Aşağıdaki yazı 1998'de yazıldı.
Dayandığı kaynaklar daha eski yıllara aitti. Ancak bugünlerde sanki yeni
gündeme geliyormuş gibi görünen Suriye konusunun İsrail'in nasıl yıllar
önce gündeminde olduğunu ortaya koyuyor. Nil'den Fırat'a kadar uzanan
Büyük İsrail projesine giden yolda Siyonist grubun nasıl organize ve
hazırlıklı olduğunu görmek için çok fazla uğraşmaya da gerek yok...
TÜRKİYE-İSRAİL
İLİŞKİLERİNİN GELECEĞİ ÜZERİNE BİR ANALİZ
Ferruh SEZGİN
Amerikalı
Larry Collins ile Fransız Dominigue Lapierre tarafından ortaklaşa yazılmış
olan "Kudüs Ey Kudüs" (E Yayınları, İstanbul, 1973), bende iz bırakmış
kitaplar arasındadır. Politikaya meraklı olanlar için, özellikle İsrail
ilgi alanları içindeyse, vazgeçilmez değerdedir.
İsrail
devletinin kuruluşunu, 1948 Arap-İsrail Savaşını, aynı savaş sırasında
Yahudiler'in Kudüs'te kendi yaşadıkları kesimi Araplar'a karşı
savunmalarını inceleyen kitapta; itiraf etmeli ki, nasıl sıfırdan
başlayarak adım adım devlet olunduğunu -ve olunacağını- gösteren harika
örnekler vardır. Ama tabii, belirtmeye gerek bile yok, kitap baştan sona
Yahudi propagandasıdır.
Kitabın
beynimizi yönlendirmesine karşı koyabilir ve satırlar arasında ipuçları
aramaya çalışırsanız, fazlasıyla bulabilirsiniz: Sözgelimi; İsrail
devletinin "Lübnan-Suriye-Irak ekseni" boyunca genişlemeyi planlamış
olduğunu... Bu, İsrail'in bugünkü devlet adamlarından birinin ağzından
duyulmuş olsa neyse de, devlet olup olmayacaklarının daha kesinleşmediği
bir atmosferde böylesine pervasızca telaffuz edilirse; onlarla sınırdaş
olmaya aday bir ülkenin fertlerinden biri olarak, hele de vatanımızla
aramız-da kopmaz bağlar mevcutsa, bu ihtirası bir kenara not etmek
zorundasınız. Üstelik, kendi devlet politikalarınızı oluştururken,
kaydınızdaki o ihtirası hep hatırlamak ve dikkate almak zorundasınız.
Aynı
şekilde, Ralph Schoenman'ın "Siyonizm'in Gizli Tarihi" adlı kitabı da
(Kardelen Yayınları, İstanbul, 1992) İsrail'in geleceğe dönük
politikalarını afişe eden eserler arasındadır. Schoenman, kitabının bir
yerinde (s.105) İsrael Şahak'ın Orta Doğu İçin Siyonist Plan" (The Zionist
Plan for the Middle East) adlı eserine atıfta bulunur. Söz konusu bölüm,
İsrail'in "nasıl bir Suriye" tasarlamış olduğu ile ilgilidir.
"... Suriye, etnik ve
dini yapısına uygun olarak çeşitli devletlere ayrışacaktır. Kıyıda bir
Şii-Alevi devleti, Halep yöresinde bir Sünni devleti, Şam'da buna düşman
bir başka Sünni devleti, Havran-Kuzey Ürdün-Golan bölgesinde de bir Dürzi
devleti. Bu yapı, güvenliğimizin garantisi olacaktır ve bu hedef
ulaşabileceğimiz kadar yakındır."
Düğmeye Hafız Esad'ın
ölümünden sonra basılacağı, pek de yabana atılmaması gereken bir siyasi
hipotezdir.
Ya, Suriye'den sonrası?
Siyonizm'in
kurucusu Thedor Herzl'e göre, Siyonist hareketin üzerinde hak iddia ettiği
topraklar, kısaca "Nilden Fırat'a kadar büyük ülke" olarak tanımlanabilir
(Theodor Herzi: Diaries (Günlükler), Cilt II., s.793). Schoenman,
İsrailoğulları'nın bu büyük ülkesini, "Lübnan ile Ürdün'ün tamamını,
Suriye'nin üçte ikisi, Irak'ın yarısı, Türkiye'nin bir bölümünü, Kuveyt'in
yarısı, Suudi Arabistan'ın üçte biri, Sina'nın tamamı, Mısır'ın da Port
Said, İskenderiye ve Kahire'yi kapsayan bölümü" olarak tarif ediyor.
Demek,
siyonist düşüncenin uzak vadeli planları içinde "Türkiye'den toprak
talebi"nin mevcut olmadığını ileri sürebilmek pek de kolay değil. Bu
doğruysa, İsrail'in gözü Türkiye topraklarının hangi yörelerinde?
Pek
çok insanın zevk alarak okuduğu bilim-kurgu türü yayınların yanı sıra, bir
de siyasi-kurgu türünden olanlar vardır. Geleceğe dönük tahminler,
birincisinde teknolojik gelişmelerin ışığında, ikincisinde ise siyasi
gelişmelerin ışığında yapılır.
Arthur
Hailey'in "Ekabir" adlı romanı (daha sonraları "Başbakan" adıyla da
yayımlandı) siyasi-kurgu türünün klasikleri arasında kabul edilir.
Kitaptaki olaylar, Soğuk Harp'in en civcivli yıllarında yavaş yavaş
yaklaşan Üçüncü Dünya Savaşı tehlikesi karşısında ABD ile Kanada'nın
birleşmesi senaryosu üzerinde akar gider.
ABD'nin
bu birleşmeden amacı; harp sırasında kendi toprakları nükleer kirlenmeye
maruz kalacağından, Kanada'nın temiz kalacak uçsuz bucaksız ve bakir
topraklarını harp sonrasında "yeni tarım üretim alanları" olarak
kullanabilmektir. Benzetmek gibi olmasın ama, komşunun bahçesinden mal
çalmak gibi bir şey. Kanadalılar, radyasyonsuz topraklarından elde
edecekleri tertemiz ürünleri satıp zenginleşmeyecekler, onun yerine
Amerikalılar'ı doyuracaklardır.
Bu kadar akıllı olanlar
sadece Amerikalılar mı?
Değil...
Sözgelimi, İsrailliler de en az Amerikalılar kadar akıllı. Onların gözü de
"başkalarının çöplüğünde"; hem de bizim çöplükte.
1994
yılı başında, İsrail Cumhurbaşkanı Weizmann Türkiye'ye geldiğinde, bizim
GAP'ı boş yere mi ziyaret etmişti? Hayır... Ülkesinin gelecekteki tarım
alanları olarak tasarladıkları yerleri dünya gözüyle şöyle bir görebilmek
için güneydoğu illerimize kadar uzanıvermişti.
Milli
ülküsü olan her devlet gibi İsrail'in politikaları da, resmen telaffuz
edilmese bile gayet tabii ki, "sınırların genişletilmesi" üzerine kurulu
olacaktır. Ne var ki, İsrail-in, gelişmiş askeri teknolojisi sayesinde
siyasi-askeri hedeflerini ele geçirirse dahi, halihazır nüfus azlığı
sebebiyle, ulaşacağı coğrafyaları sürekli denetimi altında
bulundurabilmesi mümkün görünmüyor.
Sorunun
çözümlenmesi teorik yönden kolay: Çare, "20 milyonluk bir İsrail'i
gerçekleştirebilmek"; o zaman, bu (optimal miktar kabul edilen) nüfustan
çıkacak askeri güç ile "Nil'den Fırat'a büyük ülke"yi baştan sona denetim
altına almak kolaylaşacak. Ama, bunun uygulanabilmesi çok zor: Bu kadar
nüfusu nasıl besleyecekler?
İsrailliler'in
bunun kolayını da buldukları söyleniyor: İddia edilen, 20 milyonluk yahudi
nüfusunun ihtiyaçlarının "Türkiye'nin GAP'ıyla ve Türkiye'nin sularıyla
karşı-lanması" nın planlanmış olduğu.
Eh, günahları
boyunlarına; ama iddialar doğruysa, komşunun gözü bizim çöplükte demektir.
Tesadüflere inanır
mısınız?...
Ben inanmam. Hele
siyasette hiç inanmam.
Michael
Armigate, ABD yönetiminin BDT Koordinatörü görevini yürüttüğü 1992 yazında
İsrail'e yapmış olduğu ziyaret sırasında düzenlediği basın toplantısında,
Türkistan'daki dört Türk Cumhuriyetinde ve Tacikistan'da tarımı
geliştirmek için ABD ile İsrail'in bir dizi "sulama projesi"ni ortaklaşa
gerçekleştirdiklerini açıklamıştı. O zamanlar, bu projenin gölgesinde
sadece İsrailli tarım uzmanlarının değil, bazı "başka uzmanlar"ın da İç
Asya'ya sızdırılacağı, bu yolla da Sovvetler'den miras kalan nükleer silah
sistemlerini kontrol edecek bir güvenlik ağı kurulacağı rivayetleri
ortalığı kasıp kavurmuştu.
Derken,
bu "ilk adım"dan iki yıl sonra, 31 Ekim 1994'te; Türkiye ABD ve İsrail,
Türkmenistan'da ve Özbekistan'da tarımın geliştirilmesi için işbirliği
yapacaklarına dair bir protokole (mutabakat zaptına) imza koydular.
Protokolde, bu amaca ulaşmak için "örnek çiftlikler" ve
"uygulama-geliştirme merkezleri" kurulması öngörülüyor.
Diyelim
ki, bunlar planlı bir tırmanma değil, sadece bir tesadüftür. Ama
Türkistan'daki şu örnek çiftliklerin ve uygulama-geliştirme merkezlerinin
benzerlerine birden Türkiye'de de rastlayıveriyoruz.
Önümde,
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığının 26 Ekim 1994 tarihli bir genelgesi
duruyor. Genelgede, Doğu ve Güneydoğu Anadolu'nun kendisine has yapısı
gerekçe gösterilerek, bölgede -aynı yukarıdaki protokoldeki gibi- "toplu
çiftlikler"in, "merkezi köyler"in ve "aile işletmeleri"nin kurulmaları
öngörülüyor.
Gelin,
perde arkasını biraz eşeleyelim: Bunları acaba kimler çalıştıracak; daha
doğru bir ifadeyle, bunlar acaba kimlerin nezareti altında çalışacaklar?
Bu
sorunun cevabı hazır... 1994 Ekim'inin son haftasın da, Kanal-D'deki
"azınlıklar" konulu Rüstem batum Show'da Türkiye Musevi cemaati temsilcisi
-yanılmıyorsam, cemaatin önde gelen isimlerinden Nesim Levi- "Türkiye'den
İsrail'e göç etmiş Yahudi ailelerinden bir kısmının Türkiye'ye geri
dönerek Urfa yöresine yerleşmekte olduklarından" söz etmişti. Bu haber,
çok kısa bir süre sonra doğrulandı: GAP bölgesine sistematik biçimde,
Yahudi nüfusu yerleştiriliyordu. Ardından, İsrail, elini veren Türkiye'nin
kolunu da kapmaya başladı: Osmanlı yönetimi sırasında Filistin'de toprak
kiralamak istemelerine benzer biçimde, günümüzde de GAP'ta kendi
şirketlerine toprak tahsis edilmesini talep ettiler. Ancak, mevzuata
takıldıklarından amaçlarına ulaşamadılar. Bu sefer, kendilerine müzahir
olabilecek bazı tanınmış Türk holdinglerini paravan olarak kullanarak,
"kiralama" veya "Türk şirketleriyle ortaklıklar kurma" gibi kanuna karşı
hile yollarını zorlayarak amaçlarına ulaşmayı denediler. Bunda başarısız
olduklarını ileri sürebilmek hayli zor; zira GAP üretime geçtiğinde hangi
ülkeye hizmet edeceği daha bugünden tartışma konusu.
Kısacası, bütün bunlar
havada kalan iddialar değilse, komşunun gözü bizim çöplükte.
Şimdi, bir soru: "Büyük
Türkili"nin güney sınırları Suriye'nin neresinden geçer?
Halep'ten
geçer. Daha ayrıntılı şekliyle, Irak Türkleri'nden bir dostumun
sözleriyle, Büyük Türkili'nin güney sınırı "Kıbrıs-Halep-Musul-Kerkük
hattı" dır.
Bir
tarafta, Nil'den Fırat'a uzanan toprakların İsrailoğullarına vaat edilmiş
olduğuna inanan İsrail... Diğer tarafta da, Turan ülküsü perspektifinde,
Suriye ve Irak'ın bir kısım topraklarını Büyük Türkili sınırları içinde
sayan bir Türkiye ... Bu iki idealin birbiriyle çatışmaya mahkum
olmadığını kim iddia edebilir?
Çatışma
gerçekten kaçınılmaz olacaksa, bundan galip çıkabilmenin birinci şartı
rakibi doğru tanımaktır. Aşağı satırlarda özetlenen "Ankara Belgesi"
Yahudiler'in, menfaatleri için gerekli olanı hiçbir komplekse kapılmadan
yapacak bir kıvraklığa sahip olduklarını gösteren karakteristik bir
örnektir.
Bir
"Yahudi-Nazi ittifakı"nın mümkün olabileceği hiç akla gelir mi?.. Bu, çok
kişi nazarında, bir kıyamet belirtisi dahi olabilir. Fakat, gelin görün
ki, Filistin'e yerleşmiş Yahudiler, hem de Avrupalı Yahudiler'in fırın-larda
ve gaz odalarında yok edildikleri günlerde, Nazi Almanyası ile ittifak
kurmayı "Siyonist menfaatler"in icabı olarak görmüşler ve bunun
gerçekleştirilmesini de Berlin'e tereddütsüz teklif etmişlerdir.
Schoenman'ın
kitabında, İsrail'in eski başbakan ve dışişleri bakanlarından İzak
Şamir'in, İrgun adlı meşhur Yahudi tedhiş örgütü hesabına faaliyet
gösterdiği dönemde -1941'de- Nazi yönetimine yapmış olduğu bir askeri
anlaşma teklifinden de söz edilmektedir. Teklif, harp sonrasında,
Almanya'nın Ankara Büyükelçiliği belgeleri arasın-da ele geçirildiği için
"Ankara Belgesi" olarak isimlendirilmektedir.
Ankara Belgesin'de,
İrgun, Üçüncü Reich'a şunları teklif etmektedir:
"Yahudi asıllı kitlenin
Avrupa'dan çıkarılması, Yahudi sorununun çözümlenmesinin ön şartıdır.
Bunun gerçekleşmesi ise bu kitlelerin anavatanları Filistin'e
yerleştirilmelerine ve tarihi sınırları içinde bir Yahudi devletinin
kurulmasına bağlıdır. İrgun, Alman Reich'i ile onun yetkilerinin
Almanya'daki Siyonist faaliyetler ile Siyonist göç planları konusundaki
iyi niyetlerinin bilincinde olarak şu görüşlere sahiptir:
"1- Alman
düşüncesine uygun olarak kurulacak "Yeni Avrupa Düzeni" ile İrgun
tarafından temsil olunan "Yahudi milli hedefleri" arasında asgari
müsterekler bulunması mümkündür.
2-
Yeni Almanya ile İbrani âlemi arasında bir işbirliği de mümkündür.
3-
Milli ve totaliter temeller üzerine oturacak bir Yahudi devletinin Alman
Reich'ıyla yapılacak anlaşma çerçevesinde kurulması, gelecekte, Orta
Doğu'daki Alman menfaatleri için de gereklidir.
4-
İrgun, Yahudi milli menfaatlerinin Alman
Hükümeti tarafından tanınması şartıyla, halihazır savaş sırasında
Almanya'nın yanında aktif olarak yer almayı teklif eder."
Şamir kanalıyla yapılan
teklifin tercümesi şu: İrgun, Ankara Belgesi ile, Yahudi devletinin
kurulmasının desteklenmesi şartıyla "Naziler'in Avrupa Yahudileri'ni yok
etmesinin unutulacağını" resmen beyan etmektedir.
"Şeytan'la ittifak" diye
bir şey varsa, herhalde bundan başkası değildir.
Şeytan'la
ittifakın mimarı ve 1940'lı yılların İrgun teröristi İzak Şamir, İsrail
Dışişleri Bakanı ünvanını taşıdığı 1983'te Brüksel'de yaptığı bir basın
toplantısında kendisine yöneltilen "Türkiye'deki Kürtçülük faaliyetlerine
İsrail nasıl bakmaktadır?" sorusunu "Bu, kendi topraklarında bağımsız
olmak isteyen bir halkın sorunudur... Kürt topraklarını işgal altında
tutan ülkeler hiç söz dinlemediklerinden, söz konusu halk da amaçlarına
ulaşamamaktadır" biçiminde cevaplandırarak, Türkiyeyi nasıl oluyorsa,
kendi topraklarını işgal altında tutmakla" suçlamıştır. Türkiye'nin,
İsrail'le daha yakın ilişkiler kurmaya zorlandığı şu günlerde, İsrail
yetkililerini en çok sinirlendiren iki şeyden birincisi Şamir'in
sözlerinin kendilerine hatırlatılmasıdır.
İsrailliler'i
sinirlendiren ikinci şey ise çok daha zor yenilir yutulur cinstendir: 1991
yılının İsrail Dışişleri bakanı David Levy, Amerikalılar'ın Kuzey Irak'a
yaptığı gıda yardımlarını değerlendirirken, "ABD'nin Kürtler'e yiyecek
yardımı yapmasının, olsa olsa, aç karnına değil tok karnına ölmelerine
yarayacağını; ABD'nin Kürtler'e yiyecek yerine silah yardımı yapması
gerektiğini" söylemiştir.
İsrail
politikası, bir kürt devleti kurulmasına Türkiyenin fazla ses
çıkarmamasını sağlayabilmek için, uluslararası kamuoyu eliyle baskı
oluşturabilmenin yollarını da denemektedir. İsrailli general -ve bakan-
Ariel Sharon'un fikir babalığını yaptığı, sonradan Yahudi ve Amerikalı
siyaset bilimcilerince geliştirilen ve birkaç yıl önce Amerikan kamuoyunda
tartışması yapılan bir tez, Türkiye'ye iki tavsiyede bulunmaktadır:
1-
Türkiye, İsrail'in bir Filistin devletinin
kurulmasına bir zamanlar izin vermemekle yapmış olduğu hatayı
tekrarlamamalıdır.
Buna göre:
İsrail eğer, zamanında,
faturası üçüncü bir ülkeye -Ürdün'e- çıkarılması kaydıyla bir Filistin
devletinin kurulmasına karşı çıkmamış olsaydı, İsrail'in güvenliği için
daha o zamandan ve çok ciddi teminatlar bulunmuş olurdu.
Zira daha o zamandan,
İsrail'in karşısında mazlum Filistinliler değil, gerekirse topyekûn savaş
açabilecek bir Filistin devleti yer almış olacaktı.
Türkiye İsrail'in
hatasına düşmezse, herkesin mazlum gördüğü Kürtler'le değil, askeri yönden
her zaman için ezebileceği bir Kürt devletiyle çatışır.
2-
Türkiye, Filistin kurtuluş Örgütü'nün (FKÖ) Ürdün'e hakim olmasını
önlemekle İsrail'in yapmış olduğu diğer hatayı da tekrarlamamalıdır.
Buna göre:
FKÖ'nün Ürdün
topraklarını üs olarak kullanmasına göz yuman Kral Hüseyin, FKÖ'nün gücü
kendi tahtını tehdide başladığında, bu örgütü ülke sınırları dışına atmaya
karar vermişti.
Bunun üzerine FKÖ
Suriye'den yardım isteğinde, İsrail Silahlı Kuvvetleri devreye girerek
Suriye'yi bundan caydırdı. Böylece Kral Hüseyin de Ürdün'ü FKÖ'den
temizleme imkanı buldu.
Ama, FKÖ, bu sefer de
Lübnan'da üslendi ve terörizmini devam ettirdi.
Türkiye bundan ders
almalı ve Bağdat yönetiminin Kürtler'i yok etme teşebbüslerine seyirci
kalmamalıdır. Kürtler Kuzey Irak'ta bir güç oluşturamazlarsa, bir başka
yerde -sözgelimi Türkiye'de- güç oluşturmayı deneyeceklerdir.
İsrail'in
kurmuş olduğu tuzak, herhalde kolaylıkla anlaşılacaktır. Bu, bir zamanlar
Turgut Özal'ın -şimdi de "ikinci cumhuriyetçiler"in- Türkiye'yi içine
itmeye çalış-tığı tuzaktan başkası değildir.
İsrail,
Kürt devletinin kurulmasını Türkiye'ye kabul ettirme politikasını,
gerisinde kendisinin bulunduğu bazı "illegal operasyonlar"la takviye
etmeye başlamış da olabilir mi?
Böyle
olabileceği ve Türkiye'nin yeni bir tuzağa daha düşmek üzere olduğu, 1994
Mart ayı başlarında, Türkiye'nin "üst düzey bir yetkilisi" tarafından
açıklandı. Söz konusu açıklamada sıralanan iddialar şunlar:
İsrail, teknolojisini ve
uydu imkanlarını kullanarak Irak-Türkiye petrol boru hattının güvenliğini
sağlamak için, Türkiye'den iki kere talepte bulunmuştur.
Türkiye İsrail'in ilk
talebini reddetmiş, bunun üzerine boru hattı PKK tarafından kundaklanmaya
başlanmıştır.
PKK'nın bu eylemlerinden
sonra, İsrail talebini tekrarlamıştır. Bu arada PKK da eylemlerini devam
ettireceğini ilan etmiş olduğundan, Türkiye'deki (zevahiri kurtarma
peşinde olan) bazı yetkililer İsrail'in ikinci talebine sıcak bakmaya
başlamışlardır.
Türkiye'deki (milli olma
niteliğini koruyabilen) bazı çevrelere ve kurumlara göre ise İsrail'in
talebi ile PKK'nın kundaklama eylemleri arasındaki ilişki "son derece
manidar"dır.
Türkiye bugün
(1993-94'te terörün hızlı estiği dönemde) kendi topraklarından geçen boru
hattının güvenliğini İsrail'e emanet etme noktasına gelmiş bulunmaktadır.
(Terörün hızı kesilmeyecek olursa) iki ülke arasında çok kısa bir süre
içinde bu konuyu kapsayan bir anlaşmaya varılması ciddi olarak söz
konusudur.
Neyse
ki, bir yandan boru hattından petrol sevkiyatının bir türlü başlayamaması,
diğer yandan da TSK'nın PKK terörünü bir ölçüde denetim altına almış
olması gibi etkenlerin yan yana gelmesi anlaşma ihtimalini suya düşürdü.
Bizim
yetkilinin 1994 başlarında yaptığı açıklama ile bir yabancı gazetenin 1993
yazında ortaya attığı iddia birbirlerini doğrulamaktadır. Arap dünyasına
yayın yapan El Muslimun Gazetesi'nin 14 Ağustos 1993 tarihli sayısın-da
yer alan Türkiye konulu bir haberdeki iddialardan ikisi şunlar:
Ankara Hükümeti'nin "PKK
teröründeki İsrail parmağı" konusundaki suskunluğu, "bir siyasi çatışmayı
göze alamadığı" biçiminde yorumlanmaktadır.
PKK'nın faaliyetleri,
tamamiyle Yahudiler'in ve Ermeniler'in kontrolü altına girmiş durumdadır.
İsrail,
Irak-Türkiye petrol boru hattının güvenliğini sağlamayı neden ister?
Birincisi, Irak'ın
ekonomik çıkış yollarından biri kendi denetimi altına girsin diye.
Sadece bu kadar mı?....
Başka?
Kazakistan-Azerbaycan-Türkiye
ekseninde uzanıp İskenderun Körfezi'nde dünyaya pazarlanacak olan Hazar
petrolünü taşıyacak olan "Hazar-Akdeniz petrol boru hattı", Irak-Türkiye
petrol boru hattı ile birleşmeyecek midir? Yine, Türkistan'ın doğal gazını
Avrupa'ya taşıyacak olan boru hatları da, Türkiye'ye girişlerini, petrol
boru hatlarının geçtiği bölgelerden yapmayacak mıdır? Son zamanlarda
neredeyse bütün yayın organlarında üzerinde ahkâm kesilen şu meşhur
"Avrasya enerji koridoru"nun can damarı Anadolu yarımadası olmayacak
mıdır?
Siz
İsrail olsanız, böylesine devasa bir enerji trafiğinin güvenliği ve
dolayısıyla denetimi elinize geçsin istemez misiniz?
Bütün bunlar birer "fantazi"
mi?
Bakalım öyle mi?
ABD'deki
araştırma kuruluşlarından Foreign Reports Inc. tarafından hazırlanmış bir
Orta Doğu raporu 1994'ün yaz aylarında Türkiye basınında yer almıştı.
Rapor, Türkiye-Suudi Arabistan ilişkilerini incelerken, birden atlama
yaparak başka bir konuda önemli tespitte bulunuyor:
"... Irak-Türkiye
petrol boru hattının kurtarılması, Kazakistan ve Azerbaycan'da 90'ların
sonuna kadar üretimin geliştirilmesi beklenen petrolün 'ihracat
kanallarının' işler halde tutulması bakımından önemlidir."
Böylece
Irak-Türkiye petrol boru hattının PKK tarafın-dan kundaklanmasının
gerisinde bu hattın denetimini eline geçirmek isteyen İsrail'in bulunup
bulunamayacağı sorusunun cevabı, galiba netleşmiş oluyor. Şimdi sırada,
cevabı netleşmeyen -ve hayati önem taşıyan- bir başka soru var: O petrol
ve doğal gaz hatlarının geçeceği toprakların adı, o boru hatlarından
petrol ve doğal gaz akmaya başladığında hâlâ "Türkiye" olarak mı anılıyor
olacak? Türkiye'de bugün içinde olduğumuz hemen her kavga, bu sorunun
cevabının ne olması gerektiği üzerinde kopuyor.
Kaynak:
Ferruh Sezgin, Yeni Hayat, Temmuz-1998
|