korunması ve başkalarının kalplerinden geçenleri bilmeleri bir meunettir.
d)İstidraç: Küfür ve günah ehli insanların, ahirete kadar bir mühlet olmak üzere, isteklerine nail olmaları ve yüksek başarılara kavuşmaları bu nevidendir.
e)İhanet: Küfrü açık insanın elinden, isteğine zıt olarak harika bir olay meydana gelmesidir.
Yalancı peygamber Müseylemetü-l Kezzab’ın, bir gözü kör olan kişinin gözünün açılması için dua edince, diğer gözünün de kör olması böyle bir şeydir.
Sihir ve büyü ise gerçek olmakla birlikte dinimize göre büyük günahlardandır. Bu tür işlerden her şekilde uzak durmak gerekir. Büyü ve sihir gibi şerlere karşı Felak ve Nas surelerini okuyup Allah’a sığınmalı ve merak kabilinden de olsa böyle işlerle ilgilenmemeliyiz.
54-DELİLER ARASINDA VELİ OLANLAR VAR MIDIR?
Allah’ın velisi olmak iman, amel ve akılla mümkündür. Deli olanların iman ve amel gibi dini sorumlulukları bile yokken, velayet derecesine ulaşıp bir takım kerametler göstermeleri mümkün değildir.
Ancak bir önceki sorunun cevabında geçtiği gibi; Cenab-ı Hak, cemiyet içinde oldukça saf veya yarı deli olarak tanınan bazı insanların hayatlarını kolaylaştırıp halktan ilgi görmelerini sağlamak için yardım (meunet) kabilinden olmak üzere kendilerine bazı lütuflarda bulunur. Allah’ın yardımı sayesinde zaman zaman olacak bazı işleri veya birinin kalbinden geçenleri bilirler. Böylece halk içinde hayatlarını sürdürmeleri kolaylaşır. Bu tür durumlar keramet olmayıp meunet cinsinden olaylardır.
55-PEYGAMBERLERİN GÖNDERİLMESİNDEKİ HİKMETLER
NELERDİR?
İnsanlık, her yönden peygamberlerin rehberliğine muhtaçtır. Cenab-ı Hak insanı inanma ve ibadet etme ihtiyacıyla birlikte yaratmıştır. Peygamberler gönderilmeseydi, karşılanması fıtrat açısından zorunlu olan iman ve ibadet ihtiyacı sağlıklı olarak nasıl giderilebilirdi? İnsanlar kendi akıllarıyla doğruyu bulmak için ne kadar çabalasalar da komik ve acıklı durumlara düşmekten kurtulamazlardı. Nitekim tarih boyunca, gerçek imanı bulamayan insanların, fıtratlarındaki ihtiyacı karşılamak için, putlara tapmaktan kız çocuklarını gömmeye kadar bir sürü kabul edilemez davranışları kendilerine reva gördükleri bilinen bir gerçektir.
Yağmur nasıl insanlar için bir rahmetse, nübüvvet de aynen öyle vazgeçilmez bir rahmettir. Cenab-ı Hak, Kur’an’da Hz. Muhammed (SAV) için “Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.” (21.Enbiya-107) buyurmaktadır. Söz konusu bu rahmet ile ulaşılan kazanç,hem dünya hem de ebedi ahiret mutluluğudur.
Peygamberler, insanlara doğru ile yanlışı, faydalı ile zararlıyı birbirinden ayırt etmeleri için gerekli bilgileri vermişlerdir.
Eti yenmemesi gereken hayvanlar aynı zamanda sağlık açısından da zararlıdır. İnsanların yapacakları araştırma ve deneylerle eti yenmemesi gereken hayvanları tespit etmeleri için asırlar geçmesi gerekecekti. Halbuki daha baştan itibaren peygamberler sayesinde zararlı yiyeceklerden uzak kalma imkânına kavuşmuşlardır.
Medeniyetin süratle gelişmesi de peygamberler sayesinde olmuştur. Peygamberler sadece dini emir ve yasakları bildirmekle yetinmemiş sanat, ticaret ve ziraatle ilgili konuları da öğretmişlerdir.
Daha özet bir sonuca varmak istersek şunu sorabiliriz: Hz. Muhammed gönderilmeseydi, nelerden mahrum olurduk? Cevabı kısaca şöyle: Kur’an’ı Kerim’den ve onun yol göstericiliğinden mahrum olurduk. İnsanlık, böyle bir mahrumiyete dayanabilir midi?...
56-HZ. MUHAMMED (SAV)’İN SIRTINDAKİ NÜBÜVVET MÜHRÜ
NASILDI? ÜSTÜNDE HERHANGİ BİR YAZI VAR MIYDI?
Peygamber efendimizin mübarek sırtlarında iki kürek kemiği arasında, sol kürek kemiğine daha yakın kalbin hizasında İslam alimlerince “nübüvvet mührü” olarak anılan bir işaret vardı. Bu işaret; “üzerleri tüylü, kabarık, kırmızımtırak inci gibi benlerin bir araya gelmesinden hasıl olan keklik yumurtası büyüklüğünde”idi. (M. Asım Köksal, Hz. Muhammed (AS) ve İslamiyet, Mekke Devri, s:11) Tanımdan da anlaşıldığı gibi nübüvvet mührü bir yazıdan oluşmamaktadır.
Hz. Muhammed (AS) on iki yaşlarında iken amcası Ebu Talip’le birlikte Şam’a gitmek üzere bir yolculuğa çıkmıştı. Şam yakınlarındaki Busra kasabasında konakladıklarında, Rahip Bahira Hz. Muhammed (SAV)’in bir bulut tarafından gölgelendiğini ve altında oturduğu ağacın dallarının üstüne eğildiğini fark edince kendisini daha yakından tanımak istedi. Kervandaki herkesi yemeğe davet etti. Burada Hz. Muhammed (SAV)’e bir takım sorular sordu. Hırkasını kaldırarak nübüvvet mührüne baktı. Onun ahir zaman peygamberi olacak çocuk olduğunu anlamıştı. Bu konuda sahip olduğu bilgilere dayanarak Ebu Talip’e sorular yöneltti. Ebu Talip, bir soru üzerine; “Bu benim oğlumdur.” Deyince, “Bu çocuğun babasını kitaplarda sağ bulmuyorum.” Dedi. Çocuğun babasının henüz kendisi doğmadan , annesinin de daha sonra vefat ettiğini duyunca, kendisinin kitaplardan öğrendiğinin de böyle olduğunu söyledi. Kervan, Rahip Bahira’nın isteği üzerine Şam’a gitmekten vazgeçti. Böylece oradaki Yahudilerin Hz. Muhammed (SAV)’i tanıyıp ona bir zarar vermelerinin önüne geçildi.
Nübüvvet mührünün ilahi bir nişan olarak Resul-u Ekrem’in sırtına yerleştirildiği anlaşılmaktadır.
57-HZ. MUHAMMED (SAV)’İN MÜBAREK SİMALARINDA
PARLAYAN NÜBÜVVET NURU NASILDIR?
Nübüvvet nuru, Hz. Adem’den başlayarak babadan oğula geçmiş; Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. İsmail gibi, Resul-u Ekrem’in atası olan peygamberlerden ve diğer şahıslardan devam ederek Hz. Muhammed (SAV)’e kadar gelmiştir. Bu nur, Hz. Muhammed (SAV)’in yüzünde ve alnında parlar, onu her gören kişide, içten gelen bir hürmet uyanmasına vesile olurdu. Resulullahın yüzü eşsiz bir güzelliğe ve asalete sahipti.
Nübüvvet nuru Hz. Muhammed (SAV)’in babası Abdullah evlenmeden önce, onun yüzüne de görenlerde ilgi uyandıran bir parlaklık verirdi. Bunun için çok asil ve gururlu olan bazı kadınlar bile, gururlarını yenemeyip ona evlilik teklifinde bulunmuşlardır.
Nübüvvet nuru, Hz. Muhammed (SAV)’de karar kılmış başka kimseye geçmemiştir.
58-İNSAN HAYATI KAÇ SAFHAYA AYRILIR?
“İnsan hayatı kaç bölüme ayrılır?” denince hemen herkesin aklına çocukluk, gençlik ve yaşlılık devreleri gelir. Oysa daha geniş bir açıdan bakınca karşımıza şu safhalar çıkar:
*Dünya hayatı
*Kabir hayatı
*Ahiret hayatı
İnsan hayatının üç bölümde incelenmesi bizi şu gerçekle karşı karşıya getirir: İnsan bu dünyaya bir kere geldikten sonra gerçek anlamda yok olup gitmeyecektir. İnsan bu dünyada aktif bir hayat yaşar. Gelişir, büyür, ihtiyarlar. Öğrenir, öğretir, manen ve madden olgunlaşır. Cüz’i iradesiyle yapmak istediklerini tercih eder. Sevap kazanır, günaha girer. Mutlu olur, üzülür. Sever, sevinir, sevilir. Uyur, uyanır. Hayal eder. Yer değiştirir, gezer. Böylece kendisine verilen dünya hayatına ait ömrünü tamamlar.
Berzah alemi de denen kabir hayatı ise yaşantı itibariyle pasif bir dönemdir. Tabir caizse bekleme salonundaki insanın hali gibidir. Ruh, bedenin bir kısmına döner. Böylece sınırlı bir hayat başlar. Dünya hayatından bir örnekle izah etmek gerekirse, uyumakta olan insanın rüya görmesine benzer. Buradaki uyku ölümün, rüya ise kabir hayatının karşılığı olarak anlaşılabilir. Nasıl insan güzel rüyalar ve bunaltıcı kâbuslar görebiliyorsa, kabir hayatı da mutlu ve ıstırap verici olabilir.
İnsan hayatının üçüncü safhası ise kıyamet koptuktan sonra İsrafil(AS)’in Sûr denilen alete üflemesiyle başlar. Bedenler canlanır, ruh ile beden birleşir.
Mahşer yerinde toplanılır. Amel defterleri verilir, mizan kurulur. Sırat köprüsünü geçebilenler geçer. İnsanlar ilahi adalet gereği cennet veya cehenneme girerler. Ebedi ahiret hayatı başlar.
59-CESETLERİ DAĞILDIĞI İÇİN BİR KABRİ
BULUNMAYANLARIN KABİR HAYATLARI NASIL OLUR?
Ölen bütün insanlar berzah alemi denen kabir hayatını yaşarlar. Bunun için düzenli bir kabre konmuş olmak şart değildir. Kabre konmak dinimizin bir emridir. Müslüman olmayanlar da ölülerini kabire koyarlar. Onun için ölümden sonraki döneme kabir hayatı denmiştir. Ancak bazı insanlar yakılıp külleri savrulmakta, bazıları ise çeşitli kazalar sebebiyle bir kabre sahip olamamaktadırlar. Bu durum onların kabir hayatını yaşamalarına engel değildir. Ruh, bedenlerinin bir kısmına iade edilecek ve pasif bir hayat sürdürmeleri sağlanacaktır.
60-BAZI İNSANLAR TARİHİN İLK DÖNEMLERİNDE
ÖLMÜŞLER, BAZILARI İSE KIYAMETE YAKIN
ÖLECEKLERDİR. İKİ GRUBUN KABİRDE ÇEKECEĞİ AZAP
VEYA GÖRECEĞİ MUTLULUK GÖZÖNÜNDE
BULUNDURULUNCA, BERZAH ALEMİNDEKİ SÜRELERİNİN
ÇOK FARKLI OLMASI BİR HAKSIZLIĞA NEDEN OLUR MU?
Kabir hayatlarını sürdüren insanların, zaman açısından fark edecekleri uzunluk veya kısalık, öldükleri tarihe bakılmaksızın, Allah’ın kudret ve adaletiyle takdir edeceği kadar olacaktır. Beş bin yıl önce ölmüş biri ile bu yıllarda ölen birinin hissedecekleri zaman birbirine eşit, daha az veya daha çok olabilir.
61-RUHUMUZ BİZ DOĞMADAN ÖNCE VAR OLDUĞUNA GÖRE
NİÇİN GEÇMİŞ ZAMANLARI HATIRLAMIYORUZ?
Ruh, ancak bedenle birleştiği zaman bir hatıraya sahip olur; bu sebeple doğumdan önceki zamanları hatırlamamız mümkün değildir.
62-BERZAH ÂLEMİ HANGİ OLAYLA BAŞLAR?
Berzah âlemi insan öldükten sonra, münker nekir (sorgu) meleklerinin kişiye yönelttikleri sorularla başlar. Ölen şahıs; “Rabbin kimdir? Peygamberin kimdir? Dinin nedir? Kıblen neresidir?” sorularına muhatap olur. İman üzere ölmüş iyi amel sahipleri bu sorulara doğru cevap verirler. Kâfir, münafık ve müşrikler doğru cevap veremezler. Dikkat edilince kabir hayatının başında insana yöneltilen soruların daha çok imanla ilgili olduğu görülmektedir. Kabir azabı amellerimizin iyi olup olmamasıyla da ilgili olmakla beraber iman konusunun Berzah âlemi boyunca, daha da önem taşıdığı kanaatine varılabilir.
Kıyamet koptuktan sonra mahşerde yapılacak sorguda ise amellerimizle ilgili sorular ön plana çıkmaktadır.
63-ŞEHİT OLANLARIN BERZAH ÂLEMLERİ NASIL
GEÇECEKTİR?
Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor: “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilakis onlar diridirler; Allah’ın , lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehit kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar.” (3.Âl-i İmran-169,170)
Şehitler zahiri ölümleri neticesinde bildiğimiz dünya hayatından çekilip berzah âlemine intikal ederler. Ancak kabir hayatları diğer insanlarınkiyle mukayese edilemeyecek kadar canlı ve güzeldir. Rableri katında bizim bilemeyeceğimiz şekilde rızıklandırılmaları dahil birçok nimete nail olurlar. Yaşadıkları hayat kendilerine o kadar güzel gelir ki, henüz kendilerine katılmamış olan şehitlere, kendilerine katıldıklarında yaşadıkları hazların müjdesini verecekler diye mutluluk duyarlar.
Peygamberlerin berzah âlemindeki hayatları da şehitlerinki gibidir.
64-AHİRETİN VARLIĞININ HİKMETLERİ NELERDİR?
Ahiretin varlığına dair hikmetler o kadar çoktur ki, bu konuda müstakil eserler dahi yazmak mümkündür. Biz özetin özeti şeklinde bazı madde başlıklarını sıralayalım:
*Bütün insanlar ebediyyen yaşama hissi ve arzusu taşırlar. Ahiretin varlığı, yaratılışta mevcut olan ebedi yaşama arzusu ile örtüşmektedir. Hem ebedi bir hayat yaşamak isteyen, hem de bu isteğinin gerçekleşeceğini bilen insan, sonsuz ve kesintisiz bir mutluluğa ulaşır. Hiçbir şey insanı ebedi hayat, yani gerçek anlamda ölümsüzlük garantisinden daha çok mutlu edemez.
*Ahiretin varlığı, insanları iyilikte, erdemde, doğrulukta cesaretli kılar. Ahiret olmasaydı olaylar karşısında korkaklık hissi öne çıkar, bizleri yanlış tercihlere iterdi.
*Ahirete inanan kişi bütün delilleri yok etme imkânına sahip de olsa, öteki dünyada işlediği suçun cezasını göreceğinden emin olduğu için, günah işlemekten çekinir. Böylece insanlar arasında suç işleme oranı düşük olur. Topluma hiçbir masraf çıkarmayan oto kontrol sistemi sağlıklı bir şekilde çalışır.
*Ahirete inanan kişiler, iyilik yapmakta yarışırlar. Çünkü karşılığını ahirette cemalullahı görmek ve cennete girmek şeklinde fazlasıyla göreceklerini bilirler. Böylece cemiyette gönüllü ve karşılıksız yardım etme faaliyetleri artar.
*Haksızlığa uğrayanlar, kendilerine zulüm edenlerin bu dünyada cezalarına çarptırılmalarını sağlayamazlarsa bile, ahirette ilahi adaletin mutlak bir şekilde tecelli edeceğini bildikleri için, manen yıpranmazlar.
*Bu dünyada suçlarını gizleyerek bir takım düzenler kurup insanları sömürenler, yalancı şahitlik yapıp başkasına iftira edenler, dedikoducular, fitnekârlar ve her türlü yolla kul hakkını gasp edenler bütün cemiyette derin bir üzüntüye sebep olurlar. Herkes; “Bu yaptıkları yanlarına kâr kalmamalı.” diye geçirir içinden. İşte yapılan haksızlıkların ve hesabı sorulamayan kötü davranışların kimsenin yanına kâr kalmamasının tek yolu da ahiretin varlığıdır. Burada mutlak adalet tecelli edecek ve bütün gönüller tam bir itminana kavuşacaklardır.
*İnsanın yıllarca birlikte yaşadığı dost ve akrabalarından ölüm nedeniyle ayrılması büyük bir acıdır. Ancak ahiretin varlığı ve cennette buluşma imkânına sahip olmamız bizleri teselli eder, acımızı hafifletir.
*Bu dünyada bazı insanlar sakat, çirkin, güçsüz ve hastalıklı olabilmektedir. Cennette bütün insanlar yakışıklı, genç, güzel ve güçlü olacaklardır. Böylece geçici olan bu dünya hayatında, görünümlerinden veya sağlıklarından dolayı çektikleri sıkıntılar ebediyyen sona erecek ve yaşadıkları üzüntülere karşılık mükâfat göreceklerdir.
*Bu dünyada bazı insanlar fakirdir; çok çalışmalarına rağmen fakirlik sınırının üstüne çıkamazlar. Helal yoldan çalışıp sabretmelerinin mükâfatı çok büyük olacaktır. Ebedi hayat çizgisi içinde geçici bir süre yaşanan sıkıntılara harama sapmadan dayanmak, insana ebediyyen çok büyük nimetler kazandırır. Bu dünyada kim ne kadar zengin olursa olsun cennetteki hayat seviyesine erişemez.
65-AHİRETİN VARLIĞINI İSPAT EDEN DELİLLER NELERDİR?
Kendi hayatımıza, dünyaya ve Kur’an’a baktığımız zaman ahiretin varlığını ispat eden delillerle karşılaşırız.
*İstisnasız olarak bütün insanlarda ebedi yaşama hissi ve arzusu vardır. Herkesin fıtratında var olan bu his ve arzuların karşılıksız olması mümkün değildir. Eğer ebedi hayat olmasaydı, ebedi hayat düşüncesi de olmazdı.
*İnsan uykusu bir bakıma ölüme benzer. Uyuyan insan duyu organlarından yararlanamaz, nefes alıp veren bir ceset gibi olur. Böyleyken her gün uyur, yeniden uyanırız. Ölümden sonra dirilmenin küçük bir örneğini on binlerce sefer yaşayan insan, berzahtan sonra dirilmenin imkânsız olduğunu düşünemez.
*Canlı olan insan, cansız varlıklardan meydana gelip doğar. Daha sonra cansız varlıklardan beslenerek üç buçuk kilodan yetmiş-seksen kiloya kadar çıkar. Cansız olan ekmek ve diğer gıda maddeleri insan vücudunda kan, ilik,beyin gibi canlı parçalara dönüşür. Böylece ölü olan maddelerden insan gibi mükemmel bir varlık meydana gelir. Bunun böyle olduğunu sayısız kereler görüp duyuyoruz. Buna benzer bir olayın ahirette meydana geleceğini niçin kabul ve tasdik etmeyelim.
*Her yıl kış geldiğinde tabiat büyük oranda ölür. Ağaçlar yapraklarını döker; otlar, çiçekler, böcekler yok olur. Mevsim değişip ilkbahar gelince tabiat yeniden canlanır. Otlar yeşerir, böcekler çoğalır, ağaçlar açar. Kıştan başka mevsime şahit olmayan akıl sahibi bir varlık olsa, bahar karşısında şaşırıp duracaktır. Ömürleri boyunca yıllarca bu eşsiz değişikliğe şahit olan insan, ölümden sonra dirilmenin olacağına hiç zorlanmadan ve içten gelerek inanır. Bu durumu Kur’an şöyle izah ediyor:
“Rüzgârları gönderip de bulutu harekete geçiren Allah’tır. Biz onu ölü bir bölgeye göndeririz de ölümünden sonra toprağa onunla hayat veririz. Ölülerin yeniden diriltilmesi de böyle olacaktır.” (35.Fatır-9)
“Göklerden bir ölçüye göre suyu indiren O’dur. Biz onunla (kupkuru), ölü memlekete hayat veririz. İşte siz de böylece (mezarlarınızdan) çıkarılacaksınız.” (43.Zuhruf-11)
“Rüzgârları rahmetinin önünde müjde olarak gönderen O’dur. Sonunda onlar (o rüzgârlar), ağır bulutları yüklenince onu ölü bir memlekete sevk ederiz. Orada suyu indirir ve onunla türlü türlü meyveler çıkarırız. İşte ölüleri de böyle çıkaracağız. Her halde bundan ibret alırsınız."”(7.A’raf-57)
*İnsanın meydana getiriliş aşamaları da öldükten sonra dirilmeye örnek teşkil edecek niteliktedir. Bu konu Kur’an’da şöyle anlatılıyor:
“Ey insanlar! Eğer yeniden dirilmekten şüphede iseniz, şunu bilin ki, biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alakadan (aşılanmış yumurtadan), sonra uzuvları (önce) belirsiz, (sonra) belirlenmiş canlı et parçasından (uzuvları zamanla oluşan ceninden) yarattık ki size (kudretimizi) gösterelim. Ve dilediğimizi, belirlenmiş bir süreye kadar rahimlerde bekletiriz; sonra sizi bir bebek olarak dışarı çıkarırız. Sonra güçlü çağınıza ulaşmanız için (sizi büyütürüz). İçinizden kimi vefat eder, yine içinizden kimi de ömrünün en verimsiz çağına kadar götürülür; ta ki bilen bir kimse olduktan sonra bir şey bilmez hale gelsin. Sen yeryüzünü de kupkuru ve ölü bir halde görürsün; fakat biz, üzerine yağmur indirdiğimizde o, kıpırdanır, kabarır ve her çeşitten (veya çiftten) iç açıcı bitkiler verir.” (22.Hacc-5)
*Bizim açımızdan çok zor ve imkânsız olan şeylerin Allah tarafından yapılması da, ölümden sonra diriltmeyi gerçekleştireceğine delildir. Kur’an ayetleri bu durumu şöyle anlatıyor:
“Yeşil ağaçtan sizin için ateş çıkaran O’dur. İşte siz ateşi ondan yakıyorsunuz. Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratmaya kadir değil midir? Evet! Elbette kadirdir. O, her şeyi hakkıyla bilen yaratıcıdır.” (36.Yasin-80,81)
Kur’an’ı Kerim ölümden sonra dirilmeye inanmamız için çeşit çeşit örnekler getirir. Dünyadaki hayatımızdan örnekler vererek bunun zor olmadığını anlatır. Aklımıza hitap eden açıklamalarda bulunur:
“İnsan görmez mi ki, biz onu meniden yarattık. Bir de bakıyorsun ki, apaçık düşman kesilmiş. Kendi yaratılışını unutarak bize karşı misal getirmeye kalkışıyor ve: “Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?” diyor. De ki: Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. Çünkü O, her türlü yaratmayı gayet iyi bilir.” (36.Yasin-77,78,79)
Ayetlerin akıllara hitap eden açıklamalarından anlaşıldığı gibi, bir şeyi ikinci kere yaratmak ilk sefer yaratmaktan zor değildir. Esasen zorluk yaratılmış olanlar içindir, Allah için hiçbir konuda zorluk düşünülemez.
Gene Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:
“Sizi biz yarattık. Tasdik etmeniz gerekmez mi? Söyleyin öyleyse, (rahimlere) döktüğünüz meni nedir? Onu siz mi yaratıyorsunuz, yoksa yaratan biz miyiz? Aranızda ölümü takdir eden biziz. Ve biz, önüne geçilebileceklerden değiliz. Böylece sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir alemde tekrar var edelim diye (ölümü takdir ettik). Andolsun, ilk yaratılışı bildiniz. Düşünüp ibret almanız gerekmez mi? Şimdi bana ektiğinizi haber verin. Onu siz mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren biz miyiz? Dileseydik onu kuru bir çöp yapardık da şaşar kalırdınız.” (56.Vakıa-57-65)
*İnsanda cüz’i irade bulunması, iyilikleri ve kötülükleri isteğine göre tercih edip yapması da ahiretin varlığına işaret eden delillerdendir. Tercihlerinde serbest olan kişinin sorumsuz olması düşünülemez. Madem ki insan hür iradesiyle bir takım fiilleri iktisap ediyor, o halde hesaba da çekilecektir. Taptıklarının hesabını tam olarak bu dünyada vermediğine göre, diriltilip hesaba çekilmesi gerektiği kendiliğinden anlaşılmaktadır. Kur’an’da bu konu şöyle anlatılıyor:
“O ki; hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O, mutlak galiptir, çok bağışlayıcıdır.” (67.Mülk-2)
Bu dünya bir imtihan yeri, ahiret ise imtihan yerinin sonucuna göre yaşanılacak olan ebedi yurttur.
Bu dünyada geçen ömür son nefesine kadar imtihanla geçtiğine göre, imtihanın değerlendirilmesi için elbette ölümden sonra dirilme meydana gelecektir. Bunun böyle olması gerektiği düz bir mantıkla bile anlaşılmaktadır.
66-KIYAMETİN KÜÇÜK ALAMETLERİ NELERDİR?
Kıyametin küçük alametlerinden en önemlileri şunlardır:
*İslami ilimlerin gerilemesi ve bu konuda bilgisizliğin yayılması.
*Çok basit sebeplerle, hatta ölenin ve öldürenin sebebini bilmeyeceği şekilde adam öldürmelerin çoğalması.
*İçki ve zina gibi günahların yayılması ve açıktan işlenmesi.
*İsrafın artması.
*Ana babaya isyan edilip kadınlara itaatin artması.
*Adalet ve ehliyetin bulunmayışı.
*Yapılan işlerde helal ve haramın gözetilmemesi.
*Emanete riayetin kalkması.
*Ölçü ve tartıda hilenin artması.
*Kumar ve benzeri oyunların artması.
Yukarıda saydığımız kıyametin küçük alametlerini özetlemek istersek şöyle diyebiliriz: Her türlü günah artacak, bu fiilleri işleyenler utanma ve pişmanlık hissetmeyeceklerdir.
Kıyametin küçük alametleri konusunda bu sonuca vardıktan sonra, insanlık alemi olarak kendimize çeki düzen vermemiz gerektiğini anlıyoruz. Kıyamet elbette bir gün kopacaktır. Bunun zamanını kimse bilemez. Fakat yukarıda sayılan sebeplere katkıda bulunmamak gerekir.
67-KIYAMETİN BÜYÜK ALAMETLERİ NELERDİR?
İslam alimleri Hz. Peygamberin hadislerine dayanarak kıyametin büyük alametlerini on maddede saymışlardır:
1-Bütün yeryüzünü kaplayacak bir dumanın çıkması (Duhan)
2-Allahlık iddiasında bulunacak ve istidrac kabilinden bazı harikalar gösterecek olan Deccal’in çıkması
3-Dabbetü’l-Arz ismindeki garip yaratığın çıkıp insanlarla konuşması
4-Güneşin batıdan doğması
5-Hz. İsa’nın semadan inip İslamiyetle amel etmesi
6-Ye’cüc ve Me’cüc isimli iki kabilenin çıkması
7-Doğuda bir yer çöküntüsünün meydana gelmesi
8-Batıda bir yer çöküntüsünün meydana gelmesi
9-Arap Yarımadasında bir yer çöküntüsünün meydana gelmesi
10-Hicaz tarafından büyük bir ateşin zuhuru
68-KIYAMETİN BÜYÜK ALAMETLERİ NASIL
YORUMLANABİLİR?
Kıyametin büyük alametleri hakkında şunları söyleyebiliriz:
*Bu alametlerin bir kısmı, bize kadar gelen müteşabih haberlerdir. Bunları tam olarak izah etmek, mahiyetlerini bilmek ve bildirmek mümkün değildir.
*Bu alametlerden hangisinin önce hangisinin sonra meydana geleceği bilinmemektedir. Onun için hangi olayın vukuundan sonra kıyametin kopacağını bilemeyiz.
*Güneşin batıdan doğması ve dabbetu’l-arz’ın zuhuru gibi, kıyametin kopmak üzere olduğunun herkes tarafından anlaşılmasını sağlayacak, olaylarla birlikte tövbe kapısı kapanacaktır.
*Hasta yatağında ölmek üzere olan bir kişide, önce ateşin çok yükselmesi, sonra el ve ayakların soğumaya başlaması, daha sonra yüz renginin değişmeye başlaması gibi fevkaladelikler yaşanır. Dünyanın sonu demek olan kıyametin kopmasına yakın da bir takım olağanüstü hadiselerin meydana gelmesi akıl ve mantığa tamamen uymaktadır.
*Müslümana düşen, kıyametin ne zaman kopacağını gözlemek değil, her gün ve her an görevlerini hakkıyla yerine getirmeye çalışan bir kul olmaktır.
69-DİĞER DİNLERE VE İSLÂMİYETE GÖRE DECCAL GERÇEĞİ
NEDİR?
Deccal’ın sözlük anlamı; bir şeyi örtmek, yaldızlamak veya boyamak demektir.
Yahudiler ve Hıristiyanlar da Deccal’ın varlığından bahsetmişler ve zaman zaman Deccal’ın kimliği hakkında bazı tahminlerde bulunmuşlardır. Asrımızda ise bu tür tahminlerden vazgeçilmiş olup Deccal’ın henüz zuhur etmediği kanaati hakimdir.
İslâm alimlerinin çoğunluğu ahir zamanda Deccal’ın gelip insanları dinden uzaklaştıracağı ve daha sonra semadan inecek Hz. İsa tarafından öldürüleceği inancında olmuşlardır.
Kur’an-ı Kerim’de Deccal’dan bahsedilmemektedir. Ancak bir kısım alimler aşağıdaki ayette geçen “bazı alametler” ifadesinden hareketle Kur’an’da Deccal’ın geleceğine işaret edildiğini savunmuşlardır.
Ayet mealen şöyle: “Onlar ancak kendilerine meleklerin gelmesini veya Rabbinin gelmesini bekliyorlar. Rabbinin bazı alametleri geldiği gün, önceden inanmamış ya da imanında bir hayır kazanmamış olan kimseye artık imanı bir fayda sağlamaz. De ki: bekleyin, şüphesiz biz de beklemekteyiz.” (6.En’am-158)
İslâm alimleri “Rabbinin bazı alametleri geldiği gün” ifadesinden kıyametin büyük alametlerini anlamışlardır. Buna göre, Hz. Peygamber tarafından Deccal’in gelmesi bu alametler arasında sayıldığına göre, Kur’an’da Deccal’a da bir işaret vardır. Bu ayeti, kıyametin öteki alametleriyle birlikte Deccal’a da bir işaret saymak için, Deccal’ı anlatan hadislerin sıhhatinden emin olmak gerekir. Söz konusu hadislerden bir kısmı zayıf olmakla birlikte, bir kısmı sahihtir.
Şu var ki Deccal konusunu tam anlamış olmak için aşağıdaki sorulara da cevap vermek gerekir: Acaba Deccal yalnız bir şahıs mıdır? Çok sayıda Deccal olması mümkün mü? Veya Deccal, bir insan olmanın ötesinde zararlı bir cereyan mıdır? Hz. İsa Deccal’ı nasıl öldürecektir? İnsanlar Hz. İsa’yı tanıyacaklar mı? Bu sorulara çok da net cevaplar vermek mümkün değildir. Deccal’ın zararlı bir akım, bir şahs-ı manevi olma ihtimali de vardır.
Bazı İslâm alimleri ilgili hadisleri yeterli bulmayıp Deccal konusunu tamamen olmayacak bir şey saymışlar, böylece belki de farkında olmadan, açıklanması çok zor ve kafa karıştıran bir konudan kurtulmayı tercih etmişlerdir.
Konu hakkında varid olan hem Buhari hem de Müslim’in naklettiği Hadis-i şeriflerden iki tanesini okumak faydalı olacaktır.
“Allah’ın gönderdiği her peygamber, ümmetini onunla inzar etti. Nuh (as) ümmetini onunla inzar etti, ondan sonra gelen peygamberler de. O, sizin aranızda çıkacak. Onun hali sizden gizli kalmayacak. Rabbinizin tek gözlü olmadığı size kapalı değildir. O ise sağ gözü kör birisidir. Onun gözü, sanki (salkımdan) dışarı fırlamış ve bir üzüm tanesi gibidir.” (Prof. İ. Canan, c:14, s:98)
“Deccal çıktığı vakit beraberinde su ve ateş vardır. Ancak halkın ateş olarak gördüğü tatlı sudur; halkın su olarak gördüğü ise yakıcı bir ateştir. Sizden kim o güne ererse, halkın ateş olarak gördüğüne düş(meyi kabul et)sin. Çünkü o, tatlı soğuk sudur.” (Prof. İ. Canan, c,14, s:98)
Deccal hakkında bilgi veren bu hadisler onu bir şahıs olarak anlatmaktadır.
Deccal’ın, İslam’ı yok etmeye çalışan bir cereyanın lideri olması mümkündür. Hadiste, Deccal ile birlikte bulunacağı söylenen su, onun dağıtacağı dünya menfaati, ateş ise kendisine uymayanlara vereceği zarar olarak yorumlanabilir. Ancak konuyu tam olarak anlama konusundaki zorluklar aşılamamaktadır.
Açıklaması çok zor olduğuna göre, konuyu müteşabih bir mesele olarak görmek daha doğrudur.
Deccal hakkında isim ve tarih vermek yanıltıcı olur. Meydana gelecek her olay, kendi tabii seyri içinde vuku bulacaktır. Hz. Peygamber dualarında Deccal’ın şerrinden de Allah’a sığınmıştır. Bu, bizler için öğretici bir durumdur. Deccal’dan, şeytandan ve her türlü kötü şeyden Allah’a sığınırız.
70-KIYAMETİN BÜYÜK ALAMETLERİNDEN DABBETU’L-ARZ
KUR’AN’DA VE HADİSLERDE NASIL ANLATILMAKTADIR?
Dabbe kelimesi Kur’an’da Hud sûresinin altıncı, Ankebut sûresinin altmışıncı ayetlerinde canlı anlamında kullanılmaktadır. Konumuzla ilgili olan Dabbetu’l-Arz’dan bahseden ayet ise mealen şöyledir:
“O söz başlarına geldiği (kıyamet yaklaştığı) zaman, onlara yerden bir dabbe (mahluk) çıkarırız da, bu onlara insanların ayetlerimize kesin bir iman getirmemiş olduklarını söyler.” (27.Neml-82)
Ayetten, kıyamete yakın, yerden bir canlı çıkarılacağı ve bu canlının, insanların Allah’ın ayetlerine kesin bir iman getirmemiş olduklarını söyleyeceği anlaşılmaktadır. Acaba Dabbetu’l-Arz bir insan mı, yoksa hayvan mıdır? Gene acaba Dabbetu’l- Arz bir tane olarak mı yerden çıkacaktır, yoksa bu bir cins ismi midir? Her halükârda konuşacağı ve insanlara iman açısından durumlarının yeterli olmadığını söyleyeceği belli olmaktadır.
Konumuzla ilgili olan aşağıdaki hadisi Müslim ve Ebu davud rivayet etmişlerdir:
İbnu Amr İbnu’l-As (RA) anlatıyor: Resulullah buyurdular ki: “Çıkış itibariyle, kıyamet alametlerinin ilki güneşin battığı yerden doğması, kuşluk vakti insanlara Dabbetu’l-Arz’ın çıkmasıdır. Bunlardan hangisi önce çıkarsa, diğeri de hemen peşindedir.” (Prof. İ. Canan,c:14,s:144,5047. hadis)
Aşağıdaki hadisi Tirmizi nakletmiştir:
Ebu Hureyre (RA)’ın rivayetine göre Resulullah (SAV) şöyle buyurdu: “Dabbetu’l-Arz, beraberinde Hz. Musa’nın asası ve Hz. Süleyman(AS)’ın mührü olduğu halde çıkar. Asa ile mü’minlerin yüzünü cilalar, mührü ile de kâfirlerin burnuna basar. Öyle ki, sofra ehli toplanınca biri diğerine (yüzündeki parlaklıktan dolayı) “Ey mü’min!” der, diğeri de (öbürüne, burnundaki mühür damgası nedeniyle) “Ey kâfir!” der. (yani mü’min de kâfir de yüzünden tanınır.)” (Prof. İ. Canan, Kütübü Sitte, c:3, 728.hadis)
Bu hadisten, Dabbetu’l-Arz’ın zuhuruyla birlikte münafık sınıfının yok olacağı,çünkü bu tür insanların kendilerini gizleyemeyecekleri belli olmaktadır.
Şimdiye kadar, yaşanan bazı olaylar göz önünde bulundurularak, Dabbetu’l-Arz hakkında birçok tahminlerde bulunulmuştur.
Bazıları insanın vücudunu kemirecek bir çeşit mikrop, bazıları AİDS hastalığı olarak yorumlamışlardır.
Konu, kıyametin alametleri arasında anlaşılması en zor (müteşabih) olanı şeklinde görünmektedir. İyi niyetle yapılan bütün yorumlara saygı gösterilir. Fakat kendimizi bağlayacak şekilde konuyu te’vil etmek ve çok geçmeden yanıldığını anlama durumuna düşmek doğru değildir.
Dabbetu’l-Arz’ın kıyamete çok yakın bir zamanda zuhur edeceği ve insanlara yanlış yolda olduklarını, tam olarak iman etmediklerini haber vereceği anlaşılmaktadır. Bunun için akla ve konuşmaya ihtiyaç vardır.
Dabbetu’l-Arz çıktığında insanların durumlarından pişmanlık duyacakları, ancak bu pişmanlığın kendilerine fayda vermeyeceği konunun bütünlüğü içinde belli olmaktadır.
Konudan anlamamız gereken mesaj şu olmalıdır: Tam ve sağlam bir imana sahip olmalı, hidayet üzere bulunmak için takva ile Kur’an’a sarılmalıyız. Son günler gelip de Dabbetu’l-Arz çıktığında veya güneş batıdan doğduğunda hiçbir işimizin bize faydası olmaz. O günlere erişemeyecek olan da, eceli geldiğinde ruhunu teslim edeceğine göre, imanın sıhhatli olmayacağı ye’s haline düşmeyi beklemeden kâmil bir mü’min olmaya ve Allah’ın rızasını kazanmaya bakmalıdır.
71-KIYAMETİN BÜYÜK ALAMETLERİNDEN OLAN GÜNEŞİN
BATIDAN DOĞMASI NASIL OLACAKTIR?
Konu ile ilgili olan aşağıdaki hadis-i şerif Buhari, Müslim ve Ebu Davud tarafından rivayet edilmiştir:
Hz. Muhammed (SAV) şöyle buyuruyor: “Güneş battığı yerden doğmadıkça kıyamet kopmaz. Batıdan doğunca, insanlar görür ve hepsi de iman eder. Ancak daha önce inanmamış veya imanın sevkiyle hayır kazanmamış olan hiç kimseye bu iman fayda sağlamaz.” (Kütüb-ü Sitte, Prof. İ. Canan, c:14, s:125)
Yukarıdaki hadis-i şerifin yoruma ihtiyaç bırakmayan izahından, güneşin batıdan doğmasının müteşabih bir haber olmadığı ve haber verildiği gibi gerçekleşeceği anlaşılmaktadır. Ancak bu doğuş şeklinin hangi sebeple olacağını ve ne kadar süreceğini izah etmek zordur.
Dünya, ne gibi bir değişikliğe uğrayıp ters dönmeye başlayacak? Ters dönmeye başlamasını sağlayacak enerji nereden ve hangi sebeple gelecek? Kıyamet kopmaya başlayacağı için, Dünya bir süre kayıp giderken mi Güneşin
batıdan doğduğu görülecek? Bu sorulara net cevaplar vermek mümkün değildir. Güneşin batıdan doğma olayı, bu soruların cevaplandırılabilmesi açısından müteşabihtir.
Güneşin batıdan doğması gibi, inanmayı mecbur hale getirecek çok açık bir alametten sonra tevbe kapısının kapanması doğaldır. Çünkü artık bu saatten sonraki iman, ölen bir kişinin ye’s halinde inanmasından farklı bir şey değildir. Ye’s halindeki imanın geçersizliği de bilinmektedir.
Güneşin batıdan doğmasını batı medeniyetiyle veya İslam’ın batıda yayılmasıyla izah eden görüşler, zorlama yorumlardır.
72-HZ. İSA YAŞIYOR MU? KIYAMET KOPMADAN ÖNCE
YERYÜZÜNE İNECEK Mİ?
Konuyu anlatan ayet-i kerimeler mealen şöyle: “Bir de inkâr etmelerinden ve Meryem’in üzerine büyük bir iftira atmalarından; ve “Allah elçisi Meryem oğlu İsa’yı öldürdük.” Demeleri yüzünden (onları lanetledik). Halbuki onu ne öldürdüler, ne de astılar; fakat (öldürdükleri) onlara İsa gibi gösterildi. Onun hakkında ihtilafa düşenler bundan dolayı tam bir kararsızlık içindedirler; bu hususta zanna uymak dışında hiçbir (sağlam) bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmediler.” (4.Nisa-156,157)
Bu ayetlerden Hz. İsa’nın öldürülemediği kesin olarak anlaşılmaktadır. Allah, onu kurtarmıştır. Hıristiyanların, Hz. İsa’nın öldürüldüğüne dair kanaatleri yanlıştır. Peki öldürülemediğine göre ne olmuştur? Bu sorunun cevabı da yukarıdaki ayetlerin devamında şöyle izah ediliyor:
“Bilakis Allah onu (İsa’yı) kendi nezdine kaldırmıştır. Allah izzet ve hikmet sahibidir.” (4.Nisa-158)
“Ehl-i Kitaptan her biri ölümünden önce ona muhakkak iman edecektir. Kıyamet gününde de o, onlara şahit olacaktır.” (4.Nisa-159)
Yaygın İslami kanaate göre yukarıdaki iki ayetten şu anlaşılır: Hz. İsa öldürülmeden ve ölmeden Allah katına yükseltilmiştir. Kıyamet kopmadan önce yeryüzüne dönecektir. Yeryüzüne döndükten sonra bütün ehl-i kitap onun gerçek konumunu yani Allah’ın oğlu olmayıp peygamber olduğunu tam olarak öğrenip ona iman edeceklerdir. Hz. İsa, Hıristiyanlığa sokulan yanlışları ortadan kaldıracak ve Kur’an’la hükmedecektir.
Ancak konu ile ilgili olan şu ayetleri de incelemek gerekir:
“(Yahudiler) tuzak kurdular; Allah da onların tuzaklarını bozdu. Allah, tuzak kuranların hayırlısıdır.” (3.Al-i İmran-54)
“Allah buyurmuştu ki: Ey İsa! Seni vefat ettireceğim, seni nezdime yükselteceğim, seni inkâr edenlerden arındıracağım ve sana uyanları kıyamete kadar kâfirlerden üstün tutacağım. Sonra dönüşünüz bana olacak. İşte o zaman ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda ben hükmedeceğim.” (3.Al-i İmran-55)
Çok az sayıdaki İslam alimi, son ayette geçen “seni vefat ettireceğim” ifadesinden hareketle Hz. İsa’nın vefat ettiğini, Allah nezdine yükseltilmesinin ise ruhi açıdan meydana gelen bir taltif ve onurlandırma olduğunu savunmuştur.
Ancak Hz. Peygamberden rivayet edilen hadisler çoğunluğun görüşünü teyid edecek şekildedir. Buhari, Müslim, Ebu Davud ve Tirmizi tarafından nakledilen aşağıdaki hadis büyük oranda konuya açıklık getirmektedir:
Ebu Hureyre (RA) anlatıyor: Resulullah buyurdu ki: “Nefsim kudret elinde olan Zat-ı Zü’l-Celâl’e yemin ederim Meryem oğlu İsa’nın, aranıza (bu şeriatle hükmedecek) adaletli bir hakim olarak ineceği, istavrozları kırıp, hınzırları öldüreceği, cizyeyi (Ehl-i kitaptan) kaldıracağı vakit yakındır. O zaman, mal öylesine artar ki, kimse onu kabul etmez; tek bir secde, dünya ve içindekilerin tamamından daha hayırlı olur.” (Prof. İ. Canan,c:14, s:7, 5004. hadis)
Hadis-i Şeriften Hz. İsa’nın yeryüzüne ineceği kesin olarak anlaşılmaktadır. Hz. İsa’nın istavrozları kırması, hınzırları öldürmesi ve cizyeyi kaldırması; Hıristiyanlıktaki yanlışları ortadan kaldırıp Hıristiyanların İslamiyet’e dönmelerini sağlaması şeklinde anlaşılmıştır.
Konu ile ilgili yukarıda zikredilen Nisa sûresinin 158. ayeti ile dört önemli hadis imamı tarafından nakledilen bu hadis ve bu hadisi destekleyen diğer rivayetler Hz. İsa’nın ruh ve beden itibarıyla sağ olduğu ve ahir zamanda yeryüzüne ineceği fikrini ispat eden delillerdir.
Sonuç olarak şöyle diyebiliriz: İslam bilginlerinin ekseriyeti ilgili ayetleri tefsir ederek ve Hz. Peygamberin verdiği haberlere dayanarak Hz. İsa’nın ruh ve cesediyle birlikte Allah’ın nezdinde olduğu inancındadırlar. Bu, Allah için zor değildir.
İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin El- Fıkhu’l- Ekber isimli kitabının sonunda verdiği şu bilgileri aktarmak da faydalı olacaktır:
“Miraç haberi haktır. Kim bunu reddederse bid’atçi ve sapıktır. Deccal, Ye’cüc ve Me’cüc’ün çıkması, güneşin battığı yerden doğması, İsa’nın semadan inmesi, sahih haberlerin getirip bildirdiği üzere diğer kıyamet günü alametleri haktır, olacaktır.”
73-HIRİSTİYANLARA GÖRE HZ. İSA YAŞIYOR MU?
Hıristiyanlara göre Hz. İsa çarmıha gerilip gömüldükten üç gün sonra diriltilmiş ve melekler tarafından alınıp semaya yükseltilmiştir. Her yıl bütün Hıristiyanlar ilkbaharın değişik tarihlerinde bu olayın yıldönümünü paskalya yortusu olarak kutlarlar.
Bu olayın yorumlanmasında İslam bilginlerinin ekseriyeti ile Hıristiyanlar arasında ortaya çıkan tek fark şudur:
Hıristiyanlara göre Hz. İsa çarmıha gerilip öldürülmüş daha sonra semaya yükseltilmiştir. Müslümanlara göre ise hasımları onu öldürmeye muvaffak olamamış, Hz. İsa Allah nezdine yükseltilmiştir. Görüldüğü gibi burada farklı yorumun dışında önemli bir görüş birliği vardır. Bu görüş birliğinden rahatsız olmak elbette yersiz olur.
74-HZ. İSA’NIN ALLAH’IN KELİMESİ VE ALLAH’IN RUHU
OLMASI NE ANLAMA GELMEKTEDİR?
Aşağıdaki ayette Hz. İsa için, “Allah’tan bir ruh” ve “Allah’ın kelimesi” ifadeleri kullanılmıştır.
“Ey ehl-i kitap! Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında, gerçekten başkasını söylemeyin. Meryem oğlu İsa Mesih, ancak Allah’ın resûlüdür. (O) Allah’ın Meryem’e ulaştırdığı (“kün:ol”) kelimesi(nin eseri)dir. O’ndan bir ruhtur. Şu halde Allah’a ve peygamberine iman edin. “Tanrı üçtür”demeyin. Sizin için hayırlı olmak üzere bundan vazgeçin. Allah, ancak bir tek Allah’tır. O, çocuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Vekil olarak Allah yeter.” (4.Nisa-171)
Ayette teslis inancının yanlışlığı açık bir şekilde anlatılmakta ve Hz. İsa’nın yaratılması konusunda bilgi verilmektedir. Hz. İsa’nın, Allah’ın Meryem’e ulaştırdığı kelimesi olduğu söylenmektedir. Hz. İsa’nın Allah’ın kelimesi olması, O’nun oğlu olması anlamına kesinlikle gelmez. Bu durum aşağıdaki ayetlerle vuzuha kavuşmaktadır:
“Melekler demişlerdi ki: Ey Meryem! Allah sana kendinden bir Kelime’yi müjdeliyor. Adı Meryem oğlu İsa’dır. Mesih’tir; dünyada da ahirette de itibarlı ve Allah’ın kendisine yakın kıldıklarındandır.” (3.Al-i İmran-45)
“Meryem: Rabbim! Dedi, bana erkek eli değmediği halde nasıl çocuğum olur? Allah şöyle buyurdu: İşte böyledir, Allah dilediğini yaratır. Bir işe hükmedince ona sadece “Ol!”der; o da oluverir.” (3.Al-i İmran-47)
Ayetten anlaşıldığı vechiyle Hz. İsa Allah’a ait bir kelimedir. Bu kelime Allah’ın “Ol!”demesiyle olmuştur. Elmalılı Hamdi Yazır, bunu; “yaratma veya tebliğe dair bir kelime” (Nisa sûresi 171. ayetin tefsiri) diye izah etmektedir.
Hz. İsa’nın, “O’ndan bir ruh” olması ise Allah’ın hayat vermesi anlamındadır. Konunun daha iyi anlaşılması için aşağıdaki ayetleri de zikretmekte fayda vardır:
“Meryem, onlarla kendi arasına bir perde çekmişti. Derken, biz ona ruhumuzu gönderdik de o, kendisine tastamam bir insan şeklinde göründü.” (19.Meryem-17)
Ayette geçen ruhtan maksat Cebrail (AS)’dır.
“Meryem dedi ki: Senden, çok esirgeyici olan Allah’a sığınırım! Eğer Allah’tan sakınan bir kimse isen (bana dokunma). (19.Meryem-18)
“Melek: Ben, yalnızca, sana tertemiz bir erkek çocuk bağışlamam için Rabbin’in bir elçisiyim, dedi.” (19.Meryem-19)
“Meryem: Bana insan eli değmediği, iffetsiz de olmadığım halde benim nasıl çocuğum olabilir?dedi.” (19.Meryem-20)
“Melek: Öyledir, dedi; (zira) Rabbin buyurdu ki: Bu bana kolaydır. Çünkü biz, onu insanlara bir delil ve kendimizden bir rahmet kılacağız. Bu, hüküm ve karara bağlanmış (ezelden olup bitmiş) bir iş idi.”” (19.Meryem-21)
“Allah’ın bir evlat edinmesi, olur şey değildir. O, bundan münezzehtir. Bir işe hükmettiği zaman, ona sadece “Ol!”der ve hemen olur.” (19.Meryem-36)
“(İsa şunu da söyledi:) Muhakkak ki Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyle ise O’na kulluk ediniz. İşte doğru yol budur.” (19.Meryem-37)
Hıristiyanlığa sonradan giren teslis (Allah’ı baba, oğul ve kutsal ruh olarak üç sayma) inancı batıldır. Hz. İsa’yı Allah olarak kabul edenler, Kur’an’da kâfir olarak nitelendirilmişlerdir:
“Şüphesiz Allah, Meryem oğlu Mesih’dir” diyenler andolsun ki kâfir olmuşlardır.”(5.Maide 17) Maide suresinin 72. ayetinde de aynı anlam ifade edilmektedir.
75-MEHDİ GERÇEĞİ NEDİR?
Ahir zamanda gelip insanları doğru yola iletecek olan “Mehdi” konusu, kıyameti haber veren on alamet arasında yer almamaktadır. Kur’an’da da Mehdi konusunu açık olarak anlatan bir ayete rastlamıyoruz. Ayrıca bu konu ile ilgili olan hadisler Buhari ile Müslim’in sahihlerinde yer bulamamışlardır. Mehdilik konusunu haber veren bir kısım hadisler de zayıftır. Ancak ahir zamanda bir mehdi geleceğini haber veren sahih hadisler de vardır.
Mehdi, sözlük itibariyle, Allah’ın hidayetine ermiş kişi anlamına gelmekle beraber , hidayete erdirecek manasında da kullanılır.
Aşağıdaki hadis Ebu Davud ve Tirmizi tarafından rivayet edilmiştir:
İbnu Mesut Resulullah (SAV)’in şöyle buyurduğunu haber verdi: “Dünyanın tek günlük ömrü bile kalmış olsa Allah o günü uzatıp, benden bir kimseyi o günde gönderecek.” İbnu Mesut, Resulullah yahut da şöyle buyurmuştu der: “Ehl-i beytimden birisi, ki bu zatın ismi benim ismime uyar, babasının ismi de babamın ismine uyar. Bu zat, yeryüzünü, eskiden cevr ve zulümle dolu olmasının aksine, adalet ve hakkaniyetle doldurur.” (Prof. İ. Canan, Kütüb-ü Sitte, c:14, s:76, 5006. hadis)
Bu hadisten ahirete yakın ve zulmün doruğa çıktığı bir sırada Hz. Peygamberin soyundan bir kurtarıcının çıkacağı anlaşılmaktadır.
Ebu Davud tarafından nakledilen aşağıdaki rivayet de aynı anlamı pekiştirmektedir:
“Hz. Ali (RA), oğlu Hasan’a baktı ve: “Bu oğlum, Resulullah (SAV)’in tesmiye buyurduğu üzere Seyyid’dir. Bunun sulbünden peygamberinizin adını taşıyan biri çıkacak. Ahlakı yönüyle peygamberinize benzeyecek; yaratılışı yönüyle ona benzemeyecek.”dedi ve sonra da yeryüzünü adaletle dolduracağına dair gelen kıssayı anlattı.”(Prof. İ. Canan, Kütüb-ü Sitte, c:14, s:76, 5008. hadis)
Şu hadis-i şerif de Ebu Davud tarafından nakledilmiştir: Ümmü Seleme anlatıyor, Resulullah buyurdu ki: “Mehdi benim zürriyyetimden, kızım Fatıma’nın evlatlarındandır.” (Prof. İ. Canan, Kütüb-ü Sitte, c:14, s:76, 5007. hadis)
Bütün bu rivayetler, Hz. Peygamberin soyundan gelecek bir kurtarıcıyı haber vermektedirler.
Bu noktada akla şu soru gelmektedir: Acaba mehdi ile Hz. İsa aynı şahıs mıdır? Mehdi ile Hz. İsa tarafından yapılacak işlerin birbirine çok benzemesi bu soruyu daha da önemli hale sokmaktadır.
Evet, mehdi ile Hz. İsa’nın yapacağı haber verilen işler, birbirine çok benzemektedir. Ancak hadislerde Mehdi’nin Hz. Peygamberin zürriyyetinden olacağının haber verilmesi, Hz. İsa ile aynı şahıs olabileceği sonucunun çıkarılmasına engel olmakta, ikisinin de aynı dönemde yaşayacakları ve Deccal’ı birlikte yenilgiye uğratacakları fikrini öne çıkarmaktadır.
Hz. İsa’nın geleceğini haber veren sahih hadisler, Mehdinin geleceğini haber verenlere göre daha çoktur. Hz. İsa’nın döneceği inancına Kur’an ayetleriyle de varmak mümkündür. Buna rağmen, Buhari ve Müslim ilgili hadisleri rivayet etmemiştir diye mehdinin geleceğini kabul etmeyenler, genellikle konuları akılla izah etmeye çok önem verdikleri , dini hurafelerden arındırmak istedikleri ve biraz da aklı öne çıkaranlara karşı zor durumda kalmak istemedikleri için, Hz. İsa’nın öldüğünü ve geri dönüşünün söz konusu olmadığını da savunmuşlardır. Ancak tek tek haber-i vahit olmalarına rağmen, hepsi bir araya geldiğinde manevi yönden, yani ifade ettikleri anlam açısından mütevatir derecesine ulaşan hadis-i şerifleri de bir yere koymak gerekiyor.
İnsanı yaratan, peygamber görevlendiren, Cebrail ile vahiy gönderen ve dininin yok olmasına rıza göstermeyen Allah’ın ahir zamanda Hz. İsa’yı yeryüzüne göndermesi ve bir mehdi görevlendirmesi akla da mugayir değildir.
Zor durumda kalan insanların tarih boyunca bir mehdi beklentisi içine girmiş olmalarını hoş karşılamayıp, kolaycı ve bir bakıma piyangocu zihniyetlerin oluşmasına tepki olarak seçilecek yol, konuyu bir bütün olarak yok saymak olamaz.
Konunun bazı açılardan müteşabih olduğu ve insan aklını zorladığı meydandadır.
Bazı yorumcular, her cemaatin kendine doğru yol gösteren salih bir lideri mehdi olarak görmelerinde sakınca görmezler. Ancak bu yaklaşım, gelip gelmeyeceği tartışılan mehdi konusuna bir açıklık getirmez. Çünkü söz konusu şahısın Deccal’ı öldüreceği ve esasen sınırlı bir cemaate değil, bütün dünyaya hidayet yolunu göstereceği anlaşılmaktadır. Cemaatlerin kendi liderlerini mehdî olarak vasıflandırmaları mevzii bir yaklaşımdır; mehdî kelimesinin terim yönüyle alakalı olmaktan çok sözlük anlamıyla ilgilidir.
Allah neyi murad etmişse, o olur.
76-KIYAMETİN ALAMETLERİNDEN OLAN YE’CÜC VE ME’CÜC
KUR’AN’DA VE HADİSLERDE NASIL ANLATILMAKTADIR?
Ye’cüc ve Me’cüc ile ilgili bilgiler, Kur’an-ı Kerim’de Zülkarneyn kıssası anlatılırken verilmektedir:
“Sonra yine bir yol tuttu. Nihayet iki dağ arasına ulaştığında onların önünde, hemen hiçbir sözü anlamayan bir kavim buldu. Dediler ki: Ey Zülkarneyn! Bu memlekette Ye’cüc ve Me’cüc bozgunculuk yapmaktadırlar. Bizimle onlar arasında bir set yapman için sana bir vergi verelim mi? Dedi ki: “Rabbimin beni içinde bulundurduğu nimet ve kudret daha hayırlıdır. Siz bana kuvvetinizle destek olun da, sizinle onlar arasına aşılmaz bir engel yapalım. Bana demir kütleleri getirin.” Nihayet dağın iki yanı arasını aynı seviyeye getirince (vadiyi doldurunca) : “Üfleyin (körükleyin)!” dedi. Artık onu kor haline sokunca: “Getirin bana, üzerine bir miktar erimiş bakır dökeyim”dedi. Bu sebeple onu ne aşmaya muktedir oldular ne de onu delebildiler. Zülkarneyn: Bu, Rabbimden bir rahmettir. Fakat rabbimin vaadi gelince, O, bunu yerle bir eder. Rabbimin vaadi haktır, dedi.” (18.Kehf-92-98)
Ayet-i Kerimelerden Zülkarneyn’in doğudaki bir kavmi, Ye’cüc ve Me’cüc’ün şerrinden korumak için sağlam bir set yaptığı ve Allah’ın vaad ettiği zaman gelince bu setin yerle bir olacağı anlaşılmaktadır.
Kur’an’ın bir başka yerinde ise şu bilgiler verilmektedir:
“Nihayet Ye’cüc ve Me’cüc (setleri) açıldığı ve onlar her tepeden akın ettiği zaman; ve gerçek vaad (ölüm, kıyamet) yaklaşınca, birden inkâr edenlerin gözleri dona kalır! “Yazıklar olsun bize!(derler) gerçekten bu durumdan habersizmişiz; hatta biz zalim kimselermişiz.” (21.Enbiya-96-97)
Bu ayetlerden Ye’cüc ve Me’cüc’ün kıyamete yakın yeryüzüne hızla yayılacakları anlaşılmaktadır.
Ye’cüc ve Me’cüc’ün hangi kavim olduğu ve Zülkarneyn seddinin nereye yapıldığı soruları çok tartışılmış ancak bu konuda bir fikir birliğine varılamamıştır.
Muteber hadis kitaplarında da Ye’cüc ve Me’cüc konusunda sahih rivayetler vardır.
Aşağıdaki hadis Buhari, Müslim ve Tirmizi tarafından rivayet edilmiştir:
Zeynep Bintu Cahş (RA) anlatıyor: “Resulullah (AS) bir gün korkulu bir vaziyette odaya girdi. Şöyle diyordu: “La ilahe illallah, yaklaşan bir beladan Arabın vay haline. Bugün, Ye’cüc ve Me’cüc’ün seddinden şöyle bir gedik açıldı.” Baş parmağı ile şehadet parmağını halka yaparak gösterdi. Ben: “Ey Allah’ın Resulü, yani içimizde salih kimseler olduğu halde toptan helak mı olacağız?”dedim. “Evet, dedi, fenalıklar artarsa öyle olur.” (Prof. İ. Canan, Kütüb-ü Sitte,c:2, s:507, 697.hadis)
Bazı ilim adamları, Resulullahın bu hadiste; “Yaklaşan bir beladan Arabın vay haline!” ifadesinden hareketle, Moğolların Bağdat’ı yıkıp Abbasi hilafetine son vermesiyle ilgili gelişmeleri haber verdiğini savunmuşlardır. Ancak bu tür yorumlarda bir görüş birliğine varılamamıştır. Anılan olayın üzerinden 750 yıldan fazla zaman geçtiğine göre bu istilayı yapıp Abbasilere son verenlerin ahiretin büyük alametlerinden olan Ye’cüc ve Me’cüc olmadığı anlaşılmaktadır. Fakat söz konusu olay çok önemli olduğu ve birçok insanın ölümüyle sonuçlandığı için Ye’cüc ve Me’cüc’ün o asra yansıyan küçük bir numunesi olarak anlaşılabilir. Hadiste Araplara işaret edilmesi ve toplu helak ifadesinin kullanılması, olayın icazlı bir şekilde haber verildiği fikrini akla getirmektedir. Ancak kıyamete yakın zuhur edecek Ye’cüc ve Me’cüc’ün halen çıkmadığı görülmektedir.
Ye’cüc ve Me’cüc’ü anlatan çok sayıda hadis-i şerif vardır.
Mevzu, tefsir kitaplarında geniş bir şekilde tartışılmıştır. Bu konunun da kısmen müteşabih olduğu anlaşılmaktadır.
Müslümana düşen bütün fenalıklardan sakınmak ve her türlü şerden Allah’a sığınmaktır. Şeytanın, Deccal’ın, Ye’cüc ve Me’cüc’ün şerrinden de Allah’a sığınmak gerekir.
Kuran-ı Kerim’de bildirilen ve hadis-i şeriflerde anlatılan her olay zamanı gelince Allah’ın tespit ve takdir ettiği şekilde meydana gelecektir.
77-KUR’AN-I KERİM’DE KIYAMETİN MEYDANA GELİŞ ŞEKLİ
NASIL ANLATILMAKTADIR?
Kıyamet sahneleri hakkında Kur’an’da pek çok bilgi verilir:
“O gün gök sallanıp çalkalanır.” (52.Tur-9)
“Dağlar yürüdükçe yürür.” (52.Tur-10)
“Yalanlayanların vay haline o gün.” (52.Tur-11)
“Kıyamet koptuğu zaman.” (56.Vakıa-1)
“Ki onun oluşunu yalanlayacak hiçbir kimse yoktur.” (56.Vakıa-2)
“O, alçaltıcı, yükselticidir.” (56.Vakıa-3)
“Yer şiddetle sarsıldığı zaman.” (56.Vakıa-4)
“Dağlar parçalandığı” (56.Vakıa-5)
“Dağılıp toz duman haline geldiği” (56.Vakıa-6)
“Ve sizler de üç sınıf olduğunuz zaman” (56.Vakıa-7)
“O gün (kıyamet günü) yeryüzü ve dağlar sarsılır; dağlar çöküntü ile akıp giden kum yığınına döner.” (73.Müzemmil-14)
“Peki inkâr ederseniz, çocukları ak saçlı ihtiyarlara çevirecek o günden kendinizi nasıl koruyabileceksiniz?” (73.Mümezzil-17)
“Gökyüzü bile onunla (o günün dehşetiyle) yarılacaktır. Allah’ın vaadi mutlaka yerine gelir.” (73.Mümezzil-18)
“Yıldızların ışığı söndürüldüğü, gök kubbe yarıldığı, dağlar ufalanıp savrulduğu ve peygamberlerin (ümmetleri hakkında şahitlik) vakti geldiği zaman (artık kıyamet kopmuştur).” (77.Mürselat-8,9,10,11)
“Dağlar yürütülür, serap haline gelir.” (78.Neb’e-20)
“Güneş katlanıp dürüldüğünde” (81.Tekvir-1)
“Yıldızlar (kararıp) döküldüğünde” (81.Tekvir-2)
“dağlar (sallanıp) yürütüldüğünde” (81.Tekvir-3)
“Gebe develer salıverildiğinde” (81.Tekvir-4)
“Vahşi hayvanlar toplanıp bir araya getirildiğinde” (81.Tekvir-5)
“Denizler kaynatıldığında” (81.Tekvir-6)
Ayetlerin meallerinden anlaşıldığı gibi kıyamet günü çok dehşetli olacaktır. Bütün bunları bilerek, ona göre hazırlıklı olmak gerekir.
78-MÜ’MİNLERİN KIYAMET DEHŞETİ KARŞISINDAKİ
DURUMLARI NE OLACAKTIR?
Kıyametin on alameti gerçekleştikten sonra, Yemen tarafından yumuşak tesirli bir rüzgâr esecek ve bütün mü’minler vefat edeceklerdir. Bu haberden, kıyametin kalbinde iman olan kimselerin başına kopmayacağı anlaşılmaktadır. Bu durumu anlatan hadis-i şerif Müslim tarafından nakledilmiştir. Resulullah şöyle buyuruyor: “Allah Teala hazretleri ipekten daha yumuşak bir rüzgârı Yemen’den gönderir. Bu rüzgâr, kalbinde zerre kadar iman bulunan hiç kimseyi hariç tutmadan hepsinin ruhunu kabzeder.” (Prof. İ. Canan, Kütüb-ü Sitte, c:14, s:139)
78-SUR NASIL BİR ALETTİR? SURA ÜFLEMENİN KEYFİYETİ
NEDİR?
Sûr’un nasıl bir alet olduğunu bilemeyiz. İsrafil (AS) tarafından ölüm ve kalkış için olmak üzere iki defa üflenecektir. Bazı alimler bir de korku için olmak üzere üçüncü bir üfleme olacağını söylemişlerdir. Bazıları ise anılan korkunun ölüm üflemesinden sonra olacağını savunmuşlardır.
Konu ile ilgili ayetler şöyledir:
“Sûr’a üfürüldüğü gün , Allah’ın diledikleri müstesna, göklerde ve yerde bulunanlar hep dehşete kapılır. Hepsi boyunları bükük olarak O’na gelirler.” (27.Neml-87) Bu ayet korku üfürüşünü haber veriyor.”
“Sûr’a üflenince, Allah’ın diledikleri müstesna olmak üzere göklerde ve yerde ne varsa hepsi ölecektir. Sonra ona bir daha üflenince, bir de ne göresin, onlar ayağa kalkmış bakıyorlar!” (39.Zümer-68) Bu ayet ölüm üfürüşüyle haşr için dirilme üfürüşünü anlatıyor.
“Nihayet Sûr’a üfürülecek. Bir de bakarsın ki onlar kabirlerinden kalkıp koşarak Rablerine giderler.” (36.Yasin-51)
“Artık Sûr’a bir defa üflendiği, yeryüzü ve dağlar kaldırılıp birbirine tek çarpışta darmadağın edildiği zaman, işte o gün olacak olur (kıyamet kopar).” (69.Hakka-13,14,15)
“Sûr’a üfürülür; işte bu, geleceği vad edilen gündür.” (50.Kaf-20)
“O Sûr’a üfürüldüğü zaman var ya, işte o gün zorlu bir gündür.” (74.Müddesir-8,9)
79-HAŞR NASIL OLACAKTIR? KIYAMET GÜNÜNDE İNSANLAR
ALLAH’IN HUZURUNDA NASIL TOPLANACAKLARDIR?
Haşr etmek, toplamak; mahşer ise toplanma yeridir. İnsanlar ikinci Sur’a üfürüldükten sonra dirilip mahşer yerinde toplanacaklardır.
Haşr ruh ve bedenle birlikte olacaktır. Bunun böyle olacağı Kur’an ayetlerinden açıkça belli olmaktadır:
“İnsan, kendisinin kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı mı sanır? Evet, bizim onun parmak uçlarını bile aynen eski haline getirmeye gücümüz yeter.” (75.Kıyame-3,4)
“Kendi yaratılışını unutarak bize karşı misal getirmeye kalkışıyor ve: “Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?”diyor. De ki: Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. Çünkü O, her türlü yaratmayı gayet iyi bilir.” (36.Yasin-78,79)
Yukarıdaki ayetlerde dirilmenin cesetle birlikte olacağı net olarak anlaşılmaktadır.
İmtihan yeri olan bu dünyada yaşayan insan, günah ve sevaplarını sadece ruhuyla değil, aynı zamanda bedeniyle de iktisap eder. Elbette ki mükâfat ve cezasını da o şekilde görecektir.
Ölümden sonra dirilişin nasıl olacağı ve insanların mahşer yerinde nasıl toplanacakları Kur’an’da geniş sayılacak şekilde anlatılır. Bazı ayetler, durumu şöyle haber veriyor:
“Andolsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi teker teker bize geleceksiniz ve (dünyada) size verdiğimiz şeyleri arkanızda bırakacaksınız. Yaratılışınızda ortaklarımız sandığınız şefaatçılarınızı da yanınızda göremeyeceğiz. Andolsun, aranız açılmış ve (tanrı) sandığınız şeyler sizden kaybolup gitmiştir.” (6.En’am-94)
“Ve hepsi sıra sıra Rabbinin huzuruna çıkarılmışlardır: Andolsun ki sizi ilk defasında yarattığımız şekilde bize geldiniz. Oysa size vad edilenlerin tahakkuk edeceği bir zaman tayin etmediğimizi sanmıştınız, değil mi?” (18.Kehf-48)
“Kıyamet vakti de gelecektir; bunda şüphe yoktur. Ve Allah kabirdeki kimseleri diriltip kaldıracaktır.” (22.Hacc-7)
“Kim Allah’a kavuşmayı umuyorsa, bilsin ki Allah’ın tayin ettiği o vakit elbet gelecektir. O, her şeyi işiten ve bilendir.” (29.Ankebut-5)
“Sanki etrafa yayılmış çekirge sürüsü gibi bakışları perişan (utancından yere bakar) bir halde ve davetçiye koşarak kabirlerden çıkarlar. O esnada kâfirler: Bu çok çetin bir gündür! Derler.” (54.Kamer-7,8)
Mahşeri anlatan çok sayıda hadis-i şerif de vardır. Bunlar genellikle mahşer yerinin zorluklarını ve sıkıntılarını haber verir. Aşağıdaki hadisi Buhari, Müslim ve Tirmizi nakletmişlerdir:
“Ey insanlar! Sizler (kıyamet günü) Allah’ın yanında yalınayak, çıplak ve kabuklu olarak toplanacaksınız.” (Prof. İ. Canan, Kütüb-ü Sitte,c:14, 5059. hadis, s:161)
Şu hadis-i şerifi Buhari ve Müslim rivayet etmişlerdir:
“İnsanlar kıyamet günü öylesine ter akıtırlar ki, bu terler yerin içinde yetmiş ziralık derinliğe kadar iner ve bu ter (yer üstünde birikerek insanları konuşamaz hale getirmek üzere ağızlarına) gem vurur ve kulaklarına kadar ulaşır.” (Prof. İ. Canan, Kütüb-ü Sitte, c:14, s:167, 5062. hadis)
Peygamberimiz (AS) mahşer yerinin nasıl olacağı konusunda da bilgi verir. Bununla ilgili olarak şu hadis-i şerif Buhari ve Müslim tarafından rivayet edilmiştir:
“Kıyamet günü insanlar beyaz, bembeyaz, has unun çöreği gibi bir yerde toplanacaklar. Orada hiç kimsenin bir işareti (evi, bağı vs.) olmayacak.” (Prof. İ. Canan, Kütüb-ü Sitte, c:14, s:159, 5057. hadis)
Şu ayet-i kerime de mahşer yerinin nasıl olacağı hakkında bilgi vermektedir:
“Yer başka bir yer, gökler de (başka gökler) haline getirildiği, (insanlar) bir ve gücüne karşı durulmaz olan Allah’ın huzuruna çıktıkları gün (Allah bütün zalimlerin cezasını verecektir).”(14.İbrahim-48)
Konu hakkında bilgi veren bu ayet ile hadisten mahşer yerinin dümdüz olacağı kesin olarak anlaşılmaktadır.
Gene insanların toplanacağı yerin beyaz renkte ve daha önce üstünde günah işlenmemiş bir yer olacağı da yapılan yorumlardandır. Bazı alimler mahşerin bu dünyadan başka bir yer olacağını, bazıları ise insanların haşredileceği alanın burası olduğunu ancak vasıflarının değişeceğini savunmuşlardır.
Bizim açımızdan en önemli husus, öldükten sonra diriltilip haşredilecek olmamızdır. Bunu bilerek yaşamalı ve zor günlere hazırlıklı olmalıyız.
80-MAHŞERDE BİZE VERİLECEK OLAN AMEL DEFTERİ
NEDİR? NASIL VERİLECEKTİR?
Bu dünyada yaşarken her insanın sağ ve sol omuzunda bulunan yazıcı (Kiramen-Kâtibin) melekler, kişinin iyi ve kötü davranışlarını bilemediğimiz bir şekilde kayıt altına alırlar. Melekler tarafından yazılan amel defterleri, mahşer yerinde herkese verilir. Amel defterini eline alıp okuyan hiç kimse yaptıklarını inkâr edemez.
Amel defterinin nasıl olduğunu bilmemiz mümkün değildir. Cenab-ı hak bize bildirmek istediği şeyleri anlayalım diye, dünyada mevcut olan varlıkların isimlerini kullanarak anlatmıştır. Burada önemli olan şudur: Bu dünyada yaptığımız her iş yazılmaktadır. Bu yazılanlar ahirette bize verilecektir. Amel defterini alan herkes yaptıklarını zorunlu olarak bilip kabul edecek ve herhangi bir itirazda bulunamayacaktır. Yaptığımız zararlı işleri bu dünyadaki insanlardan gizleyip, dünyevi cezasından ve insanların kınamasından kurtulabiliriz. Ancak ahirette bütün yaptıklarımız açığa çıkacaktır. Bunu bilip ona göre davranışlarımızı ayarlamalıyız.
Amel defterinin insanlara nasıl verileceği Kur’an-ı Kerim’de geniş bir şekilde anlatılmaktadır. Buna göre bazı insanların amel defterleri arkalarından ve sol taraflarından kendilerine verilecektir. Bunlar durumu kötü olan kişilerdir:
“Kimin de kitabı arkasından verilirse, derhal yok olmayı isteyecek; alevli ateşe girecektir. Zira o, (dünyada) ailesi içinde (mal mülk sebebiyle) şımarmıştı.” (84.İnşikak-10-13)
“Kitabı sol tarafından verilenlere gelince, o: Keşke, der, bana kitabım verilmeseydi de, hesabımın ne olduğunu bilmeseydim! Keşke onunla (ölümümle) her iş olup bitseydi! Malım bana hiç fayda sağlamadı. Saltanatım da benden (koptu), yok olup gitti.” (69.Hakka-25-29)
Amel defteri sağ tarafından verilecek olanlar ise durumu iyi olan insanlardır. Kur’an onları şöyle anlatılır:
“Kitabı sağ tarafından verilen: Alın, kitabımı okuyun; doğrusu ben, hesabımla karşılaşacağımı zaten biliyordum, der.” (69.Hakka-19,20)
“Her insan topluluğunu önderleri ile birlikte çağıracağımız o günde kimlerin amel defteri sağından verilirse, onlar, en küçük bir haksızlığa uğramamış olarak amel defterlerini okuyacaklar.” (17.İsra-71)
“Kimin kitabı sağından verilirse, kolay bir hesapla hesaba çekilecek ve sevinçli olarak ailesine dönecektir.” (84.İnşikak-7,8,9)
Ayetlerde geçen sağ ve sol ifadelerini, dünyada siyaset alanında yaşanan sağ ve sol terimleriyle irtibatlandırmak doğru değildir.
81-KUR’AN’DA GEÇEN SAĞDAKİLER VE SOLDAKİLER
TABİRLERİ HANGİ MÜNASEBETLE KULLANILMIŞTIR?
Mahşer yerinde insanlar cennetlik ve cehennemlik olma durumlarına göre üç gruba ayrılacaklardır. Kur’an bunları şöyle anlatır:
“Sağdakiler, ne mutlu o sağdakilere! Soldakiler ne bahtsızdırlar onlar! (Hayırda) önde olanlar, (ecirde de) öndedirler. İşte bunlar naim cennetlerinde (Allah’a) en yakın olanlardır.” (56.Vakıa-8-11)
Mahşer yerinde önde ve sağda bulunan gruplar cennete, solda bulunanlar ise cehenneme gireceklerdir. Sağda bulunanlar cennete girmeyi hak edenler, önde bulunanlar ise inançta ve iyi amelde çok üstün olan kimselerdir.
Sağda olanlar Kur’an’ın bir başka yerinde şöyle anlatılır:
“O sarp yokuş nedir bilir misin? Köle azat etmek veya açlık gününde yakını olan bir yetimi, yahut aç-açık bir yoksulu doyurmaktır. Sonra iman edenlerden, birbirlerine sabrı tavsiye edenlerden ve birbirlerine acımayı öğütleyenlerden olmaktır. İşte bunlar sağdakilerdir.” (90.Beled-12,18)
Bu ayetlerde mahşer yerinde sağ tarafta yer alıp cennete gönderilecek olan insanların vasıfları sayılmaktadır.
Solda olanlar için ise Kur’an’da şu izah vardır:
“Ayetlerimizi inkâr edenler ise işte onlar soldakilerdir. Cezaları, kapıları üzerlerine sımsıkı kapatılmış bir ateştir.” (90.Beled-19,20)
Kur’an’da geçen; “Kitabı sol tarafından verilenler”, “soldakiler” ve “sağdakiler” gibi ifadelerin dünyamızda siyaset ve ekonomi alanında kullanılan sağ sol terimleriyle irtibatlandırılması doğru değildir. Bu dünyada Allah’ın rızasını kazananların amel defterleri mahşerde sağ taraflarından verilecek ve sağda toplanacaklardır. Bu dünyada Allah’ın rızasını kazanmayanların ise amel defterleri ya arkalarından veya sol taraflarından verilecektir ve sol cenahta toplanacaklardır. Sağda ve önde toplananlar cennete, solda ve arkada toplananlar ise cehenneme gönderilecektir. Allah’ın rızasının nasıl kazanılacağı ise bellidir.
82-MAHŞERDE İNSANLAR NELERDEN SORGUYA
ÇEKİLECEKLERDİR?
Tirmizi’nin rivayet ettiği şu hadis-i şerif mahşer günü insanların nelerden hesaba çekileceklerini özlü olarak ifade etmektedir:
“Kıyamet günü dört şeyden sual edilmedikçe, kulun ayakları (Rabbinin huzurundan) ayrılamaz:
*Ömrünü nerede harcadığından
*Ne amelde bulunduğundan
*Malını nerede kazandığından ve nereye harcadığından
*Vücudunu nerede çürüttüğünden (Prof. İ. Canan, Kütüb-ü Sitte, c:14, s:177, 5069. hadis)
Diğer hadislerin incelenmesi sonucunda, insanların namazdan, kan döküp dökmediğinden, kul hakkından, ibadetlerini yapıp yapmadığından sorguya çekilecekleri anlaşılmaktadır.
Bu dünyada bize düşen şudur:
Mahşerde nelerden sorguya çekileceğimizi bilip ona göre yaşamalıyız. Şunu da bilmeliyiz ki, zerre kadar iyiliğimiz ve zerre kadar kötülüğümüz hesap dışında kalmaz.
Ahiretin ilk kapısı olan kabir hayatının başlangıcında daha çok imanımızdan, ikinci kapısı olan mahşerde ise amellerimizden sorguya çekileceğiz.
Kabirde ve mahşerde yöneltilecek sorulara vereceğimiz cevaplar, dünyadaki ahvalimizi tamamiyle ortaya koyacaktır.
83-MİZAN NASILDIR? AMELLERİMİZ NASIL TARTILACAKTIR?
Kur’an-ı Kerim’de mizan hakkında şu bilgiler veriliyor:
“O gün tartı haktır. Kimin (sevap) tartıları ağır gelirse, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (7.A’raf-8)
“Kimin de tartıları ağır gelirse, işte onlar, ayetlerimize karşı haksızlık ettiklerinden dolayı kendilerini ziyana sokanlardır.” (7.A’raf-9)
“Biz, kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş) bir hardal tanesi kadar dahi olsa, onu (adalet terazisine) getiririz. Hesap gören olarak biz (herkese) yeteriz.” (21.Enbiya-47)
Mizanın nasıl bir tartı aleti olduğunu bilemeyiz. Ancak amellerimizin tartılacağını, Allah’ın bildirmesiyle öğrenmiş oluyoruz.
Bu dünyadaki tartı ve ölçü aletleri çeşit çeşittir. Teknoloji ilerledikçe daha yenileri de yapılmaktadır. Bu konudaki muhayyilemiz tabiatıyla her geçen gün daha fazla genişliyor. Fakat ahiretteki mizan hakkında bir tahmin veya benzetmede bulunmamız doğru değildir. Ayet-i kerimelerden kesin
olarak anlıyoruz ki, en küçük amelimiz dahi boşa gitmeyecektir.
Bütün niyet ve işlerimizde, aşağıdaki ayetleri göz önünde bulundurmalıyız:
“Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” (99.Zilzal-7,8)
“Nihayet oraya geldikleri zaman kulakları, gözleri ve derileri, işledikleri şeye karşı onların aleyhine şahitlik edecektir. Derilerine: Niçin aleyhimize şahitlik ettiniz?derler. Onlar da: Her şeyi konuşturan Allah, bizi de konuşturdu. İlk defa sizi o yaratmıştır. Yine O’na döndürülüyorsunuz, derler.” (41.Fussilet-21,22)
Daha önceki sorulara verilen cevaplarla bu bölümdeki bilgiler birleştirilince cehenneme hiç girmeden cennete konacak olanların üç grupta toplandığı anlaşılmaktadır: Birincisi, mahşerde önde toplananlar. İkincisi, mahşerde sağda toplananlar. Üçüncüsü, A’rafta bekleşenler.
84-A’RAF NEDİR? A’RAFTAKİLER NE OLACAKTIR?
A’raf cennet ile cehennem arasında yüksek bir yerdir. Sevapları yeterli olmadığı için cennete gönderilmeyen ve günahları da sevaplarından fazla olmadığı için cehenneme sokulmayan insanlar bir süre orada bekletilir. Belli bir süre bekletildikten sonra Allah’ın lütfuna uğrayıp cennete gönderilirler.
A’raf ve A’raftakilerin durumu Kur’an’da şöyle anlatılır:
“İki taraf (cennetlikler ve cehennemlikler) arasında bir perde ve A’raf üzerinde de herkesi simalarından tanıyan adamlar vardır ki, bunlar henüz cennete gidemedikleri halde (girmeyi) umarak cennet ehline: “Selam size!”diye seslenirler. Gözleri cehennem ehli tarafına döndürülünce de: Ey Rabbimiz! Bizi zalimler topluluğu ile beraber bulundurma! derler. Yine A’raf ehli simalarından tanıdıkları birtakım adamlara seslenerek derler ki: Ne çokluğunuz ne de taslamakta olduğunuz büyüklük size hiçbir yarar sağlamadı.” (7.A’raf-46,47,48)
85-ŞEFAAT NEDİR? AHİRETTE KİMLER ŞEFAAT
EDEBİLECEKLERDİR? KAÇ ÇEŞİT ŞEFAAT VARDIR?
Ahirette bir kimsenin veya topluluğun affedilmesi veya derecesinin yükseltilmesi için izin verilen kimselerin Allah nezdinde ricacı olmalarına şefaat denir.
Şefaat hakkındaki bazı ayet mealleri şöyledir:
“...Onun izni olmadan hiç kimse şefaatçi olamaz...” (10.Yunus-3)
“O gün, Rahman’ın izin verdiği ve sözünden hoşlandığından başkasının şefaati fayda vermez.”(20.Tâ-hâ-109)
“..İzni olmadan onun katında kim şefaat edebilir?” (2.Bakara-255)
“...(Onlar) Allah rızasına ulaşmış olanlardan başkasına şefaat etmezler.” (21.Enbiya-28)
“Göklerde nice melekler var ki onların şefaatleri, dilediği ve hoşnut olduğu kimse için Allah’ın izin vermesi dışında, bir işe yaramaz.”
Şefaat Allah’ın insanlara bir lütfudur. Şefaate ve affa uğrayacağına güvenerek günah işlemek af edilmeye engel bir davranıştır. Bize düşen, günahlardan kaçmak ve şefaate nail olmak için iyi bir kul olmaya çalışmaktır. Aşağıdaki ayetin mealini bu bakış açısıyla okumak faydalı olacaktır.
“Dinlerini bir oyuncak ve eğlence edinen ve dünya hayatının aldattığı kimseleri (bir tarafa) bırak! Kazandıkları sebebiyle hiçbir nefsin felakete düçar olmaması için Kur’an ile nasihat et. O nefis için Allah’tan başka ne dost vardır, ne de şefaatçi. O, bütün varını fidye olarak verse, yine de ondan kabul edilmez. Onlar kazandıkları (günahlar yüzünden) helake sürüklenmiş kimselerdir. İnkâr ettiklerinden dolayı onlar için kaynar sudan ibaret bir içecek ve elem verici bir azap vardır.” (6.En’am-70)
Ahirette Allah’ın izniyle peygamberler, veliler, melekler, alimler, şehitler ve masum çocuklar gene Allah’ın izin verdiği kimseler için şefaatçi olacaklardır.
Şefaat edecekler ve edilecekler ancak Allah’ın iznine bağlı olduğuna göre, Allah’ın şefaat yetkisine ve sınırlarına bir müdahale söz konusu değildir.
Beş çeşit şefaat vardır:
*Kıyamet günü mahşerdeki sıkıntılı bekleşmenin sona ererek hesabın başlaması için Hz. Muhammed (SAV)’in bütün insanlığa şefaati (Buna şefaat-i Uzma denir.)
*Bazı mü’minlerin hesap görmeden cennete girmelerini sağlayacak şefaat.
*Bazı mü’minlerin Cennetteki derecelerinin yükseltilmesi için yapılacak şefaat.
*Bazı günahkâr mü’minlerin Cehenneme girmeden Cennete gönderilmelerini sağlayacak şefaat.
*Günahları sebebiyle Cehenneme gönderilen bazı mü’minlerin cezalarını tam çekmeden Cennete gönderilmelerini sağlayacak şefaat.
Şefaat neticesinde bir takım mü’minlerin bazı günahları affedilecektir. Ancak şunu unutmamalıyız: Şefaate uğramak için de Allah’ın hoşnutluğunu kazanmış olmak gerekir. Bu dünyada yaşayan bir insan günahlardan ne kadar kaçınsa da irili ufaklı bir takım hatalar işler. Şefaatin varlığını günah işlemek için bir fırsat olarak görmek son derece sakıncalıdır. Bilakis şefaate uğramak için ibadet ve hayırda yarış içinde olmalıyız.
86-SIRAT KÖPRÜSÜ NEDİR?
Sırat, yol demektir. Ahirette, Cennete gidecek olanlar Cehennemin üzerinde bulunan ince uzun bir yoldan geçeceklerdir. İşte bu yola “Sırat Köprüsü”denir.
Kur’an’da bu köprüden şöyle bahsedilir:
“...Onlara Cehennem yolunu gösterin.” (37.Saffat-2,3)
Bütün mü’minler sırat köprüsünden geçip cennete gidecekleri için, cehennemi görmüş olacaklardır. Bu durum Kur’an’da şöyle anlatılıyor:
“İçinizden oraya uğramayacak hiçbir kimse yoktur. Bu, Rabbin için kesinleşmiş bir hükümdür.” (19.Meryem-71)
Bazı müfessirler bu ayeti yorumlarken bütün mü’minlerin cehennemden geçeceklerini, ancak cehennemin onları yakmayacağını söylemişlerdir.
Sırat köprüsünün gerçek mahiyetini bilmemiz mümkün değildir. Şu var ki, ahirette mutlak ilahi adalet tecelli edecek ve kimse haksızlığa uğramayacaktır. Hak edenler sırat köprüsünü geçecek, hak etmeyenler ise geçemeyip cehennemde kalacaklardır. Sırat köprüsünden geçme sırasındaki kolaylık ve zorluk ise herkesin bu dünyadaki ameline göre olacaktır. Sırat köprüsünün “kıldan ince ve kılıçtan keskin” olarak anlatılması ilahi adaletin şaşmazlığı anlamında kullanılmış olabilir. Salih amel sahibi mü’minler için, hiçbir zorluk söz konusu değildir.
87-CENNET NASIL BİR YERDİR? CENNET HAYATI NASIL
OLACAKTIR?
Cenneti ve cennet hayatını bu dünya ile mukayese ettiğimizde üç önemli fark olduğunu görürüz. Bu farklardan birisi cennetin kendine, ikisi insanlara aittir.
a)Çevre Şartları: Cennetteki çevre şartları, dünyadakine göre çok farklı olacaktır. Bu dünyada insanı rahatsız eden ve sürekli tedbir alınmasını gerekli kılan bir takım unsurlar vardır. Cennet hayatındaki çevre şartları, rahatsız edici her türlü olumsuzluklardan arındırılmıştır. Aşırı sıcak, aşırı soğuk, karanlık, uçurum gibi şeyler olmayacaktır. Vahşi hayvanlar, zararlı böcekler, dikenler, otlar ve insanlara rahatsızlık veren hiçbir şey bulunmaz. Çevre şartları insanın her açıdan rahat etmesi için hazırlanmıştır.
b)İnsanın Biyolojik Yapısı: İnsan hasta olmayacak, yaşlanmayacak, sakatlanmayacak ve sürekli genç kalacak şekilde ayarlanır. Herkes en güzel yaşta ve en güzel surette olur. Zayıflık, hastalık, ihtiyarlık, çirkinlik gibi şeyler kesinlikle oluşmaz. Hiçbir hücre ölmez ve hiçbir organ enfeksiyon kapmaz. Herkes ebediyyen sağlıklı olarak kalır.
c)İnsanın Psikolojik Yapısı: Bu dünyada çok iyi şartlarda yaşayan kimselerde bile usanma, bıkma ve kıskanma gibi hisler vardır. Cennet hayatında, insanların psikolojik yapıları usanma, bıkma, kıskanma,kin gibi olumsuz duygu ve düşüncelerden arındırılacak, herkes ebediyyen mutlu olarak yaşamaya devam edecektir. Kimse kimseyi kıskanmayacak, cehennemde olan yakınlar için ağıt yakılmayacaktır. Cennet hayatında üzüntüye yer yoktur.
88-AHİRETTE ALLAH GÖRÜLECEK MİDİR?
Cennette Allah’ın görülüp görülmeyeceği konusu İslam alimlerini ilgilendiren meselelerin başında gelir. Çok az sayıdaki mutezile mensubu
bilgin hariç hemen bütün ulema sınıfı Allah’ın cennette görüleceği fikrinde birleşmişlerdir.
Allah’ın görüleceği kanaatini bilginlerde uyandıran delillerin başında aşağıdaki ayetler gelir:
“Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parıldayacaktır. Rablerine bakacaklardır.” (75.Kıyamet-22,23)
Aşağıdaki ayet ise bu kanaati kuvvetlendiren bir delil olarak görülmüştür.
“..derhal biz senin perdeni kaldırdık. Bugün artık gözün keskindir (denir).” (50.Kaf-22)
Bu ayet, ahirette insanın önündeki gayb perdesinin kaldırılacağını ve gözlerinin daha önce görmediklerini görecek kabiliyete kavuşacağını anlatılmaktadır.
Şu ayet de rü’yetullah konusunda baş vurulan delillerdendir: “Hayır! Onlar şüphesiz o gün Rablerinden (O’nu görmekten) mahrum kalmışlardır.” (83-Mutaffifin-15)
Kelâm bilginlerinin çoğu bu ayeti, ahirette Allah’ın görüleceğine dair bir delil olarak görmüşlerdir. Bu yoruma göre; kâfirler, Allah’ı görmekten mahrum olacaklar, mü’minler ise onu göreceklerdir.
Aşağıdaki hadis Buhari, Müslim, Ebu Davud ve Tirmizi tarafından nakledilmiştir.
Cerir İbnu Abdillah (RA) anlatıyor: “Resulullah (AS) bir dolunay gecesi aya baktı ve:
“Siz şu ayı gördüğünüz gibi, Rabbinizi de böyle perdesiz göreceksiniz ve O’nu görmede bir sıkışıklığa düşmeyeceksiniz. (Herkes rahatça görecek) Artık, güneşin doğma ve batmasından önce hiçbir namaz hususunda size galebe çalınmamasına gücünüz yeterse bunu yapın (namazları vaktinde kılın, vaktini geçirmeyin).”
Cerir der ki: “Resulullah, sonra şu ayeti okudu: “Rabbini güneşin doğmasından ve batmasından önce hamd ile tesbih et.” (Ta-Ha-130) (Prof. İ. Canan, Kütüb-ü Sitte, c:14, s:285, 5157. hadis)
Yukarıdaki hadis dışında da Allah’ın ahirette görüleceğini haber veren sahih hadisler mevcuttur.
Hz. Muhammed (SAV) dahil, bu dünyada kimse Allah’ı görmemiştir.
İslam alimleri, Cenab-ı Hak’kın Hz. Musa’ya hitaben; “Beni göremezsin.” (7.A’raf-143) demesini ve “Gözler O’nu göremez; halbuki O, gözleri görür. O, eşyayı pek iyi bilen, her şeyden haberdar olandır.” (6.En’am-103) ayetini, Allah’ın bu dünyada görülemeyeceği şeklinde anlamışlardır.
Cennetle ilgili ayetlerde, insanın ahiret hayatında ibadet edeceğine dair bir bilgiye rastlamıyoruz. İnsanın Allah’ı görmesi, her türlü ibadet ile hasıl olacak manevi hazdan daha üstün bir haldir. Hz. Muhammed (SAV)’e bu dünyada isra ve miraç nasip olmuştur. Mü’minin miracı ise namazdır. Ahirette Allah’ın görülecek olması mü’minler için ulaşılacak en son kemal ve manevi haz noktasıdır. Böylece ibadetlerle varılmak istenen maneviyat ve kemal derecesinin en son noktasına ulaşılacaktır. Bir bakıma cennet insanı, ibadetin kendini aşarak sonucuyla müşerref olacaktır.
89-CENNET KUR’AN-I KERİM’DE NASIL ANLATILIR?
Kur’an-ı Kerim’de cenneti anlatan bazı ayetler mealen şöyledir:
“Takva sahiplerine vad olunan cennetin özelliği (şudur): Onun zemininden ırmaklar akar. Yemişleri ve gölgesi süreklidir. İşte bu, (kötülüklerden) sakınanların (mutlu) sonudur. Kâfirlerin sonu ise ateştir.” (13.Rad-35)
“İşte bu yüzden Allah onları o günün fenalığından esirger; (yüzlerine) parlaklık, (gönüllerine) sevinç verir. Sabretmelerine karşılık onlara cenneti ve (cennetteki) ipekleri lütfeder. Orada koltuklara kurulmuş olarak bulunurlar ; ne yakıcı sıcak görürler orada, ne de dondurucu soğuk. (Cennet ağaçlarının) gölgeleri, üzerlerine sarkar; kolayca koparılabilen meyveleri istifadelerine sunulur. Yanlarında, gümüş kaplar ve billûr kâselerle, gümüş beyazlığında (billûr gibi) şeffaf kupalarla dolaşırlar ki, sâkiler bunu (cennet şarabını) ölçüsünce tayin ve takdir ederler. Onlara oradan bir kâsede içirilir ki (bu şarabın) karışımında zencefil vardır. (Bu şarap) orada bir pınardandır ki adına Selsebil denir.
O insanların etrafında öyle ölümsüz genç nedîmler dolaşır ki, onları gördüğünde, etrafa saçılıp dağılmış inciler sanırsın. Ne yana bakarsan bak, (yığınla) nimet ve ulu bir saltanat görürsün. Üzerlerinde yeşil ipekten ince ve kalın elbiseler vardır; gümüş bilezikler takınmışlardır. Rableri onlara tertemiz bir içki içirir. (Onlara şöyle denir:) Bu, sizin için bir mükâfattır. Sizin gayretiniz karşılığını bulmuştur.” (76.İnsan-11-22)
“Onlara pınardan (doldurulmuş) kadehler dolaştırılır. Berraktır, içenlere lezzet verir. O içkide ne sersemletme vardır ne de onunla sarhoş olurlar. Yanlarında güzel bakışlarını yalnız onlara tahsis etmiş, iri gözlü eşler vardır. Onlar, gün yüzü görmemiş yumurta gibi bembeyazdır.” (37.Saffat-45-49)
“İman edip iyi davranışlarda bulunanlara, içinden ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele! O cennetlerdeki bir meyveden kendilerine rızık olarak yedirildikçe: Bundan önce dünyada bize verilenlerdendir bu, derler. Bu rızık onlara (bazı yönlerden dünyadakine) benzer olarak verilmiştir. Onlar için cennette tertemiz eşler de vardır. Ve onlar orada ebedi kalıcılardır.” (2.Bakara-25)
“O gün bir takım yüzler de vardır ki, mutludurlar; (dünyadaki) çabalarından hoşnut olmuşlardır, yüce bir cennettedirler. Orada boş bir söz işitmezler. Orada (cennette) devamlı akan bir pınar, orada yükseltilmiş tahtlar, konulmuş kadehler, sıra sıra dizilmiş yastıklar, serilmiş halılar vardır.” (88.Gaşiye-8-16)
“Müttakilere vadolunan cennetin durumu şöyledir: İçinde bozulmayan sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır. Orada meyvelerin her çeşidi onlarındır. Rablerinden de bağışlama vardır...” (47.Muhammed-15)
“İyiler kesinkes cennettedir. Onlar orada koltuklar üzerinde etrafa bakarlar. Onların yüzünde nimetlerin sevincini görürsün. Kendilerine mühürlü halis içki sunulur. Onun içiminin sonunda misk kokusu vardır. İşte yarışanlar ancak onda yarışsınlar.” (83.Mutaffifin-21-26)
“Allah, mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara içinde ebedi kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler ve adn cenneti vadetti. Allah’ın rızası ise hepsinden büyüktür. İşte büyük kurtuluş da budur.” (9.Tevbe-72)
“İman edip iyi davranışlarda bulunanlara gelince, onlar için makam olarak Firdevs cennetleri vardır. Orada ebedi kalacaklardır. Oradan hiç ayrılmak istemezler.” (18.Kehf-107,108)
“Rabbinin huzurunda durmaktan korkan kimselere iki cennet vardır. Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz? İki cennet de çeşit çeşit ağaçlarla doludur. Öyleyse Rabbinizin hangi nimetini yalanlayabilirsiniz? İkisinde de akıp giden iki kaynak vardır. Öyleyken Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? Hepsi de örtüleri atlastan minderlere yaslanırlar. İki cennetin de meyvesinin devşirilmesi yakındır. Öyleyken Rabbinizin hangi nimetini yalanlayabilirsiniz? Oralarda gözlerini yalnız eşlerine çevirmiş güzeller var ki, bunlardan önce onlara ne insan ne de cin dokunmuştur. Öyleyken Rabbinizin hangi nimetini yalanlayabilirsiniz? İyiliğin karşılığı iyilikten başka bir şey midir? Öyleyken Rabbinizin hangi nimetini yalanlayabilirsiniz?” (55.Rahman-46-61)
“Düzgün kiraz ağacı, Meyveleri salkım salkım dizili muz ağaçları, Uzanmış gölgeler, Çağlayarak akan sular, Tükenmeyen ve yasaklanmayan,
sayısız meyveler içindedirler; Ve kabartılmış döşekler üstündedirler. Gerçekten biz hurileri apayrı biçimde yeni yarattık. Onları eşlerine düşkün ve yaşıt bakireler kıldık. Bütün bunlar sağdakiler içindir.” (56.Vakıa-28-38)
“(Cennette) onların altlarından ırmaklar akarken, kalplerinde kinden ne varsa hepsini çıkarıp atarız...” (7.A’raf-43)
“Biz, onların gönüllerindeki kini söküp attık; onlar artık köşkler üzerinde karşı karşıya oturan kardeşler olacaklar.” (15.Hicr-47)
“Yaptıklarına karşılık olarak, onlar için ne mutluluklar saklandığını hiç kimse bilemez.” (32.Secde-17)
90-CENNETTEKİ HERKESİN DERECESİ AYNI MI OLACAKTIR?
Mü’minlerin cennetteki dereceleri bu dünyadaki amellerine ve üstün gayretlerine göre farklı olacaktır. Bunu şu ayetlerden anlıyoruz:
“...Gerçi Allah hepsine de güzellik (cennet) vad etmiştir; ama mücahitleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır. Kendinden dereceler, bağışlama ve rahmet vermiştir. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (4.Nisa-95,96)
“İşte onlar gerçek mü’minlerdir. Onlar için Rableri katında nice dereceler, bağışlanma ve tükenmez bir rızık vardır.” (8.Enfâl-4)
Ancak şunu da bilmek gerekir ki; cennet, ebedi huzur ve istirahat yeridir. Orada üzüntüye yer yoktur. Derecesi yüksek olanlar bunu fark edip daha çok sevinecekler, fakat cennetteki diğer mü’minler asla bir eksiklik hissetmeyeceklerdir.
91-CENNETTE EVLİLİK HAYATI VAR MIDIR?
Cennete giren insanlar evlilik hayatı yaşayacaklardır. Ancak bu evlilik tıpatıp bu dünyadakine benzemeyecektir.
Erkekler eğer bu dünyada evlenmişler ve eşleri de cennetlik olmuşsa, gene aynı hanımlarıyla birlikte olacaklardır. Kadınlar da aynı şekilde kocalarıyla beraber olacaklardır. Bir kadın bu dünyada birkaç kere evlenmişse, cennetlik olan kocasına, hepsi cennetlikse bunlardan birine varır. Varacağı kocanın hangisi olacağı tartışmalı olmakla birlikte, cennet hayatında herhangi bir üzüntü ve ukdenin söz konusu olmayacağı bilinmektedir. Erkeklere ayrıca birkaç huri de verilecektir
Bu dünyada bekar olan erkekler hurilerle, yani cennet kadınlarıyla, kadınlar ise cennet erkekleriyle evlendirileceklerdir.
Cennetlik kadınlar, bu dünyadaki iyi amelleri sebebiyle, hurilerden üstün olacaklardır.
92-ÇOCUKLAR, DELİLER VE FETRET DÖNEMLERİNDE
YAŞAYAN İNSANLAR CENNETE GİRECEKLER MİDİR?
Mü’minlerin dışında sorumluluk altına girmemeleri yani mükellef olmamaları sebebiyle aşağıdaki grupların da cennete gireceklerine inanılmaktadır:
a)Çocuklar: Bunlar günah işlemeden dünyadan göç ederler. Buluğ çağına ermedikleri için henüz mükellef (sorumlu) durumuna erişmiş değildirler. Müşriklerin çocukları için bazı tereddütler hasıl olmuş ise de, günahsız olmaları sebebiyle bunların da cennete girecekleri düşünülmüştür.
b)Deliler: Bunlar da günahsızdır. Ancak bir kişi buluğ çağına erdikten sonraki bir dönemde deli olmuşsa, sorumlu olduğu yıllara göre muamele görür.
c)Fetret Dönemlerinde Yaşayanlar: Bunlar hak dinin varlığından ve peygamberin tebliğinden haberdar olmayan kişilerdir. Konumları nedeniyle henüz sorumlu olma durumuna gelemediklerinden, cennete gireceklerdir.
93-CENNET HAYATI EBEDİ MİDİR?
Cennet hayatı ebedidir. Kur’an-ı Kerim, cennet hayatının ebedi olduğunu açık bir şekilde bildirmektedir:
“Onlara orada hiçbir yorgunluk gelmeyecek ve onlar, oradan çıkarılmayacaklardır.” (15.Hicr-48)
“İlk tattıkları ölüm dışında, orada artık ölüm tatmazlar. Ve Allah onları cehennem azabından korumuştur (sürekli hayata kavuşmuşlardır).” (44.Duhan-56)
“Şüphesiz bu bizim verdiğimiz rızıktır. Ona bitmek ve tükenmek yoktur.” (38.Sâd-54)
“Mutlu olanlara gelince, onlar da cennetliktirler. Rabbinin dilediği hariç, gökler ve yer durdukça onlar da orada ebedi kalacaklardır. Bu (nimetler) bitmez, tükenmez bir lütuftur.” (11.Hud-108)
“Takva sahiplerine vadolunan cennetin özelliği (şudur): Onun zemininden ırmaklar akar. Yemişleri ve gölgesi süreklidir...” (13.Ra’d-35)
“Orada ebedi kalacaklardır...” (18.Kehf-108)
Bu ayetleri okuduktan sonra cennetin ebediliği hakkında bir şüpheye düşmek mümkün değildir. Özellikle Ra’d suresi 35. ayette geçen “daim” (=sürekli) kelimesi bu hususu en kesin şekilde ispatlamaktadır.
94-CEHENNEM NEDİR?
Cehennem, ahiret hayatında bulunan ceza evidir. En büyük cezası ise yanmadır. Dondurucu soğuk ile ceza verecek bölümleri de vardır.
Cehennem, cezasının fazlalığı ve korkunçluğu itibarıyla bölümlere ayrılır. Günahkâr mü’minler en az ceza veren bölümünde, münafıklar ise en alt tabakada bulunacaklardır.
Cehennem Kur’an-ı Kerim’de şu isimlerle anılır:
*Cehennem=Derin Kuyu
*Cahim=Yanan kızgın ateş
*Saîr=Tutuşan ateş
*Sakar=Yakıcı ateş
*Leza=Alevli ateş
*Hutame=Kırma ve dökme
*Hâviye=Uçurum
Kâfir , müşrik ve münafıklar ile günahı bağışlanmamış mü’minler cehenneme girerler. Mü’minler, kendileri için takdir edilen cezaları sona erince çıkarılıp cennete gönderilirler. Diğerleri ise orada kalırlar.
95-CEHENNEM EBEDİ MİDİR?
İslam alimlerinin çoğunluğu cehennemin ebedi olduğu fikrinde birleşmişlerdir. Ancak bazı alimler cehennem azabının bir gün sona ereceğini, bazıları ise cehennemlik olanların uzun bir süreden sonra öleceklerini savunmuşlardır.
Cehennemin ebedi olduğunu savunanlar şu ayetleri delil olarak göstermişlerdir:
“Hayır! Kim bir kötülük eder de kötülüğü kendisini çepeçevre kuşatırsa işte o kimseler cehennemliktirler. Onlar orada devamlı kalırlar.” (2.Bakara-81)
“Onlara: İçinde ebedi kalacağınız cehennemin kapılarından girin; kibirlenenlerin yeri ne kötü! Denilir.” (39.Zümer-72)
“...Hiç bu, ateşte ebedi kalan ve bağırsaklarını parça parça edecek kaynar su içirilen kimselerin durumu gibi olur mu?” (47.Muhammed-15)
Cehennem azabının bir gün sona ereceğini savunanlar ise şu ayetleri delil olarak gösterirler:
“...Allah da buyurur ki: Allah’ın dilediği hariç içinde ebedi kalacağınız yer ateştir...” (6.En’am-128)
“Rabbinin dilediği hariç, (onlar) gökler ve yer durdukça o ateşte ebedi kalacaklardır...” (11.Hud-108)
“(Azgınlar) orada çağlar boyu kalırlar.” (78.Nebe’-23)
Cehennem azabının bir gün sona ereceğini savunanlar ayetlerde geçen “Allah’ın dilediği hariç” istisnalar ile “gökler ve yer var oldukça” ifadesini görüşleri için delil olarak kabul ederler. En önemli delilleri ise Nebe’ suresinin 23. ayetinde “ahkab” olarak geçen ve “çağlar boyu” diye tercüme edilen kelimenin varlığıdır. Çağlar boyu, anlamından hareketle cehennem azabının bir gün sona ereceği kanaatine varmışlardır.
Hud suresinin 108. ayetinde geçen “gökler ve yer var oldukça” ifadesini geçicilik şeklinde yorumlamak doğru görülmemiştir. Çünkü ahiretteki yer ve gök, zaten bu dünyadaki yer ve gök olmayacaktır. (14. İbrahim-48) Ayrıca yer ve gök durdukça ifadesi süreklilik anlamında kullanılır.
Cehennemliklerin ateşte ebediyyen kalacaklarını ifade eden ayetleri geçicilik veya çok uzun süre şeklinde anlamak oldukça zordur.
Cehennem azabının zamanla şiddetini kaybedeceği veya burada yaşayanların ileride cehennem hayatına alışacakları şeklinde görüşler de vardır. Bu görüşler daha mantıklı görünmektedir.
96-KÂFİRLER VE MÜŞRİKLER CENNETE GİREBİLİRLER Mİ?
Şu ayet-i kerime kâfirlerin cennete giremeyeceklerini açıkça anlatmaktadır:
“Bizim ayetlerimizi yalanlayıp da onlara karşı kibirlenmek isteyenler var ya, işte onlara gök kapıları açılmayacak ve onlar deve iğne deliğine girinceye kadar cennete giremeyeceklerdir! Suçluları işte böyle cezalandırırız.” (7.A’raf-40)
Bilindiği gibi devenin iğne deliğinden geçmesi imkansızlık ifade eder. Deve, iğne deliğinden geçemeyeceğine göre, inkârcılar da cennete giremeyeceklerdir.
Allah’a şirk koşanların ise cennete giremeyecekleri şu ayetle açıkça bildirilmektedir:
“Andolsun ki “Allah, kesinlikle Meryem oğlu Mesîh’tir” diyenler kâfir olmuşlardır. Halbuki Mesîh “Ey İsrailoğulları! Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a kulluk ediniz. Biliniz ki kim Allah’a ortak koşarsa muhakkak Allah ona cenneti haram kılar; artık onun yeri ateştir ve zalimler için yardımcılar yoktur.” Demişti.” (6.Maide-72)
Ayet-i Kerime, Allah’ın kendisine ortak koşanlara cenneti haram kıldığını açıkça beyan etmektedir.
97-BU DÜNYADA SUÇUNUN CEZASINI ÇEKEN KİŞİ AHİRETTE
AYRICA CEZA GÖRÜR MÜ?
İslam alimlerinin ekseriyetine göre bu dünyada işlediği suçun cezasını dinin takdir ettiği şekilde çeken kişi, ahirette ayrıca ceza görmez. Hanefi fakihlerine göre ise, cezasını çeken kişinin ahirette tekrar cezaya çarptırılmaması için, ayrıca tövbe etmesi gerekir.
98-CEHENNEMDE ÖLÜM VAR MIDIR?
Cehennemde ölüm yoktur. Aşağıdaki ayet-i kerimeler bunu açıkça ifade etmektedir:“Şurası muhakkak ki, kim Rabbine günahkâr olarak varırsa, cehennem sırf onun içindir. O ise orada ne ölür ne de yaşar!” (20.Ta-ha-74)
“En büyük ateşe girecek olan kötü kimse ise öğütten kaçınır. Sonra ateşte ne ölür ne de yaşar.” (A’la-11,12,13)
“Onu yudumlamaya çalışacak, fakat boğazından geçiremeyecek ve ona her yandan ölüm gelecek, oysa o ölecek değildir (ki azaptan kurtulsun). Bundan ötede şiddetli bir azap da vardır.” (14.İbrahim-17)
“İnkâr edenlere de cehennem ateşi vardır. Öldürülmezler ki ölsünler, cehennem azabı da onlara biraz olsun hafifletilmez.
İşte biz, küfürde ileri giden her nankörü böyle cezalandırırız.” (35.Fatır-36)
99-CEHENNEM EHLİNİN BU DÜNYADAKİ VASIFLARI
KUR’AN’DA NASIL ANLATILIR?
Cehennem ehlinin bu dünyadaki vasıflarını anlatan bazı ayetler şöyledir:“Sizi şu yakıcı ateşe sokan nedir? Onlar şöyle cevap verirler: Biz namaz kılanlardan değildik. Yoksulu doyurmuyorduk. (Batıla) dalanlarla birlikte dalıyorduk. Ceza gününü de yalan sayıyorduk.” (74.Müddesir-42-46)
“Allah: “Ey sürücü ve şahit! Her inatçı inkârcıyı iyiliklere engel
olan, mütecaviz, şüpheye düşüren, Allah’ın yanında başka tanrı benimseyen kişiyi
cehenneme atın, onu çetin azaba sokun” buyurur.” (50.Kaf-24-26)
“(Resulüm) Alabildiğine yemin eden, aşağılık, daima kusur arayıp kınayan, durmadan laf götürüp getiren, iyiliği hep engelleyen, mütecaviz, günaha dadanmış, kaba ve haşin, bütün bunlardan sonra bir de soysuzlukla damgalanmış kimselerden birine, mal ve oğulları vardır diye sakın boyun eğme. Ona ayetlerimiz okunduğu zaman o, “Öncekilerin masalları!”der.” (68.Kalem-10-15)
“Yoldan çıkanlar ise, onların varacakları yer ateştir. Oradan her çıkmak istediklerinde geri çevrilirler ve kendilerine: Yalandır deyip durduğunuz cehennem azabını tadın! Denir.” (32.Secde-20)
“Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi adet edinen herkesin vay haline! O ki, mal toplamış ve onu sayıp durmuştur. (O), malının kendisini ebedi kılacağını zanneder. Hayır! Andolsun ki o, Hutame’ye atılacaktır.” (104.Hümeze-1,4)
“...O, bizim ayetlerimize karşı alabildiğine inatçıdır.” (74.Müddesir-16)
“Sonra arkasını döndü, böbürlendi. Bu dedi, rivayet edilip öğretilen bir büyüden başka bir şey değildir. Bu, sadece bir insan sözüdür.” Onu Sekar’a sokacağım.” (74.Müddesir-23-26)
“Çünkü onlar hesap gününün (geleceğini) ummazlardı. Bizim ayetlerimizi yalanladıkça yalanlamışlardı.” (78.Nebe’-27,28)
“(Resulüm) inkâr edenlere de ki: Yakında mağlup olacaksınız ve cehenneme sürükleneceksiniz. Orası kalınacak ne kötü bir yerdir!” (3.Al-i İmran-12)
“...Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azabı müjdele.” (9.Tevbe-34)
“Doğru yoldan sapan ve Rabbinin ayetlerine inanmayanı işte böyle cezalandırırız. Ahiret azabı, elbette daha şiddetli ve daha süreklidir.” (20.Ta-ha-127)
“Onlar üstelik kıyameti de yalan saydılar. Biz ise, kıyameti inkâr edenler için alevli bir ateş hazırladık.” (25.Furkan-11)
“Kuşkusuz onlar atalarını dalalette buldular da peşlerinden koşup gittiler.” (37.Saffat-69,70)
“Bu, sizin yeryüzünde haksız olarak şımarmanızdan ve aşırı derecede sevinip böbürlenmenizden ötürüdür.” (40.Mü’min-75)
100-CEHENNEM AZABI KUR’AN’DA NASIL ANLATILIR?
Cehennem azabını anlatan ayetlerden bir kısmı şöyledir:
“Siz ve Allah’ın dışında taptığınız şeyler cehennem yakıtısınız. Siz oraya gireceksiniz. Eğer onlar birer tanrı olsalardı oraya (cehenneme) girmezlerdi. Halbuki hepsi (tapanlar da tapılanlar da) orada ebedi kalacaklardır. Orada onlara inim inim inlemek düşer. Yine onlar orada (hiçbir iyi haber) duymazlar.” (21.Enbiya-98,99,100)
“İmdi , inkâr edenler için ateşten bir elbise biçilmiştir. Onların başlarının üstünde kaynar su dökülecektir! Bununla, karınlarının içindeki (organlar) ve derileri eritilecektir! Bir de onlar için demir kamçılar vardır! Izdıraptan dolayı oradan her çıkmak istediklerinde geri döndürülürler ve: “Tadın bu yakıcı azab!” (denilir).” (22.Hac-19-22)
“Cehennem ateşi uzak bir mesafeden kendilerini görünce, onun öfkelenişini (müthiş kaynamasını) ve uğultusunu işitirler. Elleri boyunlarına bağlı olarak onun (cehennemin) dar bir yerine atıldıkları zaman, oracıkta yok oluvermeyi isterler. (Onlara şöyle denir:) Bugün (yalnız) bir defa yok olmayı istemeyin;aksine birçok defalar yok olmayı isteyin!” (25.Furkan-12,13,14)
“Boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde, sıcak suya sürüklenecekler, sonra da ateşte yakılacaklardır.” (40.Mü’min-71,72)
”Şüphesiz zakkum ağacı, günahkârların yemeğidir. O, karınlarında maden eriyiği gibi kaynar. (Allah zebanilere emreder): Tutun onu! Cehennemin ortasına sürükleyin! Sonra başına azap olarak kaynar su dökün! (ve deyin ki:) Tat bakalım. Hani sen kendince üstündün, şerefliydin! İşte bu, şüphelenip durduğunuz şeydir.” (44.Duhann-43-50)
“(Azgınlar) orada çağlar boyu kalırlar, orada bir serinlik ya da (susuzluk gideren) bir içecek tatmazlar, ancak (dünyada yaptıklarına) uygun karşılık olarak kaynar su ve irin tadarlar.” (78.Nebe’-23-26)
“Ben onu sekara (cehenneme) sokacağım. Sen biliyor musun sekar nedir? Hem (bütün bedeni helâk eder, hiçbir şey) bırakmaz, hem(eski hale getirip tekrar azap etmekten) vazgeçmez o. İnsanın derisini kavurur.” (74.Müddesir-26-29)
“O gün bir takım yüzler zelildir, durmadan çalışır, (fakat boşuna) yorulur, kızgın ateşe girer. Onlara kaynar su pınarından içirilir. Onlar için kuru dikenden başka yemek yoktur, o ise ne besler ne de açlığı giderir.” (88.Gaşiye-2-7)
“Hayır! Andolsun ki o, Huteme’ye atılacaktır. Hutame’nin ne olduğunu bilir misin? Allah’ın tutuşturulmuş, (yandıkça) tırmanıp kalplerin ta üstüne çıkan ateşidir. Onlar (bu ateşin içinde) uzatılmış sütunlara bağlanmışlar ve o vaziyette o (ateş) üzerlerine kapatılmıştır.” (104.Hümeze-4-9)
“Şüphesiz ayetlerimizi inkâr edenleri gün gelecek bir ateşe sokacağız; onların derileri pişip acı duymaz hale geldikçe, derilerini başka derilerle değiştiririz ki acıyı duysunlar! Allah daima üstün ve hakimdir.” (4.Nisa-56)
“O gün, günahkârların zincire vurulmuş olduğunu görürsün. Onların gömlekleri katrandandır, yüzlerini de ateş bürümektedir.” (14.İbrahim-49-50)
101-AHİRET HAYATINI ANLATIRKEN DAHA ÇOK CENNETEN
Mİ YOKSA CEHENNEMDEN Mİ BAHSETMEK GEREKİR?
Kur’an-ı Kerim’in yetmiş yedi ayetinde cehennemden bahsedilir. Cehennemin nasıl bir yer olduğu ve cehennemliklerin nasıl azap görecekleri anlatılır.
Kur’an-ı Kerim’in yüz on beş yerinde ahiret cennetinden altı yerinde Hz. Adem ile Havva’nın iskân edildiği cennetten, bir yerinde ise Hz. Peygamberin yanında Cebrail’i gördüğü sidret’ül-münteha’nın civarında bulunan Me’va cennetinden bahsedilir. Buna göre yüz yirmi iki kere cennetten bahsedilmektedir. Cennet, yirmi beş kere de dünyadaki bağ bahçe anlamında kullanılır. Bunları istisna ettiğimizde yüz yirmi iki kere cennetten yetmiş yedi defa da cehennemden bahsedildiğini görüyoruz.
Ahiret hayatını anlatırken Kur’an metodunu göz önünde bulundurmalıyız. Basit bir izahla şöyle diyebiliriz: Cennet ve cehennem hayatını izah eden yüz dakikalık bir konferans vereceksek, yaklaşık olarak, zamanımızın kırk dakikasında cehennemi, altmış dakikasında ise cenneti anlatmamız uygun olur.
102-KADERİN SÖZLÜK VE TERİM ANLAMI NEDİR?
Sözlük anlamı: Ölçü, miktar, tayin, tahsis, belirleme, belli ölçülere göre yapma.
Terim anlamı: Allah’ın ezelden ebede kadar olmuş ve olacak bütün işlerin zamanını, yerini, kapsamını, niteliklerini ezeli ilmiyle bilmesine ve her şeyi olacağı şekilde tespit, takdir ve tahdit etmesine kader denir.
103-KAZANIN SÖZLÜK VE TERİM ANLAMI NEDİR?
Sözlük anlamı: Hüküm, emir, beyan, bitirme, yaratma, bir söz veya işi yerine getirme.
Terim anlamı: Allah’ın ezeli ilmiyle zamanını, yerini ve kapsamını bildiği işlerin ; vakti gelince Allah’ın tespit, takdir ve tahdidine (sınırlamasına) uygun olarak meydana gelmesine kaza denir.
104-KADERİN MAHİYETİNİ VE HİKMETİNİ TAM OLARAK
ANLAMAK MÜMKÜN MÜDÜR?
Kaderin mahiyet ve hikmetini tam olarak anlamamız mümkün değildir. Çünkü kaderin tespit, takdir ve tahdidinde bizim tam olarak vukufiyet kesp edemeyeceğimiz bazı sırlar vardır. Bir insanın niçin kadın veya erkek olduğunu, niçin falan ülkede ve falanca insanların çocuğu olarak dünyaya geldiğini tam olarak izah edemeyiz. Aklımızın ermediği konularda “Allah’ın hikmetinden sual olunmaz.”deriz; doğrusu da budur.
Bizim açımızdan önemli olan, kaderin bütün cihetleriyle izah edilmesinden çok , insan olarak başımızdan geçen ve geçecek olan olaylardan ne kadar ve nasıl sorumlu olduğumuzu bilmektir.
105-HANGİ OLAYLAR KADERİN KAPSAMI İÇİNE GİRER?
Evrende olmuş ve olacak bütün gelişmeler ve olaylar kaderin kapsamı içine girer. Dünyayı, Ayı, Güneşi, gezegenleri ve bütün yıldızları Cenab-ı Hak yaratmış , yerlerini, yörüngelerini ve fonksiyonlarını tespit, takdir ve tahdid etmiştir. Allah’tan habersiz olarak meydana gelen hiçbir şey yoktur.
Havayı, suyu, toprağı, ateşi ve atmosferi Allah yaratmıştır. Dünyanın eğimi, yörüngesi, kendi etrafında ve güneşin etrafında dönmesi ilahi takdir neticesinde olmuştur. Böceklerin, kuşların, hayvanların, bitkilerin ve daha nice canlıların yaratılması ilahi kaderin bir parçasıdır. İnsanoğlunun yaratılarak ona ruh, akıl, irade ve nefis verilmesi kaderdir. Dünyanın insanın ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde ayarlanması, mevsimlerin birbirini takip etmesi, gece ile gündüzün düzenli bir şekilde ardarda gelmesi, hep ilahi takdirle olmuştur. Allah’ın izni olmadan ne yağmur yağar ne de bir yaprak dalından düşer.
İnsanın isteğine bağlı olan ve olmayan bütün özellikleri ve işleri kaderinde olan şeylerdir. Kadın veya erkek, güçlü veya zayıf, güzel veya çirkin olmak hep kaderde olan şeylerdir. Bazı insanların abid, bazılarının şaki gene bazılarının alim, bazılarının cahil olmaları da kaderin kapsamı içinde olan durumlardır.
Hasılı aklımıza gelebilecek hiçbir olay ve durum kaderin dışında mütalaa edilemez. Canlı veya cansız evrendeki bütün varlıklar ve bu varlıklara ait bütün olay ve nitelikler kaderin birer parçasıdır. Allah’ın iradesi, ilmi ve takdiri her şeyi kuşatmıştır.
106-KADERLE İLGİLİ AYETLER HANGİLERİDİR?
Kur’an-ı Kerim’de kader konusu çeşitli vesilelerle anlatılmaktadır. Bunlardan bir kısmı şöyledir:
Hz. Musa kıssası anlatılırken kaderden bahsedilir:
“...Seni iyiden iyiye denemeden geçirdik. Bunun için yıllarca Medyen halkı arasında kaldın. Sonra takdire göre (bu makama) geldin ey Musa!” (20.Ta-hâ-40)
Ayette Hz. Musa’nın ilahi takdir gereği peygamberlik mertebesine ulaştırıldığı anlatılmaktadır. Ayeti, Hz. Musa’nın peygamberlik görevi için takdir edilmiş güne ulaştırıldığı şeklinde anlamak da mümkündür. Her iki halde de Allah’ın tayin, tahsis ve takdiri söz konusudur.
Aşağıdaki ayet-i kerimede Allah’ın her şeyin mukadderatını tayin ettiği açık bir şekilde ifade edilmektedir:
“Göklerin ve yerin mülkü O’nundur. O, bir çocuk edinmemiştir. Mülkünde ortağı yoktur. Her şeyi yaratmış, ona ölçü, biçim ve düzen vermiştir.” (25.Furkan-2)
İçinde “kader” kelimesi geçen Kamer suresinin son ayeti şöyledir:
“Biz, her şeyi bir ölçüye göre yarattık.” (54.Kamer-49)
Şu ayet-i kerimeden ölümün de Allah tarafından takdir edildiğini anlıyoruz:
“Aranızda ölümü takdir eden biziz, önüne geçilebileceklerden değiliz.” (56.Vakıa-60)
Başımıza gelen her musibetin bir kitapta yazılı olduğu da Cenab-ı Hak tarafından şu şekilde haber verilmektedir:
“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.” (57.Hadid-22)
Yukarıdaki ayetlerden de anlaşılacağı gibi kaderin kapsamı dışında kalan bir olay yoktur.
107-İNSAN OLARAK YAŞADIĞIMIZ HER OLAY KADERİMİZİN
BİR PARÇASI OLDUĞUNA GÖRE NİÇİN SORUMLUYUZ?
Yaşadığımız olayların kaderimizde bulunması bizi sorumluluktan kurtarmaz. Çünkü bizi sorumlu yapan, irademizdir. Yaşadığımız olaylar karşısında eli kolu bağlı durumda değiliz. Seçme, tercih etme, yapma ve dolayısıyla kesbetme (kazanma, sahip olma) hakkımız vardır. İbadet etmek veya etmemek bizim irademize bağlıdır. İstersek yalan söyleriz, istersek doğru konuşuruz. Tembel veya çalışkan olmak kendi tercihimize bırakılmıştır. Yaptığımız işler arasında tercih hakkımız bulunduğuna göre, sorumsuz olmamız düşünülemez. Verdiğimiz her karardan sorumluyuz. Sevap veya günah kazanmamız da sorumlu olmamızın tabii bir sonucudur. İyiyi, doğruyu, güzeli seçersek sevap kazanırız. Yanlışa, kötüye, çirkine yönelince de günah sahibi oluruz.
108-KADERİMİZDE OLDUĞU HALDE SORUMLU OLMADIĞIMIZ
OLAYLAR VAR MIDIR?
Kaderimizde olduğu halde irademizle ilgisi bulunmayan olaylardan sorumlu değiliz, yani bu olaylardan dolayı günah veya sevap kazanmayız.
Kadın veya erkek olmak; esmer, sarışın veya kızıl derili olmak; şu veya bu ırka mensup olmak, falanca veya filanca kişilerin çocuğu olmak irademize bağlı şeyler değildir. Akrabalarımızı seçme imkânımız yoktur. Dünyaya geleceğimiz köyü, şehri veya devleti seçmek mümkün değildir. Bunlardan ve buna benzer şeylerden dolayı sorumlu değiliz. Çünkü sorumluluk, iradenin bir sonucudur. Anılan olaylar arasında seçici olamadığımıza göre , sorumlu da olmayız. Önemli olan, kendimizi içinde bulduğumuz mevcut şartlar dahilinde, irademizi kullanmaya başladığımızda, doğru seçimler yapmaktır. Bize günah veya sevap kazandıran, kendi tercihimizdir.
109-HAYRIN DA ŞERRİN DE ALLAH’TAN GELMESİ NE
DEMEKTİR?
Allah tek yaratıcıdır. Allah’tan başka yoktan var eden yoktur. O halde yaratılmaya muhtaç olan her şey, ancak Allah tarafından yaratılabilir. Allah dışındaki bir varlığın, bir şeyi yaratması mümkün değildir.
110-HAYRI DA ŞERRİ DE YARATAN ALLAH’IN ŞERRE RIZASI
VAR MIDIR?
Hayrı da şerri de Allah yaratır; ancak Cenab-ı Hak’kın kesinlikle şerre rızası yoktur.
*Allah’ın, hayrın yanı sıra şerrin de yaratıcısı olması şerre rızası olduğu anlamına gelmez. Nitekim Kur’an’da şöyle buyuruluyor: “Eğer inkâr ederseniz, şüphesiz Allah, size muhtaç değildir. Bununla beraber O, kullarının küfrüne razı olmaz. Eğer şükrederseniz sizden bunu kabul eder...” (39.Zümer-7) Ayetten, Allah’ın küfre rıza göstermediğini, şükredenlerden ise razı olduğunu net bir şekilde anlıyoruz.
*Allah’ın, hayrın yanı sıra şerri de yaratması çirkin ve yanlış değildir.
Çirkin ve yanlış olan, hayır dururken şerri tercih etmektir. Kul olarak bize düşen; yanlışı değil doğruyu, zararlıyı değil faydalıyı, haramı değil helali seçmektir.
*Allah’ın hayırla birlikte şerri de yaratmasının birçok hikmetleri vardır. Değilse iyi ile kötü, cennetlik ile cehennemlik birbirinden nasıl ayrılırdı? Hz. Ebubekir ile Ebu Cehil arasındaki farkı nasıl anlardık? Eğer şer yaratılmasaydı, bu dünyada bir imtihandan bahsedilemezdi.
*Allah’ın bizim için istediği ve bize tavsiye ettiği ancak hayırdır. Şerri isteyen ve kesbeden bizleriz. Allah’ın zatına ve sıfatlarına kesinlikle şer izafe edilemez. Sorumluluk, şerden sakınabileceği halde sakınmayan insana aittir. Kur’an’da şöyle buyuruluyor: “Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir...” (4.Nisa-79) Ayeti şöyle anlamalıyız: Allah kimsenin kötülüğünü istemez. Ancak insanlar, yanlış tercihleri sebebiyle kendi kötülüklerini isteyebilmektedirler. Her şeyin yaratıcısı Allah olmakla birlikte, kendimizi kötü duruma sokan asıl biziz. Başımıza açtığımız fena sonuçlardan dolayı sadece nefsimizi kınamalıyız. Allah, önümüze hem hayrı hem de şerri koymakla birlikte, bize hayır olanı tavsiye etmekte ve doğru yolda olmamızı istemektedir. Ancak şerre yönelmemize de bilfiil engel olmayıp cüz’i irademizi serbest bir şekilde kullanmamıza imkân vermektedir.
Bu durumda yanlış tercihlerimiz sebebiyle uğradığımız kötü sonuçlardan ötürü kendimizi yargılamalıyız. Bize doğru yolu gösterdiği ve doğruyu tercih etmemiz halinde mükâfatıyla muamele ettiği için de Allah’a şükretmeliyiz. Allah’ın dediği gibi davranırsak güzel sonuçlarla karşılaşırız, nefsimize uyarsak kötü durumlara düşeriz.
111-KUL, YAPTIKLARINI İŞLEMEK ZORUNDA MIDIR?
İnsan iradesiz, akılsız, şuursuz bir varlık değildir. O, işlediklerini zorunlu olarak yapmaz. Ne yapmak istediğine kendisi karar verir.
Kulun işledikleriyle ilgisi, hafif bir çöpün rüzgarla ilgisi gibi değildir. Böyle düşünenler insanı tam olarak anlayamamış, olaylara geniş bir perspektiften bakamamışlardır.
İnsan, kaderi önünde hiçbir kıymeti olmayan, tercih etme kabiliyeti bulunmayan bir varlık değildir. Allah, insana cüz’i irade vermiştir. Cüz’i iradesiyle ne yapmak istiyorsa ona karar verir. Dilerse hayır işler, dilerse şerre sapar. Böylece sorumlu olur.
112-KUL, KENDİ YAPTIKLARININ YARATICISI MIDIR?
Yegane yaratıcı Allah’tır. Kimse kendi yaptıklarının yaratıcısı değildir.
Bu noktada yaratmanın ne anlama geldiğini tam anlamak gerekir. Bütün varlıklar, Allah tarafından yaratılmışlardır. Ancak Allah, varlıkları yarattıktan sonra kendi haline bırakmış değildir. Sözgelimi yaratılan bir insanın, ölünceye kadar, yapmakta olduğu bütün iş ve davranışlar da yaratılmaya muhtaçtır. İnsanın kalbinin işleyişi, akciğerinin çalışması, duyu organlarının algılamaları her an yaratılır. Yaratılma işi ölüme kadar sürekli devam eder. Namaz kılan bir insanın namaz kılışı, yürüyüş yapan bir insanın yürüyüşü, konuşan bir insanın konuşması...hep yaratılmakta olan davranışlardır. Düşünen bir insanın düşünmesi dahi yaratılır. Yaratılmanın durduğu yerde hayatiyet olmaz.
Net olarak anlaşılıyor ki insan (kul), hiçbir davranışının yaratıcısı değildir. Cenab-ı Hak, hükümranlığını hiç kimse ile paylaşmaz.
Kul, sadece cüz’i iradesini kullanır. Önündeki seçeneklerden birini tercih eder. Doğru konuşmak isterse Allah onun doğru konuşmasını, yanlış konuşmak isterse de Allah onun yanlış konuşmasını yaratır. Böylece kul iradesini kullanma yönüne göre sorumlu olur. Doğruyu tercih ederse sevap, yanlışı tercih ederse günah kazanır.
Allah’ın kulun davranışlarını yaratması, kesinlikle onu mecbur etmesi anlamına gelmez. Bu ince sınır içinde kula verilen cüz’i (kısmi) irade fonksiyonunu icra eder. O halde bize düşen, tercihlerimizi iyi bir şekilde yapabilmektir.
113-ALLAH, OLACAK HER ŞEYİ ÖNCEDEN BİLDİĞİ HALDE
KUL NİÇİN SORUMLU OLUR?
Allah her şeyi ezeli olan sınırsız ilmiyle bilir. Onun için bilme açısından bugün ile yarın, geçmiş ile gelecek arasında hiçbir fark yoktur. Allah’ın bir şeyi bilmemesi düşünülemez. Allah’ın varlığı nasıl zorunlu ise, sıfatları ve bu arada her şeyi bilmesi de zorunludur.
Allah’ın olacak her şeyi önceden bilmesi, bizim ihtiyarımızla yaptığımız işlerde mecbur olduğumuzu göstermez. Allah, kendi külli iradesiyle bize cüz’i irade vermiştir. Biz, Cüz’i irademizle, önümüzde bulunan çok sayıdaki seçeneklerden birini tercih ederiz. Allah, bizi tercihlerimiz konusunda serbest bırakmıştır. İşte bizi sorumlu kılan, sahip olduğumuz bu seçme serbestisidir.
Önümüzde bulunan fiillerden birini şöyle tahlil edebiliriz:
Yorgun bir günün sonunda, yatmadan önce üstümüze farz olan yatsı namazını kılmamız gerektiğini biliyoruz. Ancak bugün çok yorulduğumuz için ve uyku da bastırmaya başladığından, biraz da şeytanın ığvasıyla yatsı namazını kılmadan yatağa girme fikri içimize doğuyor.
Namazı kılma düşüncesi ile terk etme düşüncesi çarpışmaya başlıyor. Biz, kendi irademizle bir o yana bir bu yana meylediyoruz. Bu gidiş geliş belki yüz kere tekrarlanıyor. En son, yüz birince seferde kalkıp kılmaya karar veriyoruz. İşte Allah ezeli ilmiyle meydana gelecek olan bu tereddütleri ve verilecek olan son kararı bilir. Onun, bunları bilmesi bizim yapacağımız tercihi zorunlu kılmaz. Bir bakıma Cenab-ı Hak, kaderimizin bize sorumluluk getiren kısımlarını, ezeli ilmiyle bildiği, cüz’i irademize göre düzenlemiştir.
114-TEVEKKÜL NEDİR?
Sözlük anlamı: İşi başkasına ısmarlamak. Vekil kılmak
Istılah (terim) anlamı: Bir iş için gerekli olan bütün sebepleri yerine getirmekle birlikte sonucunu Allah’a bırakmak ve O’nun takdiriyle meydana gelecek sonuca razı olmaktır.
115-TEVEKKÜL KONUSUNDA HATAYA DÜŞMEMEK İÇİN
NELERE DİKKAT ETMEK GEREKİR?
Tevekkül konusunda hataya düşmemek için aşağıdaki hususları göz önünde bulundurmalıyız:
*Meydana gelecek olan hiçbir olay ilahi takdirin kapsamı dışında değildir. Her şey zamanı ve yeri geldiğinde Allah’ın tespit, tahdit ve takdirine uygun olarak meydana gelir.
*Her şeyin Allah’ın takdirine bağlı olması, bize tembellik yolunu açmaz. Tembellik dinimizin men ettiği ve Allah’ın beğenmediği bir durumdur.
*Allah, çalışkan olanları ödüllendirir. Emeklerinin karşılığını dünyada ve ahirette fazlasıyla verir.
*Mü’min, ulaştığı nimet ve zenginlikleri kendi aklının ve çalışmasının bir sonucu olarak görmekten çok, Allah’ın bir lütfu olarak telakki eder. Esasen aklı veren de Allah’tır.
*Tevekkül eden kişi, bir işte çok çaba sarf ettiği halde dünya cihetiyle karşılığını görmezse bile, isyan etmeyip sabreder; sonuca razı olur.
*Gerçek anlamda tevekkül eden mü’min, yapacağı işte başarılı olmak için sebeplere yapışmakla birlikte, sebeplerin yaratıcısının da Allah olduğunu unutmaz.
116-TEVEKKÜL KONUSU KUR’AN’DA NASIL ANLATILMIŞTIR?
Tevekkül konusunun yer aldığı bazı ayetler mealen şöyledir:
“...İş hakkında onlara danış. Kararını verdiğin zaman da artık Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever.” (3.Al-i İmran-159)
“Allah size yardım ederse, artık size üstün gelecek hiç kimse yoktur. Eğer sizi bırakıverirse, ondan sonra size kim yardım eder? Mü’minler ancak Allah’a güvenip dayanmalıdırlar.” (3.Al-i İmran-160)
“...Eğer mü’minler iseniz ancak Allah’a güvenin.” (15.Maide-23)
“Andolsun ki onlara: Gökleri ve yeri kim yarattı?diye sorsan, elbette “Allah’tır”derler. De ki: Öyleyse bana söyler misiniz? Allah bana bir zarar vermek isterse, Allah’ı bırakıp da taptıklarınız, O’nun verdiği zararı giderebilir mi? Yahut Allah, bana bir rahmet dilerse, onlar O’nun bu rahmetini önleyebilirler mi? De ki: Bana Allah yeter. Tevekkül edenler, ancak O’na güvenip dayanırlar.” (39.Zümer-38)
117-MAKTUL ECELİYLE Mİ ÖLÜR?
Her insan eceliyle ölür. Cenab-ı Hak her insan için bir ömür tayin etmiştir. Ömrü sona eren kişi ölür. Bu konu Kur’an’da kesin bir dille izah edilmiştir:
“Allah, eceli geldiğinde hiç kimseyi (ölümünü) ertelemez. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (63.Münafikûn-11)
Öldürülen kişinin de, yatağında ölen insan gibi, ömrü tamamlanmış, ecel vakti gelmiştir.
Cenab-ı hak, ezeli ilmiyle kimin nasıl bir hayat yaşayacağını kimlerle ve nelerle karşılaşacağını bilir. Öldürülecek olan bir kişinin ecelini buna göre tayin etmiştir. Haşa bir insana altmış yıl ömür vermişken o kişi bir kaza veya öldürülme neticesinde kırk yaşında iken ölmez. Kırk yaşında ölmüşse, kendisi için takdir edilen ömür o kadardır.
Bu noktada şu soru sorulabilir: Acaba hiçbir hastalığı yokken genç yaşta öldürülen kişi, eğer maktul olmasaydı gene de aynı zamanda mı vefat ederdi? Bunun cevabını bilemeyiz. Çünkü eğer öldürülmeyecekse onun ölüm tarihini, öldürülmesi ihtimaline göre bulamayız. Bir insan öldürülünce, onun ecelinin tamamlandığını zorunlu olarak görürüz. Bir başkası da kaza veya hastalık sonunda ölünce, ömrünün o tarihte tamamlandığını öğrenmiş oluruz. Bunların dışındaki varsayımlar bizi doğru bilgiye götürmez.
Öldürülen kişinin ecel vaktinin gelmiş olması, katil olanı sorumluluktan kurtarmaz. Adam öldürmek büyük günahtır.
Zaten kimse birisini öldürmeye karar verirken, şu adamın ecel vakti gelmiştir bu konuda Allah’a veya Azrail’e yardımcı olayım, diye düşünmez.
118-SADAKANIN ÖMRÜ UZATTIĞINI HABER VEREN
HADİSLER NASIL YORUMLANMALIDIR?
Sadakanın ömrü uzattığını haber veren hadisler iki şekilde yorumlanabilir:
*Allah, ezeli ilmiyle kimin hangi davranışlarda bulunacağını bilir. Buna göre, çokça sadaka verip insanlara maddi açıdan yardımcı olacak kişilerin ömrünü uzun olarak takdir etmesi mümkündür. Değilse bir inan dünyaya gelip sadaka vermeye başladıktan sonra, onun için ezelde belirlediği ömrü yeniden uzatmaya karar vermez.
*Çok sadaka veren insanın ömrü boyunca huzur ve saadet içinde geçecek kısımları, üzüntü ile geçecek kısımlarına göre uzun tutulabilir.
119-RIZIK NEDİR? YENEN HARAMLAR DA RIZIK MIDIR?
Rızık, sözlük anlamı itibarıyla faydalanılan şey demektir. Terim olarak; Allah’ın hayat sahiplerine, yiyip içmek üzere sevk edip kendilerine verdiği her şeydir.
Buna göre bütün canlıların boğazından geçen her şey ister helal isterse haram olsun rızıktır.
Ancak Allah’ın haram şeyleri yiyip içmeye asla rızası yoktur.
Rızık konusunda bir hataya düşmemek için aşağıdaki bilgilere sahip olmak gerekir:
*Rızık ancak Allah’a izafe edilebilir. Çünkü rızık veren Allah’tır.
*Haram rızka yönelenler günah işlemiş olurlar; bunun cezasını çekeceklerdir.
*Haram, onu yiyen için bir rızıktır. Fakat bu durum yenen şeyi haram olmaktan çıkarmadığı gibi, yiyen kişiyi de sorumluluktan kurtarmaz.
*Allah’ın haram rızkın yenmesine asla rızası yoktur. Allah, kulunu takdiri neticesinde haram rızıkla geçinmeye mecbur etmez. Haram rızkı tercih ve kesbeden kulun kendisidir.
*Herkes kendi rızkını yer, kimse kimsenin rızkını yiyemez.
II
İBADET
1-TEMİZLİK KONUSU HAKKINDA KUR’AN’DA NE GİBİ
AYETLER VARDIR?
Temizlik konusuna yer veren ayetlerden bir kısmı meal olarak şöyledir:
“...İbrahim ve İsmail’e: Tavaf edenler, ibadete kapananlar, rüku ve secde edenler için Evim’i temiz tutun diye emretmiştik.” (2.Bakara-125)
“Ey iman edenler! Sarhoş iken namaz kılmaya kalkışmayın, ne dediğinizi bilinceye kadar (bekleyin); ve boy abdestini gerektiren bir durumda (iken de) yıkanıncaya kadar-seyahatte olmanız (ve yıkanma imkanından yoksun bulunmanız) hali dışında- (Namaza kalkışmayın). Ama eğer hasta iseniz veya seyahatteyseniz yahut tabii ihtiyacınızı yeni gidermişseniz veya bir kadın ile beraber olmuşsanız ve hiç su bulamıyorsanız, o zaman temiz toprağı alın, (onunla) yüzünüzü ve ellerinizi, hafifçe ovun. Bilin ki Allah, gerçekten günahları temizleyendir. Çok affedicidir.” (4.Nisa-43)
“Ey iman edenler! Namaz kılmaya kalktığınız zaman yüzlerinizi dirseklerinize kadar ellerinizi, başlarınızı meshedip, topuklara kadar ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüp oldunuz ise, boy abdesti alın. Hasta yahut yolculuk halinde bulunursanız, yahut biriniz tuvaletten gelirse yahut da kadınlara dokunmuşsanız (cinsi birleşme yapmışsanız) ve bu hallerde su bulamamışsanız temiz toprakla teyemmüm edin de yüzünüzü ve (dirseklere kadar) ellerinizi meshedin. Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez; fakat sizi tertemiz kılmak ve size (ihsan ettiği nimetini tamamlamak ister; umulur ki, şükredersiniz.” (5.Maide-6)
“....sizi temizlemek, şeytanın pisliğini (içinize attığı kötü düşünceleri) sizden gidermek, kalplerinizi (birbirine) bağlamak ve ayaklarınızı) pekiştirmek için üzerinize gökten bir su indiriyordu.” (8.Enfal-11)
“Bir zamanlar İbrahim’e Beytullah’ın yerini hazırlamış ve (ona şöyle demiştik): Bana hiçbir şeyi eş tutma; tavaf edenler, ayakta ibadet edenler, rüku ve secdeye varanlar için evimi temiz tut.” (22.Hac-26)
“Rahmetinin önünden rüzgârları müjdeci olarak gönderen O’dur. Evet, böylece gökten tertemiz suyu biz indiriyoruz.” (25.Furkan-48)
“Ona temizlenenlerden başkası el süremez.” (56.Vakıa-72)
“Elbiseni temiz tut.” (74.Müddesi-4)
2-NECASET NEDİR? NELER NECİSTİR?
Maddi pislik ve kirliliğe necaset denir. Necis olan şeyler şöyle sıralanabilir:
*Dini usule uygun olmadan ölen veya öldürülen hayvanların eti
*Kan
*Domuz eti
*Şarap, sarhoş edici içkiler
*İnsan idrarı ve dışkısı
*İnsanın ağız dolu kusmuğu
*Etinin yenmesi haram olan hayvanların eti
3-NECİS OLAN ŞEYLER KAÇA AYRILIR, VE BU DURUM
NAMAZ TEMİZLİĞİ AÇISINDAN HANGİ SONUÇLARI
DOĞURUR?
Necaset ağır ve hafif olmak üzere ikiye ayrılır:
*Ağır (galîz) pislik: Kümes hayvanlarının dışkıları, insan idrarı ve dışkısı. Kan ve ağız dolusu kusmuk.
*Hafif pislik:Sığır, koyun gibi dört ayaklı hayvanların pislikleri. Sakınılması zor olan at, eşek kartal, güvercin gibi hayvanların dışkı ve idrarları.
Namaz temizliği açısından şu durum oraya çıkar: Ağır pislik grubuna giren şeylerden avuç içi kadar veya fazlası elbiseye veya vücuda bulaşmışsa namaza engeldir. Eğer hafif pislik grubuna giren bir şey ise, bir uzvun dörtte birine veya o uzvu örten elbisenin dörtte birine bulaşmışsa namaza manidir.
4-HADES NEDİR? KAÇ ÇEŞİT HADES VARDIR?
Abdest veya gusül gerektiren hallere hades denir. Hades, necaset gibi hakiki bir pislik olmaktan çok hükmî bir kirliliktir. İki türlü hades vardır:
*Büyük hükmî kirlilik: Gusül gerektiren hayız, nifas ve cünüplük gibi durumlar.
*Küçük hükmî kirlilik: Abdest almayı gerektiren ihtiyaç giderme gibi durumlar.
5-NAMAZ ABDESTİ BULUNMAYAN KİŞİ NELER YAPAMAZ?
Namaz abdestine sahip olmayan kişi, şunları yapamaz:
*Namaz kılamaz.
*Kâ’be’yi tavaf edemez.
*Kur’an-ı Kerim’i eline alarak okuyamaz.
*Tilavet secdesi yapamaz.
6-BOY ABDESTİ BULUNMAYAN KİŞİ NELER YAPAMAZ?
Boy abdesti bulunmayan kişinin yapamayacağı iş ve davranışlar şunlardır:
*Boy abdesti bulunmayan kişi, namaz abdesti bulunmayan kişinin yapamadığı işleri yapamaz. Yani namaz kılamaz, Kâ’be’yi tavaf edemez, Kur’an’ı eline alarak okuyamaz, tilavet secdesi yapamaz. Ayrıca;
*Ezbere de olsa Kur’an okuyamaz.
*Camiye giremez.
*Adet ve loğusa hali sona eren kadın ile, gusül abdesti bulunmadığı müddetçe, cinsi münasebette bulunamaz.
7-GUSÜL (BOY ABDESTİ) ALMASI ZORUNLU OLAN KİŞİ, EN
GEÇ NE KADAR SÜRE İÇİNDE ALMALIDIR?
Gusül yapması gereken kişi, üzerinden bir namaz vakti geçmeden boy abdestini almalıdır.
8-ABDESTİN FARZLARI NELERDİR?
Abdestin dört farzı vardır:
*Yüzü yıkamak.
*Dirsekler dahil kolları yıkamak
*Başın en az dörtte birini meshetmek
*Topuklar dahil ayakları yıkamak
Abdest alırken önce elleri, ağzı ve burnu yıkamak, uzuvları peş peşe ve üçer defa yıkamak, kulakları ve boynu meshetmek ve uyulan diğer kurallar sünnettir.
9-GUSLÜN FARZLARI NELERDİR?
Boy abdestinin üç farzı vardır:
*Ağzı yıkamak
*Burnu yıkamak
*Tepeden tırnağa iğne ucu kadar kuru yer kalmamak şartıyla bütün vücudu yıkamak.
Yıkanmaya başlamadan abdest almak, yıkanmaya baştan başlayıp sağ ve sol omuzla devam etmek, banyodan çıkarken ayakları yeniden yıkamak boy abdestinin sünnetlerindendir.
10-ÖZÜRLÜ OLAN MESELA AKINTILI YARASI BULUNAN KİŞİ
NE KADAR ZAMANDA BİR ABDEST ALIR?
Akıntılı yarası bulunan veya dişini çektiren bir kişi her namaz için vakit girdikten sonra abdest alır.
Bir sonraki namaz vakti gelinceye kadar abdestiyle istediği kadar ibadet edip Kur’an okur. Bir sonraki namaz vakti girince, önceki abdesti özründen dolayı bozulmuş sayılacağından yeniden abdest alır. Özür hali sona erinceye kadar böyle devam eder.
11-ABDEST UZUVLARINDAN BİRİ SARGIDA OLAN KİŞİ NE
YAPAR?
Abdest uzuvlarından biri sargıda olan kişi zarurete binaen sargılı yeri yıkamayıp ıslak elini sargısı üzerine sürer. Buna mesh denir. Böylece kendisine tanınan bir kolaylıktan yararlanmış olur. Gusül için de durum aynıdır.
12-MEST NEDİR? NE KADAR SÜRE İLE GİYİLİR?
Mest, deri ve benzeri su geçirmeyen maddelerden yapılan, topuklarla birlikte ayakları örten, kendisiyle yürünebilecek kadar mukavemetli olan ve ayakkabının içine giyilen bir çeşit ayakkabıdır.
Abdest aldıktan sonra ayağına mest giyen kişi eğer yolcu değilse 24 saat, yolcu ise 72 saat boyunca, abdestini her yenilediğinde ayaklarını yıkamayıp mestlerin üzerini ıslak elleriyle mesheder. Anılan mest giyme süresi her sefer için, mesti giydikten sonra mevcut abdestin bozulmasıyla birlikte başlar.
13-AYAĞA MEST GİYMEK BİZE SEVAP KAZANDIRAN BİR
SÜNNET MİDİR?
Ayağa mest giyip, abdest alırken üzerini meshetmek, İslâm dininin bize tanıdığı bir kolaylıktır. Bize kolaylık sağlayan bu tür bir ruhsattan yararlandığımız için fazladan bir sevap kazanamayız.
14-TEYEMMÜM NEDİR? FARZLARI NELERDİR? NASIL
BOZULUR?
Teyemmüm, su bulunmadığı veya su kullanmanın sağlık için zararlı olduğu
durumlarda, hem abdest hem de yerine göre gusül yerine geçmek üzere, toprak
cinsinden bir şeyle temizlenmektir.
Teyemmümün üç farzı vardır:
* Niyet etmek.
*Elleri toprak veya toprak cinsinden bir yere sürerek yüzü meshetmek.
*Elleri toprak veya toprak cinsinden bir yere sürerek kolları meshetmek.
Teyemmüm bir namaz vakti için geçerlidir. Teyemmümü gerektiren şartlar ortadan kalkınca ve su bulununca teyemmüm bozulur. Gusül ve abdesti bozan şeyler doğal olarak teyemmümü de bozar.
15-HAYIZ VE NİFAS DURUMUNDA OLAN KADINLARIN
NAMAZ VE ORUÇ AÇISINDAN SORUMLULUKLARI
NELERDİR?
Hayız durumunda olan, diğer adıyla adet gören ve nifas halinde bulunan yani doğum sonrası yaşanan loğusa sürecine giren kadınlar bu mazeretleri boyunca namaz kılmaz, oruç tutmazlar. Namazları bağışlanmıştır. Oruçlarını ise temizlendikten sonra kaza ederler.
Bakara suresinin 222. ayetinde kadınların ay hallerinin bir rahatsızlık olduğu, anlatılmakta ve kadınlar bu hallerinden temizleninceye kadar onlara yaklaşılmaması gerektiği haber verilmektedir. Bu bilgilerin dışında namaz ve oruçları konusunda bir izah mevcut değildir. Ancak Peygamber Efendimiz hanımlarına, kızlarına ve müslüman kadınlara konu hakkında gerekli açıklayıcı bilgileri vermiştir. Muteber hadis kitaplarında bulunan çok sayıdaki hadise göre, kadınlar bu halleri boyunca namaz kılmaz, oruç tutmazlar. Namazları bağışlanmıştır; oruçlarını ise kaza ederler.
Hz. Muhammed (SAV)in yıllar boyu yaptığı uygulamayı ve sözlü açıklamayı görmezden gelemeyiz.
Konuyu açıklayan çok sayıdaki hadis yanyana getirilince, işaret ettikleri anlam açısından mütevatir derecesine ulaştıkları görülmektedir. Hz. Muhammed (SAV)’in açıklamaları doğrultusunda hareket etmek gerekir.
16-KUR’AN’DA NAMAZ VE NAMAZIN ÖNEMİ NASIL
ANLATILIR?
Kur’an’da namazı ve önemini anlatan bazı ayetler mealen şöyledir:
“...Huzura kavuşunca da namazı dosdoğru kılın; çünkü namaz mü’minler üzerine vakitleri belli bir farzdır.” (4.Nisa-103)
“Namazı tam kılın, zekâtı hakkıyla verin, rükû edenlerle beraber rükû edin.” (2.Bakara-43)
“Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin...” (2.Bakara-45)
“Namazlara ve orta namaza devam edin. Allah’a saygı ve bağlılık içinde namaz kılın.” (2.Bakara-238)
“Eğer (herhangi bir şeyden) korkarsanız (namazlarınızı) yürüyerek yahut binmiş olarak (kılın). Güvene kavuştuğunuz zaman, siz bilmezken Allah’ın size öğrettiği şekilde O’nu anın(namaz kılın).” (2.Bakara-239)
“İman edip iyi işler yapan, namaz kılan ve zekât verenler var ya, onların mükâfatları Rableri katındadır. Onlara korku yoktur, onlar üzüntü de çekmezler.” (2.Bakara-277)
“Sizin dostunuz (veliniz) ancak Allah’tır, Resulüdür, iman edenlerdir; onlar ki Allah’ın emirlerine boyun eğerek namazı kılarlar, zekâtı verirler.” (5.Maide-55)
“Namaza çağırdığınız zaman onu alay ve eğlence konusu yaparlar. Bu davranış, onların düşünemeyen bir toplum olmalarındandır.” (5.Maide-58)
“Şeytan içki ve kumar yoluyla ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık (bunlardan) vazgeçtiniz değil mi?” (5.Maide-91)
“...De ki: Allah’ın hidayeti doğru yolun ta kendisidir. Bize alemlerin Rabbine teslim olmamız emredilmiştir. “Namazı dosdoğru kılın ve Allah’tan korkun” (diye de emredildi ki) O, huzuruna varıp toplanacağınız Allah’tır.”(6.En’am-71,72)
“Deki: Şüphesiz benim namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm hepsi alemlerin Rabbi Allah içindir.” (6.En’am-162)
“Kitab’a sımsıkı sarılıp namazı dosdoğru kılanlar var ya, işte biz böyle iyiliğe çalışanların ecrini zayi etmeyiz.” (7.A’raf-170)
“İman eden kullarıma söyle: Namazlarını dosdoğru kılsınlar,...” (14.İbrahim-31)
“Ey Rabbim! Beni ve soyumdan gelecekleri namazı devamlı kılanlardan eyle; ey Rabbimiz! Duamı kabul et!” (14.İbrahim-40)
“Muhakkak ki ben, yalnızca ben Allah’ım. Benden başka ilah yoktur. Bana kulluk et; beni anmak için namaz kıl.” (20.Ta-Hâ-14)
“Ailene namazı emret; kendin de ona sabırla devam et. Senden rızk istemiyoruz; (aksine) biz seni rızıklandırıyoruz. Güzel sonuç, takva iledir.” (20.Ta-Hâ-132)
“Onlar ki namazlarında huşu içindedirler.” (23.Mü’minûn-2)
“Ve onlar ki, namazlarına devam ederler.” (23.Mü’minûn-9)
“Yazıklar olsun o namaz kılana ki, onlar namazlarını ciddiye almazlar.” (107.Mâûn-4,5)
“(Resulüm!) Sana vahiy edilen Kitabı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki, namaz, hayasızlıktan ve kötülükten alı koyar. Allah’ı anmak elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir.” (29.Ankebut-45)
17-FARZ NAMAZLAR HANGİLERİDİR? KAÇAR REKATTIR?
Üç çeşit farz namaz vardır:
*Beş vakit namaz: sabah namazı iki rekat, öğle namazı dört rekat, ikindi namazı dört rekat,akşam namazı üç rekat, yatsı namazı dört rekattır. Her gün toplam on yedi rekat farz namaz vardır.
*Cuma namazı: Farzı iki rekattır. Farzdan önce hutbenin okunması da şarttır.
*Cenaze namazı: Ölen kişilere mahsus bir dua namazıdır. Rüku’ ve secdesi yoktur. Dört tekbirle kılınır. Farz-ı Kifayedir. Yani bazı Müslümanların kılmasıyla sorumluluğu öteki Müslümanların üzerinden kalkar.
18-VACİP NAMAZLAR HANGİLERİDİR?
*Her gün yatsı namazından sonra kılınan üç rekatlık vitir namazı
vaciptir. (Hanefi mezhebi dışındaki mezhepler statü olarak vacibi kabul etmedikleri için vitir namazını müekked sünnet olarak kabul ederler.)
*Meydana gelecek bir işe veya olaya bağlı olarak adanan namazların adanan rekat sayısında kılınmaları vaciptir.
19-NAFİLE NAMAZLAR HANGİLERİDİR?
Nafile Namazları Üç Grupta İncelemek Mümkündür.
A-Bir Vakte Bağlı Olan Müekked Sünnetler: Sabah namazının iki rekatlık sünneti, öğle namazının ilk dört rekatlık ve son iki rekatlık sünneti, akşam namazının iki rekatlık sünneti ve yatsı namazının son iki rekatlık sünneti böyledir. Günde toplam on iki rekat olan bu sünnetleri önemli bir mazeret olmadıkça terk etmemek yerinde olur. Ramazan ayında kılınan teravih namazları da müekked sünnettir.
B-Bir Vakte Bağlı Olan Gayr-ı Müekked Sünnetler:İkindi namazının dört rekatlık sünneti ile, yatsı namazının dört rekatlık sünneti böyledir. Bunları en azından bazen kılmak gerekir.
C-Bir Vakte Bağlı Olmayan Nafile Namazlar: Çeşitli vesilelerle Allah’a yakınlaşmak için kılınan ve adına genel olarak regaip denen nafile namazlardır.
Nafile namazları şöyle sıralayabiliriz:
*Kişinin kendi isteğiyle herhangi bir zamanda Allah için kıldığı namaz.
*Teheccüd Namazı:Gece kılınan namaz. İki, dört, sekiz rekat olarak kılınabilir.
*Kuşluk vakti kılınan namaz: iki, dört, sekiz veya on iki rekat olarak kılınabilir.
*Yağmur duasından önce kılınan namaz: İki rekattır.
*İstihare namazı:Yapacağı bir işten önce Allah’tan kalbine hayırlı olanı koyması için veya bu konuda rüyasına doğru olanın gelmesi için kılınan namaz:İki rekattır.
*Husûf namazı:Ay tutulduğunda tek başına kılınan namaz: İki rekattır.
*Küsûf namazı:Güneş tutulduğunda kılınan namaz: Sünnettir. Cemaatle kılınması daha uygundur. En az iki rekattır.
*Tahiyyet’ü-l mescid namazı:Camiye girince kılınır. İki rekattır.
*Evvabin namazı:Akşam namazından sonra kılınır, altı rekattır.
*Tesbih namazı:Özel bir şekilde kılınır. Dört rekattır. Ömürde en az bir kere kılmak yerinde olur.
*Yolculuğa çıkışta kılınan namaz:İki rekattır.
*İhrama girerken kılınan namaz: İki rekattır.
*Abdest ve gusülden sonra kılınan namaz: İki rekattır.
*Bir ihtiyacını Allah’a arz etmek için kılınan namaz: Dört veya on iki rekat olarak kılınır.
*Tövbe namazı:İki rekat veya daha fazla kılınır.
*Mübarek gecelerde kılınan namaz:Kandil gecelerine ait özel bir namaz olmamakla birlikte, bir vesile sayılarak istendiği kadar nafile namaz kılınabilir.
20-HANGİ VAKİTLERDE NAMAZ KILMAK MEKRUHTUR?
Aşağıdaki üç vakitte namaz kılmak mekruhtur, bu vakitlerde hiçbir namaz kılınmaz:
*Güneş doğarken
*Güneş tam tepedeyken
*Güneş batarken
21-HANGİ VAKİTLERDE NAFİLE NAMAZ KILINMAZ?
Nafile namaz kılınması doğru olmayan vakitler şunlardır:
*Şafak söktükten sonra sabah namazının sünneti hariç nafile namaz kılınmaz.
*Sabah namazının farzını kıldıktan sonra güneş doğuncaya kadar.
*İkindi namazını kıldıktan sonra güneş batıncaya kadar.
*Akşam namazının farzından önce.
*Bayram namazından önce.
*Bayram namazı kılındıktan sonra camiden çıkmadan.
*Farz namazın vakti daraldığında.
*Sabah namazı hariç farza durulmak üzere kamet getirilirken.
*Cuma günü hatip minbere çıktıktan sonra.
22-NAMAZIN FARZLARI NELERDİR?
Namazın on iki farzı vardır. Bunlardan altısı namaza hazırlık, altısı da bizzat namazın kendisidir:
*Necasetten taharet:Bedenin, elbiselerin ve namaz kılınan yerin görünen pisliklerden temizlenmesi
*Hadesten taharet:Bedenin hükmî kirlerden temizlenmesi, yani gusül ve abdest almış olmak
*Setr-i avret:Erkeklerde diz kapaklarıyla göbek arasının, kadınlarda ise el, yüz ve ayak hariç her tarafın kapalı olması
*İstikbal-i kıble:Kâbe’ye yönelmek
*Vakit:Beş vakit ve cuma namazları için vaktin girmiş olması
*Niyet:Kılınacak namaza niyet etmek
*İftitah tekbiri: “Allahuekber” diyerek namaza başlamak.
*Kıyam: Namazda ayakta durmak.
*Kıraat: Namazda Kur’an’dan bir bölüm okumak.
*Rüku: Eller dizlere varacak şekilde yere eğilmek.
*Secde: Yüz, eller, dizler ve ayak parmakları üzerine yere kapanmak.
*Ka’de-i Ahire: Namazda selam vermeden önce Ettehiyatü duasını okuyacak süre kadar oturmak. ( İki artı iki şeklinde kılınan ikindi ve yatsı namazları ve dörder rekat kılındıklarında bunlar gibi kılınan teravih ve diğer nafile namazlarının ikinci rekatlarında oturmak da son oturuş gibi zorunludur. Çünkü bunlar aslında ayrı ayrı ikişer rekat oldukları halde birleştirilerek kılınmaktadır.)
23-KAMET VE NİYET HARİÇ HANGİ NAMAZLAR BİRBİRİ GİBİ
KILINIR?
Kamet ve niyet hariç, aşağıda gruplar halinde gösterilen namazların, kılınış itibariyle kendi aralarında hiçbir fark yoktur.
*Bütün iki rekatlı namazlar birbiri gibi kılınır.(Bayram namazları hariç.)
*Öğlen, ikindi ve yatsı namazlarının farzları ile cuma namazından sonra kılınan zühr-ü ahir birbirleri gibi kılınır.
*İkindi ve yatsı namazının dörder rekatlık namazları birbirleri gibi kılınır. Ayrıca dörder rekat kılınması halinde teravih namazı ile nafile namazlar da böyle kılınır.
*Öğlen namazının dört rekatlık sünneti ile cuma namazının dörder rekatlık ilk ve son sünnetleri birbiri gibi kılınır.
*Ramazan bayramı ile Kurban bayramının ikişer rekatlık namazları arasında da kılınış itibarıyla bir fark yoktur. (Bu namazların öteki iki rekatlık namazlardan farkı ise birinci rekatta sübhanekeden sonra, ikinci rekatta ek sureden sonra üçer fazla tekbir getirilmesidir.)
24-BAĞIMSIZ DÖRT REKAT SÜNNET NAMAZI OLAN ÖĞLEN
NAMAZININ SÜNNETİ İLE, İKİ ARTI İKİ ŞEKLİNDE
BİRLEŞTİRİLMİŞ DÖRT REKATLIK İKİNDİ NAMAZININ
SÜNNETİ ARASINDA KILINIŞ İTİBARİYLE HANGİ
FARKLAR VARDIR?
*Öğle namazının sünnetinin ilk oturuşunda sadece tahiyyat duası okunur. İkindi namazının sünnetinin ilk oturuşunda ise, tahiyyat duasından sonra sall-i barik duaları da okunur.
*Öğle namazının sünnetinin üçüncü rekatına fatihadan önce besmele çekilerek başlanır. İkindi namazının sünnetinin üçüncü rekatına ise, yeni bir namaza başlanıyormuş gibi sübhaneke okunarak ve daha sonra fatihadan önce eûzu-besmele çekilerek başlanır.
25-PEYGAMBER EFENDİMİZ İKİNDİ NAMAZI İLE YATSI
NAMAZININ DÖRDER REKATLIK SÜNNETLERİNİ BAZEN
KILIP BAZEN TERK ETTİĞİNE GÖRE, BİZİM DE BAZEN
KILIP BAZEN TERKETMEMİZ SÜNNET MİDİR?
Hz. Muhammed (AS) ın sevap kazanmak maksadıyla farz ve vacip dışında yaptığı ibadetleri yapmak sünnettir. Bir başka deyişle sünnet, yaptığımızda bize sevap kazandıran bir iş veya davranıştır. İkindi ile yatsının dörder rekatlık gayr-ı müekked sünnetlerini kılmak bize sevap kazandırır. Ama hiç kimse bir namazı kılmadığı için sevap kazanacağını düşünemez. O halde bu namazları terk etmek de sünnettir, diyemeyiz; sadece kılmak veya bazen kılmak sünnettir, deriz.
26-NAMAZDA ZAMM-I SÛRE OKUMA KONUSUNDA HANGİ
KURALLARA UYMAK GEREKİR?
Özellikle farz namazlarda ek sûre,meşhur adıyla zamm-ı sûre okuma konusunda aşağıdaki kurallara uymamak mekruhtur.
*İkinci rekatta okunan, birinci rekatta okunandan daha uzun olmamalıdır.
*ikinci rekatta okunan kısım, Kur’an-ı Kerim’de, birinci rekatta okunan bölümden sonra gelmiş olmalıdır.
*Birinci rekatta okunan ek sûreden sonra, ikinci rekatta okunacak ek sûre seçilirken hemen ardındaki sûre değil de sonraki bölümlerden birisi tercih edilecekse okunanın en az iki misli sonrasından veya daha ileriden okunmalıdır. (Mesela birinci rekatta fil sûresi okunmuşsa, ikinci rekatta kureyş sûresi okunmadığı taktirde maun sûresi de okunmayıp, kevser sûresinden itibaren bir sûre okunmalıdır.)
*Üst üste iki rekatta aynı sûre okunmamalıdır.
27-KUTUPLARDA BEŞ VAKİT NAMAZ İÇİN BELİRLENEN
VAKİTLER 24 SAAT İÇİNDE GERÇEKLEŞMEDİĞİNE GÖRE
NE YAPMAK GEREKİR?
Kutuplarda, 24 saat içinde beş vakit namaza ait vakitlerin gerçekleştiği en yakın bölgenin zaman çizelgesine göre hareket edilir.
28-CUMA NAMAZI KAÇ REKATTIR?
Cuma namazı sünnetleriyle birlikte on rekattır. Dört rekat ilk sünnet, iki rekat farz, dört rekat son sünnettir. (Cuma namazının dörder rekatlık bu sünnetleri, öğle namazının dört rekatlık sünnetleri gibi kılınır.)
On rekatlık cuma namazı tamamlandıktan sonra altı rekat daha namaz kılınmaktadır. Bunun dört rekatı Zühr-i ahir, iki rekatı vakit namazının son sünnetidir. Zühr-i ahir; son öğle namazı demektir. Peygamber efendimizin zamanında böyle bir uygulama olmamıştır. Ancak cuma namazları her şehirde tek camide kılınmıştır. Daha sonraları müçtehitler cuma namazının her şehirde tek camide kılınması gerektiği şeklinde içtihadda bulunmuşlardır. Şehirler çok büyüyünce, bu içtihadın uygulanması mümkün olmamıştır. Bu sebeple ayrı ayrı camilerde kılınan cuma namazının kabul olmaması tehlikesine karşılık, zühr-i ahir namazı ihdas edilmiştir.
Tedbir olarak fazladan kılınan bir namazdan kimsenin bir zararı olmaz. Ancak şehirlerin bu kadar büyüdüğü günümüzde ayrı camilerde kılıyoruz diye cuma namazlarının kabul olmayabileceğini düşünmek aşırıya kaçan bir ihtiyat olarak görülebilir. Elbette ki aşırı da olsa bu ihtiyattan dolayı bizi günaha sokan bir sorumluluk meydana gelmez.
29-CUMA NAMAZI KUR’AN’DA NASIL ANLATILMIŞTIR?
Cuma sûresinde geçen şu iki ayetten cuma namazının farz olduğunu ve o saatte alışveriş yapmanın yasaklandığını anlıyoruz:
“Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağırıldığı (ezan okunduğu) zaman , hemen Allah’ı anmaya koşun ve alış verişi bırakın. Eğer bilmiş olsanız, elbette bu, sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılınca artık yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan isteyin. Allah’ı çok zikredin; umulur ki kurtuluşa erersiniz.” (63.Cuma-9,10)
30-CUMA GÜNÜNÜN TATİL OLMASI GEREKİR Mİ?
İslamiyet’e göre cuma gününün tatil edilmesi konusunda bir mecburiyet yoktur. Ancak erkekler için ve cuma saatiyle sınırlı olmak üzere alış veriş yapma yasaklanmıştır. Cuma saatinde, dünya işlerinin bırakılması ve cuma namazına koşulması emredilmiştir.
31-KADINLARIN KILAMAYACAĞI BİR NAMAZ VAR MIDIR?
Kadınların kılamayacağı hiçbir namaz yoktur. Ancak kılabilecekleri halde kılmakla yükümlü olmadıkları namazlar vardır. Cuma ve bayram namazları böyledir. Kıldıkları zaman sevabına nail olurlar.
32-KADINLARLA ERKEKLER AYNI SAFTA NAMAZ
KILABİLİRLER Mİ?
Kadınlarla erkekler vakit, cuma , teravih ve bayram namazlarını aynı safta kılamazlar. Kıldıkları takdirde namazları bozulmuş sayılır.
Rüku ve secdesi bulunmayan cenaze namazında kadınlarla erkekler aynı safta bulunurlarsa namaz bozulmaz; fakat bu şekilde kılmakta kerahet vardır.
Doğru olan, kadınların arka saflarda bulunmalarıdır. Ölen bir kişi için dua namazı kılmak isteyen bayanlar arka saflarda duracaklar diye alınganlık göstermezler. Bu gibi şeyleri bir sorun olarak görmek veya öyle takdim etmek doğru değildir.
Önemli olan ebedi dünyaya göç etmiş olan mü’min kardeşlerimize karşı son görevlerimizi yerine getirmenin gayreti içinde olmaktır. Böyle bir gayretten saf tutma tartışması çıkmaz.
33-HERKESİN ANA DİLİYLE İBADET ETMESİ MÜMKÜN MÜ?
İbadet deyince aklımıza ilk gelen şeyler namaz, oruç, hac ve zekattır. Zekat, zengin Müslümanların mallarının belli bir miktarını seneden seneye, başta fakirler olmak üzere belli yerlere vermeleridir. Hac, zengin olan ve diğer şartları taşıyan Müslümanların belli günlerde Arafat’ta vakfe yapmaları ve Ka’be’yi tavaf etmeleridir. Oruç ise mükellef ve sağlıklı insanların Ramazan ayında her gün imsak vaktinden iftar saatine kadar Allah rızası için yemelerini içmelerini ve bir takım zevklerini terk etmeleridir. Bunlardan hiçbiri herhangi bir lisan ile ilgili davranışlar değildir. Geriye namaz kalıyor. Namazın bilindiği gibi on iki şartı vardır. Bunlardan altısı namaza hazırlıktır. Görünen pisliklerden temizlenmek (necasetten taharet), görünmeyen pisliklerden arınmak (hadesten taharet), örtünmek (setr-i avret), kıbleye yönelmek (istikbal-i kıble) ve kılınacak namazın vaktini beklemek için herhangi bir söze ihtiyacımız yoktur. Namazın dışındaki altıncı şart olan niyeti ise zaten herkes ana diliyle yapar. Namazın içindeki şartlardan olan kıyam(ayakta durmak), rüku(rükua varmak), sücut(iki kere secdeye gitmek) ve ka’de-i ahire(son oturuş) için de bir lisana başvurmak farz derecesinde zaruri değildir. Geriye sadece iftitah tekbiri ve kıraat(Kur’an’dan biraz okuma) şartları kalıyor.
İftitah tekbiri, “Allah-u Ekber” demekten ibaret olduğu ve öğrenilmesinde herhangi bir zorluk olmadığı için tartışma konusu olması mümkün görülmemektedir. Kala kala Kur’an’dan bir miktar okumayı ifade eden “kıraat” şartı kalıyor. Yedi kısa ayetten ibaret olan Fatiha suresini öğrenmek için “Arapça bilmek gerekir” denemez. Bir ibareyi aslından öğrenmek elbette en güzel yoldur. Ancak birkaç satırı, doğru okumayı bilen birinin tekrar etmesi ve ettirmesiyle de öğrenmek mümkündür. Hemen herkes kabul eder ki; Fatiha sûresinin aslını ezberlemek, anlamını ezberlemekten daha zor değildir.
Toplumda küçük bir araştırma yapıldığı zaman Kur’an’dan birkaç ayetin aslını ezberleyemediği için namaz kılmayan bulunmadığı hemen anlaşılacaktır. Dolayısıyla ana dille namaz kılma isteği, Kur’an’ın aslından birkaç ayet ezberleyememe gibi bir zorluktan kaynaklanıyor olamaz.
Konu dua ile de irtibatlandırılarak, herkesin anladığı bir şekilde Allah’a yalvarıp yakarması gereği hiç ileri sürülmemelidir. Çünkü bu konuda
tartışmaya değer bir kural veya istek yoktur. Herkes en iyi konuştuğu dilde duasını yapar;bunun tersini iddia eden zaten yok.
O halde tekrar başa dönecek olursak geriye sadece “kıraat” şartı kalıyor.
Ebu Hanife’ye istinad ettirilen, isteyenlerin kendi dilleriyle Kur’an’ın tercümesini okuyarak kıraat şartını yerine getirmiş olacağı fetvası, tartışmalıdır. Birçok hanefi müçtehidi, Ebu Hanife’nin bu görüşünden vazgeçtiği kanaatindedir. Kaldı ki eğer bir konuda İmam-ı Muhammed ile Ebu Yusuf, İmam-ı Azam’ın fetvasını kabul etmeyip aksi bir fetvada birleşmişlerse onların görüşlerinin kabul edildiği, fıkıh usulü bilgisine vakıf olanların hemen kabul edecekleri bir husustur. İmam-ı Azam’ın savunmaya devam edip etmediği belli olmayan, bir bakıma subutu zanni bir fetvayı öne çıkarıp öteki bütün müctehidlerin görüşünü görmezden gelmek, elbette insanı yanıltır. Böylesine önemli bir konuda en güvenli yol, varlığı şüphe götürmeyen çoğunluğun görüşüne tabi olmaktır.
Hanefi mezhebine mensup bazı müçtehidlerin bu konuda tanıdıkları tek ruhsat şudur: Yeni müslüman olan biri, Kur’an’dan namazda okuyacak kadar bir bölüm öğreninceye kadar, tercümesini okuyabilir. Bu ruhsatın birkaç günle sınırlı olduğu hemen anlaşılmaktadır.
“Namazda herkes Kur’an’ın ana diline yapılmış çevirisini okursa, ne dediğini bilmiş olur;bu açıdan daha iyi olmaz mı?” gibi sorularla da karşılaşabiliriz. Namaz bir şey öğrenmenin yeri değildir. Namaz kılan huşu içinde Allah’a yönelir, ona iltica eder. Okunan Kur’an’ın anlamını bilmek namaz açısından zaruri değildir. Ama elbette namazda okuduğumuz ayetlerin anlamını, namaz dışında öğrenmiş olmak ve namaz kılarken okuduğumuz metinlerin anlamını bilmek güzeldir. Esasen Kur’an’ın anlamını öğrenme ihtiyacı, namazda okuduğumuz kısımlarla sınırlı değildir. Kur’an’ın anlamını bir bütün olarak tedkik edip öğrenmek zaten vazgeçilmez bir görevdir. Bu da ancak namaz dışında yapılabilir.
Kur’an vahiy eseri olan bir kitaptır. Zuhruf Sûresinde şöyle buyuruluyor: “Apaçık kitaba andolsun ki, akledesiniz diye Kur’an’ı Arapça okunan bir kitap kılmışızdır.”(Zuhruf-2-3). Ayrıca Fussilet Sûresinin üçüncü ayetinde ve Zümer Sûresinin yirmi sekizinci ayetinde de Kur’an’ın Arapça bir kitap olduğu zikredilmektedir. Bu bilgileri vermekten maksat şudur: Kur’an, lafzı itibarıyla da vahiy eseridir. Başka bir dile yapılan çevirisine; “Bu Kur’an’dır” denemez. Ancak; “Kur’an mealidir, Kur’an tercümesidir.” denebilir. Kur’an; kelimeleriyle kelimelerinin dizilişiyle ve anlamıyla birlikle Kur’an’dır.
Yukarıdaki mantık kutsal olmayan metinler için bile geçerlidir. Bir şairin şiirini düşünelim. Bu şiir, başka bir dile çevrilmiş olsun. Söz konusu şiire, yazara ait orijinal şiir muamelesi yapılabilir mi? Elbette yapılamaz. Sadece aslı hakkında bilgi sahibi olmamız için çevirisini okur, belli bir malumata sahip oluruz. Tercüme edilen şiirde ne aslının kelime dizilişi, ne kafiye yapısı ne de aliterasyon sanatı kalır.
Bilinmesi gereken bir husus da şudur:Kur’an, lafzı itibarıyla olduğu gibi kıraatı itibarıyla da vahiy eseridir. Kur’an’ı doğru okuyan, peygamber efendimiz tarafından öğretildiği gibi okumuş olur. Hz. Muhammed (SAV) de, Cebrail (AS)’ın kendisine öğrettiği gibi kıraat etmiştir.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Herkesin ana diliyle ibadet etme talebi, bir ihtiyaçtan doğmuş değildir. İslam dini evrenseldir. Namaz kılanlar, Kur’an’ın aslını kıraat ederler. Sadece yeni müslüman olmuş ve hemen namaza başlamak isteyen kişiler, zayıf bir ruhsata dayanarak ve birkaç günle sınırlı olmak üzere, ilgili ayetlerin tercümeleriyle namaz kılabilirler. Bunun ötesinde bir yol aramak, İslam’a uygun düşmez. Cemaate namaz kıldıran imamların, Kur’an tercümelerini kıraat etmeye kalkışmaları ise, İslam’ın evrenselliğiyle bağdaşacak bir durum değildir.
34-NAMAZ VAKİTLERİ BİRLEŞTİRİLEREK KILINABİLİR Mİ?
Hac görevi için Arafat’ta bulunanlar öğle ile ikindiyi cem ederek yani birleştirerek öğle namazının vaktinde kılarlar. Müzdelifede ise akşam ile yatsıyı birleştirerek yatsı namazının vaktinde kılarlar. Bu konuda mezhepler arasında fikir birliği vardır.
Sabah namazının diğer namazlarla birleştirilemeyeceği konusunda da görüş birliği mevcuttur.
Hanefi mezhebi, Arafat ve Müzdelife dışında, namazların birleştirilmesini doğru bulmaz.
Hanefiler dışındaki çoğunluk, yolculukta namazları birleştirmeye izin vermişlerdir.
Yağmur, dolu, kar gibi mazeretleri ise, malikiler ve hanbeliler yalnız akşam ile yatsının birleştirilmesi için, şafiiler ise ek olarak öğle ile ikindinin de birleştirilmesi için sebep olarak kabul etmişlerdir.
Caferiler ise hiçbir mazeret yokken bile iki vakit namazın birleştirilebileceğini savunmuşlardır.
Bir mezhebe mensup olan kişi, o mezhebin ruhsatlarından yani kolaylıklarından yararlandığı gibi azimetlerine yani zorluklarına da katlanır. Ayrıca her insanın ruhsattan yararlanmayı tercih etmek yerine, azimeti tercih etmesi de dini açıdan büyük bir erdem sayılır. Ancak hanefi mezhebine de mensup olsa; sözgelimi yolculuk esnasında namazını kazaya bırakmaktansa birleştirerek kılması daha faydalıdır. Fakat bu, isteğe bağlı olarak değil, son çare olarak tercih edilmelidir.
(Yolculuk, hiçbir şekilde namazı kazaya bırakma sebebi olarak görülmediği halde, hanefi müçtehitleri dışındaki bilginlerce cem için yeterli sebep olarak kabul edilmiştir.)
35-KUR’AN’DA BEŞ VAKİT NAMAZ VAR MIDIR?
Kur’an-ı Kerim bir ilmihal kitabı değildir. Yapacağımız bir ibadetin şeklini ve zamanını bütün teferruatlarıyla anlatmaz.
Üstümüze farz olan namazların sabah, öğlen, ikindi, akşam ve yatsı olmak üzere günde beş vakit olduğu Hz. Muhammed (SAV) tarafından kılınış zamanlarıyla birlikte bildirilmiştir. Bu konular sünnet ve icma ile sabittir.
Namaz Kur’an’da en çok üzerinde durulan konulardan biridir. Hz. Peygamber tarafından ise dinin direği olduğu belirtilmiştir.
Cenab-ı Hak Kur’an’da; “...çünkü namaz mü’minler üzerine vakitleri belli bir farzdır.” (4.Nisa-103) buyuruyor. Bu ayetten her namazın vaktinin belli olduğunu net olarak anlıyoruz. Hz. Peygamber bu vakitleri ümmetine bildirmiş ve onun hayatında. yıllar boyu süren uygulama ile, şüpheye yer bırakmayacak şekilde öğrenilmiştir.
Namaz vakitleri toplu halde Kur’an’da şöyle bildiriliyor: “Gündüzün iki ucunda, gecenin de ilk saatlerinde namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri (günahları) giderir. Bu, öğüt almak isteyenlere bir hatırlatmadır.” (11.Hûd-114)
Müfessirlere göre gündüzün iki tarafındaki namazlardan maksat sabah, öğle ve ikindidir. Gecenin ilk saatlerinde kılınacak olanlar ise akşam ile yatsıdır. Bu açıklamaya göre beş vakit namaz bu ayette topluca bildirilmektedir.
Kur’an’da geçen; “Namazlara ve orta namaza devam edin.” (2.Bakara-238) emriyle de ikindi namazı kastedilmiştir.
Müfessirlere göre aşağıdaki ayet ile de beş vakit namaz ifade edilmektedir:
“Gündüzün dönüp gecenin karanlığı bastırıncaya kadar (belli vakitlerde) namaz kıl; bir de sabah namazını. Çünkü sabah namazı şahitlidir.” (17.İsra-78)
Güneşin dönmesinden yani zeval vaktinden sonra öğle ve ikindi namazları vardır. Güneş battıktan sonra da akşam ve yatsı namazları gelir. Sabah namazı ise ayette isim verilerek zikredilmiştir.
Aşağıdaki ayette de namazın vakitlerine işaret edilmiştir:
“(Resulüm!)Sen, onların söylediklerine sabret. Güneşin doğmasından önce de batmasından önce de Rabbini övgü ile tesbih et; gecenin bir kısım saatleri ile gündüzün etrafında (iki ucunda)da tesbih et ki, sen, Allah’tan hoşnut olasın, (Allah da senden!).” (20.Ta-Ha-130)
Bazı müfessirler, namaz en önemli zikir olduğundan , bu ayette geçen “tesbih et” emrinden namazı anlamak gerektiğini söylemişlerdir. Gene bunlara göre ayette sabah akşam ve yatsı namazlarına işaret vardır.
Günde beş vakit namazın farz oluşu kitap, sünnet ve icma ile sabittir. Hz. Peygamber, yıllar süren uygulamalarıyla beş vakit namazı kılınış zamanlarıyla birlikte ashabına öğretmiştir.
36-BEŞ VAKİT NAMAZ KAZAYA BIRAKILABİLİR Mİ?
Beş vakit namazın kılınmayıp kazaya kalmasının üç tane geçerli sebebi vardır:
*İstemeden uykuda kalıp vakti geçirmek
*Unutarak vakti geçirmek
*bayılma sonunda vakti geçirmek
Dikkat edildiğinde anlaşılacağı gibi yukarıdaki üç sebepte de namazı isteyerek kazaya bırakmak söz konusu değildir; bu şartlarda olan insanın namazı zaten zorunlu olarak kazaya kalır. Bu şekilde eda edilemeyen namazlar ilk fırsatta kaza edilir.
Bazıları ihmal ederek belki de yıllarca, vakit namazlarını kılmamaktadırlar. Bazıları da bu kadar çok olmasa da, işlerini veya yorgunluklarını bahane ederek namazlarını kazaya bıraktıklarını söylerler. Bu tip sebeplerle, namazı kazaya bırakmaya cevaz veren bir nas veya içtihad yoktur. Ancak gene de bu şekilde kılınmamış namazları, Allah’tan bağışlanma dileyerek, kaza etmek gerekir. Uzun süre namaz kılmayanlar, her namazdan sonra bir vakit kaza ederek, kabul edilmesi ümidiyle , borçlarını ödemeye çalışmalıdırlar. Her namaz vakti kaza edilişte, kılınmamış son veya ilk vakte niyet edilmesi uygun olur.
37-HZ. PEYGAMBER TERAVİH NAMAZI KILMIŞ MIDIR?
TERAVİH NAMAZI KAÇ REKATTIR? TERAVİH KILMAK
DİNİ HÜKÜM OLARAK NEDİR?
Hz. Muhammed (SAV) teravih namazını kılmış ve sekiz rekat olarak ashabına da birkaç kere kıldırmıştır. Daha sonra farz kılınmasından çekinerek cemaate kıldırmaktan vazgeçmiştir.
Münferit olarak kılınmaya devam edilen teravih namazı Hz. Ömer devrinde cemaatle kılınmaya başlanmıştır. İlk günlerde vitir namazı hariç sekiz rekat olarak vitir namazıyla birlikte on bir rekat olarak kıldırılmıştır. Daha sonraları okunan ek sûrelerin çok uzatılmamasına dikkat edilerek vitir namazı hariç yirmi rekat olarak kıldırılmaya devam edilmiştir. Aynı uygulama sahabenin çoğunun yaşadığı Hz. Osman ve Hz. Ali devrinde de itirazsız sürüp yerleşmiştir. Teravih namazı müekked bir sünnettir. Ancak Hz. Peygamberin teravih namazını sekiz rekat olarak kıldığı ve kıldırdığı şeklindeki rivayetlerin daha çok olduğunu göz önünde bulunduran bazı fakihler, ilk sekiz rekatını müekked, son on iki rekatını gayr-ı müekked sünnet olarak kabul etmişlerdir.
Teravih namazının cemaatle kılınması daha güzel olmakla beraber, yalnız başına kılınması da mümkündür. Kendisini yorgun hisseden bir insanın teravih namazını tamamen terk etmektense sekiz rekat olarak kılması elbette çok daha iyidir.
Cemaatle kılınan teravih namazlarının, çok hızlı kıldırılması, zamandan kazanılacak diye, meharic-i hurufa dikkat edilmeyerek Kur’an kıraatına gerekli ihtimamın gösterilmemesi doğru değildir. Hele hele teravih namazının erken bitirilmesini, camiler arasında bir yarış havasına sokmak, ibadetin huşu içinde olması vasfıyla bağdaşmaz. Belli sayıda rekatı kılmak gibi, Allah’ın huzurunda ibadetle geçirilen zaman da önemlidir.
Teravih, oruca değil, Ramazan ayına ait bir sünnettir.
38-YOLCU OLAN KİMSE NAMAZINI NASIL KILAR?
Yolcu olan kimse dört rekatlık farz namazlarını ikişer rekat olarak kılar. Ancak bunun bir mecburiyet olup olmadığı konusunda mezhepler ihtilafa düşmüşlerdir. Dört fıkıh mezhebinin bu konudaki görüşleri şöyledir:
*Hanefilere göre, yolculuk boyunca dört rekat olan farz namazlarını kısa tutarak ikişer rekat kılmak, bir izin olmayıp mecburiyettir.
*Malikilere göre yolculukta namazı kısaltmak müekked sünnettir.
*Şafii ve hanbelilere göre ise dört rekatlı farz namazları iki rekata indirmek bir ruhsattır. İsteyen bu izinden yararlanır, dileyen ise farzlarını tam kılar.
Yolculukta namazı kısa tutmanın bir mecburiyet olup olmadığı konusundaki tartışmaları öğrendikten sonra şu kuralları da bilmek gerekir:
*Yolculukta, beş vakit namazın sünnetini kılmak isteyen, tam kılar.
*Yolcu, yolcu olmayan bir kişiye uyarsa farzını tam kılarak imamla birlikte selam verir.
*Yolcu, imam olursa iki rekatın sonunda selam verir; cemaatin içinde yolcu olmayanlar namazlarını dört rekata tamamlarlar.
*Yolculukta kazaya kalan namazlar, daha sonra gene kısaltılarak kaza edilir.
*Günümüzde yolculuğun kolaylaşmış olması, namazı kısaltmaya engel değildir.
39-CEMAATLE NAMAZ KILMANIN DİNİ HÜKMÜ NEDİR?
Erkeklerin cemaate giderek beş vakit namaza katılmaları hususunda mezheplerin görüşleri şöyledir:
*Hanbelilere göre farz-ı ayındır.
*Şafilere göre farz-ı kifayedir.
*Hanefilere ve Malikilere göre müekked sünnettir.
Hz. Peygamber, cemaatle kılınan namazın faziletinin tek başına kılınandan yirmi beş veya yirmi yedi kat fazla olduğunu bildirmiştir.
40-CAMİ HÜVİYETİ TAŞIMAYAN YERLERDE DE CEMAATLE
NAMAZ KILINIR MI?
Cami hüviyeti taşımayan yerlerde de cemaatle namaz kılınır. Evde, iş yerinde, tarlada iki kişi bir araya gelince, biri imam olup cemaatle namaz kılabilirler. Cuma ve bayram namazları ise ancak cami cemaatiyle birlikte kılınabilir.
41-FAZİLET AÇISINDAN CAMİ DIŞINDA KILINAN NAMAZLAR
CAMİDE KILINANLAR GİBİ MİDİR?
Asıl olan camide cemaatle namaz kılmaktır. Cemaatle namaz kılmaktan asıl murat budur. Cami dışında, hatta asıl cemaat dağıldıktan sonra camide cemaatle kılınan namazlar, fazilet açısından, vaktinde cami cemaatiyle birlikte kılınan namazların faziletine kavuşamazlar. Hatta bilerek bunu alışkanlık haline getirmek ve giderek ezandan sonra camide bir araya gelip toplu namazı eda eden cemaati terk etmek doğru bile değildir.
Bu konuda yaygınlaşmakta olan bir hata da şudur: Bazı mütedeyyin insanlar, hizmet etmek ve nefislerini olgunlaştırmak için bir araya geldikleri vakıf ve benzeri yerlerde, vakit namazlarını da cemaatle kılmaktadırlar. İlk bakışta çok normal gibi görünen bu davranış, zamanla söz konusu insanları camiden ve cami cemaatinden koparmaktadır. En sonunda cuma ve bayram namazı hariç, camiye ayak basmayacak duruma gelmektedirler. Bu durum, iki açıdan tasvip edilmesi mümkün olmayan bir oluşuma sebebiyet vermektedir. Birincisi; anılan insanlar cami cemaatinden kopmakta ve İslam dininin hedeflediği asıl birlik ve beraberlikten uzaklaşmaktadır. İkincisi; camiye devam eden cemaat, mütedeyyin olduklarını çok iyi bildikleri bir takım insanları kendileriyle aynı safta görmedikleri için üzülmekte hatta psikolojik olarak rencide olmaktadırlar. Netice olarak bu iyi niyetli; ancak sonuçları iyi hesaplanmamış davranış nedeniyle İslam kardeşliği zarar görmektedir.
Asıl cemaat, cami cemaatidir. Eğer öyle olmasaydı Cuma namazının camide kılınması, dini mecburiyet olmazdı. Vakit namazlarının cami dışındaki yerlerde de cemaatle kılınması matlup olan değil, sadece bir ruhsattır.
42-CEMAATLE KILINAN NAMAZLAR KUVVET VE ÖNEMİNE
GÖRE NASIL SIRALANIR?
En kuvvetli cemaat, Cuma namazının cemaatidir. Zaten Cuma namazını cami ve cemaat dışında îfa etmek mümkün değildir. Beş vakit namaz ise cemaatle kılınmasındaki kuvvet ve önemine göre şöyle sıralanır:
a) Sabah namazının cemaati
b) Yatsı namazının cemaati
c) İkindi namazının cemaati
d) Öğle ve akşam namazlarının cemaati
43-BAYRAM NAMAZI NASIL KILINIR?
Bayram namazı iki rekattır. Diğer iki rekatlı namazlardan farkı şudur: Birinci rekatta sübhanekeden sonra, ikinci rekatta ise ek sureden sonra üçer tekbir getirilir.
Bayram namazı vaciptir, namazdan sonra okunan hutbe ise sünnettir.
44-CENAZE NAMAZI NASIL KILINIR?
Cenaze namazı farz-ı kifaye olan bir ibadettir. Dua mahiyetindedir. Dört tekbirle ayakta kılınır. Birinci tekbirden sonra sübhaneke, ikinci tekbirden sonra salli barik duaları okunur. Bilenler üçüncü tekbirden sonra cenaze namazı duasını, bilmeyenler ise rabbena veya kunut dualarını okuyabilirler. Başka dualar okunması da mümkündür. Dördüncü rekattan sonra selam verilir.
45-CENAZE NAMAZINDA FATİHA SÛRESİ OKUNUR MU?
Fatiha sûresinin cenaze namazında okunup okunmayacağı konusunda mezhepler değişik görüşler bildirmişlerdir.
Hanefiler: Kur’an niyetiyle okunmaz, dua niyetiyle okunabilir.
Şafiiler: Fatiha’nın okunması kesin olarak gerekir. İlk tekbirden sonra okunması daha efdaldir.
Hanbeliler: Fatiha’nın okunması gerekir.
Malikiler: Okunmaması daha uygundur.
46-KUR’AN’DA NAMAZIN KÖTÜLÜKLERDEN ALIKOYDUĞU
HABER VERİLMEKTEDİR. NAMAZ KILDIĞI HALDE
KÖTÜLÜK YAPANLARIN DURUMU NASIL İZAH
EDİLEBİLİR?
Namazın kötülüklerden alıkoyduğu Kur’an’da şöyle haber verilmektedir:
“Muhakkak ki namaz, hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar.” (29.Ankebût-45)
Bu ayetle Cenab-ı Hak, namazın hayasızlık ve kötülükten alıkoyma fonksiyonuna sahip olduğunu net bir şekilde bildirmektedir.
Ancak namaz kıldığı halde kötülüklere devam eden insanların varlığı da bilinen bir gerçektir. Namaz kıldığı halde hayasızlık ve kötülüğe devam eden kişilerin kendilerini huşu ile namaza vermedikleri, namazın önemini bilerek ve ihlasla Allah’ın huzuruna çıkmadıkları anlaşılmaktadır. Bu gibi şahıslar ya alışkanlık haline getirdikleri veya çevrelerinin kınamalarından çekindikleri için namaz kılıyor olabilirler. Hatta bazen dünya menfaati gibi kaygılar da etkili olmaktadır.
Cenab-ı Hak, namaz kıldıkları halde, ibadetlerine riya katan veya erkânına uymayan kimseleri Kur’an-ı Kerim’de şiddetli bir şekilde kınamıştır.
“Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarını ciddiye almazlar.” (107.Maûn-4,5)
Ciddiye alınan bir namaz muhakkak kötülüklerden alıkoyar. Kişinin yaklaşık sekiz saati uykuda geçen yirmi dört saatlik bir zaman diliminin geriye kalan on altı saatlik kısmı içinde beş kere Allah’ın huzuruna ihlas ve huşu ile çıkıp, emir ve yasaklarına uyacağı konusunda söz verdikten sonra, arada kalan dörder saatlik zamanlarda şeytana kanması elbette beklenmez.
47-RAMAZAN ORUCU KUR’AN’DA NASIL ANLATILMIŞTIR?
Ramazan orucuyla ilgili hükümler toplu şekilde Bakara sûresinde anlatılmıştır:
“Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz.” (2.Bakara-183)
“Sayılı günlerde olmak üzere (oruç size farz kılındı) Sizden her kim hasta yahut yolcu olursa (tutamadığı günler kadar) diğer günlerde kaza eder. (İhtiyarlık veya şifa umudu kalmamış hastalık gibi devamlı mazereti olup da) oruç tutmaya güçleri yetmeyenlere bir fakir doyumu kadar fidye gerekir. Bununla beraber kim gönüllü olarak hayır yaparsa, bu kendisi için daha iyidir. Eğer bilirseniz (güçlüğüne rağmen) oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır. (2.Bakara-185).
“Ramazan ayı, insanlara yol gösterici,doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur’an’ın indirildiği aydır. Öyle ise sizden Ramazan ayını idrak edenler onda oruç tutsun. Kim onda hasta veya yolcu olursa (tutamadığı günler sayısınca) başka günlerde kaza etsin. Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez. Bütün bunlar, sayıyı tamamlamanız ve size doğru yolu göstermesine karşılık, Allah’ı tazim etmeniz, şükretmeniz içindir.” (2.Bakara-185)
“Oruç gecelerinde kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı. Onlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz. Allah sizin kendinize kötülük ettiğinizi bildi ve tevbenizi kabul edip sizi bağışladı. Artık (Ramazan gecelerinde) onlara yaklaşın ve Allah’ın sizin için takdir ettiklerini isteyin. Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı), siyah ipliğinden (karanlığından) ayırt edilinceye kadar yiyin, için, sonra akşama kadar orucu tamamlayın. Mescitlerde ibadete çekilmiş olduğunuz zamanlarda kadınlarla birleşmeyin. Bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır. Sakın bu sınırlara yaklaşmayın. İşte böylece Allah ayetlerini insanlara açıklar. Umulur ki korunurlar. (2.Bakara-187)
48-ORUCUN FAYDALARI NELERDİR?
Orucun bedenî, ruhî ve sosyal birtakım faydaları vardır. Bunlardan bir kısmı şöyledir:
*Oruç tutan kişi, Allah’ın bu konudaki emrini yerine getirerek ona yaklaşmış olur.
*Farz olan Ramazan orucunu tutan şahıs, bu emirle ilgili olan uhrevî cezadan kurtulur.
*Sevabını Allah’tan umarak oruç tutan kişinin bazı günahları bağışlanır.
*Oruç tutmak, insana iradesini kullanmasını ve nefsinin günaha iten emirlerine uymamasını öğretir.
*Oruç gibi zor bir ibadeti bir ay boyunca yerine getiren kişi, ciddi bir sabır eğitiminden geçmiş olur. Zorluklara karşı sabretmeyi öğrenir.
*Oruç dışında kendisi için helâl olan yeme, içme ve birleşme gibi ihtiyaçlarını her günün belli dilimlerinde bir ay boyunca askıya alan kişi, bu tür isteklerin haram olanlarına karşı tam bir bilince kavuşur. Hem haramlardan uzaklaşır hem de haram olmayan maddî ve nefsanî ihtiyaçlarını sınırlamayı öğrenir. Bu tür isteklerini sınırlamayı öğrenen kişi maddî ihtiyaçlar için hırs içinde bulunmaktan da kurtulur.
*Oruç, fakirlerin durumunu yaşayarak anlamaya vesile olur. Böylece sosyal yardımlaşma fikri ve çabası gelişir. Gönüllü yardım ve sadaka oranları artar.
*Oruçta hali vakti yerinde olan ailelerin bireylerinden her biri için fakirlere ödenen fıtır sadakası, gelir dağılımındaki bozukluğun giderilmesine katkıda bulunur.
*Hastalıkları veya yaşlılıkları nedeniyle Ramazan orucunu tutamayan ve kaza etmeleri de sağlıkları açısından sakıncalı olan kişiler, tutamadıkları her gün için fakirlere fidye öderler. Bu ödemeler fakirler için hatırı sayılır bir maddî destek oluşturur.
*Oruç tutmanın sağlık açısından faydalı olduğu kanıtlanmıştır. Oruç tutanlar, yılda bir ay sindirim organlarını dinlendirmiş olurlar.
*Ramazan ayında suç işleme oranlarında belli bir düşüş yaşanmaktadır. Ramazan ayındaki bu düşüş oranı oruçtan sonraki aylarda da etkili olduğu gibi, mübarek aya hazırlık günlerinde de kendini göstermektedir.
49-HANGİ ORUÇLARI TUTMAK FARZDIR?
Tutulması farz olan oruçlar şunlardır:
a) Ramazan orucu (2.Bakara-184,185)
b) Ramazan orucunun tutulmayan günlerinin kazası (2.Bakara-185)
c) Ramazan orucunun mazeretsiz olarak bozulması sebebiyle peş peşe tutulması gereken altmış günlük kefâret orucu. (Buhari, Müslim ve Ebû Davud’un hadis rivayeti)
d) Hata ile bir mümini veya zimmîyi öldüren kişinin vereceği diyetten başka altmış gün peş peşe tutacağı kefâret orucu. (4.Nîsa-92)
e) Bir kişinin hanımını veya hanımının bir uzvunu annesi ve kız kardeşi gibi kendine ebediyyen haram olan birine benzetmesi sebebiyle ceza olarak altmış gün üst üste tutması gereken zıhar kefâreti. (58.Mücadele-1,4)
f)Hacda ihrama girdikten sonra bir mazereti nedeniyle tıraş olan kimsenin üç gün oruç tutması. (2.Bakara-196)
g)Yaptığı yemine riayet etmeyen kişinin köle azad etmeye, bir gün on fakiri doyurmaya veya on fakiri giydirmeye gücü yetmezse üç gün peş peşe oruç tutması. (5.Maide-89)
50-MAZERETSİZ BOZULAN RAMAZAN ORUCUNA KARŞILIK
TUTULAN KEFÂRET ORUCUNUN DAYANAĞI NEDİR?
49. sorunun cevabında görüldüğü gibi Ramazan orucu,tutulamayan Ramazan orucunun kazası, hata ile adam öldürmenin kefareti, zıhar kefareti, hacda ihrama girdikten sonra mazereti nedeniyle tıraş olan kişinin tutacağı üç gün oruç ve bozulan yemin nedeniyle peş peşe tutulması gereken üç günlük oruç Kur’an-ı Kerim’de yer almaktadır. Ancak mazeretsiz olarak Ramazan orucunu bozan kişinin altmış gün kefâret orucu tutması gerektiği Kur’an’da bildirilmemiştir. Bunun böyle olması gerektiğini Hz. Muhammed (SAV) in hadisinden öğreniyoruz.
Buhari, Müslim, İmam-ı Malik, Ebû Davut ve tirmizi tarafından rivayet edilen aşağıdaki hadis-i şerif Ramazan orucunu bilerek yiyenlere kefaretin şart olduğunu bildiren en önemli delildir:
Ebû Hüreyre (RA) anlatıyor: “ Resululah (AS) a bir adam geldi ve “Ey Allah’ın Resulü, helak oldum.”dedi. Aleyhissalât vesselam:
“Seni helak eden şey nedir?”diye sorunca:
“Oruçlu iken hanımıma temas ettim.”dedi. Bunun üzerine Resulullah’la aralarında şu konuşma geçti:
“Azad edecek bir köle bulabilir misin?”
“Hayır!”
“Üst üste iki ay oruç tutabilir misin?”
“Hayır!”
“Altmış fakiri doyurabilir misin?”
“Hayır!”
“Öyleyse otur!” Biz bu minval üzere beklerken, Aleyhussalatı vesselam’a içerisinde hurma bulunan bir büyük sepet getirildi.
“Soru sahibi nerede?” diyerek adamı aradı. Adam:
“Benim!Buradayım’”deyince, Aleyhussalatı vesselam:
“Şu sepeti al, tasadduk et!”dedi. Adam:
“Benden fakirine mi? Allah’a yemin ediyorum, medine’nin şu iki kayalığı arasında benden fakiri yok!”cevabını verdi. Bunun üzerine Resulullah güldüler ve:
“Öyleyse bunu ehline yedir!”buyurdular” (Prof. İ. Canan, Kütüb-ü Sitte, c:9, s:171, 3227. hadis)
Bu hadisten şu hükümler çıkarılmıştır:
Bilerek ramazan orucunu mazeretsiz bir şekilde bozan kimse imkânı varsa bir köle azat eder, yoksa arka arkaya altmış gün oruç tutar. Buna da gücü yetmiyorsa bir fakiri altmış gün veya altmış fakiri bir gün doyurur. Günümüzde köle azat etme imkânı olmadığına göre sırayla ikinci ve üçüncü şartlardan biri yerine getirilmelidir.
Dört mezhebe mensup müçtehid imamlar kefâret orucunun farz olduğu konusunda hemfikirdirler.
Günümüzde bazı din bilginleri, Kur’an’da yer almadığı gerekçesiyle kefâret orucunun gerekli olmadığını savunmaktadırlar.
Dini konularda eksik bırakmak istemeyen kişi şöyle düşünür: Acaba ne yapsam Allah’ı gerçekten hoşnut etmiş olurum? Acaba ibadetlerimde bir eksiklik kaldı mı? Şunları şunları da yapayım da ahirette yüzüm kara olmasın.
Tabii olarak böyle düşünen kimseler iyi niyet sahibi bin kişiden 999 tanesinin üzerinde fikir birliği yaptığı fetvaya uyarlar. İyi niyetli de olsa binde birin fikrine uymak riskli bir iştir.
Bakara sûresinin 184. ve 185. ayetlerinde “hasta” ve “yolcu” olanların tutamadıkları oruçlarını kaza edecekleri bildirilmiştir. Hastalık ve yolculuk gibi mazeretlerin kaza için sebep teşkil etmesi de gösteriyor ki, sebepsiz yere Ramazan orucunu bozmanın karşılığı tek başına kaza olamaz. Ebedi hayata hazırlanan Müslümanlara tavsiyelerde bulunurken dikkatli olmak gerekir.
51-TUTULMASI VACİP OLAN ORUÇLAR HANGİLERİDİR?
Tutulması vacip olan oruçlar şunlardır:
*Adanmış oruçlar.
*Başlandığı halde bozulan nafile oruçların kazası.
52-NAFİLE ORUÇLARIN HANGİ GÜNLERDE TUTULMASI
MÜSTEHAPTIR?
Müstehap olan nafile oruçlar şunlardır:
*Ramazan ayını takip eden şevval ayı içinde altı gün oruç tutmak.
*Bir önceki veya bir sonraki günle birlikte olmak şartıyla, aşure günü olarak bilinen Muharrem ayının onuncu gününde oruç tutmak.
*Kameri takvime ait ayların 13, 14, 15. günlerinde oruç tutmak.
*Haftanın pazartesi ve perşembe günlerini oruçlu geçirmek.
*Haram aylar olan Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep aylarının perşembe, cuma ve cumartesi günlerinde oruç tutmak.
*Zilhicce ayının ilk dokuz gününü oruçlu olarak geçirmek.
*Bütün senesini oruçlu olarak geçirmek isteyen kişilerin bir gün oruç tutup ertesi gün tutmamaları ve Ramazan hariç on bir aylarını bu şekilde geçirmeleri.
53-HANGİ GÜNLERDE ORUÇ TUTULMAZ?
Aşağıdaki günlerde oruç tutmak tahrimen mekruhtur:
*Ramazan bayramının birinci günü.
*Kurban bayramının dört günü.
Aşağıdaki günlerde oruç tutmak tenzihen mekruhtur:
*Sadece aşure günü oruç tutmak.
*Sadece cuma günü oruç tutmak.
*sadece cumartesi günü oruç tutmak.
*Şaban ayının son günü yani ramazan ayından önceki gün oruç tutmak.
54-KİMLER ORUÇLARINI TUTMAYIP KAZAYA BIRAKMAK
ZORUNDADIRLAR?
Şu durumdaki insanlar oruçlarını o günlerde tutmayıp kazaya bırakmak zorundadırlar:
*Adet görmekte olan (hayız halindeki) kadınlar.
*Loğusa olan (nifas halindeki) kadınlar
Adet görmekte olan ve loğusa halindeki kadınlar bu halleri boyunca oruç tutmazlar. Temizlendikten sonra oruçlarını kaza ederler. Bunun böyle olduğu Kur’an’da izah edilmemiş, sünnetle sabit olmuştur. Hz. Muhammed (SAV) bu durumu hanımlarına, kızlarına ve müslüman kadınlara izah etmiş, konu ile ilgili çok sayıdaki hadis, başta kütüb-ü sitte olmak üzere birçok hadis kitabında yer almıştır. Tek tek günümüze ulaşan rivayetler yanyana getirildiğinde konunun anlam itibariyle mütevatir derecesine ulaştığı anlaşılmaktadır.
Konu, Kur’an’da açıklanmadığı gerekçesiyle Resulullah’ın emirlerini görmezlikten gelmek doğru değildir.
55-KİMLER ORUÇLARINI KAZAYA BIRAKABİLİRLER?
Aşağıda sıralanan kimseler, isterlerse oruçlarını tutar, isterlerse kazaya bırakırlar:
*Dinen yolcu sayılanlar
*Hasta olanlar
*Hamile kadınlar
*Çocuk emziren kadınlar
56-KİMLER TUTAMADIKLARI ORUÇLARINA KARŞILIK
FİDYE ÖDERLER?
İki grup insan, eğer halleri vakitleri yerindeyse tutamadıkları oruçlarına karşılık fidye öderler (2.Bakara-184):
*İyileşmeyecek bir hastalığa yakalananlar
*Yaşlılıkları düşkünlük derecesine varanlar
57-BİR FİDYENİN MİKTARI NE KADARDIR?
Bir fidye, bir fıtır sadakası kadardır. Bir fıtır sadakası ise bir kişinin karnını bir gün doyurabileceği para veya gıda maddesidir. Hz. Peygamber bir fıtır sadakasının nasıl hesaplanacağını izah etmiştir. (Bu izaha göre her yıl yapılan hesaplamalar müftülüklerce halka duyurulmaktadır.)
58-RAMAZAN AYININ BİRİNCİ GÜNÜ NASIL TESPİT EDİLİR?
Ay hareketleri gözlenerek Ramazan ayının birinci günü tespit edilir. Bütün kameri aylarda olduğu gibi şaban ayı ya 29 gün ya da 30 gün çeker. Hava bulutlu ise otuz gün çektiği kabul edilir. Ramazan ayının son günü için de durum aynıdır. Hava bulutlu değilse ay gözlenir.
Günümüzde astronomik takip ve gözlemler sıhhatli bir şekilde yapılmaktadır. Ramazan ayının başlangıç ve bitiş günleri buna göre de hesaplanır.
Ancak İslam ülkelerinin, sonuçta bir teknik ve teknoloji işi olan bu hesaplamalar üzerinde anlaşamamaları üzüntü verici bir durumdur. Bu konuda bir anlaşma sağlanıncaya kadar her ülkede yaşayan insanların kendi devlet yetkililerinin açıklamalarına itibar etmeleri uygun olur. Böylece herkes kendi çevresiyle uyum içinde bulunur.
Bu konunun bir takım kırıcı tartışmalara sebep olması ve inatlaşmalar neticesinde çözümsüzlüğe itilmesi yanlıştır.
Ferdi olarak Ay’ı gözetleyenler, görmeleri halinde buna göre amel edebilirler; ancak bu davranışlar, ibadetini zamanında yapma arzusuna matuf olmalıdır.
59-ORUCA NE ZAMANA KADAR NİYET EDİLİR?
Niyetin vakti açısından oruçlar ikiye ayrılır:
A-Güneş battıktan sonra öteki gün kuşluk vaktine kadar niyet edilebilecek oruçlar şunlardır:
*Ramazan orucu
*Zamanı belirlenmiş adak orucu
*Belli günlerde tutulan nafile oruçlar
(Görüldüğü gibi bunlar zamanı belli olan oruçlardır.)
B-Güneş battıktan sonra imsak vaktine kadar niyet edilmesi gerekli oruçlar:
*Ramazan orucunun kazası
*Başlandıktan sonra bozulan nafile orucun kazası
*Kefaret oruçları
*Zamanı belirlenmemiş adak oruçları
(Bunlar zamanı belli olmayan ve kişinin zimmetine geçmiş olan oruçlardır.)
Şu da bilinmelidir ki, bütün oruçlara geceden niyet etmek daha doğrudur. Nitekim Malikîler, imsak vakti girdikten sonra yapılan niyetlerin geçerli olmadığını söylerler.
60-ORUÇLU İKEN BİLEREK, HATA SONUCUNDA VE
UNUTARAK BİR ŞEY YİYİP İÇEN KİŞİNİN NE YAPMASI
GEREKİR?
Bu sorunun cevabı soruda sıralanan üç şıkka göre verilmelidir:
*Oruçlu iken bilerek bir şey yiyip içen kişinin orucu kefaret orucu tutacak şekilde bozulur. Anılan kişi dahil olmak üzere, araya gün sokmadan altmış gün üst üste oruç tutar. Bilerek bozduğu gün sayısı kadar da kaza eder.
*Hata ile bir şey yutan kişinin orucu, gününe gün kaza gerektirecek şekilde bozulur. Çünkü hatayı işlememek mümkündür. Mesela abdest alırken ağzını yıkayan bir kişinin istemeden boğazına su kaçırması böyledir. Anılan kişi hata ile bir şey yuttuğu gün başka şeyler yiyip içmemelidir.
*Oruçlu iken unutarak bir şeyler yiyip içen kişinin orucu bozulmaz. Yiyip içtikleri Allah’ın kendine bir ikramıdır.
61-DİŞLERİ FIRÇALAMAK, YEMEĞİN TADINA BAKMAK VE
SAKIZ ÇİĞNEMEK ORUCU BOZAR MI?
Oruçlu kişi açısında dişleri macunla birlikte fırçalamak, yutmamak şartıyla yemeğin tadına bakmak ve sakız çiğnemek birbirine çok benzer. İlk ikisinde yutulduğu taktirde orucu bozacak bir şey ağza alınmakta, sonuncusunda ise sakızın mahiyeti önem taşımaktadır. Bunları sırası ile inceleyelim:
Diş temizliği çok önemlidir. Ancak ihtiyatlı davranıp imsak vakti girmeden dişler fırçalanmalıdır. Macunsuz olarak her zaman fırçalamak mümkündür. İmsak vakti başladıktan sonra macunla birlikte dişleri fırçalamak boğazı geçmemek şartıyla mekruhtur; boğazdan geçerse oruç bozulur.
Yemeğin tadına bakmak da böyledir. Ancak evde huzurun kaçmaması için mekruh olmakla birlikte, yemeğin tadına bakılabilir. Bu konuda da yeterince dikkatli olup, boğazdan bir şey geçirmemek ve yemeğin tadını anladıktan sonra ağzı güzelce yıkayıp yemeğin etkisinden temizlemek gerekir.
Sakız eğer şeker, mentol vb. bir katkı maddesi içeriyorsa çiğnenerek tükürük yutulduğu takdirde orucu bozar. İçinde katkı maddesi yoksa, tükürük bezlerini çalıştırmakla sınırlı kalacağı için, orucu bozmaz, ancak mekruh olur. Ağır bir işte çalışmayanların, katkı maddesi içermezse bile sakız çiğnememeleri gerekir.
62-İĞNE YAPTIRMAK ORUCU BOZAR MI?
Orucu bozan asıl şeyler yemek, içmek ve cinsel temasta bulunmaktır. Mahiyet olarak bunlara benzer şeyler de orucu bozar. Ağızdan ilaç almak, damara serum bağlamak, kuvvet içeren iğneler yaptırmak da böyledir.
Tedavi edici iğne yaptırma konusu ihtilaflıdır.
Ebu Hanife, derin yaralara sürülen ve böylece karın veya beyne ulaşan ilaçların orucu bozacağını söylemiştir. Bu fetvadan yola çıkanlar iğne ile deri altına zerk edilen her türlü ilacın da orucu bozacağı kanaatine varmışlardır.
İmam Ebu Yusuf ile İmam Muhammed ise, yara üzerine sürülen ilacın orucu bozmayacağını söylemişlerdir. Bu fetvadan yola çıkanlar ise, iğnenin orucu bozmayacağı konusunda kanaat serdetmişlerdir.
Oruç gibi önemli bir konuda böyle bir ihtilaf ortaya çıktığında ihtiyatlı davranmak en risksiz yoldur.
Kendisine konu sorulan kişiler, her iki fetvayı da nakledip ihtiyatlı davranmanın doğruluğunu anlattıktan sonra, tercihi mazeret sahibine bırakabilirler. Birbirine zıt olan iki fetvadan sadece birini söyleyip ötekini gizlemek ihtiyatlı bir ilim adamına yakışmaz. İki fetvayı da söyledikten sonra, kendi kişisel tercihini beyan etmesi mümkündür.
63-GÖZE, KULAĞA VE BURNA İLAÇ DAMLATMAK ORUCU
BOZAR MI?
Burun, yemek borusuyla doğrudan bağlantılı olduğu için, oruçlu iken bu yoldan alınan ilaçlar orucu bozar.
Göze damlatılan ilaç orucu bozmaz.
Kulağa damlatılan ilacın orucu bozmayacağı fikri daha kuvvetli olmakla birlikte tartışmalıdır.
64-ORUÇ TUTAN KİŞİ NELERE DİKKAT EDERSE SEVABI
ARTAR?
Oruç tutan kişinin yerine getirmeye çalışacağı şeyler şöyle sıralanabilir:
*Sahura kalkmak
*İmsak vaktine yakın zamanda sahur yapmak
*İftar vakti başlar başlamaz iftar etmek
*Dilini gereksiz konuşmalardan alıkoymak
*Fakirleri iftar yemeğine davet etmek
*Sadaka vermek
*Kur’an’ı yüzünden okumak veya dinlemek
*Kur’an’ın anlamını ve tefsirlerini okumak
*İnsanlara güzel davranmak, gönül almak
*Gerekli olanlar için imsak vakti girmeden gusül yapmak
*Sürekli abdestli bulunmak
*Allah’ı anmak
*İftar ederken dua etmek
65-ISKAT NEDİR? ORUÇ VE NAMAZ ISKATI CAİZ MİDİR?
Tutulmayan her gün oruç ve kılınmayan her vakit namaz karşılığında, fakirlere birer fidye ödeyerek, ölen kişinin oruç ve namaz borcunu düşürme işlemine ıskat denir.
Bu anlamdaki ıskat kitap ve sünnette mevcut değildir. Sahabe ve tabiin tarafından da böyle bir uygulama yapılmamıştır.
Peki ortada hiçbir sebep yokken böyle bir uygulama nasıl adet haline gelmiştir? Oldukça uzak da olsa, oruç ve namaz ıskatının dayandırıldığı sebep şudur: Kur’an-ı Kerim’de, “Oruç tutmaya gücü yetmeyenlere, bir fakir doyumu kadar fidye gerekir.” (2.Bakara-184) denmektedir. Buna göre iyileşme ümidi kalmayan hastalar ile, yaşlılıkları düşkünlük derecesine varan kimseler, tutamadıkları oruçlarını kaza etme imkanına sahip olamayacakları için karşılığında fidye öderler. Eğer bu fidyeyi bizzat ödeme imkânına kavuşmadan, ödenmesini mirasçılarına vasiyet ettikten sonra vefat ederlerse, anılan fidye geriye kalan mallarının üçte birinden ödenir. Mallarının üçte biri ödenecek fidyeyi karşılamıyorsa, mirasçıları isterlerse gerekli ödemeyi yapabilirler.
Bu durumdan yola çıkarak oruçlarını tutma ve namazlarını kılma imkânı olan veya daha sonra kaza etmek için fırsatları bulunan kimseler için oruç ıskatı ihdas etmek, bununla da yetinmeyip namaz ıskatını dine sokmak hiç de sağlıklı bir yöntem değildir.
Bedenle yapılması gereken bir ibadetin sorumluluğundan, para gücüyle kurtulmak mümkün olamaz.
Ancak aynı cinsten oldukları için, zekat ve adak kurbanları, kişinin vasiyeti varsa, ölümünden sonra bıraktığı mirastan ödenerek yerine getirilmelidir.
66-DEVİR NEDİR? DEVİR CAİZ MİDİR?
Ölen kişinin namaz ve oruç borçlarına karşılık fakirlere fidye ödeyerek, borçlarını düşürme gayretlerinin bir sonucu olarak devir işlemi doğmuştur. Ölen kişinin namaz ve oruç borcunun ıskat edilmesi için önce ödenmesi gereken toplam fidye miktarı tespit edilmiş, eğer bu meblağın, müteveffadan kalan mirasın üçte biriyle ödenmesi mümkün olmazsa, devir işlemine başvurulmuştur. Bunun için mevcut para önce fakirlere verilmiş, arkasından fakirler bunu güya kendi rızalarıyla mirasçılara hibe yoluyla iade etmişlerdir. Fidye için gerekli miktara ulaşılıncaya kadar bu işlem sürdürülerek, son turda, devirde kullanılan para fakirlere tekrar verilince, artık hibe edilmekten vazgeçilmiş, böylece ölen kişinin namaz ve oruç borcu için ödenmesi gereken miktara kavuşulmuştur.
Bilfiil kılınması gereken namazlar ile tutulması icap eden oruçlara karşılık fidye ödeyerek ölen kişinin borçlarını düşürmek mümkün olmadığına göre, bu iş için bir de devir icat etmek İslam’la bağdaşmaz. Geçmişte bu tür işler, çoğu kez iyi niyetle, biraz da fakirleri korumak için yapılmıştır. Ancak devir işleminin fıkıh mantığına ve ibadetlerin amaçlarına uyan bir yönü mevcut değildir. Bu uygulamaları yüce İslam dinine mal etmek son derece yanlıştır.
Konuyu ıskatla birlikte şöyle özetleyebiliriz: Oruç borcunu fidye ile ıskat etme geleneği; oruçlarını,iyileşemeyecek hastalık ve düşkünlük derecesine varmış yaşlılık nedeniyle tutamayarak karşılığında fidye verme hükmüne dayandırılmıştır. Daha sonra uygulanan namaz ıskatı ise, oruç ıskatına dayandırılarak gelenek haline sokulmuştur; fakirler açısından ıskatın getirdiği maddi külfete karşılık olarak da devir icat edilmiştir. Doğru olan, sadece iyileşmeyecek hastalık ve yaşlılık nedeniyle tutulamayan oruçlara karşılık fidye ödenmesidir.
67-ZEKÂT KUR’AN’DA NASIL ANLATILIR?
Zekât terim anlamı itibariyle Kur’an’da otuz yerde kullanılmıştır. Otuz yerin yirmi yedisinde namazla birlikte anılmıştır.
Zekât vermeyi emredip hikmet ve faydalarını anlatan bazı ayet-i kerimeler mealen şöyledir:
“Namazı kılın, zekâtı verin, rükû edenlerle birlikte rükû edin.” (2.Bakara-43)
“Namazı kılın, zekâtı verin, önceden kendiniz için yaptığınız her iyiliği Allah’ın katında bulacaksınız. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızı noksansız görür.” (2.Bakara-110)
“İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl
iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır. (Allah’ın rızasını gözeterek) yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekât verir. Antlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar bu vasıfları taşıyanlardır. Müttakiler ancak onlardır!” (2.Bakara-177)
“Sana (Allah yolunda) ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: Maldan harcadığınız şey, ebeveyn, yakınlar, yetimler, fakirler ve yolcular için olmalıdır. Şüphesiz Allah her şeyi bilir.” (2.Bakara-215)
“Sizin dostunuz (veliniz) ancak Allah’tır, Resulüdür, iman edenlerdir, onlar ki Allah’ın emirlerine boyun eğerek namazı kılar, zekâtı verirler.” (5.Maide-55)
“Fakat tevbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse, artık onlar dinde kardeşlerinizdir. Biz, bilen bir kavme ayetlerimizi böyle açıklıyoruz.” (9.Tevbe-11)
“Onlar, ne ticaret ne de alışverişin kendilerini Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alı koyamadığı insanlardır. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.” (24.Nur-37)
“Namazı kılın; zekâtı verin; peygambere itaat edin ki merhamet göresiniz.” (24.Nur-56)
68-CENAB-I HAK FAKİRLERE YARDIM ETMENİN USUL VE
ADABI HAKKINDA İNSANLARI NASIL UYARIR?
Bir başkasına maddi yardımda bulunmak hassas bir konudur. Karşıdakini incitmemek, izzet-i nefsini rencide etmemek ve kesinlikle gurura kapılmamak gerekir. Cenab-ı hak bu konuda yardım yapacakları şöyle uyarıyor:
“Güzel söz ve bağışlama, arkasından incitme gelen sadakadan daha iyidir. Allah zengindir, acelesi de yoktur.” (2.Bakara-263)
“Ey iman edenler! Allah’a ve ahiret gününe inanmadığı halde malını gösteriş için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve incitmek suretiyle, yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya benzer ki, sağanak bir yağmur isabet etmiş de onu çıplak pürüzsüz kaya haline getirivermiştir. Bunlar kazandıklarından hiçbir şeye sahip olamazlar. Allah, kâfirleri doğru yola iletmez.” (2.Bakara-264)
69-SADAKA OLARAK VERECEĞİMİZ MALLARIN NİTELİKLERİ
KUR’AN’DA NASIL ANLATILIR?
Sadaka ve zekât olarak vereceğimiz şeyler, değersiz, eskimiş ve
kullanılmayacak durumda olmamalıdır. Kur’an-ı Kerim infak edeceğimiz malların nitelikleri konusunda bizleri şöyle uyarır:
“Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıklarımızdan hayra harcayın. Size verilse, gözünüzü yummadan alamayacağınız kötü malı, hayır diye vermeye kalkışmayın. Biliniz ki Allah zengindir, övgüye layıktır.” (2.Bakara-267)
“Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça “iyi” ye eremezsiniz. Her ne harcarsınız, Allah hakkıyla bilir.” (3.Âl-i İmrân-92)
70-KUR’AN HANGİ GAYEYLE YAPILAN YARDIMLARIN BOŞA
GİDECEĞİNİ HABER VERİYOR?
Kur’an, iman etmedikleri halde gösteriş için mallarını sarf edenlerin bu işlerinden fayda görmeyeceklerini şöyle haber veriyor:
“Allah’a ve ahiret gününe inanmadıkları halde mallarını, insanlara gösteriş için sarf edenler de (ahirette azaba düçar olurlar). Şeytan bir kimseye arkadaş olursa, ne kötü bir arkadaştır o!”(4.Nisa-38)
71-KUR’AN, MALLARINI ALLAH YOLUNDA
HARCAMAYANLARIN DURUMLARINI NASIL HABER
VERİYOR?
İslamiyet malı biriktirip Allah yolunda harcamamayı çok kötü bir durum saymaktadır. Kur’an bu tür insanların ahirette çarptırılacakları azabı şöyle haber veriyor:
“Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azabı müjdele! (Bu paralar) cehennem ateşinde kızdırılıp bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanacağı gün (onlara denilir ki): “İşte bu kendiniz için biriktirdiğiniz servettir. Artık yığmakta olduğunuz şeylerin (azabını) tadın!” (9.Tevbe-34,35)
72-ZEKAT VERMENİN NE GİBİ FAYDALARI VARDIR?
Zekât vermenin sayısız fayda ve hikmetlerinden bir kısmı şöyle sıralanabilir:
*Zekât borcunu ödeyen kimse Allah’ın emrine uyarak İslam dininin beş esasından birini yerini getirmiş olur.
*Zekât veren kişi, zenginliği sebebiyle üzerine düşen şükür borcunu infak ederek kendi cinsinden bir işle ödemiş olur.
*Zekât, Allah’ın zenginlerin mallarının içine koyduğu, fakirlere ait malların asıl sahiplerine verilmesi işlemidir. Böylece zengin kişi, zekat vererek malını temizlemiş olur.
*Zekât vererek malını temizleyen kişi, ruhen de arınarak manevî bir temizliğe ulaşır.
*Para ve mala aşırı bağlılık insana ahireti unutturur. Zekât veren insan için zenginlik, kişiyi ahiretten uzaklaştıran bir meta olmaktan çıkarak onun ebedi hayata hazırlanmasına vesile olur.
*Cimrilik, herkes için arzu edilmeyen bir hal ve kötü bir durum olmakla birlikte zenginlere hiç yakışmaz. Zekât, insanı cimrilik illetinden korur.
*Zekât, cemiyette sosyal dayanışmayı kuvvetlendirir. Böylece toplumda gerçek bir kaynaşma meydana gelir.
*Zekât veren kişi, zamanla para ve mal yardımında bulunmanın zevkine erer, üzerine farz olandan daha fazlasını vermeye başlar.
*Zenginler zekât verince, fakirlerin sevgisini kazanırlar; böylece servet dağılımına dayalı kutuplaşmalar olmaz.
*Zekât, servetin atıl vaziyette bekletilmesine engel olur. Zengin kişi, malını üretimde kullanmak zorunda kalır. Zekât vermesinin yanı sıra, bu kullanımdan da toplum yararlanır.
*Zekât sayesinde fakirler kolay geçinirler. Cemiyette hırsızlık gibi suçlar azalır.
*Zekât, devletin güçlenmesine katkıda bulunur. Fakirler ve yoksullar kolay bir geçime kavuşunca devletin mali külfeti azalmış olur.
73-KİMLERE ZEKÂT VERİLİR?
Kur’an-ı Kerim’de zekât verilecek kimseler aşağıdaki ayet-i kerimede açık bir şekilde sıralanmıştır:
“Sadakalar (zekâtlar) Allah’tan bir farz olarak ancak; yoksullara, düşkünlere, (zekât toplayan) memurlara, gönülleri (İslam’a) ısındırılacak olanlara, (hürriyetlerini satın almaya çalışan) kölelere, borçlulara, Allah yolunda çalışıp cihat edenlere, yolcuya mahsustur. Allah pek iyi bilendir, hikmet sahibidir.” (9.Tevbe-60)
Bu ayete göre zekât verilecek sekiz sınıf şunlardır:
a)Fakirler: Mal varlıkları itibarıyla zenginlik derecesine kavuşamayanlar.
b)Miskinler: Hiçbir şeyi bulunmayan, dilenmeye muhtaç kimseler.
c)Zekât işlerinde çalışanlar: Bunlar, zekât toplamakla görevli memurlardır. Söz konusu memurların maaşları da toplanan zekâtın bir kısmıyla verilebilir. Memurların topladığı zekât, ayette bahsi geçen gruplara dağıtılır.
d)Müellefe-i Kulûb: Kalpleri İslam’a ısındırılmak istenen kimseler.
Hz. Ömer, bunlara zekât verme uygulamasını kaldırmıştır. Ancak bu, ayetteki hükmün yok sayılması anlamına gelmez. Hz. Ömer, kendi devrinde İslamiyet belli bir kuvvete ulaştığı ve bu yolla henüz Müslüman olmayan kişilerin kalplerini İslâm’a ısındırmak için kendilerine zekât vermeye ihtiyaç kalmadığı için bu uygulamaya son vermiş olmalıdır. İhtiyaç doğduğunda tekrar verilme işleminin başlayacağı tabiidir.
e)Köleler:Hürriyetini para karşılığı kazanmak isteyen köleler. Günümüzde bu sınıf fiilen bulunmamaktadır.
f)Borçlular: Borcunu ödeyemeyen veya başkasından alacağı olduğu halde tahsil edemediği için fakir durumuna düşen kimseler.
g)Allah yolunda çalışıp cihat edenler: Allah için savaşan, savaşa hazırlanan, ilim tahsil eden ve bir görüşe göre farz olan hac ibadetini yapmak isteyen kişiler.
h)Yolcu: Yolculuğu sırasında yardıma muhtaç hale gelenler.
74-BİR İNSAN, YAKINLARINDAN KİMLERE ZEKÂT VEREMEZ?
Yakınlardan zekât verilemeyecek kişiler, aile efradından sayıldıkları için zaten bakmakla yükümlü olunan kimselerdir:
*Anne,baba, dede,nine
*Oğul, kız ve torunlar
*Eş
Kardeşten başlanarak diğer akrabalara zekât verilebilir. Eğer ihtiyaç sahibiyseler, zekât vermeye akrabadan başlamak daha uygundur.
75-ZEKÂT VERMEK KİMLERE FARZDIR?
Zekât; müslüman, hür, akıllı, baliğ (ergin), zaruri ihtiyaçlarından artıcı nitelikte mala sahip olan ve sahip olmasının üzerinden bir kameri yıl geçen kimselere farzdır.
76-BİR MALIN ZEKÂTA TABİ OLMASININ ŞARTLARI
NELERDİR?
Bir malın zekâta tabi olmasının beş şartı vardır.
a)Tam mülkiyet: söz konusu mal, mülkiyeti ve gelirleri itibarıyla zekât verecek kişiye ait olmalıdır. Belirli sahibi olmayan ve vakfedilen mallardan zekât alınmaz. Hırsızlık ve faiz gibi haram yollardan elde edilen malların zekâtı da olmaz.
b)Artıcı özelliğe sahip olma: ticaret malları, ziraat ürünleri ve doğurgan hayvanlar artıcı özelliğe gerçek anlamda sahiptirler. Altın, gümüş ve para gibi nakitler ise potansiyel olarak artma niteliği taşırlar.
c)İhtiyaç fazlası olma: zekâta tabi olacak mal, sahip olan kişinin zaruri ihtiyaçlarından artakalan olmalıdır.
d)Nisaba ulaşmış olması: Belli bir sınıfın altında kalan mal ve gelirden zekât ödenmez. Zekâtta esas olan dini nisap yani miktar, gümüşte 595 gram, altında 80 ile 96 gram, hayvanlarda 5 deve, 30 sığır, 40 koyundur. Tahıl 635 kilodur. (Ebu Hanife’ye göre toprak ürünleri için nisap aranmaz.)
e)Yıllanma: Bir malın zekâtını vermekle yükümlü olmak için, o mala kesintisiz olarak bir kameri yıl boyunca sahip olmak gerekir. Tarım ürünleri için bu şart aranmaz.
77-ALTININ NİSABI İÇİN 80 GRAMDAN 96 GRAMA KADAR
MUHTELİF MİKTARLAR VERİLMESİNİN SEBEBİ NEDİR?
Altının nisabı yirmi miskaldır. Bir miskal yirmi kırat olup yüz arpa ağırlığındadır. Yirmi miskalın en az 80 gram altına tekabül ettiği hesaplanmaktadır. Ancak ülkelerin örfî dirhemlerine göre değişik hesaplamalar da yapılabilmektedir. Mesela Osmanlılar yirmi miskal altının 96 grama denk olduğunu kabul etmişlerdir. Bu sebeple altın için nisap miktarı olarak 80 gram ile 96 gram arasında çeşitli rakamlar telaffuz edilmektedir. Herkes kendi memleketindeki örfî hesaplamalara uyabilir. Ancak ihtiyat olarak en alt birim olan 80 gramdan itibaren zekât verilmeye başlanması güzel olur.
Nisap konusunda şunun da bilinmesi gerekir: Altın, gümüş veya paradan her birinin tek başına nisap miktarı kadar olmaları gerekmez. Sözgelimi ihtiyaç fazlası altın, gümüş ve paranın toplam kıymeti, altın için öngörülen nisap miktarına ulaşıyorsa kişi zengin sayılır.
78-HANGİ MALLARDAN NE KADAR ZEKÂT VERİLİR?
Her ne kadar zekât malın kırkta birinin verilmesi şeklinde meşhur olmuş ise de, zekâta tabi mallardan bir kısmının oranı kırkta bir, bir kısmının ise onda, yirmide ve beşte birdir. Hayvanlarınki ise değişik sayılara göredir:
*Altın, gümüş, para gibi nakitlerin zekâtı kırkta birdir.
*Yağmur suyuyla yetişen arpa, buğday gibi tarım ürünlerinin zekâtı onda birdir.
*Yetişmeleri için yağmur suyu yeterli olmayıp ayrıca sulanmaları gereken tarım ürünlerinin zekâtı yirmide birdir.
*Define ve madenlerde beşte bir oranındadır.
*Hayvanlara düşen zekât ise sayılarına göre değişir:
Develerin Zekâtı:
Beş deveden yirmi beş deveye kadar her beş deve için bir koyun verilir. Yirmi beş deveden otuz beş deveye kadar 4 yaşını doldurmuş bir dişi deve verilir.
Koyunların Zekâtı:
40 ile 120 koyun için bir koyun, 121 ile 200 koyun için iki koyun, 201 ile 399 koyun için üç koyun, 400 ile 500 koyun için dört koyun verilir. Bundan sonra her yüz koyun için bir koyun ilave edilir. Keçi de koyun gibidir.
Sığırların Zekâtı:
30 ile 40 sığır için bir yaşını doldurmuş bir buzağı,40 ile 59 sığır için iki yaşını doldurmuş bir dana, 60 ile 69 sığır için bir yaşını doldurmuş iki buzağı verilir. Sonra her otuzda bir buzağı ve her kırkta bir dana eklenir. Mesela yetmiş sığır için bir buzağı ile bir dana, doksan sığır için üç buzağı, yüz sığır için bir dana ile iki buzağı verilir.
*Ticaret malı olarak elde bulunan hayvanların zekâtı, ticaret malları gibi, değerinin üzerinden kırkta bir olarak verilir.
79-KİRA GELİRLERİNİN ZEKÂTI NASIL ÖDENMELİDİR?
Kira gelirlerine ait zekâtın ödenmesi konusunda iki yol takip edilebilir:
a)Kira gelirlerinin yıllık tutarı diğer kazançlarla birlikte nisap miktarına ulaşıyorsa, bu gelirlere bir yıl sahip olduktan sonra kırkta biri zekât olarak verilir.
b)Kira gelirleri kolay elde edilmeleri açısından tarım ürünleriyle kıyaslanarak zekâtı verilir. Bu düşünceden hareket edilirse, her ay anılan gelirin onda biri veya yirmide biri zekât olarak ödenir.
Bu iki yoldan hangisini tercih etmeliyiz? Her iki fetva da İslam alimleri tarafından verilmiştir. İkinci fetva, zekât ödeyecekler açısından, azimet olduğu için daha sevaptır; alacaklılar ise, bu ikinci fetva ile daha çok korunmuş olur.
80-HİSSE SENETLERİNİN ZEKÂTI NASIL ÖDENİR?
Hisse senedi sahibi, senetleri aldığı şirkete ortak olmuştur.
Şirketin zekâta tabi olan ve olmayan malları vardır. Mesela şirketin gayri menkullerinden zekât verilmez; gelirlerinden ve ticaret mallarından zekât verilir. O halde hisse senedi sahibinin bilmesi gereken öncelikli şey, yıl sonunda ortağı olduğu şirketin kıymet olarak kaçta kaçının zekâta tabi olduğudur. Sözgelimi beş yüz milyon liralık senedi olan bir kişi, şirketinin mal varlıklarından yüzde altmışının zekâta tabi olduğunu öğrenirse, sahip olduğu senetlerden zekâta tabi üç yüz milyonluk kısmı için, yedi buçuk milyon lira dağıtmakla mükellef olur.
81-TAHVİLLERİN ZEKÂTI NASIL ÖDENİR?
Değeri belli olan tahvillerin zekâtı, tahvil bedeli üzerinden hesaplanarak verilir. Kâr-zarar ortaklığına bağlı olan tahvillerin zekâtı ise kâr ile ana paranın toplamı üzerinden ödenir.
82-KİMLERE ZEKÂT VERİLMEZ?
*Fakir olmayanlara zekât verilmez. Zekât alacak kişinin dini açıdan zengin sayılmayacak durumda bulunması gerekir.
*Müslüman olmayanlara zekât verilmez. Zekât fakir Müslümanların hakkıdır. Gerekiyorsa gayr-i Müslimlere başka fonlardan yardım edilebilir.
*Nafakası ile yükümlü olunan kişilere zekât verilmez. Anne, baba, dede, nine, çocuklar, torunlar ve eş böyledir.
*Yedi yaşından küçük çocuklarla akıl hastalarına doğrudan zekât verilmez, bunların velilerine verilir.
83-VERGİSİNİ ÖDEYEN KİŞİ ZEKÂTINI DA VERMİŞ
SAYILIR MI?
Zekât ile verginin ilk bakışta birbirine benzer tarafları vardır. Ancak aynı şeyler oldukları söylenemez.
*Zekât bir ibadettir; vergi dünyevî bir sorumluluktur.
*Zekâtı Allah emretmiş, oranlarını ise Hz. Peygamber belirlemiştir; vergiyi her devrin ihtiyaçlarına göre devlet koyar.
*Zekâtın verilebileceği yerler Kur’an tarafından sekiz sınıfla sınırlandırılmıştır; verginin ise doğal olarak ihtiyaç duyulan birçok yere harcanması gerekir.
Bu farklardan anlaşılan şudur:
Hem devletin koyduğu vergiler ödenmeli, hem de farz bir ibadet olan zekât verilmelidir.
84-DİNİ AÇIDAN ZENGİN SAYILMANIN ÖLÇÜSÜ ZEKÂT VE
FİTRE VERMEKLE KURBAN KESMEK İÇİN AYNI MIDIR?
Zekât vermek için, artıcı nitelikteki ihtiyaç fazlası nisap miktarı mala, bir kameri yıl boyunca, sahip olmak gerekir.
Fitre vermek ve kurban kesmek için de ihtiyaç fazlası nisap miktarı mala sahip olmak gerekir. Ancak bu malın artıcı nitelik taşıması ve kişinin anılan mala bir yıl boyunca sahip olması gerekmez. Bu durumdaki bir mala sahip olan kişiler zengin sayılacaklarından kendilerine zekât da verilmez.
Konuyu şöyle bir örnekle açılayabiliriz:
Bir kişinin oturduğu evi dışında kiraya verdiği bir evi olduğunu düşünelim. Bu ev, kendisi için asli ihtiyaç değildir. Ancak evin kira gelirleri aydan aya harcanmakta ve kişinin sahip olduğu para nisap miktarına ulaşmamaktadır. Bu şahsın zekâta tabi başka bir malı da yoksa, zekât ödemesi gerekmez. Fakat zaruri ihtiyaçları dışında kalan bu ev, artıcı nitelikte olmamakla birlikte, değer olarak nisap miktarını geçtiğinden, kişi aslında zengin sayılır. Bu sebeple söz konusu kişinin fitre ödemesi ve kurban kesmesi gerekir; ayrıca kendisine kendine zekât da ödenmez.
85-FITIR SADAKASI NEDİR? KİM, KİMLER İÇİN, KİMLERE
ÖDER?
Ramazan Bayramına kavuşan ve artıcı nitelikte olmasa da temel ihtiyaçları dışında nisap miktarı mala sahip olan Müslümanların, her Ramazan ayında, kendileri ve velayeti altındaki kişiler için ödemeleri gereken, her biri bir insanı bir gün doyuracak miktardaki, para veya gıda maddesine fıtır sadakası denir.
Tanımı parçalara ayırırsak şu bilgiler ortaya çıkar:
*Fıtır sadakasını Ramazan ayını idrak eden kimseler verir.
*Fıtır sadakası vermek için ihtiyaçları dışında nisap miktarı mala sahip olmak gerekir.
Ancak zekâtta olduğu gibi anılan malın artıcı olması ve sahip olunmasının üzerinden bir yıl geçmesi şart değildir.
*Fıtır sadakasını aile reisi durumunda olan kişi kendisi için ve diğer aile fertleri için öder. Ailenin toplam sayısı kadar fıtır sadakası ödenir. Bu sayıya evin ferdi durumunda olan hizmetçiler de dahildir.
*Fıtır sadakası zekât verilebilecek kişilere verilir.
*Fıtır sadakasının miktarı, bir fakirin karnını bir gün doyurabilecek kadar para veya gıda maddesidir.
*Fıtır sadakası Hanefi mezhebine göre vacip, Şafii, Hanbeli ve Maliki mezhebine göre ise farzdır.
*Fıtır sadakasını, Ramazan ayının başlangıcıyla bayram namazı arasında ödemek gerekir. Bayram namazından sonraya bırakmak doğru olmamakla birlikte, ödeyen kişiye borç olması sebebiyle ilk fırsatta verilmesi zorunludur.
*Fıtır sadakası veren kişinin buna niyet etmesi şarttır.
*Bir mazereti nedeniyle oruç tutmayan kişiler de fıtır sadakası öderler.
86-FITIR SADAKASININ MİKTARI NE KADARDIR?
Dört mezhebe göre fıtır sadakası arpa, hurma ve kuru üzümden bir sa’dır. Şafii, Maliki, Hanbeli mezheplerine göre buğdaydan da bir sa’dır. Ancak Hanefilere göre buğdaydan yarım sa’dır.
Bir sa 2.75 litreyi içine alan hacimdir. Yaklaşık üç kg. dır. (Müftülükler her yıl bu ölçülere göre gerekli hesaplamaları yapıp halka duyurmaktadır.)
Bu ölçülerin alınmasından maksat, bir fakirin karnını bir gün doyuracak miktarı bulmaktır. Nitekim Kur’an’da yemin kefareti anlatılırken; “Ailenize yedirdiğiniz yemeğin orta hallisinden on fakire yedirmek” (5.Maide-89) denmektedir. Fidye ile fıtır sadakasının hesaplanmasında, bu ayet, bizlere önemli bir ölçü vermektedir.
Fıtır sadakası buğday, arpa, hurma ve kuru üzüme göre hesaplandığında değişik rakamlar ortaya çıkmaktadır. Bu durumda da ilahi rahmet boyutunu görmek mümkündür:
*Bu ölçülerden birisine göre fıtır sadakası ödenirse, asgari ölçünün altına inme tehlikesi ortadan kalkar.
*Zenginliğin ileri derecesinde olanlar, bu dört maddeden o yıl en pahalı olanıyla fıtır sadakasını ödemeyi tercih edebilirler.
*Zenginliğin ilk basamağında olan kimseler, buğday, arpa, hurma ve kuru üzümden o yıl en ucuz olanıyla fıtır sadakasını ödeme imkânından yararlanarak, sorumluluklarını zorlanmadan yerine getirirler.
*Anılan dört gıda maddesinin ortalamasıyla da fıtır sadakası ödenebilir. Çünkü bu durumda en ucuz olan maddenin üstünde bir sadaka verilmiş olacaktır.
*Belirtilen dört maddenin en pahalısından daha çoğunu sadaka olarak verme imkânı ise daima vardır.
87-HACCIN FARZİYETİ VE ÖNEMİ KUR’AN’DA NASIL
ANLATILMIŞTIR?
Kur’an-ı kerimde haccın farziyetini ve önemini beyan eden ayetlerden bir kısmı mealen şöyledir:
“Şüphe yok ki, Safa ile Merve Allah’ın koyduğu nişanlardandır. Her kim Beytullah’ı ziyaret eder veya umre yaparsa onları tavaf etmesinde kendisine bir günah yoktur. Her kim gönüllü olarak bir iyilik yaparsa şüphesiz Allah kabul eder ve (yapılanı) hakkıyla bilir.” (2.Bakara-158)
(Yukarıdaki ayette hac ve umre yapanların Beytullah’ı ziyaret etmelerinde bir günah olmadığının bildirilmesinin sebebi şudur: Cahiliye döneminde bu iki tepede birer put bulunuyordu. Daha sonra bu putlar kaldırıldı. Geçmişteki bu durum sebebiyle bazı Müslümanların kalbinde bir şüphe bulunuyordu. İşte ayetteki bu haber, anılan şüpheyi izale etmektedir.)
“Sana, hilâl şeklinde yeni doğan ayları sorarlar. De ki: Onlar, insanlar ve
özellikle hac için vakit ölçüleridir. İyi davranış, korunan (ve
ölçülü giden) kimsenin davranışıdır. Evlere kapılarından girin, Allah’tan
korkun, umulur ki kurtuluşa erersiniz.” (2.Bakara-189)
(Yukarıdaki ayette, ay hareketlerinin hacın vaktinin bilinmesini sağladığına işaret edilmektedir. Ayrıca, cahiliye döneminde Araplar hac için ihrama girdikten veya hac ibadeti bittikten sonra evlerine döndüklerinde, kapıdan değil, arka taraftan açılan bir delikten içeriye girmenin daha doğru olduğunu sanırlar ve öyle yaparlardı. Ayet bu davranışın yanlış olduğunu bildirmiştir.)
“Haccı ve umreyi Allah için tam yapın. Eğer (bunlardan) alı konursanız kolayınıza gelen kurbanı gönderin. Kurban, yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. Sizden her kim hasta olursa yahut başından bir rahatsızlığı varsa, oruç veya sadaka veya kurban olmak üzere fidye gerekir.
(Hac yolculuğu için) emin olduğunuz vakit kim hac günlerine kadar umre ile faydalanmak isterse, kolayına gelen bir kurban kesmek gerekir. kurban kesmeyen kimse hac günlerinde üç, memleketine döndüğü zaman yedi olmak üzere oruç tutar ki, hepsi tam on gündür. Bu söylenenler, ailesi Mescid-i Haram civarında oturmayanlar içindir. Allah’tan korkun. Biliniz ki Allah’ın vereceği ceza ağırdır.” (2.Bakara-196)
“Hac bilinen aylardadır. Kim o aylarda hacca niyet ederse (ihramını giyerse), hac esnasında kadına yaklaşmak, günah sayılan davranışlara yönelmek, kavga etmek yoktur. Ne hayır işlerseniz Allah onu bilir. (Ey mü’minler! Ahiret için) azık edinin. Bilin ki azığın en hayırlısı takvadır. Ey akıl sahipleri! Benden (emirlerime muhalefetten) sakının.” (2.Bakara-197)
“(Hac mevsiminde ticaret yaparak) Rabbinizden gelecek bir lütfu (kazancı) aramanızda size herhangi bir günah yoktur. Arafat’tan ayrılıp akın ettiğinizde Meş’ar-i Haram’da Allah’ı zikredin ve O’nu size gösterdiği şekilde anın. Şüphesiz siz daha önce yanlış gidenlerden idiniz.” (2.Bakara-197)
“Sonra insanların (sel gibi) aktığı yerden siz de akın. Allah’tan mağfiret isteyin. Çünkü Allah affedici ve esirgeyicidir.” (2.Bakara-199)
“Hac ibadetlerinizi bitirince, babalarınızı andığınız gibi, hatta ondan daha kuvvetli bir şekilde Allah’ı anın. İnsanlardan öyleleri var ki: Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver, derler. Böyle kimselerin ahiretten hiç nasibi yoktur.” (2.Bakara-200)
“Sayılı günlerde (eyyam-ı teşrikte telbiye ve tekbir getirerek) Allah’ı anın. Kim iki gün içinde acele edip (Mina’dan Mekke’ye) dönmek istese, ona günah yoktur. Bunlar günahlardan sakınanlar içindir. Allah’tan korkun ve bilin ki hepiniz O’nun huzurunda toplanacaksınız.” (2.Bakara-203)
“Şüphesiz, alemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (mâbet), Mekke’deki (Kâbe) dir.” (3.Âl-i İmran-97)
“Orada apaçık nişaneler, (ayrıca) İbrahim’in makamı vardır. Oraya giren emniyette olur. Yoluna gücü yetenlerin o evi haccetmesi, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse bilmelidir ki, Allah bütün alemlerden müstağnidir.” (3.Âl-i İmran-97)
“Ey iman edenler! Akitleri (n gereğini) yerine getiriniz. İhramlı iken avlanmayı helâl saymamak üzere (aşağıda) size okunacaklar dışında kalan hayvanlar, sizin için helâl kılındı. Allah dilediğine hükmeder.”(5.Maide-1)
“Ey iman edenler! Allah’ın (koyduğu dini) işaretlerine, haram aya, (Allah’a hediye edilmiş) kurbana, (ondaki) gerdanlıklara, Rablerinin lütuf ve rızasını arayarak Beyt-i Haram’a yönelmiş kimselere (tecavüz ve) saygısızlık etmeyin.
İhramdan çıkınca avlanabilirsiniz. Mescid-i Haram’a girmenizi önledikleri için bir topluma karşı beslediğiniz kin sizi tecavüze sevk etmesin! İyilik ve (Allah’ın yasaklarından) sakınma üzerinde yardımlaşın; günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın cezası çetindir.” (5.Maide-2)
“İnsanlar arasında haccı ilan et ki, gerek yaya olarak, gerekse nice uzak yoldan gelen yorgun argın develer üzerinde, kendilerine ait birtakım yararları yakînen görmeleri, Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belli günlerde Allah’ın ismini anmaları (kurban kesmeleri için) sana (Kâbe’ye) gelsinler. Artık ondan hem kendiniz yiyin, hem de yoksula, fakire yedirin. Sonra kirlerini gidersinler; adaklarını yerine getirsinler ve o Eski Evi (Kâbe’yi) tavaf etsinler.” (22.Hac-27,28,29)
“Çevrelerinde insanlar kapılıp götürülürken, bizim (Mekke’yi) güven içinde kutsi bir yer yaptığımızı görmediler mi? Hâlâ bâtıla inanıp Allah’ın nimetine nankörlük mü ediyorlar?” (29.Ankebut-67)
88-HACCIN FAYDA VE HİKMETLERİ NELERDİR?
Haccın fayda ve hikmetleri, bağımsız kitaplara konu teşkil edecek kadar çoktur. Bunlardan bir kısmı aşağıdaki şekilde sıralanabilir:
*Hac ibadeti, gerekli şartları taşıyanların ömürlerinde bir kere yapmaları gereken farz bir görevdir. Allah tarafından farz kılınan bu önemli sorumluluğu yerine getirmek, önemli bir vazife ve mertebedir.
*Hac ibadetini yapan kişi, ihramlı bulunduğu süre içinde, diğer zamanlarda sakınca bulunmayan, birtakım işleri yapmaktan men edilmiştir. Bu yasaklar, onu tam anlamıyla ibadet iklimi içine sokar. Hac görevi bitince, bir bakıma yeniden hayata başlamış olur. Bu durum, kişinin tam anlamıyla nefs muhasebesi yapmasına ve geçmiş hatalarından sıyrılarak günahsız bir hayata başlamasına vesile olur.
*İhrama girmek, hac eden müslümanlar arasında gerçek bir eşitlik sağlar. Hac edenler genelde zengin olmakla birlikte mal varlıkları ve dünyevî makamları arasında çok farklılıklar vardır. İhram, bütün bu farklılıkları ortadan kaldırır. Herkes başı açık ve yalınayak olarak Kâbe’yi tavaf eder. Böylece şekilde eşitlenen mü’minler, eşitlik fikrinin bilincine vararak ruhen de olgunlaşırlar.
*İslam dini, bütün mü’minlerin kardeş olduğunu bildirmiştir. (49.Hucurat-10) Hac ibadeti sırasında, kardeşlik fikri belirginleşerek bütün mü’minler arasında kolektif bir şuur derecesine ulaşır.
*Hac ibadetini yapan insanlar, ihrama girip dünyevî mal ve rütbelerinden tamamıyla uzaklaşınca, Allah’ın rızasını kazanmak için asıl olanın takva olduğunu daha iyi anlarlar. İleriye dönük olarak salih amel sahibi olma ve dünyadaki yetkilerini kötüye kullanmama fikri, iç alemlerinde ön plâna çıkmaya başlar.
*Kin, nefret, hırs, haset, bencillik ve kibir gibi yanlış düşünce ve davranışlar hac ibadeti ile bağdaşmaz. İhrama girip, hac ibadetini yapmakta olan milyonlarca insanın arasına karışan kişi, bu tür yanlışlardan sıyrılmaya başlar. Fedakârlık, sevgi, kanaat, başkasının iyiliğini isteme ve tevazu gibi güzel huyların önemini daha iyi anlar.
*Kâbe’yi tavaf ve Arafat’ta toplanma, Kur’an’da bildirilen mahşer yerini andırır. Mü’minler bu kalabalık içinde ölüm sonrasını düşünürler. İnsan hayatının öteki dünya boyutu ve hesap gününün önemi ortaya çıkar.
*İhrama giren kişi, normal hayatının seyri dışına çıkarak birtakım yasaklara uymaya başlar. Zenginliğiyle ve dünyevî yetkileriyle ilişkisini keser. Böylece Allah karşısında güçsüz olduğunu kabul etmiş olur. İyi bir kul olmanın en önemli aşamalarından biri aciz olduğunun bilincine varmaktır. Bu bilince varan mü’min, daha iyi bir kul olmaya başlar.
*Hacda toplanan insanlar alış-veriş de yapabilirler. (2.Bakara-198) Böylece ekonomik dayanışma içine girmiş olurlar. Her ülkenin ürettiği yeni malların tanınması, hac mevsimi dışında da müslümanlar arasındaki ticari hayatın canlanmasına vesile olur.
*Hacılar, olumlu yönde, kültürel alış-verişte da bulunurlar. Her konuda en iyi örneklerin tanınması için, hac mevsimi önemli bir fırsattır.
*Bütün hacıların aynı istikamette dönerek Kâbe’yi tavaf etmeleri, tevhid fikrini sembolik bir şekilde ifade eder.
*Hacda yapılan bazı ibadetler bize geçmiş olayları hatırlatır. Mesela Safa ile Merve arasında koşarken, Hz. Hacer validemizin oğlu İsmail için su aramasını, şeytan taşlarken Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i Allah için kurban etmeye götürürken şeytanla mücadelesini hatırlarız. Böylece inançlarımızın tarihi boyutlarıyla ilişkiye geçmiş oluruz.
*Hacda milyonlarca zengin müslüman bir araya gelmiş olur. Böylece her mü’min güçlü bir ümmetin mensubu olduğunun farkına varır. Diğer insanlar da Müslümanların büyük bir güç olduğunu anlarlar.
89-HACCIN FARZ OLMASININ ŞARTLARI NELERDİR?
Şu şartları bir arada taşıyan kimseye hac farz olur:
*Müslüman olmak
*Ergin (baliğ) olmak
*Akıllı olmak
*Hür olmak
*Zengin olmak (gücü yetmek)
*Hac ibadetinin yapıldığı günlere yetişmek
90-HAC İBADETİNİ EDA ETMENİN ŞARTLARI NELERDİR?
Kişinin, üzerine farz olan hac ibadetini eda etmesinin şartları şunlardır:
*Sağlıklı olmak
*Yol güvenliği bulunmak
*Tutuklu, hükümlü veya yurt dışına çıkış yasağı gibi geçici bir engeli bulunmamak
*Kadın için, yanında bir mahremi bulunmak
*Kadın için varsa, boşanma veya vefat iddeti müddetini doldurmuş olmak
91-HACCIN SIHHATININ ŞARTLARI NALARDİR?
Yapılan haccın geçerli olması için şu şartların yerine getirilmesi gerekir:
*Hac yapan kişi, hac yaptığı sırada müslüman olmalıdır.
*İhrama girilmelidir.
*Haccın farzları, belirlenmiş olan vakitlerde yerine getirilmelidir.
*Haccın farzları, özel mekânlarda yerine getirilmelidir. Vakfe Arafat’ta, tavaf Kâbe’nin etrafında yapılmalıdır.
92-HAC İBADETİ HANGİ GÜNLERDE YAPILIR?
Arafat’ta vakfe, Zilhicce ayının dokuzunda (Kurban bayramının arefe günü) zeval vaktinde, yani güneş tam tepede iken başlar, bayramın ilk günü şafak sökünceye kadar devam eder.
Haccın farzlarından olan ziyaret tavafı ise Kurban bayramının ilk üç gününde yapılır. Ancak Arafat’ta vakfe yapan kişi bayramın ilk üç gününde ziyaret tavafını yapamazsa daha sonraki günlerde yapar. Hatta ömrü sona ermeden bu görevi ifa eden kişi hac ibadetini tamamlamış olur. Ancak bayramın ilk üç gününde yapılması vacip olduğundan sonraya bırakılırsa ceza olarak kurban kesilir.
Hac sa’yı, hac için ihrama girdikten ve hac sa’yı başladıktan sonra yapılır. Hac ayları Şevval ve Zilkade ayları ile Zilhicce ayının ilk on günüdür.
Müzdelife vakfesi, arefe gününü bayram gününe bağlayan gece yapılır.
Şeytan taşlama ibadeti bayramın birinci günü başlar, dördüncü günü güneş batıncaya kadar devam eder.
Hacla ilgili üç hutbeden biri Zilhicce’nin yedinci günü harem-i şerifte öğleden önce, ikincisi Arafat’ta öğlen vakti birleştirilen öğle ile ikindi namazlarından önce, üçüncüsü ise bayramın ikinci günü öğle namazından önce minada okunur.
Zilhicce’nin 10, 11 ve12. günleri minada geçirilir ve orada gecelenir.
93-KALABALIK NEDENİYLE HAC İBADETİ BELLİ GÜNLER
DIŞINDA YAPILABİLİR Mİ?
Kur’an’da hilâl şeklinde yeni doğan ayların sorulduğu anlatıldıktan sonra şöyle denir: “Onlar insanlar ve özellikle hac için vakit ölçüleridir.” (2.Bakara-189) Bu ayetten haccın belli bir vakti olduğunu anlıyoruz.
Gene Kur’an’da: “Hac bilinen aylardır.” (2.Bakara-197) denmektedir. Buradan da haccın belli bir vakti olduğunu öğreniyoruz.
Hz. Peygamber (sav), hac menasikinin kendisinden alınmasını emretmiştir. (Müslim,Hac-310) Bizler, hac ibadetini Resulullah’tan gördüğümüz gibi yapmakla mükellefiz.
Hac ayları Şevval ve Zilkade ayları ile Zilhiccenin ilk on günüdür. Bazı müçtehitler Zilhicce’nin tamamını kabul ederler.
Haccın üç farzından biri olan ihrama girme anılan üç ayda olur. Ancak ihram diğer ibadetleri yerine getirmek için bir şart olduğundan önceden girip bu aylarda devam ettirmek mümkündür. Sünnete uygun olan bu aylarda girmektir.
Arafat’ta vakfe yapmanın sınırlı bir zamanı vardır. Bu konuyu açıklığa kavuşturan ve Tirmizi, Ebu Davud, Nesai, İbnu Mace gibi muhaddisler tarafından rivayet edilen bir hadis şu şekildedir:
“Hac Arafat’tır, kim Cem (müzdelife) gecesi fecrin doğmasından önce (vakfeye yetişirse), haccı idrak etmiş demektir.” (Prof. İ. Canan, Kütüb-ü Sitte, c:14, s:459, 1427.hadis)
Hadisten ve Hz. Peygamberin uygulamasından anlaşıldığı gibi Arafat vakfesinin zamanını değiştirmek mümkün değildir.
Ziyaret tavafının bayramın ilk üç gününde yapılması vaciptir. Kurban cezasını ödemek şartıyla daha sonra da yapılabilir.
Kalabalıktan doğan zorluklar nedeniyle hac ibadetini birkaç aya yaymak, bazı ülkelerin bir ayda, diğerlerinin başka bir ayda hac yapmalarını sağlamak mümkün değildir. Böyle bir uygulama hem Resulullah’ın uygulamasına hem de hac ibadetinin hikmetine ters düşer. Zahmetine katlanarak haccın faziletinden yararlanmak gerekir. Eğer Mekke’deki yollar ve ibadet mekânları dar geliyorsa, bunun çaresi Resulullah’ın’ uygulamasını değiştirerek, emirlerine muhalif davranmak değil, söz konusu mekânları genişletmek olmalıdır.
94-HACCIN FARZLARI NELERDİR?
Haccın üç farzı vardır:
*İhrama girmek (erkekler için)
*Arafat’ta vakfe yapmak
*Ziyaret tavafını yapmak
95-HAC İBADETİNİN VACİPLERİ NELERDİR?
Hac ibadetinin vacipleri şunlardır:
*Safa ile Merve arasında sa’y yapmak. Safa’dan başlayıp Merve’de tamamlamak üzere dört gidiş üç dönüşten ibarettir, toplam yedi şavt eder.
*Müzdelife vakfesini yapmak. Arefe gününü bayram gününe bağlayan gece yapılır.
*Şeytan taşlamak. Bayramın ilk üç gününde küçük cemre, orta cemre ve Akabe cemresi adı verilen yerlere ufak taşlar atılır.
*Saçları tıraş etmek ve kısaltmak. Bu işlem bayramın ilk üç gününde yapılır.
*Hacıların Mekke’den ayrılmadan veda tavafını yapmaları.
96-UMRE NEDİR? NASIL YAPILIR?
Herhangi bir ayda ihrama girerek tavaf ve sa’y yaptıktan sonra tıraş olup ihramdan çıkmaktır.
Hanefi ve Malikilere göre müekked sünnettir. Şafii ve hanbelilere göre farzdır.
97-FARZ OLANI DIŞINDA HACCIN VACİP VE NAFİLE OLANI
DA VAR MIDIR?
Gerekli şartları taşıyan kişinin ömründe bir kere hac yapması farzdır. Bunun dışında haccın vacip ve nafile olanı da vardır:
*Hac etmeyi adayan kişinin adağını yerine getirmesi vaciptir.
*Farz ve vacip dışında yapılan haclar nafiledir.
98-İFRAD, TEMETTU VE KIRAN HACLARI ARASINDA NE FARK
VARDIR?
Hac, umre ile birlikte veya ayrı olarak ve aynı ihramla yapılıp yapılmamasına göre üçe ayrılır:
*İfrad Haccı: Umre yapmadan hac ibadetini yerine getiren kişinin haccı bu adı alır.
*Temettu’ Haccı: Hac için giden kişi, önce umre ibadetini yerine getirip ihramdan çıkar ve bir müddet sonra yeniden ihrama girip hac yaparsa, yerine getirdiği hac bu adı alır.
*Kıran Haccı: Aynı yılın hac aylarında ihramdan çıkmadan hem umre hem de hac yapmaya denir.
99-ADET VE LOĞUSA HALİNDEKİ KADINLAR HAC
ESNASINDA HANGİ İBADETLERİ YAPABİLİRLER?
Adet (loğusa) gibi özel hallerini görmekte olan kadınlar, hac ibadetinin tavaf dışındaki bütün gereklerini yerine getirirler. Üzerlerine farz olan ziyaret tavaflarını, loğusalıkları sebebiyle, bayramın ilk üç gününde yerine getiremeyenler, tavaflarını sonraki günlerde yaparlar. Hac ibadetini tamamladıktan sonra Mekke’den ayrılacakları günlerde mazeret sahibi olurlarsa, veda tavafını yapmazlar.
Sonuç olarak hayız ve nifas durumu haccın yapılmasına engel teşkil etmez.
100-HAC VE UMRE SEBEBİYLE KESİLEN KURBANLARLA
KURBAN BAYRAMI DOLAYISIYLA KESİLEN KURBANLAR
AYNI MIDIR?
Hac ve umre sebebiyle kesilen kurbanlara “hedy” denir. Kurban bayramı dolayısıyla kesilen kurbanlara ise “uhdiyye” denir. Bu iki kurban türü, kişinin sorumlu olması açısından birbirinden farklıdır.
Hedy kurbanları harem bölgesinde kesilir. Uhdiyye kurbanları ise istenen yerde kesilebilir.
Kurban bayramına ulaşan her mükellef zenginin uhdiyye kurbanını kesmesi vaciptir. Hedy kurbanını ise temettü’ ve kıran haccı yapanlar ile haccın bazı kurallarına uymayanlar keserler. İfrad haccı yapanların kesmesi vacip değildir. Hedy kurbanının kesilmesi gerektiği ayetle sabittir. (2.Bakara-196) bu sebeple hedy kurbanını farz görenler de olmuştur.
Hedy kurbanını kesemeyen aynı ayetin bildirmesine uygun olarak; üç gününü hacda iken, yedi gününü de hacdan sonra olmak üzere on gün oruç tutar.
101-HACILARIN KURBANLARINI VEKÂLET YOLUYLA
MEMLEKETLERİNDE KESTİRMELERİ MÜMKÜN MÜDÜR?
Bir önceki sorunun cevabından da anlaşıldığı gibi, kurban kesmesi gereken hacılar, harem bölgesinde keserler. Hedy kurbanını kesmek vacip olduğu gibi, bu kurbanı harem bölgesinde kesmek de vaciptir.
Kurban bayramı vesilesiyle kesilen kurbanı vekâlet vererek bulunduğu yerin dışında hatta bir başka ülkede kestirmek mümkündür. Hac vesilesiyle kesilen kurban için de vekâlet vermek mümkündür; ancak bu vekâletin harem bölgesinde kesilmek üzere verilmesi gerekir.
İslam’da israf ve boşa verme yasak olduğuna göre harem bölgesinde kesilen birçok kurbana ait et, deri ve değerlendirilebilecek diğer organların muhafaza edilip ihtiyaç sahiplerine verilmesi gerekir. bu konuda gerekli tedbirleri almak müslümanlar için bir sorumluluktur. Kurbanı hem bu bölgede kesmek hem de bozulmasına meydan vermeden gerekli önlemleri almak mümkündür. (Son yıllarda söz konusu tedbirlerin alındığı görülmektedir.)
102-HANGİ İBADETLERİ VEKÂLETLE YAPTIRMAK
MÜMKÜNDÜR?
Öncelikle vekâlet vererek yaptırılamayacak ibadetleri bilmekte fayda vardır. Namaz ve oruç gibi bedenî ibadetler vekâletle yapılamaz. Çünkü böyle bir yola başvuran, bu ibadetlerin, nefs eğitimi yönünden yararlanamaz, ayrıca bedensel olarak hiçbir zorluğa katlanmış olmaz.
Malî ibadetler vekâletle yerine getirilebilir. Mesela vekâletle zekât vermek ve kurban kestirmek mümkündür.
Hem bedenî hem de malî bir ibadet olan haccın vekâletle yaptırılması ise bazı şartlara bağlıdır. Hac yapması gereken kişinin hac yapamayacak kadar hasta olması veya tutuklu bulunması bu şartların en önemlilerindendir.
103-KURBANDAN BAHSEDEN AYETLER HANGİLERİDİR?
Kurbandan bahseden ayet-i kerimeler şöyledir:
“Haccı ve umreyi Allah için tam yapın. Eğer (bunlardan) alı konursanız kolayınıza gelen kurbanı gönderin. Kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. Sizden her kim hasta olursa yahut başından bir rahatsızlığı varsa, oruç veya sadaka veya kurban olmak üzere fidye gerekir. (Hac yolculuğu için) emin olduğunuz vakit kim hac günlerine kadar umre ile faydalanmak isterse, kolayına gelen bir kurban kesmek gerekir. Kurban kesmeyen kimse hac günlerinde üç, memleketine döndüğü zaman yedi olmak üzere oruç tutar ki, hepsi tam on gündür. Bu söylenenler, ailesi Mescid-i Haram civarında oturmayanlar içindir. Allah’tan korkun. Biliniz ki Allah’ın vereceği ceza ağırdır.” (2.Bakara-196)
(Bu ayette bahsedilen kurban, temettü ve kıran haccı yapanlar tarafından kesilmesi gereken hedy kurbanıdır.)
“Ki kendileri için birtakım faydalara tanık olsunlar ve (Allah’ın)
kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerine belli günlerde (onları
kurban ederken) Allah’ın adını ansınlar. Onlardan yiyin, sıkıntı içinde bulunan
fakire de yedirin.” (22.Hac-28)
(Bu ayette de bahsedilen kurban, hacda kesilendir. Ayette “belli günler” olarak belirtilen kurban kesme günleri Zilhicce’nin 10, 11 ve12. günleridir. Hac dışında kurban bayramı münasebetiyle kesilen kurbanlar da bu günlerde kesilir.)
“Biz, her ümmete-(Kurban kesmeye uygun) hayvan cinsinden kendilerine rızık olarak verdiklerimiz üzerine Allah’ın adını ansınlar diye- kurban kesmeyi gerekli kıldık. İmdi, ilahınız, bir tek ilahtır. Öyle ise, O’na teslim olun. (Ey Muhammed!) O ihlâslı ve mütevazı insanları müjdele.” (22.Hac-34)
“Biz, büyükbaş hayvanları da sizin için Allah’ın (dininin) işaretlerinden (kurban) kıldık. Onlarda sizin için hayır vardır. Şu halde onlar, ayakları üzerine dururken üzerlerine Allah’ın ismini anınız (ve kurban ediniz). Yan üstü yere düştüklerinde ise (can çıktığında) onlardan hem kendiniz yiyin, hem de ihtiyacını gizleyen-gizlemeyen fakirlere yedirin. İşte bu hayvanları biz, şükredesiniz diye sizin istifadenize verdik.” (22.Hac-36)
“Onların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşır; fakat O’na sadece sizin takvanız ulaşır. Sizi hidayete erdirdiğinden dolayı Allah’ı büyük tanıyasınız diye O, bu hayvanları böylece sizin istifadenize verdi. (Ey Muhammed!) Güzel davrananları müjdele.” (22.Hac-37)
“Öyleyse Rabbin için namaz kıl, kurban kes.” (108.Kevser-2)
104-KURBAN KESMEK DİNİ HÜKÜM OLARAK NEDİR?
Kur’an’da; “Biz, her ümmete -(kurban kesmeye uygun) hayvan cinsinden kendilerine rızık olarak verdiklerimiz üzerine Allah’ın adını ansınlar diye- kurban kesmeyi gerekli kıldık.” (22.Hac-34) denmektedir. Bu ayetten, bütün ümmetler tarafından kurban kesildiğini anlıyoruz.
Gene Cenab-ı Hak Hac sûresinin 36. ayetinde, kurbanlık hayvanlardan bahsederken büyükbaş hayvanlar için, “şeairullah” tabirini kullanmaktadır. Şiar, dinde alamet olan özellik demektir. Bundan, kurban kesmenin önemli bir iş olduğunu anlıyoruz.
Hac sûresinin 37. ayetinde ise kurban olarak kesilen hayvanların etlerinin de kanlarının da Allah’a kavuşmayacağı ifade edilmiştir. Bu uyarıdan, yapılan amellerde iyi niyet, ihlas ve takva sahibi olmamız gerektiği anlaşılmaktadır.
Kevser sûresinin ikinci ayetinde ise “Kurban kes.” Emri vardır. Emir fiil çekimi itibarıyla tekil olduğu için, bazı müçtehitlerde, bu sorumluluğun sadece Resulullah’a ait olabileceği fikri ortaya çıkmıştır. Bu sebeple kurban emrini içeren delilin Kur’an’da bulunuşu sabit olmakla birlikte, bütün zengin Müslümanlara şamil olup olmadığı hususunda zan meydana gelmiştir.
Netice olarak mezheplerin kurban hakkındaki kanaatleri şöyledir:
Hanefi mezhebine göre kurban vaciptir. Diğer üç mezhebe göre müekked sünnettir.
Kur’an’daki altı ayette kurbandan bahsedilmesi, anılan işin önemli bir ibadet olduğunu göstermektedir.
105-KİMLERİN KURBAN KESMESİ GEREKİR?
Akıllı, baliğ (ergin), müslüman ve zengin olan kimselerin kurban kesmeleri gerekir.
Kurban kesmek için sahip olunan nisap miktarı mala, bir yıldan beri sahip olmak ve malın artıcı nitelik taşıması gerekmez. Temel ihtiyaçları hariç, bayramın ilk günü nisap miktarı zenginliğe ulaşan kişi, elde ettiği mal; ticaret malı ve para gibi artıcı nitelik taşımazsa bile, kurban kesmekle mükellef olur.
Yukarıdaki şartları taşıyan herkes, kurban keser. Bir ailede bu şartları taşıyan birden fazla kişi varsa, hepsi keser. Ancak Şafii mezhebine göre, bir aileden bir kişinin kesmesi yeterlidir.
106-KURBAN KESMEK YERİNE SADAKA VERİLEBİLİR Mİ?
Bir ibadetin sorumluluğundan, bir başka ibadet yapmak suretiyle kurtulmak mümkün değildir. Mesela namaz yerine oruç tutmak, hac yerine zekât vermek kesinlikle olmaz.
Düşkünlük derecesine varan yaşlılık ve iyileşmeyecek hastalık nedeniyle, fidye ödeyerek Ramazan orucunun borcundan kurtulmak için bir düzenleme yapılmıştır. Hacda hedy kurbanını kesemeyenler için de, üç günü hacda iken yedi günü de memlekete döndükten sonra toplam on gün oruç tutma şartı vardır. Hata ile bir mü’mini öldüren kişiye, diyet vermenin dışında, bir köle azat etmek, gücü yetmezse peş peşe iki ay oruç tutmak şarttır. Karısını, annesine benzettiği için zıhar kefareti ödemesi gereken kişi için de gücünün yetip yetmemesi durumuna göre sırayla şu üç cezadan birini ödemesi gerekir: Ya bir köle azat eder, ya altmış gün peş peşe oruç tutar veya altmış fakiri bir gün doyurur. Yaptığı yemine riayet etmeyen kişi ise sırası ile gücünün yetmesine göre şu üç işten birini ceza olarak yerine getirir: Ya bir köle azat eder, ya da on yoksulu bir gün doyurur veya üç gün peş peşe oruç tutar.
Bir kolaylık olarak yukarıdaki düzenlemeler yapılmıştır. Ama insanın kendi kendine karar verip bir ibadetin yerine başka bir ibadet yapması
ve böylece sorumlu olduğu bir işten kurtulması mümkün değildir. Kurban kesmek bir ibadet olduğu gibi, sadaka vermek de başka bir ibadettir. Her ikisinden dolayı sevap kazanırız; her birini kendi yerine yaparız.
Kurban kesmek yerine kasaptan bol miktarda et alıp fakirlere dağıtmak, veya
kurbanın değerinden daha çok parayı tasadduk etmek suretiyle kurban kesmiş gibi
olamayız. İbadetlerin bazı hikmet ve faydalarına bakarak:
“bu faydaları şu işle de gerçekleştirebiliriz” demek, son derece yanlıştır. Her
ibadetin bizim bilmediğimiz daha nice faydaları vardır. Esasen ibadetleri,
Kur’an’ın bildirdiği ve Hz. Peygamber’in öğrettiği şekilde yapmalıyız. Dinde
birtakım değişiklikler yapmaya hiç kimsenin hakkı ve yetkisi yoktur.
107-YOLCULAR DA KURBAN KESER Mİ?
Hanefi mezhebine göre yolcuya kurban kesmek vacip değildir.
Şafii, Hanbeli ve Maliki mezheplerine göre, kesilmesi sünnet olan kurban sorumluluğu yolculuk nedeniyle sakıt olmaz.
108-KURBAN İÇİN NİYET ŞART MIDIR?
Kurban için niyet şarttır. Hatta eğer büyükbaş bir hayvan yedi kişi tarafından kurban edilecekse, bu şahıslardan her birinin kurbana niyet etmiş olmaları gerekir; eğer biri kurban için değil de etine ortak olmak için niyet ederse, hayvanın kurban olarak kesilmesi caiz olmaz.
109-KURBAN HANGİ GÜNLERDE KESİLİR?
Kurban kesme vakti, kurban bayramının ilk üç günüdür. Birinci gün kesilmesi daha sevaptır.
İmam Şafii’ye göre, bayramın dördüncü günü de kurban kesilebilir.
110-HANGİ HAYVANLAR KURBAN EDİLİR?
Şu hayvanlar kurban edilebilir:
*Bir yaşını bitirmiş olan koyun ve keçi ile yedi sekiz aylık olduğu halde bir yaşındaymış gibi görünen koyun.
*İki yaşını doldurmuş sığır ve manda
*Beş yaşını doldurmuş deve
Koyun ile keçi birer kişi tarafından; sığır, manda ve deve ise birden yediye kadar ortak tarafından kurban edilebilir.
111-FAKİR KİMSE DE KURBAN KESEBİLİR Mİ?
Fakir kimse de kurban kesebilir. Ancak onun kestiği kurban, vacip niteliğinde olmayıp nafiledir.
Zengin adamın aldığı kurbanlık kaybolduğu için yerine başkasını alıp kestikten sonra eskisi bulunsa, onu da kesmesi gerekmez; çünkü vacip olan görevini yerine getirmiştir.
Fakir kimsenin aldığı kurbanlık kaybolduğu için yerine başkasını alıp kestikten sonra eskisi bulunsa, onu da kesmesi gerekir. Fakire kurban kesmek, başlangıçta vacip olmadığı için, aldığı ilk hayvan adak sayılır, adak olduğu için de, bulunduğunda kesmek vacip olur.
112-KURBANIN ETİ VE DERİSİ NE YAPILIR?
Müstehap olan, kurbanın etini üçe bölerek şu şekilde tüketmektir:
*Üçte birini kurban sahibi alır.
*Üçte biri, kurban sahibi tarafından dostlarına ikram edilir.
*Üçte biri fakirlere dağıtılır.
Geçimi orta halli olan kimseler, kurban etinin tamamını veya tamamına yakınını kendi aileleri için saklayabilirler.
Kurban derisi satılıp parası harcanmaz; kesim ücreti olarak kasaba da verilemez.
Kurban derisi işlenerek evde seccade ve benzeri bir ev eşyası olarak kullanılabilir.
Satılması halinde parası tasadduk edilmelidir. Kurban derisi, tasadduk edilecekse, dinen sadaka verilmesi caiz olan bir kişiye veya hayır işlerine bakan bir kuruma verilmelidir.
113-HAYVANA EZİYET VERMEMEK İÇİN ÖNCE BAYILTIP
SONRA KESMEK CAİZ MİDİR?
Hayvana eziyet vermemek, bıçağı kurbanlığa göstermemek, iyi bilenmiş bir bıçakla kesmek sünnete uygun davranışlardır.
Şurası da gözden uzak tutulmamalıdır ki, eti yenen hayvanlar sadece kurban edilmek için kesilmemektedir. Her gün mezbahanelerde binlerce hayvan kesilip insanların istifadesine sunulmaktadır. Sanki sadece kurban münasebetiyle hayvanlar kesiliyormuş ve onun dışında kimse et yemiyormuş gibi bir hava oluşturmak doğru değildir.
Kurban edilecek hayvanın ölüm sebebi, kurban niyetiyle usulüne uygun olarak kesilme olmalıdır.
Bunun dışında hayvana eziyet etmemek için tedbir alınabilir. Ancak kurban edilecek hayvanı, şokla ölüm sürecine soktuktan sonra, alelacele bıçakla kesip kanını akıtarak şokla gelmekte olan ölümle bir yarış içine girmek ne derece doğru olur? Bu durumda bir belirsizlik ortaya çıkmaktadır. Kurban kesmek, insanlara değil, Allah’a yaranmak için yapılan bir ibadettir.
114-KAÇ ÇEŞİT KURBAN VARDIR?
Kurban çeşitleri şunlardır:
A-Hedy Kurbanı: Hac münasebetiyle hicazda kesilen kurbanlar. Bunlar dört grupta toplanabilir.
*Temettü ve kıran haccı yapanların kesmeleri gereken kurban.
*Hac ve umrenin vaciplerini terk eden veya vaktinde yapmayanlar ile ihram yasaklarına uymayan kimseler tarafından kesilmesi gereken kurban.
*Hac ve umre için ihrama girdiği halde vakfe ve tavaf gibi rükünleri yerine getirme imkânı kalmadığı için, ihramdan çıkmak isteyen kişinin kesmesi gereken kurban.
*Harem bölgesinde kesilmek üzere adanan kurban.
B-Uhdiyye Kurbanı: Kurban bayramı münasebetiyle zengin mükellefler tarafından kesilmesi gereken kurban.
C-Akika Kurbanı: Yeni doğan çocuklar münasebetiyle kesilen kurban.
D-Adak Kurbanı: Bir işin gerçekleşmesine bağlı olarak kesilmesi adanan kurban.
115-AKİKA KURBANI NE ZAMAN KESİLİR? DİNİ HÜKMÜ
NEDİR?
Akika kurbanı bir çocuğun doğumu münasebetiyle, doğduğu birinci günden buluğ çağına kadarki zaman dilimi içinde kesilebilir. Ancak yedinci günde kesilmesi tercih edilir.
Dini hüküm olarak, Hanefilere göre mübah ya da menduptur. Şafii, Hanbeli ve Maliki mezheplerine göre ise sünnettir.
(Akika kurbanı kesilen yedinci günde, çocuğun saçları kesilip
ağırlığı kadar altın veya gümüş tasadduk edilir.)
116-ADAK KURBANI DİNİ HÜKÜM OLARAK NEDİR?
Bir şartın yerine gelmesine bağlı olarak adanan kurbanın, şart yerine gelince, kesilmesi vacip olur.
117-ADAK KURBANININ ETİNİ KİMLER YİYEMEZ?
Adak kurbanının etini, adayan kişi ve o kişinin bakmakla yükümlü olduğu kişiler yiyemez. Bunlar eş, çocuklar, torunlar, anne, baba, dede ve ninedir.
118-BİR ADAĞIN SAHİH OLMASININ ŞARTLARI NELERDİR?
Bir adağın sahih olmasının şartları şunlardır:
*Adanan şeyin cinsinden bir farz veya vacip bulunmalıdır. Oruç, namaz, hac, kurban gibi.
*Adanan şey, farz veya vacip olan ibadetin hazırlık şartlarından değil, bizzat farz veya vacibin kendisi olmalıdır. Mesela abdest almak adanamaz
*İnsanın üzerine zaten farz veya vacip olan bir şey adanamaz. Mesela gelecek yılın Ramazan orucunu tutmayı adamak olmaz, o zaten farz olan bir borçtur.
*Günah olan bir davranıştan adak olamaz. Mesela bir kimse kendini öldürmeyi adayamaz.
*Gerçekleşmesi mümkün olmayan bir şey adanmaz.
III
DİĞER SORULAR
l-BİD’AT NEDİR?
Dinin aslından olmadığı halde, sonradan icat edilip dinin inanç veya ibadet esaslarından biriymiş gibi gösterilen şeylere bid’at denir.
Bid’atın tanımında belirtilen özellikleri açacak olursak şunları sıralayabiliriz:
*Dini alanda,Hz. Muhammed (SAV) ve ashabından sonra icat edilen şeylerdir.
*Hem inançla ilgili konularda, hem de ibadet alanında bid’atlar ortaya çıkmıştır.
*Bid’at olan şey, dinin bir gereğiymiş gibi gösterilir. Mesela farz, vacip veya sünnet olduğu iddia edilir.
*Dinin gereği olduğu iddia edilmeyen yeniliklere bidat denmez.
*Dini bir vecibenin rahatlıkla yerine getirilmesi için yapılan şeyler, dini açıdan birer bidat olarak takdim edilemezler. Mesela cami mimarisindeki gelişmeler ile minareler bid’at sayılmaz. Çünkü Resulullah da cami yaptırmış, ezanı yüksek bir yerde okutmuştu. Daha sonra yapılanlar birer yenilik gibi görünse de Hz. Peygamber tarafından ortaya konan prensiplere uygundur.
Bazı İslâm alimleri, bid’atı, seyyie (kötü) ve hasene (iyi) olmak üzere ikiye ayırmışlardır.
Ancak, konu incelendiğinde bid’at-ı hasene adı verilen uygulamaların dinin özüne aykırı olmayan şeyler olduğu görülmektedir. Kur’an’ın bir mushaf şeklinde toplanması ile teravihin cemaatle kılınması böyledir. Aslında Hz. Peygamber de Kur’an’ı vahiy kâtiplerine yazdırıyordu.
Dolayısıyla onun vefatından sonra ilahi kitabın mushaf haline getirilmesi, bir bakıma Resulullah’ın gösterdiği hedefi sonuçlandırmak olmuştur. Hz. Peygamber birkaç kere ve kısmen de olsa cemaatle teravih kıldırmıştır.
Daha sonra farz kılınır endişesiyle bu uygulamayı terk etmiştir. Resullullah’ın vefatından sonra bir ibadetin farz olma ihtimali kalmadığına göre, Hz. Ömer devrinden başlanarak teravihlerin cemaatle kılınması, Hz. Peygamberin ilk uygulamasının bir devamı niteliğindedir. O halde bu gibi şeylere “hasene” sıfatı eklemek suretiyle bile olsa, bid’at demek zorunlu değildir.
Asıl bid’at olan şeyler, daha önce hiç olmayan ve İslam’a bir ek şeklinde ortaya çıkan inanış ve uygulamalardır.
İslam bilginlerine göre bid’at ehli aşağıdaki vasıflara sahip olur:
*Cemaatten ayrılırlar. (Cemaatten maksat ashap, büyük İslam kalabalığı ve müçtehit imamların çoğunluğudur.)
*Muhkem ayetlerden çok müteşabih ayetleri öne çıkarır, kendilerine göre bunlardan çıkardıkları hükme tabi olurlar.
*Kitap ve sünnetten ziyade kendi akıl ve anlayışlarına tabi olurlar.
İslam’a sokulmaya çalışan bid’atlar konusunda şu örnekler verilebilir:
Ameli konulardaki bazı bid’atlar:
*Türbelere mum adamak ve buralarda, sevap olduğu düşüncesiyle mum yakmak.
*Türbelere kurban adamak.
*Namazın sonunda Ayet’ul Kûrsi okunduktan sonra ellere, sağa ve sola üfürmek.
İnanç konularındaki bazı bid’atlar:
*Mü’min, geçici de olsa cehenneme girmez. Cehenneme bir kere giren bir daha çıkmaz. (Mu’tezile)
*Büyük günah işleyen imandan çıkar. Ancak kelime-i şehadet getirdiği için küfre de girmez. İkisi arasında kalır. Tevbe etmeden ölürse öldüğü andan itibaren kâfir sayılır. (Mu’tezile)
*İmamlar, nasla belirlenmişlerdir ve bütün günahlardan masumdurlar. (Şia)
*İnsanın irade hürriyeti ve seçme imkânı yoktur.(Cebriye)
2-MEVLİD OKUMAK BİD’AT MIDIR?
Bir şeyin bid’at olması için, dinin aslından olmadığı halde, aslındaymış gibi telakki edilmesi gerekir .Eğer mevlid okutan kişi, üstüne farz, vacip veya sünnet olan bir ibadeti yerine getirdiğini düşünüyorsa, yaptığı bid’at olur; eğer güzel bir geleneği yerine getirme niyetindeyse yaptığı bid’at olmadığı gibi, düzenlediği bu güzel tören nedeniyle sevap bile kazanır.
Bid’at haline sokulmadan düzenlenen bir mevlidin birtakım toplumsal faydaları vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
*Okutulan mevlid sayesinde peygamber sevgisi canlı tutulur.
*Mevlid bahirleri arasında Kur’an okunduğu ve selavat getirildiği için sevap kazanılır.
*Bir tören veya düğün vesilesiyle okutulan mevlid, içinde haram unsurlar bulundurabilecek diğer bazı etkinlikleri önlediği için yararlı olur.
*Düzenlenen daveti cazip kılar, monoton olmaktan kurtarır.
*İsrafa neden olmaz.
Diğer taraftan şu hususlardan da kaçınmak gerektiğini bilmeliyiz:
*Mevlid okutmak farz, vacip veya sünnet değildir; sadece güzel bir gelenektir.
*Ölülerin kırkıncı gününde mevlid okutmak dinin bir gereği sayılmamalıdır.
*Mevlid okutmak, kimseyi,dinin kendisine yüklediği, hiçbir sorumluluktan kurtarmaz.
*Mevlid okutan kişiler, kuvvetli ses cihazlarıyla mevlidi evlerinin bulunduğu sokak veya mahalleye duyurmamalıdırlar. Çünkü okunan Kur’an’ı dinlemek farz olduğu halde, mevlid bahirleri arasında okunan aşr-ı şeriflerin, sesin ulaştığı her yerde dinlenmesi mümkün olmaz.
*Mevlid okutanlar, en pahalı mevlithan’ı getirmek gibi gösterişe kaçan davranışlara girmemelidirler.
3-
ÇOCUKLARA AD KOYMA KONUSUNDA NELERE DİKKAT
ETMEK GEREKİR?
Çocuklarımıza ad koymak,onlara karşı en önemli görevlerimizdendir. Çünkü ad koyma olayı çocuğun iradesi dışında meydana gelir. Büyüdüğü zaman adının anlam itibarıyla hiç de hoş olmadığını gören kişi haklı olarak üzülür.
Ad koyma konusunda aşağıdaki hususlara dikkat etmek yerinde olur:
*Çocuğa konulacak isim sözlük anlamı itibarıyla güzel olmalıdır. İnsana acılık, sertlik ve olumsuzluk hissettiren isimler konmamalıdır. Sözgelimi bir çocuğa “mürre”, “kaya”, “savaş” gibi sözcükleri isim olarak koymak hoş olmaz.
*Allah’ın isimleri tek başına ad olarak konmamalıdır. Mesela bir çocuğa “Kadir”, “Samet”, “Gafur” gibi kelimeleri isim olarak veremeyiz; ancak “Abdulkadir”, “Abdussamet”, “Abdulgafur” deriz. Böylece çocuğu Allah’ın adıyla çağırma yerine, onun Allah’ın kulu olduğunu hatırlatmış oluruz.
*Çocuklara daha doğuştan fahr ve övünç sebebi sayılacak isimler kurmamız çok yerinde olmaz. Bazı isimler özünde övünme taşırlar. Mesela, Necmeddin dinin yıldızı, Fahreddin dinin övüncü anlamına gelir. Her ne kadar bu tür isimleri çocuklarına verenlerin amaçları onların dininin yıldızı ve övüncü olacak bir şekilde yetişmelerini istemeleri ise de, ilk bakışta çocuğu övmeye yönelik bir anlam görünmektedir.
*Birtakım ecnebi filmlerin gerçek veya sanal kahramanlarından etkilenerek kültürümüzde yeri olmayan isimleri çocuklara ad olarak koymak hatalı bir davranıştır. Bu tür davranışlar, kültür erozyonuna teslim olma anlamına gelir.
*Gayr-i Müslim bir insan Müslümanlığı seçince ismini değiştirmesi zorunlu değildir; ancak kendisi iterse değiştirebilir.
*Çocuklarımıza özellikle Hz. Peygamber’in, onun hanımlarının ve çocuklarının isimlerini ad olarak vermeliyiz. Daha sonra adı Kur’an’da geçen peygamberlerle, meşhur sahabilerin, alim tabiilerin isimlerini seçmeliyiz. Arkasından dini ilimlerde ileri gitmiş ve topluma faydası dokunmuş fakihlerin, muhaddislerin ve maneviyat önderlerinin isimleri tercih edilmelidir. Geleneğe uyarak aile büyüklerinin isimleri de ad olarak konulabilir. Bütün bunlar dışında bir ad koyacaksak, sözlük itibarıyla anlamı güzel bir kelime seçmeliyiz.
4-DİNİ BAYRAMLARI NASIL GEÇİRMELİYİZ?
Dini bayramları nasıl geçirmemiz gerektiği konusunda şunları bilmemiz icap eder:
*Dini bayramları, evimizin dışında geçirebileceğimiz birer tatil gibi telakki etmemeliyiz. Günümüz şartlarında, aylar boyu süren yoğun çalışmalar neticesinde oluşan stresli havayı dağıtmak için, bulunduğumuz ortamın dışına çıkarak, yılda bir kere tatil yapmak, ihtiyaç haline gelmiştir. Ancak bu ihtiyacı bayram günleri dışında gidermek gerekir. Eğer bir mecburiyet yoksa, bayramı evimizde geçirmeliyiz.
*Bayram günleri mutlu bir hava içinde geçirilmelidir. Özellikle yaşlılar ve çocukların hoşnut edilmeleri için gerekli tedbirler alınmalıdır. Yaşlıların elleri öpülmeli, varsa ihtiyaçları giderilmelidir. Çocuklara yeni elbiseler ve oyuncaklar alınmalıdır.
*Akraba ve dostlar ziyaret edilmeli, hal-hatırları sorulup gönülleri alınmalıdır.
*Bayram günlerinde evde pijama ile oturulmamalı, her an misafir gelecekmiş gibi hazırlıklı olunmalıdır.
*Bayram günlerinde, hastalık gibi bir zorunluluk olmadan, istirahat maksadıyla uyumak doğru değildir.
*Uzaktaki dost ve akrabalarla, kart atarak ve telefon ederek bayramlaşılmalıdır.
*Gelen misafirlere güler yüz gösterilmeli, el öpmeye gelen çocuklara küçük hediyeler verilmeye çalışılmalıdır. Misafirlere çevrenin örfüne göre bir ikramda bulunulmalı, ancak ikramların yenilip içilmesi için ısrar edilmemelidir.
*Bayram günleri mümkün olduğunca neşe içinde geçirilmeli, bu arada ibadetler ihmal edilmemelidir.
*Anne, baba ve akrabalar dışında, varsa eski öğretmen ve hocalar ziyaret edilip duaları alınmalıdır.
5-DİNE GÖRE RUH ÇAĞIRMA MÜMKÜN MÜDÜR?
Dini bilgilere göre ruh çağırma ve ruhun yapılan davete icabet edip gelmesi mümkün değildir. Ancak ruh çağıranlar ve bu seanslara katılanlar, yapılan davete icabet eden bir metafizik varlıktan bahsetmektedirler. Buna ancak şu cevap verilebilir: eğer bir varlık geliyorsa, bu insan ruhu değildir. Melekler de bu tür şeylere kesinlikle alet olmazlar. O halde gelen, insanlarla ilişkiye geçen bir cindir.
Dini bilgilere göre ruh çağırmaya cevaz vermek mümkün değildir.
Bu tür seansların kimseye bir faydası da dokunmamaktadır.
Konu hakkında söylenecek son söz şudur: Ruh çağırma gibi gerçekle alakası olmayan şeylere itibar etmek, dini açıdan yanlıştır. Bize faydası olmayan bu tip şeylere, merak saikiyle katılmanın yersiz olduğu meydandadır. Yalnız bu tip şeyleri değil, hayat boyunca bize faydası olmayan ve yerine göre zararlı olabilecek hiçbir gizli şeyi merak etmemeliyiz. Bu tür yersiz meraklar, bizi günah sahibi yapmaktan veya başımıza iş açmaktan başka bir şeye yaramaz.
6-REENKARNASYON GERÇEK MİDİR? İSLAM’IN BU
KONUDAKİ GÖRÜŞÜ NEDİR?
Tenasuh ve ruh göçü olarak da isimlendirilen reenkarnasyon, bir ruhun değişik zamanlarda, değişik bedenlere hayat vermesini ifade etmektedir.
Reenkarnasyon, geçmişten beri İslam alimleri tarafından kabul edilmemiştir. Son yıllarda bu fikri savunan çok az sayıdaki ilim adamı, görüşlerini, bazı ayetlere dayandırmaya çalışmaktadır. Ayetler incelendiğinde anlaşılacağı gibi, bunlar zorlama yorumlardır:
“Ey kâfirler! Siz ölü iken sizi dirilten (dünyaya getirip hayat veren) Allah’ı nasıl inkâr ediyorsunuz? Sonra sizi öldürecek, tekrar sizi diriltecek ve sonunda O’na döndürüleceksiniz.” (2.Bakara-28)
Reenkarnasyon fikrini savunanların en kuvvetli delil olarak gösterdikleri ayet budur. Peş peşe gelen iki ölümün dünyada olduğunu ve bunun ruh göçünü ifade ettiğini savunurlar. Oysa ayette dile getirilen, herkesin bildiği insan hayatının üç merhalesinden başka bir şey değildir. İnsan ölü iken, yani henüz hayatta değilken, dünyaya getirilir ve ona hayat verilir. Sonra herkes kendisi için takdir edilen ömrü tamamlayarak ölür. Son merhale olarak da bütün insanlar ahirette diriltilip Allah’a döndürülürler. Kolayca anlaşılan bu bilgiden tenasuh fikrini çıkarmak, tefsir ilminin sınırlarını zorlamaktan başka bir şey değildir.
Tenasuha delil olarak gösterilen bir başka ayet de şöyledir:
“Sizi Allah yarattı; sonra sizi vefat ettirecek. Daha önce bilgili iken hiçbir şeyi bilmez hale gelsin diye sizden bazı kimseler ömrün en kötü çağına kadar yaşatılacak. Şüphesiz ki Allah bilgilidir, kudretlidir.” (10.Nahl-70)
Bu ayette, insanın bu dünyadaki hayat seyri anlatılmaktadır. İnsan, gençliğinde güçlü, kuvvetlidir. Yaşlanınca bütün organları zayıflar. Bazı yaşlılar, geçmişteki bilgilerini bile hatırlamaz duruma gelirler. İnsanı yaşatan, güç kuvvet veren ve zamanı geldiğinde öldüren Allah’tır. Bu bilgilerden tenasüh fikrine varmak mümkün değildir.
Ruh göçüne delil gösterilen bir ayet de şöyledir:
“Onlar: Rabbimiz, bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin. Biz de günahlarımızı itiraf ettik. Bir daha (bu ateşten) çıkmaya yol var mıdır? derler.” (40.Mü’min-11)
Eğer ayette geçen iki ölümden maksat, reenkarnasyon olsaydı, iki ile sınırlandırılmazdı.
Çünkü reenkarnasyonu savunanlar, ruh göçünün kısa ömürlü kişilerde birkaç kere olacağını savunmaktadırlar.
Ayette geçen iki defa dirilmeden maksat şudur: İnsan dünyada öldükten sonra, Münker Nekir tarafından sorguya çekilmek üzere mahiyetini tam bilmediğimiz bir şekilde diriltilir ve berzah hayatı başlar. Kıyamet koptuktan sonra ise mahşerde toplanmak ve hesaba çekilip ebedi hayata başlamak üzere bütün insanlar diriltilir. Böylece biri kabirde, diğeri ahirette olmak üzere iki dirilme gerçekleşir.
Ruh göçüne delil gösterilen bir ayet de şudur:
Böylece sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir âlemde tekrar var edelim diye (ölümü var ettik) . (56.Vâkıa-61)
Bu dünyada insanlar sırası geldikçe ölür ve sürekli yeni nesiller dünyaya gelir. Hepsi ahirette yeni bir hayata başlayacaktır. Bu dünya hayatını görüp duruyoruz, ancak ahiret hayatının vasıflarını şimdiki hayatımız kadar bilemeyiz. Bilmediğimiz alemden maksat, ahiret hayatıdır. Bu ayetten de ruh göçü anlamı çıkarmak mümkün değildir.
Kur’an-ı Kerim’de, reenkarnasyon doğrudan anlatılmamakla beraber, dolaylı olarak, gerçekleşmesinin imkânsız olduğuna işaret eden ayetler vardır:
Kur’an’da insanın bu dünyadaki hayata başlaması, ölümü ve tekrar dirilmesi şöyle anlatılıyor:
“Sonra nutfeyi alaka (aşılanmış yumurta) yaptık. Peşinden, alakayı, bir parçacık et haline soktuk; bu bir parçacık eti kemiklere (iskelete) çevirdik; bu kemikleri etle kapladık. Sonra onu başka bir yaratılışla insan haline getirdik. Yapıp-yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir. Sonra muhakkak ki siz, bunun ardından elbet öleceksiniz. Sonra da şüphesiz, sizler kıyamet gününde tekrar diriltileceksiniz.” (23.Mü’minun-14, 15, 16)
Ayetlerde, insanın bu dünya hayatı anlatıldıktan sonra, öleceği ve kıyamet gününde tekrar diriltileceği açıklanıyor. Bu anlatımdan, dünya hayatında ruhun değişik vücutlara geçme durumunun olmadığı, ölen kişinin ahiret hayatı için diriltileceği anlaşılmaktadır.
Saffat sûresinin 51. ayetinden itibaren cennetlik bir insanın, dünyada iken ahiretteki dirilmeye inanmayan arkadaşından bahsedip onu cehennemim ortasında görmesi, Rabbinin nimeti olmasaydı kendisinin de cehennemde olacağını söylemesi anlatılır. Kur’an, o kişinin haline şükür babında şöyle der:
“Birinci ölümümüz hariç, bir daha biz ölmeyecek ve bir daha azap görmeyecek değil miyiz? Şüphesiz bu büyük kurtuluştur. Çalışanlar, böylesi bir kurtuluş için çalışsın.” (37.Saffat-58-61)
Ayetlerden dünyada bir tek ölümün mevcut olduğu net olarak anlaşılmaktadır. Eğer reenkarnasyon olsaydı, bir ruh birkaç kere yaşayacağı için, insan bu dünyada birkaç kere ölmüş olurdu.
Aşağıdaki ayet de reenkarnasyon fikrinin islamî bir gerçeğe dayanmadığını göstermektedir:
“İlk tattıkları ölüm dışında, orada artık ölüm tatmazlar. Ve Allah onları cehennem azabından korumuştur. (sürekli hayata kavuşmuşlardır).” (44.Duhân-56)
Ayetten, insanların ilk tattıkları ölüm dışında o ölüme benzer bir ölüm tatmayacakları açık olarak anlaşılmaktadır. Bu da ruh göçünün mümkün olmadığını gösterir.
Reenkarnasyon, günümüze kadar islamî kaynaklardan bir destek bulmamıştır. İslam bilginleri bu fikrin, dinimize ters düştüğü kanaatinde birleşmişlerdir.
Ruh göçünün olmadığını, aklımızla da rahatlıkla anlayabiliriz:
Eğer reenkarnasyon olsaydı, dünyadaki insan sayısının bu kadar çok olmaması gerekirdi. Çünkü ruh göçüne inananlar, temelde sınırlı sayıda ruhun varlığını kabul etmiş oluyorlar.
Gene eğer ruh göçü olsaydı, az sayıda insanın bunu yaşadığını söylemesi yerine, daha çok sayıdaki insanın bu iddiada bulunması gerekirdi. Çünkü binlerce yıldan beri devam eden insanlık alemi içinde daha fazla kişinin ikinci ve üçüncü hayatlarını yaşıyor olmaları gerekirdi.
Reenkarnasyon İslam’ın adalet anlayışına da ters düşmektedir. Ahirette dirilme sadece ruh olarak değil, bedenen de olacaktır. Bu da ruh göçünün olmayacağını gösterir. Bu dünyadaki beden ve nefis ruhla birleşerek ahirette ceza veya mükâfat görecektir. Tenasüh gerçek olsa, her ruhun birkaç bedeni ve birkaç kişiliği ortaya çıkar. Bu da mümkün değildir. Herkes kendi amelinden sorumludur.
Her insan irsiyet yoluyla anne ve babasından hastalıklar, huylar ve şekil dahil birtakım özellikler almaktadır.
Ölen bir insanın ruhu bir başka kişiye geçiyorsa, bu kalıtımsal özellikler nasıl izah edilecektir. Çünkü o zaman daha önce yaşayan bir ruh gelip bir sülaleye dahil olmaktadır. Eğer öyleyse özellikle psikolojik açıdan mevcut olan irsi benzerlikler izahtan yoksun olacaktır. Bu da ruh göçünün doğru olmadığını göstermektedir.
Peki reenkarnasyon fikrini ısrarla savunarak, ikinci bir hayat yaşamakta olduklarını savunanların durumu nedir?
İnsan geniş bir muhayyileye sahiptir. Muhayyilesini kontrol altında tutamayanlar zamanla geçmişte hayal ettikleri birtakım şeyleri yaşadıklarını sanırlar. Gene rüya alemi de çok ilginçtir. Bazı insanlar birtakım rüyalarını, özellikle çocukken gördükleri rüyaları gerçekle karıştırır. Sonuçta ikinci bir hayat yaşadığını söyleyen insanlar, bir gerçeği naklediyor değildirler.
Ruhsal açıdan hasta olan ve kişilik zafiyeti bulunan insanlar da reenkarnasyon fikrine bir kurtuluş gibi sarılıp, ikinci bir hayat yaşadıklarını iddia edebilirler. Bunlar, aslında tedavi edilmesi gereken kişilerdir.
7-HZ.MUHAMMED (SAV) OKUMA YAZMA BİLİYOR MUYDU?
Hz. Muhammed (SAV) ilahi hikmete binaen okuma yazma bilmiyordu, meşhur ifadesiyle ümmî idi. Ümmî olmak, okuma yazma açısından annesinden doğduğu zaman nasılsa öyle olmak demektir.
Okuma yazma bilmemek, Hz. Muhammed açısından bir noksanlık değildir. Çünkü O, 23 yıl boyunca Cebrail (AS) vasıtasıyla Allah’tan vahiy almıştır. Kur’an’daki ayetlerin bildirilmesi dışında da Cebrail’le görüşmüş, birtakım konularda bilgi sahibi olmuştur. Ayrıca Miraç gecesinde vasıtasız olarak Allah’tan vahiy almıştır. Vahiy, ulaşılabilecek en yüksek bilgi kaynağıdır. Gene peygamberlikten önce ve özellikle sadık rüya ile başlayarak, keşfi öteki insanlarla mukayese edilemeyecek ölçüde açılmıştır. Peygamberlik görevi sırasında, vahy-ı gayr-ı matluv olarak ifade edilen ilham yoluyla kalbine birtakım bilgiler ulaşmış, bunları kutsi hadis şeklinde ifade etmiştir. Bütün bu derecelere nail olan ve Allah’tan vasıtasız olarak vahiy alma mertebesini idrak eden, Hz. Muhammed (SAV) için okuma yazma bilmemeyi bir noksanlık saymak mümkün değildir. Çünkü okuma yazma nihayet insanı ilimde belli bir noktaya götürmek için gereklidir. Oysa Hz. Muhammed, ilimde hiçbir beşerin ulaşamayacağı noktalara, görevi gereği, varmıştır.
Başta ifade ettiğimiz gibi Hz. Peygamber’in okuma yazma bilmemesinde ilahi hikmetin payı büyüktür. Eğer Hz. Muhammed, gençliğinde
okuma yazma öğrenip ilmî araştırmalarda bulunsaydı, inanmamakta inat edenler, O’nun Kur’an’ı kendi araştırmaları neticesinde yazdığını savunur, bazı saf insanları kandırabilirlerdi. O’nun daha çocukluğunda Rahip Bahira ile kısa bir süre görüşmesinden birtakım senaryolar üretmeye yeltenenler, okuma yazma bilmesini alabildiğine istismar konusu yapmaktan geri durmazlardı. İşte Resulullah’ın okuma yazma bilmemesi daha başta bu tür iftiraların önünü kesmiştir.
Nitekim Kur’an-ı Kerim konuyu bu açıdan şu şekilde beyan etmektedir:
“Sen bundan önce ne bir yazı okur, ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı, bâtıla uyanlar kuşku duyarlardı.” (29.Ankebut-48)
Hz. Muhammed (SAV) in okuma yazma bilmemesinin en önemli hikmeti bu ayetle vuzuha kavuşturulmuştur.
Resulullah’ın ümmi olması sayesinde, müşrikler Kur’an’ın uydurulmuş olduğu konusundaki iftiralarına dayanak bulmaktan yoksun olmuşlardır. Bu durum, birtakım saf insanların müşriklere uymamaları konusunda, ilahi bir rahmet teşkil etmektedir.
Ümmi kelimesi Hz. Muhammed hakkında bir sıfat olarak aşağıdaki ayetlerde de geçmektedir:
“Yanlarında Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o elçiye, o ümmi peygambere uyanlar (var ya), işte o peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten men eder, onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar.” (7.A’raf-157)
“Öyle ise Allah’a ve ümmî peygamber olan resulüne –ki o, Allah’a ve onun sözlerine inanır- iman edin ve ona uyun ki doğru yolu bulasınız.” (7.A’raf-158)
Bu iki ayette geçen ümmî kelimesi Resulullah’ın okuma yazma bilmediğini net olarak ifade etmektedir.
Al-i İmran sûresinin 20. ayetinde; “Ehl-i kitaba ve ümmîlere de” denirken müşrik Araplar için ümmî kelimesi kullanılmıştır. Arap müşriklerin çoğu okuma yazma bilmediklerinden, çoğunluğa izafeten ümmî kelimesi kullanılmıştır. Değilse buradan yola çıkarak, ümmî kelimesinin okuma yazma bilmeme anlamında olmadığı söylenemez.
Aşağıdaki olay Hz. Muhammed’in, peygamberliği sırasında okuma yazma bilmediğini göstermektedir:
Hudeybiye antlaşmasının şartları yazdırılırken, Hz. Muhammed için; “Muhammed resulullah” ibaresi yazılınca, Süheyl b. Amr buna itiraz etmiş, eğer risaletini kabul etseydiler zaten ona daha baştan engel çıkarmamaları gerektiğini söyleyip, “Muhammed b. Abdullah” yazılmasını istemiştir. Hz.
Ali, resulullah ibaresini silmeye yanaşmamış, bunun üzerine Hz. Muhammed, Hz. Ali’den, ilgili kelimeyi göstermesini istemiş ve bizzat kendisi silmiştir. (Geniş bilgi için bakınız: M. Asım Köksal, Hz. Muhammed ve İslamiyet c:6, s:196-199) (Gene bakınız: Tecrid-i Sarih Şerhi, c:9, s:286)
Başta da ifade ettiğimiz gibi, Hz. Muhammed (SAV) in okuma yazma bilmemesi ona inananların işini kolaylaştırmış, iftiracıların işiniyse zorlaştırmıştır. Risalet zincirinin son halkasını teşkil eden, Allah’tan vahiy alan, İsra ve Miraç mucizelerini yaşama mertebesine ulaşan Hz. Muhammed açısından, okuma yazma bilmemek kesinlikle bir noksanlık olamaz.
8-SAKAL BIRAKMANIN DİNİ HÜKMÜ NEDİR?
Önce konuyla ilgili olan hadislerden ikisini görelim:
Aşağıdaki hadis Buhari, Müslim, İmam-ı Malik, Ebu Davud, Tirmizi ve Nesâi tarafından rivayet edilmiştir:
“Bıyıkları kazıyın, sakalları serbest bırakın.” (prof. İ.A. Çubukçu, Kütüb-ü Sitte, c:7. s:19, 2133. hadis)
Aşağıdaki hadis-i şerif ise Müslim, Ebu Davud, tirmizi ve Nesâi tarafından rivayet edilmiştir:
“On şey fıtrattandır: Bıyığın kesilmesi, sakalın uzatılması, misvak, istinşak (burna su çekmek), mazmaza (ağza su çekmek), tırnakları kesmek, parmak mafsallarını yıkama, koltuk altını yolmak, etek tıraşı olmak, intikâsu’l-mâ yani istinca yapmak.” (prof. İ.A. Çubukçu, Kütüb-ü Sitte, c:7, s:37, 2148. hadis)
Yukarıdaki hadislerden, sakalın uzatılıp, bıyığın kesilmesi gerektiğini anlıyoruz. Resulullah’a dayanan diğer haberlerden sakalın uzunluğunun ise bir tutan olması lazım geldiği anlaşılmaktadır.
Acaba Resulullah’ın getirdiği bu düzenleme, O zaman hemen hemen herkeste örfün bir gereği olarak mevcut olan sakala bir düzen getirmeye mi matuftu, yoksa sürekli bir emir niteliğinde miydi? Bu konu tartışmalıdır.
İslam bilginlerinin çoğu sakalı kuvvetli bir sünnet olarak görmüşler, kesilmesinin en azından mekruh olduğunu söylemişlerdir.
Bazı İslam bilginleri ise, sakal bırakmanın dini bir sünnet olmaktan çok, örfün gereği olduğunu savunmuşlardır.
Geçmişte, İslam alimlerinin ekseriyeti sakalı dinin bir icabı olarak görürken, bugün, bir örf olduğunu savunanlar giderek artmaya başlamıştır.
Hz. Peygamber sakalını bırakmış ve hangi ölçülerde olması gerektiğini bildirmiştir. Sakalı sünnet niyetiyle bırakan kişinin, bir sünneti yerine getirme ve ihya etme sevabı kazanacağından hiç şüphe yoktur.
Sakalın örfi bir sünnet olduğunu ve çağımızda uygulama gereği bulunmadığını düşünenler, samimi olarak böyle bir görüşe sahip olabilirler. Ancak, sakalın sünnet olduğunu düşünerek bırakanların sevap kazanamayacaklarını söylemeleri yanlış olur.
Samimi olmak şartıyla, sakal bırakanlar çoğunluğun görüşüne, bırakmayanlar ise sayıları gittikçe artan bir grup alimin görüşüne uymuş olurlar.
Sakal sürekli ve görünen bir sünnettir. Özellikle herkes tarafından görülen bir sünnet olması sebebiyle, sahibine önemli sorumluluklar yükler. Bu sorumluluk, günümüzde sakal bırakanların sayısında meydana gelen azlık nedeniyle daha da artmıştır. En başta sakallı kişi, mütevazı olmalı, sakallı olması sebebiyle bir fahr duygusu içine girmemeli ve sakal bırakmayanları aşağı görmemelidir. Ayrıca görünen bir sünnetle birlikte yaşadığı için, hareketlerinin İslam’la özdeşleştirilmesi tehlikesine karşılık, daha dikkatli olmalı, kötü örnek sayılacak davranışlardan kaçınmalıdır.
9-KUR’AN’DA, KADINLARIN ÖRTÜNMESİ HAKKINDA NE GİBİ
EMİRLER VARDIR?
Kur’an-ı Kerim’in, kadınların örtünmelerini düzenleyen ve içinde başörtüsünün de yer aldığı ayet-i kerimesi şöyledir:
“Mü’min kadınlara söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları müstesna olmak üzere, ziynetlerini teşhir etmesinler. Baş örtülerini yakalarının üzerine (kadar) örtsünler. Kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları (mü’min kadınlar), ellerinin altında bulunanlar (köleleri), erkeklerden, ailenin kadınlarına şehvet duymayan hizmetçi vb. tâbi kimseler, yahut henüz kadınların gizli kadınlık hususiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına ziynetlerini göstermesinler. Gizlemekte oldukları ziynetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar. (Dikkatleri üzerlerine çekecek tarzda yürümesinler). Ey mü’minler! Hep birden Allah’a tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz.” (24.Nur-31)
Bu ayetten anlaşılan ve uyulması gereken hususlar şunlardır:
*Kadınlar, gözlerini haramdan sakınmalıdırlar. (Bir önceki ayette ise erkeklerin, gözlerini harama dikmemeleri ve ırzlarını korumaları istenmiştir.)
*Kadınlar avret yerlerini korumalı yani örtmelidirler.
*Kadınların, kendiliğinden görünenler hariç, takılı olan ziynetlerini ve ziynet yerlerini göstermemeleri gerekir. (Yüz ve el kendiliğinden görünen yerler olarak kabul edilir.)
*Baş örtüsü, saçı ve boynu örtmeli, göğsün görünmesine mani olacak şekilde takılmalıdır. (Ayetin nüzulundan önce de bazı kadınlar baş örtüsü kullandıkları halde boyunlarını ve göğüslerini açıkta bırakırlardı.)
*Kadınların, nikâh düşmeyen yakınlarına, mü’min kadınlara, kölelerine, kadına ihtiyacı kalmamış hizmetçilerine ve çocuklara karşı tam tesettür içinde olmaları zorunlu değildir.
*Kadınlar, gizledikleri ziynetlerinin bilinmesini sağlayacak ve başkalarının dikkatini celbedecek davranışlarda bulunmamalıdırlar.
Aşağıdaki ayet-i kerime de kadınların örtünmesini düzenleyen emirler içermektedir:
“Ey peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına (bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman) dış örtülerini üstlerine almalarını söyle. Onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allah bağışlayandır, esirgeyendir.” (33.Ahzab-59)
Bu ayetten anlaşılan şudur: Kadınlar evlerinin dışına, çarşıya, pazara çıktıkları zaman üzerlerine bir dış örtü almalıdırlar. (Bu dış örtü iklime, ve örfe göre değişir.) Dış örtü ile insanların arasına çıkmak incitilmemek için önemli bir çare olarak görülmüştür.
Ayetin sonunda, Allah’ın “bağışlayan ve esirgeyen” olduğunun ifade edilmesi şöyle anlaşılabilir: Allah, merhamet edici olması sebebiyle kadınların eziyete uğramasını istememiştir; veya bu emre iyi niyetle uyanlar, istemeden düştükleri küçük hataları nedeniyle bağışlanırlar.
Tesettür konusunu açıklayan aşağıdaki ayet-i kerime ise, yaşlı kadınlara bazı muafiyetler tanımaktadır:
Bir nikâh ümidi beslemeyen, çocuktan kesilmiş yaşlı kadınların, ziynetleri (yabancı erkeklere) teşhir etmeksizin (bazı) elbiselerini çıkarmalarında kendilerine bir vebal yoktur. İffetli davranmaları kendileri için daha hayırlıdır. Allah işitendir, bilendir.” (24.Nur-60)
Bu ayet, aynı sûredeki 31. ayetle birlikte düşünüldüğü zaman çıkan sonuç şöyle ifade edilebilir:
*Genç-yaşlı bütün kadınlar, mahremleri olmayan insanlara karşı ziynet yerlerini kapatmalı, boyun ve göğüslerini örtecek şekilde baş örtülerini takmalıdırlar.
*Nikâh ümidi taşımayan, çocuktan kesilmiş yaşlı kadınlar, dışarı çıktıkları zaman, dış elbiselerini giymeyebilirler; ancak giymeleri kendileri için daha hayırlıdır.
Sonuç olarak şunu da bilmek gerekir: Baş örtüsü ve tesettür başlı başına bir ibadet değildir. Gerekli yerleri örtmek, namaz kılabilmenin, mahrem olmayana görünmenin ve dışarı çıkmanın şartı olarak kabul edilmiştir. (Konu ile ilgili olarak hadis kitaplarında çok sayıda hadis-i şerif mevcuttur.)
10-SAÇ BOYATMAK CAİZ MİDİR?
Saç boyatmak konusunda şu hususlara dikkat edilmelidir:
*Erkeklerin, saçlarını siyah dışındaki bir renge boyatmaları uygundur. Çünkü siyah renge boyama durumunda, diğer insanların onlar hakkında yanılmaları ve aldanmaları söz konusu olabilir. Kadınların, saçlarını siyaha boyamalarında sakınca yoktur.
*Kullanılan boya saç tellerini bir tabaka gibi örtmemeli, sadece renk vermelidir.
11-HANGİ DURUMLARDA MAKYAJ YAPILABİLİR?
Bir kadının kocası için süslenip makyaj yapmasında sakınca yoktur. Dışarıya çıkmak için yapılan makyajlar ise uygun görülmemiştir.
12-VÜCUTTA KALICI İZ BIRAKAN TASARRUFLAR VE
ESTETİK AMELİYAT CAİZ MİDİR?
Bu konularda İslam bilginlerince ortaya konan prensipler şöyle sıralanabilir:
*Dövme yaptırmak caiz değildir.
*Tedavi gayesi olmadan, sırf güzel bir görünüm elde etmek için dişlerin törpülenmesi ve aralarının açılması yerinde olmaz.
*Dişe dolgu yapmak, altın, gümüş ve porselen diş taktırmak caizdir.
*Küpe takabilmek için kızların kulaklarının delinmesinde sakınca yoktur.
*Tedavi maksadıyla her türlü ameliyat yapılabilir.
*Allah’ın yarattığı şekli değiştirerek daha genç ve güzel olduğu konusunda insanları aldatmaya yönelik amaç taşıyan cerrahi müdahaleler caiz değildir.
*Karşı cinse benzeme amacı taşıyan ameliyatlar yasaktır.
13-ALTIN VE GÜMÜŞ KULLANMAK CAİZ MİDİR?
Altın ve gümüş kullanımı hakkında İslam alimlerinden
çoğunluğun üzerinde birleştiği noktalar şöyle sıralanabilir:
*Kadınlar her türlü altın ve gümüş takı kullanabilirler.
*Erkeklerin altın ve gümüş takı kullanmaları yasaktır.
*Erkekler altın yüzük yerine, gümüş yüzük takmayı tercih etmelidirler.
*Altın ve gümüşten yapılmış ev eşyası kullanmak caiz değildir.
*Mescitleri tezyin etmek için altın ve gümüş kullanımı yasak olmamakla birlikte, bunun yerine acil ihtiyaç duyan fakirler için sarf edilmesi daha uygun görülmüştür.
*Prensip olarak, altın ve gümüş yaygın kullanım maddeleri haline getirilip atıl vaziyete sokulmamalı, topluma hizmet edecek şekilde, üretime katkısı sağlanmalıdır.
14-KOLONYA KULLANMAK CAİZ MİDİR?
Bu konu ile ilgili olarak aşağıdaki hususların bir arada bilinmesi gerekir:
*Sarhoş edici bütün maddelerin azının da çoğunun da içilmesi yasaktır.
*Müskirattan olan şarabın içilmesi haram olduğu gibi, kendisi de necistir. Elbiseye veya vücuda döküldüğü zaman, temizlenmesi gerekir; temizlenmemesi halinde bu şekilde namaz kılınmaz.
*Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre nitelik olarak kolonya gibi olan şeylerin içilmeleri haram olmakla birlikte, vücuda veya elbiseye dökülmesi namaza engel olmaz; çünkü bunların yasak olmalarının sebebi necis olmaları değil, müskir olmalarıdır.
*Şafii mezhebi mensupları, kolonya ve benzeri müskiratın sarhoş edici özelliğe sahip olmaları dışında necis de sayıldığını belirterek içilmesini de kullanılmasını da haram saymışlardır.
*Kolonyaya karıştırılan alkol uçucu niteliğe sahiptir, zamanla uçup gider. Kolonya alan kişi, hemen namaza kalkacaksa takva gereği ellerini yıkarsa isabetli olur.
*Hiçbir ikramda ısrarcı olmak doğru değildir.
*Bu konuda yersiz tartışmalara sebep olmak, faydadan çok zarar
getirir.
Yukarıdaki bilgiler dahilinde herkes kendi tercihini yapar.
15-İSLAM, MÜZİĞİ YASAKLAMIŞ MIDIR?
İslam dininin müziği yasakladığına dair kesin bir delil getirmek mümkün değildir. Esasen müziksiz bir toplum ve müziksiz bir medeniyet düşünülemez.
O halde yasak olan, müziğin mefhum olarak kendisi değildir. Ancak her mübahta olduğu gibi, müzik yoluyla da harama girmek mümkündür.
Mesela uyumak mübahtır, ama günde 20 saat uyumaya çalışmak dinin özüne aykırı düşer. Bunun gibi yemek yeme de mübahtır, ancak her öğünde birkaç kişilik yemeği tıka basa mideye indirmek doğru değildir.
Müzik çok cazip bir saha olduğu için, bu yoldan aşırıya gitmemek, lehviyata düşmemek, dini hayattan kopmamak ve harama girmemek için tedbirli olmak gerekir. Yani müzik önündeki tehlikeler, diğer mübahlara göre daha çoktur. Helâl-haram dengesini koruma açısından müzik büyük bir imtihandır.
Müziğe bir bütün olarak helâl veya haram deme yerine, onu özelliklerine göre tasnife tabi tutmak daha çok yerinde olur. Mesela savaşa giden bir ordu için mehter marşı çalınması, yerinde ve gerekli bir davranıştır. Gene tekbir ve salat u selâm getirilmesi de güzeldir. Bunlar, insanları doğru olana motive ettikleri için sevap sayılmaları da mümkündür.
Bazı müzikler, fayda ve zarardan uzak olur. Bir insanın kendi kendine veya arkadaşlarına şarkı söylemesinin sakıncası yoktur. Kötü telkin ve tavsiyeler içermediği müddetçe böyle bir davranış mübah sayılır.
Eğer bir şarkı, sözleriyle insanları kötülüğe, isyana ve haram işlemeye davet ediyorsa, bu tür parçaları okumak ve dinlemek yerinde olmaz; buna günah demek bile mümkündür.
Bu genel izahtan anlaşılacağı gibi müziği tamamen meşru veya yasak görmek yerine onun özellik ve işlevlerine dikkat etmek gerekir.
Bir kadının süslenip arz-ı endam ederek erkeklere şarkı söylemesine ise, dini bir fetva bulmak mümkün değildir.
16-TAVLA VE SATRANÇ OYNAMAK CAİZ MİDİR?
Tavla ve satranç bazı alimlerce haram bazılarınca mekruh sayılmıştır.
Tavlanın bir şans oyunu olduğu, satrancın ise zekâ ve dikkat istediği bilinen bir gerçektir. Bu durumu göz önünde bulunduran bazı alimler, satrancı tavla kadar mahsurlu saymamışlardır. Ancak tavlaya göre satrancın daha çok vakit israfına sebep olduğu da unutulmamalıdır.
Kendilerini tavla ve satranç oynamaktan alıkoyamayan kimseler, en azından aşağıdaki hususlara dikkat etmelidirler:
*Oynanan tavla veya satranç, namaz vaktinin geçirilmesine sebep olmamalıdır.
*Tavla veya satranç oynayan kişi, çalışması gereken saatlerde bu işe yönelmemelidir.
*Belli bir süreyi aşacak şekilde oynanmamalıdır.
*Oyunun sonucuna göre bahse girilmiş olmamalı, mesela çay paralarını yenilen kişinin vermesi kesinlikle adet haline getirilmemelidir.
Bu hususlara dikkat edenler, tavla ve satranç oynama ile oluşacak zararlardan, az da olsa korunmuş olurlar.
17-SİGARA İÇMENİN DİNİ HÜKMÜ NEDİR?
Sigara, müçtehid imamların dönemi kapandıktan sonra on beşinci yüzyıldan itibaren İslam aleminde yaygınlık kazanmıştır.
Geçmişte, tıp bugünkü kadar ilerlemediğinden, sigaranın sadece israf yönü üzerinde durulmuştur. Bugün, artık sigaranın vücut için çok zararlı olduğu, bazı hastalıklar için hazırlayıcı, bazıları içinse geliştirici sebepler teşkil ettiği açık bir şekilde anlaşılmıştır.
Günümüz itibariyle sigaranın zararları beş bölümde incelenebilir:
*Sigara vücut için zararlıdır. Birçok hastalığa sebep olmakta, birçoğunu ise hızla geliştirmektedir.
*Bağımlılık meydana getirmekte, tiryaki olan kişi bu konuda iradesine sahip olamamaktadır. Zararlı bir şeye bağımlı hale gelmek, arzu edilmesi mümkün olmayan bir durumdur.
*Sigara, insan için bir ihtiyaç olmadığına göre, sigaraya ayrılan para boşuna harcanmış demektir. Kısacası, bu tür harcamalar israftır.
*Sigara içen kişi yerine göre çoluk çocuğunun rızkından keserek ve onların ihtiyaçlarının bir kısmını ihmal etme pahasına bu alışkanlığını sürdürmektedir. Bu durum, bağışlanamayacak bir noksanlıktır.
*Toplum içinde veya evinde çoluk çocuğunun içinde sigara içen kişi, bu işe hiç bulaşmamış insanları duman altı ederek onlara zarar verir.
(Bu beş zarardan ilk üçü sigara içen herkes için geçerlidir. Dördüncüsü, çok zengin olanlar için geçerli olmayabilir. Beşincisinden ise, başkalarının yanında sigara içmeyerek korunmak mümkün ise de, buna uyan kişi sayısı yok denecek kadar azdır.)
Görüldüğü gibi sigaranın bu zararlarını bilerek, onu içmeyi mübah saymak mümkün değildir.
Sigara içmenin en azından mekruh, hatta tahrimen mekruh olduğundan hiç şüphe yoktur.
18-TUVALET KÂĞIDI KULLANMAK CAİZ MİDİR?
Defter ve kitap kâğıdı, ilmin öğrenilmesinde ve yayılmasında önemli bir araç olduğu için, bazı İslam alimlerine göre, pislikleri silmede kullanılamaz.
Ancak bugün, tuvalet kâğıdı ve peçete olarak kullanılan mamullarla, defter ve kitap için kullanılan kâğıtlar aynı vasıfları taşımamaktadır. Temizlik için üretilen kâğıtların yazı için kullanılmaları mümkün olmadığı gibi, defter yaprakları da temizlik için kullanılmaya elverişli değildir. Bu durumda peçete ve tuvalet kâğıdı gibi mamullerin temizlik işlerinde kullanılmasında hiçbir sakınca yoktur.
Hatta günümüzde, temizlik açısından, bunların kullanılması önemli bir ihtiyaç halini almıştır.
Tuvalet kâğıdından şu şekilde yararlanmak, temizliğin yerinde ve tam olması için uygun olur: Büyük ihtiyacını gideren kişi, temizlenmek için kendini yıkamaya başlamadan önce, tuvalet kâğıdıyla gereken yeri siler, daha sonra temizlendiğinden emin oluncaya kadar yıkar, daha sonra ise tuvalet kâğıdı ile kurulanır. Böylece sıhhatli bir şekilde temizlenmiş olur.
19-ZENGİN KİŞİNİN İMTİHANI NEDİR?
Zengin olan kişi, aşağıda sıralanan kurallara uyarsa bu dünyada malı açısından sorumlu olduğu imtihanı başarıyla vermiş olur:
*Zenginliğinden dolayı Allah’a şükreder.
*Üzerine farz olan zekâtı tamamıyla ve kurallarına uyarak verir.
*Kendisi ve bakmakla yükümlü bulunduğu kişiler için vermesi gereken fıtır sadakasını öder.
*Gereken durumlarda üstüne düşen fidyeleri öder.
*Kurban keser.
*Sadaka verir.
*Hac görevini yerine getirir.
*Fakirleri hor görmez.
*Zenginliğinden ötürü gurura kapılıp kendini üstün görmez; mütevazı olur.
*Sahip olduğu zenginliğe, kendi aklının ve çalışmasının bir sonucu olarak bakmaz; Allah’ın bir lütfu olarak görür.
*Cömert olur, ama savurgan olmaz.
*Tembellik yapmaz, çalışmaya devam eder.
*Servetini atıl bir şekilde bekletmez; üretimin hizmetine sokar.
20-FAKİRLİĞİN İMTİHANI NEDİR?
Fakir olan kişi, şu düşünce ve davranışlar içinde olursa, bu dünyadaki imtihanını başarıyla vermiş olur:
*Fakirliğinden dolayı, Allah’a karşı isyan duygusu içine girmez.
*Fakirlikten kurtulmak için helâl yollardan çalışır.
*Zenginlerin malına, haksız yollardan sahip olmak niyetiyle göz dikmez.
*Tembellik yapmaz.
*Dilenmez, zillete düşmez.
*Haram yemez.
*Gasp, hırsızlık gibi şeyleri kesinlikle yapmaz.
*Allah’tan helâl rızık ister.
21-DÜĞÜNLERDE NELERE DİKKAT ETMEK GEREKİR?
Düğünlerde aşağıda sıralanan noktalara dikkat edilmesi gerekir:
*Düğünlerin birinci vasfı, evlenecek çiftlerin beraberliklerini topluma ilan etmektir. O halde yapılan merasim, ilan ve davetiyelerle çevreye duyurulmalıdır.
*Mümkünse davet edilenlere bir ziyafet verilmelidir.
*Düğünün, neşelenmeyi ve eğlenmeyi sağlayan bir yönü bulunmalıdır.
*Düğün, örfün dışına çıkılarak vaaz ve nasihatle sınırlandırılıp sıkıcı bir merasime dönüştürülmemelidir.
*Siyasi bir toplantı niteliğine büründürülmemeli, toplumda ayrışmaya neden olacak mesajlar verilmemelidir.
*Günah işlemek için bir fırsat gibi görülmemelidir.
*Düzenlenecek eğlencelerde ahlâk bozucu nitelikteki unsurlara yer verilmemelidir.
*Gösteriş ve savurganlıktan kaçınılmalıdır.
22-BAŞLIK PARASI ALMAK DİNE UYGUN MUDUR?
Başlık parasıyla ilgili olarak şunlar bilinmelidir:
*Başlık parası, İslam bilginlerinin çoğunluğu tarafından dine uygun bulunmamıştır.
*Kadın, bir sosyal güvence olarak mihir alır. Mihir olarak alınan mal veya para tamamen kadına aittir.
*Taraflar isterlerse alınacak ev eşyasını aralarında paylaşabilirler. Kız tarafının aldığı eşya kıza aittir.
*Kız tarafı eğer, eğer istemezse, hiçbir eşya almak zorunda değildir. Erkek tarafı evi döşemekle yükümlüdür.
23-DİNİ NİKÂH NE ZAMAN KIYILMALIDIR?
Resmî nikâh kıyılmadan dini nikâh kıyılmamalıdır. Çünkü bugünkü şartlarda resmî nikâh olmadan, kadının haklarına sahip çıkması ve zarara uğramaması mümkün değildir.
Resmî nikâh kıyıldıktan sonra, ehliyetli bir kişi tarafından dini nikâhın da akd edilip gerekli duaların yapılması yerinde olur.
24-NİŞANLILIK DÖNEMİNDE TARAFLAR NELERE DİKKAT
ETMELİDİR?
Nişanlılık döneminde şu hususlara dikkat edilmesi halinde taraflar hem zarara uğramamış hem de günah işlememiş olurlar:
*Nişanlılık dönemi çok uzun sürmemelidir.
*Nişanlılar zaruri durumlar dışında görüşmemeli, halvet (yalnız kalma) durumu meydana gelmemelidir.
*Nişanlılık dönemindeki ilişkilerde günah olmasın diye bir tedbir olarak dini nikâh kıyılmamalıdır. Nikâh, nişanlılık dönemine mahsus bir akit değildir.
*Nişanlılık döneminde aşırıya ve gösterişe kaçan hediyeleşmeler olmamalı, alınan hediyeler ise kullanılmayıp saklanmalıdır.
*Nişanın bozulması halinde, taraflar geriye dönüp baktıklarında kendilerini üzecek ve özellikle kızın bundan sonraki hayatını etkileyecek hatalar işlenmiş olmamalıdır.
25-DOĞUM KONTROLÜ CAİZ MİDİR?
Evlilikte asıl olan çoğalma olmakla birlikte, aşağıdaki hususlara uymak şartıyla doğum kontrolü yapılabilir:
*Çocuk sayısının fazlalığı, ailenin mevcut çocuklardan fazlasına bakma imkânından yoksun olması veya annenin hastalığı gibi durumlar, doğum kontrolü için önemli birer sebep sayılırlar.
*Doğum kontrolü uygulanacak metot, karı veya kocanın sağlığı için zararlı olmamalıdır.
*Eşler, uygulanacak doğum kontrolü yöntemi üzerinde anlaşmalıdırlar.
*Doğum kontrolü yöntemi olarak, kısırlaştırmaya gidilmemelidir.
*Oluşmuş çocuğu düşürme veya aldırma yoluna gidilmemelidir. Bu yol, bir doğum kontrol yöntemi olamaz. Zorunlu olmayan kürtaj, caiz değildir. Din alimleri, kürtajı bir cinayet olarak görmüşlerdir.
26-TÜP BEBEK YÖNTEMİYLE ÇOCUK SAHİBİ OLMAK CAİZ
MİDİR?
Tüp bebek yöntemiyle çocuk sahibi olmak için aşağıdaki kurallara uyulmalıdır:
*Yumurtası alınan kadın ile spermi alınan erkek meşru nikâha sahip karı-koca olmalıdırlar.
*Evli karı-kocadan alınan yumurta ile spermin döllenmesi dışarıda
sağlandıktan sonra, meydana gelen embriyon bir başkasına değil, yumurta sahibi olan kadının rahmine konmalıdır.
*Erkekten alınan sperm doğrudan kadının rahmine konacaksa, erkek ile kadın evli olmalıdır.
*Kısacası bu uygulama için gerekli olan sperm, yumurta ve rahim birbiri ile evli olan karı ile kocaya ait olmalıdır. Bunlardan birisi üçüncü bir şahsa ait olursa, uygulama dinen caiz olmaz; genel ahlak kurallarına da ters düşer.
27-EVLÂT EDİNMEK CAİZ MİDİR?
İslam dinine göre bir çocuğu alıp kendi nüfusuna kaydederek evlât edinmek caiz görülmemiştir. Bu konuda ileri sürülen mahsurlar şunlardır:
*Evlât edinilen çocuk büyüdüğü zaman, mahremiyet şartlarına uyma zorunluluğu yok olmaz.
*Çocuğun asıl anne babasıyla irtibatının planlı olarak kesilmesi yanlıştır.
*Evlât edinilen kişinin asıl nesebini kaybetmek haksızlık olur.
*Evlât edinilen kişi, ailenin gerçek çocuğuymuş gibi mirastan yararlanamaz.
Yukarıdaki mahsurların doğmasına sebebiyet vermeden, kimsesiz veya ailesi muhtaç durumdaki bir çocuğun geçimini üstlenmek için aşağıdaki şartları yerine getirmek gerekir:
*Çocuğun bakımı belli bir yaşa kadar üstlenilir.
*Çocuk, henüz bebek iken, kendisini alan ev sahibesi tarafından emzirilerek mahremiyet açısından mevcut sakıncalar ortadan kaldırılır.
*Gerekli mahremiyet şartlarına riayet edilerek çocuğa bakılır.
28-CENAZEYİ TAŞIMA KONUSUNDA NELERE DİKKAT ETMEK
GEREKİR?
Cenaze namazı kılındıktan sonra defin için kabre götürülünceye kadar aşağıdaki hususlara dikkat etmek gerekir:
*Cenaze, tabutun dört tarafından birer kişi tarafından tutularak yüklenmeli, cenazeyi taşıyanlar takriben on adımda bir değişmelidir.
*Cenazenin götürüleceği kabir yakınsa, arabaya yüklenmeden,
omuzlarda taşınarak götürülmelidir. Kabristan uzaksa arabaya da konabilir.
*Cenazeyi takip edenlerin de, eğer mümkünse, kabristana kadar yürümeleri uygun olur. Gidilecek mesafe çok uzaksa arabalarla gidilebilir.
*Cenazeyi takip ederken alkış tutmak, slogan atmak doğru değildir.
*Cenaze töreni, bir miting havasına sokulmamalı, yapılan işin bir insana karşı son görev olduğu ve daha çok onun için dua edilmesi gerektiği unutulmamalıdır. Ölüm, bir toplumdaki insanları en çok birleştiren durumlardan biri olduğu halde, cenaze töreninde birtakım ayrılıkları su yüzüne çıkarmak son derece yanlıştır.
*Cenaze yakınlarının müteessir olup gözyaşı dökmeleri normaldir. Ancak bağırıp çağırarak ağlamak ve isyana varan birtakım sözler söylemek günah olur.
*Cenaze törenine katılan insanlar, ölen kişi için içlerinden dua etmelidirler. Bir başkasının da meyyite dua etmesine vesile olacak sözler söylenmesi de faydalı olur.
*Herkes, bir gün kendisinin de öleceğini düşünerek, ölüme hazırlıklı olma niyet ve çabasını kuvvetlendirmelidir.
29-ÖLÜYE TELKİNDE BULUNMAK GEREKİR Mİ?
Bir fikri karşıdakine kabul ettirmeye telkin denir.
Asıl telkin, sağ olan kişilere yapılandır. Pratikte, ölmüş kişiye bir şeyi anlatıp kabul ettirmek mümkün değildir.
Hayattaki kişilere yapılması gereken telkini iki kısımda ele alabiliriz.
*Hayat Boyu Yapılması Gereken Telkin: Bir insana aklının yettiği günlerden başlayarak, iyiyi, doğruyu ve güzeli anlatmak, İslam dininin inanç ve ibadet esaslarıyla emir ve yasaklarını öğretmek gerekir.
*Ölmekte Olan Kişiye Yapılacak Telkin: Ölmek üzere olan bir kişiye, onu incitmeden, kelime-i şehadet ve kelime-i tevhid getirmesini telkin etmek uygun olur. Hz. Peygamber’in bu yönde tavsiyeleri vardır. Bu konuda uygulanacak metot şu olmalıdır: Yanında oturanlar, hastanın ölmek üzere olduğunu anlayınca, seslerini hastaya duyuracak şekilde kelime-i tevhid ve kelime-i şehadet getirirler. Hasta da bu vesileyle hatırlar ve eğer kısmetse o da tekrarlar. Böylece imanını ikrar ederken ruhunu teslim eder ve güzel bir şekilde ölmüş olur.
Bugün uygulanan şekliyle Hz. Peygamber tarafından ölen kimselere bir telkinde bulunulmamıştır.
Ölülere telkin yapılıp yapılamayacağı konusu, ihtilaflıdır.
Çoğunluğa göre definden sonraki telkin gereksizdir.
Hanefi mezhebine göre, bu konuda net bir yasaklama olmadığı için, insanlar telkin yapıp yapmamakta serbesttirler. Maliki mezhebine göre ise ölen kişiye telkin yapmak mekruhtur. Şafii mezhebiyle bir kısım Hanbeli alimine göre ise telkinde bulunmak müstehaptır.
Bu tartışmalardan da anlaşılan şudur: Ölmüş kişiye telkinde bulunmak dinin bir gereği değildir. Güzel bir adet olarak değerlendirilebilir.
Telkin olarak okunan metinin içeriğiyle ölen kişi için Allah’a dua etmek yerinde olur.
30-TAZİYE KAÇ GÜN SÜRMELİDİR?
Taziyede asıl olan üç gündür. Bu durumda aşağıdaki kurallara uymak yerinde olur:
*Cenaze, mümkün olan en kısa sürede defnedilmelidir.
*Cenaze gömüldükten sonra, yakınları üç gün boyunca oturup taziye ziyareti için gelenleri kabul etmelidir.
*Taziye için ölen kişinin yakınlarını ziyaret edecek olanlar, ilk üç gün içinde cenaze evine gitmelidir.
*Cenaze evinin yemek ihtiyacı ilk üç gün boyunca dost ve komşuları tarafından karşılanmalıdır.
*Cenaze sahipleri, üç günden sonra mümkün olduğunca yas havasından kurtulmaya ve günlük hayata adapte olmaya başlamalıdır.
*Taziye için uzaktan gelenler ilk üç günden sonra da ziyaretlerini yapabilirler.
*Taziye için oturulan evlerde, tartışmalı konular gündeme getirilmemeli, özellikle siyasi propaganda mahiyetindeki konuşmalara yer verilmemelidir. Daha çok, ölen kişinin yakınlarına sabır tavsiye edilmeli ve bu anlamda kısa konuşmalar yapılmalıdır.
*Ölen kişinin vefat tarihini takip eden ilk bayram, yakınları tarafından bir taziye havasına sokulmamalı, ziyarete gelen kişiler de böyle bir hava doğurmamaya dikkat etmelidir.
31-MEZHEPLERİ BİRLEŞTİRMEK MÜMKÜN MÜDÜR?
İslam’ın ilk yıllarında mezheplerin olmadığı, bilinen bir gerçektir. Hz. Muhammed (SAV) yaşarken böyle bir şeyin olması zaten düşünülemezdi. Çünkü Hz. Peygamber bütün sorunları çözüyordu. Hz. Muhammed’ten sonraki ilk yüz yılda da müslümanlar fıkhî bir mezhep olmadan yaşamışlardır. Hicri ikinci yüzyıldan itibaren mezhepler birer ihtiyaç haline gelmiş ve zuhur eden çok sayıdaki fıkhi mezhep içinden dört tanesi günümüze kadar gelmiştir.
1300 yıl yaşayan bu mezhepleri ortadan kaldırmak veya teke indirmek mümkün müdür? Bu mümkün olsaydı, daha başta, çok sayıda mezhep doğmazdı.
Ancak yargı ile alakalı konularda mezheplerde birlik sağlanmaya çalışılması mümkündür. Çünkü değişik yerlerdeki insanların aynı suçtan değişik cezalara çarptırılması hukuk mantığı açısından yerinde olmaz. Herkesi tek tek ilgilendiren ibadet konularında ise böyle bir çalışma olumlu sonuç vermez. Ferdî ibadet ve uygulamalarda mezhepleri birleştirmek mümkün değildir.
Bir insan bir mezhebe mensup olursa hem o mezhebin azimetlerine uyar, hem de ruhsatlarından yararlanır. Eğer bir insan dört mezhep içinde gidip gelir her konuda hoşuna giden fetvayı seçmeye kalkarsa, önünde üç yol bulunur:
Birincisi; her konuda, verilen en kolay fetvayı seçebilir. Bu durumda menfaatçi ve fırsatçı davranmış olur.
İkincisi; her konuda, verilen en zor fetvayı seçer. Bu, nefsine zor gelir. Ayrıca bir mezhebe mensup olan kişi de, isterse, bu şekilde davranabilir. Çünkü bir mezhebin kesin olarak yasak saydığı şey, öteki mezhep tarafından serbest sayılmışsa bile, tabii olarak mekruh sınıfına geçer. Dolayısıyla prensip olarak azimetleri tercih etmekte sakınca olmadığı gibi, takva açısından fayda vardır. Ne var ki bu şekilde hareket etmek isteyen çok az olur.
Üçüncüsü; her konuda iyi bir seçici olur, kolay veya zor olmasına bakmaksızın aklına en çok yatan fetvayı tercih eder. Bu durumda ise yeni mezhepler oluşur; birlik sağlanamayacağı gibi, daha karmaşık bir durum ortaya çıkar.
Görüldüğü gibi kişilerin kendi inisiyatifleriyle mezhepleri birleştirmeleri mümkün değildir.
O halde mezhepleri birleştirme işinin alimler tarafından yapılması gerekir. bu nasıl yapılabilir? Çünkü bir içtihat, ancak başka bir içtihatla değiştirilebilir. Öyleyse mezhepleri birleştirecek kişilerin müçtehit olmaları icap eder. Acaba bu mümkün mü?
Bir grup alim, müçtehit olduklarını ilan edip mezhepleri birleştirdiklerini iddia etseler, ne derece başarıya ulaşırlar? O zaman aynı niteliklere sahip başka bir ulema grubu da değişik içtihatlarla ortaya çıkarsa, konuyu kim çözer?
Mezhepler İslam tarihinin birer gerçeğidirler. İhtiyaçtan doğmuşlardır. Hedefleri de İslam’ı doğru anlamak ve yaşamak isteyenlere yol göstermektir.
Ancak bazen bir kişinin özel yaşantısında, bağlı olduğu mezhebe göre çok sıkıntıya düşmesi mümkündür. Mesela yolculuk esnasında namazını kazaya bırakmak veya cem etmek gibi bir mecburiyetle karşı karşıya kalan kişinin, bu noktada öteki mezheplere göre amel edip namazlarını birleştirmesi, terk etmesinden daha iyidir. Fakat bunu yaparken, zaruret doğmadan uygulama cihetine gitmesi yanlış olur.
Görüldüğü gibi, özellikle ferdi alanda mezhepleri birleştirip bu işin pratik sonucunu görmek mümkün değildir. Mezheplerin yaşamaya devam etmesi dini açıdan bir tehlike arz etmemektedir.
Asıl tehlike şudur: İnsanların dini konulardaki bilgileri azalmakta ve giderek ne yapmaları gerektiğini bile merak etmemektedirler. O duruma gelen kişiler için ne mezhebin ne de müçtehidin bir anlamı kalır; dini sorumluluğunu tamamen kaybeder. Mezhepleri muhafaza etmek veya onları birleştirmek de çok az sayıda insanın sorunu haline gelir. Kötü olan, bu noktaya kadar gelmek olacaktır.
Sonuç olarak şunlar söylenebilir:
*mezhepleri birleştirerek bütün insanları her konuda tek içtihat etrafında birleştirmek mümkün olmadığı gibi gerekli de değildir.
*Asıl ve matlup olan, müçtehid olmak ve içtihat yapabilmektir. Ancak bu, pratikte mümkün değildir.
* İçtihat yapmaktan sonra gelen mertebe, yapılan içtihatlardan birini seçmektir. Bu, görünürde bir taklit ise de, araştırmaya dayandığı için muteberdir. Ancak, fetva verme yeterliliği anlamına gelen bu mertebe, ulaşılması çok da kolay olan bir nokta değildir.
*Dini fetvalara uyma konusunda mevcut olan en düşük mertebe ise, ilmi bir araştırma yapmadan, doğru olduğu bilinen bir gruba uymaktır. Bu durum, dini konuları uygulama açısından, bir güvenlik şemsiyesinin altında yer alma anlamına geldiği için iyidir.
*Hiç arzu edilmeyen durum ise, kişinin dini konuları umursamaması ve dini açıdan sorumluluğunun ne olduğunu merak bile etmemesidir.
*Hiç kimse, ibadet görevlerini bir mezhebe uymak için yapmaz; asıl gaye, helâl dairesinin dışına çıkmamak, böylece Allah’ın rızasını kazanmaktır.
*Taassup her şart altında kötüdür. Bilinen sınırların dışına çıkmayan bütün mezhep ve görüşler saygıdeğerdir.
*Herhangi bir işinde veya ibadetinde çok sıkıntıya düşen bir mü’min, sorununu aşmak için, fetva alarak, bir başka mezhebe göre davranabilir. Ancak bu yol, zaruret şartına bağlı olmalıdır.
*Müslümanları kardeş yapan asıl özellikleri, mü’min oluşlarıdır. Mezhep farklılıklarını imandan kaynaklanan kardeşliği bozacak şeyler gibi görmek İslam’la bağdaşmaz.
*Öncelikle Şia ile Ehl-i Sünnet arasında yakınlaşma sağlanmalıdır.
32-İSLAM’IN YAYILMASININ ÖNÜNDEKİ ENGELLER
NELERDİR?
Bu konu, üzerinde ciltlerce kitap yazılacak öneme sahiptir. Bazı ana başlıklar şu şekilde sıralanabilir:
*Müslümanlar arasında, dünyaca numune-i imtisal olarak alınabilecek niteliklere sahip çok sayıda insan yetişmemektedir.
*İslam coğrafyasındaki devletlerin genellikle geri kalmış durumda bulunmaları, müslüman olmayan insanların kafasını karıştırmakta, İslam’a yönelme konusunda isteksiz olmalarına sebep teşkil etmektedir.
*İslam dünyasının, aralarındaki sorunları İslam kardeşliğine yakışır bir şekilde halledemeyip, yerine göre, birbirlerine karşı sinsi plânlar içinde olmaları İslam’a yönelecek toplumların güven duygularını zedelemektedir.
*Müçtehid din bilginlerinin yetişmemesi, biriken dini sorunların çözümsüz gibi görünmesine sebep olmaktadır. Aslında içtihad yaptığı halde, bunu beyan etmeyerek sadece görüşlerini açıklayan kimselerin fikirleri ise toplum tarafından fazla ciddiye alınmamaktadır.
*Müslüman din alimlerinin, dini konuları uygarca tartışamayıp hasmane davranışlar içine girmeleri, İslam’a ilgi duyanların alakasını daha başta sabote etmeye yetmektedir.
*İslami tartışmalarda iman-küfür münakaşalarının sorumsuz bir şekilde yapılması, insanları üzmekte ve uzak gönülleri daha da uzaklaştırmaktadır.
*Müslümanların sanayi devrimine ayak uyduramayıp, vaktinde gerekli gelişmeyi gösterememiş olmaları, İslamiyet’in çalışkanlık ve üretkenlik prensiplerine ters düşmüştür.
*Müslümanların, matbaa icat edildikten sonra, hemen kurulmasında isteksiz davranmaları ve dini eserlerin basımı konusunda fetva vermekte gecikmeleri savunulamayacak durumların başında gelir.
*İslam’a sokulan bid’at ve hurafelerin, dini konulardaki cehaletin artmasına paralel olarak, daha çok kabul görmeye başlaması, dışarıdan bakanlar açısından yüce İslam dininin parlaklığını gölgeleyen unsurlardan olmuştur.
*İslamî ilimlere ait metodoloji (usul) bilgisinin, bilhassa İslam’ı tartışanlar tarafından bilinmemesi veya bazılarınca göz ardı edilmesi, tartışmaların seviyesini düşürmekte ve konulara yabancı olanların, derinlikten yoksun hususlarla karşı karşıya olduklarını zannetmelerine yol açmaktadır.
*İslam’a taraf olan ilim ve fikir adamlarının basın yoluyla birbirlerine hakaretler yağdırmaları, mütedeyyin insanların hizmet şevkini kırmakta, konuya ilgi duyma merhalesinde olanları ise kaçırmaktadır.
*Fert ve toplum bazında isteğe bağlı olarak geliştirilmesi gereken fedakâr tutumların, zorunlu kurallarmış gibi lanse edilmeleri, İslam dininin yaşanmasında zorluklar olacağı zehabını uyandırmıştır.
*İslam adına yola çıkan insanlardan bazılarının maddî çıkar ve dünyevî ikbal peşinde olduklarının anlaşılması, fedakâr insanları üzmüş ve hizmetten soğutmuştur.
*Dini kitap okuyan ve özel imkânlarla da olsa bir miktar dini eğitim gören bazı insanların, dine hizmet gayesiyle yola çıktıktan sonra, dinle bağdaşmayacak işler yapmaları, toplumu bir bütün olarak tedirgin etmiştir.
*Dini konuları anlatan ve telkin eden kişiler, yeterince sorumlu davranmamışlar, bazı islami konuların yanlış anlaşılmasına sebebiyet vermişlerdir.
*İslamî konular, birilerine sırf tepki teşkil edecek veya birilerini intikam hisleri içine yitecek şekilde anlatılmamalı iken, bu konuda yeterli hassasiyetin gösterildiği söylenemez.
*İslam otuz yıldan fazla uygulanmamıştır veya şimdiye kadar hep yanlış anlaşılmıştır gibi yaklaşımlar, insanları, İslam’ın kolay anlaşılan ve uygulaması zor olmayan nitelikleri konusunda şüpheye yitmektedir.
*Zamanında olayların tabii seyri içinde ortaya çıkan ve yararlı hizmetleri olan cemaatleri örnek alarak bir araya gelen küçük arkadaş grupları tarafından da benzeri cemaatler kurulmaya çalışılması para, zaman ve ümit israfına yol açmıştır.
*Tasavvuf gibi bazı konuların, uzun süre yaşanan İslam medeniyetinin bir parçası olarak değil de, yanlış örnekleriyle ve diğer konulardan soyutlanarak takdim edilmesi doğru olmamıştır.
*İyi niyetli bazı cemaat mensuplarının, İslam’ı tanıtmaktan çok, cemaatlerini tanıtmaya ve ön plana çıkarmaya çalışmaları tebliğin ana ilkelerine uymamaktadır.
*Mehdi gibi yanlış anlaşılmaya müsait konuların, gerekli bilgi donanımından yoksun olarak tartışılması, ve bazılarınca tarih ve isim verilmesi, iş içinden çıkılamayacak duruma gelince de konunun mehdi kelimesinin sözlük anlamı çerçevesinde açıklanmaya başlanması, zihinleri karıştırmış ve birtakım istifhamlar oluşmasına neden olmuştur.
*Hz. Peygamberin hadisleri, sahabe görüşleri, müçtehid imamların içtihatları ve bin dört yüz yıllık İslam tarihi görmezlikten gelinerek, sadece Kur’an mealleriyle İslam dinini anlamaya çalışma gayretleri, samimi de olsa, yanlış olmuş; en azından İslam’ı anlama çabalarına belli bir sınırlama getirdiği için, konuları kapsamlı olarak anlamaya engel teşkil etmiştir.
*Yanlış bir anlayışa tepki olarak doğan ve özünde imhacı bir karakter taşıyan oluşumlar, objektif olamadıkları için, hakkaniyetle hareket edememekte, hem kendilerine ham de çevrelerine zarar vermektedirler.
*İslam’ı anlatan hatip ve vaizlerden bir kısmının, İslamiyet’in özünde bulunan nezaketten yoksun olarak bağırıp çağırmaları, başkalarını tehdit etmekte hevesli davranmaları ve bazen de komik sözlerle cemaati güldürmeye çalışmaları yanlış davranışlardır. Alimler, Hz. Peygamberin mirasçısı olduklarına göre, İslam’ı anlatan kişi, Hz. Muhammed adına tebliğde bulunduğunun bilinciyle, Resulullah olsa nasıl hitap ederdi, diye düşünüp ona göre konuşmalıdır.
*Üçüncü ve dördüncü tabaka hadis kitaplarından alınan bazı uydurma ve zayıf hadislerin tetkik edilmeden yayınlanmaları, özellikle geniş halk kitlelerine ulaşan takvim yapraklarında kullanılıp vaaz ve sohbetlerde nakledilmeleri İslam’ı tezyif etmekte, savunulması güç fikirlerle silinmesi zor kanaatlerin oluşmasına sebebiyet vermektedir.
*İyi bir müslümanın ana hedefi sadece Allah’ın rızasını kazanmaktır. Bunu göz ardı ederek, başkalarını hoşnut etmeye çalışmak yanlıştır. Allah’ın rızası doğrultusunda hareket eden kişi, zaten bütün insanların yararına olanı da yapmış olur. Allah, İslam’ı, insanlar dünya ve ahirette mutlu olsunlar diye göndermiştir. Allah’tan daha çok merhametli olmak kimsenin haddine düşmemiştir
*Farkına varılmadan, geniş İslam kardeşliğinin daraltılarak cemaat ve meşrep kardeşliğine dönüştürülmesi, bir cemaate göre her zaman çoğunlukta kalan Müslümanları üzmekte ve yavaş yavaş pasifize olmalarına sebep teşkil etmektedir.
*Her türlü taassup ve kraldan fazla kralcılık, diğer insanların haklı olarak mesafeli davranmalarına yol açmaktadır. Mutaassıp davranarak araştırıcı olmayan ve başkalarıyla diyalogu kesen kimseler, dar bir kadro olmanın ötesine geçemezler. Oysa İslam evrenseldir. Evrensel olanın, evrensel ölçülerde yaşaması ve yaşama talebinin evrensel olması gerekir.
İÇİNDEKİLER
SAYFA
1-Önsöz
...................................................................................................................1
2-I-İTİKAD
.............................................................................................................3
3-Cenab-ı Hak inanmamızı nasıl kolaylaştırmıştır?
......................................................3
4-İmanın şartları nelerdir? Kader de imanın şartları arasında mıdır?
..............................4
5-İslamın şartları nelerdir? İmanın şartları ile İslâmın şartları arasında ne
fark vardır? ...5
6-İmanını diliyle ikrar etmeyen mü’min sayılır mı?
.....................................................5
7-Bir insan kalbiyle inandığı halde baskı ve
tehdit altında, inanmadığını söylerse dinden
çıkar mı?
..............................................................................................................5
8-Bir insan kalbiyle inanmadığı halde diliyle inandığını söylerse mü’min sayılır mı? ......5
9-Mü’minin imanı artıp eksilir mi? Birinin
imanı bir başkasınınkinden eksik veya fazla
olabilir mi?
...........................................................................................................5
10-Zayıf iman, kuvvetli iman olur mu? .......................................................................6
11-Amel, imandan bir parça mıdır? .............................................................................6
12-Kâfir, münafık ve müşrik arasında ne farklar vardır? ...............................................6
13-Tekfir nedir? Bir insan hangi durumlarda tekfir edilebilir? .......................................7
14-Kime münafık denir? Münafıkları açıklamak gerekir mi? ..........................................7
15-Allah’ın varlığını ispat eden aklî deliller nasıl ispat edilebilir? ................................8
16-Allah’a Tanrı denebilir mi? ...................................................................................9
17-Allah ismi ile Allah’ın diğer isimleri arasında ne fark vardır? ..................................9
18-“La ilahe illallah diyen Cennete girer” hadisinin anlamı nedir?................................10
19-Küfre düşmenin sebepleri nelerdir? ......................................................................10
20-Hadisleri inkâr eden küfre girer mi? .....................................................................11
21-Şeytan nasıl küfre girmiştir? Neleri inkâr etmiştir? ................................................11
22-Şeytan melek midir? ...........................................................................................11
23-Şeytan bir tane midir? ........................................................................................12
24-Meleklerle cinler arasında ne farklar vardır? .........................................................12
25-Cinler insanlara zarar verebilirler mi? ..................................................................12
26-Kitap olmaları açısından peygamberlere verilen sahifelerle dört büyük kitap arasında
fark var mıdır? ..................................................................................................13
27-Kur’an ile diğer semavi kitaplar arasında ne farklar vardır? ....................................13
28-Kur’an mahluk (yaratılmış) mıdır? .......................................................................13
29-Kur’an ezeli olduğuna göre nüzul sebeplerini nasıl yorumlayabiliriz? ......................14
30-Kur’an-ı Kerim’de peygamberlere, insanlara hatta firavun gibi kâfirlere ait konuşmalar
vardır. Bu durum, Kur’an’ın Allah’ın kelamı olmasıyla çelişmiyor mu? ...................14
31-Kur’an-ı Kerim’de henüz olmamış bazı olaylar olmuş gibi mazi sigasıyla anlatılır; bu-
nun hikmeti nedir? .............................................................................................15
32-Cenab-ı Hak bazı ayetlerde kendi zatından “biz” diye bahseder; Allah tek olduğuna
göre bu ifadenin hikmeti nedir? ...........................................................................15
33-Kur’an-ı Kerim’i elimize alarak okuyabilmemiz için abdestli olmamız zorunlu mu-
dur? .................................................................................................................15
34-Kur’an okumaya başlamak için hangi hazırlıklara sahip olmak gerekir? ...................16
35-Kur’an’ın aslını mı okumalıyız, yoksa anlamını mı? ..............................................16
36-Kur’an’ı neler tefsir eder? ...................................................................................17
37-Tecvid kuralları Hz. Muhammed (SAV) zamanında var mıydı? Bu kurallara uymak
gerekir mi? .......................................................................................................18
38-Kur’an’ı nasıl okumalıyız? ..................................................................................18
39-Kur’an nasıl dinlenir? .........................................................................................18
40-Kur’an ne kadar anlaşılabilir? Kim, Kur’an’ı ne kadar anlar? ..................................19
41-Kur’an-ı Kerim’in birinci sûreden yüz on dördüncü sûreye kadar dizilişi nasıl yapıl-
mıştır? Kur’an’ı nüzul sırasına göre tertip etmek doğru mudur? ..............................21
42-Kur’an-ı Kerim’de hangi konular yer alır? ............................................................21
43-Nebi ile resul arasında ne fark vardır? ..................................................................22
44-İnsanlık tarihi boyunca kaç peygamber gönderilmiştir? ..........................................22
45-Cenab-ı Hak, peygamber göndermediği toplumları sorumlu tutar mı? Günümüz insan-
larının İslâmiyet karşısındaki durumları nedir? .....................................................23
46-Vahiy nedir? ......................................................................................................23
47-İlham nedir? ......................................................................................................24
48-Peygamberlere de ilham gelmiş midir? .................................................................24
49-Kur’an vahyin hangi çeşitleriyle gönderilmiştir? ...................................................24
50-Kur’an niçin bir kerede değilde 23 yıl boyunca indirilmiştir? .................................24
51-Peygamberler zorunlu olarak hangi sıfatlara sahiptirler? ........................................24
52-Mucize nedir? ....................................................................................................25
53-Mucize ile harika arasında ne farklar vardır? ........................................................25
54-Mucize dışında ne gibi olağanüstü olaylar vardır? .................................................25
55-Deliler arasında veli olanlar var mıdır? ................................................................26
56-Peygamberlerin gönderilmesindeki hikmetler nelerdir? ..........................................26
57-Hz. Muhammed (SAV)’in sırtındaki nübüvvet mührü nasıldı? Üstünde herhangi bir
yazı var mıydı? .................................................................................................27
58-Hz. Muhammed (SAV)’in mübarek simalarında parlayan nübüvvet nuru nasıldır? .....28
59-İnsan hayatı kaç safhaya ayrılır? .........................................................................28
60-Cesetleri dağıldığı için bir kabri bulunmayanların kabir hayatları nasıl olur? ...........29
61-Bazı insanlar tarihin ilk dönemlerinde ölmüşler, bazıları ise kıyamete yakın ölecek-
lerdir. İki grubun kabirde çekeceği azap veya göreceği mutluluk göz önünde bulun-
durulunca, berzah alemindeki sürelerinin çok farklı olması bir haksızlığa neden
olur mu? ..........................................................................................................29
62-Ruhumuz biz doğmadan önce var olduğuna göre niçin geçmiş zamanları hatırlamı-
yoruz? .............................................................................................................29
63-Berzah âlemi hangi olayla başlar? .......................................................................29
64-Şehit olanların berzah alemleri nasıl geçecektir? ..................................................30
65-Ahiretin varlığının hikmetleri nelerdir? ...............................................................30
66-Ahiretin varlığını ispat eden deliller nelerdir? ......................................................31
67-Kıyametin küçük alametleri nelerdir? ..................................................................34
68-Kıyametin büyük alametleri nelerdir? ..................................................................34
69-Kıyametin büyük alametleri nasıl yorumlanabilir? .................................................35
70-Diğer dinlere ve İslâmiyet’e göre Deccal gerçeği nedir? ........................................35
71-Kıyametin büyük alametlerinden Dabbet-ül Arz Kur’an’da ve hadislerde nasıl
anlatılmaktadır? ................................................................................................37
72-Kıyametin büyük alametlerinden olan güneşin batıdan doğması nasıl olacaktır? ........38
73-Hz. İsa yaşıyor mu? Kıyamet kopmadan önce yeryüzüne inecek mi? ........................39
74-Hıristiyanlara göre Hz. İsa yaşıyor mu? ................................................................41
75-Hz. İsa’nın Allah’ı kelimesi ve Allah’ın ruhu olması ne anlama gelmektedir? ...........41
76-Mehdi gerçeği nedir? ..........................................................................................43
77-Kıyametin alametlerinden olan Ye’cüc ve Me’cüc Kur’an’da ve hadislerde nasıl anla-
tılmaktadır? ......................................................................................................45
78-Kur’an-ı Kerim’de kıyametin meydana geliş şekli nasıl anlatılmaktadır? ..................46
79-Mü’minlerin kıyamet dehşeti karşısındaki durumları ne olacaktır? ..........................47
80-Sur nasıl bir alettir? Sura üflemenin keyfiyeti nedir? .............................................48
81-Haşr nasıl olacaktır? Kıyamet gününde
insanlar Allah’ın huzurunda nasıl
toplanacaklardır?
...............................................................................................48
82-Mahşerde bize verilecek olan amel defteri nedir? Nasıl verilecektir? .......................50
83-Kur’an’da geçen sağdakiler ve soldakiler tabirleri hangi münasebetle
kullanılmıştır? ...................................................................................................51
84-Mahşerde insanlar nelerden sorguya çekileceklerdir? .............................................52
85-Mizan nasıldır? Amellerimiz nasıl tartılacaktır? ....................................................53
86-A’raf nedir? A’raftakiler ne olacaktır? .................................................................53
87-Şefaat nedir? Ahirette kimler şefaat edebileceklerdir? Kaç çeşit şefaat vardır? .........54
88-Sırat köprüsü nedir? ...........................................................................................55
89-Cennet nasıl bir yerdir? Cennet hayatı nasıl olacaktır? ...........................................56
90-Ahirette Allah görülecek midir? ...........................................................................56
91-Cennet Kur’an-ı Kerim’de nasıl anlatılır? .............................................................58
92-Cennetteki herkesin derecesi aynı mı olacaktır? ....................................................60
93-Cennette evlilik hayatı var mıdır? ........................................................................60
94-Çocuklar, deliler ve fetret dönemlerinde yaşayan insanlar cennete girecekler midir? .61
95-Cennet hayatı ebedi midir? ..................................................................................61
96-Cehennem nedir? ................................................................................................62
97-Cehennem ebedi midir? .......................................................................................62
98-Kâfirler ve müşrikler cennete girebilirler mi? .......................................................63
99-Bu dünyada suçunun cezasını çeken kişi ahirette ayrıca ceza görür mü? ...................64
100-Cehennem ehlinin bu dünyadaki vasıfları Kur’an’da nasıl anlatılır? .......................64
101-Cehennem azabı Kur’an’da nasıl anlatılır? ..........................................................66
102-Ahiret hayatını anlatırken daha çok
cennetten mi yoksa cehennemden mi bahsetmek
gerekir?
...........................................................................................................67
103-Kaderin sözlük ve terim anlamı nedir? ................................................................67
104-Kazanın sözlük ve terim anlamı nedir? ................................................................67
105-Kaderin mahiyetini ve hikmetini tam olarak anlamak mümkün müdür? ...................68
106-Hangi olaylar kaderin kapsamı içine girer? .........................................................68
107-Kaderle ilgili ayetler hangileridir? .....................................................................68
108-İnsan olarak yaşadığımız her olay kaderimizin bir parçası olduğuna göre niçin
sorumluyuz? .....................................................................................................69
109-Kaderimizde olduğu halde sorumlu olmadığımız olaylar var mıdır? ........................70
110-Hayrın da şerrin de Allah’tan gelmesi ne demektir? .............................................70
111-Hayrı da şerri de yaratan Allah’ın şerre rızası var mıdır? ......................................70
112-Kul, yaptıklarını işlemek zorunda mıdır? ............................................................71
113-Kul, kendi yaptıklarının yaratıcısı mıdır? ............................................................71
114-Allah, olacak her şeyi önceden bildiği halde niçin sorumlu olur? ...........................72
115-Tevekkül nedir? ...............................................................................................73
116-Tevekkül konusunda hataya düşmemek için nelere dikkat etmek gerekir? ...............73
117-Tevekkül konusu Kur’an’da nasıl anlatılmıştır? ...................................................73
118-Maktul eceliyle mi ölür? ...................................................................................74
119-Sadakanın ömrü uzattığını haber veren hadisler nasıl yorumlanmalıdır? .................75
120-Rızık nedir? Yenen haramlarda rızık mıdır? ........................................................75
121-II-İBADET ......................................................................................................76
122-Temizlik konusu hakkında Kur’an’da ne gibi ayetler vardır? .................................76
123-Necaset nedir? Neler necistir? ...........................................................................77
124-Necis olan şeyler kaça ayrılır ve bu durum namaz temizliği açısından hangi sonuç-
ları doğurur? ....................................................................................................78
125-Hades nedir? Kaç çeşit hades vardır? ..................................................................78
126-Namaz abdesti bulunmayan kişi neler yapamaz? ...................................................78
127-Boy abdesti bulunmayan kişi neler yapamaz? ......................................................78
128-Gusül (boy abdesti) alması zorunlu olan kişi, en geç ne kadar süre içinde almalı-
dır? .................................................................................................................79
129-Abdestin farzları nelerdir? ................................................................................79
130-Guslün farzları nelerdir? ...................................................................................79
131-Özürlü olan mesela akıntılı yarası bulunan kişi ne kadar zamanda bir abdest alır? ...79
132-Abdest uzuvlarından biri sargıda olan kişi ne yapar? ............................................80
133-Mest nedir? Ne kadar süre ile giyilir? .................................................................80
134-Ayağa mest giymek bize sevap kazandıran bir sünnet midir? .................................80
135-Teyemmüm nedir? Farzları nelerdir? Nasıl bozulur? .............................................80
136-Hayız ve nifas durumunda olan kadınların namaz ve oruç açısından sorumlulukları
nelerdir? ..........................................................................................................81
137-Kur’an’da namaz ve namazın önemi nasıl anlatılır? ..............................................81
138-Farz namazlar hangileridir? Kaçar rekattır? .........................................................83
139-Vacip namazlar hangileridir? .............................................................................83
140-Nafile namazlar hangileridir? ............................................................................83
141-Hangi vakitlerde namaz kılmak mekruhtur? .........................................................84
142-Hangi vakitlerde nafile namaz kılınmaz? .............................................................85
143-Namazın farzları nelerdir? .................................................................................85
144-Kamet ve niyet hariç hangi namazlar birbiri gibi kılınır? ......................................86
145-Bağımsız dört rekat sünnet namazı olan öğlen namazının sünneti ile, iki artı iki şek-
linde birleştirilmiş dört rekatlık ikindi namazının sünneti arasında kılınış itibariyle
hangi farklar vardır? .........................................................................................86
146-Peygamber efendimiz ikindi namazı ile yatsı namazının dörder rekatlık sünnetlerini
bazen kılıp bazen terk ettiğine göre, bizim de bazen terk etmemiz sünnet midir? .....87
147-Namazda zamm-ı sûre okuma konusunda hangi kurallara uymak gerekir? ................87
148-Kutuplarda beş vakit namaz için belirlenen vakitler 24 saat içinde gerçekleşmediğine
göre ne yapmak gerekir? ....................................................................................87
149-Cuma namazı kaç rekattır? ................................................................................87
150-Cuma namazı Kur’an’da nasıl anlatılmıştır? ........................................................88
151-Cuma gününün tatil olması gerekir mi? ...............................................................88
152-Kadınların kılamayacağı bir namaz var mıdır? .....................................................88
153-kadınlarla erkekler aynı safta namaz kılabilirler mi? ............................................88
154-Herkesin anadiliyle ibadet etmesi mümkün mü? ...................................................89
155-Namaz vakitleri birleştirilerek kılınabilir mi? .....................................................91
156-Kur’an’da beş vakit namaz var mıdır? ................................................................92
157-Beş vakit namaz kazaya bırakılabilir mi? ............................................................93
158-Hz. Peygamber teravih namazı kılmış mıdır? Teravih namazı kaç rekâttır? Teravih
kılmak dini hüküm olarak nedir? .......................................................................93
159-Yolcu olan kimse namazını nasıl kılar? ...............................................................94
160-Cemaatle namaz kılmanın dini hükmü nedir? .......................................................95
161-Cami hüviyeti taşımayan yerlerde de cemaatle namaz kılınabilir mi? .....................95
162-Fazilet açısından cami dışında kılınan namazlar camide kılınanlar gibi midir? ........95
163-Cemaatle kılınan namazlar kuvvet ve önemine göre nasıl sıralanır? .......................96
164-Bayram namazı nasıl kılınır? .............................................................................96
165-Cenaze namazı nasıl kılınır? ..............................................................................96
166-Cenaze namazında fatiha sûresi okunur mu? ........................................................96
167-Kur’an’da namazın kötülüklerden alıkoyduğu haber verilmektedir. Namaz kıldığı
halde kötülük yapanların durumu nasıl izah edilebilir? ........................................97
168-Ramazan orucu Kur’an’da nasıl anlatılmıştır? .....................................................97
169-Orucun faydaları nelerdir? ................................................................................98
170-Hangi oruçları tutmak farzdır? ..........................................................................99
171-Mazeretsiz bozulan ramazan orucuna karşılık tutulan kefâret orucunun dayanağı
nedir? ...........................................................................................................100
172-Tutulması vacip olan oruçlar hangileridir? ........................................................101
173-Nafile oruçların hangi günlerde tutulması müstehaptır? ......................................101
174-Hangi günlerde oruç tutulmaz? .........................................................................102
175-Kimler oruçlarını tutmayıp kazaya bırakmak zorundadırlar? ................................102
176-Kimler oruçlarını kazaya bırakabilirler? ............................................................103
177-Kimler tutamadıkları oruçlarına karşılık fidye öderler? .......................................103
178-Bir fidyenin miktarı ne kadardır? .....................................................................103
179-Ramazan ayının birinci günü nasıl tespit edilir? .................................................103
180-Oruca ne zamana kadar niyet edilir? .................................................................104
181-Oruçlu iken bilerek, hata sonucunda ve unutarak bir şey yiyip içen kişinin ne yap-
ması gerekir? .................................................................................................105
182-Dişleri fırçalamak, yemeğin tadına bakmak ve sakız çiğnemek orucu bozar mı? .....105
183-İğne yaptırmak orucu bozar mı? .......................................................................105
184-Göze, kulağa ve buruna ilaç damlatmak orucu bozar mı? .....................................106
185-Oruç tutan kişi nelere dikkat ederse sevabı artar? ..............................................106
186-Iskat nedir? Oruç ve namaz ıskatı caiz midir? ....................................................107
187-Devir nedir? Devir caiz midir? .........................................................................108
188-Zekât Kur’an’da nasıl anlatılır? .......................................................................108
189-Cenab-ı hak fakirlere yardım etmenin usul ve adabı hakkında insanları nasıl
uyarır? ...........................................................................................................109
190-Sadaka olarak vereceğimiz malların nitelikleri Kur’an’da nasıl anlatılır? .............109
191-Kur’an hangi gayeyle yapılan yardımların boşa gideceğini haber veriyor? .............110
192-Kur’an, mallarını Allah yolunda harcamayanların durumlarını nasıl haber
veriyor? ........................................................................................................110
193-Zekât vermenin ne gibi faydaları vardır? ...........................................................110
194-Kimlere zekât verilir? .....................................................................................111
195-Bir insan, yakınlarından kimlere zekât veremez? ................................................112
196-Zekât vermek kimlere farzdır? .........................................................................112
197-Bir malın zekâta tabi olmasının şartları nelerdir? ...............................................112
198-Altının nisabı için 80 gramdan 96 grama kadar muhtelif miktarlar verilmesinin
sebebi nedir? ..................................................................................................113
199-Hangi mallardan ne kadar zekât verilir? ............................................................113
200-Kira gelirlerinin zekâtı nasıl ödenmelidir? ........................................................114
201-Hisse senetlerinin zekâtı nasıl ödenir? ..............................................................115
202-Tahvillerin zekâtı nasıl ödenir? ........................................................................115
203-Kimlere zekât verilmez? ..................................................................................115
204-Vergisini ödeyen kişi zekâtını da vermiş sayılır mı? ...........................................115
205-Dini açıdan zengin sayılmanın ölçüsü zekât ve fitre vermekle kurban kesmek için
aynı mıdır? ....................................................................................................116
206-Fıtır sadakası nedir? Kim, kimler için, kimlere öder? .........................................116
207-Fıtır sadakasının miktarı ne kadardır? ...............................................................117
208-Haccın farziyeti ve önemi Kur’an’da nasıl anlatılmıştır? .....................................118
209-Haccın fayda ve hikmetleri nelerdir? ................................................................120
210-Haccın farz olmasının şartları nelerdir? ............................................................121
211-Hac ibadetini eda etmenin şartları nelerdir? ......................................................122
212-Haccın sıhhatinin şartları nelerdir? ..................................................................122
213-Hac ibadeti hangi günlerde yapılır? .................................................................122
214-Kalabalık nedeniyle hac ibadeti belli günler dışında yapılabilir mi? .....................123
215-Haccın farzları nelerdir? .................................................................................124
216-Hac ibadetinin vacipleri nelerdir? ....................................................................124
217-Umre nedir? Nasıl yapılır? ..............................................................................124
218-Farz olanı dışında haccın vacip ve nafile olanı da var mıdır? ............................125
219-İfrad, temettü ve kıran hacları arasında ne fark vardır? ......................................125
220-Adet ve loğusa halindeki kadınlar hac esnasında hangi ibadetleri yapabilirler? .....125
221-Hac ve umre sebebiyle kesilen kurbanlarla kurban bayramı dolayısıyla kesilen
kurbanlar aynı mıdır? ....................................................................................125
222-Hacıların kurbanlarını vekâlet yoluyla memleketlerinde kestirmeleri mümkün
müdür? ........................................................................................................126
223-Hangi ibadetleri vekâletle yaptırmak mümkündür? ............................................126
224-Kurbandan bahseden ayetler hangileridir? ........................................................127
225-Kurban kesmek dini hüküm olarak nedir? .........................................................128
226-Kimlerin kurban kesmesi gerekir? ...................................................................128
227-Kurban kesmek yerine sadaka verilebilir mi? ....................................................128
228-Yolcular da kurban keser mi? ..........................................................................129
229-Kurban için niyet şart mıdır? ...........................................................................129
230-Kurban hangi günlerde kesilir? ........................................................................129
231-Hangi hayvanlar kurban edilir? ........................................................................130
232-Fakir kimse de kurban kesebilir mi? .................................................................130
233-Kurbanın eti ve derisi ne yapılır? .....................................................................130
234-Hayvana eziyet vermemek için önce bayıltıp sonra kesmek caiz midir? .................131
235-Kaç çeşit kurban vardır? ..................................................................................131
236-Akika kurbanı ne zaman kesilir? Dini hükmü nedir? ...........................................132
237-Adak kurbanı dini hüküm olarak nedir? .............................................................132
238-Adak kurbanının etini kimler yiyemez? .............................................................132
239-Bir adağın sahih olmasının şartları nelerdir? .....................................................132
240-III-DİĞER SORULAR .....................................................................................133
241-Bid’at nedir? ..................................................................................................133
242-Mevlid okumak bid’at mıdır? ...........................................................................135
243-Çocuklara ad koyma konusunda nelere dikkat etmek gerekir? ..............................136
244-Dini bayramları nasıl geçirmeliyiz? ..................................................................136
245-Dine göre ruh çağırma mümkün müdür? ............................................................137
246-Reenkarnasyon gerçek midir? İslâm’ın bu konudaki görüşü nedir? .......................138
247-Hz. Muhammed (SAV) okuma yazma biliyor muydu? ..........................................141
248-Sakal bırakmanın dini hükmü nedir? .................................................................143
249-Kur’an’da, kadınların örtünmesi hakkında ne gibi emirler vardır? ........................144
250-Saç boyatmak caiz midir? ................................................................................146
251-Hangi durumlarda makyaj yapılabilir? ...............................................................146
252-Vücutta kalıcı iz bırakan tasarruflar ve estetik ameliyat caiz midir? .....................146
253-Altın ve gümüş kullanmak caiz midir? ..............................................................146
254-Kolonya kullanmak caiz midir? ........................................................................147
255-İslâm müziği yasaklamış mıdır? .......................................................................148
256-Tavla ve satranç oynamak caiz midir? ...............................................................148
257-Sigara içmenin dini hükmü nedir? .....................................................................149
258-Tuvalet kâğıdı kullanmak caiz midir? ...............................................................150
259-Zengin kişinin imtihanı nedir? .........................................................................150
260-Fakirliğin imtihanı nedir? ................................................................................151
261-Düğünlerde nelere dikkat etmek gerekir? ...........................................................151
262-Başlık parası almak dine uygun mudur? .............................................................152
263-Dini nikâh ne zaman kıyılmalıdır? ....................................................................152
264-Nişanlılık döneminde taraflar nelere dikkat etmelidir? ........................................152
265-Doğum kontrolü caiz midir? .............................................................................153
266-Tüp bebek yöntemiyle çocuk sahibi olmak caiz midir? ........................................153
267-Evlat edinmek caiz midir? ...............................................................................154
268-Cenazeyi taşıma konusunda nelere dikkat etmek gerekir? ....................................154
269-Ölüye telkinde bulunmak gerekir mi? ................................................................155
270-Taziye kaç gün sürmelidir? ..............................................................................156
271-Mezhepleri birleştirmek mümkün müdür? ..........................................................157
272-İslâm’ın yayılmasının önündeki engeller nelerdir? .............................................159