1/13/2006 - Ona Mescid Ül Aksa'da Rastladım
Kategori:
Hatiralar
Ona Mescid Ül Aksa'da
Rastladım
Mevki: Kudüs. Mekân:
Mescid ül Aksa Tarih: 21 Mayıs 1972 Cuma. Ben ve gazeteci arkadaşım
rahmetli Said Terzioğlu, İsrail Dışişleri rehberlerinin yardımı ile bu
mübarek makamı dolaşıyoruz.
Kudüs Kapalı Çarşısı’nda rüzgâr gibi dolanan entarili kahvecilerin
ellerindeki askılara çarpmadan biraz yürüdünüz mü, önünüze çıkan kapı
sizi Mescid ül Aksa’nın önüne kavuşturur. Mir’ac mucizesinin
soluklanıldığı ilk Kıble’mize yani... Hemen oracıkta, ilk avlu vardır
ki, hâlâ bizim lâkabımızla anılır. “12 bin şamdanlı avlu” derler oraya.
Yavuz Selim 30 Aralık 1517 salı günü Kudüs’ü devlete katmıştır da,
ortalık kararmıştır. Yatsı namazını o avluda kılar. Kendisi ve bütün
ordu beraber. Şamdanları yakarlar. Tam 12 bin şamdan... O isim oradan
kalmadır. Sekiz on basamaklı geniş merdiveni adımladınız mı, o mukaddes
Mescid’in bağdaş kurduğu ikinci avluya ulaşırsınız.
O’nu o merdivenin başında gördüm. İki metreye yakın bir boy.
İskeletleşmiş vücudu üzerinde bir garip giysi. Palto?.. Hayır, kaput,
pardesü veya kaftan? Değil. Öyle bir şey, işte.
Başındaki kalpak mı, takke mi, fes mi? Hiçbirisi değil. Oraya dimdik,
dikilmiş. Yüzüne baktım da, ürktüm. Hasadı yeni kaldırılmış kıraç toprak
gibi. Yüzbinlerce çizgi, kırışık ve kavruk bir deri kalıntısı.
Yanımda İsrail Dışişleri Bakanlığı Daire Başkanı Yusuf var. Bizim eski
vatandaşımız. İstanbullu. “Kim bu adam?” dedim.
Lâkaydi ile omuz silkti. “Bilmem,” diye cevap verdi. “Bir meczub işte.
Ben bildim bileli, yıllardır burada dururmuş. Çakılı gibi, hâlâ duruyor
ya... Kimseye bir şey sormaz. Kimseye bakmaz, kimseyi görmez.”
KAN MI ÇEKTİ NEDİR?
Nasıl, neden, niçin hâlâ bilmiyorum. Yanına vardım. Türkçe
“Selâmünaleyküm baba” dedim.
Torbalanmış göz kapaklarının ardında sütrelenmiş gibi jiletle
çizilmişçesine donuk gözlerini araladı. Yüzü gerildi. Bana, bizim o
canım Anadolu Türkçemizle cevap verdi:
— Aleykümüsselâm oğul...
Donakaldım. Ellerine sarıldım, öptüm öptüm...
— Kimsin sen, Baba? dedim.
Anlattı ki, ben de size anlatacağım.
Ama evvelâ biliniz. O canım Devlet çökerken, biz Kudüs’ü 401 yıl 3 ay 6
günlük bir hakimiyetten sonra bırakırız. Günlerden 9 Aralık 1917 Pazar
günüdür. Tutmaya imkân yok. Ordu bozulmuş, çekiliyor, Devlet, zevalin
kapısında. İngiliz girinceye kadar geçen zaman içinde yağmalanmasın diye
oraya bir ardçı bölük bırakırız. Âdet odur ki kenti zabteden galip,
asayiş görevi yapan yenik ordu askerlerine esir muamelesi yapmaz.
Anlattı, dedim ya. Gerisini tamamlayayım.
— Ben, dedi, Kudüs’ü kaybettiğimiz gün buraya bırakılan ardçı
bölüğünden...
Sustu. Sonra, elindeki silahın namlusuna sürdüğü fişekleri ateşler gibi
zımbaladı:
— Ben, o gün buraya bırakılmış 20. Kolordu, 36. Tabur, 8. Bölük, 11.
Ağır Makinalı Tüfek Takım Komutanı Onbaşı Hasan’ım...
Yarabbi. Baktım, bir minare şerefesi gibi gergin omuzları üzerindeki
başı, öpülesi sancak gibiydi...
Ellerine bir kerre daha uzandım. Gürler gibi mırıldandı:
— Sana, bir emanetim var oğul. Nice yıldır saklarım. Emaneti yerine
teslim eden mi?
— Elbette, dedim, buyur hele...
Konuştu:
— Memlekete avdetinde yolun Tokat Sancağı’na düşerse... Git, burayı bana
emanet eden kumandanım Kolağası (Önyüzbaşı) Musa Efendi’yi bul.
Ellerinden benim için bus et (Öp). Ona de ki...
Sonra, kumandanı olduğu takımın makinalısı gibi gürledi:
— O'na de ki, gönül komasın. Ona de ki, “l1. makinalı takım Komutanı
Iğdır’lı Onbaşı Hasan, o günden bu yana, bıraktığın yerde nöbetinin
başındadır.
Tekmilim tamamdır kumandanım” dedi dersin...
Öleyazdım.
Sonra yine dineldi. Taş kesildi. Bir kez daha baktım. Kapalı gözleri
ardından, dört bin yıllık Peygamber Ocağı ordumuzun serhat nöbetçisi
gibiydi. Ufukları gözlüyordu. Nöbetinin başında idi. Tam 57 yıl
kendisini unutuşumuzdaki nadanlığımıza rağmen devletine küsmemişti.
YILLAR SONRA
Bu hatıramı, TV’deki uzun dizimin birisinde anlattığım vakit, zamanın
Genelkurmay Başkanı beni aramıştı. “Bu aziz askeri bulmak için” aracı
olmamı istiyordu. Hasan Onbaşı bizdendi... O halde unutulmak kaderi idi.
Öyle de oldu zaten. Aramadık ki, bulalım.
Bulunamazdı zaten. O ki, göklere başvermiş bir ulu selvi idi. Ve bizler
ki, başımızı kaldırmış olsak bile, uzandığı feza ufkuna yetişemeyecek
cılız otlara dönüşmüştük. Biz, sadece unuturduk. Unuttuğumuz diğerleri
gibi o nöbet noktasındaki elmas mânâyı da unutmuştuk... Bilmem şu an, ne
yapıyorsunuz sevgili dostlar.
Ben sizlere, Onbaşı Hasan’ı takdim ederim.
Merhum İlhan BARDAKÇI Beyefendinin
başından geçen bu hadise, 1991 tarihli ZAFER Dergisinde, kendi
kaleminden yayınlanmıştır. |