RUHANİYETLERİNDEN İSTİMDAD
9 - Kitâbının yüzyetmişdokuzuncu ve yüzdoksanbirinci
sahîfesinde: (Yâ Fâtıma, benden dilediğin malı iste! Fekat, seni
Allahü teâlânın azâbından kurtaramam! hadîs-i şerîfini yazıp,
insandan, onun dünyâda yapabileceği şeyi istemek câizdir.
Günâhların afv edilmesini, Cennete gidilmesini, Cehennemden,
azâbdan kurtulmasını ve bunlar gibi, ancak Allahın yapacağı
şeyleri, yalnız Allahdan istemek câizdir. İstigâse, ya’nî sıkıntıdan
kurtarması için, ancak Allahü teâlâya yalvarılır. Uzakda olanlardan
ve ölülerden istigâse edilmez. Onlar işitmez. Cevâb veremez.
Birşey yapamaz. Hazret-i Hüseyn ve babası, kabrlerinde ni’metler
içindedir. Ahmed Ticânî müşriki ve ibni Arabî ve ibni Fârıd gibi
ma’bûd tanınanlar da, azâb içindedir. Birşey işitmezler.
Peygamberden de istigâse edilemez. Busayrî ve Ber’î
kasîdelerinde Resûlullahı övmekde taşkınlık yaparak, küfre, şirke
sürüklenmişlerdir) diyor.
Kitâbının birçok yerinde, meselâ üçyüzyirmiüçüncü sahîfesinde,
(Ölünün veyâ uzakda olanın düâsının fâide vereceğine ve zararları
gidereceğine inanmak, yâhud ona düâ edenlere şefâ’at edeceğine
inanmak şirkdir. Allahü teâlâ Peygamberini bu şirki yok etmek için
ve böyle müşriklerle harb etmek için gönderdi) diyor.
Feth-ul mecîd kitâbı, kendi kendini yalanlamakdadır.
İkiyüzbirinci sahîfesinde, (Allahü teâlâ, göklerde his ve ma’rifet
yaratır. Allahdan korkarlar. Her zerre Allahı zikr etmekde, Ondan
korkmakdadırlar) diyor. Buna karşılık Peygamberler ve Evliyâ,
mezârlarında his etmezler, işitmezler demekdedir.
(Mir’ât-ı Medîne) kitâbını yazan Eyyûb Sabri Pâşa “rahimehullahü
teâlâ”, 1308 [m. 1890] de vefât etmişdir. Diyor ki:
İslâm âlimleri, her zemân Resûlullahı vesîle ederek, Allahü
teâlâdan lutf ve merhamet dilemişlerdir. İnsanların babası yer
yüzüne indirildiği vakt, (Yâ Rabbî! Beni, Muhammed aleyhisselâm
hurmetine afv eyle!) demişdi. Allahü teâlâ, bu düâyı kabûl
- 113
buyurmuşdu ve (Sen, sevgili Peygamberim olan Muhammed
aleyhisselâmı nereden biliyorsun? Ben Onu dahâ yaratmadım!)
buyurunca, (Beni yaratdığın zemân, başımı kaldırır kaldırmaz, Arş-ı
ilâhînin kenârlarında (Lâ ilâhe illallah, Muhammedün resûlullah)
yazılı olduğunu görüp, Muhammed aleyhisselâmın yaratılmışların
en üstünü olduğunu anladım. Muhammed aleyhisselâmı herkesden
çok sevmemiş olsaydın, Onun ismini, kendi adının yanına
yazmazdın) dedi. Allahü teâlâ da, (Ey Âdem! Doğru söyledin.
Muhammed aleyhisselâmı çok severim. Ondan dahâ sevgili, hiç
kimse yaratmadım. Onu yaratmak istemeseydim, seni
yaratmazdım. Onun hurmeti için afv dileyince, düânı kabûl edip,
seni afv etdim) cevâbını verdi.
İki gözü kör bir kimse, gözlerinin açılması için Resûlullahdan
düâ istedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” de
(İstersendüâ ederim. Fekat, sabr edip katlanırsan, senin için dahâ iyi
olur)
buyurdu. (Sabr etmeğe gücüm kalmadı. Düâ etmeniz içinyalvarırım) dedi. (Öyle ise, abdest alıp şu düâyı oku!) buyurdu.
Bu düâ, arabî (Ed-dürer-üsseniyye)
ve (El-Fecr-üs-sâdık)kitâbları ile (Merâkıl-felâh)
ve bunun (Tahtâvî) şerhinde ve buikisinin türkçe tercemesi olan (Ni’met-i islâm) kitâbında, (hâcet
nemâzı) sonunda yazılıdır. O kimse, bu düâyı okuyunca, Allahü
teâlâ kabûl buyurarak gözlerinin açıldığını, hadîs âlimlerinden
imâm-ı Nesâî “rahime-hullahü teâlâ”
[1] bildiriyor. Bunu imâm-ıHasen de tasdîk etmişdir. Vehhâbîlerin inanmamaları için hiçbir
sebeb yokdur. Bunu haber veren Osmân bin Hanîf, ayrıca diyor ki,
Osmân bin Affân “radıyallahü anhümâ” halîfe iken, büyük sıkıntısı
olan bir kimse, Halîfenin karşısına çıkmağa utandığı için, bana dert
yanmışdı. Ben de, hemen abdest al! Mescid-i se’âdete git! Şu
düâyı oku diyerek, yukarıda yazılı kimsenin okuyarak gözlerinin
açıldığı düâyı okumasını söyledim. Adamcağız, düâyı okudukdan
sonra, Halîfenin bulunduğu yere gider. Halîfeye çıkarılır. Halîfe,
bunu seccâdesi üstüne oturtup, derdini dinler ve kabûl eder.
Adamcağız, işinin birdenbire yapıldığını görünce sevinerek, Osmân
bin Hanîfi bulup, (Allahü teâlâ senden râzı olsun! Halîfeye sen
söylemeseydin, sıkıntıdan kurtulamıyacakdım) der. Osmân bin
Hanîf “radıyallahü anh” ise, (Ben Halîfeyi görmedim, işinin çabuk
yapılması, sana öğretdiğim düâdandır. Resûlullah “sallallahü aleyhi
ve sellem”, o düâyı bir a’mâya öğretirken işitmişdim. Vallahi
a’mânın, Resûlullahdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
ayrılmadan önce, gözleri açılmışdı) dedi.
[1]
Ahmed Nesâî 303 [m. 915] de Remlehde vefât etdi.- 114
Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” halîfe iken, kıtlık oldu. Eshâb-ı
kirâmdan Bilâl bin Hars “radıyallahü teâlâ anh”, Resûlullahın
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” türbesine gidip, (Yâ Resûlallah!
Ümmetin açlıkdan ölmek üzeredir. Yağmur yağması için vesîle
olmanı yalvarırım) dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” o
gece rü’yâsında görünüp,
(Halîfeye git! Benden selâm söyle!Yağmur düâsına çıksın!)
buyurdu. Hazret-i Ömer, yağmurdüâsına çıkıp, yağmur yağmaya başladı.
Allahü teâlâ, sevdiklerinin hâtırı için diyerek yapılan düâları
kabûl buyurmakdadır. Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmı çok
sevdiğini bildirmişdir. Bunun için, bir kimse,
(Allahümme innîes’elüke bi-câh-i Nebiyyikel-Mustafâ)
diyerek bir düâ etse, düâsıred olunmaz. Bununla berâber, ufak tefek dünyâ işleri için,
Resûlullahı “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” vesîle etmek, edebe
uygun olmaz.
Burhâneddîn İbrâhîm Mâlikî “rahime-hullahü teâlâ” 799 [m.
1397] de vefât etmişdir. Buyuruyor ki, çok aç olan fakîr bir kimse,
hucre-i se’âdete gidip, (Yâ Resûlallah! Karnım açdır) dedi. Az
sonra, birisi gelip, fakîri evine götürdü, karnını doyurdu. Fakîr,
yapdığı düânın kabûl olduğunu söyleyince, (Kardeşim! Çoluk
çocuğundan ayrılıp, uzak yollardan sıkıntılar çekerek Resûlullahı
ziyâret için geldin. Bir lokma ekmek için Resûlullahın huzûruna
çıkmak yakışır mı? O yüksek huzûrda, Cenneti ve sonsuz ni’metleri
istemeli idin! Burada istenilen şeyleri Allahü teâlâ red etmez) dedi.
Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” ziyâret etmek şerefine
kavuşanlar, kıyâmet gününde şefâ’at etmesi için, düâ etmelidir.
İmâm-ı Ebû Bekr-i Makkarî “rahime-hullahü teâlâ” bir gün,
imâm-ı Taberânî ve Ebû Şeyh “rahime-hümullahü teâlâ”
[1] ilemescid-i se’âdetde oturuyorlardı. Birkaç günden beri acıkmışlardı.
Yatsı nemâzından sonra, imâm-ı Ebû Bekr artık dayanamıyarak,
(Açım yâ Resûlallah!) dedikden sonra, bir köşeye çekildi. İki
arkadaşı kitâb okuyorlardı. Seyyidlerden bir zât, iki hizmetçisi ile
gelerek, (Kardeşlerim! Dedem Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve
sellem” açlıkdan yardım istemişsiniz. Biraz uyumuşdum. Sizi
doyurmamı emr buyurdu) dedi. Getirdiklerini birlikde yidiler.
Artanını bunlara bırakıp gitdi. [Ebül-Kâsım Süleymân Taberânî
“rahmetullahi aleyh”, hadîs imâmıdır. 260 da Taberiyyede tevellüd,
360 [m. 971] de İsfehânda vefât etdi.]
Ebül Abbâs bin Nefîs “rahime-hullahü teâlâ” a’mâ idi. Üç gün aç
kaldı. Hucre-i se’âdete gelip, (Yâ Resûlallah! Açım) deyip, bir tarafa
[1]
Ebuşşeyh bin Hayyân Abdüllah İsfehânî 369 [m. 979] da vefât etdi.- 115
çekildi. Az zemân sonra, biri gelip, bunu evine götürdü. Karnını
doyurdu ve (Ey Ebül Abbâs! Resûlullah efendimizi rü’yâda gördüm.
Seni doyurmamı emr etdi. Aç kaldığın zemânlar, bize gel!) dedi.
İslâm âlimlerinden imâm-ı Muhammed Mûsâ bin Nu’mân
Merâkîşî Mâlikî “rahime-hullahü teâlâ” 683 [m. 1284] de vefât etdi.
(Misbâh-uz-zulâm Fil-müstegîsin bi-hayr-il-enâm) adındaki
kitâbında, Resûlullahı “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” vesîle
ederek murâdlarına kavuşanları yazmakdadır. Bunlardan biri,
Muhammed bin Münkedirdir “rahime-hullahü teâlâ”. Muhammed
diyor ki, bir adam, babama seksen altın bırakıp cihâda gitmişdi.
Bunları sakla! Çok muhtâc olana da yardım edebilirsin demişdi.
Medînede kıtlık oldu. Babam, altınların hepsini açlıkdan
bunalanlara dağıtdı. Altınların sâhibi gelip istedi. Babam, bir gece
sonra gel dedi. Hucre-i se’âdete gidip, sabâha kadar Resûlullaha
yalvardı. Gece yarısı, bir adam gelip, (Uzat elini!) demiş, bir kese
altın verip, sonra hiç görünmemişdir. Babam evde altınları sayıp,
seksen aded olduğunu görünce, sevinerek hemen sâhibine
vermişdi.
İbn-i Celâh “rahime-hullahü teâlâ” Medînede fakîr düşmüşdü.
Hucre-i se’âdete geçip, (Yâ Resûlallah! Bu gün sana müsâfir
geldim. Karnım çok açdır) dedi. Bir kenâra çekilip uyudu.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” rü’yasında görünüp, büyük
bir ekmek verdi. Diyor ki, çok aç olduğum için, hemen yimeğe
başladım. Yarısı bitince uyandım. Kalan yarısını elimde buldum.
Ebül-Hayr Akta’ “rahime-hullahü teâlâ” Medînede beş gün aç
kalmışdı. Hucre-i se’âdetin yanına gelip, Resûlullaha selâm verdi.
Aç olduğunu bildirdi. Bir yana çekilip uyudu. Rü’yâda, Resûlullahın
geldiğini gördü. Sağında Ebû Bekr-i Sıddîk, solunda Ömer Fârûk ve
önünde Aliyy-ül Mürtezâ “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” vardı.
Hazret-i Alî gelip, yâ Ebel Hayr! Kalk, ne yatıyorsun? Resûlullah
geliyor dedi. Hemen kalkdı. Resûlullah gelip, büyük bir ekmek
verdi. Ebül-Hayr diyor ki, çok aç olduğum için hemen yimeğe
başladım. Yarısı bitince uyandım. Kalan yarısını elimde buldum.
Ebû Abdüllah Muhammed bin Ber’a “rahime-hullahü teâlâ” diyor
ki, babam ile Mekkede parasız kaldık. Ebû Abdüllah bin Hafîf
“rahime-hullahü teâlâ” de yanımızda idi. Medîneye geldik. Ben
çocukdum. Acıkdım diyerek ağlardım. Babam dayanamadı. Hucre-i
se’âdete gelip, (Yâ Resûlallah! Bu gece sana müsâfiriz) dedi. Bir
yana oturdu. Gözlerini kapadı. Biraz sonra, başını kaldırıp güldü.
Sonra çok ağladı. Gözünü açıp, Resûlullah elime para verdi dedi.
Avucunu açdı. Paraları gördüm. Bunları hem kullandık, hem de
sadaka verdik. Râhatça Şîrâzda evimize geldik. [Ebû Abdüllah
- 116
Muhammed bin Hafîf “rahmetullahi aleyh” 371 [m. 981] de vefât
etmişdir.]
Ahmed bin Muhammed Sôfî “rahime-hullahü teâlâ” diyor ki,
Hicâz çöllerinde varlığım kalmadı. Medîneye geldim. Hucre-i
se’âdet yanında Resûlullaha selâm verdim. Bir yana oturup
uyudum. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” görünüp, (Ahmed
geldin mi? Avucunu aç!) buyurdu. Avucumu altınla doldurdu.
Uyandım. Ellerim altın dolu idi. [Ebül-Abbâs Ahmed bin Muhammed
Vâ’iz Endülüsî “rahmetullahi aleyh” 671 [m. 1284] de Mısrda vefât
etdi.]
Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” âşıklarının temiz
kalblerinden çıkan sözler, edebe, saygıya uygunsuz görünürse,
bunlara birşey dememeli, susmalıdır. Buradaki edeblerden,
saygılardan biri de, susmakdır. Âşıklardan biri, Kabr-i se’âdetin
yanında, her sabâh ezân okur, nemâz uykudan dahâ iyidir derdi.
Mescid-i Nebî hizmetçilerinden birisi, Resûlullahın “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” huzûrunda terbiyesizlik yapıyorsun diyerek, bunu
döğdü. Bu da, (Yâ Resûlallah! Yüksek huzûrunuzda adam döğmek,
söğmek, edebsizlik sayılmaz mı? dedi. Biraz sonra döğen kimsenin
felc olduğu, eli ayağı tutmadığı görüldü. Üç gün sonra da öldü.
Bunu, hâfız Ebül-Kâsım “rahime-hullahü teâlâ” kitâbında
yazmakdadır. Sâbit bin Ahmed Bağdâdî “rahime-hullahü teâlâ” de,
bunu gördü demekdedir. [Ebül-Kâsım Alî ibni Asâkir 571 [m. 1176]
de Şâmda vefât etdi.]
İbnün-Nu’mân “rahmetullahi aleyh”
[1] kitâbında diyor ki, İbnüs-Sa’îd “rahime-hullahü teâlâ” ve arkadaşları Medînede parasız
kalmışlardı. Hucre-i se’âdeti ziyâretden sonra, (Yâ Resûlallah!
Paramız bitdi. Yiyeceğimiz kalmadı!) deyip çekildi. Mescid
kapısından çıkarken, birisi bunu evine götürüp, bol bol hurma ve
para verdi.
Şerîf Ebû Muhammed Abdüsselâm Fâsî “rahime-hullahü teâlâ”
diyor ki, Medînede üç gün kaldım. Minber önünde, iki rek’at nemâz
kılıp, (Ey yüce ceddim! Açlığa dayanamıyacak hâle geldim!) dedim.
Biraz sonra, birisi gelip, bir tepsi yiyecek getirdi. Pişmiş et, tereyağı
ve ekmek vardı. Bana birisi yetişir dedim ise de, hepsini yiyiniz!
Bunları Resûlullahın emri ile getirdim. Çocuklarım için
hâzırlamışdım. Rü’yâda Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem”
gördüm.
(Bir parçasını da, Mesciddeki din kardeşine götüryisin!)
buyurdu.[1]
Ebû Nuaym Ahmed İsfehânî şâfi’î 430 [m. 1039] da vefât etdi.- 117
Şerîf Mühessir Kâsımî “rahime-hullahü teâlâ”, Hucre-i se’âdetin
Şâm tarafındaki teheccüd mihrâbı önünde uyumuşdu. Ânsızın
kalkıp, Hucre-i se’âdetin önüne geldi. Gülerek geri gitdi. Mescid-i
Nebî hizmetcilerinin müdîri olan Şemseddîn Savâb, mihrâb yanında
idi. Niçin güldüğünü sordu. (Birkaç günden beri evimde yiyecek
yokdu. Hazret-i Fâtımanın makâmında, yâ Resûlallah “sallallahü
aleyhi ve sellem”! Aç kaldım demiş, buraya gelip uyumuşdum.
Rü’yâda, yüce Ceddim, bir kâse süt verdi. İçdim. Uyandım. Kâse
elimde idi. Teşekkür için, Hucre-i tâhire önüne geldim. Oradaki
zevkden, lezzetden güldüm. İşte kâse!) dedi. (Misbâh-uz-zulâm)
kitâbı bunu uzun yazmakdadır.
Alî bin İbrâhîm Busrî “rahmetullahi aleyh” diyor ki, Abdüsselâm
bin Ebî Kâsım Sahâbî “radıyallahü teâlâ anh”, Hucre-i se’âdet
önünde durup, (yâ Resûlallah! Mısrdan geldim. Beş aydır sana
müsâfirim. Kaç gündür aç kaldım. Allahü teâlâdan yiyecek isterim)
dedi. Bir yana çekilip oturdu. Bir kimse gelip, Hucre-i se’âdete
selâm verdikden sonra, Abdüsselâmın elinden tutup, çadırına
götürdü. Yemek ikrâm eyledi. Biraz yidi. Medînede bulunduğu
zemân, bu adam onu çadırına götürür doyururdu.
İmâm-ı Semhûdî “rahime-hullahü teâlâ” kapısının anahtarını
düşürdü. Bulamadı. Hucre-i se’âdet önüne gelip, yâ Resûlallah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem!” Anahtarımı düşürdüm. Evime
gidemiyorum dedi. Bir çocuk elinde anahtarı getirdi. Bunu buldum.
Acabâ sizin mi dediğini, (Medîne târîhi) adındaki kendi kitâbında
yazmakdadır. [Nûreddîn Alî bin Ahmed Semhûdî, 911 [m. 1505] de
vefât etdi. (El-vefâ)
ve (Hülâsat-ül-vefâ) kitâblarında Medîne-imünevvereyi anlatmakdadır.]
Şeyh Sâlih Abdülkâdir “rahime-hullahü teâlâ” buyuruyor ki,
Medîne-i münevverede birkaç gün aç kaldım. Hucre-i se’âdeti
ziyâretden sonra, Resûlullahdan ekmek, et, hurma istiyecek kadar
ileri gitdim. Sonra, (Ravda-i mutahhera)da iki rek’at nemâz kılıp,
bir yanda oturdum. Biraz sonra, kibar bir kimse gelip, evine
götürdü. Et kızartması, ekmek ve hurma yidirdi. Dedi ki, (Öğle vakti
(Kaylûle) sünnetini yapmak için uyumuşdum. Rü’yâda, Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz göründü. Bu yemekleri size
vermemi söyledi.)
Seyyid Ahmed Medenî, (Delâil-ül-hayrât) kitâbının sâhibi olan
Süleymân Cezûlînin “rahime-hullahü teâlâ”
[1] soyundandır. (Mir’ât-ıMedîne)
kitâbının yazıldığı 1301 [m. 1883] senesinde sağ idi.[1]
Süleymân Cezûlî Muhammed şâzilî mâlikî 870 [m. 1465] de şehîd oldu.- 118
Babası fakîr imiş. Çocuk, elma, armut, hurma gibi şeyler isteyince,
satın alamazmış. Oyalamak için, git Resûlullahdan “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” iste dermiş. Hucre-i se’âdet kapısına gidip,
dilediğini istermiş. Şebeke-i se’âdetin iç tarafından bunlar uzatılır,
alır yirmiş.
Kilisli Mustafâ Işkî efendi “rahime-hullahü teâlâ”
(Mevârid-iMecîdiyye)
târîh kitâbında diyor ki, Mekkede yirmi sene kaldım.1247 [m. 1831] senesinde altmış altın birikdirip, çoluk çocuk ile
Medîneye geldik. Paralar yolda bitdi. Bir tanıdığıma müsâfir olup,
Hucre-i se’âdete geldim. Resûlullahdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” yardım istedim. Üç gün sonra, bulunduğum eve bir beğ
gelerek, benim için bir ev kirâladığını söyledi. Eşyâlarımı oraya
taşıtdı. Bir senelik kirâ bedelini ödedi. Birkaç ay sonra, bir ay hasta
yatdım. Evde yiyecek ve satacak birşey kalmadı. Zevcemin yardımı
ile dama çıkıp, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
türbesine karşı, sıkıntımı anlatıp yardım dilemek istedim. Ellerimi
kaldırınca, dünyâlık istemekden utandım. Birşey söyleyemedim.
Odama indim. Ertesi gün, bir kimse gelip, filân efendi bu altınları
sana hediyye gönderdi, dedi. Keseyi aldım. Geçimimiz düzeldi ise
de, hastalıkdan kurtulamadım. Yardımla Hucre-i se’âdet önüne
gelip, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” şifâ istedim.
Mescidden çıkıp, kimseden yardım istemeden evime yürüdüm. Eve
girerken, hastalığım hiç kalmadı. Nazar değmemesi için, sokağa
birkaç gün bastona dayanarak çıkdım. Fekat, para bitmişdi. Çoluk
çocuğu karanlıkda bırakıp, Mescid-i Nebevîye geldim. Yatsı
nemâzından sonra, sıkıntımı Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve
sellem” söyledim. Yolda tanımadığım bir kimse yanıma gelip, elime
bir kese verdi. İçinde, beheri dokuz kuruşluk kırkdokuz altın vardı.
Mum ve lüzûmlu şeyleri aldım, eve geldim.
Mustafâ Işkî efendi diyor ki, oğlum Muhammed Sâlih kundakda
iken, anası hastalandı. Sütü kesildi. Çok sıkıldık. Çocuğu Hucre-i
se’âdete götürdüm. Perde eteğine bırakdım. (Allahümme innî
es’elüke ve eteveccehü ileyke bi-Nebiyyinâ ve seyyidinâ
Muhammedin “sallallahü aleyhi ve sellem” Nebiyyirrahme, yâ
seyyidinâ, yâ Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem”! İnnî
eteveccehü ilâ Rabbike ersil mürdiate li-hâzel-ma’sûm) diyerek düâ
etdim. Sabâh erken, Şerîf isminde bir subay gelip, (Efendim! Üç
aylık kızım vefât etdi. Vâlidesinin sütünü kesemiyoruz. Acâba, süt
anası arıyan var mı?) dedi.
Çocuğu gösterdim. Çocuğu bize verirseniz, Allahü teâlânın
rızâsı için ona süt veririz. İyi terbiye ederiz. Zevcem de, buna
sevinir dedi. Çocuğu götürdü.
- 119
Yine diyor ki, (1257) senesinde çok sıkıntı çekdim. İstanbula
gitmeği düşündüm. (Regâib) gecesinde, Ravda-i mutahheranın bir
köşesinde oturdum. Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” izn
istemek için, gönlümü Hucre-i se’âdete bağladım. Uyumuşum.
Rü’yâda bir ses, üç kerre (İstanbula git. Mustafâ pâşaya müsâfir
ol!) dedi. Eve gitdim. Çoluk çocuğa vedâ edip yola çıkdım.
İskenderiye şehrine kadar yürüdüm. Vapur param yokdu. Çok
sıkıldım.
(İşlerinizi şaşırıp, sıkıldığınız zemân, kabrdekilerdenyardım isteyiniz!) hadîs-i şerîfini hâtırladım.
(Kasîde-i bürde)yazarı olan imâm-ı Busayrînin “rahime-hullahü teâlâ” türbesine
gitdim. Ziyâret etdim. Allahü teâlânın sevgili kullarından olan bu
zâtın mubârek rûhunu vesîle ederek, Cenâb-ı Hakdan yardım
diledim. [İmâm-ı Muhammed Busayrî, 695 [m. 1295] de vefât
etmişdir.] Dışarı çıkınca, Serezli Ahmed Beğ adında birisi ile
karşılaşdım. Beni arıyormuş. (Efendim, Osmânlı devlet
adamlarından Sa’îd Muhîb efendi “rahime-hullahü teâlâ” yola
çıkdığınızı işitip, sizi görmekle şereflenmek istiyor. Zahmet
buyurup, gelirseniz, çok sevinecekdir) dedi. Konağa gitdik. Muhîb
efendi, büyük bir nezâket ile ve saygı ile karşıladı. (Kabûl
buyurursanız, vapurla İstanbula birlikde gidelim) dedi. Ertesi gün,
Mısr vâlisi Muhammed Alî pâşadan “rahime-hullahü teâlâ” üç kese
para geldi. Vapurla İstanbula geldik. Yirmibir gün, vapurda
karantinada kaldık. Cum’a günü, vapurdan çıkınca, doğru Eyyûb
sultâna gitdim. Hâlid bin Zeyd hazretlerini “radıyallahü teâlâ anh”
[1]ziyâret edip, kendisine garîb bir müsâfir olduğumu kalbimden
geçirip, yardım etmesi için yalvardım. Eyyûb câmi’inde, Cum’a
nemâzını kıldıktan sonra, cemâ’at ile birlikde türbeye girdik. Bir
yanda oturdum. Bilmediğim bir zât, (Nereye gideceğiz? Emr ediniz
efendim!) dedi. Arkamdan, birisi, sırtıma yumruk vurup (emr olunan
yere) dedi. Yolda giderken:
- Arkama yumruk vuran kim idi dedim.
- Onun ismi Mahmûddur. Eyyûb ehâlisi, kendisine meczûb
derler dedi.
- Beni nereye götürüyorsunuz dedim.
- Bendeniz, eski ser kâtib-i yârî ve şimdi ser asker (Harbiye
nâzırı) olan Mustafâ Nûri pâşanın “rahime-hullahü teâlâ” adamıyım.
Sizi bulmağı emr buyurdu.
- Mustafâ pâşa ile tanışmıyoruz. Acabâ, niçin böyle emr
verdiler?
[1]
Hâlid bin Zeyd Ensârî 50 [m. 670] de İstanbulda vefât etdi.- 120
- Orasını bilemem. Adınızı saygı ile söyliyerek, sizi beklediklerini
bildirdiler.
- Beni bilmez idin. Eyyûbde hiç bilen de yokdur. Acabâ yanlışlık
olmasın dedim.
- Hayır efendim! Pâşa hazretleri beni gönderirken, (Bugün
Eyyûbde, Cum’a nemâzından sonra, şöyle mubârek bir zât
bulacaksın. Saygı ile, edeb ile, alıp buraya getir) dedi. Şeklinizi
anlatdı dedi.
Bu sözleri işitince, Mustafâ pâşanın ma’nevî bir işâret aldığını
düşündüm. Karşısına çıkınca, büyük bir nezâket ile ve edeb ile
karşıladı. Efendim, benim müsâfirimsin. İstediğin kadar kalırsın.
Dilediğin yerleri gezer, dolaşır, yine gelirsin dedi. Bir odaya
yerleşdirdi. Emrime birkaç hizmetçi verdi. Ertesi gün, şeyh
Abdülkâdir Mevlevî tekkesinin ziyâret günü imiş. Gidip bir yanda
oturdum. Biri gelip edeb ile, (Efendi hazretleri! Mubârek isminiz
nedir? Ne zemân geldiniz? Kimin yanında müsâfirsiniz?) dedi.
Cevâblarımı dinleyip gitdi. Akşam dönüşde, Mustafâ pâşa
hazretlerine bu soruları anlatdım. (Yüce pâdişâhımız “rahimehullahü
teâlâ”, bugün orasını şereflendirdiler. Kendileri Mekke-i
mükerreme ve Medîne-i münevverede bulunan müslimânları çok
sever ve sayarlar. Soran kimsenin pâdişâhımız efendimiz
tarafından gönderilmiş olmasını sanırım) buyurdu. Pâdişâhımızın
mubârek yüzünü görmekle şereflenebilir miyim dedim: Evet, Cum’a
nemâzı kıldıkları selâmlığa giderseniz, o şerefe kavuşabilirsiniz
dedi. Beni, Cum’a selâmlığına gönderdi. Selâmlık merâsimi,
Beğlerbeği Câmi’î şerîfinde idi. Bir yana durup, sultânın mubârek
cemâlini görmek için bekledim. Pâdişâhımızın hakkı gören
mubârek gözleri, bu âşık fakîre ilişince, şahlanarak giden atını
durdurdu. Ser asker pâşayı gönderdi. Ser asker pâşa gelip, (Işkî
efendi! Pâdişâhımız selâm söylediler! Size üçyüz kuruş ma’âş irâde
buyurdular. Çoluk çocuğu düşünerek üzülmesin! İstanbulun her
yerini gezsin, görsün buyurdular) dedi. Sultân Abdülmecîd hân
“rahime-hullahü teâlâ” efendimizin bu şâhâne fermânlarının, her
zemân işitmiş olduğum keşf ve kerâmetlerinden biri olduğunu
anlıyarak, çoluk çocuk düşüncesinden kurtuldum. Birkaç ay sonra,
Medîne-i münevvereye döndüm. Çoluk çocuğumu râhat ve sevinç
içinde buldum. Meğer, Pâdişâh Abdülmecîd hân “rahime-hullahü
teâlâ” hazretleri, benim adım ile, çoluk çocuğuma üçbin kuruş
göndermiş. Arkamdan da, yedi bin kuruş dahâ göndererek,
hepimizi sevindirdiler. Bütün müslimânlar gibi, biz de, her nemâzda
o mubârek pâdişâha düâ eyledik. Abdülmecîd hân “rahmetullahi
- 121
aleyh”
[1] hazretlerinin ihsânlarını ve kerâmetlerini anlatmaklaşereflenmek için, şu kıt’ayı her yerde okur oldum:
Şehinşâh-ı mu’azzam hazret-i Abdülmecîd hâna,
Nasıl arz-ı hâl eylesem diye düşdümdü feryâda,
Kerâmeti çok, ihsânı bol, ol şâh-ı cihân ârâ,
Gönlümü anladı, bildi, bir fakîr gelmiş üftâde.
Kerâmetidir beni kaldırdı hâk-ı mezelletden,
Mu’azzez eyledi fakîri, rağmen çeşm-i hüssâde.
Işkî efendinin gitmiş olduğu Beşiktaş Mevlevî-hâne tekkesi idi.
Sonradan, Eyyûbde Behâriye caddesindeki tekkeye taşınmışdır. O
zemân, tekke şeyhi Abdülkâdir dede imiş.
Işkî efendi, büyük bir zât olmalıdır. Çünki, Hucre-i se’âdet
önünde her ne dilemişse, kabûl olmuşdur. Bahriye şûrâsı
kâtiblerinden hâcı Tevfik beğ “rahime-hullahü teâlâ”, Medîne-i
münevverede iken, gözleri pek ağrımışdı. Hucre-i se’âdeti ziyâret
edip, ağrıdan kurtulması veyâ İstanbula gitmesi için düâ etmiş,
evine dönmüşdü. Arkasından evine Işkî efendi gelip gözlerine
okumuş, üflemiş, ağrı hemen kalmamışdır.
İstanbullu bir kimse yedi sene Medînede kalıp, her gün
(Ravdaimütahhera) denilen yerde
(Delâil-i hayrât) kitâbını okurdu. FekatDelâil-i şerîfi, ne zemân okumağa başlasa, üstü temiz, güzel
kokulu, sakalı, bıyığı sünnete uygun olarak kesilmiş bir ihtiyârı
yanında görürmüş. İstanbula döneceği zemân, Hucre-i se’âdetin
önünde düâ ederken, (Yâ Resûlallah! Biliyorsun ki, bu mubârek
yerde, her gün Delâil-i şerîf okuyup bitirdim. Kabûl olduğunu
anlıyamadım. O mubârek kitâbı okurken, acabâ gerekli saygıyı
yapamadım mı?) dedi. Bir kenâra oturdu. Uyuyuverdi. Rü’yâda,
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin
(Muvâcehe-ise’âdet)
penceresinden bir kâse süt ihsân buyurduğunu görerek,hemen alıp içer, uyandığı zemân, yanında o güzel kokulu ihtiyâr
görünerek (âfiyet olsun kardeşim) der ve gider.
Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” vesîle ederek yapılan
düâların kabûl olduğunu bildiren ve misâller veren, nice kitâblar
yazılmışdır. Ebû Süleymân Dâvüd Şâzilînin “rahime-hullahü teâlâ”
(Beyân-ı intisâr) kitâbında şaşılacak çok şeyler yazılıdır. Ebû
Süleymân Dâvüd Şâzilî İskenderî 732 [m. 1332] de vefât etdi.
Mâlikî idi.
[1]
Abdülmecîd hân 1277 [m. 1861] de vefât etdi.- 122
İbni Muhammed Eşbilî “rahime-hullahü teâlâ” diyor ki,
İspanyada Gırnata şehrinde, eski bir arkadaşımın evinde müsâfir
idim. Arkadaşım hasta oldu. Yaşamasından ümmîd kesildi. O
zemân vezîr olan İbnül-Hisâl “rahime-hullahü teâlâ” hastayı
ziyârete geldi. Hucre-i se’âdete götürüp bırakmak üzere bir mektûb
yazdı. Hastanın iyi olması için Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve
sellem” yardım diledi. Hasta, birkaç gün sonra iyi oldu.
(Şakâyık-i Nu’mâniyye)
[1] kitâbının tercemesinde ikinci cilddediyor ki, Osmânlı devletinin ilk Şeyh-ul-islâmı ve zemânının
müceddidi olan büyük islâm âlimi Mevlânâ Şemseddîn Muhammed
bin Hamza Fenârînin “rahime-hullahü teâlâ” gözlerine perde geldi.
Göremez oldu. Bir gece, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”
efendimiz (Tâhâ sûresini tefsîr eyle!) buyurdukda, (Yüksek
huzûrunuzda, Kur’ân-ı kerîmi tefsîr etmeğe gücüm olmadığı gibi,
gözlerim de görmüyor) demiş. Peygamberlerin tabîbi olan
Resûlullah efendimiz, mubârek hırkasından bir parça pamuk
çıkarıp, mubârek tükrüğü ile ıslatdıkdan sonra, gözleri üzerine
koymuşdur. Molla Fenârî uyanıp, pamuğu gözlerinin üstünde
bularak kaldırmış, görmeğe başlamışdır. Allahü teâlâya hamd ve
şükr etmişdir. Pamuk-ipliklerini saklayıp, öldüğü zemân gözleri
üzerine konmasını vasiyyet etmişdir. 834 [m. 1431] de Bursada
vefât edince, vasıyyetini yerine getirdiler.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizi vesîle ederek
Allahü teâlâya yapılan düâlar kabûl olduğundan, müslimânların
halîfesi, hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh”, Medînede kıtlık
olunca, Abbâs bin Abdül Muttalibi “radıyallahü teâlâ anh” vesîle
edinerek yağmur düâsına çıkdı ve (Yâ Rabbî! Sevgili Peygamberini
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” vesîle yaparak düâ ederiz!
Resûlünün muhterem amcası hurmetine, senden yağmur isteriz!
Düâmızı kabûl buyur!) demişdir.
Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” halîfe iken, bir dahâ kıtlık
olmuşdu. Kâ’b-ül-Ahbâr “rahime-hullahü teâlâ” hazretleri, (Yâ
Emîrel mü’minîn”! İsrâîl oğulları zemânında, kıtlık olunca,
Peygamberleri vesîle ederek düâ olunurdu) dedi. Bunun üzerine,
hazret-i Ömer, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
minberine çıkıp, (Yâ Rabbî! Peygamberinin amcasını vesîle ederek
sana yalvarırız ve onun hurmeti için senden mağfiret ve ihsân
dileriz) demişdir. Cemâ’ate dönüp, (Rabbinize düâ ediniz! O,
düâları kabûl edicidir) demişdir. Halîfenin bu emri üzerine, hazret-i
[1]
Şakâyık müellifi Taşköprü-zâde Ahmed bin Mustafâ 968 [m. 1561] deİstanbulda vefât etdi.
- 123
Abbâs, uzun bir düâ yapdı. Düâ bitmeden önce, yağmurdan
Medîne sokakları sudan geçilemez oldu. O gün, hazret-i Abbâsın
adı (Sâkî-i Harameyn) oldu. Resûlullahın şâiri olan Hassân bin
Sâbit “radıyallahü anhümâ” o gün, hazret-i Abbâsı öven bir şi’r
okudu.
Abbâsî halîfelerinin ikincisi Ebû Ca’fer Mensûr,
[1] Mescid-iNebevî içinde imâm-ı Mâlik “rahime-hullahü teâlâ” ile
konuşuyorlardı. Ey Mensûr! Burası Mescid-i se’âdetdir! Hafîf sesle
söyle! Hak teâlâ, Hucurât sûresinde meâlen,
(SesiniziResûlullahın sesinden dahâ yüksek yapmayınız!)
buyurarak bircemâ’ati azarlamışdır.
(Resûlullahın yanında hafîf seslekonuşanlar)
âyet-i kerîmesi ile de, hafîf konuşanları övmüşdür.Resûlullaha, öldükden sonra saygı göstermek, sağ iken saygı
göstermek gibidir dedi. Mensûr, boynunu bükerek, yâ Ebâ
Abdüllah! Kıbleye karşı mı durmalı, yoksa Kabr-i se’âdete karşı mı
durmalı dedi. İmâm-ı Mâlik hazretleri, Resûlullahdan yüzünü
çevirme! Kıyâmet gününün şefâ’atçısı olan o yüce Peygamber
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, Kıyâmet günü, senin ve baban
Âdem aleyhisselâmın kurtulması için vesîle olacakdır. Kabr-i
se’âdete dönerek ve Resûlullahın mubârek rûhuna sarılarak şefâ’at
dilemelisin! Nisâ sûresinde altmışüçüncü âyetinde meâlen,
(Nefslerine zulm edenler, sana gelip, Allahü teâlâdan afv
dilerse ve Resûlüm de, onlar için afv dilerse, Allahü teâlâyı,
tevbeleri kabûl edici ve merhamet edici bulurlar) buyuruyor. Bu
âyet-i kerîme, Resûlullahı vesîle edenlerin tevbelerinin kabûl
olunacağını söz vermekdedir dedi. Bunun üzerine, Mensûr, olduğu
yerden kalkıp, Hucre-i se’âdet önünde durdu. (Yâ Rabbî! Bu âyet-i
kerîmede, Resûlünü vesîle edenlerin tevbesini kabûl edeceğine söz
verdin. Ben de, yüce Peygamberinin “sallallahü aleyhi ve sellem”
yüksek huzûruna gelip Senden afv diliyorum. Kendisi sağ iken afv
dileyip afv buyurduğun kulların gibi, beni de afv eyle! Yâ Rabbî!
Nebiyyür-rahme olan yüce Peygamberini vesîle edinerek sana
yalvarıyorum. Ey Peygamberlerin en üstünü olan Muhammed
aleyhisselâm! Sana tevessül ederek, Rabbime yalvardım. Yâ
Rabbî! O yüce Peygamberi bana şefâ’atçı eyle!) diyerek
yalvarmağa başladı. Arkası kıbleye, yüzü (Muvâcehe-i se’âdet)
penceresine karşı ayakda durup, düâ eyledi. Minber-i nebevî sol
tarafında kalmışdı.
[1]
Ebû Ca’fer 158 [m. 773] de Mekkede vefât etdi.- 124
DİKKAT -
İmâm-ı Mâlikin[1] Mensûr halîfeye “rahime-hümullahüteâlâ” verdiği nasîhat (Hucre-i se’âdet) önünde düâ edenlerin çok
uyanık olmaları lâzım geldiğini göstermekdedir. O makâma uygun
edebi ve saygıyı gösteremiyecek olanların, Medîne-i münevverede
çok kalmaları doğru olmaz. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi
aleyh”, (Biz Bağdâdda, kalbimiz burada olmak; biz burada, kalbimiz
Bağdâdda olmakdan dahâ iyidir) buyurdu.
Anadolu köylülerinden biri, Medîne-i münevverede senelerce
kalmış, evlenmiş ve Hucre-i se’âdetde belli bir hizmet yaparmış.
Ateşli bir hastalığa yakalanmış. Canı ayran istemiş. Eğer köyümde
olsaydım, yoğurtdan ayran yapdırıp içerdim, düşüncesini
gönlünden geçirmiş. O gece, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve
sellem”, (Şeyh-ul-Harem) efendiye rü’yâda görünüp, o kimsenin
yapdığı işin başkasına verilmesini emr buyurmuş. Şeyh-ul-Harem,
Yâ Resûlallah! O hizmeti, ümmetinden filan kimse yapmakdadır
deyince, (O kimseye söyle! Köyüne gidip, ayran içsin!)
buyurmuşdur. Ertesi gün, bu emr bildirilince, köylü baş üstüne
diyerek memleketine gitmişdir.
Yalnız gönülden geçen bir düşünce, bu kadar zarar verince,
Allah korusun, şaka bile olsa, uygunsuz bir sözün yâhud edebe
uymıyan bir hareketin ne büyük bir zararı olacağını bundan
anlamalıdır.
Hucre-i se’âdeti ziyâret edenlerin çok uyanık olmaları lâzımdır.
Gönlünde dünyâ düşünceleri bulunmamalıdır. Muhammed
aleyhisselâmın nûrunu ve derecesinin yüksekliğini düşünmelidir.
Dünyâ işlerini ve büyük kimselerle görüşüp fâide sağlamağı ve alış
veriş düşünenlerin düâları kabûl olmaz. Dileklerine kavuşamazlar.
Hucre-i se’âdeti ziyâret etmek çok şerefli bir ibâdetdir. Buna
inanmıyanların, müslimânlıkdan çıkmalarından korkulur. Çünki
bunlar, Allahü teâlâya ve Onun Resûlüne ve bütün müslimânlara
karşı gelmiş olur. Mâlikî âlimlerinden birkaçı, Resûlullahı “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” ziyâret etmek vâcibdir demiş ise de,
müstehab olduğu sözbirliği ile bildirilmişdir.
***
İmâm-ı Muhammed bin Sa’îd Busayrî “rahime-hullahü teâlâ”
sôfiyye-i aliyyenin büyüklerindendir. Şâzilî olan Ebûl-Abbâs-i
Mürsînin yetişdirdiği Evliyâdandır. Ebül-Abbâs-i Mürsî de, Ebül-
Hasen-i Şâzilînin talebesidir. 695 [m. 1295] senesinde Mısrda vefât
etmişdir. Kendisine felc hastalığı geldi. Bedeninin yarısı hareketsiz
kaldı. Resûlullaha tevessül edip, insanların en üstününü öven
meşhûr kasîdesini hâzırladı. Rü’yâda Resûlullaha okudu. Çok
hoşuna gidip arkasından mubârek hırkasını çıkarıp, imâma giydirdi.
Bedeninin felcli olan yerlerini mubârek eli ile sığadı. Uyanınca,
bedeni sağlam idi. Hırka-i se’âdet de arkasında idi. Bunun için, bu
kasîdeye
(Kasîde-i bürde) denildi. Bürde, hırka, palto demekdir.İmâm-ı Busayrî “rahmetullahi aleyh” sevinerek, sabâh nemâzına
giderken, salâh ve zühd ile meşhûr bir zâta rastladı. İmâma,
kasîdeni dinlemek isterim dedi. Benim kasîdelerim çokdur. Hepsini
herkes bilir dedi. Kimsenin bilmediği bu gece Resûlullaha
okuduğunu istiyorum deyince, bunu hiç kimseye söylemedim.
Nerden anladın dedi. O zat da, imâmın rü’yâsını, olduğu gibi haber
verdi. Vezîr Behâeddîn bu kasîdeyi işitince, hepsini okutup, saygı
- 129
ile ayakda dinledi. Hastalara okununca, iyi oldukları, okunan
yerlerin derdlerden, belâlardan emîn oldukları görüldü.
Fâidelenmek için, inanmak ve hâlis niyyet ile okumak lâzımdır.
Kasîde-i bürde, on kısmdır:
Birinci kısm, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” olan
sevginin kıymetini bildirmekdedir.
İkinci kısm, insanın nefsinin kötülüğünü anlatmakdadır.
Üçüncü kısm, Resûlullahı övmekdedir.
Dördüncü kısm, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”
dünyâya teşrifini anlatmakdadır.
Beşinci kısm, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”
düâlarının hemen kabûl olduğunu bildirmekdedir.
Altıncı kısm, Kur’ân-ı kerîm övülmekdedir.
Yedinci kısm, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”
mi’racındaki incelikleri bildirmekdedir.
Sekizinci kısm, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”
cihâdlarını anlatmakdadır.
Dokuzuncu kısm, Allahü teâlâdan afv ve mağfiret ve
Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” şefâ’at istemekdedir.
Onuncu kısm, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”
derecesinin yüksekliği bildirilmekdedir.
(Kıyamet ve Ahiret)kitabından.