HABERLER | 18.04.2005 PAZARTESİ |
Bediüzzaman’ın talebesi Nazım Gökçek hocaefendi toprağa verildi Hayatını iman ve Kur'an hizmetine adayan Nazım Gökçek Hocaefendi ebediyete intikal etti. 62 yaşında kalp rahatsızlığından dolayı hayatını kaybeden Gökçek, son 15 yıl içinde iki kez kalp ameliyatı geçirmişti. Ortaokul yıllarında Risale-i Nur'la tanışan Gökçek, bir çok insanın hidayetine vesile olmuştu. Gökçek, Ulucami'de ikindi namazını müteakip yaklaşık 2 bin kişinin katıldığı cenaze namazının ardından Gaziantep Asri Mezarlığı'nda toprağa verildi. Nazım Gökçek Hocaefendi'nin yakın arkadaşı araştırmacı-yazar Necmettin Şahiner, ortaokul yıllarında aynı sırayı paylaştıklarını ve o yıllarda Gökçek’in Bediüzzaman Said Nursi'ye bir mektup yazdığını belirtti. Şahiner, Bediüzzaman'ın da bunun üzerine dualar ederek, Gökçek'i talebeliğe kabul ettiğini ifade etti. Gökçek, Risale-i Nur'un parçalarından, ‘Hastalar Risalesi ve Miftah-ül İman'ı gibi eserleri de seslendirerek insanların hizmetine sunmuştu. Gökçek'in cenaze namazına, Mehmet Kırkıncı Hocaefendi, Bediüzzaman'ın talebelerinden Hüsnü Bayram, Mustafa Sungur, Anadolu Tevhid Vakfı Başkanı Yaşar Torun, belediye başkanları ve binlerce seveni katıldı. Adem Yılmaz, Gaziantep 18.04.2005 |
***Mustafa Sungur Ağabey,definden sonra bir hatırasını şöyle anlattı:Br gün Üstadın yanındaydım.Nazım Gökçek İçin -ki Lisede üstad için yazmış olduğu şiirden dolayı- O benim manevi evladımdır-demiştir diye nakletmişti.
Haberler |
Nazım Gökçek vefat etti |
Daha önce iki defa açık kalp ameliyatı geçiren Nur hizmetkârlarından Nazım Gökçek dün öğle saatlerinde Gaziantep’deki evinde 63 yaşında Hakkın rahmetine kavuştu. 1943 Gaziantep doğumlu olan Gökçek, ömrünü Risâle-i Nur hizmetlerine adamıştı. Lise yıllarında tanıdığı Risâle-i Nur’u ahenkli ve güzel okumasıyla da tanınıyordu. Cenazesi bugün ikindi namazını müteakip Gaziantep Ulu Camii’nden kaldırılarak, Gaziantep Mezarlığına defnedilecek. |
YENİ ASYA / GAZİANTEP 17.04.2005 |
‘İhtilalin süvarisi’ idamdan önce Yasin Sûresi’ni okuyordu
Mehmed Kırkıncı Hocaefendi, “İhtilalin Süvarisi” kitabıyla gündeme gelen Binbaşı Fethi Gürcan'ın idam edilmeden önce Yasin Sûresi’ni okuduğunu anlattı.
Kırkıncı Hocaefendi, Gürcan, idamdan önce telkin için imam gönderilmesini kabul etmesine karşın Talat Aydemir’in imam istemediğini bildirdi.
Mehmed Kırkıncı Hocaefendi, 1953 ile 54 yılları arasında Erzurum’da askerliğini yaparken komutanlığını yapan Binbaşı Fethi Gürcan hakkında bir yakınının şahitliği ile ölüm anlarını Zaman’a anlattı. Erzurum’da yüzbaşı rütbesiyle Merkez Komutanlığı yapan Fethi Gürcan, Kırkıncı Hocaefendi’yi, hakkında yapılan ‘Risale-i Nur okuyor’ şeklindeki şikayet üzerine askerî cezaevine gönderir. 27 Mayıs darbesinin ardından tutuklanan Fethi Gürcan, Kırkıncı Hocaefendi’nin yakın bir arkadaşıyla aynı cezaevine konur. Kırkıncı Hocaefendi, Gürcan’la ilgili şunları anlattı: “Nazım Gökçek isimli arkadaşımız 27 Mayıs ihtilalinden sonra tutuklanarak Binbaşı Fethi Gürcan’ın yan koğuşuna kapatılmıştı. Bir gün Nazım Bey’e, ‘Nazımcığım, ben küçükken Yasin Sûresi’ni ezberlemiştim. Ancak şimdi unuttum. Bana yazar mısın?’ demiş. Nazım Bey de sûrenin tamamını yazmış. Binbaşı Gürcan daha sonraları Yasin Sûresi’ni okumaya başlamış.” dedi. 21 Mayıs ihtilalinin kudretli ismi Albay Talat Aydemir hakkında da ilginç bilgiler veren Kırkıncı Hocaefendi, “İdamdan önce Binbaşı Gürcan telkin için imam gönderilmesini kabul ederken, Talat Aydemir imam gönderilmesi teklifini geri çevirmişti.” diye konuştu. Nesrin Turhan tarafından ‘anı-roman’ türünde kaleme alınan ‘İhtilalin Süvarisi’ isimli kitapla tekrar gündeme gelen emekli Süvari Binbaşı Talat Turhan, 21 Mayıs 1963’te Albay Talat Aydemir’le birlikte darbeye teşebbüs etmiş; ancak başarılı olamamıştı. 27 Mayıs 1964’te ihtilal sırasındaki komutanı Talat Aydemir’den önce idamı infaz edilen Gürcan, ölmeden önce ailesine vasiyet olarak şu satırları yazmıştı: “Yavrularım, annenizi üzmeyiniz, tahsilinize devam edin, vatana ve millete yararlı insanlar olmak için çalışın, Allah sizi fena insanlardan korusun. Hepinizi önce Allah’a sonra asil Türk milletine emanet ediyorum.”
‘Cumhurbaşkanı olacaklar nerede?’
Nesrin Turhan’ın kitabında Fethi Gürcan’ın, Ankara Merkez Cezaevi’nde, idam kararını veren hakime “Bu ihtilal başarılı olsaydı, orduya binbaşı rütbesiyle dönmekten başka bir isteğim yoktu... Cumhurbaşkanı, başbakan olacaklar nerede? Onları üçer dörder yılla kurtardınız... Bizleri bu yollara sürükleyenler en yüksek makamlarda oturuyorlar!.. Onları davaya bulaştırmamak için elinizden geleni yaptınız.” dediği aktarılıyor.
‘Hayatım Hatıralarım’ ismiyle hatıralarını kaleme alan Mehmed Kırkıncı Hocaefendi, askerliği döneminde zaman zaman kendisine kötü davranan, bazen de abdest alması için su getiren Fethi Gürcan’ın ölüm anını aktardıktan sonra kitabında da yazdığı şu ifadeleri tekrarladı: “Fethi Bey’deki bu iman alameti bana yapmış olduğu bütün zulümleri unutturdu.” Kırkıncı Hocaefendi’nin 1953-54 yılları arasında askerlik yaparken Gürcan’la ilgili anıları ise şöyle: “O zamanlar CHP-DP kavgası çok şiddetliydi. CHP’liler benim, insanları DP’ye teşvik ettiğimi zannetmişler ve beni merkez kumandanına şikayet etmişler. Bir gün baktım inzibat çavuşu kaldığım yere geldi. ‘Fethi Yüzbaşı çarşıda seni bekliyor’ dedi. Cebimde de Serdengeçti’nin bir mecmuası vardı. Kapağına Bediüzzaman Hazretleri’nin fotoğrafını koymuştu.
Fethi Gürcan seccademi serdi
Fethi Bey, ‘şikayet edildin’ dedi. Nahiye müdürüne gidip ifade vermemi istedi. Nahiye müdürü, Bediüzzaman ve Risale-i Nur’larla ilgili saçma sapan şeyler söylüyordu. Akşam olunca Fethi Bey, ‘Asker dışarda kalamaz” diyerek beni birliğime götürdü. Döndüğünde tabur komutanının selahiyeti dahilinde bana 29 gün hapis cezası verdiğini söyledi. Beni eski çadırları depoladıkları bir odaya hapsettiler. İçerde öyle bir rüzgar vardı ki, percerelerden giren kar ortaya birikmişti. Çok terliydim, ‘buradan sağ çıkamam’ diye düşünüyordum. Birden kapı çalındı. Beni çağırtan Fethi Bey’di, ‘Hocam gel seni çok yorduk. Çay demledim. Hocama bir çay içireyim dedim.’ dedi. Ancak bir süre sonra benden Bediüzzaman hakkında konuşmamı istedi. Ben de kendisiyle görüşmediğimi, “Nahiye müdürüne verdiğim ifademin doğru olduğunu söyledim. Fakat inanmadı ve Üstad hakkında kötü sözler sarf etti. Sonra beni tekrar depoya götürdüler. Fethi Bey beni tekrar çağırttı. Yine gönlümü almak istedi. Ardından yine aynı hakaret ve küfürler sabaha kadar devam etti. Sabaha doğru uykuya dalmıştım. Bir de baktım kapı açıldı. Hiç unutmam, Fethi Bey’in sol kolunda bir seccade, çavuşun elinde bir demlik su, ‘Hocam kalk, ezan okundu, çavuş su döksün abdestini al, namazını kıl.’ dedi. Çavuş suyu döktü, Fethi Bey seccadeyi bizzat kendisi serdi ve gitti. Daha sonra pencereyi tamir ettirdi. Üç gün orada kaldıktan sonra hapisten çıkarıldım. Beni koğuşumda göz hapsine aldılar.”
25.05.2004
Ahmet Ünal
Erzurum
http://www.zaman.com.tr/?bl=haberler&alt=&hn=51796
İZETTİN YILDIRIM Ağrı’nın Patnos ilçesinin Kızılkaya köyünde 1946 yılında dünyaya geldi.İmam olan babası Tahir Yıldırım’ı genç yaşta kaybetti.İlkokul öğrenimini köyünde tamamladıktan sonra Doğu’nun çeşitli vilayetlerinde medrese tahsili gördü.O sırada Nureddin Geylani isimli hocası vasıtasıyla Risale-i Nur eserleriyle tanıştı ve Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin bu kıymetli eserlerini tetkik etmeye başladı.Ardından İstanbul’a gelerek askerlik görevini yaptı .Askerlikten sonra Risale –i Nur ekolünün önemli isimlerinden Tahiri ağabeyle bir süre birlikte kaldı.Duygu ve düşünce alemini Risale –i Nur eserlerine açan İzzettin Yıldırım hizmet etmek için Gaziantep’e gitti ve Nazım Gökçek bey ile uzun süre birlikte hizmet etti. Yıldırım’ın o tarihten itibaren çileli hizmet hayatı başlamıştı.Daha sonra ağabeyleri tensibiyle Çorum vilayetine gönderildi.Vakıf insan olarak bu şehirde önemli hizmetler gördü.Gösterdiği üstün performansla Risale-i Nur’a kahramanca ve fedakarlıkla nasıl hizmet edilebilceğini örneklerini sergileyen Yıldırım,bir çok kişiyi o güzel,nazik,narin ve bey efendi tavrıyla kendisinden bahsettirdi.Çorum’dan sonra ikinci hizmet noktası Eskişehir’di.Risale-i Nur mesajını insanlara iletecek yetkin bir kişiye ihtiyaç hisedilen bu şehirde İzzettin Yıldırım uzunca bir süre kaldı.Diğer kardeşleri ve annesinin de bu şehre yerleşmesiyle Eskişehir Yıldırım’ın memleketi oldu.Yıldırım,binlerce gencin yetişmesine katkıda bulundu.1990 yılında yakın arkadaşları Zekeriya Özbek.Hüseyin Daşkın,Gıyaseddin Bingöl ve Yasin Yıldırım’la birlikte Zehra Eğitim ve Kültür Vakfı’nın kuruculuğunu yaptı.bu arada Bediüzzaman hazretlerinin de bir ideali olan Van’da Medresetü’z-Zehra manasında bir üniversite kurulması için yanıp tutuşuyordu.Amacı Anadolu,Kafkasya ve Ortadoğu arasında kalan bu bölgede bir eğitim seferberliği başlatmak,dini ilimlerle müspet ilimlerin kaynaşacağı bir eğitim anlayışı geliştirmekti.Bölgedeki ekonomik ve kültürel geri kalmışlığın bir çok sorunun sebebi olduğunu gördüğü için,bölge çocuklarına eğitim imkanı sağlamayı çok önemsiyordu.Zehra Üniversitesi’nin yeri alındığında mutluluktan uçar bir haldeydi.Daha sonra bu proje ilk adım olarak lise şeklinde düşünülerek inşa faaliyetlerine başlanıldı.
İzzettin Yıldırım Zehra Eğitim ve Kültür Vakfı kuruluşundan sonra İstanbul’a yerleşti.
****Okuduğu;Hastalar risalesi ve Miftahul İman.Bak
http://www.sozler.com.tr/tr/?sayfa=kaset_listesi
****MEHMED KIRKINCI HOCAEFENDİ İLE RÖPORTAJ
Büyük resmi görmek için resmin üzerine tıklayın... |
HİZMET EKSENİNDE RÜYA VE
HATIRALAR
...Rüyalar bir insanın kalb aynasına gelen yansımalardır. Bu aynanın is ve
pastan temizliği nispetinde rüyalar da aydınlık bir iklimden salih ve sahih
manaları muhtevi olur.İç nasılsa dışa öyle akseder.Sadık bir insanın rüyasıdır
ki, Haktan gelen müjde ve ilham esintileri ile dopdolu olur.Hadiste buna
mübeşşirat deniliyor.Müjdeler demektir.İşte Asrımızda Fethullah Gülen
Hocaefendi’nin ifadesiyle “Sıddık” makamının temsilcilerinden Mehmed
Kırkıncı Hocaefendi de
“Kalp ayinesin sufi
Eğer kılar isen sâfi
Açılır sana bir kapu
Ayan Cemalullah”
sırrına erenlerden olduğundan, Hizmet mihverli gördüğü bazı rüyaları ve
Hocaefendi ile alakalı bazı hatıralarını tespit etmek arzu ettik.Randevu alıp
kendilerini ziyaret arzu ettiğimizi ilettik.Hocamız kırmayıp,kabul
buyurdular.Volkan Polat beyin kamerasını da yanımıza aldık. Suffa vakfında
7 ekim 2002 tarihinde kendisiyle özel olarak görüştük. Osman Demirci
hocaefendi de röportajımızda hazır bulundu.Burada Hocamıza bir kere daha
teşekkür ederken sizin de istifade etmenizi temenni ediyoruz. Salih Okur
Soru: Hocaefendi ile alakalı gördüğünüz bazı rüyaları anlatabilirmisiniz
Hocam.?
Hocaefendi ila alakalı gördüğüm çok rüyalar var.Hepsi müspet.Her rüya
böyle.Mesela bir tanesinde bir saray gördüm.Çok geniş,ucu bucağı olmayan
bir saray.Çok uzak yerlerinde bazı ufak tefek insanlar oturuyorlar.Zorla
görüyorum.Ben o binanın altına,üstüne bakarken bir de baktım ki, Hocaefendi
orada yanımda belirdi.O binayı bana anlatıyor,tarif ediyor.Bir zaman sonra
hocaefendinin validesi(Allah rahmet etsin) dünyasını değişti.(1993)Ben onun
cenazesine gidememiştim.İstanbul’a geldim.Demirci Hocaya dedim ki: “Ben
Fethullah hocanın annesine taziyeye gidiyorum.Gel beraber gidelim.”
Ahmed Şahin efendi de dedi ki: “Ben de hiç hocaefendinin yakınında
olup,sohbetinde bulunamamıştım.Ben de geleyim”.Üçümüz gittik.Sabah kahvaltısında
beraber olup,çok uzun boylu sohbetler ettik.Sonra beni bir ara odasına
aldı.Baktım odasında ince bir döşek,ince bir yorgan, hasır var,beyaz
deri.Yatağına oturttu.Geçmişten bazı şeyler konuştuk.Söz nereye geldiyse, dedim
ki, “Ben böyle bir rüya gördüm.”O rüyayı anlattım.Acaba nasıl bir tevili
olabilir?Hiç tevilini düşünmemiştim. Dedi: Hocam estağfirullah,sen tevil et.” O
an aklıma geldi: “Herhalde senin bu hizmetin çok genişliyecek” dedim.Daha
o zamanlar hizmetler böyle genişlememişti...
...Kırkıncı Hocaefendi daha sonra Medinenin mühim alimi merhum Ali Ulvi
Kurucu ile alakalı şu hatırayı nakletti: Ali Ulvi ağabey bir tarihte
Erzurum’a geldi. O sırada A.K da Erzurum’da idi.Telefon etti: “Hocam Ali Ulvi
ağabey seni ziyarete gelecek.”
Dedim: “Aman aman,estağfirullah.Ben onu ziyarete geleyim.”
Dedi ki: “Hocam Ali Ulvi bey ısrar ediyor. “İlla ben onu ziyarete geleceğim”
diye.Geldi,Kümbette oturduk.Sohbet ettik.Dedi ki: “Hocaefendi de burada sizin
yanınızda mı kaldı?” Dedim: “Evet burada beraber kaldık.”Dedi: “Ne kadar hoş bir
yer,ne kadar huzur buldum.” Sonra sordu: “O Gençlik zamanında,burada kalırken
nasıldı?”
Dedim ki: “O zaman da böyle,ubudiyyeti vardı,teheccüdü vardı.Gözü yine
yaşlıydı.Risale okurken bir sahabenin ismi geçse yine gözünden yaş
gelirdi.Ahlakı gayet güzel idi.1956’dan 66’ya kadar beraber kaldık. Hergün
birbirimize muhabbetimiz arttı.Hürmetimiz arttı." Orada da anlatığım şu
rüyada Hocaefendi ile ilgili gördüğüm rüyalardan:
Hocaefendi, Allah Rahmet eylesin Bekir bey (Berk),Avukat
Gültekin ağabey, bir de Mustafa Birlik İzmir’de hapse
girdiler.(1971)Ben de Allah rahmet etsin,Hocaefendinin babası ile beraber
İzmir’e gideceğim. Nazım (Gökçek) neredeysen duyduysa,Antepten telefon
açtı. “Hocam,birkaç gün durun da beraber gidelim.” Dedi.Ben Ramiz hocaefendiye:
“Ben o gençleri bekleyeyim” dedim,kendisini yola koydum.O gençleri beklediğim o
sırada bir rüya gördüm: Cebrail(as)’ı görüyorum. Kendisini görmüyorum ama
sesi duyuluyor.Elime bir masa saati verdi. “Bunu Fethullah efendiye ver”
dedi.
Hocaefendi hakkında daha çok rüyalar gördüm.Mesela bir tanesinde bir taksiyle
hocayı ziyarete gidiyoruz. Ispartadaymış ta...Geldik Ispartaya.Bir dağı
tırmanmaya başladık.Dağın tepesine gelince araba durdu.Hocaefendi bizi
karşıladı.Yanında bir adam var.Sarıldık. Ama Hocaefendi öyle güzel, öyle
güzel ki, hiç öyle böyle değil.Siması o kadar güzel ki Allah için.Gözümün önünde
hala... Rüyada sarılırken Hocaefendiye dedim ki: “Ya bu sene sen
git,hacca bana dua eyle.Veya ben gideyim, sana dua edeyim.” Ya o gitti.Veya
ben gittim o zaman.(Not:Büyük İhtimal Kırkıncı Hoca gitmiş olmalı.Çünkü
Hocaefendinin son haccı 1986 tarihinde.)Bu rüyayı da böyle gördüm.
Bir rüyada da görüyorum: Bizim Güllüce köyünde Kuzeye doğru dağlar
var.Çok yüksek dağlar. O dağların başındayım.O dağların başı öyle koyun dolu ki,
daha sorma...Koyunlar da hep böyle ahıllarda.Üstleri tavan örtülü,serinliyorlar.
Rüyada dediler ki: “Bu koyunlar Fethullah hocanın,ikinizin ortak.”
Osman Demirci: İşte onlar bu genç talebeler, beyaz kuzular...
M.Kırkıncı: ” Buna benzer çok rüyalar gördüm,birkaç tane değil...
Salih Okur: “Hocam, sohbetlerinden takip edebildiğim ve bilebildiğim
kadarıyla Hocaefendi sizi çok seviyor.Hatta bir ağabey nakletmişti.Hocaefendi
kendisine bir dua yazıyormuş,
Yazdığı kalem tükenmiş.Hocaefendi: “Tuh” demiş. “Bunu Kırkıncı Hoca hediye
etmişti.”
M.Kırkıncı: Minel kalbi ilel kalbi sebiyla (Kalbten kalbe yol vardır.)
S.Okur: “Hocam Amerikaya gitmeyi düşünüyormusunuz?
M.Kırkıncı: “Ben onun ziyaretine gidecektim de, fakat bende yüksek
tansiyon var.Dr.Mehmed razı olmadı. “Gidemezsiniz hocam “dedi.Erzurum’dan buraya
gelirken bile tayyarede yüksek tansiyonun tesirini hissediyorum.Ama telefonla
Hocamla görüştük.
Not: Mehmed Kırkıncı Hocamızın Hocaefendi hakkında yazdığı, kendisinin
izniyle yayınladığımız "Fethullah Gülen" başlıklı yazıya "Altın Kalemler"
köşesinden ulaşabilirsiniz.
Salih Okur
Bediüzzaman, "Benim üç Sinan'ım var: Mimar Sinan, Ümmi Sinan ve Omur Sinan" diyordu."
Otuz sene evvelki menhus ihtilalin o uğursuz günlerinde, Risale-i Nur şaheserlerini okumak ve İslâmî hayatı yaşamaya başlamak gibi, şerefli bir suçtan Gaziantep lisesinden kovularak İstanbul'a geldiğim günlerdeydi.
O günlerde vilayet karşısındaki Sinan Matbaasında Nur Risaleleri gizli gizli basılıyordu. Muhterem Abdülvahid Mutkan Ağabeyim, beni de ara sokaklardan, bazı duvarlardan atlayarak, bugünkü defterdarlığın bulunduğu yerde çalışan Sinan Matbaasına götürürdü. Burada Nur Risalelerinin basılma ve tashih gibi faaliyetlere şereflerle iştirak ederdim.
Risale-i Nur ve Sinan Matbaası
İşte daha önceki l957-58 senelerinde Gaziantep'te Nazım Gökçek Ağabeyin bizlere okuyarak tanıttığı Hür Adam gazetesinin sahibi merhum Sinan Omur Beyi de kendi matbaası olan Sinan Omur Matbaasında tanımıştım...
Daha sonraki senelerde Fatih-Kıztaşı (Nurtaşı)ndaki Okumuş Adam sokağındaki evinde çok ziyaret ve sohbetlerimiz olmuştu. Merhum Hür Adam gazetesi sahip ve yazarını son olarakv vefatından bir kaç gün evvel, muhterem Ahmed Şahin Hoca ile birlikte ziyaret etmiştik. O günlerde Yeni Asya gazetesinde Bilinmeyen Taraflarıyla bediüzzaman Said Nursî çalışmamız tefrika ediliyordu. Bu tefrikanın neşredildiği Yeni Asya'nın arka sayfalarını hasta yattığı odanın çepe çevre odasına asmıştı. Iztıraplar içinde bulunduğu halde, hiç kendi hastalık ve acılarını düşünmüyor, mütemadiyen Üstad Bediüzzaman'dan bahsediyor, onun kahramanlığından, salahatinden ve takvasından, İslâmiyete olan büyük hizmetlerinden anlatıyordu.
Rahmetli Sinan Omur, karyolasının kenarlarında gerili bulunan iplere tutunarak, yerinden kıpırdamaya ve hareket etmeye çalışıyordu. Unutamadığım o gün, Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin hayatını yazmandan dolayı tekrar tekrar tebrikler ederek, hasta yatağında sevinç gözyaşları içinde, yanında ve baş ucunda hazırladığı Hür Adam gazetesinin kocaman bir cildini "Bunlar senindir" diyerek, elleriyle tutarak bana hediye etmişti.
Bu ziyaretimden birkaç gün sonra Hür Adam gazetesinin ve Sinan matbaasının bu yiğit mensubunun cenaze namazını Fatih camiinde kılmıştık.
Mekânı ve makamı nur olsun!
Üstad Bediüzzaman'ı can ü gönülden seven Sinan Omur l898'de Bolu'da dünyaya gelmiş ve l974 Mart ayında rahmete kavuşmuştu.
Hür Adam'cı Sinan Omur, Nur Üstad Bediüzzaman'ı iki defa ziyaret ettiiğini anlatmıştı. İlk görüşü Birinci Cihan Harbinde, kendi ifadesiyle "l332'de." Yani l9l6 senesinde Sübhan Dağı'nda. İkinci görüşü ise l925 senesinin başlarında İstanbul-Eminönü'ndeki Hidayet Camiinde olmuştu.
Said Nursî'nin askeri cephesi
Hatıralarını şöyle anlattı:
Üstad'ı ilk olarak l332'de Sübhan Dağı'nda görmüştüm. O zaman ben muallim mektebi talebesiydim. l332'nin 24 Temmuz'unda idi. Ben l8 yaşındaydım, beni askere almışlardı. O zaman Şarkta Üstadı görmüştüm.
O zaman üstad milis teşkilatı başkumandanıydı. Başında yeşil bir sarık, omuzunda apoletleri vardı. Devamlı at üzerinde dolaşır, orduya cesaret verirdi. Milis teşkilatının kurulmasını Enver Paşa, Vehib Paşa'ya söylemiştir. Vehib Paşa da bunu Bediüzzaman'a (O zaman ismi Bediüzzaman Said Kürdî idi) teklif etmişti. Ve böylece Bediüzzaman milis teşkilatını kurmuştu.
Enver Paşa, milis kuvvetlerinin hazırlanmasını söylediği zaman, Bediüzzaman da, "milis kuvveti bizden, erzak da sizden" diye cevap vermişti.
Milis teşkilatı dört-beş bin kişiydi. Said Nursî miralaydı, yani rütbesi, albaylıktan bir derece daha yüksek kaymakamlığa tetabuk ediyordu. Kuvvetlerin başkumandanlığını yapıyordu.
Bediüzzaman'ın milis kuvvetlerine "Keçe Külahlılar" derlerdi. Ruslar, 'Keçe Külahlılar geliyor!" diye duydukları zamanlar nereye kaçacaklarını şaşırır ve bilemezlerdi. Düşmanlar, keçe külahlılarla karşılaştıklarında neye uğradıklarını anlamazlardı.
Efendim o zaman bizim elimizdeki kılıçlar adetâ dürtmek içindi. Halbuki onlar at üzerinde silâh kullanırlardı. Attıklarını mutlaka vururlardı. Üzerlerinde beyaz bir pelerin bulunurdu. Bunun ile fedâiler araziye uyarlar, hele kış günlerindeki karda hiç fark edilmezlerdi. Keçe külahlı bir fedâi atının dizginlerini bir koluna bağlar veya kolunu atar, ayaklarını atın karnına sıkı sıkı sarar, tamamen serbest ve rahat bir şekilde, sür'atle yol alırken, seri olarak ateş ederlerdi. Çok keskin nişancıydılar, boş ateş etmezlerdi. Aslında benim bu sizlere anlattığım, devletin arşivlerinde de vardır. Bunları yakın tarihçilerimizden Feridun Kandemir de iyi bilmektedir.
Yine bana Fahri Kırkalı anlatmıştı. Bediüzzaman Bitlis'te esir düştüğünde Sibirya'daki esir kamplarından birisine sürülmüştü. Esarette kampta iken şöyle bir hadise cereyan ediyor:
Başkumandan birgün esirleri teftiş için kampa geldiği zaman bütün esirler ayağa kalktığı halde Bediüzzaman oturmuş vaziyette, ayaklarını da ileriye atmış, elindeki bir çomağı çakısıyla sivriltmektedir. Rus orduları Başkomutanı Nikola, Said Nursî'nin önünden geçtiği halde, o hiç tavrını bozmuyor ve elindeki çomağı sivriltmeye devam ediyordu. Tekrar önünden geçtiği halde kendisiyle hiç ilgilenmiyor.
Tafsilatını bildiğimiz hadiseyi bana anlatan Fahri Kırkalı, "biz böyle bir kahraman görmemiştik" diye çok hayran bir şekilde bu hadiseyi çok uzun olarak bana anlatmıştı.
"Üstadı Şeyh Said'le karıştıranların kulakları çınlasın"
Yakın tarihimizdeki en büyük siyasiler bile Bediüzzaman'ı harcayamadılar. Müfit Bey, Şeyh Said'e tazim ettiği için asılmıştı. Bu kadar büyük zulümler yapmışlardı.
Said Nursî'yi, Şeyh Said'in isyanına karıştıranların, onu suçlayanların kulakları çınlasın! Şeyh Said merhuma hürmet duyanları, ona selâm verenleri bile asmışlardı. Fakat Said Nursî'ye dokunamamışlardı. Niçin?
Zira Said Nursî'nin bu isyanla hiçbir alakası yoktu. Çünkü Bediüzzaman daima müsbet hareket eden bir şahsiyetti. Gidiniz, bakınız efedim, bu hususta da Feridun Kandemir'in dosyasında tam dört tane vesika var. Dördü de müsbettir.
Küçükyalı'da Cemal Bey, şimdi avukat. Temyiz reislerinden, O da bilmiyor zavallı. Ona kitapları, risaleleri verdim. Beyefendi çok rica ederim, Said Nursî için yapılan ve söylenen iftiraların hepsi yalan. Bu kuvvetli adam. Bu kuvvetli adamı imha etmek istiyorlar düşmanları. Biliyorsunuz, bu adam Türk milletinin imanını kurtarmak istiyor, başka bir şey istemiyor. Bu adam, Müslümanların imanını kurtarmak için elinden ne gelirse yapmış. Onlar da, yani din düşmanları da onun için ne iftira varsa yapıyorlar. Bu yapılan iftiraların hiçbirisi isbat edilemez. Gösterin bana, bu büyük Üstadın dünyada nesi var? Kürdistan kuracakmış, Kürdistanı idare edecekmiş. Şükrü Babanzadeler filân. Şurda burda. Babanzade Kürt Teâli Cemiyetinin sekreteri.
Mevlanzade Rifat bey vardı. Serbesti gazetesinin sahibi. Bunlar tutuyorlar Kürt Teâli Cemiyeti kuruyorlar. Kürt hükümeti kurmak istiyorlar. Sadece bunlar değil. Çerkezler, Çerkez hükümeti kurmak istiyorlar. Lazistan hükümeti kurulmak isteniyor. Zaten eskiden Lazistan vilayeti vardı ya! Ahmed Barutçu'nun pederi o teşkilatın reisi. Kazım Karabekir, "Yapma, gel, bana yardım edin" diyor. "Pekala" diyor. "Ben teşkilatımla sana yardım edeyim öyleyse" diyor. Onlar da "Biz Pontusçuları filân mahvederiz. Buraları Rumlara veriyorlar. Biz Rumlara verdirmeyeceğiz. Biz Lazistan hükümeti kurduk burada" diyorlar. Çerkezler, Çerkezistanı Bolu ve havalisinde kuruyorlar. Düzce-müzce havalisinde Balıkesir'de Boşnaklar kuruyor. Hepsi bir yerde devlet kuruyorlar.
O zaman bunlar da, Mevlanzâde filan öyle düşünüyorlar. Buralar Ermenilere veriliyor. "Binaenaleyh Ermenilere verilmesin" diyorlar.
Milis Albayı Bediüzzaman da diyor ki:
"Madem ki böyle bir kuvvetimiz var, öyle ise Osmanlı Devletinin yıkılmış olan durumunu kurtaralım. Kurtaralım devletimizi. Çünkü Osmanlı Devleti İslâmiyete en büyük hizmeti yapmıştır. Bizlere de çok büyük iyilik ve hizmetler etmiştir. Gelin bu büyük devletimizi kurtaralım. Bizler parça parça olursak birşey yapamayız."
Dediğim gibi, Bediüzzaman'ın siyasî cephesi ve görüşü mükemmel. Daha önceleri Selanik'te filan hep İttihatçılarla beraber bulunmuştu. Onlar da bu zata hürmet ederlerdi. Enver Paşa Bediüzzaman'ın elini öperdi daima. Onun dediğini yapardı.
O hususta bilginiz var mı efendim? Üstadın Enver Paşa ile görüşmeleri hakkında bilginiz var mı?
Çok var. Hani o anlattığım milis teşkilatını kendisine Enver Paşa kurdurdu. Enver Paşa, Vehib Paşa'ya söylemişti. Vehib Paşa da, "Bediüzzaman Hazretlerine bu işi yaptırayım" diyor. O zaman böylece milis teşkilatı kurulmuş oluyor. Bediüzzaman ve fedâilerinin gösterdiği fedakârlığı tasavvur edemezsiniz.
*Nur Üstad Said Nursî Hazretleri Birinci Şua ismindeki
eserinin "Dördüncü Ayet-i meşhure" kısmında Enver Pa-
şa'nın isminin geçtiği satırın üzerine Nur talebelerinden
birisinin yazdığı parçanın arasına bir çizgi işaretiyle çıkış
yaparak "Şehid" kelimesini ilave ediyordu.
O zaman Bitlis valisi Memduh Bey vardı, bir tane de Kel Ali vardı. Bediüzzaman, talebeleriyle ve fedaileriyle birlikte düşmanın eline geçen otuz tane topumuzu geri almıştı. Bunlar askerî mecmualarda vardır. Said Nursî'nin ve milis teşkilatının yaptığı hizmetler erkân-ı harbiye arşivinde bulunur.
Cumhuriyetin ilk senelerinde ne kadar ilim adamı varsa hepsini harcadılar. Hele o şapka kanunu, ona itiraz eden bir tek kişi çıkmamıştır. İzmir Fâtihi Nureddin Paşa vardı. Sonra Bursa mebusu oldu. Ondan başka itiraz eden olmadı. Kâmil Miras'lar, Hasan Basri Çantay'lar birşey yapamadılar.
Bediüzzaman'ın M.Kemal'le karşılaşması
Hasan Basri Çantay anlatmıştı. Mecliste Reisicumhur seçilirken Üstad da orada hazır bulunuyor. Reisicumhuru kasdederek, "Gideyim şuna birşeyler söyleyeyim" diyor. Bunun üzerine, başta Hasan Basri Çantay olmak üzere oradakiler korkuyorlar. "Şimdi gider, birşey söyler, bizi de tehlikeye atar" diye Bediüzzaman'a mani olmaya, onu zorla durdurmaya çalışıyorlar. Ama Üstad dinlemiyor, gidiyor.
Paşa, "Buyurun, bir emriniz mi var?" diyor.
"Estağfirullah, emrim filan yok. Sana söylüyorum: Halim ol, selim ol, refik ol, şefik ol. İşte sana söyleceğim budur."
Mustafa Kemal paşa "Teşekkür ederim" diyor, kendisini kapıya kadar uğurluyor.
Bana yine Hasan Basri Çantay anlatmıştı: "Ondan sonra Mustafa Kemal, Bediüzzaman'a Şark vilayetleri müfettişliğini verdi. Diyanet İşleri Reisliğini verdi. Fakat Bediüzzaman bunların hiçbirini kabul etmedi. Mebusluk verdi. Yine reddetti. Büyük Üstad Bediüzzaman biliyordu ki, M.Kemal kendisini bu şekilde susturacak ve harcayacaktı. Zamanın müceddidi hiç kanar mı böyle tekliflere?"
Efendim, bir de esaretteki o muhteşem kahramanlık hadisesini kim yazmıştı, biraz önce söylemiştiniz?
Fahri Kırkalı, Bursalı makine tüfek üsteğmeni, mülazım. O zaman o da oradaymış. Harbte zaten bu kahramanlar hücum ediyorlar, düşman kuşatmış, bunlar kuşatmayı yarmak için hücum etmişler. Bana Fahri Kırkalı çok bilgi ve memcmualar da vermişti.
Milis Albayı Bediüzzaman ve Keçe Külahlılar
28 Eylül l990 Cuma günkü Türkiye gazetesinde Prof. Dr. Mim Kemal Öke "Tarihin Süzgeci"nden sütununda "Keçe Külahlılar" başlığı altında bir makale neşretti.
Bu cidden nefis yazıyı, yazarını tebrik ederek, Şâhitler'in Dilinden sütunları arasına alıyorum.
"Keçe külahlılar"
Bugün Kazım Karabekir Paşa'nın l920 yılında Ermenilere karşı Türk ordusunun harekâtını başlattığı gündür, onun yıldönümüdür.
Bilindiği gibi l877-78 Osmanlı-Rus Harbinden beri Ermeniler, Rusların müttefikleriydiler.
aziziye Tabyasına, "92 Harbi"nde baskınla girmede onlar öncülük etmişlerdi.
1914 Sarıkamış Harekâtında III. Ordunun Erzurum'dan ineceği yolu-rotayı Rus Kumandanlığına ulaştıran yine onlardı.
Amaç belliydi: Osmanlı çökertilecek; yerine bir Ermenistan kurulacak. Ama Rusa bakarsanız, Çarlık, "Ermenisiz bir Ermenistan" istiyordu. Hedefi, sıcak sulara inmek, bu doğrultuda da Ermenileri kullanmaktı.
Katliamla Türkleri yöreden kaçırtmak politikasının izlendiği günlerde Doğu Anadoluda genç yaşında "Bediüzzaman" adı ile anılmaya başlayan bir âlim, Seydâ, vatanın savunmasında haklı bir isim sahibi olur.
Yanında toplanan talebelerini nişancılıkta bile eğitir. Başlarına beyaz keçe giyen ve beyaz pelerine bürünen bu "keçe külahlılar"dan Ruslar ve Ermeni-Taşnak Komitesi korkmaya başlar. "Keçe külahlılar geliyor!" haberi düşmanın yüreğine korku salarken, mağdur ve mazlum insanları sevince gark ediyordu.
Keçe külahlıların nerede ve ne zaman ortaya çıkacakları belli değildi. Vur-kaç taktiğiyle düşmanı yıpratıyorlardı.
Seydâ ve talebeleri en son mücadelelerini Bitlis'te verdiler. Bu çatışmada şehri düşmana teslim etmemek için vuruşan keçe külahlılar birer birer şehit düşüyorlardı. Seydâ'nın kendisi de büyük bir binanın altındaki su kemerinden atlarken ayağı taşa değdi ve kırıldı. Ayağı kırık vaziyette otuz altı saat bekleyen Seydâ, sonunda elli kişilik bir Rus müfrezesi tarafından esir alındı ve Sibirya'ya sürgüne yollandı.
Cephede Ruslara aman vermeyen Seydâ, esir kampında da vakarını korumuştu. Kampta birgün şöyle bir hadise cereyan etti:
Kafkas cephesi komutanı Nikola Nikolaviç esir kampını teftiş ederken, Seydâ'nın bulunduğu koğuşa girdi, burada bütün esirler ayağa kalktığı halde, Seydâ'nın ayağa kalkmadığını ve kendisini umursamadığını gördü: "Acaba görmedi mi?" diye bir kaç defa daha Seydâ'nın önünden geçen Nikolaviç, sonunda dayanamayıp Seydâ'ya niçin böyle davrandığını sordu. Aldığı cevap karşısında hayretten dona kaldı. Seydâ şöyle diyordu:
"Ben Müslüman âlimiyim. Benim kalbimde iman vardır. Kendisinde iman olan bir şahıs, imanı olmayan şahıstan efdaldir. Ben onun karşısında kıyam etseydim mukaddesatıma hürmetsizlik etmiş olurdum. Onun için kıyam etmedim."
Bu sözleri işiten Rus Başkomutanında hayretin yerini öfke aldı ve komutan, Seydâ'nın derhâl divan-ı harbe verilmesini emretti.
Divan-ı harp kurulduğu zaman bile Seydâ tavrını değiştirmedi, kendisi hakkında idam kararı verildikten sonra sadece şu talepte bulundu:
"Müsaade ediniz, abdest alıp namaz kılayım." Ve ölümden perva etmeyen Seydâ, dışarıda darağacı kurulurken huşû içinde dergâh-ı İlâhiyeye yöneldi.
Seydâ huşû içinde namaz kılarken, Rus subayları ve Seydâ ile birlikte aynı kampta esir olan Alman ve Avusturya subayları hayretle kendisini seyrediyorlardı. Ölümle arasında beş-on dakikalık mesafe bulunan şahıs, nasıl oluyordu da, bu kadar sakin ve telaşsız olabiliyordu?
İdam kararı verilince de, Seydâ'nın yerine, esir Avusturya, Alman ve diğer Türk subayları telaşlandılar ve Seydâ'nın Rus kumandandan özür dilemesini rica ettiler. Çünkü hepsi de onun nasihatlerine alışmış ve onu çok sevmişlerdi. Ancak Seydâ, bu teklifi reddetti ve inancı uğruna seve seve ölüme gitmeye hazır olduğunu söyledi.
Namaz bitince Nikola, beklenmedik bir davranış gösterdi. Bir asker olması hasebiyle, bu cesaret, bu kararlılık, bu kahramanlık karşısında hayranlığını saklayamadı ve Seydâ'nın yanına giderek şöyle dedi:
"Beni affediniz. Sizin beni tahrik için bunu yaptığınızı zannediyordum. Hakkınızda kanuni muamele yaptım. Fakat şimdi anlıyorum ki, siz bu hareketinizi imanınızdan alıyorsunuz ve mukaddesatınızın emirlerini ifa ediyorsunuz. Hükmünüz iptal edilmiştir, dini salahiyetinizden dolayı şayan-ı takdirsiniz. Sizi rahatsız ettim. Tekrar rica ediyorum, beni affediniz."
****
AHMED
ŞAHİN |
Benim tüm kitaplarımı Türdav’da (kendi kitaplarıyla birlikte) yayına hazırlayan editörüm Mehmed Dikmen Hoca ile, her gün akşama yakın saatlerde evimizin yakınında bir saatlik bir yürüyüşümüz olur. Bu yürüyüş sırasında hem zihnen ve bedenen rahatladığımızı hissederiz, hem de gündemimize akseden ilmi konuları daha açık bir zihinle konuşma ve yorumlama fırsatı buluruz. Nitekim, bir sene içinde 77 bin baskıya ulaşmak gibi kendi çapında rekora koşan ‘Yeni Aile İlmihali'mizin bazı orijinal yazıları da, işte bu yürüyüş sırasında açılan fikirlerle yazıldığından ilmihalin çok ilgi gören özelliğini oluşturmuştur. Evvelki günkü yürüyüşümüzde yine bir kitabı konuştuk Dikmen Hoca’yla. Ama bu kitap arkadaşımız İhsan Atasoy’un “Hayatını Davasına Adayan Adam” kitabıydı. Atasoy arkadaşımız, on ikinci vefat yılında, Bediüzzaman’ın meşhur avukatı Bekir Berk’in hayatını, yaşayanların dilinden tespit ederek belgesel bir eser meydana getirmiştir. Dikmen Hoca’ya kitapta okuduğum Bekir Berk merhumun hizmet yolunda göze aldığı tehlikeleri, riskleri, bitmek, tükenmek bilmeyen azim ve sarsılmaz iradesini.. yürüyüş boyunca anlattım. Merak ve ilgi ile dinledikten sonra farklı bakışlara açık zihin yapısıyla görüşünü açıkladı: – Aslında, dedi Bekir Berk’in hayatını anlatan bu kitap, baştan sona televizyonların ‘Sır Kapısı' olarak gösterdikleri dizilerin en değerlisi olma özelliğine sahip bir belgeseldir. Eğer farkına varır da senaryocular kitabı inceleme uyanıklığı gösterirlerse, tam bir ‘Sır Kapısı'na uygun dizi belgeleri elde edebilirler kitaptan. Şu kadar farkla ki, diğer sır kapısı dizilerinin çoğu hayalidir. Ama bu kitapta senaryo yoktur. Tümüyle 30–40 senelik geçmişimizin bizzat yaşadığımız çarpıcı olaylarıdır. Hem de yaşayanların kendi dillerinden... Dikmen Hoca’nın ‘sır kapı'lık olaylar dizisi diye tarif ettiği Bekir Berk’in yaşadığı yüzlerce olaydan birkaç özet arz edeyim ki, bu hizmet insanının fedakarlığı nerelere kadar varmış daha net anlayalım: Balıkesir’in Dursunbey’indeki bir davaya trenle gitmektedir. Ne var ki yavaşlayan tren istasyonda inmeye fırsat vermeden tekrar hızlanır. Bekir Bey'i tutmak mümkün değildir. “Ben davam için varım, davama giremeyeceksem hayatın ne değeri vardır!” diyerek önce çantasını fırlatır yere, arkasından kendini atar aşağıya. Düştüğü yerden sağ salim kalkar. Toz toprağını silerek mahkemeye nefes nefese erişir. Hapisteki mazlumları kurtarır, okudukları Risale–i Nurların iadesini sağlar. Ancak onu mutlu eden düştüğü yerden bir yeri kırılmadan kalkması değil, davasına erişerek mazlumları kurtarıp Risale–i Nurların iadesini almasıdır. Bekir Bey için durmak yoktur. Yeni bir dava için yine bir arabada dağ yolunda ilerlemektedir. Trafik polisi önlerine dikilir: “Yolda dinamit patlatılacaktır, bekleyin, birkaç dakika sonra geçin!” Bekir Bey saatine bakar. Polisin başka tarafa bakması üzerine şoförüne ısrar eder: “Gaza bas kardeşim, vakit yok. Dağdan kopan taşlar üzerimize düşerse dava yolunda şehit oluruz, düşmeden geçersek davaya yetişiriz. Her iki halde de biz kazanırız...” Namludan çıkan kurşun gibi ansızın fırlayan araba, dinamitin kopardığı havada uçuşan kayaların altından geçer, toz toprak içinde mahkemeye erişirler. Kitaplar iade edilir, okuyanlar da serbest bırakılır. Onu mutlu eden ise kayaların altından geçerek kurtulmak değil, kitapların iadesini sağlayarak, okuyanların tahliyesini temin etmektir. Yine yoldadır Bekir Bey. Ama bu sefer doğunun en şiddetli bir kış günü akşamı geç vakit rastladığı bir tankerin şoför mahallinde. Adilcevaz’a sabaha mahkemeye erişecektir. Bu defa yanına iki arkadaşı da biner ki, yolda bir tehlikeyle karşılaşmak mukadder gibi görünmektedir. Nitekim sabaha karşı tanker kara saplanır. Şoför mahallinde dondurucu soğukta beklemeye mecbur kalırlar. Bekir Bey'le arkadaşı Nazım Gökçek birbirine sarılarak donma belirtisi gösterirler. Arkadaşları Hakkı Bozkurt, sabaha kadar ikisini de tokatlayarak uyumalarını, yani donmalarını önler. Sabah tankerden boyunu aşan karın içine atlayarak Adilcevaz’a ulaşır, yol açma makinesiyle gelip kendilerini alır. Bekir Bey'i mutlu eden donmaktan kurtulmak değil, kitapların iadesini alıp mahkumların beraatını sağlamaktır. |
AHMED ŞAHİN 05.07.2004 |
NECMEDDİN ŞAHİNER |
30.04.2005 CUMARTESİ | |
Merhum Nazım Gökçek, kendisini Kur’an hizmetine adamış, çalışkan bir zat idi. Uyku nedir bilmezdi! Paraya dönüp de bakmazdı! Çok cömertti! Sevgi ve şefkat doluydu! Vefat ettiği güne kadar bu Nur’lu yoldan zerre taviz vermeden yürüdü...
Gaziler beldesinden, ebedler ülkesine bir büyük şahsiyet daha gitti; Nazım Gökçek. Tam kırk sene, biz bize ve diz dize idik. Bizim bahtiyarlık ve mutluluğumuz 1957 senesinde, henüz orta bir sıralarında bir büyük insanla arkadaş olmakla başlamıştı. Yetmiş üç senelik Gaziantep Lisesi’nden birçok bakan ve çalışkan insanlar yetişmiştir. Asla ve asla bir mübalağa, bir abartı değil, bahsini ettiğim lise bugüne kadar Nazım Gökçek gibi bir çalışkan ve bir abide şahsiyet görmemiştir. Orta birinci sınıf talebesi aziz ağabeyimin, henüz on dört yaşındayken kütüphanesinde bulunan kitaplardan sadece dört tanesi şu anda masamda bulunmaktadır. Bunlar: Balıkesirli Hasan Basri Çantay’ın Kur’an-ı Hakim ve Meal-i Kerim (üç cilt) 1957 İstanbul baskısı. Hadisler Metni Meali İzahı (üç cilt), yine Çantay merhumun yine İstanbul 1962 baskısı. Divan Şiiri Ankara baskılı, Vasfi Mahir Kocatürk’ün eseri. Ankara 1958 Yunus Emre Divanı Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul, 1948 Örnek bir yaşamı vardı... Ağabeyim bütün derslerinden mutlaka on olması lazımdı. Sekizi, dokuzu asla kabul etmezdi. Bir gün coğrafya hocamız yazılı notlarını okuduğu zaman, kendisinin notu dokuzdu. Hemen parmağını kaldırarak, bu nota itiraz etti ve hocadan kâğıdını getirmesini rica etti. Ertesi gün kağıdı getiren Bekir Ilıman Hoca, sınıfta; “Nazım, senin hakkın dokuz buçuktur. Bu notu; yani dokuzu, dokuz buçuk üzerinden vermişim. Şimdi ise dokuz buçuktan on yapıyorum.” demişti. Sekiz-on senedir Gaziantep’te öğretmenlik yaptığım için öğrendim! Not defteri, bir öğretmenin hazinesi gibi kıymetlidir. Matematik öğretmenimiz Güzin Kayaalp yine bir gün sınıfta “Ben bir hafta okula gelmeyeceğim. Nazım gel buraya, al şu not defterimi, bunları tahtaya sözlüye kaldır ve notlarını ver!” diyerek çıkarıp not defterini verdi. Bir hafta okula gelmedi. Nazım Gökçek ise, bizleri matematikten tahtaya kaldırarak üçleri, sekizleri ve çeşitli notlarımızı not defterine yazdı. Kırık, dökük de olsa şahsen bizim için unutulmaz fazilet levhalarıyla dolu bu hatıraları takdime devam edeyim. Okulda biyoloji laboratuvarı denilen yerin merdiven altlarını mescid yapmıştık. Allah’ın ihsaniyle namaz seccadesi olarak kullandığım hasırı yol olan merhum baba evinden getirmiştik. Ramazan ayında her gece teravihleri ayrı ayrı camilerde olmak üzere bütün Gaziantep camilerini adım adım şükür, niyaz secdeleri için dolaşırdık. Otuz günde otuz camide teravihlerimizi gencecik yaşlarımızda eda ederdik. Bu dolaşmalarda şehrimizin güzide Kur’an hizmetkarı Ahmed İhsan Genç abiyi ve zaman zaman merhum Abdülbaki Özsimitçi’yi aramızda ve safımızda görürdük. Günümüzdeki Kurtuluş Camii’nin yanındaki mütevazı ve kira ile oturdukları evlerine sanki kendimizin evi gibi girer çıkardık. Burada bizlere Çantay merhumun Kur’an meali ve hadis kitaplarından okurdu. Bu arada Sinan Omur rahmetlinin Hür Adam Gazetesi’nden Nur Üstad’ın eserlerinden Cihan Harbi’ndeki kahramanlıklarından okurdu. Geçen zaman günleri içinde orta son sınıfta takvim yaprakları 1959’un son günlerini gösteriyordu. Isparta’daki Nur Üstad’a uzun bir mektup yazmıştı. Bu mektupta nur talebeliğine kabulünü rica ediyordu. Üstad’dan dua istiyor ve Antep için manevi yardımlar için yalvarıyordu. Hemen bu mektubun cevabı gelmişti. Nur Üstadı, kendilerini Nur talebesi olarak ve manevi evlat olarak kabul ediyordu. Antep’teki mukaddes Nur hizmetlerinin parlaması için dualarını vaat ediyordu. Allah kabul buyursun. Kırk beş senedir yürümeye çalıştığımız Kur’an hizmetlerinde böylesine çalışkan bir kimse görmemiştim. Uyku nedir bilmezdi! Paraya dönüp de bakmazdı! Çok çok cömertti! Sevgi ve şefkat doluydu! Kur’an yolunda idamlık Talat Aydemir ve Fethi Gürcan’la yan yana Ankara-Mamak hapishanelerinde yatmıştı. Kur’an yolunda çok korkusuz ve yiğit bir adamdı. Lise ikinin başlarında daha sonbaharın ilk aylarında aniden okulu terk etmişti. Nur Üstad kendisine rüyada: “Kendini nurlara vakfet!.. Kendini Kur’an hizmetlerine ver!.. emirlerini vermişti. Bir Kur’an âşığı idi! Bu rüyadaki emirler üzerine mektep sıralarını terk ederek bütün varlığı ile bir Kur’an hizmetkârı olmuştu. Vefat ettiği güne kadar bu Nur’lu yoldan zerre taviz vermeden yürümüştü. Askerlik sıralarındaki Mamak hapishanelerinde; dört ay idamlık ihtilalcilere Yasin Sûresi’ni yazıp verdi. Suçsuz olduğu halde dört ay sonra tahliye olarak, bu defa tarihin de sürgün yeri olan; Keşan’a sürüldü. Bizler de Gaziantep Lisesi’nden kovulmuş İstanbul Vefa Lisesi’nde okuyorduk. Aylar süren hasretlerimiz biraz da olsa sükun olmuştu. Götürdüğümüz Nurları heyecanla bağrına basarak hiç kimselerin bulamayacakları yerlere saklamıştı. Daha sonra İstanbul dönüşü mektupla, sanki mektup yazıyor gibi Nurlardan, Otuzuncu Lem’a gibi tevhid derslerini kendilerine mektup gibi yazarak postalamıştık. Bu Nur namelerimize altı sayfa gibi uzun bir cevap gelmişti. “Aziz Nur Kardeşim” hitabıyla bu mektubu merhum mağfur Nur serdarı Gündüzalp abimiz, 1965 senesinin ilk günlerindeki çok basit ve ibtidai imkanları içinde, teksir makinesiyle çoğaltarak bütün vatan sathına dağıtmışlardı. Nur ağabeyin Keşan’daki Mihnet Keşan günlerinde benim azizlerin azizi Gülen hocam da Kırklareli’nden ışıklarını dünya semalarına boşaltmaya başlamıştı. 1965’lerin içinde Hocamız, Gökçek’in ziyareti için Keşan yollarına düşmüştü. Gökçek abi de terhis tezkeresini alınca Kırklareli’nde Hocaefendi’nin iade-i ziyaretlerine gelmişti. Burada buluşan iki Nur-u Kur’an sevdalısı, birlikte İstanbul’da bulunan Zübeyir Gündüzalp abinin ziyaretlerine gelmişlerdi. Aydınlık dolu, mai zemzem dolu geçip giden hatıralar, baki kalan bu asümanda güzel Nur sesleri olarak yankılanarak devam edip gidecektir inşallah. Bu Kur’an sesine kulak verip dinleyen bahtiyarlara saadet dolu günler niyazımız gönüldendir hep!.. Gökçek ağabeyim ebedlerde kanat açtığı 16 Nisan 2005 Cumartesi’nden bir gün evvelki, mübarek cumada iki araba ile yine Nur için yine Kelamullah’ımıza hizmet aşkı ve şevki içinde on kişi ile birlikte Gaziantep’e bir buçuk saatlik Islahiye kazasına gitmiştik. Akşam üstü çıktığımız bu kısa yakın yolculuk ve misafirlikte gecenin on ikisine kadar kalmıştık. Saat on ikiye doğru, hane sahipleriyle vedalaşarak ayrılıyorduk. Artık arabalara binecektik. Benim kırk sekiz senelik arkadaşım, yoldaşım, sırdaşım Nur ağabeyimle gecenin karanlığında göz göze geldik. Ama o kadar manalı ve sevgi ile bakmıştı ki bu halini tarif edebilmemin imkanı yok. Bu sevgi saçan nazarlara karşı, aynı hislerle koşarcasına atılmıştım. Sanki ayrı ayrı yerlere, memleketlere gidecekmiş gibi adeta vedalaşırcasına sımsıcak kucaklaştık ama hakikaten vedalaşıyormuşuz da haberim yokmuş. Meğer dünyadaki maddi olarak son kucaklaşmamızmış. O esnada bu manzarayı dikkatle seyreden Mustafa Durdu beyefendi hayretler içindeydi. İkimiz de Allah’ın lütfu ile yarım yüz yıldır olduğu gibi yine aynı yöne yine aynı hedefe yine aynı maksada doğru arabaya binerek Islahiye’den Gaziantep’e doğru yola çıkmıştık. Vedalaşarak çıkılan bu yol artık son görüşme ve son yolculuk imiş! Eskiler bu yaşadığımız dünya acısı ve minneti için; “Veda-ı mülk-ü vücud” yani dünyaya veda etmek diyorlar. Biz Kur’an talebeleri dünyada da olsak, kabirde de olsak yine beraberiz. Kur’an’ın dersinde yine diz dize sonsuzlara dek birlikteyiz... İmtihan dünyasının çirkinlikleri çoktur. Urfalı şair Nebi der ki: Be meclis-i münafese-amiz-i alemin Değmez neşa-i vuslat-ı vedaına Yani: “Baştan başa garazlarla dolu olan bu dünyaya gelmenin neşe ve sevinci, dünyadan ayrılırken duyulan hüzün ve kedere değmez.” Her şey nurla güzeldir. Canım ağabeyim Atmış yılın Nur’la dolu dolu geçti. Biz bunların
şahidleriyiz. Nur dünyasında bizleri de unutmazsın değil mi? 30.04.2005 |