Bediüzzaman’ın mezarını gizlice taşıyan askerler yıllar sonra
konuştu. Kefeni de bedeni de çürümeyen cenazenin taşınmasını kimlerin
neden istediğine dair ilginç iddialar var.
1960’ın
12 Temmuz’u… Vakit, gece yarısına yaklaşıyor. Urfa’daki Halil İbrahim
Dergâhı’ndan balyoz sesleri yükseliyor. Etrafı askerlerle çevrili
türbede, 111 gün evvel vefat eden Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri
yatıyor. İhtilal komitesi üstadın mezarını taşıma kararı almış. Ancak
balyozları tutan askerler mermeri bir türlü kıramıyor. Nihayetinde
komutan sesleniyor: “Mezarı kim kırarsa 30 gün izin.” Pehlivan lakaplı
Yusuf öne çıkıyor: “Ben kırarım.” Orada kimin yattığından ne onun ne de
diğer askerlerin haberi var. Verilen emir gereği Pehlivan Yusuf olanca
gücüyle balyozu sallıyor. Önce mermer kırılıyor, sonra toprak kazılıyor.
Said Nursi’nin naaşı bozulmamış kefeniyle kabirden çıkarılıyor.
Bediüzzaman Said Nursi’nin 84 yıllık hayatı sıkıntılarla geçti. Mahkeme
mahkeme, şehir şehir dolaştırılıp durdu. Birçok işkenceye maruz kaldı.
Kadir Gecesi’ne denk gelen 23 Mart 1960 tarihinde İpek Palas Oteli’nde
vefat etti. Ardından on binlerin duası eşliğinde Hz. İbrahim Makamı’na
defnedildi. Vefatından üç gün önce Isparta yolunda talebelerine “Bunlar
beni anlamadı.” dedi. Bu sözleri adeta vefatından iki ay sonra
gerçekleşecek olan 27 Mayıs 1960 ihtilalinin habercisiydi. İhtilal olmuş
ve Adnan Menderes’i idam sehpasına götüren süreç başlamıştı. İhtilali
yapanlar Bediüzzaman’ı vefatından sonra da rahat bırakmadı. Yeni iktidar
mezarın taşınmasına karar verdi. Urfa’dan naaş önce uçakla Afyon’a,
oradan da Isparta’ya götürüldü. Askerler Bediüzzaman Hazretleri’ni
taşımakla görevlendirildi. Bu sürece şahitlik eden erlerden biri
Kahramanmaraş’ın Elbistan ilçesinde, diğeri Gaziantep’in Nizip
ilçesinde, bir diğeri ise İstanbul’da yaşıyor. Pehlivan Yusuf ise üç
buçuk ay kadar önce vefat etmiş. Said Nursi’nin naaşını taşıyan uçaktaki
muhabere subayı ise Bursa’da ikâmet ediyor.
KEFENİ HİÇ ÇÜRÜMEMİŞ
12 Temmuz gecesi türbeyi 100 civarında asker kuşatır. İçeriye kimse
alınmazken bekçilerin de dışarı çıkmasına izin verilmez. Onu ziyarete
gelenler birer avuç toprağı hatıra olarak yanlarında götürmeye
başlayınca Adana’dan getirilen mermerlerle mezarın üstü kapatılır. Gece
yarısı kabri taşımak için gelen askerler balyoz darbelerine rağmen bu
mermerleri kıramaz. Yusuf Hayal (1 Aralık 2005’te vefat etti) “Ben
kırarım.” diyerek başlar vurmaya. Dişleriyle 50 kilogramlık çuvalları
taşıyan, tek başına bir arabayı 10 dakika boyunca kaldırarak hareket
etmesine izin vermeyen Yusuf Hayal, balyozu her indirişinde mermerden de
parçalar ayrılır. Mezarın üstündeki toprağı kürekle dışarı atar. Ve
kefene sarılı beden ortaya çıkar.
Yusuf Hayal’in kendine anlattıklarını aktaran eşi Emine Hayal, “İçini
açmamışlar ama kefen hiç çürümemiş. Aynen bugün konulmuş gibi. Sık sık
anlatırdı bize Yusuf. Kendi elleriyle naaşı çıkartmış. Adanalı bir
arkadaşı galiba ona yardım etmiş.” diyor. Bu sahnelere şahitlik
edenlerden biri de Elbistanlı Tahir Aktaş’tır: “Türbenin etrafı abluka
altına alınmıştı. Askerden başka hiç kimse yoktu. Biz kabre 5-6 metre
mesafedeydik. Gördüğüm kadarıyla cenaze sanki bugün defnedilmiş gibiydi.
Bakıştık birbirimizle. Merak ediyoruz kim çıkıyor diye. Mübarek adamın
ismini hiç işitmemiştik. Ama cenazenin çürümemiş olmasından dolayı
tüylerimiz diken diken oldu.”
Askere gitmeden önce köylerinde ceset çıkardıklarını, köylünün kokuya
dayanamayarak oradan kaçtığını anlatan Aktaş, “Ama bu mübarek insan
çıktığında yeni konulmuş gibiydi. 3 ay 21 gün önce vefat ettiği
düşünülünce çürümüş olması lazımdı. Ancak kefende bedeni aynen
duruyordu.” diyor.
Yusuf Hayal’in anlattıklarını, asker arkadaşı Şenol Başaslan ise şöyle
aktarıyor: “Gümüşhaneli Yusuf’a mezarın yerini göster, oradan nasıl
çıkarttın diye sordum. Beni götürdü. Mezarın yerini bir iki gün sonra
gösterdi. O zaman anlattıklarına inandım. Askerdim, cahildim ama
Bediüzzaman Hazretleri’ni seviyordum. Bana ‘Hiç leke yok. Aynen bugün
konmuş gibi’ demişti. Kefen toprağa girdikten hemen sonra çürür. Ama o
üç aydan fazla kalmış. Mübareğin kefeni çürümemiş.” Başaslan, kırılan
mermer parçalarını da alaydaki yemekhane kapısının ardında gördüğünü
kaydediyor. Daha sonra nereye götürüldüğüne dair bilgisi ise yok. Yusuf
Hayal’in mermeri kırmasından ötürü hak ettiği izni 30 günden 45’e
çıkartılır. Bir ay kadar önce çıktığı Gümüşhane’nin Demirören köyüne
yeniden döner.
TABUT, C-47 UÇAĞINA SIĞMADI
Halilürrahman Dergâhı’nda (Hz. İbrahim Makamı) bir saat içinde yaşanır
tüm bunlar. Tabut bir arabaya yerleştirilip Şanlıurfa Alay
Komutanlığı’na nakledilir. Askerî konvoy nizamiye kapısında
durdurulurken sadece Bediüzzaman’ın naaşının olduğu arabanın girmesine
izin verilir. Küçük havaalanında Diyarbakır’dan gelen C-47 nakliye uçağı
beklemektedir. Uçaktaki dört kişiden pilot Ahmet Kırlay, muhabereci
Kadri Özkartal ve diğer ekip gece yarısı apar topar kaldırılıp Urfa’ya
yönlendirilir. Kadri Bey’in eşi Hikmet Özkartal taşınan kişinin
Bediüzzaman olduğunu daha sonra öğrendiklerini söylüyor. “Biz şehit var
sanmıştık. Ama Bediüzzaman Hazretleri olduğunu öğrenince tüylerimiz
diken diken oldu.”
Tabut, bu uçağa sığmaz. Naaş, daha küçük bir tabuta yerleştirilir. Yusuf
Hayal ve arkadaşlarına ikinci bir emir verilir: “Büyük tabutu şehrin
dışında bir yerde yakın.” Benzinle yakılmaya çalışılır, ancak tabut bir
türlü alev almaz. Askerlerin bu şaşkınlığını Yusuf Hayal’in eşi Emine
Hanım şöyle anlatıyor: “Benzini dökmüşler ama yakamamışlar. Vilayetin
dışında bir yere götürmüşler. Tabutuna kaç teneke benzin döktük ama
yakamadık derdi. Sonra tabutu oraya gömüyorlar. Bunları üzülerek
anlatırdı. O mübareği nereye götürdüler hiç bilemiyordu.”
Gece yarısı Afyon Havaalanı’na inen uçağı vali ve yaklaşık 15 asker
karşılar. Buradaki askerlerden biri de Nizipli Ahmet Çam’dır.
Isparta’nın merkezindeki 58’inci Tümen Karargâh Bölüğü’nde nizamiye
nöbetçisidir. “Biraz atıcı, vurucu olduğumuz için bizi alıp götürdüler.
Muhafız olarak gittik, muhafız olarak geldik.” diyen Çam, subayların
havaalanında kendilerine katıldığını aktarıyor. Bir ambulansa
yerleştirilir Bediüzzaman’ın naaşı. Peşine de 3-4 tane askerî araç
takılır. Araçlar dağların arasından süzülüp sessizce yol alır. “Nereden
gittiğimizi bilmiyoruz. Dağların tepesiydi. Araba önümüzde gitti,
arkadan askerî arabayla gittik. Anayollardan gitmedik, dağ yollarıydı.
Karanlıktı.”
3-4 saatlik yolun sonunda gece yarısını geçerken Isparta’da meçhul bir
yere gelinir. Yaklaşık 10 metre ötesinde defnedilen kişinin kimliğini
dahi bilmeyen Ahmet Çam’ın görevi Bediüzzaman’ı defneden askerlerin
tüfeklerini beklemektir. Sabaha karşı defin tamamlanır, ancak Çam,
sadece uzaktan seyreder. Defnin ardından bir yüzbaşı erlere “Hiç kimseye
söylemeyeceksiniz. Sizi asarlar.” der. Bunun üzerine kimse ne geldikleri
yeri, ne de defin işlemini o günlerde başkasına anlatır. Ahmet Çam,
defnettikleri kişinin kimliğini günler sonra gazetelerden öğrenir.
Tahir Aktaş, Urfa-Suruç’taki birliğine döndükten sonra ilçenin yaşlıları
ile konuşarak gece yarısı gizlice kimi çıkarttıklarını öğrenir.
Bediüzzaman Hazretleri hakkında bilgi aldığı kişilerden biri Bostancı
köyünün şeyhidir. “Şeyh efendi hadiseyi anlatır ve ağlardı. O kadar
duygulanırdı. Ondan bilgi edinmeye çalışırdım yasak olduğu zamanlarda.”
Eski adı Höyüklü yeni adı Ecek olan köyde vekâleten karakol
komutanlığını yürüten Tahir Aktaş’ın eline Said-i Nursi’nin toplanma
emri verilen eserleri ulaşır: “Şehir merkezi ile pek alakamız yoktu.
Köyleri dolaşırken ortaya çıkıyordu eserler. Okumayı bilen köylülerde
bulunurdu genelde. Karakol komutan vekilliği yaptığım zamanlarda sık sık
geçerdi elime. Said Nursi’nin eserlerinin toplanması emredilirdi
yukardan. Ama ben aldığım insanlara geri verirdim. Eserler belli ki bir
âlimin yazısıydı. Benim Arapça okumuşluğum vardı. Tehlikeli olmadığı
belliydi. Dinî konulardan bahsediyordu. El koymanın bir anlamı yoktu.”
26 Ekim 1959 tarihinde Van’ın Erciş ilçesinde askerliğine başlayan Tahir
Aktaş, altı aylık eğitimin ardından Şanlıurfa’nın Suruç ilçesine
jandarma olarak gelir. 30 aylık askerliğin ardından memleketine dönerek
lokanta açar. Mermeri kıran Yusuf Hayal Van-Erciş’teki okuldan
arkadaşıdır. Ancak Hayal’in birliği Şanlıurfa vilayetinin karşısında yer
alan, yaklaşık 30 kişiden oluşan toplu birliktir. 72 yaşında vefat eden
Yusuf Hayal 1961’de askerlik görevinin sona ermesinden üç yıl sonra
Almanya’ya işçi olarak gider. 24 sene kaldığı Duisburg’da demir döküm
fabrikasında çalışır. Eşi Emine Hanım’ı dönmesine 5 yıl kala yanına
alır. Her altı ayda bir eşini ziyarete gelir. 1988’de İstanbul’a kesin
dönüş yapan Pehlivan Yusuf, askerlikteki anılarını eşi Emine Hanım’a ve
ikisi kız biri erkek üç çocuğuna anlatır. Emine Hayal, “Bediüzzaman
Hazretleri’ni merak ederdi. Kitabı vardı onda, biri aldı götürdü. Nasıl
aldı kabirden, nasıl çıkarttı onu anlatırdı. Severdi Bediüzzaman
Hazretleri’ni.” diyor.
“BENİM KABRİM BİLİNMEYECEK”
67 yaşındaki Ahmet Çam ise Gaziantep’in Nizip ilçesine bağlı Yeniyazma
köyünde ikamet ediyor. Isparta’daki askerliği bir kenara konulacak
olursa yaşamı köyünün dışına taşmamış. Bediüzzaman’ın mezarı ile
uğraşılmasına şaşırıyor: “Bir adamın cenazesinden asker niye korkmuş ki?
Niçin nakletmiş acaba? Şaşırıyor insan. Bir adamdan niye korksun
devlet.” diyen Ahmet Çam’ın iki yıl süren askerliğinin başladığı tarih
de Üstad’ın vefatından tam bir yıl öncesine denk geliyor: 23 Mart 1959.
Mart 1961’de de köyüne dönüyor. 68 yaşındaki Şenol Başaslan ise
askerliğin ardından 1963 yılında yerleştiği İstanbul’da Denizcilik
İşletmeleri’nde manevracı olarak çalışmış. Kadri Özkartal ise Bursa’da
yaşıyor. Kendisi konuşmayı arzu etmese de eşi onun yaşadıkları hakkında
kısa bilgiler veriyor.
Bediüzzaman Hazretleri vefatından üç gün önce Isparta’dan talebeleri
Bayram Yüksel, Hüsnü Bayram ve Zübeyir Gündüzalp ile gizlice Urfa’ya
geldi. Hükümet temsilcilerinin “Bir an önce ayrıl” uyarılarına rağmen,
“Ben buraya dönmeye değil kalmaya geldim.” diyerek vefatını haber
veriyordu. 21 Mart’ta geldiği, herkese kapısını açan, sofrasına
misafirsiz oturmayan Hz. İbrahim’in makamında gözlerini yumdu. Yaşadığı
yıllarda mezarının Urfa’da kalmayacağına da işaret ediyordu: “Benim
kabrim çoklar tarafından bilinmeyecek.”
BEDİÜZZAMAN’IN MEZARININ TAŞINMASINI İSTEYENLER MASONDU
Bediüzzaman Hazretleri’nin küçük kardeşi Abdülmecid Ünlükul, Konya’da
oturuyordu. Temmuz 1960’ın ilk günlerinde Vali Bey’in kendisini
beklediği haberi iletildi. Odaya girdiğinde üç generalle karşılaştı:
Cemal Tural, Refik Tulga ve Mucip Ataklı.
Abisinin mezarını şark ahalisinden ziyarete gelenler arasında kaçaklar
olduğu, nazik bir zaman geçirildiği söylenir. Bu yüzden İç Anadolu’da
bir bölgeye nakledileceği söylenir. Israr etmemesi, buna mecbur olduğu,
dilekçeyi imzalaması gerektiği ifade edilir. Ünlükul, “Bari mezarında
rahat etsin.” feveranına rağmen istemeye istemeye dilekçeyi imzalar. Bu
dilekçe Milli Birlik Komitesi’ne dönemin İçişleri Bakanı emekli General
İhsan Kızıloğlu tarafından sunulur. Ancak komiteye talebin Abdülmecid
Ünlükul tarafından geldiği, abisini ziyaret edemediğinden dolayı ikamet
ettiği Konya’ya taşımak istediği aktarılır. Dilekçe metni de orada
okunur. Hukuki bir sorun olmadığı da belirtilir.
Ünlükul’u dinlemeye gerek duymayan Milli Birlik Komitesi İçişleri
Bakanı’na taşıma yetkisi verir. Komite üyesi Ahmet Er, kararın alındığı
toplantıda bulunmadığını ancak Cemal Tural, Refik Tulga, Mucip Ataklı ve
İhsan Kızıloğlu’nun mason olduğunu iddia ediyor:
“Kanaatimi söylüyorum. Bunlar yapabilirler. Bu isimler masondur.
Komitenin içinde İslam’a karşı olanlar da vardı, olmayanlar da. Ama
İslamiyet’in büyüklüğünün farkında olan hiç kimse yoktu. Dini bütün adam
yoktu. Ezanın Türkçeleşmesi üzerine çok kavgalar ettik. İslamiyet
havanın, suyun, ışığın girmediği yere kadar girmiş. İslamiyet
hayatımızın bir parçası değil A’dan Z’ye kadar bir bütündür.”
Milli Birlik Komitesi üyelerinin kandırılmış olabileceğini değerlendiren
Ahmet Er, “O bir cinayetti. Bu kadar büyük müçtehidi nasıl rahatsız
edersiniz.” diyor. Abdülmecid Ünlükul, ağlaya ağlaya mezarın taşınmasına
şahitlik eder. Hatta diğer şahitlerin aktardığı gibi abisinin kefeni
bugün konulmuş gibidir ve kefeni açtığında tebessüm eden yüzünü görür.
CEMAL TURAL KARŞIMDA KALP KRİZİNDEN ÖLECEKTİ
Bediüzzaman Hazretleri ile ilgili çalışmalarıyla bilinen Necmeddin
Şahiner, 1966 yılında Genelkurmay Başkanı olan Cemal Tural’a önce mektup
yazar sonra da onu ziyaret eder. “Tural karşımda kalp krizinden
ölecekti. Bir daha bana Said Nursi ile ilgili mektup göndermeyeceksin,
beni aramayacaksın, kitap göndermeyeceksin dedi.” Taşınma olayının
müsebbibi olarak ihtilalcileri gösteren Şahiner, Bediüzzaman’ın
mezarının sadece birkaç talebesi tarafından bilinmesiyle ilgili “Bu olay
Cenab-ı Hakkın, onun duasını zalimlerin eliyle kabul etmesidir.” diyor.
2006-03-30
|