KURAN VE BiLiM
İlerleyen sayfalarda Kuran ayetlerinin evren hakkında verdiği bazı bilgilerin bilim ile olan olağanüstü paralelliğine değineceğiz. Ama öncelikle, Kuran ve bilim konuları üzerinde uzun süredir devam eden bir karışıklığa da değinmek gerekiyor. Bu karışıklık, bazı ateist "bilim adamları"nın Kuran'a önyargılı biçimde yaklaşmalarından kaynaklanır. Allah'ın varlığına inanmayan, dolayısıyla da Kuran'ın Hz. Muhammed tarafından "yazıldığını" öne süren bu kişiler, Kuran'ın verdiği haberlerin mutlaka bilimle çelişeceği noktasından hareket etmişlerdir. "6. yüzyılın bilgisi ile yazılan bir kitap, elbette sürekli gelişen ve yeni doğrular bulan bilimle çelişecektir" gibi bir mantık öne sürmüşlerdir. Böylesine bir önyargı ile baktıkları Kuran ayetlerinin anlamlarını çarpıtarak, sözkonusu iddialarına destek bulmayı denemişlerdir. Buna karşılık bazı müslümanlar, bu karalamalara karşı savunma yapmaya çalışırken, bir hataya düşerek, Kuran'ı bir "bilim kitabı"olarak tanıtmaya başlamışlardır. Kuran'ın bilimle çelişmediğini ispatlamaya çalışırken, neredeyse tüm bilimin Kuran'ın içinde olduğunu söylemişlerdir. Hatta, bilimsel gelişme için, formüllerle ya da deneylerle uğraşmak yerine, Kuran'ın daha derin araştırılmasının daha faydalı olduğunu öne sürenler olmuştur. Oysa, Kuran ayetlerinden anladığımıza göre, Kuran bir "bilim kitabı"değildir. Bilime öncülük etmek, kimya formülleri aktarmak ya da kuantum fiziği öğretmek için indirilmemiştir. Kuran'ın ne amaçla indirildiğini ayetler şöyle açıklıyor:
"Elif, Lam, Ra. Bu bir Kitap'tır ki, Rabbinin izniyle insanları
karanlıklardan nura, O güçlü ve övgüye layık olanın yoluna çıkarman için
sana indirdik." (İbrahim Suresi, 1)
"(Kuran) Temiz akıl sahipleri için bir hidayet rehberi ve bir zikirdir."
(Mümin Suresi, 54) Kısacası Kuran, müminlere rehber olmak üzere indirilmiştir. Onları "karanlıklardan aydınlığa" yani inkardan imana çıkaracak ve onlara Allah'a nasıl kulluk edeceklerini, O'nun rızasını nasıl arayacaklarını açıklayacaktır. "Rehber" olma özelliği, müminin karşılaşacağı olaylarla ilgili özlü bilgileri aktarmayı da içerir. Diğer deyişle Kuran, müminin tüm ibadetlerini nasıl yapacağını açıklar. Müminin ibadetleri ise iki türlüdür: Namaz, oruç gibi doğrudan Allah'a karşı yapılan ibadetler ve "iyiliği emredip-kötülüğü engellemek" olarak özetlenebilecek olan ve toplum içinde gerçekleştirilecek ibadetler. Bu yüzden Kuran, mümine, "iyiliği emredip, kötülükten sakındırırken" yani dini anlatırken ve dinin düşmanlarına karşı mücadele ederken ne gibi yöntemler izlemesi gerektiğini anlatır. Bunun yanında, ne tür insanlarla ve toplumlarla karşılaşacağını tarif eder. Sayısız ayette "De ki..." ve "Derler ki..." ifadeleriyle başlayan cümleler, müminlerin diğer insanlarla nasıl bir diyalog içine gireceğini anlatır. Ama bunlardan yola çıkıp "Kuran bir sosyoloji kitabıdır" ya da "Kuran bir psikoloji kitabıdır" diyemeyiz. Çıkarılacak sonuç, Kuran'ın, kendisini rehber edinen müminlere, Allah'a yakınlaşma ve Allah yolunda mücadele için girişecekleri çabada yardımcı olmak üzere psikolojik ve sosyolojik bilgiler verdiğidir. Bu bilgilerin, hiç bir sosyoloji ya da psikoloji kitabında verilemeyecek kadar özlü ve doğru olduğunu, müminler, yaşadıkları tecrübelerden bilirler. Kuran aynı şekilde, "dünyaya nizam verme"gibi bir misyon da yüklenmiş olan müminlere, politik bilgiler verir. Dünyada etkin "güç odakları"nı tarif eder. Müslümanlara kimin düşmanlık besleyeceğini bildirir. Dünyadaki bozgunculuğun ardında kimlerin var olduğunu açıklar. Ama bundan da "Kuran bir siyaset bilimi kitabıdır" sonucu çıkmaz. Kuran bu bilgileri, müminlere "rehberlik" etmek için vermektedir. Aynı şey, Kuran'ın verdiği tarihsel bilgiler için de geçerlidir: İnsanlık tarihi elbette Kuran'dan öğrenilmez ama Kuran, tarihin en önemli anahtarlarını vermekte, müminlerle dine düşman olanlar arasındaki mücadelenin tarihteki yerinden bahsetmektedir. Aynı kıstas, kuşkusuz bilim için de geçerlidir: Bilim, araştırma ve deney sonuçlarından elde edilir. Bu zaten, Allah'ın "yerde ve gökte"ki ayetlerinin incelenmesi için verilen Kuran emrinin de bir gereğidir. Ama Kuran'dan kimya formülleri çıkarmaya çalışmak kuşkusuz hata olacaktır. Kimya formülleri, müminin "ibadetleri" açısından doğrudan bir önem taşımamaktadır ki, Kuran'da açıklansın. Bunu araştırmak kimyacıların işidir. Ve kuşkusuz gereklidir, ama laboratuarda yapılacaktır. Bunun
yanında, Kuran ayetleri gerçekten de bazı bilimsel gerçeklere değinir. Çünkü
mümin, nasıl bir "siyaset bilimcisi"olmasa da girişeceği çaba nedeniyle
politik ortamı bilmesi gerekiyorsa; "bilim adamı" olmak zorunda olmasa da,
Allah'ın yarattıklarını tanıma açısından bilime aşina olmalıdır. Bu nedenle
Kuran, evrenin yaratılışı, insanın doğumu, atmosferin yapısı gibi bazı
konularda temel bilgiler verir. Bu konularda verilen bilgilerin, modern
bilimin son bulgularıyla uyum içinde olması ise, Kuran'ın "insan
yazması"olmadığını bir kez daha ortaya koyması açısından önem taşımaktadır.
Bu yüzyılda elde edilen bazı veriler, evrenin "yok"iken "var" hale geldiğini göstermiştir. Buna göre, evrenin bir başlangıcı vardır ve bu başlangıç Big Bang adı verilen bir "Büyük Patlama" ile gerçekleşmiştir. Bugün Big Bang Teorisi, bilim çevrelerinin büyük bölümünde kabul görmektedir. Bu teoriye göre, evrenin tüm materyali yaklaşık 15 milyar yıl önce tek bir noktada toplanmıştı. Bu tek nokta sonsuz bir yoğunluk ve sonsuz bir ısı anlamına geliyordu. Yoğunluk sonsuzdu ama bir hacmi yoktu. İşte Büyük Patlama'dan önceki bu dönem (ki buna dönem demek zordur; madde olmadığı için zaman da yoktur) evrenin olmadığı, herşeyin "yok"olduğu dönemdi. Teoriye göre, büyük bir patlama ile sonsuz yoğunluktaki birikim büyük bir hızla dağılmaya başlamıştır. Bir başka deyişle Büyük Patlama ile, evren "yok" iken, "varolmaya" doğru yola çıkmıştır. Bugün, evrenin sürekli olarak genişlemekte olduğunun ispatlanması Büyük Patlama’nın en büyük delili olarak kabul edilir.
"Bugün artık
galaksilerin her yöne doğru bizden uzaklaştığını biliyoruz. Kozmolojistler
evreni şişen bir balonun yüzeyi gibi düşünürler. Şüphesiz gerçek uzay,
balonun yüzeyi gibi 2 değil 3 boyutludur ve her yöne doğru genişler." (New
Scientist, 26 Eylül 1987)
Gök cisimlerinin kaçma hızı uzaklık arttıkça artmaktadır. Örneğin, bizden bir milyar ışık yılı uzaklıktaki Ursa-Major Takım Yıldızı, her saniye dünyadan 1.500 kilometre uzaklaşırken, çok daha uzak olan Hidra Takım Yıldızı’nın uzaklaşma hızı saniyede 6.000 kilometredir.
Evren
genişlediğine göre bu genişlemenin başladığı bir an olması gerekir. "Bu
genişlemeyi tersine doğru düşünür ve evrenin gelişmesini zaman içinde geriye
doğru çekersek o zaman her şey, 15 milyar yıl kadar önce sonsuz yoğunlukta
tek bir matematiksel noktada, tekillikte toplanacaktır."(New Scientist,
12 Mayıs 1988, sf. 52)
Big Bang teorisinin en büyük önemi, evrenin bir başlangıcı olduğunu ispatlamasıdır. Bunun yanısıra, pek çok kimsenin düştüğü bir yanılgıya da değinmek gerekir: Çoğu kişi, Allah'ın evreni Big-Bang ile -veya başka bir şekilde- yarattığını fakat bundan sonraki olayların "kendi kendine" işlediğini zanneder. Bu mantığa göre, Allah yalnızca "ilk hareket"i yaratmıştır ve evren birbiri ardına dizili domino taşları gibi kendiliğinden oluşmuştur. Oysa bu düşünce kökten yanlıştır. Big-Bang, evrende bildiğimiz, hesaplayabildiğimiz ilk harekettir. Evrenin bu patlama sebebiyle oluşması ve yaşadığımız büyük dengenin kendi kendini oluşturmuş olması düşünülemez. Hiç bir kuralı olmayan bir patlama sonucu dağılan parçacıkların, galaksileri, yıldız sistemlerini ve içinde dünyamızın yer aldığı Güneş sistemini kendi kendine oluşturduğu gibi bir sonuca varılamaz. Tek bir atomun bile, içerdiği olağanüstü sistemlerle kendi kendine şekillenmesi düşünülemezken koca bir evrenin bir patlamanın "kudretiyle" oluştuğunu söylemek akıldışı bir yaklaşımdır. Bunların hepsi de yine Allah'ın ilmiyle gerçekleşmiştir. Nitekim Kuran'da Allah'ın önce "gökleri" yarattığını, daha sonra yeryüzünü düzenlediği, onda dağları varettiği ardından atmosferi düzenlediği, en sonra da canlıları var ettiği bildirilmektedir. Aynı şekilde, Kuran ayetleri Allah'ın evrendeki tüm varlıkları sürekli yönettiğini bildirmektedir:
"Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri zeval bulurlar diye (her an kudreti
altında) tutuyor. Andolsun, eğer zeval bulacak olurlarsa, kendisinden sonra
artık kimse onları tutamaz. Doğrusu O, Halim'dir, bağışlayandır."
(Fatır Suresi, 41)
"Sizi diri tutan, sonra öldürecek, sonra da diriltecek olan O'dur.
Gerçekten
insan pek nankördür." (Hac Suresi, 66)
"Gökten yere
her işi O evirip düzene koyar..." (Secde Suresi, 5)
"Allah, yedi
göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların arasında
durmadan iner; sizin gerçekten Allah'ın her şeye güç yetirdiğini ve
gerçekten Allah'ın ilmiyle her şeyi kuşattığını bilmeniz, öğrenmeniz için."
(Talak Suresi, 12) Big
Bang, evrenin başlangıcıyla ilgili bugün için en tutarlı teori olarak
bilinmektedir. Çeşitli itirazlar gelmesine rağmen bunlar Big Bang sonrası
evrenin oluşumuyla ilgilidir ki bu konu zaten oldukça karmaşıktır.
Atomların, yıldızların, galaksilerin hangi sebep-sonuç ilişkileri içinde
yaratıldıkları bugün tam olarak bilinmemektedir. Ama kuşkusuz Allah’ın,
insanı bir su damlasını sebep kılarak yarattığı gibi, evreni de sebepler
zinciri içinde yaratmış olduğu düşünülebilir. Ve bu sebebin çıkış noktası
bir patlama veya başka birşey olabilir. Ama hiçbir aşama Allah’tan bağımsız
kendi kendine oluşmamıştır. Ve sonuçta oluşan mükemmellik onun üstün ilmi ve
kudretini gözler önüne sermektedir.
Tüm
evren, bu evrenin ucunda bir yerde yaşayan insanoğluna yararlı kılınmıştır.
Kuran, 'Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı
sizin emrinize verdi; yıldızlar da O'nun emriyle emre hazır kılınmıştır.
Şüphesiz bunda, aklını kullanabilen bir topluluk için ayetler vardır.'
(Nahl Suresi, 12) ayetiyle
buna dikkat çeker.
Ve önceden de söylediğimiz gibi, Kuran'da evrenin ve dünyanın yaratılışı ile ilgili tüm Kuran haberleri, bilim aracılığıyla bulunan gerçeklere uygundur. Aşağıda bu konuyla ilgili bazı örnekler yer alıyor.
20.
yüzyıla gelene kadar tek bir bilim adamı dahi evrenin genişlemekte olduğu
yönünde bir teori ortaya atmamış, hatta, belki de böyle bir olayı aklından
geçiren dahi olmamıştı. Stephan Hawking, evrenin genişlemesinin
farkedilmesini 20. yüzyılın en büyük olaylarından biri olarak niteledikten
sonra, bu olayın bugüne gizli kalmasından duyduğu şaşkınlığı şöyle dile
getirir: 'Evrenin genişlemekte olduğunun ortaya çıkarılışı 20. yüzyılın
en büyük düşünsel devrimlerinden biridir. Bu günden geçmişe bakıldığında
kimsenin bunu neden daha önce akıl etmediğine şaşmamak elde değil.'
Oysa
Allah’ın, 600’lü yıllarda vahyettiği kitabında, Allah'ın evreni yarattığını
ve de onu "genişlettiği" bildirilmektedir. Konuyla ilgili ayet şöyle
demektedir:
"Biz göğü
'büyük bir kudretle' bina ettik ve şüphesiz. Biz, (onu) genişleticiyiz."
(Zariyat Suresi, 47)
"O, biri
diğeriyle 'tam bir uyum' içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman'ın
yaratmasında hiç bir 'çelişki ve uygunsuzluk' göremezsin. İşte gözü(nü)
çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor
musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz umudunu kesmiş bir
halde bitkin olarak sana dönecektir." (Mülk Suresi, 3-4)
Evrendeki milyarlarca yıldız ve galaksi mükemmel bir uyum içinde kendileri
için tesbit edilmiş yörüngelerinde hareket eder. Yıldızlar, gezegenler ve
uydular hem kendi etraflarında, hem de bağlı oldukları sistemlerle birlikte
dönerler. Hatta bazen içinde 200 -300 milyar yıldız bulunan galaksiler
birbirinin içinden geçip giderler. Bu geçişte, evrendeki büyük düzeni
bozacak herhangi bir çarpışma olmaz.
Evrende hız kavramı dünya ölçüleriyle karşılaştırıldığında akıl durduracak
boyutlardadır. Milyarlarca, trilyonlarca ton ağırlığındaki yıldızlar,
gezegenler ve sayısal değerleri ancak matematikçilerin anlayabileceği
büyüklükteki galaksiler ve galaksi kümeleri uzay içinde korkunç bir süratle
hareket ederler.
Örneğin, dünya saatte 1670 km. hızla kendi ekseni çevresinde döner. Bugün en
hızlı merminin saatte ortalama 1.800 km.lik bir sürate sahip olduğu
düşünülürse dünyanın dev boyutlarına rağmen süratinin ne denli büyük olduğu
anlaşılır.
Dünyanın güneş etrafındaki hızı ise merminin yaklaşık 60 katıdır: saatte
108.000 km. (Böylesine büyük bir süratle yol alabilen bir araç
yapılabilseydi dünyanın çevresini 22 dakikada dolaşacaktı.)
Verdiğimiz bu sayılar sadece dünya içindir.
Güneş sistemi
ise daha da ilginçtir. Bu sistemin sürati mantık sınırlarını zorlayacak
derecededir.
Evrende sistemler büyüdükçe sürat artar. İşte güneş sisteminin galaksi
merkezi etrafındaki dönüş sürati: -Saatte tam 720.000 km., 200 milyar
yıldızı bünyesinde bulunduran "Samanyolu Galaksisi"nin uzay içindeki hızı
ise saatte 950.000 km. dir
Bu
başdöndürücü hız, aslında dünya üzerindeki yaşamımızın pamuk ipliğine bağlı
olduğunu gösterir. Böylesine karmaşık ve hızlı bir sistem içinde dev
kazaların oluşması normalde oldukça mümkündür. Ancak, ayette dendiği gibi,
tüm bu sistem içinde hiç bir 'çelişki ve uygunsuzluk' yoktur. Çünkü evren
de, her şey gibi, "başıboş"değildir ve Allah'ın koyduğu dengeye göre
işlemektedir.
Evrendeki büyük dengenin en önemli nedenlerinden biri, kuşkusuz gök
cisimlerinin belirli bir yörünge izliyor olmasıdır. Bu yörüngelere, yakın
zamana kadar bilinmediği halde, Kuran'da da dikkat çekilmiştir:
"Geceyi,
gündüzü, güneşi ve ayı yaratan O’dur; her biri bir yörüngede yüzüp
gitmektedirler." (Enbiya Suresi, 33)
Gerçekten de yıldızlar, gezegenler ve uydular hem kendi etraflarında, hem de
bağlı bulundukları sistemle birlikte dönmekte, evren bir fabrikanın
dişlileri gibi düzenli çalışmaktadır.
Evrendeki yörüngeler sadece bazı gök cisimlerinin hareketi değildir. Güneş
sistemimiz hatta diğer galaksiler, başka merkezler etrafında büyük bir
hareketlilik gösterirler. Dünya ve onunla birlikte Güneş Sistemi her yıl,
bir önceki yerinden 500 milyon kilometre uzakta bulunur.
Gök
cisimlerinin yörüngelerinden en ufak bir sapmanın bile sistemi altüst edecek
kadar önemli sonuçlar doğurabileceği hesaplanmıştır. Örneğin dünya
yörüngesinde, normalden fazla veya eksik 3 milimetrelik bir sapma bakın
nelere yol açabilirdi:
"Dünya güneş çevresinde dönerken öyle bir yörünge çizer ki her 18 milde
doğru bir çizgiden ancak 2.8 mm ayrılır. Dünyanın çizdiği bu yörünge kıl
payı şaşmaz, çünkü; yörüngeden 3mm'lik bir sapma bile büyük felaketler
doğururdu: sapma 2.8 yerine 2.5 mm olsaydı yörünge çok geniş olurdu ve
hepimiz donardık, sapma 3.1 mm olsaydı hepimiz kavrularak ölürdük."
(Bilim ve Teknik, Temmuz 1983)
Gök
cisimlerinin bir başka özelliği de, yörüngelerinin dışında bir de kendi
etraflarında dönmeleridir. "Dönüşlü olan
göğe andolsun." (Tarık, 11)
ise tam da bu gerçeğe işaret eder.
GÜNEŞ
Dünyadan 150 milyon km. uzakta olmasına rağmen, güneş bizim için gerekli
olan enerjiyi kesintisiz olarak ulaştırır.
Bu
dev enerjili gök cisminde hidrojen atomları devamlı olarak helyuma
çevrilmektedir. Her saniye 616 milyar ton hidrojen, 612 milyon ton helyuma
çevrilmektedir. Bu esnada dışarı salınan enerji 500 milyon hidrojen
bombasının patlamasına denktir.
Dünyada hayat güneşten gelen enerjiyle sağlanır. Yeryüzündeki dengenin
devamı ve canlılık için gereken enerjinin % 99 'u güneşten sağlanır. Söz
konusu enerjinin yarısı gözle görünür ve ışık olarak alınır. Geriye kalan
enerjinin büyük bir kısmı gözle görülmeyen, ama sıcaklık biçiminde ortaya
çıkan kızılötesi ışınlardır.
Güneşin bir özelliği de çan gibi genleşip salınmasıdır. Bu olay her beş
dakikada bir tekrarlanmakta güneşin yüzeyi bu sırada saatte 1080 km hızla, 3
km. kadar bize doğru ilerleyip sonra geri dönmektedir.
Güneş, Samanyolu'nu oluşturan 200 milyar yıldızdan biridir. Dünyadan 325.500
defa büyük olmasına rağmen, evrendeki küçük yıldızlardan sayılmaktadır. Çapı
125 bin ışık yılı olan Samanyolu'nun merkezine 30 bin ışık yılı
uzaklıktadır. ( 1 ışık yılı= 9.460.800.000.000 km.)
"Güneş de,
kendisi için (tesbit edilmiş) olan bir müstakarra (karar yerine) doğru akıp
gitmektedir. Bu üstün ve güçlü olan, bilenin takdiridir." (Yasin Suresi, 38)
Astronomların hesaplarına göre güneş, içinde bulunduğu galaksinin hareketi
nedeniyle, Solar Apex adı verilen bir yörünge boyunca Vega Yıldızı'na doğru
saatte 720.000 km.’lik bir hızla yolculuk etmektedir. (Bu, kaba bir hesapla
güneşin günde 720.000x24=17.280.000 km. yol katettiğini gösterir. Tabi ona
bağlı olan dünyamızın da...)
"Allah yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı..." (Talak Suresi,
12) Dünya atmosferinin yapısı, Kuran'ın işaret ettiği gibi, başlıca yedi bölümden meydana gelir. Atmosferde katları birbirinde ayıran yüzeyler bulunmaktadır. Encyclopedia Americana'nın (9/188) verdiği bilgiye göre, sıcaklığa bağlı olarak yerden itibaren şu katlar sıralanır. 1.Kat - Troposfer: Kalınlığı kutuplarda 8 km. ekvatorda 17 km'ye kadar ulaşır. Bu kat bulutların büyük bir bölümünü kapsar. Sıcaklık yükseltiye bağlı olarak kilometrede 6.5°C azalır.Bu katmanın tropopoz diye adlandırılan ve hızlı hava akımlarının olduğu kısımda sıcaklık -57°C’de sabit kalır. 2.Kat - Stratosfer: 50 km yüksekliğe ulaşır. Burada mor ötesi ışınlar soğurulduğu için ısı açığa çıkar ve sıcaklık 0°C’ye kadar yükselir. Bu soğurma sırasında ısının yanında dünya için hayati önem taşıyan ozon tabakası da ortaya çıkar. 3.Kat - Mezosfer: Yüksekliği 85. km'ye kadar çıkar. Burada sıcaklık -100 C’ye iner. 4.Kat - Termosfer: Sıcaklık giderek yavaşlayan bir tempoda artar. 5.Kat -İyonosfer:Bu bölgedeki gazlar iyon halinde bulunur. Radyo dalgalarının iyonosfer tarafından tekrar dünyaya gönderilmesi sayesinde yeryüzündeki iletişim sağlanır. 6.Kat - Ekzosfer:500 ila 1000. km'nin ötesinde, özellikleri tamamen güneşin etkinliklerine göre değişen tabakadır. 7.Kat - Manyetosfer: Burası dünyanın manyetik alanın kapladığı büyük bir boşluğu andıran alandır. Enerji yüklü atom altı parçacıklar Van Allen Kuşakları olarak adlandırılan bölgelerde tutulur. Aynı kaynakta sayıldığı üzere yer kabuğunun katmanları da 7 bölümden oluşur:
1.Kat Litosfer(su)
2.Kat Litosfer(kara)
3.Kat Astenosfer
4.Kat Üst manto
5.Kat Alt manto
6.Kat Dış çekirdek
7.Kat İç çekirdek
"Dağları
görürsün de, onları donmuş sanırsın; oysa onlar bulutların sürüklenmesi
gibi sürüklenirler. Her şeyi sapasağlam ve yerli yerinde yapan Allah’ın
sanatıdır (bu)." (Neml Suresi, 88)
Kuran, dünya merkezli bir evren modelinin benimsendiği bir çağda, dünyanın
aslında bulutlar gibi hareket eden bir cisim olduğunu belirtmektedir. Ayette
dünya kelimesi yerine dağ kelimesinin yer alması da ilgi çekicidir. Çünkü
dağlar dünyadaki sabitliğin simgesidir. Sabit gibi gözüken dağların hareket
etmesi demek dünyanın hareket halinde olması demektir.
Gökleri ve
yeri hak olarak yarattı. Geceyi gündüzün üstüne sarıp-örtüyor, gündüzü de
gecenin üstüne sarıp örtüyor. (Zümer Suresi, 5)
Kur’an’ın evreni tanıtan ayetlerinde kullanılan ifadeler oldukça dikkat
çekicidir. Üstteki ayette "sarıp örtmek" olarak tercüme edilen arapça kelime
"tekvir"dir. Bu kelimenin arapça karşılığı yuvarlak birşeyin üzerine bir
cisim sarmaktır. (Örneğin Arapça sözlüklerde başa sarık sarma gibi yuvarlak
cisimleri içeren fiiller için bu kelime kullanılır). Dolayısıyla gecenin
gündüzü tekvir etmesi ancak yeryüzünün yuvarlak olmasıyla mümkündür.
DAĞLARIN DEPREMLERİ ENGELLEMESİ
"O, gökleri
dayanak olmaksızın yaratmıştır, bunu görmektesiniz. Arzda da, sizi
sarsıntıya uğratır diye sarsılmaz dağlar bıraktı ve orada her canlıdan
türetip yayıverdi..." (Lokman Suresi, 10)
"Biz,
yeryüzünü bir döşek kılmadık mı? Dağları da birer kazık?" (Nebe
Suresi, 6-7)
Jeolojinin dağlar hakkında söyledikleri yukarıda verdiğimiz ayetlerle tam
bir paralellik içindedir. Dağların özelliklerinden biri yeryüzündeki büyük
yer tabakalarının uçlarında yükselmesi ve bu tabakaları birbirine
bağlamasıdır. Bu özellikleriyle dağlar tahtaları birarada tutan çivilere
benzetilmektedir. Bunun yanında dağların yerkabuğunda yaptığı basınç,
dünyanın merkezindeki mağma hareketlerinin etkisinin yeryüzüne ulaşarak
yerkabuğunu parçalamasına engel olurlar.
"Yerin
bitirmekte olduklarından, kendi nefislerinden ve daha bilmedikleri nice
şeylerden bütün çiftleri yaratan (Allah çok) yücedir." (Yasin Suresi,
36)
Erkeklik dişilik, "çift" kavramının bir karşılığı olmakla birlikte, ayette
bahsedilen "bilmedikleri nice şeylerden" ifadesi daha geniş bir anlam
içeriyor. Nitekim maddenin çiftler halinde yaratıldığını ortaya koyan
İngiliz bilimadamı Paul Dirac, 1933 yılında Nobel Fizik Ödülü’nü kazandı. "Parité"
adı verilen bu buluş, maddenin anti madde denilen bir çifti olduğunu ortaya
koymuştur.
Anti-madde,
maddenin tersi özellikler taşır. Örneğin maddenin tersine anti-maddenin
elektronları artı, protonları da eksi yüklüdür.
DENİZLERİN BİRBİRİNE KARIŞMAMASI
"Birbirleriyle kavuşup karşılaşmak üzere iki denizi salıverdi. İkisi
arasında bir engel (berzah) vardır; birbirlerinin sınırı geçmezler."
(Rahman Suresi, 19-20)
Yukarıdaki
ayette, bilinen iki su kütlesinin birbirleriyle karşılaşıp birleştiği fakat
bir engel sebebiyle karışmadıkları vurgulanmaktadır.
Bu nasıl
olabilir? Normalde beklenen iki denizin birbirleriyle karşılaştığında
sularının karışarak hem tuzluluk oranlarının hem de ısılarının eşitlenmeye
doğru gitmesidir. Oysa olay böyle olmamaktadır. Örneğin Akdeniz ve Atlas
Okyanusu, Kızıldeniz ve Hint Okyanusu birbirleriyle görsel olarak
birleşseler de suları birbirine karışmamaktadır.
Bunun sebebi aralarındaki
bir engeldir. Bu engel ise "yüzey gerilimi kanunu" olarak bilinen olaydır.
Demir dünyamızda en çok bulunan dört elementten biridir ve çağlar boyunca
insan için en hayati madenler arasında yer almıştır. Demirden bahseden Hadid
(demir) Suresi’nin 25. ayeti şöyledir:
"Demiri de
indirdik. Onda büyük bir kuvvet ve insanlar için fayda vardır." Bu
ayet ise oldukça ilginç olan iki matematiksel şifre taşımaktadır.
El-Hadid (belirli demir), Kuran'ın 57'nci suresidir. "El-Hadid" kelimesinin harflerinin sayısal değerleri toplandığında (ebced hesabı) karşımıza çıkan rakam da aynıdır: 57.
Sadece
"Hadid" (demir) kelimesinin ebced değeri ise 26’dır. 26 sayısı demirin atom
numarasıdır. Einstein'ın "rölativite kuramı"na göre zaman sabit bir ölçü değildir. Hıza bağlı olarak uzayıp kısalır. Kuran, "bir günü elli bin yıl" olan ve yine "bir günü bin yıl" olan farklı farklı zaman birimlerinden bahsederek, zamanın rölatif (göreceli) bir kavram olduğunu, Einstein'dan yüzyıllar önce açıklamaktadır.
"Melekler ve ruh ona süresi elli bin yıl olan bir günde çıkabilmektedir."
(Mearic Suresi, 4)
"Gökten yere her işi O evirip düzene koyar. Sonra (işler,) sizin saymakta
olduğunuz bin yıl süreli bir günde yine O'na yükselir." (Secde Suresi,
5)
"Görmediler mi, biz geceyi onda sükun bulmaları için, gündüzü de aydınlık(la
görsünler) diye yarattık. Şüphesiz, iman eden bir kavim için bunda ayetler
vardır." (Neml Suresi, 86)
Dikkat
edilirse ayet gecenin özel olarak yaratıldığını bildirmektedir. Bundan
birkaç sene öncesine kadar bilimadamları evrendeki yıldız sayısını ve
ürettikleri ışığı hesapladıklarında evrenin aslında sürekli aydınlık olması
gerektiği sonucuna varmışlar ve karanlığın sebebini anlayamamışlardı. Bu
konu ancak karadeliklerin keşfiyle açıklığa kavuştu. Çünkü evrenin her
yerine dağılmış olan karadelikler, sahip oldukları korkunç çekim alanlarıyla
yıldızların ürettiği ışınları büyük ölçüde yutmakta ve karanlığa sebep
olmaktadır. Bir başka deyişle, karanlık özel olarak üretilmekte, ya da
"yaratılmaktadır". Yakıtı tükenen yıldızın içine doğru büzülmesi ve en sonunda, yıldız yerine sınırsız bir yoğunlukta ve sıfır hacimde korkunç bir çekim alanın ortaya çıkmasıyla oluşan karadeliklere Kuran şöyle işaret etmektedir:
"Hayır, yıldızların yerlerine yemin ederim. Şüphesiz bu, eğer
bilirseniz gerçekten büyük bir yemindir." (Vakıa Suresi, 75-76)
Ayette
yıldızların yerlerinin büyük bir gücü temsil ettiği özellikle
vurgulanmıştır. Karadeliklerin yıldızların yerlerinde belirmeleri ve sahip
bulundukları büyük çekim gücü düşünülürse ayetin anlamı anlaşılacaktır
"Ay'a gelince, biz onun için de birtakım uğrak yerleri takdir ettik; sonunda
o, eski bir hurma dalı gibi döndü (döner). Ne güneşin aya erişip-yetişmesi
gerekir, ne de gecenin gündüzün önüne geçmesi. Her biri bir yörüngede yüzüp
gitmektedir." (Yasin Suresi, 39-40 ) Ay yörüngesinde seyrederken dünyanın bazen önüne bazen arkasına geçer. Aynı zamanda dünyayla birlikte güneşin etrafında da döndüğünden uzayda sürekli "S" harfi benzeri bir yörünge çizer. Ayın uzaydaki bu yörüngesinin şekli, kurumuş hurma ağacı dalına oldukça benzemektedir Ay dünyanın etrafında saatte 3659 km gibi büyük bir hızla hareket eder. Ay, ancak bu yüksek hızı nedeniyle dünyanın kuvvetli çekim gücünden korunabilmektedir. Ay, hızının daha yavaş olması halinde dünyaya çarpabilecek, daha hızlı olması durumunda ise uzaya savrulacaktı.
Ayın
büyüklüğü ve dönüş hızı dünyayı etkilemekte ve gel-git dediğimiz olaya sebep
olmaktadır. Ayın çekim kuvvetinin biraz daha fazla olması halinde dünyanın
büyük bölümü bir anda sular altında kalabilirdi.
ATMOSFER VE
VAN ALLEN KUŞAKLARI
Biz
çoğunlukla pek farkında olmayız, ama her gezegene olduğu gibi dünyaya da çok
sayıda göktaşı düşmektedir. Diğer gezegenlere düştüklerinde dev kraterler
açan bu göktaşlarının dünyaya zarar vermemelerinin nedeni, gezegenimizi
saran atmosferin düşmekte olan göktaşlarına karşı büyük bir direnç
göstermesidir. Göktaşı bu dirence fazla dayanamaz ve sürtünmeden dolayı
yanarak büyük bir kütle kaybına uğrar. Böylece, büyük felaketlere yol
açabilecek bu tehlike, atmosfer sayesinde savuşturulmuş olur.
Kuran, atmosferin yaratılışındaki bu özelliği şöyle ifade ediyor:
"Gökyüzünü
korunmuş bir tavan kıldık, onlar ise bunun ayetlerinden yüz
çevirmektedirler."
(Enbiya
Suresi, 32)
Gökyüzünün "korunmuş bir tavan" oluşunun en önemli örneklerinden biri
dünyayı saran manyetik alandır. Atmosferin en üst tabakası "Van Allen" adı
verilen bir manyetik kuşaktan oluşur. Bu kuşak dünyanın çekirdeğinin sahip
olduğu özellikler nedeniyle ortaya çıkmıştır.
Çekirdek, demir ve nikel gibi manyetik özelliği olan ağır elementleri
içerir. Ancak bunlardan daha önemlisi çekirdeğin iki farklı yapıdan oluşmuş
olmasıdır: İç çekirdek katı, dış çekirdek ise sıvı haldedir. Çekirdeğin bu
iki katmanı birbiri etrafında hareket eder. Bu hareket ağır metaller
üzerinde bir çeşit mıknatıslanma etkisi yaparak bir manyetik alan oluşturur.
İşte Van Allen Kuşakları bu manyetik alanın, atmosferin en dışına kadar
ulaşan bir uzantısıdır. Bu manyetik alan sayesinde dünya, uzaydan
gelebilecek olan tehlikelere karşı korunmuş olur.
Bu
tehlikelerin en önemlilerinden biri, "Güneş rüzgarları"dır. Güneş, dünyaya
ısı ve ışıktan başka, radyasyon ile beraber saatteki hızı 1.5 milyar
kilometreyi bulan, proton ve elektronlardan oluşan bir rüzgar da gönderir.
Güneş rüzgarları, dünyanın 40.000 mil uzağında manyetik halkalar çizen Van
Allen Kuşakları'ndan geçemezler. Parçacık yağmuru şeklindeki Güneş rüzgarı,
bu manyetik alanla karşılaşır ve ayrılarak bu alanın çevresinden akar.
Güneşten gelen X ve ultraviyole ışınlarının büyük bölümü ise atmosfer
tarafından emilmektedir. Bu emilme olmadan, yeryüzünde hayat olması ise
mümkün değildir.
Etrafımızı saran atmosferik kuşaklar, sadece zararsız orandaki ışınlar,
radyo dalgaları ve görünür ışığın dünyamıza ulaşmasına imkan verecek bir
geçirgenliğe sahiptirler. Eğer atmosferimiz bu geçirgenlik özelliğinden
yoksun olsaydı, ne haberleşme dalgalarını kullanabilir, ne de canlılığın
temeli olan gün ışığını bulabilirdik.
Dünyayı saran ozon tabakası da Güneş’ten gelen ve canlılar için zararlı olan
morötesi ışınların yere kadar ulaşmasını önlemektedir. Güneş'ten gelen
ultraviyole ışınları yeryüzündeki tüm canlıları öldürecek kadar fazla enerji
yüklüdürler. Bu nedenle, dünyada yaşamın var olabilmesi için, gökyüzünün
"korunmuş tavan"ına bir de ozon tabakası eklenmi?tir.
Ozon, oksijenden üretilir. Oksijen gazının (O2) moleküllerinde 2 oksijen
atomu bulunurken, ozon gazının (O3) moleküllerinde 3 oksijen atomu bulunur.
Güneş'ten gelen ultraviyole ışınları, oksijen gazına bir atom daha ekleyerek
ozonu oluştururlar. Ve ultraviyole sayesinde oluşan ozon tabakası, öldürücü
ultraviyole ışınları tutarak yeryüzünde yaşamın en temel şartlarından birini
oluşturur.
Kısacası; eğer dünya çekirdeğinin manyetik alan oluşturacak bir özelliği
olmasaydı, atmosfer zararlı ışınları süzecek yapı ve yoğunlukta olmasaydı,
kuşkusuz dünya üzerinde yaşam sözkonusu olamazdı. Ve kuşkusuz hiçbir insanın
ya da başka bir canlının bunları düzenlemesi de mümkün değildir. Açıktır ki,
insanın yaşamı için "olmazsa olmaz" şartlar olan bu koruyucu özellikler,
Allah tarafından var edilmiş ve gök, "korunmuş bir tavan" olarak
yaratılmıştır.
Başka gezegenlerin bu tür "korunmuş tavan"lardan yoksun olması, dünyanın
insan yaşamı için özel olarak yaratıldığının bir başka göstergesidir.
Örneğin, Mars gezegeninin çekirdeği katıdır ve bu nedenle etrafında da
manyetik bir koruma söz konusu değildir. Mars'ın büyüklüğü dünyanınki kadar
olmadığı için çekirdekte sıvı kısmı oluşturacak kadar bir basınç
doğuramamıştır. Ayrıca gezegenin uygun büyüklükte olması da manyetik alan
için yeterli değildir. Örneğin, Venüs'ün çapı yaklaşık dünyanınki kadardır.
Kütlesi dünyanınkinden ancak % 2 daha azdır ve ağırlığı da hemen hemen
dünyanınkine eşittir. Dolayısıyla hem basınç açısından, hem de diğer
nedenlerle Venüs'te de metalik bir sıvı çekirdek kısmının oluşması
kaçınılmazdır. Buna rağmen Venüs'te de manyetik alan yoktur. Bunun sebebi
Venüs'ün Dünya'ya göre oldukça yavaş dönmesidir. Dünya kendi etrafındaki
turunu 1 günde tamamlarken Venüs bir turu 243 günde tamamlıyor.
Dünyanın "korunmuş tavan"ını oluşturan manyetik alanın var olması için,
Ay'ın ve komşu gezegenlerin büyüklükleri ve dünyaya uzaklıkları da
önemlidir. Komşu gezegenlerden birinin şimdikinden büyük olması, o gezegene
büyük bir çekim kuvveti kazandıracaktı. Komşu gezegenin sahip olacağı bu
büyük çekim kuvveti, dünyanın çekirdeğindeki katı ve sıvı kısımlardaki
hareket hızını değiştirecek, bugünkü şekilde bir manyetik alanın oluşmasına
engel olacaktı.
Kısacası dünya göğünün "korunmuş tavan" özelliğine sahip olması, dünyanın
çekirdeğinin yapısı, dönüş hızı, gezegenler arası uzaklık ve gezegenlerin
kütleleri gibi pek çok değişkenin en uygun noktada birleşmesini
gerektirmektedir.
Yağmurların oluşması için gerekli evrelerin neler olduğu ancak 1935’te hava
radarlarının keşfiyle ortaya çıkarıldı. Buna göre yağmur 3 evreden geçerek
oluşuyordu: Birincisi rüzgarın oluşması, ikincisi bulutların meydana
gelmesi, üçüncüsü yağmur damlacıklarının ortaya çıkışı.
Kuran'da yağmurun oluşması ile ilgili olarak aktarılanlar da, sözkonusu
bilimsel bulgularla büyük bir paralellik gösteriyor:
"Allah
rüzgarları gönderir (1. evre), böylece bir bulut kaldırır da onu nasıl
dilerse gökte yayıp dağıtır ve onu parça parça kılar (2. evre);
nihayet onun arasından yağmurun akıp çıktığını görürsün (3. evre).
Sonunda kendi kullarından dilediğine verince hemen sevince kapılıverirler. "
(Rum Suresi, 48)
BİRİNCİ EVRE:
"Allah rüzgarları gönderir..."
Okyanuslardaki köpüklenme ile oluşan sayısız hava kabarcığı sürekli
patlamakta ve su damlacıkları sürekli gökyüzüne fırlamaktadır. Bu tuzca
zengin damlacıklar daha sonra rüzgarlarla taşınır ve atmosferde yukarı doğru
yol alırlar. Aerosol adı verilen bu küçük parçacıklar, su tuzağı işlevi
görür ve yine denizlerden yükselen su buharını kendi çevrelerinde minik
damlalar halinde toplayarak bulut damlalarını oluştururlar.
İKİNCİ
EVRE: "...böylece bir bulut kaldırır da onu nasıl dilerse gökte yayıp
dağıtır ve onu parça parça kılar..."
Tuz
kristallerinin ya da havadaki toz zerreciklerinin etrafında yoğunlaşan su
buharı sayesinde bulutlar oluşur. Bu bulutlar içerisindeki su damlacıkları
çok küçük olduklarından (0.01 ila 0.02 mm çapında) havada asılı kalırlar ve
göğe yayılırlar. Böylece gök bulutlarla kaplanır.
ÜÇÜNCÜ
EVRE: "...nihayet onun arasından yağmurun akıp çıktığını görürsün."
Tuz
kristallerinin veya toz zerreciklerinin etrafında bir araya gelen su
parçacıkları iyice yoğunlaşır yağmur damlalarını oluştururlar. Böylece
havadan daha ağır bir konuma gelen damlalar buluttan ayrılır ve yağmur
şeklinde düşmeye başlarlar.
Kuran, yağmurun "tatlı" oluşuna da dikkatimizi çekmektedir:
"Şimdi siz,
içmekte olduğunuz suyu gördünüz mü? Onu sizler mi buluttan indiriyorsunuz,
yoksa indiren Biz miyiz? Eğer dilemiş olsaydık onu tuzlu kılardık;
şükretmeniz gerekmez mi?"
(Vakıa Suresi, 68-70)
"... Size tatlı bir su içirmedik mi?" (Mürselat Suresi, 27)
"Sizin için gökten su indiren O’dur; içecek ondan, ağaç
ondandır (ki) hayvanlarınızı onda otlatmaktasınız. " (Nahl Suresi, 10)
Bilindiği
gibi, yağmur suyunun kaynağı buharlaşmadır ve buharlaşmanın %97’si "tuzlu"
okyanuslardan olmaktadır. Oysa yağmur tuzsuzdur. Yağmurun tatlı olmasının
sebebi Allah'ın koyduğu başka bir kanundur. Bu kanuna göre, su, ister tuzlu
denizlerden, ister mineralli göllerden, ya da çamurların içinden buharlaşsın
yanında başka hiçbir yabancı madde taşımaz.
"Biz, gökten
tertemiz su indirdik..." (Furkan Suresi, 48)
hükmü gereği,
duru ve tertemiz bir biçimde yere iner.
Allah'ın küçücük bir hayvan aracılığıyla insanlara sunduğu balın ne denli
büyük bir besin kaynağı olduğunu biliyor musunuz?
Bal,
fruktoz ve glukoz gibi şekerlerin yanısıra magnezyum, potasyum, kalsiyum,
sodyum klorür, kükürt, demir ve fosfor gibi minerallere sahiptir. Nektar ve
polen kaynaklarının niteliklerine göre değişmekle birlikte, balda B1, B2, C,
B6, B5 ve B3 vitaminleri bulunmaktadır. Ayrıca bakır, iyot, demir ve çinko
da az miktarlarda bulunur. Balın içeriğinde bunların dışında bazı hormonlar
da vardır.
Bal,
Kuran ayetinde vurgulandığı gibi, "insanlara şifa" olma özelliği
taşımaktadır. 20-26 Eylül'den Çin'de yapılan Dünya Arıcılık Kongresi'nde
bilim adamlarının bal hakkındaki yorumları da bunu doğruluyor:
"Kongre'de, arı ürünleri ile tedavi konusu ağırlık kazandı. Özellikle ABD'li
bilimadamları bal, arı sütü, polen ve arı reçinasının (propolis) birçok
hastalığı tedavi ettiğini bildirdiler. Romanyalı bir doktor balı katarakt
hastaları üzerinde denediğini ve 2094 hastadan 2002'sinin (% 95) bal
sayesinde tam olarak iyileştiğini açıkladı. Polonyalı doktorlar ise arı
reçinasının hemoroid, deri hastalıkları, kadın hastalıkları gibi birçok
hastalığa iyi geldiğini tespit ettiklerini bildirdiler." (Hürriyet, 19 Ekim
1993)
Bilimde en ön sıraları alan ülkelerde arıcılık ve arı ürünleri artık
başlıbaşına bir araştırma dalı durumunda. Balın diğer yararları ise şöyle
sıralanabilir:
Kolayca sindirilir: İçindeki şekerlerin bir başka cins şekere (fruktozun
glikoza) dönüşebilme özelliği sayesinde bal, yüksek miktarda asit içermesine
rağmen en hassas mideler tarafından bile kolaylıkla sindirilir. Aynı zamanda
bağırsakların ve böbreklerin daha iyi çalışmasına yardımcı olur.
Düşük kalorilidir: Balın bir diğer özelliği de, aynı oranda şekerle
karşılaştırıldığında oldukça tatlı olmasına rağmen, vücuda yaklaşık % 40
oranında daha az kalori sağlamasıdır. Vücuda yoğun enerji vermesine rağmen,
kilo yapmaması balı üstün nitelikli bir besin kaynağı yapmaya yeter.
Süratle kana karışır: Bal ılık suyla karıştırıldığında 7 dakika içinde kana
karışır. İçerdiği serbest şekerlerden dolayı beynin çalışması kolaylaşır...
Kan
yapımına destek olur: Bal, kan yapımı için vücudun gereksinim duyduğu
enerjinin önemli bir bölümünü karşılar. Ayrıca kanın temizlenmesine de
yardımcı olur. Kan dolaşımını hem düzenleyici, hem de kolaylaştırıcı yönde
etkisi vardır. Damar sertliğine karşı önemli bir koruyucudur.
İçinde bakteri barınamaz: Balın bakteri barınmasına olanak tanımayan
özelliği "inhibine etki" olarak adlandırılır. Yapılan deneyler sulandırılmış
balın bakteri öldürücü özelliğinin saf bala göre iki kat arttığını
göstermiştir. İşin ilginci, arı kolonisine yeni dahil olacak kurtçukların,
kendilerine bakmakla görevli arılarca—sulandırılmış balın bu özelliğini
bilirmişcesine—sulandırılmış balla beslenmesidir.
Arı
Sütü: Arı sütü, kovandaki işçi arıların ürettiği bir maddedir. Çok besleyici
olan arı sütünde şeker, protein, yağ ve birçok vitamin bulunur. Vücudun
kuvvetsiz düştüğü durumlarda ve doku yaşlanmalarından ileri gelen
bozukluklarda kullanılır.
Arıların ihtiyaçlarından çok fazla ürettikleri balı, insanlar için ve
insanlara uygun olarak yaptıkları açıktır. Bu inanılmaz görevi "kendi
başlarına" yapamayacakları da... Eğer
insan, aklını kullanıp "ben nasıl var oldum?" sorusuna samimi bir cevap
bulmaya çalışmazsa, genellikle "nasıl oldumsa oldum!..." gibi bir mantığa
kapılacaktır. Bu mantığa kapılınca da zaten, ona bu tür konular üzerinde bir
daha düşünmeye pek zaman bırakmayacak bir hayat tarzını benimseyecektir.
Oysa
akıl sahibi insana düşen, nasıl var olduğu üzerinde düşünmek ve hayatın
anlamını buna göre belirlemektir. Bunu yaparken de, kimilerinin yaptığı
gibi, varacağı sonucun "meğer ben yaratılmışım" şeklinde çıkmasından
korkmamalıdır. Çünkü sözünü ettiğimiz kimileri, kendilerini bir Yaratıcı'ya
karşı sorumlu hissetmek istemezler. Yaratılmış olduklarını kabul
ettiklerinde, hayat tarzlarını veya bağlı oldukları ideolojilerini terketmek
zorunda kalmaktan çekinirler. Ya da kendilerini yaratana boyun eğecek
olmaktan kaçarlar. Bu psikolojiyi taşıyanlar, Kuran'ın deyimiyle
"vicdanları kabul ettiği halde, zulüm ve
büyüklenme dolayısıyla" (Neml Suresi,
14) Allah'ı inkar edenlerdir.
Varlığını "zulüm ve büyüklenme"ye kapılmadan akıl ve vicdan ölçüsünde
değerlendiren insan ise, kendinde Allah'ın yaratışından başka birşey
görmeyecektir. Varlığının, kendisinin yaratmadığı ve kontrol edemediği
binlerce karmaşık sistemin uyumuna bağlanmış olduğunu farkedecektir.
"Yapılmış" olduğunu kavrayacak ve Yaratıcı'sını tanıyıp O'nun kendisini
hangi amaca yönelik olarak "yaptığını" anlamaya yönelecektir.
İnsan "yapılmış" olduğunu izlerken, ona rehberlik eden bir kaynak vardır:
Kuran. Bu kitap, onu yaratan tarafından ona ve diğer insanlara indirilmiş
bir "yol göstericidir".
Yaratılış olayının aynen Kuran'da tarif edildiği gibi gerçekleşmiş olması
da, akıl sahibi insana önemli mesajlar vermektedir.
İlerki sayfalarda, akıl ve vicdan sahiplerine nasıl "yaratıldıklarını" ve bu
yaratılışın içindeki muhteşemliği gösteren bilgilere yerverilmiştir.
İnsanın yaratılışının öyküsü, birbirinden çok uzak iki ayrı yerde başlar.
İnsan, kadın ve erkek bedeninde birbirinden tümüyle bağımsız olarak oluşan,
ama birbiriyle tümüyle uyumlu olan iki ayrı özün birleşmesiyle hayata adım
atar. Erkek bedeninde oluşan spermin erkeğin isteği ya da kontrolü ile
oluşmadığı ortadadır, aynı kadın bedeninde oluşan yumurtanın kadının isteği
ya da kontrolü ile oluşmadığı gibi. Onların bu olaylardan haberi bile
yoktur.
Aslında, çok açıktır ki, erkekten gelen öz de, kadından gelen öz de,
birbirlerine uyumlu olarak yaratılmışlardır. Bu iki özün yaratılışı da,
birleşmeleri de, gelişip insan haline dönüşmeleri de gerçekte büyük birer
mucizedir. Yeni
bir insan yaratılmasının ilk basamağı olacak spermler erkek vücudunun
'dışında' üretilir. Bunun sebebi üretimin ancak vücut ısısının yaklaşık 2
derece altında gerçekleşebilmesidir. Bu ısının sabitlenmesi için bir de
testis üstüne yerleştirilmiş özel deri çalışır. Bunun fonksiyonu soğukta
büzüşerek, sıcakta ise terleyerek gerekli olan ısıyı sabit tutmaktır. Acaba
bu hassas dengeyi erkeğin kendisi mi "ayarlayıp" düzenlemektedir? Tabi ki
hayır. Erkeğin bundan haberi bile yoktur. Yaratılışı reddetmekte direnenler,
bunun ancak "insan vücudunun keşfedilmemiş bir fonksiyonu" olduğunu
söyleyebilirler. Bu "keşfedilmemiş fonksiyon" sözü ise "kuru bir
isimlendirme"den başka bir şey değildir.
Testislerde dakikada ortalama 1000 adet üretilen spermler erkekten kadının
yumurtalarına doğru yapacağı yolculuk için sanki oradaki ortamı "biliyormuşcasına"
özel bir dizayna sahiptir; baş, boyun ve kuyruktan oluşur. Kuyruğu, spermin
bir balık gibi ana rahminde ilerlemesini sağlayacaktır.
Bebeğin genetik şifresinin bir bölümünü barındıracak olan baş kısmı ise özel
bir koruyucu zırhla kaplanmıştır. Bu zırhın faydası anne rahminin girişinde
farkedilir: Buradaki ortam son derece asidiktir. Spermin, bu asidin
varlığını bilen "birisi" tarafından koruyucu zırhla kaplandığı ise son
derece açıktır. (Bu asidik ortamın da nedeni ise annenin mikroplardan
korunmasıdır.)
Erkekten rahme atılan sadece milyonlarca sperm değildir. Meni birbirinden
farklı sıvıların karışımından oluşur. Kuran, bu gerçeği şöyle vurguluyor:
"Gerçek şu
ki, insanın üzerinden, daha kendisi anılmaya değer bir şey değilken, uzun
zamanlardan bir süre gelip-geçti. Şüphesiz biz insanı, karmaşık olan bir
damla sudan
yarattık..." (İnsan Suresi, 1-2) Meni
içindeki bu sıvılar spermlerin gerek duyduğu enerjiyi karşılayacak olan
şekeri içerir. Ayrıca baz özelliğiyle ana rahminin girişindeki asitleri
nötralize etmek, spermin hareket edeceği kaygan ortamı sağlamak gibi
görevleri vardır. (Burada da yine iki ayrı ve bağımsız varlığın birbirine
uygun olarak yaratıldığını görüyoruz.) Spermler yumurtaya varana kadar
annenin vücudunda zorlu bir yolculuk geçirir. Kendilerini ne kadar
savunurlarsa savunsunlar, 200-300 milyon spermden yumurtaya ulaşanların
sayısı bini pek aşamaz.
Sperm yumurtaya uygun olarak düzenlenirken, çok ayrı ve farklı bir ortamda
da yumurta hayata tohum olmaya hazır hale getirilmektedir... Kadının haberi
bile yokken, yumurtalıklarda oluşan bir yumurta önce karın boşluğuna
bırakılır ve hemen sonra ana rahminin fallop tüpü denen uzantılarının ucunda
yer alan kollar sayesinde yakalanır. Ardından yumurta fallop tüpünün iç
yüzeyindeki tüylerin hareketiyle ilerlemeye başlar. Büyüklüğü ise bir tuz
tanesinin ancak yarısı kadardır. (sağda)
Yumurta-sperm buluşmasının yeri fallop tüpüdür. Burada yumurta özel bir sıvı
salgılamaya başlar. İşte bu sıvı sayesinde spermler yumurtanın yerini
bulurlar. (Dikkat edelim: Yumurta "salgılamaya başlar" derken bir insandan
ya da gelişmiş bir bilgisayardan söz etmiyoruz. Bu ufacık protein yığınının,
"kendi kendine" böyle bir şeye "karar vermesi", daha da ötesi spermi kendine
çekecek bir kimyasal bileşim "hazırlayıp" salgılaması inanılır şey midir?)
Özetle, vücudun üreme sistemi özellikle yumurtayla spermi buluşturacak
şekilde hazırlanmıştır. Ve kadın üreme sistemi spermlere, spermler de kadın
vücudundaki ortama uygun olarak yaratılmıştır.
Yumurtayı
dölleyecek sperm yumurtaya yaklaştığında, yine yumurtanın salgılamaya "karar
verdiği" (!) ve sperm için özel olarak hazırlanmış bir sıvı, spermin
koruyucu zırhını eritir. Bunun sonucunda da bu kez spermin ucunda olan ve
yine özel olarak yumurta için hazırlanmış bulunan eritici enzim kesecikleri
açığa çıkar. Sperm yumurtaya ulaştığında bu enzimler yumurtanın zarını
delerek spermin içeri girmesini sağlar. Yumurtanın etrafını kuşatan spermler
içeri girmek için büyük bir yarışa başlarlar. Ancak yumurtayı genelde tek
bir sperm döller.
Kuran'ın bu
aşamada söyledikleri de hayli dikkat çekicidir. Kuran, insanın sıvının yani
meninin özünden meydana getirildiğini söylüyor:
"(Allah) sonra insanın neslini bir özden, değersiz bir sıvının özünden
meydana getirdi." (Secde Suresi, 8)
Ayetin
bildirdiği gibi, yumurtayı spermleri taşıyan sıvının kendisi değil, içinde
taşıdığı tek bir sperm, hatta onun da "özü" olan kromozomlar döllemektedir.
Tek bir spermi
içeri alan yumurtaya artık bir başka spermin girmesi mümkün değildir. Bunun
sebebi yumurtanın etrafında bir elektriksel alan bulunmasıdır. Yumurta
çevresi (-) elektrik yüklüdür ve ilk sperm yumurtaya girer girmez bu
potansiyel (+) olur. Böylece dışarıdaki spermlerle aynı elektrik yükünü
taşıyan yumurta, bu kez onları itmeye başlar.
Yani birbirinden
ayrı ve bağımsız olarak oluşan iki özün elektriksel yükleri de birbirleriyle
uyum içindedir.
Sonunda
spermdeki erkeğin DNA'sıyla kadının DNA'sı birleşir. Artık annenin karnında
yabancı, yeni bir hücre (zigot), yeni bir insanın ilk tohumu vardır.
Yumurtanın döl
yatağına yerleşebilmesi pürtüklü özelliğinin sayesindedir. Bu pürtükler,
yumurtanın gerçek uzantıları olup, toprağa yerleşen kökler gibi, organın
derinliklerine doğru dalar. Böylece zigot kendisinin gelişimi için annenin
vücudunda salgılanan hormonlardan yararlanabilir. Ancak modern çağda bulunan
bu gerçeği, Kuran şöyle bildiriyor:
"Yaratan Rabbin adıyla oku. O, insanı bir alak'tan (asılıp tutunan
şeyden) yarattı.
Oku, Rabbin
en büyük kerem sahibidir." (Alak Suresi, 1-3)
"İnsan,
'kendi başına ve sorumsuz' bırakılacağını mı sanıyor? Kendisi, akıtılan
meniden bir damla su değil miydi? Sonra bir alak oldu, derken (Allah,
onu) yarattı ve bir 'düzen içinde biçim verdi.' Böylece ondan, erkek ve dişi
olmak üzere çift kıldı." (Kıyamet Suresi, 36-39) Döl
yatağına tam anlamıyla tutunmuş olan zigot gelişmeye başlar. Oluşan yeni
insanı anneye bağlayan yer, plasenta denilen tek taraflı bir süzgeçtir.
Plasentanın en önemli özelliği anne karnında bebeğin gelişmesi için gerekli
olan maddeleri "seçerek" bebeğe sunmasıdır.
Bunlardan ayrı olarak, bebeğin içinde büyüdüğü amnion sıvısının dikkati
çeken en önemli özelliği, dışarıdan gelecek darbelere karşı bebeğin
güvenliğini sağlamasıdır. Kuran, bu konuda şöyle diyor:
"Sizi
basbayağı bir sudan yarattık. Sonra onu savunması sağlam bir karar
yerine yerleştirdik." (Mürselat Suresi, 20-21)
Çocuğun döllenmeden itibaren gelişimi üç bölge içinde olmaktadır. Bu üç
bölge:
1. Fallop borusundaki bölge; bu bölge spermle yumurtanın birleştiği ve
yumurtalığın rahime bağlı olduğu bölümdür.
2. Ceninin tutunarak gelişmeye başladığı rahim duvarının içindeki bölme.
3. Ceninin özel bir sıvı dolu kese içerisinde gelişmeyi sürdürdüğü bölge.
Kuran-ı Kerim konuyla ilgili olarak şöyle demektedir:
"....Sizi
annelerinizin karınlarında, üç karanlık içinde, bir yaratılıştan sonra (bir
başka) yaratılışa (dönüştürüp) yaratmaktadır. İşte Rabbiniz olan Allah
budur, mülk O'nundur. O'ndan başka ilah yoktur. Buna rağmen nasıl
çevriliyorsunuz?"
(Zümer Suresi, 6) Bu
arada, zaman geçtikçe, başlangıçta jelatini andıran ceninde büyük bir
değişim görülür. İlk baştaki o yumuşak yapının içinde vücudun dik durmasını
sağlayacak sert kemikler oluşmaya başlar. Hem de her kemik yerli yerinde!
Diğer bir deyişle başlangıçta aynı yapıya sahip olan hücreler farklılaşarak,
kimi ışığa karşı hassas göz hücrelerini, kimi sıcağı, soğuğu ya da acıyı
algılayan sinir hücrelerini veya ses titreşimlerini hissedecek hücreleri
oluşturur.
Bu
ayrışıma hücreler mi karar vermektedir? Kendi kendilerine, insan gözünü ya
da kalbini oluşturmaya karar verip, bu akılalmaz işi onlar mı başarmaktadır?
Yoksa onlar bu işe uygun olarak mı yaratılmışlardır? Akıl ve vicdan ikinci
seçeneği kabul edecektir.
Bütün bu anlatılan işlemlerin sonunda, bebek annesinin karnındaki gelişimini
tamamlamış ve dünyaya gelmiştir. Bu haliyle anne karnındaki halinden 100
milyon kat büyük, 6 milyar kat da ağırdır...
Burada anlatılanlar, başka herhangi bir canlının değil, bizim hayata
başlangıç öykümüz. İnsan için, böylesine karmaşık, olağanüstü bir olayın
kimin eseri olduğunu bulmaktan daha önemli ne olabilir?
Bütün bu karmaşık işlemlerin "kendi kendine" oluştuğunu düşünmek
akıldışıdır. Hücreler nasıl "karar verip" insan organlarını
oluşturabilirler? Zaten ateist "bilim adamları" da olayı -ne demekse- "doğa
mucizesi" olarak tanımlıyorlar...
Elbette anlatılan olayların hepsini Allah yaratmaktadır. Hem de her anını, her saniyesini ve her aşamasını. Bu ise yaratışın önemli bir sırrıdır.
"Sizleri Biz yarattık, yine de tasdik etmeyecek misiniz? Şimdi (rahimlere)
dökmekte olduğunuz meniyi gördünüz mü? Onu sizler mi yaratıyorsunuz, yoksa
yaratıcı Biz miyiz?" (Vakıa Suresi, 57-59) Bu gerçeği, bir başka Kuran ayeti şöyle bildirmektedir:
"O’nun bilgisi olmaksızın, hiç bir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz da. Ömür
sürene, ömür verilmesi ve onun ömründen kısaltılması da mutlaka bir kitapta
(yazılı)dır.
Gerçekten
bu, Allah’a göre kolaydır."
(Fatır
Suresi, 11)
"Akıtılan bir meniden" insana dönüşen vücudumuz milyonlarca hassas denge
içerir. Biz farkında olmasak da, vücudumuzda yaşamamızı sağlayan son derece
karmaşık ve hassas sistemler vardır. Tüm bu sistemler, insanın, kendisinin
"yapıldığını" anlaması için, onun tek sahibi, Yaratıcısı ve Rabbi olan Allah
tarafından kurulmuş ve işletilmektedir.
"İnsan,
'kendi başına ve sorumsuz' bırakılacağını mı sanıyor? Kendisi, akıtılan
meniden bir damla su değil miydi? Sonra bir alak oldu, derken (Allah, onu)
yarattı ve bir 'düzen içinde biçim verdi.' Böylece ondan, erkek ve dişi
olmak üzere çift kıldı. (Öyleyse Allah,) Ölüleri diriltmeye güç yetiren
değil midir?" (Kıyamet Suresi, 36-40)
İnsan Allah’ın yarattığı bir varlıktır. Yaratıldığına göre, üstteki ayetin
vurguladığı gibi, "kendi başına ve sorumsuz" bırakılacak değildir...
"Sen
yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten sen,
her şeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın." |