Mustafa Sungur: Üstad mânen yaşıyor

 

Bediüzzaman Hazretlerinin vefat ettiği 23 Mart 1960 tarihinden bugüne baktığımızda, Türkiye’de ve dünyada hizmetlerimiz nereye gelmiştir. Kısaca değerlendirir misiniz?

 

Üstad mânen yaşıyor. Her tarafta, dahilde ve hariçte eserleri okunuyor. Gittikçe genişliyor. Talebeleri her tarafta, her yerde git gide çoğalıyor. Şimdi göz kamaştırıcı hizmetler var. Müsbet bir hizmet. İman hizmeti yani. Çokluk, kalabalık için demiyorum bunları. Öyle gençler var ki takva sahibi, marifetullahta ilerlemiş gençler. İmanlı, istikametli, vatana ve millete faydalı gençler...

Bu vatanın mânevî halaskârı olan Risâle-i Nur şimalden gelen dehşetli cereyana mukabele etmiş. Bunun gibi bir çok beyanlar var Risâle-i Nur’da. Şimdi bunlar kendini göstermeye başlıyor. Zaten talebeler itibariyle bunlar tahakkuk etmiş, bir de küllî olarak, bir cereyan halinde, insanlık ve İslâm âleminde elhamdülillah çok hayırlı neticeler vermiştir.

Türkiye’nin her vilayet, kaza ve köylerinde can-ı gönülden Risâle-i Nur okunuyor elhamdülillah. Risâle-i Nur’un bu milletin manevî halaskârı olduğu mânâsı meydana çıkıyor. Hem de ilim ve fenlerle beraber... İlim ve fenlerle beraber derken de muradım şudur: Biliyorsunuz bu kâinat Esmâ-i İlâhiyenin aynasıdır. İnsanlar ve her şey Cenâb-ı Hakkın isimlerinin aynalarıdır. İlimler de öyledir. Meselâ Tıp ilmi Şafî isminin tecellîsi ve mazharıdır. Üstad kâinatı öyle okuyarak ve okutarak dile getirmiş ki, Risâle-i Nur eserlerinde mevcudatı konuşturmuş sanki. Buradan ben milletimize demek isterim ki, Risâle-i Nur’a sahip olsunlar, bilhassa gençler Risâle-i Nur’a sarılsınlar. Üstad bunu çok söylüyor.

Risâle-i Nur felsefeden, tabiattan, ilim ve fenden gelen dalâleti izale ediyor. Yani ne diyor? Cenâb-ı Hak Alîm’dir, Hakîm’dir, yoktan yaratıcıdır. Materyalist felsefe ‘sebeplerin biraraya gelmesinden terkip sûretiyle madde vücuda gelmiştir’ diyorlar, icadı inkâr ediyorlar. Allah’ın yaratmasını akıllarına sığdıramadıklarından inkâr ediyorlar. Şimdi şu cümleye bakın: “Eşyanın icadı ya âdemden olur, ya terkip suretinde sair anâsırdan ve mevcudattan toplanır. Eğer birtek zâta verilse, o vakit herhalde o zâtın her şeye muhit bir ilmi ve her şeye müstevli bir kudreti bulunacak. Ve bu surette, onun ilminde suretleri ve vücud-u ilmîleri bulunan eşyaya vücud-u haricî vermek ve zahir bir âdemden çıkarmak ise, bir kibrit çakar gibi veya göze görünmeyen bir yazıyla yazılan bir hattı göze göstermek için gösterici bir maddeyi üstüne geçirmek ve sürmek gibi veya fotoğrafın aynasındaki sureti kâğıt üstüne nakleden kolay ameliyat gibi gayet kolay bir sûrette, Sâniin ilminde planları ve programları ve mânevî miktarları bulunan eşyayı, emr-i Künfeyekûn ile âdem-i zahirîden vücud-u haricîye çıkarır...” (Şuâlar, s. 27) Risâle-i Nur bu gibi izahlarla felsefeden gelen şüpheleri izale ediyor. Risâle-i Nur’un küfrün, inkârın karşısında manevî atom bombası gibi bir tesir taşımasının en birinci sebebi bu ilmî izahlarıdır. Üstad Cenâb-ı Hakkın isimlerinin nurlarını kâinat aynasında aynen müşahede etmiş. Cenâb-ı Hak hâzır ve nâzır. Biri “Nasıl?” diyor. Üstad diyor ki: “Cenâb-ı Hakkın bir ismi de Nur. Cenâb-ı Hakkın Nur isminin yanında Güneş toprak gibi kesif kalıyor...”Böyle vermiş misalleri. Sonra sıfatları ve isimleri de var. Kudret ve İlim nuru her tarafı kaplamış. Güzel isimlerinin ve sıfatların nurları... Eşya sanatlı. Herbir ağacın yaprağı sanatlı. Meyveler sanatlı. Çiçekler sanatlı. Şimdi bunun tesadüfe havalesi mümkün değil. Bu gibi Risâle-i Nur’da her hususta izahlar, ispatlar ve beyanlar var. İşte mekteplilerin çoklukla Risâle-i Nur’u okuması ve onların dertlerine deva olması, Risâle-i Nur’un şüpheleri izale etmesi, güneş gibi iman hakikatlerini ruhlara şırınga etmesi bu dâvâya büyük bir kuvvet oluşturuyor.

 

Yurtdışındaki Risâle-i Nur hizmetlerinden biraz bahseder misiniz?

 

Risâle-i Nur şimdi her dile tercüme ediliyor. Şu ana kadar 35 dile çevrilmiştir. Rusça’ya 15 kitap tercüme edildi. Endonezya’daki 230 milyon Müslüman’a Mektubat, Lem’alar, Mesnevî-i Nuriye ve Tarihçe-i Hayat binlerce basılmış. İşte orada herbirinde Üstad var. Şimdi Çince’ye de tercüme ediliyor. Talebeler hep gayret gösteriyorlar.

 

Yurtdışında hizmetin en yaygın olduğu ülkeler hangisi?

 

Bir defa Almanya. Eskiden beri orada devam ediyor. Ondan sonra Mısır ve Kahire’de Arapça külliyat yayılıyor. Uzakdoğuda ise Malezya’da, Endonezya’da, Filipinler’de, Japonya’da, Güney Kore’de, Kuzey Kore’de. Güney Afrika’da, bilhassa Fas ve Cezayir’de elhamdülillah. Amerika’da, hemen hemen her tarafta var elhamdüllilah. Gayretler oluyor.

 

Nur Talebeleri arasındaki gruplaşmalara nasıl bakıyorsunuz?

 

Risâle-i Nur câmîdir. Yani bütün tasarrufat-ı İlâhiyeye ve Esma-i İlâhiyeye aynadır. Bir başka tabirle külliyete mazhardır. İşte herkes, her bir tarzda külliyete mazhar olamadığından, ayrı ayrı mazharlar, ayineler ve tarzlar var. En mühimmi, tesellî bahşeden ve insanı sürura sevk eden şu ki; herkes Risâle-i Nur’u basıyor. Yani Risâle-i Nur okuyor. Risâle-i Nur’u mercî yapmış. Herbir Nur Talebesi birer Said gibi kemal-i ferah ve neşe ile Risâle-i Nur’u neşrediyor. Arada bir sızlanma oluyor tabi. Bu arı oğul vermek gibidir. Öyle telâkki ediyoruz. Sonra muvaffakiyet oluyor herbirisinde.

Muhataplar çoğalıyor. Dersaneler doluyor. İhlâs ve Uhuvvet Risâleleri herbirinde mevcut. Neşrediyorlar ve okuyorlar da. Bunun için birbirlerine karşı kalben ayrılık kalkıyor, uhuvvet ve sohbet başlıyor. Ayrılık bir nevî birliğe, dirliğe dönüşüyor.

Risâle-i Nur’da tarikat tarzı olmadığı için herbirisi bir genç Said. Risâle-i Nur neşriyatı mühimdir. Dersler var, Risâle-i Nurlar okunuyor. Keşke daha yakın olunsa da birbirini ziyaret ve görüşmek olsa. İnsan daha çok beslenir. Çünkü bizim dairemizde muhabbet esastır. İttihad ve ittifak esastır. O hisle birbirinden istifade ederler. Birbirinde fani olmak yani. İhlâs Lem’asında bunun esasları var. Hepsinden hisse alır, hepsini kendine de mal eder, bütün o hizmet kendininmiş gibi ruhu ve kalbi huzur bulur. Hakikaten de dâr-ı ahirette ondan fayda görür.

 

23 Mart vesilesiyle Nur Talebelerine vermek istediğiniz bir mesaj var mı?

 

Estağfirullah, ben ne vereyim? Nur talebeleri kendileri Risâle-i Nur’dan mesaj alıyorlar. Risâle-i Nur’da iki cihet var. Biri delil ve hüccetle dolu. Her şeyi aklen makul bir şekilde izah ve ispat ediyor. Biri de; manevî feyzi var. Yani Üstad “Risâle-i Nur’un okunduğu yerde hazırım” diyor. Ne demek yani? Demek ki Üstad ruhen çok yüksek bir zattır. Bütün hayatı istikamet ve takva ile gitmiş. Hep ilimle meşgul olmuş. Böyle olunca onun ruh, kalp, akıl ve lâtifeleri çok inkişaf etmiş. Âlemi bir saray gibi temaşa etmiş. Onun talebelerinde bile öyle olanlar var elhamdülillah.

M. İsmail TEZER

23.03.2005

Abdülkadir Badıllı: Bediüzzaman tevhidi anlattı

 

TAKDİM

 

Abdülkadir Badıllı Ağabey ile çalışma odasında, kitapların sıcaklığı arasında ve Bediüzzaman’dan bol bol hatıraların yer aldığı bir mekânda geçen sohbetimizi sizlerle de paylaşmak istedik. Mülakattan sonra kendisinden ricada bulunarak Üstadın muhtelif eşyalarının bulunduğu odayı ziyaret etme şerefine de nail olduk. Üstad Hazretlerinin son günlerine dek kullandığı tüm eşya, araç ve gereçleri mevcut… Hâlâ bozulmamış, tap taze görünümlü kurabiyeleri dahil.

 

Sizi kısaca tanıyabilir miyiz?

 

1936’da Urfa merkeze bağlı Akziyaret nahiyesi Şeyh Zeliha Köyünde doğdum. O zamanda köyümüzde okul yoktu. Sadece Şanlıurfa merkezinde vardı. Bizim imkânlarımız olmadığı için kendi kendime okuma yazma öğrenerek Osmanlıca kitaplar okuyordum. Köy hocalarından Kur’ân, ilmihal ve tecvid gibi dinî konuları da öğrenmiştim.

Daha sonra Üstadın Urfa’ya gönderdiği talebelerinden Abdullah Yeğin Ağabey ve Hüsnü Bayram Ağabeyle görüştüm. 1953 yılında Üstadın ziyaretine gittim ve duâsını alarak Abdullah Yeğin Ağabeylerin yanında Rıdvaniye Camii medresesinde 7 yıl beraber kaldım.

 

Risâle-i Nurla ilgili çalışmalarınızdan söz eder misiniz?

 

Çalışmalarım çok oldu. Meselâ, Risâle-i Nur’un kudsî kaynaklarını, Risâle-i Nur’da geçen hadis ve âyetleri, kelâm-ı kibar tabir edilen meşhur sözleri, Üstadın 3 ciltlik hayatını yazdım. Bunları yazarken Üstad’la ilgili yayınlanan belge ve vesikalardan istifade ettim. Üstadın Arapça Mesnevî’sini ve İşârâtü’l-İ’câz’ını tercüme ettim. Bunlara benzer büyüklü küçüklü kitaplar oldu. Yeni Asya baskılı İslâm Kardeşliği İçinde Türk-Kürt İlişkisi kitabı üzerinde çalışmalarım oldu…

Şu anda “Risâle-i Nur’da Cuma Hutbeleri” adı altında bir çalışmam var.

 

Üstad gençlere en çok neyi tavsiye ederdi?

 

Üstad gençlere yönelik “Gençlik Rehberi”ni neşretti. Gençlere, Allah’ın varlığını, birliğini ve âhirete inanma konularını anlatırdı. Vatana-millete faydalı olması, anasına babasına ve akrabasına itaat etmesi için sürekli gençlerle alâkadar olurdu.

 

Günümüz gençliği ile sizin gençliğinizi kıyasladığımızda nasıl bir tablo ortaya çıkıyor?

 

Her genç biraz heyecanlıdır. Hissiyatına mağluptur. Her şeyde aklıyla hareket eden bir durumda değildir. Tabiî benim gençliğim de diğer gençlik gibidir. Evvela taşkın vaziyetler olmuştur. Nurları okumaya başlayınca hisler yerini akla danışmaya bırakıyor. Allah’ıma binlerce şükür olsun, bize Üstadı ve Risâle-i Nurları gönderdi ki bizi büyük günahlardan, kötü işlerden, zararlı işlerden muhafaza etti…

 

Üstadın Avrupa’ya bakış açısı nasıldı?

 

Üstad Avrupa ile aramızdaki münakaşaları ortadan kaldırmayı her zaman arzu etmiştir. Kendisi o zaman Papa’ya kitap göndermiş, daha sonra İstanbul’da Fener Patriği ile görüşmüş, tevhidi etraflıca anlatmış.

Avrupa Birliği evvelâ dinî bir buluşma, birleşme değildir. Gümrük Birliği, Ticaret Birliği meseleleridir.

Avrupa ile iç içe olunursa bilgili, akıllı Müslümanlar dini Risâle-i Nur ışığında iyi anlatırlarsa, o zaman Avrupa zaten kendisi teslim olacaktır.

Avrupa’nın demokrasi noktasında bizlere büyük faydası olacaktır. Zira 1946’dan bu zamana kadar Türkiye’de demokrasi anlayışı sadece lâfta kalmıştır. Hakikî mânâda demokrasiden söz edilemez. İnşallah Avrupa’ya girdiğimizde gerçek manada demokrasi ruhunu yaşarız.

 

Dinlerarası diyalog ile ilgili görüşlerinizi alabilir miyim?

 

Hıristiyanlığı ve Yahudiliği İslâmiyet’le aynı kefeye koymak doğru değildir. Ama niyet tebliğ ise meşrudur. Meselâ Üstad Papa’ya Peygamberimizi (asm) anlatan ve Kur’ân-ı Kerim’in mucize olduğunu ispat eden bir kitap göndermiştir. Buna karşılık Papa cevap vererek teşekkürlerini sunuyor. Üstad 1953 yılında Fener Patriğiyle görüşürken kendisine “Peygambere inanıyor musun, Allah’ı bir biliyor musun?” dediğinde, Patrik bildiğini ancak diğer papazların hepsinin farklı görüşte olduğunu açıklamıştır. Diyalog bu anlamda olmalıdır.

 

Risale-i Nurları daha açık anlamak için sadeleşmesi hususunda muhtelif yorumlar yapıldı. Bu konuda sizin fikriniz ne?

 

Risale-i Nur’un yazıldığı dil İslâm dilidir. “Daha kolay ve anlaşılır bir şekilde yazılsaydı daha iyi olurdu…” şeklinde beyanda bulunanlar aslında Risale-i Nurları gerçek mânâda okumuyorlar. Okumuş olsalardı Risâle-i Nurların her okunuşunda ayrı bir mânâ, ayrı bir his uyandırdığını göreceklerdi. Ama eğer sadeleştirilip herhangi bir kitap seviyesine getirilseydi bir kere okunup tozlu rafların arasına atılacaktı. Milyonlarca genç kendi üslûbuyla okuyarak anlıyor. Risale-i Nurları bir kere okudu mu ondaki iman lezzetinden ayrılamıyor ve sürekli okuma hissinde oluyor. Risale-i Nur gölgesi altında kendini daha güvende hissediyor. Milyonlarca gencimiz dünyanın her yerinde okunan risaleler sayesinde kendilerini muhafaza ediyorlar.

Ali Osman KAYA - Ramazan TURGU

23.03.2005

Mehmet Fırıncı: Ayrılık yok, vazife taksimi var

 

Bediüzzaman Hazretlerinin vefat ettiği 23 Mart 1960 tarihinden bugüne baktığımızda, Türkiye’de ve dünyada hizmetlerimiz nereye gelmiştir? Kısaca değerlendirir misiniz?

 

Bizim noktamızdan bakınca çok mükemmel vasata ulaştığını görüyoruz. Ama beşerin Risâle-i Nur’a ihtiyacı noktasında ise henüz çok dar bir sahadayız diyebilirim. Ama tabii bizim gibi imkânsızlıklar içinde, şartların daima aleyhimizde olduğu dönemlerde, hatta bazı cemaatlerin dahi Risale-i Nur’u tarikat zannettiği bir vasatta bu gelişmeler iyi.

Buna rağmen elhamdülillah en çok arzu ettiğimiz âlem-i İslâmdaki neşriyat hususunda Kahire’de bir neşir merkezi kuruldu. İslâm dünyasının neresinde bir fuar varsa oraya Risâle-i Nurlar, bütün külliyat, Arapça ve diğer dillerden de bir miktar bulunaraktan katılıyor. Bu şâyân-ı şükran birşey elhamdülillah. Dünyanın çeşitli yerlerinde, başta İngilizce ve Arapça olmak üzere aşağı yukarı 30 dile tercümeler kısmen yapılmış. Bunlar memnuniyet verici şeyler.

Ama bunlar dünyaya açılma bakımından az gibi görünüyor. Çünkü bu asrın idrakine sunulan Kur’ân hakikatleriyle kim karşılaşırsa “Şimdiye kadar neredeydiniz?” diyor. Bunu pekçok yerde pek çok defa gördük. İnsan bu bakımdan bakınca biraz üzülüyor tabiî. Ama bu imkânsızlıklar içerisinde bu kadar gelişmiş olması da harika.

Zaman çok farklı. Yani insanlar birbiri içinde. Hıristiyanlıkta da, Müslümanlıkta da... Aynı evde diyelim beş kişi var. Üç tanesi ateist, iki tanesi Hıristiyan. Hıristiyan ama o da haftada bir defa kiliseye gidiyor. Bir kısmı “Ben ateistim” diyor, ama hakikatte Allah’a inanıyor, kiliseden istifa etmiş. Risale-i Nur’un meselelerini duyunca Allah Allah diyorlar. Hakikaten böyle pekçok insanla karşılaştık. Bu gibi şeyler Risale-i Nur’un mübrem, zarurî bir ihtiyaç olduğunu gösteriyor. Yoksa Risale-i Nurları dünyaya neşretmek için, insanları Risale-i Nur’a kazanıp da ondan birşey elde etmek istediğimiz falan yok. Zaten kitaplardan birşeyler kazanıp da onu kendine mal etmeye kimsenin yetkisi yok, çünkü Üstad o hususta izin vermiyor. Yani “Bu Kur’ân’ın. Ne benim, ne sizin, ne başkasının malıdır. Risâle-i Nur’un malı Risale-i Nur’a aittir” diyor.

Nasıl Peygamberimiz (asm) tüm menfî şartlara rağmen Kur’ân’ın hakkaniyetini ispat etmiş ve bütün beşere rahmeten lil âlemin olarak kendini ve Kur’ân’ı göstermiş. Kur’ân’ın bu asırdaki tam bir tefsiri olan Risale-i Nur da onun gibi. Almanya’da bir profesör 26-27 Şubat’ta sempozyumda onu söyledi. Daha evvelden bir Amerikalı profesör de söylemişti. Yani bunun bence en mühim noktası herkes bir tarafından bakıyor. Kastamonu’da lise talebeleri “Muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar. Bize Hâlıkımızı tanıttır” diyorlar. Üstad da “Muallimleri değil fenleri dinleyin” diyor. “Fenler mütemadiyen Allah’ı anlatıyor size.” Bu zamanın düşüncesi bu işte. Fenlerle Allah’ı bulmak. Bu noktada Bediüzzaman muvaffak olmuştur. Son İstanbul’a geldiğinde bize “Küfrün belini kırdım, merak etmeyin, hiçbir halt edemeyecekler” demişti. İngiltere’de 20 yaşından beri ateist olan 81 yaşındaki Prof. Antony Flew, “Allah var” demekten başka bir çare bulamadı. Üstad da zaten onu anlatıyor. İlmen onu ispat etmiş, onların dâvâlarının hakikat olmadığını, Kur’ân’ın dâvâsının hakikat olduğunu ifade etmiş. En güzel tarafı da insanları aynı zamanda Kur’ân’a bağlıyor. Yani “Risale-i Nur Kur’ân’ın malıdır, benim malım değildir” diyor. Onu okuyunca Kur’ân’ın mânâlarını anlamış oluyorsunuz. Başka bir şey değil.

 

Bundan sonrası için hizmetlerle ilgili şunu da yapmak gerekir dediğiniz birşey var mı?

 

Eskiden beri düşündüğüm şu: İlmiye kademelerine girebilmek için Risâle-i Nur’u bilen gençlere Avrupa ve Amerika’da doktora tezleri yaptırmamız gerekiyor. Çünkü İslâm memleketlerinde halka hitap edebiliyoruz. Ama diğer memleketlerde ilmiye sınıfına anlatmak gerekiyor, onlardan aşağı doğru inmesi lâzım. Meselâ Yunus Çengel burada bizim bünyemizde yetişmiş kardeşlerden birisi. Gitmiş, çalışmış, Amerika’da Nevada Üniversitesinde profesör, ilim adamı olmuş. Oralarda ne varsa, sempozyumlarda gündeme getiriyor. Bu yavaş yavaş, dalga dalga halka açılmış oluyor. İşte böyle çok kimseleri gönderebilseydik, yapabilseydik iyi olacaktı. Ama olacak inşallah, yol açıldı. Yani biz istiyoruz ki insanlar hakikî gayesini, yani yaratılmanın gayesini anlasınlar ve Yaratanı bulsunlar, başka birşey istemiyoruz.

 

ORTAK ORGANİZASYONLAR YAPILABİLİR

 

Nur Talebeleri arasındaki gruplaşmaları nasıl değerlendiriyorsunuz? Birleşme olmayacak mı?

 

Zaman ve zeminin şartlarında bazı süratli anaforlar oluyor. Onların içinde bazı değerlendirme farklılıkları oluyor. O değerlendirmeyi yaparken farklı fikirler çıkıyor, yoksa Risâle-i Nur’un anlaşılmasında değil. Hariçteki hadiselerden dolayı böyle oluyor. Ama bakıyoruz ki bütün gruplarımız hepsi Risale-i Nur’u okuyor. Üstad ne demişse onu anlamaya ve anlatmaya çalışıyor. Hatta en mühim husus menfî hareketlere karışmamak. Bakın, anarşi, terörizm vs. bunlarda katiyen Nur Talebesi yoktur. Bu korkaklıktan değil, onlar cesur ve kahraman insanlar. Ama Üstad madem böyle emir vermiş, Kur’ân bu zamanda böyle emrediyor diye bütün gruplar bunda teslim olmuş. Bu, farklılık yok demektir. Yani ayrı grup olması bir farktan gelmiyor. Gruplaşmalar Risale-i Nur’un ana temasındaki bir farklı anlayıştan değil, haricî sebeplerden kaynaklanıyor. Ama hepsi aynı düşünce içinde, aynı maksada hizmet etmiş oluyorlar. Bazıları gazete ve neşriyatla, bir kısmı radyo ve yayınlarla, bir kısmı daha ziyade Bediüzzaman Hazretlerinin öncelik verdiği medrese-i nuriye denilen o mekânlarda devamlı Risale-i Nur’u okuyarak insanlara anlatmakla hizmet ediyor. Benim gibi bazıları da daha ziyade dışarıyla ve dış ülke hizmetleriyle meşgul oluyor. Sanki vazife taksimi gibi. Mezheplerle ilgili bölümde Üstad izah ediyor ya, hikmet-i İlâhiyenin tensibiyle Şafiiler daha ziyade dağlık yerlerde, Hanefîler ise şehirlerde bulunuyor. Onun gibi bizimki de hikmet-i Rabbanî.

Birleşmeden kasıt da bir kısım hizmetlerle ilgili olmalıdır. Diyelim ki sempozyumlar, konferanslar oluyor. Bunlarda hep bir arada bulunmalı, dinlemeli, maddeten ve mânen sahip çıkmalı. Ortak organizasyonlar yapılabilir. Bunlar birleşmedir. Böyle gelişmelerin artmasını diliyorum. Böylece maksat hasıl olmuş olur.

 

Üstadla yaşadığınız, hiç unutamadığınız bir hatıranızı bizimle paylaşır mısınız?

 

Bir gün Emirdağ’da Üstad bana “Kardeşim Muhammed, ben bir adamın imanının kurtulması için Cehenneme girmeye razı olmuşum” dedi. Bunu bana sene içerisinde kaç defa daha söylemişti. Son söylediğinde ben çok müteessir oldum. Dünyada işkencelere maruz kalmış, bu kadar insanın imanının kurtulmasına vesile olmuş bir zat, ebediyen nasıl cehenneme girecek! Hem dünyada çekti, hem ahirette!.. O anda çok acayip bir ıztırap çöktü bana. Baktım Üstad hemen doğruldu, “Ebediyen değil” dedi. Yani günahların cezasını çektikten sonra Cennete girmek tarzında. Kalbimi okudu yani. Öyle deyince birden rahatladım.

M. İsmail TEZER

23.03.2005

Mehmet Birinci: Maksatta birlik asıldır

 

Bediüzzaman Hazretlerinin vefat ettiği 23 Mart 1960 tarihinden bugüne baktığımızda, Türkiye’de ve dünyada hizmetlerimiz nereye gelmiştir? Kısaca değerlendirir misiniz?

 

Kirazlımescit’te 3-5 kişi kalıyorduk. Bazen lâhika mektuplarını okurken “Bir gün gelecek dünya bu kitapları okuyacak” diyordu Üstad. Biz hayal bile edemiyorduk bunu. Anlamıyorduk. Bütün dünyanın bu kitapları okuyacağına bir türlü ihtimal veremiyorduk. Koca İstanbul’da üç kişiyiz o zaman. Zaman geçtikçe işler değişti tabiî...

Birkaç hatıra anlatayım. 1960 ihtilâlinden sonra hiçbir matbaada kitap basamaz olmuştuk... Fırıncı Ağabeyle “Risale-i Nur Sönmez” diye dikkatle yazdık. Risalelerin kapağını lastik mühürle bastıralım dedik ki düzgün çıksın. Cağaloğlu’nda bir lastik mühürcüye gittik. Adam Bediüzzaman ismini görünce korkusundan bizi dışarıya attı. “Risale-i Nur Sönmez, Bediüzzaman Said Nursî” yazıyor. İmkânı yok, adamlar kapağa bir türlü lastik mührü yapmıyorlar. Bu sefer biz “Bediüzzaman Said Nursî” demedik de bir çok isimler sıraladık. Uzun bir lastik mühür. Okunmaz, harflerden ibaret. Harfleri kestik, uhuyla yapıştırdık, yine “Risale-i Nur Sönmez” yazdık. Hiçbir matbaa Risale-i Nurları basmıyor. Fırıncı Ağabeyle karar verdik. “Harf alalım. Sayfa sayfa risâle basalım” dedik. Harfleri aldık ama o öyle kaldı. Sonra Sinan Matbaasına gittik. İhtilâlde 27 günde Tarihçe-i Hayat’ı 1. hamur kâğıda orada bastık. Allah razı olsun, erkekmiş, “Ben basacağım” dedi ve bastı. Fakat Talat Aydemir hava kuvvetlerini havalandırmıştı. Ondan sonra Sinan Bey evinden telefon ediyor: “Sakın çıkmayın, ihtilâl oldu, orada kalın.” Böyle anılar var.

Elhamdülillah o ağır şartlar içerisinden bugünlere geldik. Polisler hergün kontrol için Kirazlımescit’e sabah kahvaltısına gelirlerdi. Bazan kahve, bazan çay içerlerdi. Sohbet ediyorduk, adamlarla ahbap olmuştuk. Birgün yine bir risâle teksir ettik. Kapak bu sefer daha güzel olsun diye bir matbaayla anlaştık. Meğer Halk Partili imiş. Bediüzzaman ismini görünce hemen polise haber vermiş. Ondan sonra kapak bitmiş. Ben alacağım tabiî. Polise demiş ki: “Bize gelecek.” Neyse gittik, polisler “Kapakların içi nerede?” diye soruyor. “Evvela kapakları basacaktık” dedik. Neyse, başkomiser beni çağırdı: “Oğlum seni mahkemeye vereceğim. Fakat beraat edeceğini de yüzde yüz biliyorum. Merak ettiğim bir husus var—zapta geçirmek için değil—bir vatandaş olarak soruyorum. Bediüzzaman ne yapmak istiyor, fikri gayesi nedir?” Ben de “Allah rızası için iman, Kur’ân vs.” anlattım. İmkânı yok, ben ne dersem inanmıyor. O zaman 1. Şube en üst katta bir yerdeydi. Köprü görünüyor. Gayemizi ifade etmek için “Şuraya bak, şu insanları görüyor musun? İşte o insanların hepsi kabre girdikleri zaman imanla girsinler” dedim. “Olmaz, olmaz, benim aldığım maaş 15 günde bitiyor. Senin maaşın ne? Nasıl geçiniyorsun?” dedi. İktisat, şu, bu... İnanmıyor adam. Bilmiyor ki bir zeytini dört lokmayla yiyoruz. “Anlaşıldı, sen söylemiyorsun, ben söyleyeceğim” dedi. Aynen böyle: “Said Nursî çok zekî ve kurnaz bir insan. Bugün ülke çapında beş yüz bin-bir milyon talebesi var. Bu durmaksızın büyüyor. Üç sene sonra al sana bir yekûn. Ya bir inkılap, ihtilâl ya da bir seçim. Hemen başa geçeceksiniz. Sen geleceksin, benim başımı keseceksin. Bunun için hükümet sizin peşinizi bırakmıyor.” “Risale-i Nur’da böyle bir şey yok” diyorum, inanmıyor. Bu derece korkuyorlar. Cehaletten geliyor bu tabiî.

İşte hizmet buralardan bugün bu seviyeye geldi. Şimdi Risale-i Nurların dünyaya yayıldığını görüyoruz. Düşünün bir kere Filipinler tâ nere? Filipinli öğretmen 8. Söz’le Müslüman oluyor. Thomas Michel lâhikalardan hangisini açarsan hepsini biliyor. Çünkü “Sempozyumda konuşurken biri sual sorar da cevap veremezsem ayıp olur diye hepsini okudum” diyor. Kadının biri rüya görmüş. Rüyasında Üstad “Thomas Michel Hıristiyan Nur Talebelerinin birincilerindendir” demiş. Evet tek Allah’a iman etti mi, Hz. Muhammed’e peygamber dedi mi, işte Lailaheillallah Muhammedün Resûlullah demektir bu. İlle Arapça söylemesi gerekmez.

Üstad ne demişse mutlaka zamanı gelince çıkmıştır, çıkacaktır. Bunun misalleri çoktur. Bir zaman Şeyh Sanan Tepesi’nde ufka doğru bakarken Rus polisi yanına gelmiş, “Nereye bakıyorsun?” diye sormuştu. “Medresemin planını çiziyorum” demişti Üstad. Rus Polisi “Nerelisin sen?” deyince, “Bitlisli’yim” demiş. “Burası Tiflis” deyince “Bitlis Tiflis kardeştir” demişti Üstad. Bundan 10-15 sene evvel belediyeler birbirini kardeş şehir ilân ettiler. Orada medrese de açılmıştır.

Biz tarihini bilmiyoruz, acele ediyoruz. Üstad ne demişse olmuştur. Hiç zerre kadar şüphemiz olmasın. Muhakemat’taki bölümü biliyorsunuz: “Hem de bilâperva olarak ilân ederim: Beni geçmiş asırların efkârına karşı mübarezeye heyecan ve şecaate getiren ve yüzer senelerden beri sevkü’l-ceyş ile kuvvet bulan hayalat ve evhamın müdafaasına beni gayrete getiren itikadım ve yakînimdir ki, hak neşv ü nemâ bulacaktır—eğer çendan toprakta gizlense... Ve taraftar ve mültezimleri muzaffer olacaklardır—eğer çendan zaman ve zeminin merhametsizliğinden, az ve zayıf olsalar... Hem de itikadımdır ki: İstikbale hüküm sürecek ve her kıtasında hakim-i mutlak olacak, yalnız hakikat-i İslâmiyettir.”

Üstad bir bahar gelecek diyor. Her kışın bir baharı olduğu gibi insanlığın da olacak inşallah.

Bir şeyde maniler, engeller olduğu zaman Üstad Hazretleri “Gidilmez, bundan vazgeçelim” demiyor, o maniyi atlıyor. İhlâs Risâlesinin sonunda bu var. Zindan-ı atalete düştüğümüzün sebepleri var ya, orada 6-7 tane mani var. O manileri teker teker atlamış Üstad.

 

MAKSATTA İTTİFAK ETMELİ

 

Nur Talebeleri arasındaki gruplaşmaları nasıl görüyorsunuz? Bu ayrılıklar bitmeyecek mi hiç?

 

Onları bir vatanın müdafaasındaki çeşitli askerler olarak görüyorum. Hedef bir: Vatan müdafaası.

Rekabet olmamalı. Hepimiz hak; hedefimiz bir. Maksatta ittifak etmeli, meslek ve meşrepte ihtilâf olabilir, o mühim değil. Maksat esastır. Yani yeni bir çığır açmadıktan sonra git gidebildiğin kadar.

Kaderin hissesinin olmadığı birşey olmaz. Üstad “Her musibette bir cihet-i rahmet vardır” diyor. Şimdi hep beraber olsak hangi medreseye sığacağız? Şimdi İstanbul’da bin yerde ders okunuyor. Hepsi aynısını okuyor. Yani müfritlik yapmazsak mesele yok. Kaderin çizmiş olduğu şeye rıza göstereceğiz. Kader fetva verir, vermese bu işler olmaz. Bunun hikmet cihetleri de var yani.

Bazıları Nur Talebelerini zahiren parçaladığını zannediyor, fakat daha da kuvvetleniyor. Sakalı kesince daha gür çıkar. Sokollu Mehmet Paşa ne demiş: “Siz donanmamızı yenmekle sakalımızı tıraş ettiniz. Biz Kıbrıs’ı almakla kolunuzu kestik. Kesilen kol geri gelmez ama tıraş edilen sakal eskisinden daha gür çıkar.”

 

Peki gruplar arasındaki ziyaretler artmalı değil midir?

 

Doğrudur, onda ihmalimiz var.

M. İsmail TEZER

23.03.2005

Abdullah Yeğin: Gaye bir ise hepimiz biriz

 

Bediüzzaman Hazretlerinin vefat ettiği 23 Mart 1960 tarihinden bugüne baktığımızda, Türkiye’de ve dünyada hizmetlerimiz nereye gelmiştir. Kısaca değerlendirir misiniz?

 

Ben 1951’de Emirdağ’da Üstadın yanında ve hizmetindeydim. 1940 senesinde de Üstadı Kastamonu’da ziyaret ettim. O zaman ortaokulda talebeydim. O zamandan beri bu işin içindeyim. Elbette ki hizmet çok ilerledi. O zamanla bu zamanı mukayese edecek olursak, o dönem bir vilayette bir-iki Nur Talebesi ya var, ya yoktu. Fakat şimdi elhamdülillah nereye gidersek gidelim—başta Türkiye’nin her yerinde—Risale-i Nur dersaneleri açıldı, Risale-i Nurlar okunmaya başlandı. Siyasîler de bu işi ele almak istediler. Fakat neticede Risale-i Nur’daki delilli-bürhanlı hakikatler, hiç siyasete ihtiyaç kalmadan kendi kendine intişar ediyor ve etti elhamdülillah.

Şimdi o zamanı düşünecek olursak çok ilerleme var. Dünyanın her tarafında—ben Amerika’ya da gittim, Almanya’ya da gidiyorum, Kazakistan vs. Rusya’ya da gittim—elhamdülillah Risale-i Nur’un dersaneleri faaliyette ve bir ilerleme mevcut. Şimdi bu işe kendini tamamen veren bir çok talebe, Risâle-i Nur’a kendini adamış yüzlerce vakıf talebe var. Öğretmen gibi dersanede çalışanlar da var. Her bakımdan Risale-i Nur—hatta biliyorsunuz o sempozyumdan sonra gazetelerin neşriyatı, vs. gösteriyor ki—bu millete en büyük hizmeti yapıyor; komünizmden, anarşiden, imansızlıktan, dinsizlikten memleketin halâsını, kurtuluşunu temine vesile olmuştur ve oluyor elhamdüllilah.

Şimdi aleyhimize çalışanlar yok gibi görünüyor. Tabiî gizli din düşmanları durmazlar, çalışırlar, onlar başka... Fakat şimdi açıkça görülmüyor, çünkü Risale-i Nur’un hakkaniyeti sayesinde onlar susturuluyor. Her tarafta Risale-i Nur galip geliyor.

Almanya’da bile ben kaç kişiye Risâle-i Nur verdim; papazına, profesörüne, öğretmenine, çeşitli münevver kısımlarına verdik. Hiçbirinin itirazını görmedim. “Biz buna karşı bir şey diyemeyiz” diyorlar. Çünkü aklî, mantıkî, ilmî... Sonra Risâle-i Nur “Dünyada şu gayemiz var” diye bir hedef göstermiyor. Diyor ki: “Bizim esas vazifemiz imana hizmettir.” “Allah’ın işine karışmayacak şekilde, Cenab-ı Hakkın emirlerine teslim olarak bizim vazifemiz imana hizmet etmek” diyor. Ve her tarafta elhamdüllah asayişe hizmet eder tarzda müsbet hareketi Nur Talebeleri esas yapmışlar. Kimseye bir zarar vermemeyi, kimseden birşey istemeden sırf lillah için Risale-i Nur’a hizmet etmeyi gaye edinmişler. Çünkü bir insan dinî bir hizmeti Allah rızası için yaparsa o hakikî halis ibadettir. Eğer dünyevî bir maksat, herhangi bir makam, menfaat ve şan-şöhret için yaparsa o dünyevîdir. O adamın ihlâsı bozuktur ve zaten o tesir etmez de. Vesveseden hâlî değildir. Risale-i Nur bize daima hiçbir karşılık beklemeden ihlâsla Risale-i Nur’u tanıtmayı, Risale-i Nur’a hizmet etmeyi öğretiyor.

O zamandan bu zamana çok ilerleme var elhamdülillah. Şimdi dünyada dine karşı bir hareket yoksa ben bunu başta Risale-i Nur’a veriyorum. Evet her cemaat çalışıyor; Risale-i Nur’u program yapan da var, kendilerine göre başka yol tutanlar da var. Fakat hepsinin hizmeti nihayet aynı gayeye götürüyor. Milleti yavaş yavaş imana, Kur’ân’a, hakikatlere doğru götürüyor elhamdülillah.

 

Nur Talebeleri arasındaki gruplaşmaları nasıl değerlendiriyorsunuz? Birleşme olmayacak mı?

 

Üstadımız derdi ki mesleklerde ve meşreplerde ittihad mümkün olmadığı gibi caiz de değildir. Gaye bir ise hepsi bir demektir. Meselâ siz ne yapıyorsunuz: Risale-i Nur’dan anladığınızı tatbike çalışıyorsunuz. Risale-i Nur’u program yapmışsınız. Hocaefendi mektep açmış, dersane açmış, kolej açmış. Orada da mümkün mertebe kendi anlayışları, kabiliyetleri ve güçlerinin yettiği kadar Risale-i Nur’u, birşeyleri öğretmeye çalışıyorlar. Herkesin gayesi neticede imana hizmet olduğu için hepsinin gayesi birdir. Ben hepsi dinsizliğin karşısında bir yumruktur diyorum. Bunlar ayrı ayrı gibi görünüyorlar, ama işbölümü yapmış durumdalar. Meselâ ben Urfa’ya gidiyorum. Gittiğim zaman 1951’di, Urfa’da ancak iki yerde (yazın başka, kışın başka yerde oturuyorduk) ders okunuyordu. Şimdi ise sayısı belli değil. İstanbul, İzmir, Adana, Erzurum da öyle. Her tarafta böyle. Demek ki bu umumî bir ihtiyacın neticesi, gelişmesi oluyor elhamdülillah.

Risale-i Nur bütün aklımıza gelenleri cevaplandırıyor. Bu hizmette olanlar Risale-i Nur’u iyi okumalı. İhlas, Uhuvvet Risalelerini okumalı ve mü’minler arasında birliği beraberliği temine çalışmalı. Arayı açmaya değil, yaklaştırmaya çalışmalı. Mü’mine, Müslümana düşen en büyük vazife ehl-i imanın ittihadı, birliği, beraberliğidir. Bugün bir milyardan fazla Müslüman var. Ecnebîler aramıza girmişler, bizi birbirimizle uğraştırıyorlar, İslâmiyete zarar verecek faaliyetler ortaya koyuyorlar. Bunlara karşı ancak yekvücut, bir vücudun azası gibi olmakla galip gelinebilir. İmansız Cennete giden yok, imansız dünya saadeti de yoktur. Onun için en büyük ve esas mesele imanı kurtarmaktır.

Elhamdülillah Nur Talebeleri arasında şimdi eskiden daha ziyade birlik, beraberlik, yaklaşmak, samimiyet, birbirlerine gelmek-gitmek devam ediyor, daha da sıklaşacak. Nereye gidersek gidelim, hep birbirimize kardeş nazarıyla bakıyoruz. Sempozyumda da söyledim, 1940-41 senesinde Denizli hadisesinden dört-beş ay evvel Üstad şöyle demişti: “Ben gittiğim yerlerde sekiz sene kadar kalıyorum. Şimdi sekiz sene yaklaştı. Ben ya öleceğim, ya buradan gideceğim. Siz hakikî kardeşsiniz. Siz Risale-i Nur’u devamlı okuduğunuz ve yazdığınız için sizi kardeş kabul ediyorum. Birbirinizden ayrılmayacaksınız. Risale-i Nur’dan da ayrılmayacaksınız. Bir zaman gelecek, her tarafta Risale-i Nur’un talebeleri olacak. Belki bir daha görüşürüz, belki görüşemeyiz.” Böyle bir ihtimal de söyleyince çok müteessir olduk. O zaman “Merak etmeyin, tekrar görüşeceğiz” dedi. Üstad senelerce evvel “Siz kardeşsiniz, birbirinizden ayrılmayın, Risale-i Nur’dan ayrılmayın” diyor. Şimdi elhamdülillah görüyoruz ki birbirini tanımak, birbirine yaklaşmak ve müsbet hareket etmek artıyor.

Yaratılış itibariyle kimsenin kimseye benzemediğini görüyoruz. Düşüncelerde de farklılıklar var, hizmetlerde de var. Görüşler, anlayışlar birbirinden ayrı oluyor. Onun için benden darılan, mecbur ötekine gidiyor, ötekinden darılan ötekine gidiyor, böylece milletin arasına Risale-i Nur daha çok giriyor elhamdülillah. Yani bunlar hep hikmetli hadiseler.

 

ALTINCI MESELE’DEKİ

CEVAP ÇOK MÜHİM

 

Meyve Risalesi’nin 6. Meselesinde bahsedilen “Kastamonu’daki lise talebelerinden” birinin de siz olduğunu biliyoruz. “Muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar…” sualinize karşılık Üstadın verdiği cevap, geçenlerde Sabah Gazetesinden Emre Aköz’ün de çok dikkatini çekmişti. Din eğitimi meselesinin de gündemde olduğu bir vasatta Üstadın size verdiği cevap açısından değerlendirmelerinizi alabilir miyiz?

Evet, ben sordum o suali. Daha evvel Üstadımızın bize verdiği ilk ders On Üçüncü Sözün İkinci Makamı. “Cazibedar bir fitne içerisinde bulunan ve daha aklını kaybetmeyen bazı gençlerle bir muhaveredir” tarzında bir ders var ya. “Kabir var, kimse inkâr edemez. Herkes ister istemez oraya girecek. Oraya girmek için de üç tarzda üç yoldan başka yol yok...” Bu birinci dersimizdir. Altıncı Meseledeki dersi de bundan bir-iki sene sonra verdi. O dönem Hasan Ali Yücel Maarif Vekili idi. Her tarafta Köy Enstitüleri açarak köy öğretmenleri yetiştirme ve bunları tamamen inkılâpçı yetiştirip, milleti dinden arındırma teşebbüsüne geçtiler. Demokrat Parti geldi, elhamdülillah, onların hepsini kaldırdı. Altıncı Mesele’deki cevap çok makul ve mühim bir cevap. Hatta Üstad derdi ki; “Fizik, kimya, tarih, coğrafya vesâire dersleri eğer siz Allah’a inanarak okursanız, aynı Risale-i Nur gibi onlardan istifade edersiniz.” Çünkü hepsi aklımızı çalıştırıyor, tefekküre sevk ediyor. Kâinattaki nizamı-intizamı öğretiyor. Cenâb-ı Hakkın isimlerinin tecellilerini gösteriyor. Hepsi faydalı. Üstad en büyük düşmanımız cehalet demiyor mu zaten. Allah cümlemizi ehl-i iman dairesi içerisinde muhafaza buyursun.

 

Üstadla ilgili, hatırladığınızda sizi en çok etkileyen, hiç unutamadığınız bir hatıranızı bizimle paylaşır mısınız?

 

Herşeyi bırakıp, okulu vesâiresini hiçbir şeyi düşünmeden—Dil Tarih son sınıfa gelmiştim o zaman—Üstadımızın yanına gittiğimde, yanında kalmak istedik. Bize şöyle bir şey söyledi: “Benim yanımda herkes kalamaz. Şartlarım var. Benden duâ dahi istemeyeceksiniz, hiçbir karşılık istemeyeceksiniz. ‘Biz bu zata hizmet ediyoruz, duâsını alırız, ilminden istifade ederiz’ gibi bir niyetle duramazsınız. Ancak ‘Bu adam ihtiyardır, hastadır, gariptir, kimsesizdir, bakıma muhtaçtır’ diye Allah rızası için hizmet ederseniz kalabilirsiniz” demişti. Bunu unutamam hiç.

Yine bir ara ziyaretine gitmiştim. “Üstadım, Ankara’ya, Konya’ya, İstanbul’a, çok yerlere gidiyorsunuz. Urfa’ya da geleceğinizi vaad ettiniz. Urfalılar şimdi sizi bekliyorlar. Ne zaman geleceksiniz?” diye sordum. Dedi ki: “Risale-i Nur orada yok mu?” “Var” dedim. “Orada Risale-i Nur varsa benim gelmeme lüzum yok” dedi. Ama “Gelmeyeceğim” de demedi. Ben aklımdan diyordum ki, Üstad gelecek, ama söylemiyor. Çünkü on sene evvel bizi gönderirken “Ben de Urfa’ya geleceğim” dedi. Hatta “Sana başın sağolsun diyecekler” dedi. Hep böyle işaret etti o. Fakat bizde kafa yok, düşünemedik. Düşünsek bile ehemmiyet vermedik. Orada vefat edeceğine bile işaret etmişti. Cenab-ı Hak kusurumuzu affetsin.

 

Gazetemiz aracılığıyla okuyuculara vermek istediğiniz son bir mesaj var mı?

 

Ben diyorum ki, Risale-i Nur okuyanlara konuşmaya fazla lüzum yok. Risale-i Nur’da her istediklerini bulabilirler. Risale-i Nur’u iyi okunsunlar. Üstadımız “Ben derse muhtacım. Risale-i Nur’u kendim için yazdım, kendim için okuyorum” diyordu. Her nefis derse muhtaçtır. Başta nefsimizi ıslâh ile mükellefiz. Allah bizi kendine güvenenlerden etmesin. Allah’tan başka hiç kimseye güven yok. Üstadımız onun için bizi hakikatlere bağlamış, delillere bağlamış. Kendine bağlamamış, “İnsanların peşinde gidin” demiyor, “Benim peşimde gelin” demiyor. Son zamanında demişti: “Bana bağlanma, Risale-i Nur’a bağlan. Risale-i Nur yeter.”

M. İsmail TEZER

23.03.2005

Ahmed Aytimur: İhlâsımızı muhafaza edelim

 

Üstad Hazretleri hakkında mektuplar var. Barla, Kastamonu, Emirdağ Lâhikalarında mevcut. Onları okursak, o mektuplar hayat-ı içtimaiye ile alâkadardır. O mektupların dediklerini tatbik etsek o zaman başka birşeye ihtiyaç kalmaz.

Şimdi talebe çok. Hergün çoğalıyor. Biliyorsunuz neşriyatta bellidir. Meselâ siz neşrediyorsunuz. Biz ediyoruz. Said Özdemir ediyor. Sözler ediyor vs... Demek hâlâ ihtiyaç var ki neşrediliyor.

Yeter ki biz ihlâsımızı muhafaza edelim. Biliyorsunuz ihlâs var, bir de ihlâs (Arapça “hı” harfi ile) var. Allah bizi ihlâs (“hı” ile) sahibi etsin. Öteki ihlâs biliyorsunuz iflâs demek. İflâs etmeyiz inşallah. Allah hakkımızda hayırlısını versin.

Talebeler maşallah iyi. Çalışıyorlar, okuyorlar. Biz de işte karınca kararınca çalışıyoruz. Risaleleri hem Türkçe, hem Osmanlıca basıyoruz. Bizden isteyenlere gönderiyoruz.

 

Nur talebeleri arasındaki gruplaşmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

Üstad Hazretlerinin dediklerini hayatımıza geçirirsek kırgınlıklar olmaz. Biz şahıslara değil de Risale-i Nur’a bakalım. Allah Risale-i Nur talebelerini muvaffak etsin, onların yardımcıları olsun.

M. İsmail TEZER

23.03.2005