Gerek dahilde gerekse hariç
de İslâmın ilk fütuhatı,dışa açılması Hz. Ömer’in eliyle olmuştur.İslâmiyetin
önünde bulunan iki engelden biri;Sâsani yani İran, diğeri ise,Bizans. İki süper
devlet.
İran
Hz. Ömer’in komutan tayin ettiği Sa’d ibni Ebi Vakkas’ın eliyle tarumar edildi.
Şimdi ise sırada Bizans vardı. İki yüz yıl süren haçlı ordusu İslam ordusunun
çıkışını engelleyemedi.
Bu
çıkış Anadolunun kapılarının Alparslan tarafından Malazgirtte Romen Diyojene
karşı 1071’de açılmasıyla başladı. 1077’de Anadolu Selçuklu Devleti Süleyman
Şah tarafından kurulmuş oldu.
1453’de
zirveye ulaşıldı. İçten çöken köhne Bizansın surlarının yıkımı yedinci Sultan
Fatihe müyesser olacaktı. Zira onu şanlı nebi müjdelemişti.
“Kostantiniyye
(İstanbul) elbette fethedilecektir. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan,onu
fetheden asker ne güzel askerdir.”[1]
Madem
o zat Aleyhis- Salatu Vesselam haber vermiş o halde haktır ve olacaktır. Bu
müjdedir ki;ümmeti onun sevdası ve aşkıyla yakmış ve fethi müyesser kılmıştır.
Âyette
Rabbimiz:”Celalime kasem ederim ki,Sebe’ için meskenlerinde hakikaten bir ayet
vardı. Sağ ve solda iki cennet,yeyin diye;Rabbınızın rızkından da ona
şükredin,ne güzel;HOŞ BİR BELDE,Ğafur bir Rab.”[2]
“İttifakatı
bediâdandır (açıkça ittifak edilmiş)- Beldetün Tayyibetün- Lafzı Ebced
hesabıyla İstanbulun fethine tarih düşmüştür. (H. 857,M.1453) Molla Cami
merhumun bir hediyyesi olmak üzere ma’ruftur.”[3]
Ebced
hesabı;İslâmdan önce de uygulanan harflere verilen rakamsal değerlerle önemli
tarih düşme işlemi.Kur’an-ı Kerim-de bizzat Fatih’in bulduğu;ÂHİRÛN [4]âyetinin
ebcedle İstanbulun fethine işaret etmektedir.
Diğer
işaretler ise:
“Kâfire
Kıyamet”
“Talibi
Mehmet Efendinin;Zihi Avnullah alındı Stanbul”
“Surûri
mecmuasında;-Ehli din İstanbulu aldı cidal-ü cenk ile”
“Tarih-i
Urfi-den;Yazmışlar gerçi anı evvelûn
Fethinin tarihi oldu ahirûn.”
“Avn-ı
Halık”(Allah’ın yardımı)ifadeleri Ebced hesabıyla 857-1453’e tekabul
etmektedir.
Menakıb-ı
Akşemseddin’de:”Ol fethi Hakani BELDETÜN TAYYİBETÜN hurufi işareti muktezası
857 (1453) tarihinde vaki’ oldu. Ol hayn (zaman) de Sultan Mehmed gayet şad oldu. Hiçbir zaman
böyle sevinmemiştir.
-Bu
ferah ki;bende görürsüz;yalnız bu kal’a fethine değildir. Akşemseddin gibi aziz
benim zamanımda olduğuna sevinirim,dedi.”[5]
O
Fatih‘ki;sanki olgun ve ehil olarak dünya ya gelmiş de,dünyanın vefasız hamlığı
onu da doğuştan ham kılmıştı.
İşte
bu zat;ilk asaletine,benliğine ve istidat ve kabiliyetine Akşemseddin’in
şefkatli elleriyle yoğrulup pişirilirken,Molla Gürani’nin acımasız,ateşin
dehasıyla,onun fırınında,terbiye edilerek yanıyor,yandırılıyordu.
O
ham idi,pişti ve de yandı. Birinin Cemal sıfatında pişerken,öbürünün Celal
sıfatında yanmakta idi. O ise;hem Cemal’e,hem de Celal’e sahib bir Sultan idi.
Mü’minlere karşı Cemal’li,kâfirlere karşı Celal’li idi.
Hacı
Bayramı Velinin talebesi olan bu ak şeyh nasihatlarıyla onu teşci etti. Nitekim
kuşatma esnasında üçü Cenevizlilere,biri de imparatora ait dört yüklü geminin
gelişi askerleri ve Çandarlı Halil Paşa gibi zatları savaşa devam edilmemesi
yönünde karar vermeye sebeb oldu.
İşte
bu durumda Ak Hoca tarihi rolünü,savaşın seyrini değiştirecek olan konuşmasını
sultana bildirerek[6]
onları ümitsizlikten,gevşemeden,rahatlıktan kurtarıp şevke getirdi.
Bu
ferah,şevk,azim ve gayrettir ki;bizleri on bir defa (bir rivayete göre 27 sefer
teşebbüse) o fethe sevk etmiştir.On bir defa gelmişiz. İlki 655 yılında Hz.
Osman zamanında ve diğerleri tarihlerine
göre;668,673,715,781,1391,1395,1400,1412,1422,1453.[7]
Bu yıllarda o müjdeye mazhar olmaya çalışılmış,21 yaşındaki genç padişaha
müyesser olmuştur.
Merhum
Zübeyir Gündüzalp,fethi temsil eden bir resimde genç sultanımızın 55-60
yaşlarında gösterildiğine işaretle Rüştü Tafral beye:
“Kardeşim,Fatih
İstanbulu 21 yaşında fethetti. İleri yaşlarda bir yeri fetheden kumandan
çoktur. Ama,İstanbulun fethi gibi zorlu bir işi bu yaşta başarabilen
görülmemiştir.
Bu
bir hata değil,parmak karıştırılmış.”demiştir. Basirane bir teşhis...
Hz.
Ebu Eyyubel Ensari rasulullahdan işittiği:”Kostantiniyye’de kal’anın yanında
bir racul-i salih (salih bir kişi) defnolunacaktır.” hakikatı Eba Eyyubel
Ensari’de 668 yılındaki seferde tecelli eder. İstanbulluya manevi mesned ve
nefes olur. Bu zatın düzlenmiş olan kabrini de manevi keşfiyle Fatih
bulur,keşfeder. İstanbul’u keşfettiği gibi...
Şair
Arif Nihat Asya,İstanbulun fethine bir çok şiirle tarih düşer.[8]
Fatih-in
babası Sultan Murad Han’da İstanbulu almaya isteklidir. Ancak bunun kendisine
müyesser olup-olmayacağını büyük veli Hacı Bayram-ı Veli Hazretlerine sorar.
Aldığı cevap-Hayır-dır. Bu kendisini üzerken:”Fetih şu çocuğa müyesser
olacaktır.” Şu ak oğlanla (Akşemseddin) beraber...Fatihi işaret eden ifadesi
baba sultanı sevindirir.
Böyle
müjdeli müjdeye mazhar olan bu zat artık kişilik ve şahsiyyet bakımından
gelişir. Hocası Akşemseddin tarafından yetiştirilir ve geliştirilir.
Bizans
elçisine söylediği sözde kişiliği zahirdir:”Benim kudretimin yettiği yerlere
sizin imparatorunuzun ümit ve emeli bile yetişemez.”
Bir
yandan manevi ilimlerle temeli kurarken,diğer yandan da manevi ilimlerle onu
tezyin ve techiz eder. Devamlı düşünen ve çalışan bir şahsiyyet. Küçük şeyler
alemine yol bulup da giremez. Derin düşünce,ulvi ve buudlu bir hedef. Dar
sahanın adamı onu ihata etmekten mahrumdur,acizdir.
O
maddi ve manevi sahada mimardır. Avni mahlasıyla yazdığı şiirinde:
“Hüner
bir şehir bünyâd eylemektir.
Reâya kalbin âbad eylemektir.”
Yahya
Kemal’de:”Fetih’den sonra İstanbulun imarı hemen başladı. O devirde harb ne
kadar sürekli olmuşsa,imarda o kadar sürekli olmuştur.”[9]
Bu
ilim ve deha sahibi zat,hocalarına gereken hürmet ve saygıyı gösterip kusur
etmez,büyüklüğünü burada da gösterir.
Fetihden
önce tebdili kıyafet yapıp bir sabah çarşıya çıkar. Birkaç şey almak için bir
bakkala girdiğinde,bakkal kendisine birisini verip,diğerlerini vermez. Sebebini
sorduğunda,aldığı cevap gayet manidardır:
“Efendim,ben
siftah yaptım. Komşum daha yapmadı. Aynı kalitede onda da vardır.”
Bir
yandan şaşkınlık,diğer yandan memnuniyet kaplamıştır Sultanı. Diğer esnafta da
aynı durumla karşılaşan Fatih,böyle birbirine karşı emniyet ve hakperestlik
içerisinde bulunan halka sahib olduktan sonra,İstanbulun kendisine nasib
olacağını,Allah’ın yardımıyla dünyanın fethinin dahi kendisine müyesser
olacağına kanaat getirir. Bu inançla.”Ya ben Bizansı alırım,yahut Bizans beni
alır.”demiştir.
6-Nisan’da
başlayıp 29 Mayıs’a kadar devam eden muhasara zaferle,fetihle neticelenmiştir.
Dukas
der:”Keyahsar,denizde köprü yaparak karada yürür gibi bu köprü üstünden bu
kadar asker geçirdi. Bu yeni makedonyalı (yani padişah,Fatih) ve bana kalırsa
neslinin en büyük padişahı olan Mehmed,karayı denize tahvil etti. Ve dalgalar
yerine gemileri dağların tepesinden geçirdi. Binaenaleyh bu,Keyahsar’ı da
geçti.”[10]
Maddi
fatihle manevi fatih Akşemsedddin’in birbirini tamamlaması,şifreyi
açmış,İstanbul fethedilmiştir.
Umum
Osmanlı Sultanları gibi o da Şer’i şerifle amel etmiş,adaletten ayrılmamıştır.
İşin içinde kendi şahsı tehlike de olsa bile...
“Meşhur
İslam seyyahı ve tarihçisi Evliya Çelebi,Seyahatnamesinde şöyle der:”İlk İstanbul kadısı (Hakimi) olan
Hızır Bey Çelebi’nin huzurunda,Haşmetli Padişah Fatih ile bir rum mimarı
arasında şöyle bir muhakeme cereyan eder:Büyük bir abidenin inşasında
kullanılacak iki mermer sütunu Fatih,bir rum mimarına teslim eder. Mimar’da
Fatih’in arzusunun hilafına olarak,bu sütunları üçer arşın kesip kısaltır.
Fatih,cezâen,Rum mimarının elini kestirir. Rum mimarı da,Fatih aleyhine dava
açar. Bunun üzerine mahkemeye celb edilen büyük padişah,baş köşeye geçmek
istemiş.Birdenbire,hakimin şu ihtarıyla karşılaşmış:
-Oturma
beyim! Hasmınla mürafaa-i şer’i olacaksın;ayakta beraber dur!
Hızır
bey çelebi;bu koca şanlı Padişah-ı maznun-a,haksız el kestirdiği
için,kendisinin de kısasa tabi olduğunu ve elinin kesileceğinin bildirir.
Fakat,mimar
kısası istemediği için,büyük Fatih,günde on altun tazminata mahkum olur ve
hatta kısastan kurtulduğu için,bu tazminatı kendiliğinden yirmi altuna
çıkarır.”[11]
Adaletinde
de isbat edildiği gibi;elini kestirdiği kişi,azatlı köle Sinan Atik’tir.
Hükümden sonra Fatih çıkardığı demir sopayı Kadıya göstererek:-Eğer sen Allah’ın
hükmünü uygulamayıp,elimi kesmeye beni mahkum etmeseydin bununla senin başını
paramparça ederdim.”
Kadı
Hızır’da,sakladığı kama gibi şeyi çıkararak:-Sende benim hükmümü kabul
etmeseydin,bende bununla seni delik-deşik ederdim.”der. İşte adalet.
Adil
olduğunun diğer bir misali de;Fatih Kanunnamesin de:”Ve her kimesneye
evladımdan saltanat müyesser ola,karındaşların nizamı alem için katletmek
münasiptir. Ekseri ulema dahi tecviz etmiştir.(caiz görmüştür.) Anınla amil
olalar.”[12]
Buradaki
ifade bir Emir olmayıp,müsaadedir. Her halukârda değil,ağır şart olan alemin
nizamı,yüzlerce kanın akmaması söz konusu olduğunda geçerlidir. Ekseriyetin
içtihat ve Şura kararı olduğundan isabetli karar olsa iki pay,isabetsiz olsa
yine de günah değil,bir pay alır.
Fatih’in
ölümü hakkında ise;Bir çok defa kendisine su-i kasd yapılan padişah
hepsinden kurtulmuştur. Bunu dıştan
yapamayacağını anlayan düşman içten yapmaya koyulmuştur. (Her fitnenin içinde
olduğu gibi) Bir yahudi doktoru ihtida etmiş (müslüman olmuş) görünerek
padişahın doktorluğunu yapar. Son sefere çıktığında bir hafta içinde tesirini
gösterecek bir zehir zerk ederek yavaş yavaş vücuda yayılmasını sağlar ve
zehirler.
“1481’de
Fatih vefat ettiği zaman dünya haritası değişmişti. İki imparatorluk (Doğu Roma
ve Trabzon), 4 krallık (Kırım,Karaman,Bosna,Sırbistan),”Prenslik ve Dukalık
olmak üzere toplam 17 devlet fethedilmişti.”[13]
Arkadaşımız
Fatih İslam Rumeli Hisarını tahassürle seyrederken,maziye dalarak beş yüz küsur
yıllık zamanın tefekkürünün mahsulü olarak:
“ RUMELİ HİSARI
Boğaz
içinin en güzel yerine inşa edilmiş olan Rumeli hisarı,görülmeye,gezilmeye
değer tarihi ve turistik beldelerimizden birisidir.
Bu
tarihi ecdad yadigarı eseri her ziyaret edişim de,gönlüm sevinçle dolar. Eğer
üzerimde karamsarlık bulutları varsa,yerini aydınlık yarınların saadetlerine
bırakır.
Avrupa’dan
Asya’ya bakan,hala dimdik ayakta duran,her sene binlerce turistin hayranlıkla
seyrettiği,gezip gördüğü Rumeli hisarı,çağ açıp çağ kapayan,tarihe altın
yaldızlı harflerle ismini yazdıran Sultan Fatih tarafından Anadolu hisarı
karşısında boğazdan geçişleri kontrol altında tutmak ve İstanbul’un fethini
kolaylaştırmak için yapıldığını sanırım,bilmeyenimiz yoktur.
Hisarın
inşasına 24 Nisan 1452 tarihinde başlanmış,28 Ağustos’ta 4 ay 19 günlük gibi
kısa bir zamanda bitirilmiştir.
Her
karış toprağı şehit kanlarıyla sulanmış şehitler yatağı,Gazi erenler diyarı şu
güzel vatanımızın bir şirin yeri olan bu eseri sonbahar mevsiminin bitmek üzere
olup ta kışa kucak açacağı günlerden bir gün ziyaret ettim.
Karşımda
heybetli duruşuyla hisar hayalen:”Hoş geldin Fatih’in torunu” dediğini
hissettim. Hayranlıkla seyrederek,ağır adımlarla surların merdivenlerinden
çıkarak bir burcun üstüne oturdum.
Alt
tarafta boğaz masmavi akıyor. Sağ tarafta ömürlerini tamamlayıp berzah aleminde
uykuya dalanların toplandığı mezaristan,arkada güzel yapılı evler,karşı kıyıda
el sallayan Anadolu hisarını uzun uzun seyrettim. Tarihin engin sayfalarına
daldım. Kendimi bir anda hisarın yapıldığı an da buldum. “Esselamu Aleyküm Gazi
erenler”diyerek selam verdim. “Aleyküm Selam İstikbalin Vefasız Evladı”
dediklerini duydum.Sırtında taş taşıyan Gazi erenleri hummalı bir faaliyet
içerisinde gördüm. Onları hayranlıkla sevgi ve saygı ile seyrettim. Atiden sizlere
kucak dolusu sevgiler getirdim,diyecek oldum,içimden su taşıyıp her birine
içirmek geçti. Büsbütün düşüncede kaldı.
Sonra
bir tanesi yüksekçe bir yere çıkıp ezan okumaya başladı. Çalışmayı bırakıp
namaz için saf saf dizildiler. Heybetli nur yüzlü bir piri fani imam oldu. Gür
sesle:”Allah-u Ekber”diyerek tekbir aldı. Birden hareketlendim. Koşup deniz
kenarından abdest aldım. Onlara katıldım. Huzur içinde rabbime yöneldim. Sonra
sağa sola selam verip namazı bitirince tekrar bir ezan okunmaya başlandı. Ayıldım
bu ses 20 asrın İstanbul’undan arşa yükselen öğle ezanıydı. Oturduğum yerden
kalkarak etrafı gezmeye devam ettim.
Hisarın
orta yerinde Bizans sarnıcı,onun üzerinde 15. yüz yılda inşa edilmiş şimdi
sadece yıkık minaresi ayakta duran mescidin kalıntıları duruyor. Düz bir alanda
Bizanslıların Halice gerdiği zincirin parçası,çeşitli padişahlardan kalma dökme
demir toplar sergilenmiş. Hisarın planı mimar Muslihiddin Ağa tarafından
Fatih’in nezaretinde çizilmiş. Kapalı alanı:” 30.000 m-2 hisarda üçü büyük
toplam 17 kule mevcut. En büyük kulenin yapımı Halil Paşaya verilmiş.
Yüksekliği 33-m. Güney batıdaki kulenin yapımı Zağnos Paşaya verilmiş.
Yüksekliği 27-m. Kuzey batıdaki Saruca
kulesi ise 28-m.
Bu
kıymetli eseri meydana getiren şenlı ecdadımı rahmetle anıyor,onlara layık
evlat olmaya azmedici hisardan çıkıyorum.”
FETİH SEMBOLÜ AYASOFYA
İstanbulun ve fethin tacıdır
Ayasofya...[14]
Maddesi Bizans-Roma imparatorunun eseri olan bu şaheser,Fatih’in maddi ve
manevi fethiyle hüzünden kurtulmuş,öz benliğine içinde ibadet edilip,kiliseden
camiye çevrilince fethin sembolünü en güzel bir şekilde sembolize etmiştir.
Ancak bu gün Ayasofya hüzünlüdür. Çünkü madden ve
manen işgal edilmiş. öz benliğini kaybetmiştir. Biricik evladını kaybeden bağrı
yanık anne gibi,Ayasofya’da cemaatını kaybetmiş. Sakın cemaat Ayasofya’yı ve
kendisini ve kimliğini kaybetmiş olmasın?
O
halde onun fethinden evvel bizlerin ve kalblerimizin fethi gerek. O fethe bir
Fatih,o Fatih’e Fatih’ler doğuracak bir değil bir çok analar gerek. İşte
Ayasofya böyle bir anaya ve evlada muhtaçtır. Fatihini beklemektedir.
Asırlardır
beklemişti. Yine mi aynı hüzün sürecek? Ne kadar? Ne zamana kadar?
Fetih
evvela kalblerde olur,sonra beldeler fethedilir. Zira o haşmetli Padişah İstanbul’a
girerken ğayrı müslimlerce kendisine atılan güllerle karşılandı. Demek onların
kalblerini fethetmişti.
Şimdi
ise Bizans’dan önce kendimiz fethe muhtacız. Bizleri iman-inanç-ibadet yönünden
fethedecek bir Fatih’e ihtiyacımız var. İstanbul ve Alem-i İslam ikinci fethi
ve Fatih’i beklemektedir. Küfür,sefahet ve gaflet bacaları sarmış,alevler
göklere kadar yükselmede. Alem bir Fatih’e;çöldeki insanın suya
harareti,ihtiyaç ve iştiyakından fazla muhtaçtır.
Fatih’in
hocası Akşemseddin’in ifadesiyle:”Evvela İstanbulu Sultan Mehmed Han fetheyler,
sonra Beni Asfar alır. Beni Asfar elinden Mehdi yine fetheyler.”
Bu
meyanda bir çok Hadis zikredilmekte ve rivayetler yapılmaktadır. Mesela:”Allah
Kostantiniyyeyi çok sevdiği dostlarının ehline fethedecek.”,”Mehdi Kostantiniyyeyi
ve Deylem dağlarını da fetheder.”,”Mehdi maiyyetindeki kuvvetlerle birlikte
Roma’yı Kostantiniyyeyi ve Altın Kiliseyi fethetmek için yola çıkar.”[15]
İstanbul
ve Ayasofya zahiren bizim,fakat hakikatta Bizans ve beni asfar tarafından
kapısına kilit vurulmuş. Ancak ondan evvel kalblerimiz kilitlenmiş,mühürlenmiş.
Ayasofyadan
ziyade bizim kilitlerimizi açacak ve kıracak zata muhtacız.
Beş
yüz senedir yatan ehli iman –önceki gibi- toprak altında kendi kabuğunu ve toprağı
çıkıp neşvü nema zamanını beklemektedir. Namık Kemal’in Magosa zindanlarına
sürülürken söylediği gibi:
Merkez-i
hâke atsalar bizi
Küre-i
arzı patlatır,çıkarız.
İman
cihetinde yapılacak bir inkilab,bütün kapalı kapıları açacaktır. Ayasofya yı
da... Bu millet illet ve zilletten iman ve Kur’an-ın sabahında kurtulacaktır.
Lanetlemek,rahmetten
mahrumiyettir. İşte mahrumiyetimizin bir sırrı da bunda ve buradadır.
O
Fatih ki;miras yedi evlatlarının halini keşfetmiş olacak ki;vakfiyesinde
der:”Benim bu camiimi camilikten çıkaranlar,Allah’ın,meleklerin ve bütün
müslümanların lanetine uğrasınlar.”
Onlar
hiçbir zaman hafiflemeyen azab içinde
bulunsunlar. Yüzlerine bakan ve kendilerine şefaat eden hiçbir kimse
bulunmasın.”demiştir. İşte bizim de hal-i pür-melalimiz. Dökülmüş,azab içinde
kıvranmakta,rahmetten mahrum,yüzümüze bile bakılmamakta...
Evet:”Ayasofya’yı
düştüğü bu son berzahtan kurtarıp yeni bir dirilişin arasatına ulaştırmak için
Hızır çeşmesinden su içmiş Hızır Çelebi’lere,Ulubatlı Hasan’lara,Akşemseddin’lere
ve Fatih’lere ihtiyaç var. Yani,medresenin ilim ruhuna,tekkenin gönül
hayatına,kışlanın disiplinine ve bu sac ayağını bütünleştirecek bir baş-yüce’ye
ihtiyaç var.”
Sanki:”Işık,günde
iki defa,bu iki ulu mabed (olan sabah Sultan Ahmed,ikindi de Ayasofya) arasında
gelir,gider. Ve adeta Hz. Mesih’den Hz. Ahmed’e,Hazreti Ahmed’den Hazreti
Mesih’e birer tahiyye akisleri sergiler durur.”
Bizim
tahiyyemiz de:”Ey açılmaz kapıları açan Rabbimiz! Şimdiye kadar lutfedip
açtığın binlerce kapı gibi,Ayasofya’nın paslı kilitlerinin pasını
çöz,kapılarını aç artık ve yıllardan beri secdesizlikten simsiyah kesilmiş
zeminini secdeli başlarla nurlandır.”[16]
Açılsın
ki,bu millet,kimliğini,şahsiyetini bulsun. Kilidi açılsın. Tıpkı Alparslan’ın
Malazgirtte Anadolunun kapılarının kilidini açtığı gibi...
Aksi takdirde başlanılan noktaya geri dönülmüş ve
hristiyan emeli tahakkuk etmiş olacaktır. Nitekim 2-Ocak-1918’de İngiliz Dış
işleri bakanı Lord Gürzon emelini kusar:”İstanbul,özellikle doğu dünyasının
kozmopolit ve uluslar arası bir şehridir. Ayasofya’ki,900 yıl önce bir
hristiyan kilisesi idi,elbette eski durumuna getirilecektir.”[17]
Biz
böyle kararlımıyız? Sakın getirilmiş olmasın? Nisbeten sakin ve hırçın
olmamalarının,çeşitli siyasi entrikalarla bizi bağlamalarının kilit noktası
Ayasofya olmasın? Laikliğin,Atatürkçülüğün,İnsan haklarının,kısacası
inkilabların ve ihtilallerin odaklandığı nokta olmasın Ayasofya?
Ayasofya
1925-50 arasında sürecek olan 25 yıllık bir karanlığın,tek partili despot bir
idarenin mağdur ve maznunlarındandır.
Avukat
Emin Akyüz o devri şöyle anlatır:”Yakın geçmişimize bakıp hafızalarımızı
yokladığımızda,Ayasofya’nın cami iken müze haline getirilişi,laikliğin vicdan
hürriyyeti üzerinde baskıyı tecviz eden bir manada anlaşılmaya başlandığı ve yer
yer bu istikamette tatbikatın görüldüğü zamana tesadüf eder. O zaman ki,bu
memlekette bir çok secde edilen yerler şu veya bu bahane ile yıktırılmış ve bir
çokları da depo,ardiye vesaire gibi hizmetlere tahsisine müsaade olunmuştur. 14
Mayıs demokrasi inkilabından sonra,depo ve ardiye iken cami haline iade edilmiş
bir çok emsalinin bulunduğunu hepimiz bilmekteyiz.”[18]
Fransızların
işgalinde Ayasofya’ya girmelerini engellemek üzere Türk kumandanı Binbaşı
Tevfik Bey;onlara makinalılarla karşılık vereceğini,buda yetmezse,tahrib
kalıblarıyla mabedi havaya uçuracağını ve böylece emellerine ulaşamayacaklarını
söylemesi,Fransız taburunun geri çekilmesi için yeter.
Şimdi
ise manen işgal ettirmişiz. Oda tıpış tıpış. Hem de ellerimizle...
Yıl
24-11-1934 Atatürk’ün emriyle fethin sembolü Ayasofya müzeye çevrilir. Prof.
Semavi Eyice şöyle der:”Whitte More’nin idaresindeki çalışmalar sürerken
1934’de Atatürk bir akşam sofrasında Ayasofya’nın müze haline getirilmesi
düşüncesini ortaya atmıştır.”[19]
Alman
bile ibadete kapatılma kararına ve verilen rapora karşı çıkarken;14 birinci
teşrin 1934 tarihli New York Taimes’de yapılan küstahça teklif tutar.
“...
Doğunun olduğu kadar Batının da duygularını canlandıran bu büyük saygı sembolü
şimdi yeni bir değişikliğe hazırlanıyor.
Ayasofya
bir hristiyan kilisesi olarak kurulmuştu. Sonradan bir müslüman camii oldu.
Modern düşünceli Türkiye onun en ünlü müzesi yapmayı tasarladı. Müslümanların
duvarlara vurdukları badanalar altında 500 yıl gizli kalan Bizans mozayıklarını
şimdi usta eller temizleyip ortaya çıkarıyor.
...
Son zamanlarda bu büyük camide tapanları gören kimseler bunlardan çoğunun
ihtiyar olduklarını söylüyorlar.Batı ülkelerinin kılığına girmiş olan genç
Türk,tapınmağa gitmeden önce,herkesin karşısında ağzını çalkalamayı ve
ayaklarını yıkamayı doğru bulmuyor.Temizlik kanunlarını başka yoldan gözetmek
çaresini bulmuştur. Kemal Kur’an-ı
istihfafla yere atmış,kendi heykelini diktirmiş,fesi ortadan kaldırmış ve
kadınların yüzlerindeki peçeyi yırtmıştır. Sultanların sarayı olan yıldız köşkü
bugün bir müzedir. O halde Sultanın camii’de niçin bir müze olmasın?”[20]
Bizde
şunu teklif ediyoruz ki;Kim ve hangi parti olursa olsun,eğer milletin kalbinde
tahta kurmak ve ayakta durmak istiyorsa Ayasofya’yı ibadete açmalıdır.
Nitekim
Bediüzzaman Hazretleri de Demokrat Partinin,muarızlarının devirmek istemeleri
tehlikesine karşı çare olarak Ayasofya’nın ibadete açılmasını tavsiye ile
ikazda bulunur.[21]
Merhum
avukat Bekir Berk,uzun yıllar Bediüzzaman’ın avukatlığını yapan bu zatın;maznun
ve avukat olarak yaptığı ilk müdafaa Ayasofya müdafaasıdır. Eserinde[22]
yaptığı müdaafa’da özetle:
“Mevlâna
Ebul Kelamın İngiliz hakimlerine söylediği:”Hakim kuvvetler tuğyan ederek
hürriyet ve hakka karşı tecavüz silahlarını kaldırdıkça,mahkemeler hükümetin
elinde musahhar birer alet olur. Ve hükumet bunlarla kimi mahvetmek istiyorsa
onları imha eder,bu tarihi bir hakikattır.
...
Tarih gösteriyor ki,mahkeme salonları harp meydanlarından sonra en müthiş
mezalim sahnesidir.
...
Suçumuz nedir? 15-Nisan-1952 tarihli:”Kominizme karşı mücadele”dergisinde
neşrettiğimiz:”Başbakan Adnan Menderese açık mektup”başlıklı yazımızda
Ayasofya’nın camiye çevrilmesini istedik. Bunu ne için istedik? Şu
sebeblerle:Ayasofya İstanbulu fetheden büyük Fatih’in fetih sembolüdür. Ayasofya’nın
camiye çevrilmesi milletin isteğidir..ve milli iradeye uymak hükumetin
borcudur. Ayasofya’nın camilikten çıkarılması Türk tarihine hürmetsizliktir.
Aynı zamanda laikliğe aykırıdır. Bütün müslümanların ruhunu ve bu arada
Fatih’in ruhunu muazzeb ve milli vicdanı rencide etmektedir. Ve nihayet
düzeltilmesi gereken haksız bir harekettir,kanaatindeyiz.
...
Ayasofya’nın cami olmasını Türk ve dünya tarihinde dönüm noktası sayarak bunun
bozulmasını tarihe karşı bir hürmetsizlik olarak üzüntü ile karşılıyoruz. Bu
hususta İsmail Danişmend’den şu satırları nakledelim. Eski Türk ordusunun
asırlar boyunca muntazaman riayet ettiği milli ve tarihi bir an’ane vardır.
Fethedilen şehirlerin en büyük kilisesi
camiye tahvil edilir ve bu cami feth ve zabt abidesi sayılır. Umumiyetle
bunlara “FETHİYE” yahut “KİLİSE CAMİİ” denilir ve bazen de,Ayasofya’da olduğu
gibi eski ismi kasden ibka edilir. Bu gibi camiler eski Türk şevket ve
kudretinin milli ve dini timsalleridir. “Ayasofya’nın cami kalması bizce işte
bu sebeble muazzez bir gayedir.”
Ve
diğer maznun,gerçekten cesareti ile Serden geçtiliğini gösteren Osman Yüksel
Serdengeçti’yi mahkemeye verilmesine sebeb olan makalesinin bir bölümünde:”
“Fethin,Fatih’in
mabedinden kitabı mübini,bu ulu dini kaldıran kim? Dinimize imanımıza saldıran
kim?
“Asırlık surların
arkasından,köhne Bizans’ı hortlatmak isteyen eller kimin eli,bunu söyleyenler
kimin dili,Ayasofya’yı puthane yapan hangi delidir?
“Elleri kurusun,dilleri kurusun...
Ayasofya,Ayasofya! Seni bu hale koyan kim? Seni çırılçıplak soyan kim?”
Eğer bu kanuni müdafaayı ve
haklı bedduayı haklı çıkartacak bir sebeb varsa izah edilsin. Yoksa tüm
meleklerin,insanların,cinlerin laneti onun üzerine olsun.
Ayasofya gülünden kimler
demet yapmamışki... Ali Ulvi Kurucu,Cahid Öney,H.Tevfik Paksu,Mehmet
Kayalar,Arif Nihat Asya gibiler bu demetlerden bir “Hüzün Demeti”dermiş ve
oluşturmuşlar.
Hüznün hüznümüzdür Ey
Ayasofya...
“Ayasofya camisinin müze
yapılması öyle gelişigüzel bir teşebbüs değildir. Uzun uzadıya
düşünülmüş,tertiplenmiş mühim bir hadisedir. Bu hususta Erkan-ı Harbiye
arşivlerinde mühim bir rapor vardır. Mutevefin Bulgaristanlı avukat Halil
Bey,bu hadisenin mahiyetini,buna takaddüm eden teşebbüsleri bu raporda uzun
uzadıya izah etmiştir.
Halil Bey’in raporuna göre
Ayasofya Camii’nin camilikten çıkarılıp müzeye tahvili o zaman ‘Bizans Asarını
İhyası’ kongresinde kararlaştırılmıştır. (Kongrede minarelerin de yıkılması
kararlaştırılmış,fakat buna cesaret edememişler.)[23]Bir
çok misyonerin iştirak ettiği bu kongreye Halk Partisi’nin diktatörlüğü
devrinde buradan da bir milletvekili murahhas olarak gönderilmişti. Bu zat
el’an sağdır,şimdi kendini gizlemektedir. Bu eski milletvekili kongrenin
kararını buraya getirmiş,ondan sonra cami,camilikten çıkartılmış ve müze
yapılmıştır.
Türk Milliyetçiler Derneği
Ankara Erkan-ı Harbiye arşivlerinde bu raporun bir suretini isteseler de
kendilerine verilirse Bulgaristan’da teşekkül eden mezkur Bizans Asarını İhya
Kongresi’nde verilen kararların esasına muttali olurlar.
Şunu da hatırlatalım
ki,Ayasofya Camii,camilikten çıkarılıp müze yapıldığı zaman,dünyanın hiçbir
yerinde misli ve naziri olmayan o muazzam levhalar,Allah,Muhammed ve Ashab-ı
Kiram levhaları yerlerinden indirilmiş,camiden çıkarılıp kenar köşe bir yere
atılmaya karar verilmişti. Fakat levhaların kapılardan çıkmaması çok canlarını
sıkmıştır. Bazıları levhaların parçalanarak dışarı çıkarılmasını ileri
sürmüşlerse de,müslümanlara hançer sokacak kadar ağır olan bu harekete cesaret edememişlerdir. Bu nadide
levhaları caminin içinde bir kenara atmışlardır.
Allah,Muhammed,Ashab-ı Kiram
isimlerini ihtiva eden bu levhalar toz toprak içinde caminin bir kenarına
atılmış oldukları sırada,levhaların arkasında kalan Bizans döneminin putları,haçları,resimleri
meydana çıkarılıyor. Bu suretle Bulgaristan’da toplanan kongrenin kararı
veçhile Bizans Asarı yeniden ihya ediliyordu.”[24]
Celal Bayar’ın Atatük’le
arasında gizli olarak geçen olayı daha sonra ifşa eden Bayar;Ayasofya’nın
Balkan Paktına kabul edilebilmemiz için Yanan Başbakanının Atina’da kendisini
karşıladığında söylediği söz ki;Anadolu macerasının unutulmadığını üzgü olarak
ifade ederek;”Kamuoyunu memnun edecek bir ortam doğsa,belki bundan yararlanıp
bir şeyler yapılabilir.”
Bu durumu Atatürke anlatan
Bayar,taviz istediklerini söyleyince Atatürk’de:”Az önce,Vakıflar umum müdürü
buradaydı. Ayasofya camiini tamir edecek para bulamıyorlar. Bugünkü hali ile de
harab ve bakımsız! Hatta mezbelelik.. Ayasofyayı müze yapsak,hem harabiyetten
kurtarsak,hem yunanlılara bir jest yapsak,Balkan Paktını kurtarabilir
miyiz?”Öyleyse yapalım”dedi ve Ayasofya camii,böylece müze haline dönüştü.
Bayar daha sonraki
Cumhurbaşkanı olduğu dönemlerde tekrar camiye çevir meyi düşündüğünü ancak
–Ticani- ve Ahmet Emin Yalman- olaylarının ve devam eden dünyadaki olaylarında
engel olduğunu söyleyerek kaldığını ifade eder.[25]
Tarihi eskilere
dayanıp,kutsallığını her zaman koruyan Ayasofya,bu sefer İslamın sembollüğünü
yitirmiş,hüzünlü hallere sahne olmuştur.
-Amerikalı Papaz Virgil
Gheorghiu tarafından kaleme alınan ve “Yeni gazete” de yayınlanan yazıda:”....
Atatürk büyük kiliseye (Ayasofya-ya) Athenagoras’ın restorasyon için gerekli
parayı bulması şartıyla hürriyyetini vermeyi,burasını müze haline getirmeyi
kabul etti ve Athenagoras,Amerikalıları bu mukaddes binanın restore edilmesi
için gerekli olan milyonlarca dolar parayı ödemek hususunda ikna etti....”[26]
Ayasofya’nın puthane
olamayacağını söyliyen Bediüzzaman’a Selahaddin Çelebi düşüncelerini
sorduğunda:”Keçeli,keçeli. diye güldükten sonra ciddileşerek:”Ayasofya
hristiyanlığın İslâmiyete devir ve tesliminin bir abidesidir. Bunu için,kilise
iken,cami olmuştur. Elbette tekrar camiye çevrilecektir.”dedi.[27]
Büyük bir hastalığa
yakalanan kral’ın hayatı,çocuğun birinin kanında
imiş. Yoksa kral ölecekmiş. Çocuğun babasına haber göndererek durum arz edilir.
Çocuğun kendilerine teslim edilmesi istenir. Bu duruma baba müsaade eder ve
oğlunu onlara teslim eder. Bu konuda işin meşru olması için hakim gerekli hukuki işlemi yapıp,çocuğun
öldürülmesine karar verilir. Artık çocuk öldürülecektir.
Bu
durum çocuğa haber verildiğinde,çocuk gülmeye başlar. Şaşıran bu
insanlar,ağlaması gerekirken-neden güldüğünün sebebini sorduklarında çocuk
cevaben şöyle der:”Başımızdaki kral bizi korumakla görevli iken,kanımı istiyor.
Sahibim olan babam da beni eliyle onlara teslim ediyor. Adaletin temsilcisi
olan hakimde benim öldürülmeme hükmediyor. Böyle bir duruma ağlamak
değil,gülmek ve şaşmak gerekir.
Aynen
Ayasofya’nın başına gelen de bu çocuğun başına gelenle bir benzerlik arz
etmektedir. Bulgaristan karar alıyor ve bizimkilerde onaylayıp resmileştiriyor.
Yani
hristiyanlık alemi bunu istiyor. Bizimkiler teslim ediyor. Adalet de buna
kanuni bir kılıf buluyor.
Gelde
gülme....
MEHMET ÖZÇELİK
[1] Mektubat. B. Said Nursi.sh.97,Emirdağ Lahikası.B. Said Nursi. 2 / 110,Ahmed bin Hanbel. 4 / 335, Buhari.Et-Tarihul Kebir. 1 (İkinci Kısım) / 81 ,Et-Tarihus- Sağir. 1 / 341, Taberani.El- Mu’cemul Kebir. 2 / 24, Hakim. Müstedrek. 4 / 422, Heysemi. Mu’cemuz Zevaid. 6 / 219, Bak. A. Yardım.”Fetih Hadisi üzerine bir araştırma” Diyanet Dergisi. XIII. 2. sh.116-123, Altınoluk Dergisi. Mayıs. 1990. sh.6-7, İbni Kaani. Mu’cemus Sahabe. Hatib el-Bağdadi.Et-Telhis.Suyuti. Camiussağir.el-İsti’ab.Usdul Ğabe,el İsabe.. Sahih-i Müslim. 8 / 175-176, Sünen-i İbni Mace. 2 / 179, Sünen-i Ebu Davud. 2 / 209, Darimi. 1 / 126, İslam Tarihi. (Mekke Devri) A. Köksal. 7 / 144,Bişr el Ğanevi.
[2] Sebe’.15.
[3] Hak Dini Kur’an Dili. E. H. Yazır. 6 / 3956.
[4] Aherun:Tevbe.102,106,Furkan.4,Müzzemmil.20-20(İki kere geçmektedir.) –857-1453-
[5] Aziz Sofi. D. Yılmaz.sh.89,Evliyalar Ansiklopedisi. 12 / 56-57.
[6] Bak. Topkapı Sarayı Arşivi. No:5584,Aziz Sofi.89,Altınoluk dergisi.1987.Mayıs.sh.sh.40,42.
[7] Altınoluk dergisi. 1990. Mayıs.sh.15.
[8] Fatihler ölmez ve Takvimler-Şiirler-5-
[9] Aziz İstanbul.sh.47.
[10] Çınar Dergisi. Temmuz.1977 (1) sh.14.
[11] İşarat-ül İ’caz. B. Said Nursi.sh.259.
[12] Kanunname-i Al-i Osman (Tarihi Osmani Encümeni mecmuası,ilave) sh.27,İbrahim Hakkı Uzunçarşılı. Osmanlı Devletinin Saray Teşkilatı. sh.45-46,Büyük İslam Tarihi. 12 / 302,Fatih.Teşkilat Kanunnamesi. Md.37.Bak.Osmanlı Kanunnameleri. Doç. Ahmet Akgündüz. 1 / 114. (Bu ceza şeriattaki bağy,devlete isyan cezasına uygun olarak verilmiştir.)
[13] Osmanlı Kanunnameleri. Doç. Ahmet Akgündüz. (I) sh.306.
[14] Bak.İslam Ansiklopedisi. TDV. 4 / 206-217,İslam-Türk Ansiklopedisi. sh.168,bak.Ayasofya.Hüseyin Yılmaz.11-20,Çınar dergisi.(1) sh.3-5.
[15] Celaleddin-i Suyuti. A. bin.H.MuttakiAhir zaman Mehdisinin alametleri.sh.5,10,52,56,74,Harun Yahya.Mehdi ve Altınçağ.sh.94,104-107.
[16] Zaman Gazetesi. M. Fethullah Gülen.12-Ocak-1991.
[17] Bozgun ( II ) Vehbi Vakkasoğlu.sh.230.
[18] Çınar dergisi. sh.9,Ayasofya Davası.sh.39-40.
[19] Ayasofya.H.Yılmaz.sh.39,Altınoluk dergisi.Şubat.1990.sh.30,Yalan Söyleyen Tarih Utansın. Mustafa Müftüoğlu. 6 / 214.
[20] Ayasofya.age.sh54-57, Çınar dergisi (1) Temmuz.1997.sh.10.
[21] Emirdağ Lahikası.age. II / 162.
[22] Hakkın Zaferi İçin.sh.15-36.
[23] Sebilirreşat dergisi.1952,Sayı.125. Bak Türkiye Gazetesi. 29-Mayıs.1994. Prof. İsmet Miroğlu.
[24] Sebilirreşad Dergisi.Tarih.1952. Cilt.5. Sayı:125.Sayfa:398,Bak. Türkiye Gazetesi. Prof. İsmet Miroğlu. 29-Mayıs-1994.
[25] Bak.Vakit Gazetesi.28-29-Mayıs.1994.İsmet Bozdağ.-Camiden müzeye Ayasofya-
[26] İttihat Gazetesi.13-1-1970.
[27] Tarihçe. Mehmet Badıllı. 3 / 1691-1692.