Sen Nurcuların Ağabeyisin

 

Sayı: 588 - 13.03.2006  |  Cemal A. Kalyoncu - c.kalyoncu@aksiyon.com.tr

1940 yılında gördüğü bir rüya vesilesi ile Said Nursi’yi tanıyan ve Kastamonu’da risaleleri yeni Türkçe ile yazanlardan biri olan Abdullah Yeğin sürekli mahkemelere verilir. Bediüzzaman’ın “Sen Nurcuların ağabeyisin” dediği Yeğin, yasal bir engel olmamasına rağmen Urfa ve Antep’te barındırılmaz.

Üstad’ın talebesi Abdullah Yeğin’e göre, dönemin Başbakanı Adnan Menderes Risale-i Nurlar’ın basımına izin verdi. Ancak çeşitli aksaklıklar sebebiyle söz konusu basım işi Başbakanlık Müsteşarı Salih Karar tarafından engellendi.

Bu kadar da olmaz dedirten olaylardan biriydi Danıştay’ın sokakta başörtüsü takmaya getirdiği yasak. İster istemez sormadan edemiyoruz, “Türkiye özgürlükler konusunda 1920’lerde hangi noktada idi, 2006’da ne durumda?” diye. 1950’lerin hemen başında geçen olayın tarihine de dikkat ederek şu sözlere kulak verelim: “Biz o zaman çocuk okutuyoruz diye Urfa’da mahkemeye verilmiştik. Hüsnü Bayramoğlu’na 20, bana 30 lira ağır para cezası vermişlerdi, gizli mektep açmışsınız diye. Vallahi gizli mektep falan diye bir şey yoktu. O, müdafaalarımızda var.”

Çocuk okutmaktan kasıt, onlara dinî bilgiler vermekti. Ve bu cezaya çarptırılanların tek suçları da buydu. Ceza verilenlerden biri, Said Nursi ile tanıştıktan sonra onun talebelerinden olup, bir süre hizmetinde bulunan, daha sonra bizzat yine onun görevlendirmesi ile Urfa’ya hizmet etmeye giden Abdullah Yeğin’di.

Mahkemeye verilir

Yıl 1952’dir. Hüseyin Üzmez, gazeteci Ahmet Emin Yalman’a Malatya’da bir suikast girişiminde bulunur. Bu olayın hemen ardından başta Meclis’teki muhalefet partisi olmak üzere bazı gazeteler Türkiye’de ‘irtica var’ yaygarasına sarılır. Başbakan Adnan Menderes bunun üzerine Isparta savcılığına talimat vererek, Türkiye’de irticai hareketler hakkında araştırma yapılmasını ister.

Abdullah Yeğin ve Hüsnü Bayramoğlu da bu sırada mahkemeye verilir: “O zaman Zübeyir (Gündüzalp) Ağabey de vardı yanımızda. O telgrafçı idi. Kendisini Islahiye’den Urfa Postanesi’ne telgrafçı olarak tayin ettirmişti. Üç kişi idik; Zübeyir Ağabey, ben, bir de Rüştü diye bir arkadaş. Üçümüz de bir kafa idik. Birimiz ne derse diğerleri hiç reddetmezdi. Emniyet, risaleleri, bazı kitapları almıştı. Geri vermiyordu. Tam o sırada Üstad’dan bir mektup gelmişti, ‘ne zaman Risale-i Nur’lara engeller çıkar, Risale-i Nur’un neşri tatil edilirse, okutulmazsa, belalar, musibetler gelir’ diye. ‘Risale-i Nur’un okunması sadaka-i makbuledir.’ Yani ‘belayı, musibeti def’e sebep olur’ diyordu Üstad o mektupta. Kitaplarımızı Emniyet’ten almak, güya onları ikna etmek için biz bu mektubu kendi namımıza istida verdik.

Zübeyir Gündüzalp, Hüsnü Bayramoğlu ve ben, üçümüz imza atarak evvela emniyet müdürüne bu istidayı verdik. Emniyet müdürü okudu ‘Siz’ dedi ‘bizi tehdit ediyorsunuz.’ ‘Yok’ dedik ‘bu tehdit değil. Risale-i Nur’un ehemmiyetini size izah etmek istiyoruz.’ Bunun üzerine o da ‘Bediüzzaman tehlikeli adamdır. Siz buna fazla yaklaşmayın.’ dedi. Zübeyir Ağabey dedi ki ‘Müdür Bey. Sen ne söylüyorsun? Bizi parça parça doğrasalar, bıçakla kesseler, biz Bediüzzaman’dan asla ayrılamayız.’ Bunları duyunca daha fazla konuşamadı müdür. ‘Sizin’ dedi ‘Bizimle bir işiniz yok. Gidin savcılığa verin bu mektupları.’ Sonra valiye gittik. Vali yerinde yoktu. Oradan bize ‘savcıya gidin’ dediler. Savcılık o mektubu verdiğimiz için bizi tevkif etti. Ne sorsalar biz Risale-i Nur’dan cevap veriyorduk. Tabii işlerine gelmiyordu. Tevkif edildiğimizde bu Hüseyin Üzmez’in hadisesi çıktı o zaman.”

Biz evrak istedik sizi göndermişler

Fakat Urfa’da tevkif edildikleri sürece mahkemeye çıkarılmayıp bekletilirler. Ardından soruşturmayı Isparta Savcılığı yürüteceğinden buraya gönderilirler. Çok uzun ve maceralı bir yolculuktan sonra Isparta’ya geldiklerinde yine mahkemeye çıkarılmayıp üç ay beklemek durumunda bırakılırlar. Nihayetinde mahkeme günü gelip çatar: “Isparta savcısı dedi ki ‘Biz, evraklarınızı istedik, sizi gönderdiler. Bize evraklar lazım. Ben kitapları biliyorum. Okudum da. Bunlarda suç diye bir şey yok. Mahkeme iade etmiş. Bir suçunuz yok.’ Mahkemenin iade ettiği kitapları tekrar tekrar alıyorlardı.”

Bunun üzerine Isparta Savcılığı’nın müracaatı ile Urfa Mahkemesi’nden tahliye edilirler: “Bizi serbest bıraktılar. O zaman Üstad’ın Gençlik Rehberi’nden dolayı mahkemesi vardı İstanbul’da. Biz de Üstad’ı ziyarete gittik. Onu İstanbul’da tekrar gördük. Üstad davadan beraat edince tekrar Emirdağ’a döndü. Zübeyir Ağabey de işinden istifa edip Üstad’ın yanına, hizmetine Emirdağ’a gitti.”

O zaman, Urfa’dan Isparta’ya giderken jandarmanın duyduğu güveni başka kurumlar bilerek ve isteyerek duymamıştı bu hizmet adamlarına: “Jandarmalar bizi götürürken ellerimiz ilkin kelepçeli idi. Baktılar ki bunlar dindar adamlar. Namazlarını kılıyorlar. Başımızdaki onbaşı dedi ki ‘Ben bunların elini hiç bağlamam.’ Ellerimizi çözdü. Serbest bir şekilde Antep’e gittik. Orada gece gelecek trene binecektik. Bizi otelde bıraktılar. Silahlarını da bize teslim edip kendileri gezmeye gitti. Otelde yattık. Saat 04.00’te gelip bizi kaldırdılar ve Isparta’ya gittik. Jandarmalara ‘Burada bir Hüsrev Ağabeyimiz var. Onu ziyaret edelim. Yarına kadar bize müsaade edin. Yarın buluşalım, bizi o zaman teslim edin savcılığa’ dedik. ‘Peki’ deyip serbest bıraktılar bizi. Hüsrev Ağabeyi ziyaret ettik. O dedi ki ‘Bunları yalnız bırakmaz, takip ederler. Bu jandarmalara bir zarar gelmesin. Siz gidin, bir an evvel sizi adliyeye teslim etsinler. O şekilde biz adliyeye teslim olduk. Yani bu millet dindarlara daima hürmetkârdır; ama biz hakiki dindar olursak.” Ataları Bağdat’tan Kastamonu’ya gelmiş

Abdullah Yeğin, Said Nursi tarafından hizmet etmek üzere görevlendirildiği Urfa’da, yasal bir engeli olmamasına rağmen barındırılmaz. Urfa’dan uzaklaştırılan Yeğin, 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra gizlice tekrar geldiğinde yine tevkif edilir: “Darbeden sonra, Üstad’ın talebelerinden Abdülkadir Badıllı’nın mahkemesi vardı Urfa’da. Onun için gitmiştik. O zaman da bizi tevkif ettiler fakat yine mahkemeye çıkaramadılar. Korkuyorlardı isyan çıkar mı diye. Sonra bizi Ankara’ya sevk ettiler, mahkeme orada görüldü. Mahkemeye bir defa çıktık. Zaten serbest ettiler.”

Abdullah Yeğin, dedeleri 800-1000 sene evvel Bağdat taraflarından gelip Kastamonu’ya yerleşmiş bir aileye mensuptur. Kastamonu’nun Araç ilçesi’nin Kıyan Köyü’ne yerleşen ailesi, yıllarca burada hayat sürer: “Bizim köyün yanında Vakıfgürne diye bir köy var. Burası vakıfmış. Sonradan öğrendiğime göre Araç’ın etrafı Mekke’nin vakfı imiş. Bir Melikgazi türbesi var yol üzerinde. O, orayı Bizanslılardan almış ve İslamlaştırmış. Abdurrahman Salih isminde bir kumandan da bütün o Araç ve havalesini Mekke’nin vakfı yazmış. Onun kabri de Araç’tadır. Kabrinde yazıyor. Ben de yeni öğrendim bunu.”

Galip manasına gelen Yeğin soyadını alan Süleyman Efendi, Kastamonu Öğretmen Okulu’nu bitirip öğretmenlikle iştigal etmiş birisidir. Kendisine Sükûtî ismini veren Süleyman Bey’in hayatının bir bölümü, birçokları gibi cephelerde geçmiştir. Abdullah Yeğin, tam sekiz yıl askerlik yapan Süleyman Sükûtî’nin hayatını anlatırken gözyaşlarına hâkim olamamaktadır: “Bütün muharebelere girmiş (ağlıyor). Çok fakirlik çekmişler. Babam anlatırdı, bazen Galiçya derdi, Çanakkale derdi. Arabistan’a gitmiş, İngilizlere esir oluyormuş az kalsın, kaçmışlar. İki yerinden yaralanmıştı. Gazi madalyası vardı.” Kıyan Köyü Birinci Cihan Harbi’nde 30, belki daha fazla şehit vermişti: “Giden gelmemişti.”

Babam dindar biriydi

Ayşe Hanım’la evlenen Süleyman Efendi, savaştan sonraki iaşesini öğretmenlikten çıkarır: “Babam dindar biriydi. 40-50 öğretmen içerisinde namaz kılan, oruç tutan bir taneydi yani. Öyle bir-iki arkadaşı vardı. Babam namaz surelerini ezberlemeyeni mektepten mezun etmezdi. Dinî bilgilerin bir kısmını ben babamdan aldım.”

Ayşe-Süleyman Yeğin çiftinin dört çocukları olur. Selahattin, Hakkı, Münib ve Abdullah. Münib Bey binbaşı iken, Demokrat Parti’ye yakınlığından dolayı 27 Mayıs Darbesi’nden sonra Eminsular’dan (27 Mayısçıların 5 binin üzerinde subayı ordudan atmalarının ardından bu kişilere Emekli İnkılap Subayları yani Eminsular denildi.) olarak askeriyeden uzaklaştırılanlar arasında yer alır. Daha sonra üniversiteye devam ederek kimya profesörü olur.

Bir rüya

Abdullah Yeğin ise 1324’te gelir dünyaya. Yani Miladi 1924. Fakat o yıllarda Anadolu’da gerçek bir vakadır; birçokları gibi o da nüfusa geç kayıt ettirilir. İki yaş küçük yazılır: “Fakirlik seneleriydi. Yol parası veremezdik (ağlıyor). Cumhuriyetin ilk devri. Millet hep öyle idi canım. Sadece biz değil.”

Abdullah Yeğin ilkokula, babasının ders verdiği komşu Muğamlar Köyü’nde 1930’da başlar. Babası ile birlikte bir kilometreden fazla yolu yürüyerek okula ulaşır. İlkokulun üç sınıfını bu şekilde okuduktan sonra dördüncü ve beşinci sınıflara Araç’ta devam eder. Çünkü o tarihlerde beş sınıflık ilkokul henüz köylerde mevcut değildir. Yeğin, 1939’da Kastamonu’da ortaokul eğitimine başlar.

Ortaokul ikinci sınıfta sıra arkadaşı Rıfat’ın aracılığı ile hayatının seyrini değiştirecek bir zat ile tanışır. Onu, Bediüzzaman Said Nursi’ye, gördüğü bir rüya ve halkın meraklı konuşmaları ulaştırmıştır: “O zaman ağabeyim Münib’le yaşlı bir kadının evinde oturuyorduk. Bir gece rüyamda siyah cübbeli nurani bir zat kaldığımız o eve geldi ve bana iltifat etti. Ben de elini öptüm ve öylece uyandım.”

Abdullah Yeğin’in, o yaşlarda, babasının İstanbul’dan kendisi için getirdiği küçük dinî kitapları okumuşluğu vardır. Dolayısıyla o tarihlerde dinî hassasiyeti fazla olan bir kişidir: “Ortaokulda iken Kastamonu halkı da Üstadımızı konuşuyor, kendisinden bahsediyordu, ‘bir hocaefendi varmış, evliyadan bir zat imiş’ diye. Arkadaşım Rıfat’a sordum, o da ‘Ben o zatı tanıyorum’ dedi. Ev komşusuymuş onların. Ve Üstad’a ilk ziyaretimi 1940’ta yaptım. Üstad, Rıfat’ı tanıyordu. Ona ‘hoş geldin’ dedi ve ‘Bu kim?’ diyerek beni sordu. Sonra da ismimi.”

Bediüzzaman, Abdullah Yeğin’e, ziyaretlerinden birinde de “Seni büyük biraderim Molla Abdullah yerine kabul ettim. Sen benim kardaşımsın.” der.

O yıllar tek parti idaresi altındaki ülkede dine karşı bir tutum hâkimdir. Bediüzzaman da gözetim altında tutulmaktadır. Ona uygulanan takibat öyle bir boyuttadır ki bazı vilayetlere girmesi dahi yasak edilmiştir. Said Nursi 1936’dan itibaren Kastamonu’da zorunlu ikamete tâbi tutulur: “Bir karakol karşısında ikamet ederken biz gittik kendisi ile görüşmeye. Hatta polis, karakoldan bakınca evde ne yaptığını görebiliyordu. Zaten kendisi de bilerek istemişti orayı. Demişti ki ‘Ben sizin yanınızda çalışmak istiyorum. Bir kenara veriyorsunuz, ondan sonra da gizli toplantı yapıyor diyorsunuz. Bizim gizli hiçbir şeyimiz yok.’ Onun için karakola yakın bir ev tutmuşlar. Orada kalıyordu tek başına.”

Burada başta Kastamonu halkı olmak üzere birçok ziyaretçisi vardır Bediüzzaman’ın: “Böyle hükümetten korkmayanlar, dindar olanlar ziyaretine giderlerdi. Hatta oranın müftüsünün, belediye reisinin filan gittiğini hatırlıyorum.”

-Siz Üstad’ı ziyaretinizden dolayı okulda bir sıkıntı yaşadınız mı?

Ziyaret ettiğim için soruşturma yaptılar ‘Kim gitti bu hocanın yanına?’ diye. Sonra Üstad’ın yanına niçin gittiğimizi sordular. Öğretmenler tarafından disiplin kurulunda sorguya çekildik. Biz de işte kötü bir şey duymadığımızı, dinimizi öğrenmek için gittiğimizi anlattık.

Sonuç ne mi olur? O tarihlerde bunu tahmin etmek zor olmasa gerektir: “Bizi bir hafta okuldan tard-ı muvakkat ettiler. Yani uzaklaştırdılar.”

Dedik ya dine hassas bir bakış hâkimdir o yıllarda: “O zaman dinî meselelerden konuşmak iyi sayılmazdı. Biz bazı talebelerle münakaşa ederdik, Allah vardır (haşa) yoktur diye. Sonra Üstadımıza gittiğimiz zaman sorduk. İşte bu altıncı mesele ‘Allah’ın varlığını nasıl ispat ederiz’ ondan sonra yazıldı. Öğretmenler zaten hiç dinden bahsedemezlerdi. Her şeyi tabiat yapıyor dersini verirlerdi.”

Yeni yazıyla Risale yazan ilk gençlerden

Said Nursi, 1943’te Denizli Mahkemesi için Ankara ve Isparta yoluyla Denizli’ye gidene kadar Abdullah Yeğin de zaman zaman onu burada ziyaret eder. Bediüzzaman’ın Denizli Mahkemesi beraatla sonuçlanır. Ondan sonra yeni ikamet edeceği yer yine yetkililer tarafından belirlenir. 1944 yılından itibaren artık Emirdağ’da hayat sürecektir.

Abdullah Yeğin de o tarihlerde Kastamonu Lisesi’ni bitirmiş, üniversite tahsili yapmak üzere Ankara’ya gitmiştir. Liseyi bitirince o zaman olgunluk imtihanı verilerek istenilen fakülteye gidilebilmektedir. Onun için Yeğin de Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne kaydolur. Hukuk eğitimini tercih etmesinin sebebi çok farklıdır: “İslam hukukunu öğrenmek için gittim fakat baktım İslam hukukunun aleyhinde konuşuyorlar. Orada ikmale, ardından da sınıfta kaldım ve ayrıldım.”

Burada arzuladığı eğitimi bulamayan Yeğin, Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’ne girer bu sefer: “Dil tarihe gittim. O da ne için? Arapçayı öğrenmek için. Dil tarihte Arapça öğretiyorlar diye duydum. Dil Tarih’in Arapça, Farsça, Almanca bir de felsefe tarihi olan bölümüne girdim.”

Önceleri maaşlı bir memur olmaktan başka bir gayesi olmayan Yeğin’in, Risale-i Nurlarla iştigal ettikten sonra memuriyette gözü kalmaz. Hele Said Nursi’nin ziyaretlerine gittikçe, bu düşünce kafasında iyice perçinlenir: “Ankara’da talebeler arasında Risale-i Nur okuyorduk. Bize yeni yazı ile yazılmış risaleler gönderiliyordu. Yine burada Nazif Çelebi çoğaltıyordu onları. Ondan sonra daktilo ile yazanlar vardı. Biz de yeni yazı ile Kastamonu’da iken, Üstad’ın yanında yazmıştık. Risaleleri yeni yazı ile ilk yazanlar biz olmuşuz Kastamonu’da. Üstad eskiden yeni yazıya müsaade etmiyormuş o zamanlar.”

-Sonradan neden müsaade etti peki?

Gençlerin hatırı için müsaade ediyorum demiş Üstad. Öyle ‘Sizin için müsaade ediyorum.’ dediğini de biliyorum yani. Kastamonu’da risaleleri yeni yazı ile yazanlar arasında Feyzi Efendi vardı. Feyzi Efendi, Üstad’ın hizmetlerine ve yazılarına bakardı. Bir de Çaycı Emin Efendi vardı. Daha orada risalelerde isimleri geçen muhtelif şahıslar da yazardı. Üstad’ın ziyaretine gittiğimizde bize yeni yazı bir kitap verir veya Feyzi Efendi söyler, biz yazardık, 1940’ın başlarında.

Abdullah Yeğin, Ankara’da Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde öğrencilik yaparken Said Nursi bu sefer Afyon Hapishanesi’ne sevk edilmiştir. Yıl 1948’dir. Bediüzzaman’a, 20 ay ceza verilir. Mahkemenin kararı temyiz edilip esastan bozulunca tekrar Emirdağ’da ikamete mecbur kılınır: “Ben o zaman Dil Tarih Fakültesi’nde son sınıfta idim, 1950 senesinde. O zaman Üstad’ı ziyaret ettim. Yaz ayı idi. Ama yanında kalmak şartı ile gittim. Tamamen okulu bırakıp yanında kalmak, Risale-i Nur’a hizmet etmek istiyordum. Neticede, okul tatil olduktan sonra gittiğimiz için yanında kaldım bir 4-5 ay kadar.”

-Yanında kalma düşüncenizi açtığınızda Bediüzzaman nasıl tepki verdi size?

“Ben herkesi yanıma kabul etmem. Şartlarım var.” dedi. Şartlardan biri kendisinden hiçbir şey beklenmemesi, istenmemesiydi. İkincisi, sırf Allah rızası için hizmet etmekti. Böyle ‘Bana dua etsin veya onun ilminden istifade edeyim.’ gibi niyetiniz olmayacaktı. Sadece Allah rızası için ‘Bu adam hastadır, ihtiyardır, kimsesizdir, bakıma muhtaçtır diye hizmet ederseniz kabul ederim.’ diyordu. Ayrıca bizi kendi evinde yatırmıyordu. Biz de bir komşu evde bir oda tutmuştuk. O odada İstanbul’dan gelen Ziya Arun’la birlikte kalıyorduk. Bazen Mustafa Sungur veya başka tanıdık, sağdan soldan nur talebelerinden ziyaretine gelenler oluyordu o zaman.

Urfa’dan sadece askerlik için ayrılır

Yaz ayı boyunca yanında kaldığı Bediüzzaman, Abdullah Yeğin’i hizmet etmesi üzere Urfa’da görevli kılar. Hemen görev yerine giden Yeğin, Bediüzzaman’ın vefatından bir süre sonrasına kadar burada kalır. Yeğin, Urfa’dan sadece Manisa’da yapacağı 18 aylık askerliğini yerine getirmek için ayrılır:

“Bizden evvel Urfa’ya Hulusi Ağabey gitmişti. O zaman bir cemaati varmış kendisinin. Ondan sonra Emirdağlı Mehmet Çalışkan’ın oğlu Ceylan Çalışkan gitti Urfa’ya. O da altı ay kadar kalmış. Fakat Emniyet onu çok sıkı takip ettiği için Urfalılar istişare etmişler. Demişler ki ‘Sen burada kalırsan eğer bir hadise çıkma ihtimali var. Sen buradan git.’ O da kitaplarını falan orada iki kişiye teslim etmiş ve gelmiş. Bunu Ankara’da iken duyduğumda, o zaman ben de Risale-i Nur okuyordum. Aklımdan ve kalbimden geçirmiştim ‘Ceylan Çalışkan gibi biz de vâkıf olsak (ağlıyor). O Üstad bizi kabul etse. Bir yere hizmete gönderse. Urfa gibi bir yere gönderse’ diye. Aynen başımıza geldi yani (ağlıyor).”

Yeğin ve arkadaşlarının Urfa’da, o zaman çok sıkıntılı ve kısıtlı imkânlarla basılan risaleleri çevresindekilere tanıtıp okutmaktan ve çocuklara da Kur’an ve iman dersi vermekten başka gaileleri yoktur. Ancak on beşten fazla kez mahkemeye verilir, dört kez de hapis cezasına çarptırılırlar. Menderes’le görüşme

Abdullah Yeğin henüz üniversitede iken basının ‘üniversitelerde irtica var’ yaygarası üzerine, 1951’de, birkaç arkadaşı ile birlikte Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri’yi ziyaret eder: “Tevfik İleri’nin babası hacı idi. ‘Ben sizi başbakanla görüştüreceğim.’ dedi. Bunun üzerine 50’den fazla üniversite talebesi olarak başbakanlık binasında Adnan Menderes’i ziyaret ettik. Salih Özcan, avukat Hüsamettin Akmumcu, sonra Ali diye bir arkadaşımız vardı. Tevfik İleri dedi ki ‘Bunlar, hepsi beş vakit namazını kılan gençler.’ Menderes bizi çok iyi karşıladı ve ‘Biz kardeşiz.’ dedi. Dindardı fakat orada yalnız kalıyordu. Biz ‘Üniversitede irtica olmadığını ilan edeceğiz, gazetelere yazacağız.’ dedik. Menderes bunun üzerine ‘Bu kardeşlik konuşması olsun. Gazeteye vermeye lüzum yok. Ben biliyorum üniversitede irtica olmadığını.’ dedi. Menderes, yaygara yaptırmak istemiyordu. Biz de onun için gazeteye filan vermedik.”

Menderes’in Risale-i Nurlar’ın basımına izin verdiğini, ancak çeşitli aksaklıklar sebebiyle bunun Başbakanlık Müsteşarı Salih Korur tarafından engellendiğini ifade eden Abdullah Yeğin, arkadaşları ile birlikte, zamanın Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki’yi Keçiören’deki evinde ziyaret edenlerden birisidir: “Ziyaretimizde bir kardeşimiz ‘Bediüzzaman diye bir hocaefendi var. Tanıyor musunuz?’ diye sordu. ‘Tanırım. O hakiki hocadır. Bizim gibi değildir. Risale-i Nur’u okuyun. Fakat bu zaman naziktir, dikkat etmeniz lazım’ dedi. Yani Üstad’ı severdi. Benim duyduğuma göre, işte dedikodu. Dediler ki ‘Ahmet Hamdi Akseki başında sarıkla bir bakanı ziyarete gitmiş. Bakan da bunu öyle bir azarlamış ve ‘ancak komünistler senin kıyafetini giyer’ demiş. O da bundan çok müteessir olmuş. Ondan sonra fazla yaşamadı. ‘Zehirlediler’ dediler hatta.”

Fevzi Çakmak’ın sözü

Yeğin, Bediüzzaman’ın Ankara’dan gelen bir emirle Burdur’da iken öldürülmesinin istenmesi hususunda da şunları aktarmaktadır: “Emri kim verdi bilmiyorum. ‘Vücudunu ortadan kaldırın’ emri geldi Üstadımız için. O zaman Mareşal Fevzi Çakmak da Burdur’a gelmiş. Burdur Valisi, Fevzi Çakmak’a danışıyor. Fevzi Çakmak da ‘Bediüzzaman’dan zarar gelmez. Ona hürmet edin’ diyor. Ve ondan sonra bir şey yapmıyorlar Üstad’a.”

22 Mart 1960’ta Said Nursi, Abdullah Yeğin’in bulunduğu Urfa’ya gelir: “Üstad bizi Urfa’ya gönderirken ‘ben de geleceğim’ demişti. Daha sonra, fırsat buldukça ziyaretine geldiğimde de ‘sana başın sağ olsun diyecekler’ diye söylemişti. Üstad, Urfa’da vefat edeceğine işaret ediyordu. Biz anlamıyorduk. Vefatından 40 sene önce, 1921’de, İstanbul’da basılmış Lemaat’ın sonunda vefatını haber vermiş, yazmıştı: ‘Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde/ Said’den yetmiş dokuz emvat (...)’ Bu nedir diye biz anlamıyorduk. 1379 tarihiymiş. Sonra vefat edince bazı kardeşler dediler ki ‘Üstad vefat tarihini söylüyordu. Vefatına yakın en son Şualar çıktı. Şualar’ın sonuna da bu manzumeyi koydurmuştu. Vefatından dört sene evvel de ‘benim mezarım gizli olacak’ diye bir mektup yazmıştı. Üstad Lahika mektuplarını 15 günde veya ayda bir yazar talebelerine ulaştırırdı.”

Urfa’da bulunan Bediüzzaman, orada da rahat bırakılmaz. Zamanın İçişleri Bakanı Namık Gedik’in emri ile Said Nursi’nin Urfa’dan ayrılması istenir. Halk da bunun üzerine Menderes’e telgraflar çeker. Abdullah Yeğin bir telgrafla, Adnan Menderes’ten ‘Üstadımızın kabahati nedir?’ sorusuna cevap arar. Yeğin, 40 lira vermiştir o telgrafa: “Zübeyir Ağabey’in parasını harcıyorduk. Ondan ödünç alıyor, sonra veriyorduk ona. Bir de Üstad bize tayinat olarak her gün 25’er kuruş veriyordu ve biz onunla idare ediyorduk.”

Hayatı boyunca İslamı tebliğ etmekten başka gayesi olmayan Bediüzzaman Said Nursi, bunca baskı ve zehirlenme teşebbüsünü atlatır. 22 Mart’ta geldiği Urfa’da, bir gün sonra bu dünyadaki hayatını tamamlar. Bediüzzaman’ın vefatından sonra, hiçbir kanuni engel olmamasına rağmen Abdullah Yeğin ve bazı Nur talebelerinin Urfa’da ikamet etmelerine müsaade edilmez:

“Üstadın vefatından sonra bizi bırakmadılar. Biz memleketimize geldik. Sonra Ankara’ya gittim. Fakat Cumhuriyet Gazetesi’nde Üstad’ın mezarının yıkıldığını görünce tekrar Urfa’ya bu sefer gizli gittim.” Abdullah Yeğin, burada 20 gün kadar kalır: “Bir gün dışarı çıkayım dedim. Çıkar çıkmaz polis beni hemen tanıdı. Valinin emri ile derhal askerî cezaevinde bir ay hapis ettiler. O zaman askerî vali vardı. ‘Senin burada durman yasak. Gitmezsen tekrar hapsederiz.’ dediler. Üstadın vefatından sonra, Urfalı olmayan hiç kimseyi orada bırakmadılar.”

Hep hadiseli geçti ömrümüz

Nur talebelerinin ‘Biz Türk vatandaşı değil miyiz? Niye bize izin vermiyorsunuz?’ serzenişleri de fayda etmez. Zamanın askerî valisi onlar için tevkif kararı verir: “O vali bizi tevkif ettirip Ankara’ya ö ettirdi. Cezaevinden çıktıktan sonra Üstad’a sadakatsizlik oluyor düşüncesi ile Urfa’ya en yakın şehir diye Antep’e gidip ikamet ettik.” Abdullah Yeğin Antep’te de hizmetlerine devam eder: “Orada da bir gecekondu tuttuk. Dershane açtık. Risale-i Nur epey tanındı orada da.” Fakat sürekli kontrole tâbi tutuldukları için bir sebeple yine kitapları da alınarak toplu halde 15 gün boyunca karakolda ağırlanırlar. Ehli vukuf’un müspet raporundan sonra mahkemece serbest bırakılınca, bu sefer de Antep’te durmaları sakıncalı bulunur: “O zaman ben Adana’ya gittim. Adana’da 10 sene kaldım.” Adana geniş bir yer olduğu için burada kalmalarına itiraz edilmez: “Biz yine ders yapıyorduk, Risale-i Nur okuyorduk. Başımıza gelenleri yazsak bir kitap olurdu.”

Yeğin, bunca hareketli bir hayatın içerisinde olduğu için evlilik yapmaz: “Hep hadiseli geçti ömrümüz. Kim gelir bizimle…” Bediüzzaman, Abdullah Yeğin’i siyasi hareketlerin içinde bulunmaktan özellikle men etmiştir: “Üstad, ‘Sen siyasi şeylere katiyen karışma.’ dedi. Çünkü ben, kim ne derse bakarsın inanıveririm. O yanımı Üstad bildiği için böyle söylemişti.”

Bediüzzaman’ın ‘Sen Nurcuların ağabeyisin’ iltifatına da mazhar olan Abdullah Yeğin, Fethullah Gülen Hocaefendi ile eskiden tanışmaktadır: “Üstad’ın talebeleri Hizmet Vakfı’nın mütevelli heyetine aza oldular. Tahiri Ağabey vefatına yakın bir zamanda ‘ben mütevelli heyetini bırakıyorum. Fethullah Hoca var, ben yerime onu tayin edeceğim.’ dedi. Vakfın tüzüğüne göre üç kişi tayin edilir, mütevelli heyeti de onlardan birini seçerdi. Tahiri Ağabey istifa edince Fethullah Hoca seçildi. Eskiden de tanırdım ben Fethullah Hoca’yı. Hatta ziyaretine gittik Edirne’de, İzmir’de… Ben Adana’da iken yanımıza gelmişliği vardı. Epey bir zamandır görüşmedik fakat onun da gayesi İslamiyet’tir, başka bir şey değil.”