MENKIBELERDEN İBRETLER Mustafa Bahadıroğlu
NE MASUM NE GÜNAHKAR
İsa A.S. zamanında, hayatını bilgisizlik ve azgınlıkla geçiren, taş yürekli
fakat cesur bir günahkâr yaşardı. Şeytanı bile kendisinden uzaklaştıracak kadar
pisti. Günlerini günah ve kötülükle kirletir, kimse rahat yüzü görmezdi onun
yüzünden. Kendini beğenmişlikle dolu kafasında ne beyin, ne de akıl vardı. Yüzü
günahtan kömür gibi siyahlaşmış, doğru yola yabancılaşmıştı.
İsa A.S. çölden dönüyordu.
Ömrünü Allah’a kullukla süslendiren bir âbidin evine uğradı. İnsanlarla
görüşmeyen ve odasından çıkmayan âbid, İsa A.S.’ın geldiğini görünce avluda
karşıladı onu ve ayaklarına kapandı.
Kötülük ve günahkârlıkta şeytanı bile utandıran adam, bir kenarda seyrediyordu
onları.
Işığa uzaktan bakan pervaneye benziyordu, bu haliyle. İçine bir pişmanlık oku
saplanıyor, gözlerinden yaşlar süzülüyor, bu ışıklı insanlarla kendi karanlık
dünyasını kıyaslayarak, isyan ve gafletle geçirdiği ömrüne ağlıyordu. Kendi
kendine, ‘eyvah!’ diyordu; ‘aldandım, dünyayı sonsuz zannettim, iyilik adına en
küçük bir kârım yok. Kimsenin bana benzemesini istemem. Ölümüm yaşamamdan daha
iyi. Ey yerlerin ve göklerin Yaratıcısı! Günahımı bağışla. Esirge beni, merhamet
et!’ diyor ve utanç içinde başını yere eğiyor, ağlıyordu.
İsa A.S.’ın evine uğradığı ihtiyar âbid gördü adamı. Yüreği kibir ve gurur
ateşiyle doldu. Kaşlarını çatarak, ‘bu uğursuz neden gözlüyor bizi?’ dedi;
‘yanımıza mı gelmek istiyor yoksa? Kendini bizimle aynı makamda mı görüyor?
Rezil bir insanda zerre kadar iyilik mi olur ki, benimle ve Peygamber’le
konuşmak istiyor? Ne olurdu yıkılıp cehenneme gitseydi, ölümünü görseydik dünya
gözüyle! Ne çirkin bir surat, ne karanlık bir yüz öyle! Yarabbi! Diriliş gününde
beni bu adamla birlikte haşretme!’
Tam bu sıra İsa A.S.’a Allah’tan vahiy geldi:
‘Biri kulluk, öteki şarap ve günahla sarhoş olan bu bilgin ve bilgisiz
kullarımın ikisinin de dileğini kabul ettim.
Bu bahtsız adam, ömrünü günah kirleriyle kirletmişse de, o kadar yürekten
yakardı ki, kötülüklerini bağışladım. Bizim kapımız şefkat ve esirgeyiş
kapısıdır. Oraya içtenlikle başvuran ve bağışlanmak isteyenlerin duası
reddedilmez. Eşiğimize pişmanlıkla yüz sürenler ne kadar günahkâr olurlarsa
olsunlar, onlara bağış ve ikramda bulunur, cennetimize alırız.
Âbide gelince; madem onunla birlikte diriltilmek ve onun bulunduğu cennette yer
almak istemiyormuş, onun da dilediğini yerine getiriyoruz. Ona söyle, kendisini
cehenneme, kötü adamı da cennete gönderiyoruz.’
Arkadaş!
Kimin üstü başı temiz, görünüşü güzel ve gösterişli, fakat ahlâkı kötü ve içi
pis ise, cehennem kapıları ona sürekli açıktır. Anahtarı kötü ahlâkıdır onun.
Allah’ın dergâhında, O’nun büyüklüğü karşısındaki acizlik ve düşkünlük,
mağrurane kulluktan daha iyidir.
Kendini iyi gören kötüdür. Gerçek kulda benlik olmaz. Kendisinde fıstık içi gibi
bir iç gören, soğan kabuğundaki zar olduğunu anlar bir gün.
Benlikten vazgeçmeden kul olunmaz. Benliği bırak, Allah’a kullukta özür dileyici
ve kendini küçük görücü ol.
Hakka karşı iyi, halka karşı kötü olunmakla kulluğa erişilmez.
KABİRDE KONUŞAN GENÇ
Takva sahibi olmak, hayatın her döneminde güzel. Ama fırsatlar çağı gençlikte
bir başka güzel. Güce, kuvvete, güzelliğe rağmen günahlardan sakınanların
mükafatı ebedi mutluluk. Hayatın baharı şeytana satılmazsa, sonsuz bahar bir
adım ötede.
Hz. Ömer’in (R.A.) halifeliği döneminde ibadet ehli, son derece takva sahibi bir
genç vardı. Hz. Ömer’in hayret ve takdirle izlediği bu gencin kalbi, Allah ve
Rasulü’nün (A.S) sevgisiyle doluydu. Vakit namazlarında cemaati kaçırmaz,
namazdan çıkar çıkmaz evine döner ve ihtiyar babasının hizmetini görürdü.
Bu gencin evine giden yolu bir kadının kapısının önünden geçiyordu. Kadın her
defasında gencin yoluna çıkarak çirkin tekliflerde bulunuyor, fakat genç, Allah
korkusundan ona iltifat etmiyordu.
Yine bir gün yatsı namazını kıldıktan sonra evine giderken, kadın tekrar
karşısına çıktı. Bu sefer bütün maharetini kullanarak genci kandırmayı başardı.
Fakat genç, kadının ardı sıra eve girerken birden bire Allahu Tealâ
Hazretleri’ni hatırladı ve korkuyla dilinden şu ayet döküldü:
“Takvaya erenler (var ya); onlara şeytandan herhangi bir vesvese iliştiği zaman
(Allah’ın emir ve yasaklarını) hatırlayıp, hemen gerçeği görürler.” (A’raf/201)
Hemen ardından da bayılarak düştü. Kadın hizmetçisini çağırdı. Genci tutarak
evinin önüne getirip koydular. Sonra da kapıyı çalarak babasına haber verdiler.
Babası dışarı çıkınca, oğlunu baygın bir vaziyette kapının önünde buldu.
Komşulardan bir kaçı genci tutup eve taşıdılar. Uzun bir müddet baygın kalan
genç kendine gelince, babası:
- Evladım neyin var ne oldu? diye sordu. Oğlu:
- Bir şeyim yok. dedi. Babası:
- Allah aşkına söyle! deyince, oğlu başından geçenleri anlattı. Babası:
- Hangi ayeti okumuştun? diye sordu. Genç, ayeti okudu ve tekrar kendinden
geçti. Bir de baktılar ki genç ruhunu teslim etmiş. Bunun üzerine genci
yıkadılar ve gece vakti götürüp göz yaşlarıyla defnettiler. Sabah olunca olay Hz.
Ömer’e bildirildi. Hz. Ömer, gencin babasına gelerek başsağlığı diledi ve:
- Bana niye haber vermedin? diye sordu. Gencin babası:
- Ey Mü’minlerin Emiri, vakit geceydi. dedi. Hz. Ömer:
- Bizi onun kabrine götürün. dedi. Hz. Ömer ve beraberindekiler gencin kabrine
geldiler. Hz. Ömer (R.A):
- Ey filan kişi! Rabbin makamında durmaktan korkanlara iki cennet var.
(Rahman/46) dedi. Kabirdeki genç konuşup:
- Ya Ömer! Rabbim Cennette bana onları iki defa verdi. diye cevap verdi.
(Hayatü’s-Sahabe)
DİRİLEN ÖLÜ
Enes bin Mâlik (R.A.) anlatıyor: “Gözleri görmeyen yaşlı bir hanımın Saib adında
bir genç oğlu vardı. Daha hayatının baharında olan bu delikanlı Medine vebasına
yakalanmıştı. Uzun zaman hasta yattı. Bir gün delikanlının ziyaretine gittik.
Fakat maalesef biz orada iken delikanlı ruhunu teslim etti. Bizde gözlerini
kapadık ve üzerine elbisesini örttük. İçimizden biri annesine:
- Onun için Allah’a dua et. dedi. Annesi:
- Ama o öldü. dedi. Biz:
- Olsun sen yine de dua et. dedik. Bunun üzerine kadın çocuğun ayak ucuna
oturdu, ayaklarını tuttu ve:
- Allahım, ben isteyerek sana iman ettim. Senden korktuğum için, putları
bıraktım. Arzumla sırf senin için hicret ettim. Allahım, puta tapanları bana
güldürme, gücümün yetmeyeceği bu yükü bana yükleme.’ diye dua etti.
Alah’a yemin ederim ki, kadın sözünü bitirir bitirmez, çocuk ayaklarını
kımıldatmaya başladı. Sonra da yüzünden örtüyü attı. Rasulullah (A.S.) ve annesi
vefat edinceye kadar da yaşadı.” (Hayatü’s-Sahâbe)
FUDAYL BİN İYAZ
Bugün menkıbelerini ibret ve hayretle okuduğumuz nice büyük zat, yaşadıkları
büyük dönüşüm sonucunda maneviyat semamızda birer yıldız oldular. Kimi İbrahim
Edhem gibi dünya sarayını terk edip gönül saraylarında padişah oldu. Kimi de
Fudayl b. Iyaz gibi eşkıyalıktan evliyalığa terfi etti. Bu dönüşümün adı
tevbedir. Herkesi arındırmaya yetecek kadar büyük bir okyanus olan tevbe.
Tevbekârların medar-ı iftiharı, verâ ve irfan deryası Ebu Ali Fudayl b. İyaz (Rh.A.),
iki cihandan yüz çeviren şeyhlerin büyüklerinden olup, himmet ve fütüvvet ehli
bir sufi idi. Merv, Kufe veya Horasan’lı olduğuna dair değişik görüşler var.
Fudayl b. İyaz, Merv ile Ebiverd arasında eşkiyalık yapardı. Fakat tabiatı hayır
ve salaha meyilli idi. Soygun yaptığı kafilede bir kadın bulunacak olsa ona
ilişmez, fakirin malını gasbetmezdi. Sahranın ortasında bir çadırı vardı.
Adamları soydukları her kafilenin malını önüne getirirler, o da dilediğini
kendine ayırırdı.
Bir gün muazzam bir kervan çıkageldi. Eşkiyalar kervanın gelmekte olduğunu fark
edip hazırlık yaptılar. Kervanla birlikte gelen bir kişi haramilerin sesini
işiterek, kafiledeki ağaya haber verdi. Ağa da haramilerden gizlemek için
yanındaki altınları alıp çöle açıldı. Orada bir çadır gördü. Çadırda sırtına aba
giymiş biri oturuyordu. Bu Fudayl’dan başkası değildi.
Durumdan haberdar olmayan ağa altınları ona emanet etmek istedi. Fudayl
altınları çadırın içinde bir köşeye koymasını söyledi. Ağa da altınları bırakıp
geri döndü. Kervanın yanına varınca haramilerin bütün kervanı soyduğunu gördü. O
da geriye kalan bir kaç eşyasını toplayıp, çadırın yolunu tuttu.
Oraya vardığında bir de ne görsün! Eşkiyalar oturmuş malları taksim ediyorlardı.
Adamcağız bir ah çekti ve, “demek altınlarımı haramilerin eline teslim etmişim!”
diye hayıflandı. Geri dönmek isterken Fudayl onu gördü ve “gel!” diye seslendi.
Oraya varınca Fudayl, “senin burada ne işin var?” diye sordu. Ağa: “Emaneti
almak için gelmiştim de...” dedi. Fudayl, “nereye koyduysan git oradan al.”
dedi. Adam gitti ve altınları koyduğu yerden aldı. Yoldaşları Fudayl’a: “Biz bu
kervanda hiç nakit bulamadık, sen ise bunca nakdi iade ediyorsun!” dediklerinde
Fudayl:
- “O, hakkımda hüsnüzan besledi ve ben de Allahu Tealâ hakkında hüsnüzan
besliyorum. Ben onun hakkımdaki hüsnüzannını doğru çıkardım. Ola ki Allahu Tealâ
da benim kendisi hakkındaki hüsnüzannımı doğru çıkarır.”
Naklederler ki, Fudayl (Rh.A.) ilk zamanlarında bir kadına aşık olmuştu.
Eşkiyalıktan her ne elde ederse ona gönderirdi. Zaman zaman da yanına gider
konuşur, ağlardı. Bir defasında yine akşama kadar gönül eğlemiş, tırmandığı
duvar üzerinde kadınla muhabbet ediyordu.
Bu esnada oradan geçmekte olan kervanda bulunan bir hafız şu mealdeki ayeti
okur: “Allah zikredildiği zaman, iman edenlerin kalplerinin saygıyla
yumuşayacağı zaman halâ gelmedi mi?” (Hadid/16)
Okunan bu ayet bir ok gibi Fudayl’ın yüreğine saplanır. Ta derinden yaralar.
“Geldi, geldi... Hatta geçti bile!” diye söylenir. Şaşkın ve mahcup olur,
yerinde duramaz. Günahlarına içten bir şekilde tevbe eder. Bundan sonra ağlaya
ağlaya, diyar diyar gezerek, haksızlık yaptığı kişilerden af ve helallik diler.
Fudayl, işte böyle mahcup ve mahzun dolaşırken, Ebiverd’de onu gören bir Yahudi,
kendi yoldaşlarına: “İşte şimdi Muhammedîler ile eğlenmenin zamanı geldi.” der.
Sonra Fudayl’a, “eğer sana hakkımı helal etmemi istiyorsan, falan yerdeki filan
kayalık tepeyi kaldır, yerini dümdüz et.” diye bir şart ileri sürer.
Tepe gayet büyüktür. Fudayl, bu tepeyi gece gündüz demeden kazmaya başlar.
Nihayet bir seher vakti bir rüzgar çıkar. O rüzgar, kayalık tepeyi yerinde
hiçbir şey yokmuş gibi dümdüz bir hale getirir. Bu manzarayı gören Yahudi bu
defa, “malımı iade etmedikçe hakkımı sana helal etmeyeceğim, diye and içmiştim.
Benim şu yastığın altında altınlarım var. Şimdi, sana hakkımı helal edebilmem
için onları al bana ver.” der. Aslında yastığın altına çakıl taşı vardır ve
maksadı da Fudayl’ı denemektir. Ama Fudayl, elini yastığın altına sokarak bir
avuç altın çıkarıp Yahudi’ye verir. Bu defa Yahudi, “sana hakkımı helal etmeden
evvel bana İslâm’ı arzet.” der. Fudayl, “bu ne hâl böyle?” deyince Yahudi: “Ben
seni imtihan ettim, aslında yastığın altında çakıldan başka bir şey yoktu.
Elinde çakılın altın olduğunu görünce anladım ki, samimisin ve dinin de haktır.”
der ve müslüman olur.
Fudayl b. İyaz (R.A.), daha sonraları hanımıyla birlikte Mekke’ye gitti. Orada
evliyanın halkasına katıldı. İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin sohbetlerine iştirak
ederek ilim tahsil etti ve hadis rivayetinde bulunacak kadar ilimde derinleşti.
Eski eşkıya Fudayl, sonraki hayatında artık bir hikmet, marifet ve hakikat
pınarıdır. Mekkeliler yanına gelip sohbetinde bulunmaya gayret ediyorlardı.
Kerametleri herkes tarafından biliniyordu. Uzak mesafelerden onu ziyarete
gelenlerin haddi hesabı yoktu. Halife Harun Reşid de sohbetinde bulunmuştu.
Nihayet h.187/m.803 yılında vefat etti.
(Kuşeyrî Risalesi, Keşfu’l-Mahcub, Tezkiretü’l-Evliya, Nefahat, Vâkıât-ı Üftade)