İsrail'in Suriye planı
Hazırlayan: Mustafa Aydın
TÜRKİYE-İSRAİL İLİŞKİLERİNİN GELECEĞİ ÜZERİNE BİR ANALİZ Ferruh SEZGİN Amerikalı Larry Collins ile Fransız Dominigue Lapierre tarafından ortaklaşa yazılmış olan "Kudüs Ey Kudüs" (E Yayınları, İstanbul, 1973), bende iz bırakmış kitaplar arasındadır. Politikaya meraklı olanlar için, özellikle İsrail ilgi alanları içindeyse, vazgeçilmez değerdedir. İsrail devletinin kuruluşunu, 1948 Arap-İsrail Savaşını, aynı savaş sırasında Yahudiler'in Kudüs'te kendi yaşadıkları kesimi Araplar'a karşı savunmalarını inceleyen kitapta; itiraf etmeli ki, nasıl sıfırdan başlayarak adım adım devlet olunduğunu -ve olunacağını- gösteren harika örnekler vardır. Ama tabii, belirtmeye gerek bile yok, kitap baştan sona Yahudi propagandasıdır. Kitabın beynimizi yönlendirmesine karşı koyabilir ve satırlar arasında ipuçları aramaya çalışırsanız, fazlasıyla bulabilirsiniz: Sözgelimi; İsrail devletinin "Lübnan-Suriye-Irak ekseni" boyunca genişlemeyi planlamış olduğunu... Bu, İsrail'in bugünkü devlet adamlarından birinin ağzından duyulmuş olsa neyse de, devlet olup olmayacaklarının daha kesinleşmediği bir atmosferde böylesine pervasızca telaffuz edilirse; onlarla sınırdaş olmaya aday bir ülkenin fertlerinden biri olarak, hele de vatanımızla aramız-da kopmaz bağlar mevcutsa, bu ihtirası bir kenara not etmek zorundasınız. Üstelik, kendi devlet politikalarınızı oluştururken, kaydınızdaki o ihtirası hep hatırlamak ve dikkate almak zorundasınız. Aynı şekilde, Ralph Schoenman'ın "Siyonizm'in Gizli Tarihi" adlı kitabı da (Kardelen Yayınları, İstanbul, 1992) İsrail'in geleceğe dönük politikalarını afişe eden eserler arasındadır. Schoenman, kitabının bir yerinde (s.105) İsrael Şahak'ın Orta Doğu İçin Siyonist Plan" (The Zionist Plan for the Middle East) adlı eserine atıfta bulunur. Söz konusu bölüm, İsrail'in "nasıl bir Suriye" tasarlamış olduğu ile ilgilidir. "... Suriye, etnik ve dini yapısına uygun olarak çeşitli devletlere ayrışacaktır. Kıyıda bir Şii-Alevi devleti, Halep yöresinde bir Sünni devleti, Şam'da buna düşman bir başka Sünni devleti, Havran-Kuzey Ürdün-Golan bölgesinde de bir Dürzi devleti. Bu yapı, güvenliğimizin garantisi olacaktır ve bu hedef ulaşabileceğimiz kadar yakındır." Düğmeye Hafız Esad'ın ölümünden sonra basılacağı, pek de yabana atılmaması gereken bir siyasi hipotezdir. Ya, Suriye'den sonrası? Siyonizm'in kurucusu Thedor Herzl'e göre, Siyonist hareketin üzerinde hak iddia ettiği topraklar, kısaca "Nilden Fırat'a kadar büyük ülke" olarak tanımlanabilir (Theodor Herzi: Diaries (Günlükler), Cilt II., s.793). Schoenman, İsrailoğulları'nın bu büyük ülkesini, "Lübnan ile Ürdün'ün tamamını, Suriye'nin üçte ikisi, Irak'ın yarısı, Türkiye'nin bir bölümünü, Kuveyt'in yarısı, Suudi Arabistan'ın üçte biri, Sina'nın tamamı, Mısır'ın da Port Said, İskenderiye ve Kahire'yi kapsayan bölümü" olarak tarif ediyor. Demek, siyonist düşüncenin uzak vadeli planları içinde "Türkiye'den toprak talebi"nin mevcut olmadığını ileri sürebilmek pek de kolay değil. Bu doğruysa, İsrail'in gözü Türkiye topraklarının hangi yörelerinde?
Pek çok insanın zevk alarak okuduğu bilim-kurgu türü yayınların yanı sıra, bir de siyasi-kurgu türünden olanlar vardır. Geleceğe dönük tahminler, birincisinde teknolojik gelişmelerin ışığında, ikincisinde ise siyasi gelişmelerin ışığında yapılır. Arthur Hailey'in "Ekabir" adlı romanı (daha sonraları "Başbakan" adıyla da yayımlandı) siyasi-kurgu türünün klasikleri arasında kabul edilir. Kitaptaki olaylar, Soğuk Harp'in en civcivli yıllarında yavaş yavaş yaklaşan Üçüncü Dünya Savaşı tehlikesi karşısında ABD ile Kanada'nın birleşmesi senaryosu üzerinde akar gider. ABD'nin bu birleşmeden amacı; harp sırasında kendi toprakları nükleer kirlenmeye maruz kalacağından, Kanada'nın temiz kalacak uçsuz bucaksız ve bakir topraklarını harp sonrasında "yeni tarım üretim alanları" olarak kullanabilmektir. Benzetmek gibi olmasın ama, komşunun bahçesinden mal çalmak gibi bir şey. Kanadalılar, radyasyonsuz topraklarından elde edecekleri tertemiz ürünleri satıp zenginleşmeyecekler, onun yerine Amerikalılar'ı doyuracaklardır. Bu kadar akıllı olanlar sadece Amerikalılar mı? Değil... Sözgelimi, İsrailliler de en az Amerikalılar kadar akıllı. Onların gözü de "başkalarının çöplüğünde"; hem de bizim çöplükte. 1994 yılı başında, İsrail Cumhurbaşkanı Weizmann Türkiye'ye geldiğinde, bizim GAP'ı boş yere mi ziyaret etmişti? Hayır... Ülkesinin gelecekteki tarım alanları olarak tasarladıkları yerleri dünya gözüyle şöyle bir görebilmek için güneydoğu illerimize kadar uzanıvermişti. Milli ülküsü olan her devlet gibi İsrail'in politikaları da, resmen telaffuz edilmese bile gayet tabii ki, "sınırların genişletilmesi" üzerine kurulu olacaktır. Ne var ki, İsrail-in, gelişmiş askeri teknolojisi sayesinde siyasi-askeri hedeflerini ele geçirirse dahi, halihazır nüfus azlığı sebebiyle, ulaşacağı coğrafyaları sürekli denetimi altında bulundurabilmesi mümkün görünmüyor. Sorunun çözümlenmesi teorik yönden kolay: Çare, "20 milyonluk bir İsrail'i gerçekleştirebilmek"; o zaman, bu (optimal miktar kabul edilen) nüfustan çıkacak askeri güç ile "Nil'den Fırat'a büyük ülke"yi baştan sona denetim altına almak kolaylaşacak. Ama, bunun uygulanabilmesi çok zor: Bu kadar nüfusu nasıl besleyecekler? İsrailliler'in bunun kolayını da buldukları söyleniyor: İddia edilen, 20 milyonluk yahudi nüfusunun ihtiyaçlarının "Türkiye'nin GAP'ıyla ve Türkiye'nin sularıyla karşı-lanması" nın planlanmış olduğu. Eh, günahları boyunlarına; ama iddialar doğruysa, komşunun gözü bizim çöplükte demektir. Tesadüflere inanır mısınız?... Ben inanmam. Hele siyasette hiç inanmam. Michael Armigate, ABD yönetiminin BDT Koordinatörü görevini yürüttüğü 1992 yazında İsrail'e yapmış olduğu ziyaret sırasında düzenlediği basın toplantısında, Türkistan'daki dört Türk Cumhuriyetinde ve Tacikistan'da tarımı geliştirmek için ABD ile İsrail'in bir dizi "sulama projesi"ni ortaklaşa gerçekleştirdiklerini açıklamıştı. O zamanlar, bu projenin gölgesinde sadece İsrailli tarım uzmanlarının değil, bazı "başka uzmanlar"ın da İç Asya'ya sızdırılacağı, bu yolla da Sovvetler'den miras kalan nükleer silah sistemlerini kontrol edecek bir güvenlik ağı kurulacağı rivayetleri ortalığı kasıp kavurmuştu. Derken, bu "ilk adım"dan iki yıl sonra, 31 Ekim 1994'te; Türkiye ABD ve İsrail, Türkmenistan'da ve Özbekistan'da tarımın geliştirilmesi için işbirliği yapacaklarına dair bir protokole (mutabakat zaptına) imza koydular. Protokolde, bu amaca ulaşmak için "örnek çiftlikler" ve "uygulama-geliştirme merkezleri" kurulması öngörülüyor. Diyelim ki, bunlar planlı bir tırmanma değil, sadece bir tesadüftür. Ama Türkistan'daki şu örnek çiftliklerin ve uygulama-geliştirme merkezlerinin benzerlerine birden Türkiye'de de rastlayıveriyoruz. Önümde, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığının 26 Ekim 1994 tarihli bir genelgesi duruyor. Genelgede, Doğu ve Güneydoğu Anadolu'nun kendisine has yapısı gerekçe gösterilerek, bölgede -aynı yukarıdaki protokoldeki gibi- "toplu çiftlikler"in, "merkezi köyler"in ve "aile işletmeleri"nin kurulmaları öngörülüyor. Gelin, perde arkasını biraz eşeleyelim: Bunları acaba kimler çalıştıracak; daha doğru bir ifadeyle, bunlar acaba kimlerin nezareti altında çalışacaklar? Bu sorunun cevabı hazır... 1994 Ekim'inin son haftasın da, Kanal-D'deki "azınlıklar" konulu Rüstem batum Show'da Türkiye Musevi cemaati temsilcisi -yanılmıyorsam, cemaatin önde gelen isimlerinden Nesim Levi- "Türkiye'den İsrail'e göç etmiş Yahudi ailelerinden bir kısmının Türkiye'ye geri dönerek Urfa yöresine yerleşmekte olduklarından" söz etmişti. Bu haber, çok kısa bir süre sonra doğrulandı: GAP bölgesine sistematik biçimde, Yahudi nüfusu yerleştiriliyordu. Ardından, İsrail, elini veren Türkiye'nin kolunu da kapmaya başladı: Osmanlı yönetimi sırasında Filistin'de toprak kiralamak istemelerine benzer biçimde, günümüzde de GAP'ta kendi şirketlerine toprak tahsis edilmesini talep ettiler. Ancak, mevzuata takıldıklarından amaçlarına ulaşamadılar. Bu sefer, kendilerine müzahir olabilecek bazı tanınmış Türk holdinglerini paravan olarak kullanarak, "kiralama" veya "Türk şirketleriyle ortaklıklar kurma" gibi kanuna karşı hile yollarını zorlayarak amaçlarına ulaşmayı denediler. Bunda başarısız olduklarını ileri sürebilmek hayli zor; zira GAP üretime geçtiğinde hangi ülkeye hizmet edeceği daha bugünden tartışma konusu. Kısacası, bütün bunlar havada kalan iddialar değilse, komşunun gözü bizim çöplükte. Şimdi, bir soru: "Büyük Türkili"nin güney sınırları Suriye'nin neresinden geçer? Halep'ten geçer. Daha ayrıntılı şekliyle, Irak Türkleri'nden bir dostumun sözleriyle, Büyük Türkili'nin güney sınırı "Kıbrıs-Halep-Musul-Kerkük hattı" dır. Bir tarafta, Nil'den Fırat'a uzanan toprakların İsrailoğullarına vaat edilmiş olduğuna inanan İsrail... Diğer tarafta da, Turan ülküsü perspektifinde, Suriye ve Irak'ın bir kısım topraklarını Büyük Türkili sınırları içinde sayan bir Türkiye ... Bu iki idealin birbiriyle çatışmaya mahkum olmadığını kim iddia edebilir?
Çatışma gerçekten kaçınılmaz olacaksa, bundan galip çıkabilmenin birinci şartı rakibi doğru tanımaktır. Aşağı satırlarda özetlenen "Ankara Belgesi" Yahudiler'in, menfaatleri için gerekli olanı hiçbir komplekse kapılmadan yapacak bir kıvraklığa sahip olduklarını gösteren karakteristik bir örnektir. Bir "Yahudi-Nazi ittifakı"nın mümkün olabileceği hiç akla gelir mi?.. Bu, çok kişi nazarında, bir kıyamet belirtisi dahi olabilir. Fakat, gelin görün ki, Filistin'e yerleşmiş Yahudiler, hem de Avrupalı Yahudiler'in fırın-larda ve gaz odalarında yok edildikleri günlerde, Nazi Almanyası ile ittifak kurmayı "Siyonist menfaatler"in icabı olarak görmüşler ve bunun gerçekleştirilmesini de Berlin'e tereddütsüz teklif etmişlerdir. Schoenman'ın kitabında, İsrail'in eski başbakan ve dışişleri bakanlarından İzak Şamir'in, İrgun adlı meşhur Yahudi tedhiş örgütü hesabına faaliyet gösterdiği dönemde -1941'de- Nazi yönetimine yapmış olduğu bir askeri anlaşma teklifinden de söz edilmektedir. Teklif, harp sonrasında, Almanya'nın Ankara Büyükelçiliği belgeleri arasın-da ele geçirildiği için "Ankara Belgesi" olarak isimlendirilmektedir. Ankara Belgesin'de, İrgun, Üçüncü Reich'a şunları teklif etmektedir: "Yahudi asıllı kitlenin Avrupa'dan çıkarılması, Yahudi sorununun çözümlenmesinin ön şartıdır. Bunun gerçekleşmesi ise bu kitlelerin anavatanları Filistin'e yerleştirilmelerine ve tarihi sınırları içinde bir Yahudi devletinin kurulmasına bağlıdır. İrgun, Alman Reich'i ile onun yetkilerinin Almanya'daki Siyonist faaliyetler ile Siyonist göç planları konusundaki iyi niyetlerinin bilincinde olarak şu görüşlere sahiptir: "1- Alman düşüncesine uygun olarak kurulacak "Yeni Avrupa Düzeni" ile İrgun tarafından temsil olunan "Yahudi milli hedefleri" arasında asgari müsterekler bulunması mümkündür. 2- Yeni Almanya ile İbrani âlemi arasında bir işbirliği de mümkündür. 3- Milli ve totaliter temeller üzerine oturacak bir Yahudi devletinin Alman Reich'ıyla yapılacak anlaşma çerçevesinde kurulması, gelecekte, Orta Doğu'daki Alman menfaatleri için de gereklidir. 4- İrgun, Yahudi milli menfaatlerinin Alman Hükümeti tarafından tanınması şartıyla, halihazır savaş sırasında Almanya'nın yanında aktif olarak yer almayı teklif eder." Şamir kanalıyla yapılan teklifin tercümesi şu: İrgun, Ankara Belgesi ile, Yahudi devletinin kurulmasının desteklenmesi şartıyla "Naziler'in Avrupa Yahudileri'ni yok etmesinin unutulacağını" resmen beyan etmektedir. "Şeytan'la ittifak" diye bir şey varsa, herhalde bundan başkası değildir.
Şeytan'la ittifakın mimarı ve 1940'lı yılların İrgun teröristi İzak Şamir, İsrail Dışişleri Bakanı ünvanını taşıdığı 1983'te Brüksel'de yaptığı bir basın toplantısında kendisine yöneltilen "Türkiye'deki Kürtçülük faaliyetlerine İsrail nasıl bakmaktadır?" sorusunu "Bu, kendi topraklarında bağımsız olmak isteyen bir halkın sorunudur... Kürt topraklarını işgal altında tutan ülkeler hiç söz dinlemediklerinden, söz konusu halk da amaçlarına ulaşamamaktadır" biçiminde cevaplandırarak, Türkiyeyi nasıl oluyorsa, kendi topraklarını işgal altında tutmakla" suçlamıştır. Türkiye'nin, İsrail'le daha yakın ilişkiler kurmaya zorlandığı şu günlerde, İsrail yetkililerini en çok sinirlendiren iki şeyden birincisi Şamir'in sözlerinin kendilerine hatırlatılmasıdır. İsrailliler'i sinirlendiren ikinci şey ise çok daha zor yenilir yutulur cinstendir: 1991 yılının İsrail Dışişleri bakanı David Levy, Amerikalılar'ın Kuzey Irak'a yaptığı gıda yardımlarını değerlendirirken, "ABD'nin Kürtler'e yiyecek yardımı yapmasının, olsa olsa, aç karnına değil tok karnına ölmelerine yarayacağını; ABD'nin Kürtler'e yiyecek yerine silah yardımı yapması gerektiğini" söylemiştir. İsrail politikası, bir kürt devleti kurulmasına Türkiyenin fazla ses çıkarmamasını sağlayabilmek için, uluslararası kamuoyu eliyle baskı oluşturabilmenin yollarını da denemektedir. İsrailli general -ve bakan- Ariel Sharon'un fikir babalığını yaptığı, sonradan Yahudi ve Amerikalı siyaset bilimcilerince geliştirilen ve birkaç yıl önce Amerikan kamuoyunda tartışması yapılan bir tez, Türkiye'ye iki tavsiyede bulunmaktadır: 1- Türkiye, İsrail'in bir Filistin devletinin kurulmasına bir zamanlar izin vermemekle yapmış olduğu hatayı tekrarlamamalıdır. Buna göre: İsrail eğer, zamanında, faturası üçüncü bir ülkeye -Ürdün'e- çıkarılması kaydıyla bir Filistin devletinin kurulmasına karşı çıkmamış olsaydı, İsrail'in güvenliği için daha o zamandan ve çok ciddi teminatlar bulunmuş olurdu. Zira daha o zamandan, İsrail'in karşısında mazlum Filistinliler değil, gerekirse topyekûn savaş açabilecek bir Filistin devleti yer almış olacaktı. Türkiye İsrail'in hatasına düşmezse, herkesin mazlum gördüğü Kürtler'le değil, askeri yönden her zaman için ezebileceği bir Kürt devletiyle çatışır. 2- Türkiye, Filistin kurtuluş Örgütü'nün (FKÖ) Ürdün'e hakim olmasını önlemekle İsrail'in yapmış olduğu diğer hatayı da tekrarlamamalıdır. Buna göre: FKÖ'nün Ürdün topraklarını üs olarak kullanmasına göz yuman Kral Hüseyin, FKÖ'nün gücü kendi tahtını tehdide başladığında, bu örgütü ülke sınırları dışına atmaya karar vermişti. Bunun üzerine FKÖ Suriye'den yardım isteğinde, İsrail Silahlı Kuvvetleri devreye girerek Suriye'yi bundan caydırdı. Böylece Kral Hüseyin de Ürdün'ü FKÖ'den temizleme imkanı buldu. Ama, FKÖ, bu sefer de Lübnan'da üslendi ve terörizmini devam ettirdi. Türkiye bundan ders almalı ve Bağdat yönetiminin Kürtler'i yok etme teşebbüslerine seyirci kalmamalıdır. Kürtler Kuzey Irak'ta bir güç oluşturamazlarsa, bir başka yerde -sözgelimi Türkiye'de- güç oluşturmayı deneyeceklerdir. İsrail'in kurmuş olduğu tuzak, herhalde kolaylıkla anlaşılacaktır. Bu, bir zamanlar Turgut Özal'ın -şimdi de "ikinci cumhuriyetçiler"in- Türkiye'yi içine itmeye çalış-tığı tuzaktan başkası değildir.
İsrail, Kürt devletinin kurulmasını Türkiye'ye kabul ettirme politikasını, gerisinde kendisinin bulunduğu bazı "illegal operasyonlar"la takviye etmeye başlamış da olabilir mi? Böyle olabileceği ve Türkiye'nin yeni bir tuzağa daha düşmek üzere olduğu, 1994 Mart ayı başlarında, Türkiye'nin "üst düzey bir yetkilisi" tarafından açıklandı. Söz konusu açıklamada sıralanan iddialar şunlar: İsrail, teknolojisini ve uydu imkanlarını kullanarak Irak-Türkiye petrol boru hattının güvenliğini sağlamak için, Türkiye'den iki kere talepte bulunmuştur. Türkiye İsrail'in ilk talebini reddetmiş, bunun üzerine boru hattı PKK tarafından kundaklanmaya başlanmıştır. PKK'nın bu eylemlerinden sonra, İsrail talebini tekrarlamıştır. Bu arada PKK da eylemlerini devam ettireceğini ilan etmiş olduğundan, Türkiye'deki (zevahiri kurtarma peşinde olan) bazı yetkililer İsrail'in ikinci talebine sıcak bakmaya başlamışlardır. Türkiye'deki (milli olma niteliğini koruyabilen) bazı çevrelere ve kurumlara göre ise İsrail'in talebi ile PKK'nın kundaklama eylemleri arasındaki ilişki "son derece manidar"dır. Türkiye bugün (1993-94'te terörün hızlı estiği dönemde) kendi topraklarından geçen boru hattının güvenliğini İsrail'e emanet etme noktasına gelmiş bulunmaktadır. (Terörün hızı kesilmeyecek olursa) iki ülke arasında çok kısa bir süre içinde bu konuyu kapsayan bir anlaşmaya varılması ciddi olarak söz konusudur. Neyse ki, bir yandan boru hattından petrol sevkiyatının bir türlü başlayamaması, diğer yandan da TSK'nın PKK terörünü bir ölçüde denetim altına almış olması gibi etkenlerin yan yana gelmesi anlaşma ihtimalini suya düşürdü. Bizim yetkilinin 1994 başlarında yaptığı açıklama ile bir yabancı gazetenin 1993 yazında ortaya attığı iddia birbirlerini doğrulamaktadır. Arap dünyasına yayın yapan El Muslimun Gazetesi'nin 14 Ağustos 1993 tarihli sayısın-da yer alan Türkiye konulu bir haberdeki iddialardan ikisi şunlar: Ankara Hükümeti'nin "PKK teröründeki İsrail parmağı" konusundaki suskunluğu, "bir siyasi çatışmayı göze alamadığı" biçiminde yorumlanmaktadır. PKK'nın faaliyetleri, tamamiyle Yahudiler'in ve Ermeniler'in kontrolü altına girmiş durumdadır.
İsrail, Irak-Türkiye petrol boru hattının güvenliğini sağlamayı neden ister? Birincisi, Irak'ın ekonomik çıkış yollarından biri kendi denetimi altına girsin diye. Sadece bu kadar mı?.... Başka? Kazakistan-Azerbaycan-Türkiye ekseninde uzanıp İskenderun Körfezi'nde dünyaya pazarlanacak olan Hazar petrolünü taşıyacak olan "Hazar-Akdeniz petrol boru hattı", Irak-Türkiye petrol boru hattı ile birleşmeyecek midir? Yine, Türkistan'ın doğal gazını Avrupa'ya taşıyacak olan boru hatları da, Türkiye'ye girişlerini, petrol boru hatlarının geçtiği bölgelerden yapmayacak mıdır? Son zamanlarda neredeyse bütün yayın organlarında üzerinde ahkâm kesilen şu meşhur "Avrasya enerji koridoru"nun can damarı Anadolu yarımadası olmayacak mıdır? Siz İsrail olsanız, böylesine devasa bir enerji trafiğinin güvenliği ve dolayısıyla denetimi elinize geçsin istemez misiniz? Bütün bunlar birer "fantazi" mi? Bakalım öyle mi? ABD'deki araştırma kuruluşlarından Foreign Reports Inc. tarafından hazırlanmış bir Orta Doğu raporu 1994'ün yaz aylarında Türkiye basınında yer almıştı. Rapor, Türkiye-Suudi Arabistan ilişkilerini incelerken, birden atlama yaparak başka bir konuda önemli tespitte bulunuyor: "... Irak-Türkiye petrol boru hattının kurtarılması, Kazakistan ve Azerbaycan'da 90'ların sonuna kadar üretimin geliştirilmesi beklenen petrolün 'ihracat kanallarının' işler halde tutulması bakımından önemlidir." Böylece Irak-Türkiye petrol boru hattının PKK tarafın-dan kundaklanmasının gerisinde bu hattın denetimini eline geçirmek isteyen İsrail'in bulunup bulunamayacağı sorusunun cevabı, galiba netleşmiş oluyor. Şimdi sırada, cevabı netleşmeyen -ve hayati önem taşıyan- bir başka soru var: O petrol ve doğal gaz hatlarının geçeceği toprakların adı, o boru hatlarından petrol ve doğal gaz akmaya başladığında hâlâ "Türkiye" olarak mı anılıyor olacak? Türkiye'de bugün içinde olduğumuz hemen her kavga, bu sorunun cevabının ne olması gerektiği üzerinde kopuyor. Kaynak: Ferruh Sezgin, Yeni Hayat, Temmuz-1998
|