Fatih'in İstanbul'a atadığı ilk Belediye Başkanı
Hızır Bey
Fatih’in Edirne’de bulunduğu günlerdir. Olacak bu ya şehre Acem illerinden bir
âlim gelir. Evet adam bilgili, ama kibirlidir. Türkleri hor görür. Birkaç halli
güç mevzuyu ısıtıp ısıtıp öne sürer ve muhataplarını küçük düşürür. Fatih bu
tavırdan çok rahatsızdır. “Şu adamı susturacak biri yok mu?” der demez
komutanlardan biri “Var sultanım” der, “böyle birini tanıyorum galiba?”
HIZIR ADINDA BİRİ
Hızır Bey müthiş bir hafızaya sahiptir. Esprilidir, kıvraktır, zekidir. Sözün
nereye varacağını önceden kestirir ve soruya soruyla cevap verir. Zor meseleleri
basite indirger ve çok güzel misallendirir. Sadece fakih değil ediptir, şairdir.
Eh Nasreddin Hoca gibi bir dehanın torunudur o.
Hızır Beyin en büyük şansı Molla Fenari gibi bir rahle arkadaşı ve Molla Yegân
gibi bir hocası olmasıdır. Molla Yegân onu çok sever, nitekim biricik kızını
vererek damat edinir kendine.
Gelelim hikâyemize. Acem âlimi kazandığı küçük zaferlerin sarhoşluğu ile daha
büyük, daha çok ses getirecek münâzaralara hazırlanır. Hatta Padişahın huzuruna
çıkar ve rakip diler. Fatih, bu kez hazırlıklıdır. Umursamaz tavırlarla etrafına
bakar ve güya ilk gözüne ilişen askere (bu aslında Hızır Bey’dir) meydanı
gösterir. Acem karşısına çıkarılan genç sipahiye bıyık altından güler. Belki
“Sen git, abilerin gelsin” demez, ama öyle demeye getirir. Ancak Hızır bey onun
suâllerini rahatlıkla cevap verir. Vakit ilerledikçe kibirli Acem’i ter basar.
Sultana hitaben, “Ben bunca diyar gezdim, şunca meclise katıldım” der “ama
böylesini ne gördüm, ne de işittim”
Lâkin Hızır Bey’in elinden kurtulmak kolay değildir öyle. “Şimdi sıra sende!”
deyip onlarca ince ilimden, onlarca müşgül mesele sorar ki adamcağız dut yemiş
bülbüle döner. Acem Fatih’in önüne gelir “Bu çocuğun kıymetini bil!” der ve
süklüm püklüm meclisi terkeder.
Fatih onun kıymetini zaten bilir. Hızır Bey’i imparatorluğun merkezine
(İstanbul’a) kadı yapar. O devir kadıları beldenin meseleleri ile de
ilgilenirler, şehreminidirler. Yanisi şu ki belediye başkanıdırlar.
Fatih, Hızır Bey’le sıkça buluşur. Onun feyizli sohbetlerini içercesine dinler.
Devlet işlerini istişare eder. Birbirlerini abi kardeşten öte severler. Hatta
Sultan onu sarayında görmek ister. Enderundan güzel bir yer ayırır. Ama Hızır
bey kuytulardan hoşlanır. Anadolu yakasında kuş uçmaz kervan geçmez bir köşeye
yerleşir ki, burada şekillenen köy adını ondan alır. Kadıköy!
İBRETLİ DAVA
Hızır Bey yorucu bir günün ardından gitme hazırlığı içindedir. Ancak kapı önünde
dolaşan tedirgin gölgenin farkına varır. Birisi eşikte eyleşmekte gidip gidip
dönmektedir. Mübârek ansızın kapıyı açar “Buyurun!” der. Adamcağız
yakalanmışlığın pişmanlığı ile girer içeri. Kılık kıyafetine bakılırsa
Hıristiyan tebâdan biridir. Ancak yüce veli onu güler yüzle karşılar, yer
gösterir. Hatta bakar hâlâ mütereddit elceğizi ile cezve sürer mangala.
Adamcağız fincanı zor tutar zira eli kolu sarılıdır. Hızır bey sorar:
-Eline n’oldu?
-Kırdırdılar efendim.
-Kim kırdırdı?
-Sultanımız!
-Öyle bir hakkı var mıymış?
-Bilmiyorum efendim.
-Mevzû ne peki!
-Ben mimarım efendim. Evet, Sultanımıza kubbeleri Ayasofya’dan geniş ve yüksek
bir cami yapabileceğimi vaâd ettim ama...
Hızır Bey gerisini dinlemez. Adamlarına “Gidin getirin” der “Şunu!”
Mimarın dudakları uçuklamak üzeredir. “Getirin şunu” dediği üç kıtaya yayılan
bir imparatorluğun hünkârıdır. Halbuki Avrupa’da derebeyleri bile yargılanamaz.
Hele böyle akşamın alacasında apar topar mahkemeye çekmek kimin haddine.
SEN MURAT OĞLU MEHMED!
Çok geçmez Fatih adamlarıyla görünür. Sanki o gül yüzlü Hızır Bey gitmiş yerinde
başkası peydahlanmıştır. Çehresi gergindir, devlet erkânını eşikte durdurur.
“Siz şurada bekleyeceksiniz!” der, Fatih’e kapıyı gösterir: “Sen gir içeri!” Bu
ne heybettir ya Rabbi! Sultan Mehmed’in benzi solar. Dizleri tutmaz olur. Sedire
doğru yönelir, tam oturmak üzeredir ki Hızır Bey azarlayan bir ses tonuyla
“Oturma! Madem ki hasmın ayakta, sen de ayakta durmalısın!”
Ve silbaştan meseleyi dinler. Görünüşe bakılırsa Fatih haklıdır. Padişah “Olacak
şey mi yani?” der, “Bu adam sırf taâssubuna yenildiği için inşaatımızı
baltaladı. Binbir zorluk ve onca masrafla taa Mısır’dan getirttiğimiz sütunları
budadı ve Ayasofya’dan daha geniş ve yüksek bir kubbe nasip olmadı bize. Halbuki
anlaşmamıza göre...”
Hızır bey orasını hiç dinlemez. “İnşaat ayrı bir dava konusu” der, “Şimdi söyle
bakalım! Sen Murat oğlu Mehmed, bu zımminin elini kırdırdın mı, kırdırmadın mı?
Sultan gözlerini yere diker.
-Efendim inanın ben buna “elin kırılsın!” dedim, adamlarım “eli kırılsın!”
anlamışlar.
-Peki bu elin vebâli kimedir?
Fatih cevap vermez, başını önüne eğer. Çocuk gibi dudaklarını ısırır. Hızır Bey
kitabı kapar, hükmü açıklar.
-Şimdi sana kısas lâzım. Bileğini kırdırsam gerek.
Padişah gayri ihtiyari eline bakar, kararlı bir ifadeyle fısıldar “Buna
hazırım!”
Mimar ağlamaklıdır. “Sakın ha!” diye bağırarak Fatih’in önüne geçer. “Ben
davamdan vazgeçtim!” Eh Fatih de altında kalmaz tabii, ona ömrü boyu yetecek
kadar dünyalık verir. Netice tatlıya bağlanır.
Fatih Hızır Bey’e hassaten teşekkür eder. “Adaletine hayran kaldım!” der. Sonra
kaftanının altındaki kılıcı gösterir ve “Eğer” der, “Bana farklı muamele
yapaydın, inan seni doğrardım!”
Hızır Bey, mânâlı mânâlı gülümser, “Eğer” der, “Sen dahi sultanlığına güvenip
iltimas isteseydin...” Cümlesini tamamlamaz, hatta başladığına pişman olur. Tam
“Neyse” deyip, dönecektir ki pelerininin altından fırlayan iki aslan Sultan’ın
karşısına dikilir, öfkeli öfkeli eşinirler. Sonra öyle bir kükrerler ki Fatih’in
dudakları uçuklar.
Genç Sultan Hızır Beyin ilmini iyi bilir, ama hâl ehli olduğunu orada öğrenir. O
günden sonra eşiğine baş koyar ve kazanır.
Peki Mimar mı? Adamcağız şaşkına döner. Ağlamakla gülmek arasında gelir gider.
Şimdi rüzgara tutulan yaprak gibidir. “Vallahi kırılan koluma seviniyorum” der,
“bana yolumu gösterdi!” Oracıkda Kelime-i Şehadet getirir ve Hızır Bey’e talebe
olur.