1940
yılında gördüğü bir rüya vesilesi ile Said Nursi’yi tanıyan ve
Kastamonu’da risaleleri yeni Türkçe ile yazanlardan biri olan
Abdullah Yeğin sürekli mahkemelere verilir. Bediüzzaman’ın “Sen
Nurcuların ağabeyisin” dediği Yeğin, yasal bir engel olmamasına
rağmen Urfa ve Antep’te barındırılmaz.
Üstad’ın talebesi Abdullah Yeğin’e göre, dönemin
Başbakanı Adnan Menderes Risale-i Nurlar’ın basımına izin verdi.
Ancak çeşitli aksaklıklar sebebiyle söz konusu basım işi Başbakanlık
Müsteşarı Salih Karar tarafından engellendi.
Bu kadar da olmaz dedirten olaylardan biriydi Danıştay’ın sokakta
başörtüsü takmaya getirdiği yasak. İster istemez sormadan
edemiyoruz, “Türkiye özgürlükler konusunda 1920’lerde hangi noktada
idi, 2006’da ne durumda?” diye. 1950’lerin hemen başında geçen
olayın tarihine de dikkat ederek şu sözlere kulak verelim: “Biz o
zaman çocuk okutuyoruz diye Urfa’da mahkemeye verilmiştik. Hüsnü
Bayramoğlu’na 20, bana 30 lira ağır para cezası vermişlerdi, gizli
mektep açmışsınız diye. Vallahi gizli mektep falan diye bir şey
yoktu. O, müdafaalarımızda var.”
Çocuk okutmaktan kasıt, onlara dinî bilgiler vermekti. Ve bu cezaya
çarptırılanların tek suçları da buydu. Ceza verilenlerden biri, Said
Nursi ile tanıştıktan sonra onun talebelerinden olup, bir süre
hizmetinde bulunan, daha sonra bizzat yine onun görevlendirmesi ile
Urfa’ya hizmet etmeye giden Abdullah Yeğin’di.
Mahkemeye verilir
Yıl 1952’dir. Hüseyin Üzmez, gazeteci Ahmet Emin Yalman’a Malatya’da
bir suikast girişiminde bulunur. Bu olayın hemen ardından başta
Meclis’teki muhalefet partisi olmak üzere bazı gazeteler Türkiye’de
‘irtica var’ yaygarasına sarılır. Başbakan Adnan Menderes bunun
üzerine Isparta savcılığına talimat vererek, Türkiye’de irticai
hareketler hakkında araştırma yapılmasını ister.
Abdullah Yeğin ve Hüsnü Bayramoğlu da bu sırada mahkemeye verilir:
“O zaman Zübeyir (Gündüzalp) Ağabey de vardı yanımızda. O telgrafçı
idi. Kendisini Islahiye’den Urfa Postanesi’ne telgrafçı olarak tayin
ettirmişti. Üç kişi idik; Zübeyir Ağabey, ben, bir de Rüştü diye bir
arkadaş. Üçümüz de bir kafa idik. Birimiz ne derse diğerleri hiç
reddetmezdi. Emniyet, risaleleri, bazı kitapları almıştı. Geri
vermiyordu. Tam o sırada Üstad’dan bir mektup gelmişti, ‘ne zaman
Risale-i Nur’lara engeller çıkar, Risale-i Nur’un neşri tatil
edilirse, okutulmazsa, belalar, musibetler gelir’ diye. ‘Risale-i
Nur’un okunması sadaka-i makbuledir.’ Yani ‘belayı, musibeti def’e
sebep olur’ diyordu Üstad o mektupta. Kitaplarımızı Emniyet’ten
almak, güya onları ikna etmek için biz bu mektubu kendi namımıza
istida verdik.
Zübeyir Gündüzalp, Hüsnü Bayramoğlu ve ben, üçümüz imza atarak
evvela emniyet müdürüne bu istidayı verdik. Emniyet müdürü okudu
‘Siz’ dedi ‘bizi tehdit ediyorsunuz.’ ‘Yok’ dedik ‘bu tehdit değil.
Risale-i Nur’un ehemmiyetini size izah etmek istiyoruz.’ Bunun
üzerine o da ‘Bediüzzaman tehlikeli adamdır. Siz buna fazla
yaklaşmayın.’ dedi. Zübeyir Ağabey dedi ki ‘Müdür Bey. Sen ne
söylüyorsun? Bizi parça parça doğrasalar, bıçakla kesseler, biz
Bediüzzaman’dan asla ayrılamayız.’ Bunları duyunca daha fazla
konuşamadı müdür. ‘Sizin’ dedi ‘Bizimle bir işiniz yok. Gidin
savcılığa verin bu mektupları.’ Sonra valiye gittik. Vali yerinde
yoktu. Oradan bize ‘savcıya gidin’ dediler. Savcılık o mektubu
verdiğimiz için bizi tevkif etti. Ne sorsalar biz Risale-i Nur’dan
cevap veriyorduk. Tabii işlerine gelmiyordu. Tevkif edildiğimizde bu
Hüseyin Üzmez’in hadisesi çıktı o zaman.”
Biz evrak istedik sizi göndermişler
Fakat Urfa’da tevkif edildikleri sürece mahkemeye çıkarılmayıp
bekletilirler. Ardından soruşturmayı Isparta Savcılığı
yürüteceğinden buraya gönderilirler. Çok uzun ve maceralı bir
yolculuktan sonra Isparta’ya geldiklerinde yine mahkemeye
çıkarılmayıp üç ay beklemek durumunda bırakılırlar. Nihayetinde
mahkeme günü gelip çatar: “Isparta savcısı dedi ki ‘Biz,
evraklarınızı istedik, sizi gönderdiler. Bize evraklar lazım. Ben
kitapları biliyorum. Okudum da. Bunlarda suç diye bir şey yok.
Mahkeme iade etmiş. Bir suçunuz yok.’ Mahkemenin iade ettiği
kitapları tekrar tekrar alıyorlardı.”
Bunun üzerine Isparta Savcılığı’nın müracaatı ile Urfa
Mahkemesi’nden tahliye edilirler: “Bizi serbest bıraktılar. O zaman
Üstad’ın Gençlik Rehberi’nden dolayı mahkemesi vardı İstanbul’da.
Biz de Üstad’ı ziyarete gittik. Onu İstanbul’da tekrar gördük. Üstad
davadan beraat edince tekrar Emirdağ’a döndü. Zübeyir Ağabey de
işinden istifa edip Üstad’ın yanına, hizmetine Emirdağ’a gitti.”
O zaman, Urfa’dan Isparta’ya giderken jandarmanın duyduğu güveni
başka kurumlar bilerek ve isteyerek duymamıştı bu hizmet adamlarına:
“Jandarmalar bizi götürürken ellerimiz ilkin kelepçeli idi. Baktılar
ki bunlar dindar adamlar. Namazlarını kılıyorlar. Başımızdaki onbaşı
dedi ki ‘Ben bunların elini hiç bağlamam.’ Ellerimizi çözdü. Serbest
bir şekilde Antep’e gittik. Orada gece gelecek trene binecektik.
Bizi otelde bıraktılar. Silahlarını da bize teslim edip kendileri
gezmeye gitti. Otelde yattık. Saat 04.00’te gelip bizi kaldırdılar
ve Isparta’ya gittik. Jandarmalara ‘Burada bir Hüsrev Ağabeyimiz
var. Onu ziyaret edelim. Yarına kadar bize müsaade edin. Yarın
buluşalım, bizi o zaman teslim edin savcılığa’ dedik. ‘Peki’ deyip
serbest bıraktılar bizi. Hüsrev Ağabeyi ziyaret ettik. O dedi ki
‘Bunları yalnız bırakmaz, takip ederler. Bu jandarmalara bir zarar
gelmesin. Siz gidin, bir an evvel sizi adliyeye teslim etsinler. O
şekilde biz adliyeye teslim olduk. Yani bu millet dindarlara daima
hürmetkârdır; ama biz hakiki dindar olursak.” Ataları Bağdat’tan
Kastamonu’ya gelmiş
Abdullah Yeğin, Said Nursi tarafından hizmet etmek üzere
görevlendirildiği Urfa’da, yasal bir engeli olmamasına rağmen
barındırılmaz. Urfa’dan uzaklaştırılan Yeğin, 27 Mayıs 1960
darbesinden sonra gizlice tekrar geldiğinde yine tevkif edilir:
“Darbeden sonra, Üstad’ın talebelerinden Abdülkadir Badıllı’nın
mahkemesi vardı Urfa’da. Onun için gitmiştik. O zaman da bizi tevkif
ettiler fakat yine mahkemeye çıkaramadılar. Korkuyorlardı isyan
çıkar mı diye. Sonra bizi Ankara’ya sevk ettiler, mahkeme orada
görüldü. Mahkemeye bir defa çıktık. Zaten serbest ettiler.”
Abdullah Yeğin, dedeleri 800-1000 sene evvel Bağdat taraflarından
gelip Kastamonu’ya yerleşmiş bir aileye mensuptur. Kastamonu’nun
Araç ilçesi’nin Kıyan Köyü’ne yerleşen ailesi, yıllarca burada hayat
sürer: “Bizim köyün yanında Vakıfgürne diye bir köy var. Burası
vakıfmış. Sonradan öğrendiğime göre Araç’ın etrafı Mekke’nin vakfı
imiş. Bir Melikgazi türbesi var yol üzerinde. O, orayı
Bizanslılardan almış ve İslamlaştırmış. Abdurrahman Salih isminde
bir kumandan da bütün o Araç ve havalesini Mekke’nin vakfı yazmış.
Onun kabri de Araç’tadır. Kabrinde yazıyor. Ben de yeni öğrendim
bunu.”
Galip manasına gelen Yeğin soyadını alan Süleyman Efendi, Kastamonu
Öğretmen Okulu’nu bitirip öğretmenlikle iştigal etmiş birisidir.
Kendisine Sükûtî ismini veren Süleyman Bey’in hayatının bir bölümü,
birçokları gibi cephelerde geçmiştir. Abdullah Yeğin, tam sekiz yıl
askerlik yapan Süleyman Sükûtî’nin hayatını anlatırken gözyaşlarına
hâkim olamamaktadır: “Bütün muharebelere girmiş (ağlıyor). Çok
fakirlik çekmişler. Babam anlatırdı, bazen Galiçya derdi, Çanakkale
derdi. Arabistan’a gitmiş, İngilizlere esir oluyormuş az kalsın,
kaçmışlar. İki yerinden yaralanmıştı. Gazi madalyası vardı.” Kıyan
Köyü Birinci Cihan Harbi’nde 30, belki daha fazla şehit vermişti:
“Giden gelmemişti.”
Babam dindar biriydi
Ayşe Hanım’la evlenen Süleyman Efendi, savaştan sonraki iaşesini
öğretmenlikten çıkarır: “Babam dindar biriydi. 40-50 öğretmen
içerisinde namaz kılan, oruç tutan bir taneydi yani. Öyle bir-iki
arkadaşı vardı. Babam namaz surelerini ezberlemeyeni mektepten mezun
etmezdi. Dinî bilgilerin bir kısmını ben babamdan aldım.”
Ayşe-Süleyman Yeğin çiftinin dört çocukları olur. Selahattin, Hakkı,
Münib ve Abdullah. Münib Bey binbaşı iken, Demokrat Parti’ye
yakınlığından dolayı 27 Mayıs Darbesi’nden sonra Eminsular’dan (27
Mayısçıların 5 binin üzerinde subayı ordudan atmalarının ardından bu
kişilere Emekli İnkılap Subayları yani Eminsular denildi.) olarak
askeriyeden uzaklaştırılanlar arasında yer alır. Daha sonra
üniversiteye devam ederek kimya profesörü olur.
Bir rüya
Abdullah Yeğin ise 1324’te gelir dünyaya. Yani Miladi 1924. Fakat o
yıllarda Anadolu’da gerçek bir vakadır; birçokları gibi o da nüfusa
geç kayıt ettirilir. İki yaş küçük yazılır: “Fakirlik seneleriydi.
Yol parası veremezdik (ağlıyor). Cumhuriyetin ilk devri. Millet hep
öyle idi canım. Sadece biz değil.”
Abdullah Yeğin ilkokula, babasının ders verdiği komşu Muğamlar
Köyü’nde 1930’da başlar. Babası ile birlikte bir kilometreden fazla
yolu yürüyerek okula ulaşır. İlkokulun üç sınıfını bu şekilde
okuduktan sonra dördüncü ve beşinci sınıflara Araç’ta devam eder.
Çünkü o tarihlerde beş sınıflık ilkokul henüz köylerde mevcut
değildir. Yeğin, 1939’da Kastamonu’da ortaokul eğitimine başlar.
Ortaokul ikinci sınıfta sıra arkadaşı Rıfat’ın aracılığı ile
hayatının seyrini değiştirecek bir zat ile tanışır. Onu, Bediüzzaman
Said Nursi’ye, gördüğü bir rüya ve halkın meraklı konuşmaları
ulaştırmıştır: “O zaman ağabeyim Münib’le yaşlı bir kadının evinde
oturuyorduk. Bir gece rüyamda siyah cübbeli nurani bir zat
kaldığımız o eve geldi ve bana iltifat etti. Ben de elini öptüm ve
öylece uyandım.”
Abdullah Yeğin’in, o yaşlarda, babasının İstanbul’dan kendisi için
getirdiği küçük dinî kitapları okumuşluğu vardır. Dolayısıyla o
tarihlerde dinî hassasiyeti fazla olan bir kişidir: “Ortaokulda iken
Kastamonu halkı da Üstadımızı konuşuyor, kendisinden bahsediyordu,
‘bir hocaefendi varmış, evliyadan bir zat imiş’ diye. Arkadaşım
Rıfat’a sordum, o da ‘Ben o zatı tanıyorum’ dedi. Ev komşusuymuş
onların. Ve Üstad’a ilk ziyaretimi 1940’ta yaptım. Üstad, Rıfat’ı
tanıyordu. Ona ‘hoş geldin’ dedi ve ‘Bu kim?’ diyerek beni sordu.
Sonra da ismimi.”
Bediüzzaman, Abdullah Yeğin’e, ziyaretlerinden birinde de “Seni
büyük biraderim Molla Abdullah yerine kabul ettim. Sen benim
kardaşımsın.” der.
O yıllar tek parti idaresi altındaki ülkede dine karşı bir tutum
hâkimdir. Bediüzzaman da gözetim altında tutulmaktadır. Ona
uygulanan takibat öyle bir boyuttadır ki bazı vilayetlere girmesi
dahi yasak edilmiştir. Said Nursi 1936’dan itibaren Kastamonu’da
zorunlu ikamete tâbi tutulur: “Bir karakol karşısında ikamet ederken
biz gittik kendisi ile görüşmeye. Hatta polis, karakoldan bakınca
evde ne yaptığını görebiliyordu. Zaten kendisi de bilerek istemişti
orayı. Demişti ki ‘Ben sizin yanınızda çalışmak istiyorum. Bir
kenara veriyorsunuz, ondan sonra da gizli toplantı yapıyor
diyorsunuz. Bizim gizli hiçbir şeyimiz yok.’ Onun için karakola
yakın bir ev tutmuşlar. Orada kalıyordu tek başına.”
Burada başta Kastamonu halkı olmak üzere birçok ziyaretçisi vardır
Bediüzzaman’ın: “Böyle hükümetten korkmayanlar, dindar olanlar
ziyaretine giderlerdi. Hatta oranın müftüsünün, belediye reisinin
filan gittiğini hatırlıyorum.”
-Siz Üstad’ı ziyaretinizden dolayı okulda bir sıkıntı yaşadınız mı?
Ziyaret ettiğim için soruşturma yaptılar ‘Kim gitti bu hocanın
yanına?’ diye. Sonra Üstad’ın yanına niçin gittiğimizi sordular.
Öğretmenler tarafından disiplin kurulunda sorguya çekildik. Biz de
işte kötü bir şey duymadığımızı, dinimizi öğrenmek için gittiğimizi
anlattık.
Sonuç ne mi olur? O tarihlerde bunu tahmin etmek zor olmasa
gerektir: “Bizi bir hafta okuldan tard-ı muvakkat ettiler. Yani
uzaklaştırdılar.”
Dedik ya dine hassas bir bakış hâkimdir o yıllarda: “O zaman dinî
meselelerden konuşmak iyi sayılmazdı. Biz bazı talebelerle münakaşa
ederdik, Allah vardır (haşa) yoktur diye. Sonra Üstadımıza
gittiğimiz zaman sorduk. İşte bu altıncı mesele ‘Allah’ın varlığını
nasıl ispat ederiz’ ondan sonra yazıldı. Öğretmenler zaten hiç
dinden bahsedemezlerdi. Her şeyi tabiat yapıyor dersini verirlerdi.”
Yeni yazıyla Risale yazan ilk gençlerden
Said Nursi, 1943’te Denizli Mahkemesi için Ankara ve Isparta yoluyla
Denizli’ye gidene kadar Abdullah Yeğin de zaman zaman onu burada
ziyaret eder. Bediüzzaman’ın Denizli Mahkemesi beraatla sonuçlanır.
Ondan sonra yeni ikamet edeceği yer yine yetkililer tarafından
belirlenir. 1944 yılından itibaren artık Emirdağ’da hayat
sürecektir.
Abdullah Yeğin de o tarihlerde Kastamonu Lisesi’ni bitirmiş,
üniversite tahsili yapmak üzere Ankara’ya gitmiştir. Liseyi
bitirince o zaman olgunluk imtihanı verilerek istenilen fakülteye
gidilebilmektedir. Onun için Yeğin de Ankara Üniversitesi Hukuk
Fakültesi’ne kaydolur. Hukuk eğitimini tercih etmesinin sebebi çok
farklıdır: “İslam hukukunu öğrenmek için gittim fakat baktım İslam
hukukunun aleyhinde konuşuyorlar. Orada ikmale, ardından da sınıfta
kaldım ve ayrıldım.”
Burada arzuladığı eğitimi bulamayan Yeğin, Ankara Üniversitesi Dil
Tarih Coğrafya Fakültesi’ne girer bu sefer: “Dil tarihe gittim. O da
ne için? Arapçayı öğrenmek için. Dil tarihte Arapça öğretiyorlar
diye duydum. Dil Tarih’in Arapça, Farsça, Almanca bir de felsefe
tarihi olan bölümüne girdim.”
Önceleri maaşlı bir memur olmaktan başka bir gayesi olmayan
Yeğin’in, Risale-i Nurlarla iştigal ettikten sonra memuriyette gözü
kalmaz. Hele Said Nursi’nin ziyaretlerine gittikçe, bu düşünce
kafasında iyice perçinlenir: “Ankara’da talebeler arasında Risale-i
Nur okuyorduk. Bize yeni yazı ile yazılmış risaleler gönderiliyordu.
Yine burada Nazif Çelebi çoğaltıyordu onları. Ondan sonra daktilo
ile yazanlar vardı. Biz de yeni yazı ile Kastamonu’da iken, Üstad’ın
yanında yazmıştık. Risaleleri yeni yazı ile ilk yazanlar biz olmuşuz
Kastamonu’da. Üstad eskiden yeni yazıya müsaade etmiyormuş o
zamanlar.”
-Sonradan neden müsaade etti peki?
Gençlerin hatırı için müsaade ediyorum demiş Üstad. Öyle ‘Sizin için
müsaade ediyorum.’ dediğini de biliyorum yani. Kastamonu’da
risaleleri yeni yazı ile yazanlar arasında Feyzi Efendi vardı. Feyzi
Efendi, Üstad’ın hizmetlerine ve yazılarına bakardı. Bir de Çaycı
Emin Efendi vardı. Daha orada risalelerde isimleri geçen muhtelif
şahıslar da yazardı. Üstad’ın ziyaretine gittiğimizde bize yeni yazı
bir kitap verir veya Feyzi Efendi söyler, biz yazardık, 1940’ın
başlarında.
Abdullah Yeğin, Ankara’da Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde
öğrencilik yaparken Said Nursi bu sefer Afyon Hapishanesi’ne sevk
edilmiştir. Yıl 1948’dir. Bediüzzaman’a, 20 ay ceza verilir.
Mahkemenin kararı temyiz edilip esastan bozulunca tekrar Emirdağ’da
ikamete mecbur kılınır: “Ben o zaman Dil Tarih Fakültesi’nde son
sınıfta idim, 1950 senesinde. O zaman Üstad’ı ziyaret ettim. Yaz ayı
idi. Ama yanında kalmak şartı ile gittim. Tamamen okulu bırakıp
yanında kalmak, Risale-i Nur’a hizmet etmek istiyordum. Neticede,
okul tatil olduktan sonra gittiğimiz için yanında kaldım bir 4-5 ay
kadar.”
-Yanında kalma düşüncenizi açtığınızda Bediüzzaman nasıl tepki verdi
size?
“Ben herkesi yanıma kabul etmem. Şartlarım var.” dedi. Şartlardan
biri kendisinden hiçbir şey beklenmemesi, istenmemesiydi. İkincisi,
sırf Allah rızası için hizmet etmekti. Böyle ‘Bana dua etsin veya
onun ilminden istifade edeyim.’ gibi niyetiniz olmayacaktı. Sadece
Allah rızası için ‘Bu adam hastadır, ihtiyardır, kimsesizdir, bakıma
muhtaçtır diye hizmet ederseniz kabul ederim.’ diyordu. Ayrıca bizi
kendi evinde yatırmıyordu. Biz de bir komşu evde bir oda tutmuştuk.
O odada İstanbul’dan gelen Ziya Arun’la birlikte kalıyorduk. Bazen
Mustafa Sungur veya başka tanıdık, sağdan soldan nur talebelerinden
ziyaretine gelenler oluyordu o zaman.
Urfa’dan sadece askerlik için ayrılır
Yaz ayı boyunca yanında kaldığı Bediüzzaman, Abdullah Yeğin’i hizmet
etmesi üzere Urfa’da görevli kılar. Hemen görev yerine giden Yeğin,
Bediüzzaman’ın vefatından bir süre sonrasına kadar burada kalır.
Yeğin, Urfa’dan sadece Manisa’da yapacağı 18 aylık askerliğini
yerine getirmek için ayrılır:
“Bizden evvel Urfa’ya Hulusi Ağabey gitmişti. O zaman bir cemaati
varmış kendisinin. Ondan sonra Emirdağlı Mehmet Çalışkan’ın oğlu
Ceylan Çalışkan gitti Urfa’ya. O da altı ay kadar kalmış. Fakat
Emniyet onu çok sıkı takip ettiği için Urfalılar istişare etmişler.
Demişler ki ‘Sen burada kalırsan eğer bir hadise çıkma ihtimali var.
Sen buradan git.’ O da kitaplarını falan orada iki kişiye teslim
etmiş ve gelmiş. Bunu Ankara’da iken duyduğumda, o zaman ben de
Risale-i Nur okuyordum. Aklımdan ve kalbimden geçirmiştim ‘Ceylan
Çalışkan gibi biz de vâkıf olsak (ağlıyor). O Üstad bizi kabul etse.
Bir yere hizmete gönderse. Urfa gibi bir yere gönderse’ diye. Aynen
başımıza geldi yani (ağlıyor).”
Yeğin ve arkadaşlarının Urfa’da, o zaman çok sıkıntılı ve kısıtlı
imkânlarla basılan risaleleri çevresindekilere tanıtıp okutmaktan ve
çocuklara da Kur’an ve iman dersi vermekten başka gaileleri yoktur.
Ancak on beşten fazla kez mahkemeye verilir, dört kez de hapis
cezasına çarptırılırlar. Menderes’le görüşme
Abdullah Yeğin henüz üniversitede iken basının ‘üniversitelerde
irtica var’ yaygarası üzerine, 1951’de, birkaç arkadaşı ile birlikte
Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri’yi ziyaret eder: “Tevfik İleri’nin
babası hacı idi. ‘Ben sizi başbakanla görüştüreceğim.’ dedi. Bunun
üzerine 50’den fazla üniversite talebesi olarak başbakanlık
binasında Adnan Menderes’i ziyaret ettik. Salih Özcan, avukat
Hüsamettin Akmumcu, sonra Ali diye bir arkadaşımız vardı. Tevfik
İleri dedi ki ‘Bunlar, hepsi beş vakit namazını kılan gençler.’
Menderes bizi çok iyi karşıladı ve ‘Biz kardeşiz.’ dedi. Dindardı
fakat orada yalnız kalıyordu. Biz ‘Üniversitede irtica olmadığını
ilan edeceğiz, gazetelere yazacağız.’ dedik. Menderes bunun üzerine
‘Bu kardeşlik konuşması olsun. Gazeteye vermeye lüzum yok. Ben
biliyorum üniversitede irtica olmadığını.’ dedi. Menderes, yaygara
yaptırmak istemiyordu. Biz de onun için gazeteye filan vermedik.”
Menderes’in Risale-i Nurlar’ın basımına izin verdiğini, ancak
çeşitli aksaklıklar sebebiyle bunun Başbakanlık Müsteşarı Salih
Korur tarafından engellendiğini ifade eden Abdullah Yeğin,
arkadaşları ile birlikte, zamanın Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi
Akseki’yi Keçiören’deki evinde ziyaret edenlerden birisidir:
“Ziyaretimizde bir kardeşimiz ‘Bediüzzaman diye bir hocaefendi var.
Tanıyor musunuz?’ diye sordu. ‘Tanırım. O hakiki hocadır. Bizim gibi
değildir. Risale-i Nur’u okuyun. Fakat bu zaman naziktir, dikkat
etmeniz lazım’ dedi. Yani Üstad’ı severdi. Benim duyduğuma göre,
işte dedikodu. Dediler ki ‘Ahmet Hamdi Akseki başında sarıkla bir
bakanı ziyarete gitmiş. Bakan da bunu öyle bir azarlamış ve ‘ancak
komünistler senin kıyafetini giyer’ demiş. O da bundan çok müteessir
olmuş. Ondan sonra fazla yaşamadı. ‘Zehirlediler’ dediler hatta.”
Fevzi Çakmak’ın sözü
Yeğin, Bediüzzaman’ın Ankara’dan gelen bir emirle Burdur’da iken
öldürülmesinin istenmesi hususunda da şunları aktarmaktadır: “Emri
kim verdi bilmiyorum. ‘Vücudunu ortadan kaldırın’ emri geldi
Üstadımız için. O zaman Mareşal Fevzi Çakmak da Burdur’a gelmiş.
Burdur Valisi, Fevzi Çakmak’a danışıyor. Fevzi Çakmak da
‘Bediüzzaman’dan zarar gelmez. Ona hürmet edin’ diyor. Ve ondan
sonra bir şey yapmıyorlar Üstad’a.”
22 Mart 1960’ta Said Nursi, Abdullah Yeğin’in bulunduğu Urfa’ya
gelir: “Üstad bizi Urfa’ya gönderirken ‘ben de geleceğim’ demişti.
Daha sonra, fırsat buldukça ziyaretine geldiğimde de ‘sana başın sağ
olsun diyecekler’ diye söylemişti. Üstad, Urfa’da vefat edeceğine
işaret ediyordu. Biz anlamıyorduk. Vefatından 40 sene önce, 1921’de,
İstanbul’da basılmış Lemaat’ın sonunda vefatını haber vermiş,
yazmıştı: ‘Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde/ Said’den
yetmiş dokuz emvat (...)’ Bu nedir diye biz anlamıyorduk. 1379
tarihiymiş. Sonra vefat edince bazı kardeşler dediler ki ‘Üstad
vefat tarihini söylüyordu. Vefatına yakın en son Şualar çıktı.
Şualar’ın sonuna da bu manzumeyi koydurmuştu. Vefatından dört sene
evvel de ‘benim mezarım gizli olacak’ diye bir mektup yazmıştı.
Üstad Lahika mektuplarını 15 günde veya ayda bir yazar talebelerine
ulaştırırdı.”
Urfa’da bulunan Bediüzzaman, orada da rahat bırakılmaz. Zamanın
İçişleri Bakanı Namık Gedik’in emri ile Said Nursi’nin Urfa’dan
ayrılması istenir. Halk da bunun üzerine Menderes’e telgraflar
çeker. Abdullah Yeğin bir telgrafla, Adnan Menderes’ten ‘Üstadımızın
kabahati nedir?’ sorusuna cevap arar. Yeğin, 40 lira vermiştir o
telgrafa: “Zübeyir Ağabey’in parasını harcıyorduk. Ondan ödünç
alıyor, sonra veriyorduk ona. Bir de Üstad bize tayinat olarak her
gün 25’er kuruş veriyordu ve biz onunla idare ediyorduk.”
Hayatı boyunca İslamı tebliğ etmekten başka gayesi olmayan
Bediüzzaman Said Nursi, bunca baskı ve zehirlenme teşebbüsünü
atlatır. 22 Mart’ta geldiği Urfa’da, bir gün sonra bu dünyadaki
hayatını tamamlar. Bediüzzaman’ın vefatından sonra, hiçbir kanuni
engel olmamasına rağmen Abdullah Yeğin ve bazı Nur talebelerinin
Urfa’da ikamet etmelerine müsaade edilmez:
“Üstadın vefatından sonra bizi bırakmadılar. Biz memleketimize
geldik. Sonra Ankara’ya gittim. Fakat Cumhuriyet Gazetesi’nde
Üstad’ın mezarının yıkıldığını görünce tekrar Urfa’ya bu sefer gizli
gittim.” Abdullah Yeğin, burada 20 gün kadar kalır: “Bir gün dışarı
çıkayım dedim. Çıkar çıkmaz polis beni hemen tanıdı. Valinin emri
ile derhal askerî cezaevinde bir ay hapis ettiler. O zaman askerî
vali vardı. ‘Senin burada durman yasak. Gitmezsen tekrar
hapsederiz.’ dediler. Üstadın vefatından sonra, Urfalı olmayan hiç
kimseyi orada bırakmadılar.”
Hep hadiseli geçti ömrümüz
Nur talebelerinin ‘Biz Türk vatandaşı değil miyiz? Niye bize izin
vermiyorsunuz?’ serzenişleri de fayda etmez. Zamanın askerî valisi
onlar için tevkif kararı verir: “O vali bizi tevkif ettirip
Ankara’ya ö ettirdi. Cezaevinden çıktıktan sonra Üstad’a
sadakatsizlik oluyor düşüncesi ile Urfa’ya en yakın şehir diye
Antep’e gidip ikamet ettik.” Abdullah Yeğin Antep’te de hizmetlerine
devam eder: “Orada da bir gecekondu tuttuk. Dershane açtık. Risale-i
Nur epey tanındı orada da.” Fakat sürekli kontrole tâbi tutuldukları
için bir sebeple yine kitapları da alınarak toplu halde 15 gün
boyunca karakolda ağırlanırlar. Ehli vukuf’un müspet raporundan
sonra mahkemece serbest bırakılınca, bu sefer de Antep’te durmaları
sakıncalı bulunur: “O zaman ben Adana’ya gittim. Adana’da 10 sene
kaldım.” Adana geniş bir yer olduğu için burada kalmalarına itiraz
edilmez: “Biz yine ders yapıyorduk, Risale-i Nur okuyorduk. Başımıza
gelenleri yazsak bir kitap olurdu.”
Yeğin, bunca hareketli bir hayatın içerisinde olduğu için evlilik
yapmaz: “Hep hadiseli geçti ömrümüz. Kim gelir bizimle…”
Bediüzzaman, Abdullah Yeğin’i siyasi hareketlerin içinde bulunmaktan
özellikle men etmiştir: “Üstad, ‘Sen siyasi şeylere katiyen
karışma.’ dedi. Çünkü ben, kim ne derse bakarsın inanıveririm. O
yanımı Üstad bildiği için böyle söylemişti.”
Bediüzzaman’ın ‘Sen Nurcuların ağabeyisin’ iltifatına da mazhar olan
Abdullah Yeğin, Fethullah Gülen Hocaefendi ile eskiden
tanışmaktadır: “Üstad’ın talebeleri Hizmet Vakfı’nın mütevelli
heyetine aza oldular. Tahiri Ağabey vefatına yakın bir zamanda ‘ben
mütevelli heyetini bırakıyorum. Fethullah Hoca var, ben yerime onu
tayin edeceğim.’ dedi. Vakfın tüzüğüne göre üç kişi tayin edilir,
mütevelli heyeti de onlardan birini seçerdi. Tahiri Ağabey istifa
edince Fethullah Hoca seçildi. Eskiden de tanırdım ben Fethullah
Hoca’yı. Hatta ziyaretine gittik Edirne’de, İzmir’de… Ben Adana’da
iken yanımıza gelmişliği vardı. Epey bir zamandır görüşmedik fakat
onun da gayesi İslamiyet’tir, başka bir şey değil.” |