HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-33
“ALEM-İ İSLAM’IN
ARADIĞI METOD”
20. yy dünya çapında bir çok İslami harekete şahid oldu.
Bunların büyük kısmı reaksiyoner özellikli hareketlerdi.Daha çok hisse
hitap ediyorlardı ve ajitasyon ağırlıklıydılar.. Hızla parlamalarına
rağmen, sonuç itibarıyla hem mensuplarına acı çektirdiler, hem de kavgacı bir
görüntü oluşturdular. Şu anda bunları bütün İslam dünyası acı acı sorguluyor.
Bir de bunlardan farklı olarak bir ses Anadolu’nun bağrından, Barla eteklerinden
yükseldi ve muasırlarından farklı olarak “Müspet hareket” dedi. Aceleci
olmayan, ayakları yere basan, şefkat yörüngeli bir metod önerdi. “Medenilere
galebe ikna iledir. Sözden anlamayan vahşiler gibi icbar ile değil.”
yorumunu sundu.
Bu hizmetin çilekeş bânisi hep şunları solukladı: “ Benim
ve Risale-i Nur'un mesleğinin esası ve otuz seneden beri bir düstur-u hayatım
olan 'şefkat' itibariyle; bir masuma zarar gelmemek için, bana zulmeden
canilere, değil ilişmek; belki beddua ile de mukabele edemiyorum.” “Bizim
vazifemiz onlar hakkında yalnız hidayet temennisinden ibarettir. Bize
eza ve cefa edenlere karşı hiçbir talebemin kalbinde zerre kadar intikam emeli
beslememesini ve onlara mukabil Risale-i Nur'a sadakat ve sebat ile
çalışmalarını tavsiye ederim. ”
Ve artık onun sesi daha bir gür çıkıyor ve haklılığı
anlaşılıyor... Şimdi bunlara üç numune sunacağız. Merhum Ali Uçar beyefendi
8.11. 1997’de Almanya’daki sohbetinde Ürdün’ün Amman şehrinde Haziran 1997’deki
Bediüzzaman Sempozyumundaki intibalarından birini şöyle anlatmış: “Bazı
abilerimizle sohbet ediyorduk Baktım, bir beyefendi bizi son derece dikkatle
takip ediyor. Kendisine Türkçe bilip bilmediğini sordum. Arapça cevap verdi,
bilmediğini söyledi. “Nerelisiniz?” diye sordum. Lübnan’lıydı. Adı Hüssam’dı.
Bediüzzaman hazretlerini tanıyor musunuz dedim. Birdenbire Hüssam konuşmaya
başladı, dedi:
“Mazide yaşamış çok İslam alimleri var. Günümüzde de var.
Ben hepsinin ellerinden, ayaklarından öperim. Onların ayakları başımın
üzerindedir. Ama Bediüzzaman hazretlerini onlardan ayıran çok farklılıklar
vardır." "Mesela, onlardan birini söyleyebilir misiniz?" dedim. Derhal cevap
verdi: “Bediüzzaman Said Nursi sabrın mürebbisiydi. Bugün İslam dünyasını
içinde bulunduğu kritik günlere götüren en büyük hastalıklardan birisi aculiyet(acelecilik)
belasıdır.” dedi.
Devam edecekti, duygulandı. ve birden ayağa kalktı; “Ey
Risale-i Nur talebeleri! niye sadece Türkiye’de yaşıyorsunuz? Neden bilad-ı
İslam’da(İslam beldelerinde) gözükmüyor ve ümmet-i merhumeyi neden
kucaklamıyorsunuz?” dedi...
SAAD ZALAM’IN SÖZLERİ
Ali Uçar bey aynı derste şunu da anlatıyor: “Kendisini
hastahanede ziyaret ettiğimiz zaman uzun uzun Risalelerden ve Üstad’dan bahseden
Ezher Üniversitesi Arapça dili ve edebiyatı dekanı Saad Zalam...Hatip bir
insandır. Ve hatta alakalıların beyanına göre günümüzde modern Arap dil ve
edebiyatını iki profesör temsil ediyor; Bunlardan birisi Irak Musul
Üniversitesindeki İmadüddin Halil Ahmed, diğeri bu zat.
Konuşmasında bir yere gelince, sesinin ahengi ve dozajı
değişti, dedi ki “Sadece Kral Faruk döneminde İhvan-ı Müslimin bir milyon
evladını kaybetti. Eğer siz Nur risalelerini zamanında buraya getirseydiniz bu
korkunç facia yaşanmayacak ve katledilen bu insanlar şimdi hizmetin başında
olacaktı. Ama siz geç kaldınız.”
CEZAYİR ÖRNEĞİ
Ali Uçar bey’in şu hatırası da sorumluluğumuzun
büyüklüğünü gösterecek cinsten: “ Fas’lı Prof. Mustafa Dil Hamza hususi
sohbetimizde şöyle dedi: “Cezayir’deki FİS başkanı şimdi aramızda bulunsa,
1-O da bizim gibi sunulan tebliğleri dinleseydi,
2-Risale-i Nur’daki Müspet hareketi iyi anlasaydı.
3- Bu müsbet hareketin Anadolu vüs’atindeki tecellisini de
görseydi, eminim katiyyen gidişatını değiştirecekti. Ama siz, anadili Arapça
olan bizim insanımıza muhatap olmakta geç kaldınız. Müsaade ederseniz bir
endişemi söylemek istiyorum; Yarın mahşerde, hesap kitap devranında
Cezayir’de dökülen kanların faturası size çıkabilir."
Salih Okur
HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-37
SEKSEN ŞEYH
ENVERİ ERİTSELER
Molla Hamid Ekinci ağabey merhum anlatıyor; “Şarkın şeyh
ve ağalarını sürgün edeceklerdi. Bir gün Şarkın ulema ve şeyhlerinden Şeyh
Enver Efendi yanında bir at ve elbise getirdi ve üstada dedi ki “Seyda,
bunları al, beraber hududu geçelim, rahatına bak. Orada bir yerde oturur,
ibadetle meşgul oluruz.” Üstad emretti; “Şeyhim, ben gelmeyeceğim, sen git,
sen serbestsin, gidebilirsin. Elimden gelse ben daha içerilere girmeye
çalışacağım, tâ ki benim yumruğum, bir takım zındıkların başlarından eksik
olmasın.” Şeyh oradan ümidini keserek, meyusane ayrıldı. Yolda Şeyh Enver,
Ali Çavuş isminde bir ilim talebesine rastlıyor. Şeyh Ali Çavuşa ; “Ali Çavuş ne
yaparsanız yapınız,üstadı buradan uzaklaştırınız, tutacaklar (yakalayacaklar.)
deyince Ali Çavuş; “Sen kendi başının çaresine bak, kendini kurtar”. Bunun
üzerine şeyh Enver ağlayarak şu cevabı vermiş; “Ali Çavuş, siz Üstadı
tanımamışsınız. Sizi kasemle temin ederim ki, 80 tane benim gibi Şeyh Enver’i
eritseler daha Üstadın bir parmağını ikmâl edemezler. Benimle onu kıyaslamayın,
onu kurtarmaya çalışın.” (Bediüzzaman’ın İlk Talebelerinden
Hatıralar-s:85-86)
ÜSTAD’IN DİKKAT ETTİĞİ BİR HUSUS
Molla Hamid Ekinci anlatıyor: “Üstad’ın iki usturası
vardı. Haftada iki defa traş olurdu. Molla Resul dedi ki; “Üstadın senin ne
ilmini, ne amelini anladık. Nedir bu halin, kendine eziyet edip haftada iki defa
traş oluyorsun!” Buyurdu ki; “Ben esaretten evvel çok zındıkları titrettim.
Şimdi zındıklar; “Said çökmüş, ihtiyarlamış” demesinler diye ben hep traş
oluyorum.” (Age- s:86)
İKTİSADA RİAYET
Üstadın talebelerinden muhterem Abdullah Yeğin bey
anlatıyor; “Bir gün İstanbul’da otelde idik. Bir gazetede Müslümanlara dair
mühim bir haberden bahsedilmişti. “Bu gazeteden bir tane bulunuz” dedi.
Ben hemen gittim, on beş kuruşa bir gazete aldım, geldim. Haberi okuduk, memnun
oldu. “Git bunu yerine ver” dedi. Ben; “Üstadım bunu ben aldım, parasını verdim”
deyince hiddet etti ve dedi; “Ben seni akıllı zannederdim. Bunun için
gazeteye on beş kuruş verilir mi? Sen fakir bir kimsesin, harçlığın yok,
talebesin” diye beni tekdir etmişti. Bir gün Emirdağ’da mangalda kömür
yakmıştım, biraz fazla kömür koyduğumdan dolayı da yine şiddetle azarlamıştı.
Bizi alıştırmak için olacak ki, çarşıya gönderirdi, bir kuruş eksik veya fazla
olsa hesap sorar, asla yanlış hesabı kabul etmezdi.” (s:89-90)
ÜSTADIN TEDBİRİ
Muhterem Ahmed Vehbi Ünlü beyin şu hatırası Üstadın
hizmette tedbir düsturuna da güzel ışık tutuyor: Sayın Ünlü bir kısım hizmet
ehli ise 17 Temmuz 1969’da Barla’da Bediüzzaman’ın mekanında, merhum Bayram
Yüksel ağabeyin nezaretinde on beş günlük bir okuma programı yapmışlar. İlk gün
olan tatlı bir hadiseyi şöyle anlatıyor; “Duvarlarında oyma 2-3 ağaç dolap
bulunan büyük odada Bayram ağabeyin etrafında toplandık. Pür dikkat onu
diniyorum; “Evet kardaşlarım, bu dolaplardaki gizli bölmelerde Risaleler var.
Kim bulacak bakalım?” Emrini alır almaz, hepimiz aramaya başladık. Zarif el
işçiliği ile yapılmış dolap kapaklarından biri açılıyor, diğeri kapanıyordu. Ama
nafile...dolaplardaki gizli bölmeyi bulup mübarek ellerinin değdiği, mübarek nur
kitaplara hiçbirimiz ulaşamamıştık. Zaten vakit de geçmişti. Alışamadığımız gaz
lambasının ışığında akşam ve yatsı namazlarını cemaatle eda ettikten sonra,
tesbihat ve derslerimizi de yapıp, aynı odaya yataklarımızı serip, yattık.O gece
bana dolaptaki gizli bölme gösterildi. Sabah namazını eda edip, tesbihatı
yaptıktan sonra Bayram Yüksel ağabey; “Risalelerin yerini hala bulamadınız mı?”
deyince ben kalktım, “Bismillah” diyerek bir dolabı açtım, içindeki tahtayı yana
kaydırınca gizli bölme ve Risaleler göründü. Bayram ağabey; “Nasıl bildin?”
deyince “Gece rüyamda Üstad bana gösterdi” dedim. “Maşallah, barekallah
kardeşim” dedi...(s:96-97)
Salih Okur
HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-37
SEKSEN ŞEYH
ENVERİ ERİTSELER
Molla Hamid Ekinci ağabey merhum anlatıyor; “Şarkın şeyh
ve ağalarını sürgün edeceklerdi. Bir gün Şarkın ulema ve şeyhlerinden Şeyh
Enver Efendi yanında bir at ve elbise getirdi ve üstada dedi ki “Seyda,
bunları al, beraber hududu geçelim, rahatına bak. Orada bir yerde oturur,
ibadetle meşgul oluruz.” Üstad emretti; “Şeyhim, ben gelmeyeceğim, sen git,
sen serbestsin, gidebilirsin. Elimden gelse ben daha içerilere girmeye
çalışacağım, tâ ki benim yumruğum, bir takım zındıkların başlarından eksik
olmasın.” Şeyh oradan ümidini keserek, meyusane ayrıldı. Yolda Şeyh Enver,
Ali Çavuş isminde bir ilim talebesine rastlıyor. Şeyh Ali Çavuşa ; “Ali Çavuş ne
yaparsanız yapınız,üstadı buradan uzaklaştırınız, tutacaklar (yakalayacaklar.)
deyince Ali Çavuş; “Sen kendi başının çaresine bak, kendini kurtar”. Bunun
üzerine şeyh Enver ağlayarak şu cevabı vermiş; “Ali Çavuş, siz Üstadı
tanımamışsınız. Sizi kasemle temin ederim ki, 80 tane benim gibi Şeyh Enver’i
eritseler daha Üstadın bir parmağını ikmâl edemezler. Benimle onu kıyaslamayın,
onu kurtarmaya çalışın.” (Bediüzzaman’ın İlk Talebelerinden
Hatıralar-s:85-86)
ÜSTAD’IN DİKKAT ETTİĞİ BİR HUSUS
Molla Hamid Ekinci anlatıyor: “Üstad’ın iki usturası
vardı. Haftada iki defa taş olurdu. Molla Resul dedi ki; “Üstadın senin ne
ilmini, ne amelini anladık. Nedir bu halin, kendine eziyet edip haftada iki defa
traş oluyorsun!” Buyurdu ki; “Ben esaretten evvel çok zındıkları titrettim.
Şimdi zındıklar; “Said çökmüş, ihtiyarlamış” demesinler diye ben hep traş
oluyorum.” (Age- s:86)
İKTİSADA RİAYET
Üstadın talebelerinden muhterem Abdullah Yeğin bey
anlatıyor; “Bir gün İstanbul’da otelde idik. Bir gazetede Müslümanlara dair
mühim bir haberden bahsedilmişti. “Bu gazeteden bir tane bulunuz” dedi.
Ben hemen gittim, on beş kuruşa bir gazete aldım, geldim. Haberi okuduk, memnun
oldu. “Git bunu yerine ver” dedi. Ben; “Üstadım bunu ben aldım, parasını verdim”
deyince hiddet etti ve dedi; “Ben seni akıllı zannederdim. Bunun için
gazeteye on beş kuruş verilir mi? Sen fakir bir kimsesin, harçlığın yok,
talebesin” diye beni diye tekdir etmişti. Bir gün Emirdağ’da mangalda kömür
yakmıştım, biraz fazla kömür koyduğumdan dolayı da yine şiddetle azarlamıştı.
Bizi alıştırmak için olacak ki, çarşıya gönderirdi, bir kuruş eksik veya fazla
olsa hesap sorar, asla yanlış hesabı kabul etmezdi.” (s:89-90)
ÜSTADIN TEDBİRİ
Muhterem Ahmed Vehbi Ünlü beyin şu hatırası Üstadın
hizmette tedbir düsturuna da güzel ışık tutuyor: Sayın Ünlü bir kısım hizmet
ehli ise 17 Temmuz 1969’da Barla’da Bediüzzaman’ın mekanında, merhum Bayram
Yüksel ağabeyin nezaretinde on beş günlük bir okuma programı yapmışlar. İlk gün
olan tatlı bir hadiseyi şöyle anlatıyor; “Duvarlarında oyma 2-3 ağaç dolap
bulunan büyük odada Bayram ağabeyin etrafında toplandık. Pür dikkat onu
diniyorum; “Evet kardaşlarım, bu dolaplardaki gizli bölmelerde Risaleler var.
Kim bulacak bakalım?” Emrini alır almaz, hepimiz aramaya başladık. Zarif el
işçiliği ile yapılmış dolap kapaklarından biri açılıyor, diğeri kapanıyordu. Ama
nafile...dolaplardaki gizli bölmeyi bulup mübarek ellerinin değdiği, mübarek nur
kitaplara hiçbirimiz ulaşamamıştık. Zaten vakit de geçmişti. Alışamadığımız gaz
lambasının ışığında akşam ve yatsı namazlarını cemaatle eda ettikten sonra,
tesbihat ve derslerimizi de yapıp, aynı odaya yataklarımızı serip, yattık.O gece
bana dolaptaki gizli bölme gösterildi. Sabah namazını eda edip, tesbihatı
yaptıktan sonra Bayram Yüksel ağabey; “Risalelerin yerini hala bulamadınız mı?”
deyince ben kalktım, “Bismillah” diyerek bir dolabı açtım, içindeki tahtayı yana
kaydırınca gizli bölme ve Risaleler göründü. Bayram ağabey; “Nasıl bildin?”
deyince “Gece rüyamda Üstad bana gösterdi” dedim. “Maşallah, barekallah
kardeşim” dedi...(s:96-97)
HATIRALAR VE
ÖLÇÜLER-36
KADİR GECESİ
HAKKINDA BİR İPUCU
Muhterem Ahmed Vehbi Ünlü beyin “Bediüzzaman’ın İlk
Talebelerinden Hatıralar” adlı eserinden alıntılara devam ediyoruz; “Re’fet
ağabeyin bana yazdırdığına göre Üstadımız kadir gecesi hakkında şu ipucunu
vermiştir; (9,9,9) yani Ramazan-ı şerifin ilk 9. gecesi, sonra ikinci 9. gecesi
ve üçüncü 9. gecesini değerlendirmek lazımdır.”(s:55)
ÜSTADIN İBADET DERİNLİĞİ
Üstad Bediüzzaman’a 1924-25’lerde Van’da hizmet eden
talebesi Molla Hamid Efendi, Üstadın namazını şöyle anlatıyor: “Allahüekber
der demez, boynu düştü, kendisine bir hal geldi. Ben içimden diyordum ki; “Bunda
bildiğimiz hoca kılığı yoktur ama bu ne haldir ki...” Bir hayret ve dehşet
içinde kaldım. Neyse namazı kıldık, tesbihata başladık. Derdi ki; “Namazın
sonundaki tesbihat namazın tohumu, çekirdekleri hükmündedir.”Hazin bir sada ile
bizden çok ağır bir şekilde tesbihat yapıyordu. “Sübhanallah, Sübhanallah” diye,
çok içten ve yavaş tesbihat yapardı. Biz adeta “sübb..sübb..sübb” diyoruz.
Ben çok namaz kılanlar gördüm. Fakat böyle hazin, huşu içinde, heyecan verici
bir tarzda namaz kılan görmedim.” (s:69-70)
ÜSTADIN İFFETİ
Merhum Molla Hamid diyor ki: Molla Resul
(1872-1952) “Tahir Paşanın(1847-1913) evinde iki tane kızı vardı. Birini
Üstadımıza vermek istiyordu. Neyse, sonra Paşayı başka bir yere naklettiler,
oraya gitti. Bir gün mevzu açıldı. Üstad’a; “Paşanın iki tane kızı vardı.
Birisini siz alacaktınız” diyorlardı, siz görmediniz mi” dedik. “Kasem
ederim, ben o evde kız olduğunu bilmedim” diye cevap verdi.(s:74)
ÜSTADIN ÇOCUKLUĞU
Molla Resul anlatmış; “14-15 yaşlarında iken keşif-keramet
Üstad Hazretleri yanında bir şey değildi.”(s:75)
ÜSTADIN KENDİSİNİ GİZLEMESİ
Molla Hamid ağabey diyor ki; “Üstad, mübarek kendini belli
etmiyordu. Gerçi böyle bazı müşahedatımız olmakla beraber, o zamanlar üstadı tam
anlayamıyorduk.ve bilemiyorduk. Zaten keşif, kerameti de istemezdi, rahatsız
olurdu. Tâ ki Risale-i Nurlar zuhur etti, ancak o zaman anladık. Bir gün bu
mevzular geçince Üstad bir elini diğer elinin dışına vurarak; “Bırakın eski
Said’i, o geçti” dedi. (s:75)
ÜSTADIN AZ YEMESİ VE YEDİRMESİ
Üstad, özellikle Eski Said dönemi talebelerine perhiz
uygulatıyormuş. Bu konuya muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi bir yerde
şöyle değiniyor; “Üstadın talebeleri büyük ölçüde riyazet yaparlarmış o da
onlara bal verirken bir çay kaşığı verirmiş. Oysa ki bizde çok abur cubur yemek
var, çarşıda dolaşma var maalesef.” Bu konuda Hamid ağabeyin bir hatırası şöyle;
“Sizi yeminle temin ederim bu şekilde ben Üstadımızın yanında bir-iki sene
kaldım, ancak bir gün tok olabildim. O bir gün de, bir talebe pilav
pişirmişti, tencerede pilav artmış, sahan almadı. O talebe bana dedi; “Gel bunu
ye, sonra sofrayı götür” Ben biraz yedim, sonra biraz da üstadın yanında yedim O
gece doyduğumu hatırlıyorum.” (s: 80)
HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-35
ÜSTAD’IN
NAMAZDAKİ HUŞUU
Bediüzzaman’ın İlk Talebelerinden Hatıralar (Ahmed
Vehbi Ünlü-Şahsi basım- Ankara-1997) adlı eserde merhum Refet Barutçu
beyin (1886-1975) Eskişehir Hapishanesinde geçen şu namaz hatırasına yer
verilmiş; “Üstadın arkasında kılınan namazın hazzı bambaşka...İlk tekbir
aldıklarında adeta yer gök sarsılır. Aman ya Rabbi! O ne huşu, o ne munis seda
tarif edilmez.” Gardiyanlar; “Biz sizin Üstadınız gibi görmedik. Sabah
uykusunun dışında hiç uyumuyor” derlermiş...(s:32)
Fethullah Gülen Hocaefendi bir sohbetinde bu hususa
şöyle temas ediyor: “Üstad Bediüzzaman ve talebeleri namaza durduklarında
bıçak vursan kanları çıkmayacak kadar, ciddi konsantrasyon yaşıyorlardı, vakıa
bu..”
NE İŞ YAPARSIN?
Aynı eserden; “Eskişehir mahkemesinde hakim teker teker
herkesin ne iş yaptığını soruyor. Sıra Üstada gelince; ayağa kalkarak, şehadet
parmağını da kaldırarak; “İmana hizmet” diyor. (s:32)
UHUVVET... UHUVVET
Eskişehir hapishanesinde iki talebe münakaşa ediyor. Üstad
Hazretleri bu olayı ruhen hissediyor ve çok sıkılıyor. Aniden, Refet ağabeylerin
kaldığı koğuşa geliyor ve Refet ağabeyin yatağına oturuyor. Aralarında münakaşa
yapan zatları çağırıyor ve soruyor; “Neden uhuvveti rencide edecek münakaşa
yaptınız?” biri diyor; “Efendim, bana bir hayvanın ismiyle hitap etti. Üstad;
“Ben o sözü kendime alıyorum” deyip, ikisini barıştırıyor. (s:33)
HAKKIMI HELAL ETTİM
Yine merhum Refet ağabey anlatıyor; “Üstad hazretleri
vefatına yakın Mustafa Sungur ağabeye mektup yazdırarak, bütün savcılara,
hakimlere, ağır ve sulh ceza reislerine hakkımı helal ettim mealinde
tamim etmişti.(s:35) Evet, Hocaefendinin dediği gibi; “Mahkeme edenler bile
Risaleleri okuyarak imanlarını kurtaracaklarsa yedi dünya şahid olsun, hakkımı
helal ettim” diyen insanın sadrının, sinesinin genişliği doğrusu bizi hayrete
sevk ediyor.”
SADAKAT
Hulusi, Refet, Rüştü ve o zaman hizmetinde bulunan diğer
ağabeyler hazır bulunduğu bir vakitte Üstad onlara; “Farz-ı muhal, şimdi Gavs-ı
Geylani uçaraktan gelse, Said’in söylediklerini dinlemeyin dese ne dersiniz?”
deyince hepsi birden; “Biz senden ve Risale-i Nur’dan vazgeçmeyiz”
demişler.(s:44)
ŞEYH GEYLANİ KURTARDI
Eğridir gölünde, Refet ağabey yıkanmak için
girdiğinde boğuluyormuş. Harika bir tarzda kurtulmuş. Daha sonra bu olayı üstada
anlatınca; “Seni Şeyh-i Geylani kurtardı” demiş.(s:48)
MUHACİR HAFIZ AHMED’İN İLK TANIŞMASI
Refet Barutçu ağabey anlatıyor; “Üstad hazretlerinin
Barla nahiyesine ilk getirildiği günler...Soğuk, yağmurlu, yerlerin kaygan ve
çamurlu olduğu bir zaman. Üstad, büyük Çınar ağacının üstündeki yokuştan
inerken, ayağındaki eski lastik ayakkabısı, ayağından çıkınca, çorabı çamur
oluyor. Bu sırada Hafız Ahmed yardımına koşuyor. Çınar ağacının altındaki
çeşmede, çorap ve ayakkabısını yıkıyor. Ve Üstadla ilk karşılaşması da böyle
oluyor.” Rahmetullahi aleyh...
Salih Okur
HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-34
BÜYÜKLERİN
HUZURUNDA
Abdullah Aymaz bey anlatıyor.”Kastamonu'ya
Mehmed Feyzi Efendi'ye ziyarete gitmiştik. Kendisinin de müsaadesiyle
çeşitli sorular sormuş çok güzel cevaplar almıştık. Bir ara aklıma bir soru
geldi. Bu soruyu sormadan önce Risaleleri yeni mütalaa etmeye başlayan bir zat,Fethullah
Gülen Hocaefendiye sormuştu. Tabii benim sorumdaki mukayese manası da vardı.
Dedim ki "Efendim, eserlerde Peygamber Efendimizin (sav)ibtida ile intihayı
birleştirdiği ifade ediliyor, bunu bize izah eder misiniz?" Mehmet Feyzi Efendi
31. Sözdeki "Peygamberimiz bu kainatın hem çekirdeğidir, hem de meyvesidir"
meselesini çok güzel izah etti. Ama benim sorumun cevabı değildi. İçimden
"olmadı" diyordum. Mehmet Feyzi Efendi hemen bana dönerek: "İyi
anlatamadıysam özür dilerim, ben artık yaşlandım." deyince çok utandım.
Sonra bu meseleyi Hocaefendiye anlattım. O zaman Hocaefendi dedi ki: "İnsan
büyüklerin yanında hem diline hem de kalbine sahip olmalıdır.
MÜHİM OLAN HİZMETTİR
Muhterem Rıza Çöllü Hocaefendi kendisi eğitim
hizmetlerine vakfetmiş bir zat. Ramazanoğlu Sami Efendiden feyz almışlar.
Altınoluk Dergisinin Temmuz 92 sayısında kendisiyle yapılan bir röportajı
okudum. Çok güzel iki hatırasını sizlerle paylaşmak istiyorum: “Ben hayatımda
ilmini dünya için kullanmayan üç kişi gördüm. Birisi; Bediüzzaman
Hazretleri...Diğeri; Ankara’da Hacı Mehmed Efendi vardı. Sonra Mahmud Sami
Efendiye intisap etti. Bediüzzaman’a beraber gitmiştik. “Efendim, ben intisap
etmek istiyorum” dedi. Bediüzzaman: “Onu kardeşimiz Mahmud Sami görüyor”
dedi. Bunun üzerine Mehmed Efendi 57’de İstanbul’a geldi, ders aldı.” İşte büyük
adamın kucaklayacılığı...
BEDİÜZZAMAN’I İMTİHAN
Rıza Çöllü hoca kendi hocası, eski Diyanet İşleri
reislerinden Hasan Fehmi Başoğlu’nun bir hatırasını
da aynı dergide şöyle anlatıyor: Bediüzzaman hazretleri İstanbul’a gelmiş(1907)
Tabii, kim kimi nasıl değerlendirir o bahs-i ahar ama, hakkı hak sahibine
vermekte yarar var. Bediüzzaman İstanbul’a geldiğinde “Hallal-ül Müşkilat”(Soruları
çözen) diye bir levha yazmış. “Siz herşeyi sorabilirsiniz. Ben size hiçbir şey
sormayacağım” diyormuş.
Tabii bu, İstanbul ulemasına çok ağır gelmiş. “Ben de yani
icazet aldım. Civa gibi delikanlıyım” diyor Fehmi efendi “Hasan Fehmi
ümidimiz sende. Bu kürdoğlunu bir yere ser de, nasıl serersen ser” demişler.
(Hasan Hoca da iyi alimdi. Kur’an okumakta mahirdi. Cezeri’yi 85 yaşında tıkır
tıkır ezberden okurdu. Ben de cezeri’yi kendisinden okudum.)
“Mevakıf’tan akla hayale gelmedik konularda beni
bir ay hazırladılar” diye anlatıyor. “Git şimdi bunları sor” demişler. Yanına
gittim, soruları sorduktan sonra, az önce talebelere ders okutuyormuş gibi
benim suallerimin hepsine cevap verdi. Tek kelimeye muktedir olamadan döndüm,
geldim” diyor.
Rıza Çöllü devamla, “Bediüzzaman bedava sivrilmemiştir,
tezkiyesi vardı. Ve Hasan hocanın zamanında Risale-i Nur Diyanetten hep beraat
almıştır.”
FERASET
A. Kervancı bey anlatıyor: Doktor Kahid, Medine'de
bulunduğumuz bir sırada bizi yemeğe davet etti. O gün alem-i İslam’dan bir çok
alim zat da davetliydi. Gelenlerden biri,-ki sonradan onun bir üniversitenin
rektörü olduğunu öğrendim daha oturur oturmaz Hocaefendiye hitaben: "Efendim,
dedi, kalbinizin nuru gözünüze aksetmiş. Eğer sizi sıkmayacaksam, bir müddet
gözlerinize bakmak istiyorum." Hocaefendi tevazu içinde karşılık verdi.
Fakat bu şahıs dakikalarca gözünü Hocaefendiden ayırmadı.
Salih Okur
BİR HAVARİDEN HİZMET DÜSTURLARI
Zübeyir
Gündüzalp denilince, aklıma nedense
havari kelimesi gelir.Bir de Zübeyir bin Avvam ile Sıddık-ı Ekber’i
hatırlatır bana bu aziz ağabeyim. Biri Efendimizin(sav) “havarim” iltifatı ile
serfiraz, diğeri ise Peygamberlikle velayet arası bir makam olan Sıddıkıyetin
biricik sembolü dev kamet.
Bediüzzaman’ın “Zübeyir'i dünyalara değişmem” ve
“binine bedeldir” hitabına mazhar bu büyük dava adamından bazı hizmet
metodlarını sunalım istedik.Nur içinde yatsın...
* “Ben bu hizmet-i kudsiyede muvaffak olacağım.Ben bu
hizmet-i maneviyeyi seviyorum” Bunu her gün yüksek sesle tekrarlayın.
Böylece amel ve işinizin ne kadar kolaylaştığını göreceksiniz..”
* “Hizmette arkadaşına izzet dava etmek en aşağı bir
zillettir.”
*Zübeyir ağabey tanıştığı talebelerin isimlerini eve
dönünce yazarak, kaydedermiş. Sebebini soranlara “Kardeşim, ben hastayım.
Hafızam zayıf. O kardeşlerle görüşünce, ismini hatırlayamazsam, kardeşlik
hukukuna saygısızlık etmiş olurum. Bu husus önemlidir. Siz de öyle yapın”demiş.
*Hamdi Sağlamer anlatıyor: Bir gün Bekir Berk ‘in
yazıhanesine geldi. “Birinizin bana olacak düzgün bir ceketi var mı?”
dedi.Birinci abi de “Bende var ağabey” dedi. Ceketini getirince şu açıklamayı
yaptı. “Ben karşıdaki berbere tıraş olmaya gidiyorum. Orada pardösümü çıkarıp
tıraşa oturmam lazım. Ceketimin arkası yamalı. Berber beni tanımıyor. Ceketime
göre tıraş yaparsa, kılık kıyafete hevesli olan gençler tıraşıma bakıp “Bir
tıraşı dahi beceremeyen bize ne öğretecek.”der. Bu cihetten hizmetimize zarar
gelir.”
*Hamdi Sağlamer’den: “Bir gün Zübeyir ağabeyimizi alışık
olmadığımız bir tarzda lacivert elbise, kolalı ve manşetli gömlek, kravatlı ve
kaliteli bir gözlükle Beyazıt meydanında grand tuvalet görünce hayret etmiştik.O
hayretimi anlamış olacak ki, “Kardeşim, bir beyefendi ile randevum var.
Nazarlarını kılık kıyafetimle meşgul etmemek için onun alışık olmadığı kılık
kıyafetle gitmeyi uygun buldum.” dedi.
*Dr Mehmet Akay anlatıyor: Bir gün Zübeyir abi şöyle
demişti. “Kardeşim, Üstadın hizmetinde bulunurken öyle hareket ediyordum ki, bir
tehlike anında kurşun benim vücuduma gelsin. Üstadımın zerresine bir şey
olmasın.”
*“Risalelerde “aziz,sıddık,fedakar kardeşlerim” gibi
ifadeler “böyle olunuz” manasınadır.”
*“Kainatta hiçbir şey Allahsız olmaz. Bu kelimeyi
kullanmamalı. O bilse de, bilmese de onun yaratıcısı var.Şöyle denir:
“Allah’ı inkar eden dinsiz.”
*Zübeyr abinin nakline göre Üstad şöyle demiş: “İnsan
ihtiyarladıkça ene gelişir. Seksen yılda kazandığını bir anda kaybeden olmuş.”
*Zübeyr ağabey evde kalan genç kardeşlere iş buyurmamayı
tavsiye edermiş. “Yaşı küçük olsa bile bu davada büyüktür. Her kardeşini bir
veli bil. Müsamaha etmeyeceğimiz yalnız nefsimiz.”
*Rüşdü Tafral anlatıyor. Zübeyr ağabey derdi ki:
“Kardeşim, kırıcı ve sert olmamak lazım. Hatta Üstad hazretleri talebelerine cam
ve teli kopmuş ampulleri kırdırmazdı. Sebep olarak ta bu halin bizde yıkıcı ve
sert bir mizaç oluşturacağını, ruhumuzu asabi yapacağını söylerdi.
*“Günde 10 sayfa okuyan kendini muhafaza eder. 15 sayfa
okuyan gayrete gelir. 20 sayfa okuyan hizmet eder.”
*“Meşakkat bizim gıdamızdır.”
*“Tembelliğe, basit ve manasız zevklerime müsaade
etmeyeceğim.”
*Zübeyir ağabey nasıl bir sohbet yapılması gerektiği
hususunda şu ölçüyü veriyor: “Öyle bir ders yapmalıyım ki,yeni gelen bir kişi
ikinci bir defa daha gelme ihtiyacı hissetmeli. Eğer dinleyen bunu
hissedemiyorsa, kendimi ders yapmış saymam”
Son olarak kulaklarımıza küpe olması gereken bir ölçü ile
noktalayalım. “Dışarıdan gelen yabancı insanlara her türlü ilgi, alaka ve
muhabbet gösterisi yapıp ta, en yakın ve eskiden beri beraber olduğu dava
arkadaşlarına aynı alaka ve muhabbeti göstermeyenleri ben riyakarlık yapmakla
itham ediyorum.”
Kaynaklar
1-Yolumuzu aydınlatan ışık-Z.Gündüzalp.sh:12-13-Nesil yay.
2-Age.sh:117
3-age.sh:117
4-age.sh:135
5-age:135
6-age:143
7-age:144
8-age:144
9-age:145
10-age:sh:146
11-age:166
12-Hizmette aşk ve şevk-Şaban Dögen-sh:21-Gençlik
yayınları
13-age:sh:162
14-Altın Prensipler-Z.Gündüzalp-sh:21-Yeni Asya neşriyat
15-Aşk ve Şevk-sh:195
16-S. Cebeci-Kaynaktan Su İçenler-sh.141-Yeni Asya
neşriyat
Salih Okur
HATIRALAR VE ÖLÇÜLER
Gelecek,geçmişin
izleri üzerinde bina edildikçe, kökle sağlam temas sağlandıkça kuvvet kazanir.
Geçmişin birikimleri geleceği inşa eder. Kökü mazide olan atiyi kucaklar.
Büyüklerimizden aldığımız hayat dersleri önümüzü aydınlatır.Bu birikimi
aktarmanın en güzel yolu ise anıları gün yüzüne çıkarmaktır..
...Bizden evvel hizmette sebkat etmiş büyüklerimizle
alakalı dinlediğim ve okuduğum hatıraları sizlerle paylaşmayı hem bir vicdani
vecibe, hem de o büyüklerime karşı bir kadirşinaslık bildiğimden bu bölümü
hazırlamaya yeltendim. Rabbim muvaffak eylesin. Hamd ve şükür yalnız
O’nadır.Sizlerden ricam, bizlerle paylaşmak istediğiniz, mümkünse bizzat
duyduğunuz hatıraları göndermeniz. Böylece bu güzellikler bereketlenmiş
olacaktır.
Saygılarımla. Salih Okur
EDEB FARKI
İlk hatıra, büyüklere karşı saygı ve edebi ile bende hep
değişik duygular uyandırmış muhterem büyüğüm, fadıl insan M.Fethullah Gülen
Hocaefendi ile ilgili. Hatırayı bana anlatan merhum Hikmet abi eskimez bir
Kur’an talebesi. Şöyle demişti;”1964 veya
65 senesiydi.Ankara’da Hacı Bayram mevkiinde merhum Bayram
Yüksel
ağabeyin kaldığı dairedeydim. Sabah kahvaltısı
hazırlıyordum.
Sungur ağabey ziyarete gelmişti ve her ikisi salonda
oturuyordu. Kapı çalındı. Açtığımda genç bir zat “Selamün aleyküm kardaşım” dedi
ve samimiyetle sarıldı.Boylu, boslu endamlıydı. Onun Fethullah Hocaefendi
olduğunu yemek sırasında öğrendim.İlk defa görüyordum. Ağabeylerin içerde
olduğunu bilmiyordu.
Rahat adımlarla salona yöneldi. Ama kapıyı açtığı an sanki
şok oldu.“Estağfirullah” diyerek olduğu yere çöktü. Çok mahçup
oldu ve “Ağabeylerim, affedersiniz, ben sizin burada
olduğunuzu bilseydim,buraya böyle rahat girmezdim” dedi. Ağabeyler de onun
bu edeb ve tevazusu karşısında samimiyetle
“estağfirullah” dediler ve kendisine sarıldılar. Sonra
beraber kahvaltı yaptık,izin isteyerek ayrıldı.
ZOR ZAMANDA HİZMET
Kıymetli yazar İhsan Atasoy bey, Sungur ağabeyden
naklen bana anlatmıştı.Üstad hazretleri bir gün Sungur ağabeyle birlikte
Isparta’da bir zaman sağ kolu durumunda olan talebesi Hüsrev Altınbaşak ağabeyi
ziyarete gidiyor. Hüsrev ağabey risaleleri etrafa neşir için uykusunu bir
saate indirmiş,on beş sene evinden dişari çikmayarak devamli risale yazmiş,Üstadın
tabiri ile “bu vatanın manevi halaskarı” bir kahraman.
Üstad onun bu fedakar hizmeti ile ilgili bu ziyarette
şöyle demiş:“Mazide nice kümmelin-i evliya(velilerin en mükemmelleri)“biz
niye Hüsrev’e yetişemiyoruz” diye gibtakarane soruyorlar” Üstad böyle
deyince Hüsrev ağabey de mahcubiyetle
“Estağfirullah Üstadım,onlar arşta biz ferş’te” diyor.Evet
zor bir zamanda,kazanma da kaybetme de büyük ölçekli oluyor.
KABE’DE NAMAZ
Mazlum ve mağdurların ünlü avukatı merhum Bekir Berk
ağabeyden bir hatıra ile sahih ve halis bir niyetle yapılan ibadetin insanı
nasıl farklı buudlara götürdüğünü hissetmiştim. Bekir Berk ağabey 1992
Haziranında kanserden vefat etti. Londra’da tedavi görürken ilginç bir tecrübe
geçirmiş. Hastanede tahta seccadesinde namaz kılmak için abdest almiş. Ama biraz
sonra istifra edince, haliyle abdest bozulmuş. Tekrar abdest alıp,tekrar aynı
hal olmuş.Üçüncü defa abdest aldıktan sonra da istifra edince, ağlamaya başlamış
ve “Allahım günahlarımdan ötürü mü beni huzuruna kabul etmek istemiyorsun?”
diye inlemiş. Biraz sonra tekrar abdest almış ve huzura durmuş. Namazda farklı
bir boyuta geçmiş. Secdeye vardığında kendisini Kabe’de bulmuş ve yarı şaşkın
namazı tamamladığında, selam verdiğinde Londra’da tahta seccadesi üzerindeymiş.
Nur içinde yatsın. Allah bize de böyle ibadet iştiyakı versin. Amin
SENİN KORKMANA GEREK YOK
Merhum Necip Fazıl’ın tabiriyle; “Aklın mücessem hali” ve
“doğunun mantık küpü” olan muhterem Mehmed Kırkıncı Hocaefendinin bir
sohbetinde kendisinden dinlediğim, ve hatırladıkça hep tebessüm ettiğim bir
hatıra. Kırkıncı hoca, 1950’li yıllarda Erzurum’da bir ahbabının dükkanına
girmiş. Dükkan sahibi kendini hürmetle karşılamış. O sırada içeri giren bir
müşteri onun Kırkıncı hocaya hürmetini görünce dükkan sahibine “Bu zat hoca
mıdır?” diye sormuş.Dükkan sahibi “evet” deyince, adam Kırkıncı hocaya dönerek
“hocam sana bir sorum var,bir kişiye Cennette 70 huri verilecekmiş,doğru mu?”
demiş. Hocaefendi,soruyu sormasından adamın laubali biri olduğunu anlamış ve
“evet” cevabını vermiş.Bunun üzerine adam “Ben evde bir tanesiyle baş
edemiyorum.70 tanesiyle ne yaparim” deyince Kırkıncı Hoca cevabı yapıştırmış:
“Senin korkmana gerek yok,onu oraya gidecekler düşünsün”. Adam bu cevap
karşısında mahçup bir şekilde dükkanı terk etmiş. Soruya cevap verilirken soranı
ve niyetini nazara almak çok mühim.
Salih Okur
HATIRALAR VE ÖLÇÜLER -25
BAYRAM AĞABEYİN
HİZMETİ
Bayram Yüksel ağabeyi 1997 senesinin Kasım ayında
Almanya dönüşünde, Bulgaristan hudutları içinde elim bir trafik kazasında
kaybetmiştik, yanındaki iki hizmet küheylanı ile beraber… Muhterem Osman
Şimşek beyin Bahara Yolculuk adlı kıymetli eserinde gördüğüm bir
anekdotu sizlerle paylaşmak istedim; Osman beyin nakline göre Bayram ağabeyin
vefatından sonra, Fethullah Gülen Hocaefendinin bir meclisinde Bayram
ağabeyden bahis açılması üzerine bir misafirin “Çok da ilmi yoktu ama” demesi
üzerine Hocaefendi celallenip; “Öyle demeyin. O yüzlerce alim kadar bu dine,
millete hizmet etmiştir”karşılığını vermiş…İşte selefe hürmet, vefa,
hakşinaslık ölçüsü…
BİR ÜLKE SEVDALISI
Her insanın her hadise karşısında aynı ölçüde etkilenmesi
mümkün değildir. Biraz da kalp balansının ayarı ile ilgili olsa gerek bu farklı
duyuşlar. Hayat ve hissiyatını insanlığın mutluluk ve kurtuluşuna feda etmiş bir
muzdarip ve seçkin ruhun duyuş, seziş ve inlemeleri ile beden ve cismaniyetinin
altında ezilen bir insanınkiler aynı ölçüde olamaz elbette. Osman Şimşek bey
1999 Düzce depremi öncesi Hocaefendinin hissettiklerini yazmış. Okuyunca, kalbim
buruk, bu nasıl bir yürektir?, “dolmaz dert kadehi yaşla bu kadar” dedim. Şöyle
anlatıyor Osman bey; “Düzce depreminden dört gün önce dizlerine müthiş bir ağrı
girmişti. Acı ve ızdırapla inliyor, gözümüzün önünde kıvrım kıvrım kıvranıyordu;
dayanılacak gibi değildi. Kaç tane doktor çağırmış, kaç çeşit muayene
ettirmiştik ama rahatsızlığını sebebini bir türlü anlayamamıştık. Bir gece
Kur’an-ı Kerim’i istedi. Bir sayfasını açtı, okudu; yüzünün rengi değişmişti.
İstanbul- Ankara arası il ve ilçeleri tek tek saydı. Hemen kalktı, sadaka verdi,
etrafındakilerden de sadaka toplattı. “Allah muhafaza, bir musibet var. Ne
olur, hacet namazı kılın ve Türkiye’ye de dua edin” dedi. Dört gün boyunca
çok az konuştu, yüzünde tebessüm goncası hiç belirmedi, dizlerini ovdu, durdu ve
dördüncü gün dizlerindeki ağrı ve sızı birden gidiverdi. O sırada odaya giren
arkadaşımız acılı depremi haber veriyordu. Dizleri bir sinyal olmuş, inananları
duaya çağırmış, daha büyük felaketlere karşı ona bir paratoner vazifesi
gördürmüştü.”
CAHİT BEYİN RÜYASI
Abdullah Aymaz beyefendi anlatıyor: “ Merhum Tuzcu
Cahit Erdoğan Bey, rüyasında Peygamber Efendimiz(sav)’in kendisini
kucaklayıp bağrına bastığını görmüş ve sonra Fethullah Gülen Hocaefendi’ye
anlatmıştı. Cahit beyin vefatından sonra Hocaefendi dedi ki: “Rüyayı
anlatınca anladım ki, Cahit Efendiye gelecek büyük ve ağır imtihana karşı ta
baştan Efendimiz(s.a.s) kendisini teselli ediyordu. Ben kendi kendime “Acaba bu
ağır imtihan ne ola ki?” demeye başladım. Sonradan anladık ki, kansermiş.”
(Şifa Çiçekleri-s:38)
NİYETİN MÜKAFATI
Kömürleri elmaslara çeviren sihirli bir formüldür niyet.
Onun sayesinde bir damla derya olur, koskocaman bir umman da bir parça
saman…Nebiler Nebisi gelmiş geçmiş sözler içersinde en anlam yüklü ifadelerden
biri olarak “Ameller niyetlere göredir” fermanı ile billurlaştırmıştır bu
gerçeği…Şimdi nakledeceğimiz bir hatıra da bu çerçeve içinde mütalaa
edilmelidir: “İnsanlar bir hayır için bir araya gelmişlerdi.. İmkanı büyük
olanlar büyük fedakarlıklar göstererek varlarını yoklarını döküp saçmışlardı.
Bunların listesini yapan yaşlı bir esnaf beyefendi bu fedakarlıklar karşısında
heyecana gelip “İnşallah ümit ediyorum ki, bu ihlaslı tavırlar Cenab-ı Hakkı
hoşnut eder ve bu hayır hasenat yapan arkadaşların isim listesi cennetin
kapısında okunur” dedi. Orada da, öğrenci olduğu için hiçbir şeyi bulunmayan
bir kalbi kırık da “Bir şey veremedim, borç da alamadım” diye üzülür ve gece
başını yastığa koyarak “Ya Rabbi senden başka kimsem yok. Allahım hicranımı
ve ızdırabımı görüyorsun. Benim o listelere girecek imkanım yok. Ama sen benim
niyetimi biliyorsun. Oraya benim ismimi de koydur, ismimin karşısını da boş
bırakma” diyerek yalvarır, sonrada gözyaşları içinde dalıp gider. Rüyasında
Efendimizi(sav) görür. Gelir, alnından öper ve: “Listeye girdin ve
gözyaşların isminin karşısına en büyük hayır olarak konuldu. O hasbi hayır ve
hasenatların hepsi de kabul olundu. Müjdele” der.(Şifa Çiçekleri-s:39)
AHİRZAMAN TABİBİ
Abdullah Aymaz bey anlatıyor: “1970’lerin başında bir
sohbet toplantısına çok yaşlı bir zatı getirmişlerdi. O dedi ki: “Ben
çocukluğumdayken İstanbul’da elime bir kitap geçti. Cümleler, kelimeler çok ağır
geldi, tam anlayamadım. O zaman dergahına gidip geldiğim mübarek bir mürşidim
vardı. Kitabı ona götürdüm. Bir müddet okuduktan sonra, “Evladım, bu kitabı
yazan Bediüzzaman ya kutupdur, ya gavstır” dedi. Ben de bu sefer “Acaba bu
kutup ve gavs ne demektir?” diye düşünmeye başladım. Bir gece rüyam da kendimi
asker olmuş gördüm. Bana dediler ki, “Seni ser tabip(baş hekim) çağırıyor.”
Hemen koşup gittim. Baktım beyaz askeri elbiseler içinde, doktor gibi duran
Bediüzzaman bana: “Evladım o kitabın müellifi benim”dedi.
Salih Okur
HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-10
BİR İSLAM
ALİMİNİN MÜDAFAASI
İzmir Ayrancılar’da mukim Hacı Musa Yukarı bey
09.05.1995 tarihindeki bir sohbetinde izzet-i İslamiyeye sahip bir İslam
aliminin nasıl olduğuna dair şu enfes hatırayı anlatıyor: “Şaban Hoca
vardı Aydın’da. Aslen Manisa Çerkezköy’dendir o. Bizim köyde imamdı. Risale-i
Nur’dan anlatırdı. Bir gün şikayet etmişler. Kazaya çağrıldı, hakim huzuruna
çıkarıldı. Hakim dedi ki: “Bu kim?” Dediler: “Ayrancılar imamı” Şaban hoca sert
mizaçlı biriydi, alimdi de. Hakim: “Sen bir köy imamısın. Nurculuktan
konuşuyormuşsun. Sen ne anlarsın nurculuktan” diye bağırdı. O böyle bağırınca
Şaban hoca dedi ki: “ Hakim bey, beni Mızraklı İlmihal okumuş da köye imam
olmuş sanma. Karşında Arapçayı yutmuş, Farsçayı cebine koymuş bir İslam alimi
vardır. İlmi bir heyet toplansın, Risale-i Nur eserleri şimdiye kadar gelen
Kur’an tefsirleri içinde en üstünü olduğunu ispat edemezsem, en ağır cezaya
razıyım. Karşında Hoca var, bakla harmanı yok” dedi. Bakla harmanı kaba
görünür, bastırdın mı kaybolur. Yani, bağırmayla beni korkutamazsın demek
istiyor. Hakim “Atma hoca, Ez Zariyat suresini oku, manasını ver bakalım” dedi.
Şaban Hoca: “Manayı muradınız ez Zariyat suresinin muhtasarımıdır,(kısa
açıklaması) yoksa mufassalını mı(tafsilatlı açıklama) arzu buyurursunuz?”
dedi. Bunun üzerine Hakim: “Anladım ulan, anladım.Hocasın, çık” dedi ve beraat
verdi.
ÜSTADA SUİKAST
Geçenlerde Kanadalı gazeteci Freed Reed’in Anadolu
Kavşağı adlı eserini okudum.Ünlü gazeteci, Türkiye’ye yönelik gözlem ve
tespitlerini akıcı bir üslupla yansıttığı eserinde, bu ülkede siyasi ve derin
cinayetlerin genelde “Trafik kazası” süsü verilerek işlendiğinden
bahsediyordu. Şimdi nakledeceğimiz dehşetli hadise de, bu tip adi bir teşebbüsü
ihtiva ediyor.
Musa Yukarı bey 1957’de Üstadı ziyaretlerini bahsederken
bu hadiseyi anlatıyor: “Isparta’ya vardık, orada dediler ki: “Eğirdir’e gitti.
Orada Allah rahmet eylesin Çilingir Ali ağabeyimiz vardı. Onun evine vardık.
Çocukları yeni sünnet olmuş, sünnet elbiseleri ile geziyorlar. Dedik: “Üstadımız
burada mıydı?” “Buradaydı, ama gitti, benim sünnet düğününe geldi,davet
etmiştim. Gölün kenarında bir namaz kıldık. Mustafa Sungur ağabeyi imam yaptı.
Gitti şimdi, ama nereye gittiğini bilmiyorum” dedi.
“Kısmet değilmiş” dedim ben. Geldik, bir handa yatacağız.
Orada bulunanlarla tanışırken sordular. “nerelisiniz?” “İzmirliyiz” dedik.
Hayrola dediler. “Bediüzzaman hocayı ziyarete gelmiştik, görüşemedik” dedik. Bir
tanesi birden doğrularak: “Bediüzzaman mı?” dedi. Otuzbeş yaşlarında bir gençti.
Biz evet deyince şu hatırasını anlattı: “Ben kamyon şoförüyüm. 15-20 gün evvel
üç kişi bana geldiler: “Bediüzzaman diye bir hoca var. Zararlı bir adam. Sana 50
bin lira para var. Sana taksisinin pilakasını vereceğiz. Buna çarpacaksın, kaza
süsü vereceksin. Hocayı öldürdün mü, 50 bin lirayı alacaksın. Çok zararlı bir
hoca, bunu öldürüver” dediler. Anlaştık. Parayı yed-i emine teslim ettiler. Daha
sonra bana telefon ettiler. “falan yerden çıktı, geliyor” diye. Ben kamyonla
gidiyorum. Direksiyonun yanına arabasının pilakasını ve rengini yazdım. Bir
baktım, bir araba geliyor. Rengi uydu, dikkatle plakasına bakıyorum. O sırada
taksi sağa yanaştı, durdu. İçinden biri çıktı, kamyonun önünde el kaldırdı,
durdum. “Hocaefendi seni çağırıyor” dedi. Hemen indim, arabaya doğru gittim.
“Hocam ne var?” deyince, “Evladım ben zararlı bir kimse değilim. Sana yanlış
malumat verdiler. Bu teşebbüsten vazgeç” dedi. Şoför şöyle devam etti: “Bunu
ben başkasından duymadım, biri bana anlatmadı. Kendim yaşadım. O sırada o üç
kişiyi görseydim ezerdim. Az kalsın böyle kıymetli bir alimi bana
öldürteceklerdi.”
ÜSTADIN HARAMA NAZARDAN SAKINMASI
Hadim-i Kur’an, Hafız-ı Kur’an, Hamele-i Kur’an merhum
Gönenli Mehmed Efendi hazretlerinin Merhum Ali Uçar’a anlattığı enteresan
bir hatırayı sizlerle paylaşmak istiyoruz. Ola ki bize de ders ve ibret olur.
Gönenli Mehmed efendi 1943’te Üstad Bediüzzaman’la beraber Denizli medrese-i
Yusufiyesine girenlerden. Mahkeme safahatı sırasında olan bir hadiseyi şöyle
anlatıyor: “Kadın Hakime önümüzden geçiyordu. Üstad irkilerek birden başını
çevirdi. Üstad gözünü sakınıyor. Hocanın birisi Hacca gitmiş. “Namazı Hac’da
öğrendim” demiş.Yani Hacdakiler namazı yavaş yavaş tadil-i erkan ile
kılıyorlarmış. Biz de Denizli’den ders aldık: “Mümin erkeklere söyle, gözlerini
sakınsınlar ve ırzlarını(apışlarını) korusunlar.” (Nur:30)
SAİD HAVVA’NIN İTİRAFI
Said Havva bilindiği gibi Suriye İhvan-ı
Müslimin’inin iki çizgisinden tasavvuf buudlusunu temsil eden 1989’da vefat eden
büyük bir alimdir. (Diğer çizgi Fethi Yeken öncülüğündeki çizgidir.) Said Havva
1982 Hama olaylarından sonra Suriye’yi terk etmiş, Hicaz’a hicret etmiştir.
Nusayri rejimine karşı düzenlenen başarısız kıyama fetva verenlerdendir. 1983’de
Mekke’de kendisiyle görüşen ve el’an hayatta olan Bitlis’li değerli alim
Kayser Bildik hoca bana şu çok önemli hatırasını anlatmıştı. Bu hatıra
Bediüzzaman hazretlerinin uzun vadeli insan yetiştirme, iman kurtarma hizmetinin
ve müspet hareket metodunun ne kadar önemli olduğunu da gösteren çarpıcı bir
hatıradır. Şöyle demişti Kayser Hocaefendi: “Said Havva yanında 50 kişi kadar
bir toplulukla Kabe’ye yakın oturmuş sohbet ediyordu. Yanına vardık.Selam verip
oturduk. Hoş beşten sonra meseleye girdim ve dedim: “Üstad, siz yanlış yaptınız.Metod
böyle olmamalıydı” diyerek Üstad Bediüzzaman’ın hareket metodunu ve bunun
meyvelerini anlattım. Said Havva beni dikkatle dinledikten sonra yanındakilere
dedi: “Ayağa kalkın” hep beraber kalktık. Said Havva Kabe’ye dönük olarak uzun
uzun Bediüzzaman’a dua etti. Sonra bana dönerek şöyle dedi: “Kabe’nin Rabbine
yemin olsun. Ben seni 8 ay evvel tanımış olsaydım, tek Müslüman’ın burnunu
kanatmazdım.”
GENÇLERLE ALLAH ARASINA GİRMEK
Gençlere yönelik Tebliğ hizmetlerinden dolayı Emniyete
davet edilen Muhterem Mehmed Kırkıncı hoca’ya oradaki görevli demiş ki:
“Hocam artık bu gençlerle Allah arasına girme”Kırkıncı Hoca şu latif cevabı
vermiş basit görüşlü muhatabına: “Bu gençlerle Allah arasına girmezsem, bu
gençlerin Allah’la arası bozuluyor.”
Salih Okur
HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-11
PAKİSTANLILARIN
TÜRKİYE SEVGİSİ
Merhum Ali Uçar anlatıyor: 1974 yılında Kıbrıs harekatında
İngiltere’de bulunuyordum. Bu ülkede bulunan Pakistanlılar Kıbrıs’a kadar
gayretli bir şekilde yardım topladılar ki, hayret ettim. Kendilerine sordum:
“Türklere ne için bu kadar yardım ediyorsunuz?” Cevaben dediler ki. “bizde evler
kale gibi yüksek duvarlarla çevrilidir. Bizde kadın sokak nedir bilmez. Buna
rağmen dedelerimiz, İslam mücahidleri olan Türklere yardım için kızlarını
tarlada çalıştırıp, onların kazançlarını İstiklal Harbi sırasında Türkiye’ye
yollamaları yüzündendir ki, biz de şimdi Kıbrıs’a yardım ediyoruz.(Ali Uçar’ın
sohbetinden nakleden Abdülvahit Mutkan-28.1.1993)
İZCİLERİN ÜSTADI ZİYARETİ
Bediüzzaman hazretlerinin talebelerinden Abdullah Yeğin
bey 8.7. 1991’de İstanbul’da bir sohbette şu hatırasını anlatmışlar: “ Isparta
köylerinden birinde on kadar izci genç kamp yapmışlar.O sıralarda görüştükleri
köylülerden “burada büyük bir alim var, kıymetli bir hoca var” diye işittikleri
zaman “o zatı biz de ziyaret edelim” diyorlar. Üstadımız onları kabul etti. Ben
sandalyede oturmuştum. Bana: “Sen de bunlarla beraber otur” dedi. Gençlik
Rehberinden onlara ders yaptı. Kılık kıyafetleri ile meşgul olmadan Nurun
hakikatlarını nazara verdi.
AHMED HAMDİ AKSEKİLİ’NİN GÖZÜYLE BEDİÜZZAMAN
Abdullah Yeğin bey anlatıyor: “ Dil Tarihte okurken bir
grup üniversiteli ile ziyaretine gittiğimiz Diyanet işleri başkanı Ahmed Hamdi
Akseki iki büyük ciltli kitabı gösterdi:
“Bediüzzaman şu iki kitabı iki kere okusun., artık o
kitaplara ihtiyacı olmaz. Sayfası satırına göre bilir.Hakiki hocadır. Eserlerini
tavsiye ederim, okuyunuz. Onun ilmi vehbidir.”
MEHDİ MEZHEBLERİ BİRLEŞTİRECEK Mİ?
Abdullah Yeğin anlatıyor: “Mehdi dört mezhebi
birleştirecekmiş?”
diye Üstada sordum.Üstad: “Zannetmiyorum” cevabını
verdi.
AY’A ÇIKILABİLİR Mİ?
Merhum Ali Uçar şöyle enteresan bir şey anlatmış:
Batman’da demir aşiretinden Molla Süleyman isminde bir hocayı ziyaret ettik. Bu
zat aya gidilemeyeceğini söylüyor. "Ay nurdur" ayetini delil olarak
gösteriyordu. Biz ona Üstadımızın görüşünü ve aya çıkılacağını beyan ettiğini
söyleyince derhal : “Ne, Seyda böyle mi diyor. Öyleyse ben vazgeçtim.”
dedi.
Salih Okur
HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-12
HEKİMOĞLU
İSMAİL’İN İBRETLİ RÜYASI
Değerli insan Hekimoğlu İsmail bey, bildiğiniz gibi geçen
sene bir beyin kanaması geçirmiş, ve kısmen felç olmuştu. 12.03. 2003’te
kendilerini evlerinde ziyaret ettiğimde şu müjdeli rüyasını anlattı: Doktorlar
bana “bir daha bir kanama geçirirsen artık tıbbın yapacağı bir şey yok,
gidersin” dediler. Ehh. Buradan Ankara’ya bir ziyaret bile olsa insanda hazırlık
telaşları olur. Bende de baki hayata seyahat telaşı ve ölüm korkusu baş
gösterdi. O gün Üstadım Bediüzzaman’ı rüyada gördüm. Bana celalle: “Ne
ölümden korkuyorsun?” diye bağırdı. “O mukadderdir, değişmez. Sen ibadet
etmeye devam et” dedi. Bu rüyadan sonra rahatladım.
ELİMİZDE YUMURTALAR VAR
Bediüzzaman hazretlerinin talebesi Mustafa Sungur
bey Afyon hapsinde geçen bir hatırayı 11.03.2003’te ziyaretimde şöyle anlattı: “Ahmed
Feyzi abi Üstad Afyon hapsine girdikten birkaç gün sonra hapse giriyor.
Sorgulamada pervasız cevap veriyor. “Gel bakalım” diyorlar, falakaya
yatırıyorlar. Çok üzülüyor Ahmed Feyzi ağabey. Hemen bakkallardan kağıt kalem
ısmarlıyor, aldırıyor. Sert mukabele yazacak. Üstad haber alıyor: “Kardeşim
Ahmed Feyzi” diyor. “bir zaman büyük bir pehlivan yumurta almış, ellerine ve
cebine doldurmuş. Karşısına korkak bir adam çıkmış.O pehlivana hakaretvari
konuşmuş. O cesur adam ses çıkarmamış. Merak edip, sormuşlar: “Neden ses
çıkarmadın?” Pehlivan elinde ve cebindeki yumurtaları göstererek: “Bu
yumurtlar var, onların hatırı için ses çıkarmıyorum” demiş. İşte kardeşim,
bizim halimiz de buna benziyor.”diyor.
KIRKINCI HOCA’NIN AĞLAMASI
Ahmed Şahin hocamız 12.03.2003’te bana anlattığı şu
hatırası da büyüklerin birbirlerine sahip çıkması ile ilgili güzel bir hatıra:
“Bir zaman Altunizade’de Hocaefendi’yi ziyaret gitmiştik. Mehmed Kırkıncı ve
Osman Demirci hocalar da benimle beraberdi. Kırkıncı Hoca orada,
Hocaefendi ile ilgili hatıralarını anlatmaya başladı. Bir yerde şöyle dedi:
“Talebelik döneminde vaaz ederdi. Kendisi vaaz ederken ağlardı. Beni de
ağlatırdı” deyince, ben Kırkıncı hocayı hiç ağlarken görmediğim için gayr-i
ihtiyari : “Hocam sen de ağlar mıydın?” deyince Hocaefendi birden celallendi:
“Ne demek ağlar mıydın? Sen hocamın ağlamadığını mı zannediyorsun. Nereden
biliyorsun, teheccüdde gözyaşı dökmediğini, ağlamadığını?” Hocaefendinin bu
samimi celallenmesi de beni çok etkilemişti.
Not: Hocaefendi bir sohbetinde bu hadiseden bahisle
Kırkıncı hoca için şöyle diyor: “Hoca bir sıddıktır. Sıddık aşkını, şevkini,
derinliğini içinde kapalı tutan insan demektir. Derin bir insandır hoca.”
KİM KİMDEN BÜYÜK?
Ahmed Şahin Hoca aynı sohbette şu hatırayı anlattı: “Yine
bir gidişimizde Hocaefendi bana sordu: Ben sizin Hür Adam gazetesindeki
yazılarınızı hatırlıyorum. Sizin tevellüd kaç?” Ben : “1935” deyince, Kırkıncı
hoca dedi ki: “Siz hocamdan büyükmüşsünüz.” Ben ise: “Hayır” dedim. “Hocam
benden büyük, ben ise ondan yaşlıyım.” Ben böyle deyince Hocaefendi bütün
samimiyeti ile şöyle mukabele etti: “O senin dediğin Kâmil bir zatın kâmilane
bir sözüdür ki, orada doğru halde burada doğru olmayabilir, dikkat et.”
Not: bilindiği gibi, Resulullah’tan(sav) yaşça ileri olan
Said bin Yerbu hazretlerine Efendimiz(sav) mülatefe suretinde: “Sen mi büyüksün
ben mi” deyince, o zat-ı âlişan şu cevabı vermiş: “Ya Resulullah! Siz benden
büyüksünüz. Ama ben de sizden yaşlıyım.”
RAMİZ EFENDİ
Ramiz efendi(1905-1974) Fethullah Gülen Hocaefendinin
babası mümtaz bir insandır. 6-10 2001 tarihinde bir sorum münasebeti ile
Kırkıncı Hoca onunla ilgili şu hatırayı nakletti: “Çok edepli bir adam, bilgili
de bir adam, sonra nüktedan bir adam, bizi de güldürürdü. Öyle bir edeple
otururdu ki. Bizim babamızın yaşındaydı.Köyde imam idi. Köyden şehre geldiğinde
önce Kümbete gelirdi. Sonra evine giderdi. Sonra şehre yerleşti. Hocaefendi’nin
annesi bize ara sıra mantı pişirirdi, mantısını yerdik.Hatta Ramiz efendi’nin
bir şeyini hiç unutamam. Artık hastalandı. Öyle eridi ki kanserden bir deri,
bir kemik. Ama hep mütebessim. Su içemezdi. Bir gün hanımına demiş ki:
“Yahu, hasta olduk da, hocama bir mantı götüremedik. Sen söyle, cumadan
çıksınlar da, hocama haber gönderelim, gelsinler bizde bir mantı yesinler.”
Haber geldi, gittik. Karyolada uzanmış yatıyor, Sofraya oturduk. Mantımızı
yedik. O da bizi seyrederken, o kadar memnun oldu ki...bunu kim yapar yahu.
”
Salih Okur
HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-13
BEDİÜZZAMAN’IN
VERDİĞİ ŞUUR
Abdülvahit Mutkan bey bizzat Zübeyir Gündüzalp’ten
naklettiği şu hatıra Bediüzzaman’ın insanlara verdiği şuur, medeni cesaret ve
devlet malına karşı hassasiyet ölçüsüne güzel bir ışık tutmaktadır: Zübeyr
ağabeyin emniyetteki bir sorgulaması sırasında, sorgu uzun sürüyor. Sorguya
çeken emniyet amiri lavaboya gidiyor. Dönüşünde, ıslak ellerini oradaki boş
dosya kağıtları ile kuruturken Zübeyir ağabeye soruyor: “Said Nursi size ne
öğretiyor?” Zübeyir Gündüzalp vakur bir eda ile : “Devlet malını böyle israf
etmemeyi öğretiyor” cevabını veriyor.
RAMİZ EFENDİ’NİN FEDAKARLIĞI
Fethullah Gülen Hocaefendinin babası merhum Ramiz
efendinin ölüm döşeğindeki bir fedakarlık ve aynı zamanda bir kerametini
nakletmek istiyoruz. Hocaefendi naklediyor:
“Vefatından bir hafta evvel yanına gittim. Hastalık
içinde, ızdırap içindeydi. Dedim ki: “Baba müsaade edersen vaazu nasihat için
İzmir’e döneceğim. Dedi ki: “Beklesen, Ramazan’ın ilk perşembesine kadar.” Zira,
hayatı boyunca kılı kırk yararcasına yaşamış, hayvanlarını bir tarladan
geçirirken ağızlarını bağlamış, “aman başkalarını otu girmesin diye” kılı kırk
yarmış, yaşamış bir insan. Allah bildirmişti ki, Ramazan’ın ilk perşembesi
günü vefat edecekmiş. “Oğlum dur da, Ramazan’ın ilk perşembesinde gidersin”
dedi. Ben yüzüne donuk donuk bakınca, gözleri dolu dolu “Git oğlum,
burada iki göz bekliyor. Orada binlerce muhtaç insan var, tercih ederim ben”
dedi. Hocamız bu hadiseyi anlattığı bir seminerde şöyle diyor. “ Neden sonra ben
anladım ki, o, ertesi Perşembe ölecekmiş. Öleceği an bir baba için önemli bir
ümniyedir, evladını yanında hissetme. Fakat babam yiğitçe hizmet arkadaşlarını
kendine tercih etti, “git” dedi.
HOCAEFENDİNİN MAHARATLIĞI
Hocaefendi çocukluktan itibaren hep sıkıntılarla boğuşmuş
bir insan. Şartların zorlaması onda potansiyel olarak bulunan bir çok mahareti
ortaya çıkarmış. Bir sohbetinden nakledeceğimiz aşağıdaki satırlar bunun mini
bir göstergesi: “ Evet kadayıf dolmasını-övüneceğim burada- Erzurumlular da
benim gibi yapamazlar. Nenem mahalle mahalle dolaştırmıştı benim yaptığım
böreği, kadayıf dolmasını... Benim annemin –makamı cennet olsun- egzamalı idi
elleri. Evde kadınlık işlerini çok yapamadığı için ben on bir, on iki yaşlarında
kadınlık işleri yaptım. Küçükler hep kucağımda,bezlerini yıkadım onların. Hamur
yoğururdum, bazen koyun sağardım. Anneme yardım ettim. Onun için bana bakışı
da hususi idi. Ben de yanında çok durmadım ama, hem oğlu, hem kızı, hem arkadaşı
oldum. Yemek yapmayı ondan öğrendim.”
NEDEN HARAMA BAKMAMIŞ?
Bilindiği gibi Bediüzzaman hazretleri 20 yaşlarındayken
Bitlis’te Vali Ömer Paşanın köşkünde iki sene misafir olmuş ve iffeti sayesinde
aynı konakta kaldıkları paşanın kızlarına bir defa bile kaşını kaldırıp
bakmamıştır. Talebesi Sungur beyin nakline göre, Üstada, dostu Ömer hoca sormuş:
“İki sene nasıl bakmadın?” Üstad: “Bana alem-i misal inkişaf etti. Günahların
neticesi gösterildi” cevabını vermiştir.
YANMAYAN PAMUKLAR
Bediüzzaman hazretlerinin Kastamonu’da talebeliğini yapmış
büyük alim ve veli Mehmed Feyzi efendi(V. 1989)’nin çok çarpıcı bir
hatırasını nakletmek istiyoruz. Kendilerini 8.8. 1983’de Kastamonu’da ziyaret
eden Abdülvahit Mutkan ağabeyin kendisinden dinlediği bir hatıra: Mehmed Feyzi
ağabeyin pamuklu bir seccadesi varmış. Bir gün seccadenin pamukları dökülünce,
annesi de o pamukları sobaya atmış. Fakat pamuklar sobada yanmayınca annesinin
dikkatini çekmiş Ve “Oğul bu pamuklar yanmıyor” deyince, Feyzi ağabey: “Anne
ben o seccadede
“Allahümme ecirna minnen nar”(Allahım beni ateşten koru)
duasını çok okudum, ondandır” demiş.
RİSALE-İ NUR’UN BİR FARKI
Muhterem kardeşimiz Yusuf Has bey Erzurum’da bir sohbette
Çantacı Necmi ağabey adıyla maruf kıymetli bir Kur’an talebesinin şu hatırasını
not tutarak bize göndermiş. Kendisinden Allah razı olsun. Çantacı Necmi ağabey
Bediüzzaman hazretlerinin talebesi Ahmet Feyzi Kul ağabeye soruyor.
-Abi, bu kadar Kur’an tefsiri olmasına rağmen neden
Risale-i nur gibi etrafında
insanlar toplanmamış?
Ahmet feyzi ağabey:
-Diğer tefsirler Kur’an’ın sadece manasını anlatmışlar.
Risale-i nur ise hem
manasını hem de davasını anlatmış.
Salih Okur
HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-14
İMAN HİZMETİNİN
ÖNEMİ
Senirkentli Ali İhsan Tola ağabey anlatıyor: “Hazret-i
Üstadı, bir kaç kişi ile ilk def’a ziyarete gidiyordum. O sırada İmam-ı
Gazali’nin İhya’sını okuyordum. Üstadın yanına vardığımızda arkadaşlar, benim
için “Bu ihyayı okuyor!” dediler. Üstad, o zaman çorablarını çıkararak diz
üstüne geldi ve dedi ki: “Ben, İmam-ı Gazalinin yanında bu çorab da olamam.
Fakat onlar da bu zamanda olsalardı, Vallahi de Billahi de imana hizmet
edeceklerdi.
KURU ÇUBUK
Ağrılı Molla Nusret hocaefendi, merhum Hulusi Yahyagil’in
çok güzel bir sözünü naklediyor. Bu söz Kur’an hizmetinde benlikten ve şahsiyet
dava etmekten sakınmayı ihtar eden enfes bir söz... Hulusi Ağabey demiş ki: "Üstad
diyor: "Ben kuru bir çubuğum" Haydi, yine onu verdiği bir salkım var:
Risale-i Nur. Peki biz bir kuru çubuğuz, bizim neyimiz var?"
HAŞİR RİSALESİ
İhsan Kasım bey Iraklı bir alim. Kendileri risaleleri
arapçaya tercemesi ve özellikle İslam aleminde Nurların inkişafında büyük
emekleri sebkat etmiş bir zat. İlk olarak Irak'ta eserlerin tercümesine
başlamış. Sonra Türkiye’ye yerleşmiş. Halen İstanbul’da mukimdir. Irak'ta iken,
neşretmek üzere el yazması Arabça Haşir Risâlesi için matbaaya gittiğinde,
matbaacı: "Sen bunu niye bastıracaksın ki, haşre inanmayan yok bu memlekette!"
deyince, o da ona "bir def'a okumasını" tavsiye ediyor. Neticede o kişi:
"Benim haşir hakkında inancım yokmuş, demek!" diye Risâle-i Nûrların
ehemmiyetini te'yid etmiş.
HİZMETTE EMEKLİLİK
Hulusi Ağabey bir sohbette demiş: “Bu yük kendi
irademizle omuzumuza yüklense idi yorulduğumuzda kenara bırakırdık. İhsan-ı
İlâhi tarafından konulduğu için yine ihsan-ı İlâhi tarafından alınır. Hizmetten
emekli olmak yok, bu ancak vefat ile olur.” (nakleden: Selahaddin Arslan)
ASAYİŞİ MUHAFAZA
Selahaddin Aslan bey Bediüzzaman’ın talebelerinden Said
Özdemir ağabeyi 12.08.2000 tarihinde bir ziyaretinde ondan dinlediği enteresan
bir hatırayı anlatıyor: “Üstad 1958 senesinde Ankaraya geldi. Beyrut palas
otelinde kaldı. Târihçedeki resim, o otelden çıkarken çekilmişti. Emniyet, polis
telaşlanıyor. Çok korkuyorlar… Üstad dedi ki; “Bizi parça parça da etseler,
gene de emniyet ve asâyişi bozmayacağız. Mâsum ve mazlumlar, zarar görmesin diye
asâyişi bozmayacağız”.
RİSALE İLE İRTİBAT
Halen Isparta’da İslamköy’de mukim Hasan Ergünal beyin bir
hatırasını naklediyoruz. Hasan ağabey1935’ten beri hizmette bulunan ve mahviyet
ve tevazunun zirve noktalarını temsil eden çok hoş bir insan. Selahaddin Aslan
bey 25.09.2000’de kendisi ile İstanbul’da görüştüğünde ondan şunu dinlemiş: “Biz
yazın ekin biçerdik. Çok zahmetli yorucu bir işti. Her şey elle yapılırdı. Bir
yaz günü bir vesîle ile Ispartaya şehre gitmiştim. Üstâdı da ziyâret edeyim
dedim.
Üstad bana; “Yazıyor musun”? dedi.
“İşten güçten ancak namazımızı kılabiliyoruz Üstâdım”
dedim.
“Peki, okuyor musun”? dedi. ki; “Günde iki sayfa oku
ondan sonra işine bak.”
HOCAEFENDİYE ÜSTADIN SELAMI
08.04.2003’te Aydın’da bir grub arkadaş ile birlikte bir
hizmet insanını ziyaret imkanını Cenab-ı Hakk lütfetti. Maalesef heyecandan
kayıt cihazını çalıştıramadığımdan birbirinden güzel hatıraları kaydedemedik.
Ama bir şey tamamen elde edilemese tamamen de terk edilemez kaidesiyle
hafızamızdan silinmeden sizlerle paylaşalım istedim. Ziyaret ettiğimiz zat
Muzaffer Aslan ağabeydi. Muzaffer ağabey 1927 Erzurum doğumlu mümtaz bir nur
talebesi. Kendisi Fethullah Gülen hocaefendinin Nurları tanımasında da emeği
geçmiş bir insan. Küçük Dünyam adlı hatıralarında hocaefendi onun
halinden ve namazdaki derinliğinden nasıl etkilendiğini naklediyor. Muzaffer
ağabey Hocaefendinin o sırada da edebiyle dikkati çektiğini dersleri büyük bir
edeb ve saygı ile dinlediğini anlattı. O sıralar(1956) Üstad hazretlerini
Erzurum’daki gelişmelerden haberdar etmek için bir mektup yazdığını bu mektubun
sonunda derse iştirak edenlerin isimleri içinde Hocaefendinin de ismini
yazdığını Üstadın da umumi olarak herkese selam gönderen cevabi bir mektubunun
Erzurum’a geldiğini nakletti.
Salih Okur
HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-16
ÜSTADIN GENÇLİK
REHBERİ MAHKEMESİ (1952)
Selahaddin Aslan bey anlatıyor: “ 7.7.1995 Abdullah Yeğin
Ağabeyden dinledim Fatih Zeki Demir Ağabeyin evindeki derste anlatmıştı:
“Üstâdın koluna ben ve Hayrullah girmiştik. İstanbul’daki Gençlik Rehberi
mahkemesine saat dokuzda geldik. Çok kalabalıktı. Herkes Üstâda bakıyordu.
Üstad çok mahcub bir çocuk gibi idi. Kıpkırmızı olmuştu. İçeride çok serbest
müdâfaa yaptı. Hâkim ayakta tebessümle karşıladı. Üstad sandalyeye otururken
Emirdağlı Saffet isminde tüccar bir zât altına paltosunu serdi. Salon çok
kalabalıktı. Üstad “Bir kısmı çıksın” dedi. Çıktılar. Târihçede geçen müdâfaayı
okudu. El yazısı ile yazılmıştı.”
ÜSTADIN HAKİKATLİ BİR RÜYASI
Üstadın halen hayatta olan talebelerinden muhterem Hüsnü
Bayramoğlu ağabey anlatıyor: Rü'ya görmekten hiç bahsetmeyen Üstâdımız bir gün
bana. "Hüsnü, ben bir rüyâ gördüm. Allah hayır etsin." dedi ve “Sen de söyle”
dedi. "Gördüm ki, ikimiz seninle beraber uzun bir sefere çıkmışız, gidiyoruz,
gidiyoruz, çok gidiyoruz. İşte ben orada kalıyorum. Keçeli beni fazla
konuşturma!" diye bana eliyle yüzümü okşar gibi iltifatkârâne hareketiyle
anlattı. Ben o zaman hiç bir şey anlamadım. Emirdağı'nda iken Urfa’dan gelen bir
kardeşimizle de 1951 Senesinde Mevlâna Halid-i Bağdadi Hazretlerinden intikal
eden cübbe ile, el yazması güzel risâle mecmûalarını Eskişehir’e gelip gönderdi
ve dedi ki, "Ben Urfa'ya geleceğim, âhir ömrümü Urfa'da geçireceğim. Urfa
benim için mübârek bir yerdir." diyordu. Üstâdımız Hazretlerinin (R.A.)
nihâyet o kadar hasta halinde Urfa’ya gitmesi hattâ, bütün resmi mânilere
rağmen, müdâhalelere rağmen, engeller aşılıp arzû ve isteği tahakkuk etti.
Rahmetullahi Aleyh, ebeden dâima. Urfa'ya gidiyorduk. Üstâd Hazretlerinin
ayaklarında (ben) kadar küçük lekeler belirdi. Üstâd bunları göstererek:
"Öleceğime işarettir." dedi
VAHŞİ ŞABAN AĞABEYİN BİR HATIRASI
Selahaddin Aslan bey 1993 yazında Isparta’da ziyaret
ettiği Vahşi Şaban ağabeyin şu hatırasını naklediyor: “Bir gün köyden yanıma bir
küçük sepet üzüm alarak, Üstâd’ı ziyârete gittim. Üstâdın hediye kabul
etmediğini biliyordum. Ama bir deneyeyim dedim. Üstâd üzümü kabul etti. Öyle
sevindim ki, uçacak gibi oldum. sevincimden sanki ayaklarım yere değmiyordu.
Koltuklarımın kabardığını hissettim. Üstad Ceylan Ağabeyi çağırdı. Dedi ki,
“Ceylan pazarda üzüm kaç kuruş. “ 20 kuruş efendim. “Bu sepette kaç kilo üzüm
var”. “3 kilo vardır üstâdım” dedi. Kesesini çıkardı bana bir lira verdi. Benim
birden omuzlarım düştü. Çok mahcup oldum. Elimde para öyle kala kaldı. Ne
diyeceğimi ne yapacağımı şaşırdım. Odasına çıktım. Avucum da para. Ceylan
Ağabeye dedim ki, “Yâhu Ağabey; ben üstada üzüm satmaya mı geldim? Üstâd dan hiç
para alınır mı? Ben bu parayı ne yapacağım şimdi? Ceylan Ağabey her zamanki
latifelerinden birini daha yaptı. Dedi ki; “Ne diyon kardeş, buldun peşin
parayı, daha ne istiyon. Koy cebine…
“ÜSTADIN BİR LATİFESİ
Vahşi Şaban ağabey anlatıyor: “Bir defâsında Isparta’da ki
Üstâdın kaldığı dersânenin sofasında, sofrada yuvarlak ince yüksekçe bir tencere
içinde bulgur pilavı yiyorduk. Üstad içeriden odasından çıktı. Elinde küçük bir
fincan vardı. Dedi ki; “Ben bu günlerde çok oburlaştım. Bir fincan tereyağını
bu sefer bir haftada bitirdim.” dedi. Halbuki, ben onun bir haftada bitirdim
dediğini bir kerede yesem, dişimin kovuğunu bile doldurmazdı. Bir kere bile
beni doyurmazdı. Sonra bize bakarak dedi ki; “Siz bu bir tencere pilavı bir
kerede mi yiyorsunuz.? Ceylan Ağabey dedi ki; “Ohoo Üstâdım bu ne ki, bunu
bitiriyoruz. Bir tencere daha doldurup onu da yiyoruz.” Üstâd tebessüm
ederek dedi ki, “Siz gençsiniz, çalışıyorsunuz. Yiyin size helal olsun.”
ÜSTADIN İSTİĞNASI
Vahşi Şaban ağabeyden: Üstad bir gün çam dağında, çam
ağacının başında iken, çobanlardan biri bir bakraç yoğurt getirmiş. “Hocam; bu
yoğurdu getirdim ki, yiyesin” demiş.
Üstad ağacın başından demiş ki; “bekle de ücretini
vereyim.”
Çoban;
“Olur mu? Ne ücreti. Ben para almam yersin. Bana ve
koyunlarıma duâ edersin” demiş.
Üstad;
“Yok olmaz bekle geliyorum” demiş.
Çoban;
“Hayır kesinlikle olmaz demiş.” Bakracı ağacın dibine
bırakıp gitmiş.
15-20 Gün sonra bakracın boşunu almaya geldiğinde,
bakraca hiç ilişilmemiş, içi yoğurt dolu olarak kapağının bile açılmadığını,
bırakıldığı gibi durduğunu görmüş. Ücretini almadığı için Üstad hiç ilişmemiş.
ÜSTADIN HİZMETTEKİ DAKİKLİK VE CİDDİYETİ.
Büyük insanların ortak özelliklerinden birisi de her işi
zamanında yapmalarıdır. Onun için yanlarında kalma bahtiyarlığına erenler hep
çok dikkatli yaşama mecburiyetindedirler. Kurb- u Sultan ateş-i suzanest
(Sultana yakınlık yakıcı bir ateştir) demişler. İşte Muhterem Sungur ağabeyin şu
hatırası bu meseleye çok güzel ışık tutuyor(Selahaddin Aslan kendisinden
10.11.2000’de dinlemiş)
“Bir gün gene böyle mübarek bir gece idi. Geceyi ihya
etmeye çalışıyorduk. Üstad beni odasına çağırdı. Dedi ki; ‘Ankara ya Tevafuklu
Kuran-ı Kerimin bastırılması konusunda Diyanet’e bir mektup yaz. Ben “olur
Üstadım”dedim. Odasından çıktım. Bizde de sofuluk var ya? Bu mübarek geceyi daha
sevaplı şeylerle evradla ezkârla değerlendireyim. Şimdi mektubun sırası değil.
Gündüz münasip bir vakitte yazarım diye düşündüm. Okumaya devam ettim.
İki saat sonra Üstad beni tekrar yanına çağırdı.
“Mektubu yazdın mı”? diye sormasın mı. Ben mahcubiyetle; “Yazmadım, Üstadım”
dedim. Üstâd yüz hatlarından canının sıkıldığını, üzüldüğünü, kızdığını belli
etti. Sen misin yazmayan…Sabahleyin ceza olarak mektup yerine beni Ankara’ya
postaladı. “Sen kendin gidip bu mevzuyu görüş” dedi.
Salih Okur
HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-17
HOCAEFENDİNİN
ÜSTAD HAKKINDA GÖRDÜĞÜ BİR RÜYA
Fethullah Gülen Hocaefendi Bediüzzaman hazretlerini ilk
tanımaya başladığı yıllarda(1956) bazı kimseler fikrine girerek Üstad hakkında
vesveseler verirler. Kürtçü olduğunu vs söylerler. Hocaefendi bir süre
vesveselerle boğuşur. Ama gördüğü bir rüya ile bu vesveseler bit daha gelmemek
üzere giderler. Bu mübarek rüyayı hocamızın ifadelerinden nakledelim: “Bir gece
ben bizim üzerinde yaşadığımız Küre-i Arzın dışında bir küredeyim. Benden başka
sanki ins, cin yok. Birden bire böyle dört bir yandan sığırlar, koyunlar üzerime
doğru hücum etmeye başladı. Ben çok ciddi bir haşyet, bir ürperti içindeyim.
Medet olacak birini arıyorum. Döndüm, sol tarafıma baktım. Hz. Ali bir de
üstad. Ayakta konuşuyorlar. Bir ben varım, bir de onlar. O esnada Hz. Ali
koynundan bir tomar kağıt çıkardı, üstada verdi. Ben o heyecanla uyandım. O
hislerim bütünüyle silindi gitti.”
BİR BEŞARET EMARESİ
Aslında rüyaları sadık da olsa bu bölüme koymayı
düşünmüyordum, ama hem tevafuk eden hem de Efendimizle alakalı bir rüya
olmasından, hem yukarıda bahsedildiği gibi bir vesvese döneminin arkasından ağza
bir bal nevinden çalınmasından dolayı,hem de teybe kaydettiğim bu hatırayı
başına bir şey gelmeden sizlerle paylaşmak istediğimden nakledeceğim.
5.4.2003’de Denizli eşrafından Ömer Kurusaz bey bana şu müşahedesini nakletti: “
Bu müşahedenin görülmesinden bir ay, bir buçuk ay evvelden şeytandan müthiş bir
vesvese geldi. Acaba Hocaefendi gerçekten bu işin ehli mi? Gerçekten doğru bir
insan mı? Bu hizmetler gerçekten Efendimizin(sav) hizmetini anlatıyor mu?” Her
gün, yat kalk devam ediyor. Bir türlü gitmiyor. Ama her gün yeni bir şeyler
geliyordu. Şeytan devamlı eksileri gösteriyor. Şeytan da besleyince insan garip
garip duygular, düşünceler çıkarmaya başlıyor
kafasından.Karman çorman oldu kafam. Vesveselerle
boğuştuğum bir gün bir görüşmedeyiz, oturuyoruz. Uyumadım, sadece bir an gözümü
kapattım. O sırada bir müşahede gördüm. Efendimiz(sav) şöyle yüksek bir sehpanın
üzerinde. Hocaefendi geldi ve Efendimizin tam karşısında durdu. Mübarek
ellerinden öpmek üzere eğildiğinde Allah Resulü(sav) onu kucaklayarak tam
alnının ortasından öptü. O esnada ben gitmişim, hiçbir şeyin farkında değilim,
donup kalmışım. Arkadaşlar dürtüyorlar. Ben ise tekrar gözlerimi yumuyorum.
Efendimiz(asm)’ı tekrar görür müyüm diye...”
BİR ŞEHADET ARZUSU
“Her hizmette ilk bayrağı çekenler ilk o meseleyi
duyurmak için doğrulan, o meseleyi ilk defa haykıranlar hiçbir zaman
unutulmamalıdır.” Evet, böyle diyor, bize dine hizmet yol, usul, erkan ve
adabını öğreten büyüğümüz. Bu sözden ilhamla çoğumuzun ismini bilmediği bir
hizmet kahramanından bir hatıra -ama ne tüyler ürpertici bir hatıra- nakletmek
istiyorum. Daha doğrusu iki kahramandan . Bir baba ve tam o babaya layık bir
evlattan. 15 sene evvel yani 9 Ağustos 1988’de Zaman Gazetesinde Abdullah
Aymaz ağabeyin onlar hakkında yazdığı yazı fazla söze hacet bırakmadığından
oradan aynen naklediyorum: “Abdülkadir Üngan Hocaefendi( 1932-1971)
Kur’an Kursunda okuttuğu masum talebelerine “Şimdi ben dua edeceğim, siz amin
deyin” dedikten sonra İslam cemaatine, bilhassa hizmet dairesine gelecek
bütün bela ve musibetleri kendisine ve nesline vermesi için Cenab-ı Hakka
niyazda bulundu, masumlar da hep bir ağızdan, işin nereye varacağını bilmeden
“Amin” dediler.
Birkaç gün sonra Saruhanlı’dan vaazdan dönerken içinde
bulunduğu minibüsün iki vasıta arasında kalıp ateş alması ile arkadaşları ile
beraber yanarak şehit oldu. Manzaraya şahit olanlar son anlarına kadar tekbir
ve şehadet getirmekten geri kalmadıklarını hayretler içinde görüp, işittiler.
Oğluna bir vasiyet bırakmıştı. O günlerde bir hoca
arkadaşı bunu okumaya kendinde güç bulamadı. Yaşlanan gözleri elindeki kağıtta
yazılanları artık görmüyordu. Aradan seneler geçti.Mahdum(Memduh Üngan
(1960- 25.07.1988) büyüdü. Hafızlığının arkasından lise ve yüksek okul bitmişti.
Baba vasiyeti gereği hizmete başladı. Yurtta hizmet verdi, bir okulun temelinden
bitişine kadar kan ve teriyle gayret gösterdi.
Geçen Ramazanda babasından bahsedilirken saygı duyduğu
büyüğe “Dua edin babamın öldüğü gibi öleyim” diye istirhamda bulundu. Bir
topluluk içinde de şehitlik için arzu izhar etti. Kurbana az kala; “Ya Rabbi,
şu okula emeğim geçti, bu güzel işin içine benim nefsim karışabilir. Nefsime pay
çıkmaması için buranın açılmasını bana gösterme” diye niyaz etti. Ve bu
ihlaslı dua kabul oldu. İkinci bayram günü hizmet yolunda okulun hemen yanında
bir trafik kazasında babasının peşinden yürüdü.”
Evet. zaten büyüğümüz de haber vermemiş miydi: “Bu
hizmetin halisleri trafik kazasından gidecek” Ben ne zaman Memduh ağabeyi
hatırlasam aynı zaman da Arap şairinin şehid olan Sahabe-i kiram için dediği şu
hüzünlü ifadeler de kalbime hutur eder:
“ Allah’ın dinini kendi omuzları üzerine kurdular.Ve
dünya kendilerine gülmeden de çekip gittiler.”
Salih Okur
HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-18
BEDİÜZZAMAN’IN
NAMAZDAKİ HALİ
Üstada Bediüzzaman hazretlerinin halen hayatta bulunan
talebelerinden Abdullah Yeğin ağabey teybe kaydedilmiş bir sohbetinde
Üstadın namazdaki huşu durumuyla ilgili şu hatırayı anlatıyor: ”Bir defasında
Üstad “Allah-ü Ekber” dedi, bir el bağladı. Simasına baktım, bembeyaz
kesilmişti, öyle gördüm ki, sanki ayakta canlı bir cenaze vaziyetini aldı.
Öyle mahviyet içerisinde “Allah-ü Ekber” deyip Allah’ın huzurunda duruyor ki,
ben kalbimden doğrusu Üstada acıdım. Ne kadar kendisini perişan ediyor. Allah’a
nasıl dua ediyor. Bana o durumu çok tesir etmiştir. Daima ona benzer tekbir
getirir, namaza dururdu. Kendisini kuşluk namazında o halde görmem bana çok
tesir etmişti.
ANARŞİ’NİN SEBEBİ
Bediüzzaman hazretlerinin talebelerinden merhum Mehmed
Feyzi efendi 1970’li yılların Anarşik ortamında yaptığı bir sohbette şöyle
diyor:
“Şimdiki gibi gözümün önünde; Denizli mahkemesinde Üstad
şöyle diyordu: “Siz bu milletin dinle olan bağlarını çözmeyiniz. Şayet bu
milletin dinle olan bağları çözülürse o zaman anarşi olur.” O zaman “anarşi
neymiş, bu millet anarşist olmaz” diyenler şimdiki hali görsünler.
HULUSİ AĞABEYİN VEFATI
Albay Hulusi Yahyagil 26 Temmuz 1986 gecesi ebedi âleme
göçtü. Son üç günü rahatsız olarak ve yataktan kalkamayarak geçirmiş, fakat son
günü biraz iyileşir gibi olarak konuşabilmişti. Yanında başta İzzetpaşa Camii
İmamı Fikret Okur olmak üzere birkaç hâfız yanında durmadan nöbetle Kur’ân
tilâvet ediyorlardı. Son günlerinde ancak yardımla yatağında doğrulabilen merhûm
gece geç vakit birden kendi kendine yatakta doğruluyor ve bir şey demeden tekrar
yatıyor. Bunun üzerine yanına yaklaşan Fikret Hoca soruyor: “Efendim,
doğruldunuz, bir şey mi istediniz?” Cevâben “Üstâd geldi, ona doğruldum”
diyor. Gece geç vakit yanlarından biraz ayrıldıktan sonra tekrar odaya
geldiklerinde ise Mübârek Hulusi Ağabeyimizi Allah’ın rahmetine kavuşmuş
buluyorlar.
HER ESER HERKESÇE OKUNMAZ
5. 10. 1996’da Abdülvahit Mutkan ağabey , Fırıncı
Ağabeyden naklen Kayseri’de anlattı: “Prof. Ali Özek Mısır’dan Şeyhülislam
Mustafa Sabri Efendinin bir kitabını Üstada getirmiş. Üstad iki üç
ciltlik bu kitabı iki üç gün tetkik etmiş. Sonra Fırıncı Ağabeye ve Ali
Özek’e demiş ki: “Bu kitabı sakın okumayın. Çünkü, ehl-i dalaletin İslamiyet
aleyhindeki iddialarına üç dört sahife yer vermiş, Halbuki cevabına ise, yarım
sahife yer vermiş. Okuyanda büyük yaralar açar.” Sonra Fırıncı Ağabeye “Sen
bunu sar, sarmala, kimsenin göremeyeceği tavan arasında bir yere sakla.“ demiş.(Selahaddin
Aslan)
SELEF-İ SALİHİNDEN ASRIMIZA UZANAN BİR DAL
Üstad Bediüzzaman hazretlerinin talebesi Tahiri Mutlu
(1900-1977) ağabey hakkında nakledeceğimiz bir hatıra Nurun o ilk saff-ı
evvellerinin hepsi hakkında geçerli olabilecek bir hükmü muhtevi. Tahiri ağabey
hakkındaki bu hatıraya geçmeden evvel Fethullah Gülen Hocaefendi’nin onun
hakkında dediği bir ifadeyi de nakletmeden edemeyeceğim: “Tam bir Çelebi idi,
bir Osmanlı efendisi. Çok kibar, çok saygılı.. Yüzünde hat hat Allah'a imanın
çizgileri vardı. Onda çok müthiş bir derinlik var.” Bediüzzaman’ın
talebelerinden Abdülkadir Badıllı bey anlatıyor: “Benim şahsen merhum
Tahiri Ağabeyle uzun arkadaşlığım vardır. Şam'da, Beyrut'da, Hicaz'da beraber
uzun günlerimiz geçti. Şam'da iken, bir gün büyük bir alimin ziyaretine beraber
gitmiştik. O günü Tahiri Ağabey, Hazret-i Üstadın kendisine hediye etmiş olduğu
mübarek kırmızı abasını giymiş, sarığını da sarmıştı. Ziyaretine gittiğimiz o
büyük alim zat; Tahiri Ağabeyin hal ve etvarına dikkat ile bakıyordu. Onun
oturuşu, tevazusu, mahviyeti, edeb ve nezaketi gibi kâmilâne hareketlerine
hayran olarak demişlerdi ki: "Bu zatın emsali ancak selef-i salihin asrında
bulunabilir. Gerçekten Bediüzzaman gibi büyük bir zata lâyık bir talebesi ve
yetiştirmiş olduğu kâmil bir insandır."
Salih Okur
HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-19
DOKTORUN
TEŞHİSİ(!)
Bediüzzaman hazretlerinin muhlis talebesi Emekli Albay
Hulusi Yahyagil bey Çanakkale savaşlarında da bulunmuş, hatta Mustafa
Kemal paşanın bu savaşta emir subayı olarak vazife almıştır. Anlattığı
aşağıdaki ibretli hatıra millet olarak ne kadar hassas olmamız konusunda bir
fikir vermektedir. İrfan Okur bey naklediyor: “Hacı Hulusi Bey anlatmış
idi: “Çanakkale savaşında bir rahatsızlığı esnâsında doktora gidiyor, muâyene
oluyor. Doktor ise, bir Rum. Gelen Müslüman askerlerin bir çoğunu “Kolera
olmuşlar” diyerek tel örgülerle çevrili bir alana kapattırıyor. Hacı Hulusi
Bey (R.A.) bir fırsatını bularak oradan kaçıp kurtuluyor. Sohbette bu hâtırayı
anlattığında : “Ben kolera teşhisinden hâlâ öleceğim ” derdi.”
ÜSTADIN DERSLERDE GÖRÜLMESİ
Şener Dilek beyin naklettiğine göre Hulusi
Abi şöyle demiştir: “Üstad 20 dersten belki 18’inde görünür. Nur Talebeleri
arasında uhuvveti bozucu ahval zuhur ettiği zaman Üstad o derste görünmüyor. Bir
de tecessüs niyetiyle gelenler olduğu zaman Üstad görünmez.”
MEYVE RİSALESİNİN YAZILMASI
Risale-i Nur ızdırap ve çilenin meyvesidir. Bu eserler
kütüphaneler içinde, rahat döşeklerde değil, bin bir çile ve sıkıntı içinde,
hapishane ve tarassutlar arasında kaleme alınmıştır. Samimiyetin elmaslar
halinde somutlaşmış şeklidir onlar. Bu gün birçok yabancı dile çevrilmiş,
üniversitelerde doktora tezi olmuş bu kıymetli eserlerden Meyve risalesinin
Denizli hapsinde telif ve çoğaltılmasını merhum Ahmed Feyzi Kul şöyle
naklediyor: “Denizli’de baş gardiyan elde edildi. Üstad ayrı tek hücrede, biz
de ayrı ayrı koğuşlardayız. Ispartalılar bir koğuşta, yazılan sayfaları oraya
gönderiyor hep. Bir sigara kağıdı. Kağıt yok, bir şey yok. Mahkûmlar tabii
sigara içiyor. Paketlerin kağıdını atıyorlar. O kağıtlar alınıyor, üç satır yazı
yazılıyor. Başgardiyan: ‘’Hâfız Ali!” diye bağrınca Hâfız Ali çıkıyor: ‘’Al bunu
diyor ’’ Ona veriyor. Üç satır. Ertesi gün, beş satır daha. O da veriliyor. Hiç
birbirine öncesi, sonrası uyuyor mu, biri diğerini tutuyor mu? Böyle bir şeyler
yok. Nihâyet gönderiliyor, bundan Meyve Risâlesi oluşuyor. Bu gün Meyve
Risâlesini okuduğunuz zaman, ondaki azameti ifâde karşısında insan dona kalır!
Biri de, böyle yazıldı, ben bunu gördüm.”
“BÖYLE BİR İNSAN GÖRMEDİM”
Bir ehl-i hizmetten dinlediğim şu hatıra M.F.Gülen
Hocaefendinin askerde iken çevresindekilere nasıl müessir olduğuna dair
enteresan bir örnektir. Şöyle diyor o zat: “Kırıkkale’den Ankara’ya geliyoruz
kendi arabamızla. Arabada ben ve abim var. Giderken yolda birisi elini kaldırdı.
“Beni de alın” dedi. Durduk, onu da arabamıza aldık. Arabada hocaefendinin
vaazını dinliyoruz. Biraz gittikten sonra adam: “Bu Fethullah hoca mı?” dedi.
Biz de “Evet” dedik. Adam: “Yahu bu benim askerlik arkadaşım” dedi. Biz hemen
bandı kapattık. “O zaman sen bize hatıralarından anlat”dedik. Bize Hocaefendinin
askerliğinden bahsetti: “O gelinceye kadar bizim bölükte namaz kılan bir tane
bile adam yoktu. Geldi, aramıza karıştı. Öyle şeyler anlatmaya başladı, öyle
içimize girdi ki, aradan iki hafta geçmeden bölükte ne kadar adam varsa hepsi
namaz kılmaya başladı, birkaç kişinin dışında. Ben ömrümde onun gibi insan hiç
görmedim.”
İNSANA YATIRIM
Bitlisli Kayser Bildik hoca 28.03.2001 tarihimde
kendi evinde fakire bizzat anlattı. Seyda Muhammed Raşidin (r.aleyh) has
müritlerinden ve sır katibi Siverekli Yusuf efendi anlatıyor: “Seyyid M. Raşid
efendi bir gün Menzil’de Yusuf efendiye “hava alalım” demesiyle tekkeden
çıkıyorlar. Yüksekçe bir yerden ziyarete gelen kalabalığı izliyorlar. M. Raşid
efendi: “Yusuf efendi şu kalabalığı görüyorsun. Eğer bunların hepsi sırf Allah
rızası için gelmiş olsalardı, şimdi Müslümanlar düştükleri durumdan kurtulmuş
olurlardı. Ne var ki, bazısı burada dükkan açmak suretiyle ticaret yapıyorlar.
Bazıları işleri düzelsin diye geliyor. Kimi şifa bulma amacıyla ziyaret ediyor.
Bazıları da nakliyeden para kazanmak için yaptıklarını biliyorum. Bunları kabul
ettiğimin yegane sebebi, buraya gelip giderken cemaatle namaz kılıyorlar, içki
içenlerin içkiyi bıraktıkları söyleniyor.
Hacı Yusuf! Esas yatırımı insanlara yapmak lazımdır ki,
onu da Fethullah Hocaefendi yapıyor. Onu o yatırımı için cidden tebrik ederim”
diyor.
Salih Okur
HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-2
HOCAEFENDİNİN
BABAANNESİ
Fethullah Gülen Hocaefendi çok farklı bir
insan.Sanki çağlar ötesinden selef-i salihin döneminden asrımıza tenezzül
buyuran bir dal. Onu hep ağlarken gördük,soyadının aksine ağlayan olarak
tanıdık. Bazı ham ruhlar tarafından bu durum yadırgandı belki de. Ağlamak onun
kaderi oldu. Peki bu ruh nasıl bir ortamda neşvü nema buldu? Onu en çok kim
etkiledi? İşte cevabı...1980’lerde yaptığı bir kır sohbetinden okuyalım:
“ Babam bana dinimi öğretmeye çalıştı. Arapça okutmaya
çalıştı. Başka meşayihten büyük zevatın dizlerinin dibine oturma lütfunu da
Allah bana lütfetti. Hiç liyakatim yoktu. Fakat Rabbim batmasın diye bir mücrim,
çok günahkar birisi, daima ona lütfedip böyle iyi yerlerde gezdirdi. Bir veli
hayata gözlerini yumunca ben bir başkasının dizinin dibinde kendimi buldum. Ve
onun gurub zamanı yaklaşınca bir baş-kasının... On yaşlarında iken de, Rabbim bu
büyük zevatın dizleri dibinde dolaştırdı. Lehülhamdvelehülminne. Ona binlerce
hamd ve sena olsun. Bunların hepsi ruhumu yıkayacak şeyler anlattı. Allah
dedikleri zaman ürpereceğim insanlar gördüm. Fakat, inanın, bana büyükannemin
anlattığı şeyleri hiçbiri anlatmadı. Büyükan-nem bana çok şeyler anlattı. Onu
kaybederken 14-15 yaşındaydım. Ama ruhuma dolduracağı şeyleri doldurmuştu. Babam
o evin içinde daha "Cüd bi lütfik ya ilahi, ilahi" deyince kadının etek-leri
yaşla dolardı. Ve denir ki şimdi "Munise Hanım vefat etti insanlık ağlamayı
unuttu.” "Allah” derdin o kadar heyecanlanırdı ki, 24 saat -mübalağa etmiyorum-
24 saat yemekten iştahı kesilirdi. Bütün hayatını belki 30 cümleyle idare
ederdi. Hayatında 30 cümlesi vardı onun. O kadar az bilirdi, o kadar az
konuşurdu. Fakat bu kadar dine aşık. Kur'an derken daha "Elif lam mim. Zalikel
kitab" Ne duydu o senin nezih vicdanın. Bayılır kendinden geçer adeta, yığılır
yerlere, ve öyle bir yığılmayla gitmiştir. Elini yüzüne vurmuş, gözlerini
sonsuzluğa firdevse dikiyor gibi dikmiş "Allah" demiş, "Ölüyorum bu gece cenazem
evde kalacak” demiş gitmiştir. Bana Rabbimi o anlattı desem se-zadır. Bana
Peygamberimi, Peygamber sevgisini o anlattı desem sezadır."
İNSAN YETİŞTİRMEDE BİR ÖLÇÜ
Fethullah Gülen hocaefendi insan yetiştirmede de fevkalade
maharet sahibi bir zat. 1966’ta İzmir’de yöneticilik yaptığı Kestanepazarı
Kur’an Kursunda talebe yetiştirirken gösterdiği titizliği şöyle anlatıyor.
"Benim ne odam vardı, ne de yatağım vardı. İlk altı ay
kanepede oturdum, kanepede kalktım. Çünkü öyle olmasa her saat başı kalkamam,
yataklarını gezemem. Hela kapılarının önün-de nöbet tutamam. İçinde ses duyduğum
bir banyonun kapısının önünde bekleyemem. Onları yakın takibe alamam. Avucumun
içi gibi tanıyamam. Karakterlerine göre muamele edemem. Beni aldatırlar,
yanıltırlar. Dolayısıyla da onları insanlık semasına yükseltemem.
İKİ KAMP HATIRASI
Fethullah gülen Hocaefendi İzmir’de Kestanepazarı Kur’an
Kursunda yöneticilik yaparken ,yaz mevsimleri talebelerin ufkunu açmak,onların
maddi-manevi yetişmelerine vesile olmak üzere izci kamplarına benzer,çadırlı
kamplar açar,kitap okuma programları düzenler.Şimdi o kamplara iştirak etmiş iki
yazarın hatıralarına yer vereceğiz.
Ali Erkan Kavaklı o kamp günlerini şöyle anlatıyor:
Kamp günleri, bizler için ne bereketli günlerdi. Nur
risalelerini ilk defa o kampta tama-men okuma fırsatı bulmuştum. O yıllar henüz
bir lise talebesi idim. Namazdan sonra çam ağaçlarının altındaki mescidimize
oturur ve ders yapardık. Anlamadığımız derin meseleleri Hoca Efendi mütevazı ve
mütebbessim çehresi ile izah ederdi. Talebelere karşı çok şefkat ve merhamet
dolu idi.
Bir defasında hiç unutmam, tuvaletler kirlenmişti. Çoğu
içine girilemeyecek hale gelmiş-ti. Kuyu ile tuvaletler arasında ikiyüz metre
gibi bir mesafe vardı. Herkesin kamp yerinde ibriği vardı. İbriklerle su alıp
tuvalete giderdik. Hiç kimse de temiz-lemeye yanaşmıyordu.Bir ikindi namazından
sonra idi.Talebe arkadaşlardan biri imam olmuş ve namaz kılıp yüksek sesle
tesbihat yapmıştı. Namazdan sonra başımızı çevirdik.Bir de ne görelim?Hoca
Efendi tuvaletler tarafından geliyor.Hepimizin başından aşağı kaynar sular
döküldü. Onun ne yaptığını hepimiz biliyorduk.Tuvaletleri temizlemişti. Böylesi
bir fazilet karşısında ezilmemek, pişmemek imkansızdı. O günden sonra kim kirli
bir tuvalet bırakabilir ? Kim kirli bir tuvalet görür de temizlemeden geçebilir?Öyle
yaşardı ki kendine ait her işi kendisi yapardı. Bazen bizlere ait işleri de
yaptığı olurdu
Diğer hatıra Muhterem Vehbi Vakkasoğluna ait.
“1972 yılında Ahmet Coşkun beyle birlikte Edremit'teki
kampa Hocaefendi' yi ziyarete gitmiştik. Kendisi büyük bir çınar ağacının
duvarına kurduğu çardakta kalmış ve bizi çadırında misafir etmişti. O ziyaret
sırasında unutamadığım iki şeyden biri, zengin ve varlıklı insanların kampta
hamallığa varan bütün ağır işleri büyük bir şevkle ifa etmeleriydi. Diğeri de
Hocaefendi'nin şefkatiydi. Zarafet ve beyefendilik şeffafiyeti altında hepimizi
bütün ruhuyla saran şefkati. Bırakınız bizleri, bu şefkatin boyutları ,oradaki
gençleri korkutan bazı zararlı hayvanatı bile kuşatıyordu. Mesela mescit yapılan
mahalin etrafı taşlarla çevrilmiş, taşların dışından da tahmin ediyorum DDT gibi
bir tozla çevrilmişti. Ta ki, namaz sırasında bu zehirin kokusu ve etkisi ile
akrep vs. hayvanlar ibadete zarar versin istemiyordu. Ancak daha da
duygulandırıcı olan bu zehirli hayvanlar bile öldürülmek istenmiyor, bu tozun
tesiri ile çekilip gitmeleri kendilerini kurtarmaları isteniyordu. Bu
ziyaretimiz sırasında Üstad Bediüzzaman hazretlerinin talebelerinden çok
muhterem Dr. Sadullah Nutku ağabey' in trafik kazasından vefat ettiği haberi
geldi. Hiç unutamıyorum Hocaefendi çok fazla üzülmüştü. Ardından bir sohbet
esnasında; `Bu cemaatin halisleri trafik kazasından gidecek" şeklinde bir
söz söyledi”
Salih Okur
HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-20
ÜSTADIN SESİ
KAYDEDİLDİ Mİ?
Selahaddin Aslan bey Üstadın halen hayattaki
talebelerinden Said Özdemir ağabeye Üstad Bediüzzaman hazretlerinin
sesinin kaydedilip, edilmediğini sormuş. O da, Üstadın sesini kaydetmek için çok
uğraştıklarını, üstadın izin vermediğini gizli olarak da kaydedemediklerini,
sonra Sungur Ağabeyin teybi yatağın altına koyarak kısa bir konuşmasını
kaydettiğini, bunu neşretmek için istihareye yattıklarını, kesinlikle izin
verilmediğini anlatmış.( Bu ses halen Ankara’da Said Özdemir ağabeydedir.)
Burada konu ile alakalı bir hatırayı daha nakledelim.
Rahmetli Cahid Erdoğan bey Bediüzzaman’ın sağlığında sesini kaydetmek
için teybini de ziyarette yanında götürmüş, fakat Üstad izin vermemiş ve Cahid
ağabeye: “Bu teyb ilerde büyük hizmet edecek” buyurmuş. Daha sonraları bu
teyb Fethullah Gülen hocaefendinin vaaz ve sohbetlerini ilk kaydeden ve
bizlere intikalini sağlayan teyp olmuş, Üstadın ihbarını da tasdik etmiş.
BEDİÜZZAMAN’IN BAZI TAVSİYELERİ
Zübeyir Gündüzalp nakletmiş. Üstâd Hazretlerinden bâzı
tavsiyeler: 9. Sözü ve 15. Şuâyı sık sık okumak; Subhânallâh, Elhamdülillâh,
Allâhü Ekber ma’nalarını ezberlemek ve namazda hatırlamak. Namaza dururken
Kâbeyi hatırlamak, namazları ilk vakitte kılmak, namazda geçen âyet ve duâların
ma’nalarını hatırlamak, ta’dîl-i erkâna çok dikkat etmek, tesbîhâtı ne çok yavaş
ne de süratli yapmak, ma’nâları hatırlamak, duâ ederken elleri omuz hizâsında
tutmak, yatarken Âyet-ül Kürsî okumak.
HAFIZ ALİ AĞABEY’İN MÜŞAHEDESİ
Bediüzzaman hazretlerinin “Mahkeme-i kübrada Risale-i
Nur talebelerinin bayrakdarı” diye tavsif ettiği merhum şehid Hafız Ali
ağabeyin çok ibretli bir müşahedesini nakletmek istiyorum. Isparta’nın
İslamköy’ünde kendisini ziyaret ettiğimiz Hacı Hasan Ergünal ağabey
anlattı. Hasan ağabeyin hizmete girişine de Hafız Ali ağabey vesile olmuş.
“Hafız Ali ağabey Kabristana gittiği zaman bir kaç gün kendisine gelemezdi. Daha
sonra birgün sebebini sorduğumuzda şöyle demişti: “Bu asırda bir çok insan
derd-i maişet(geçim sıkıntısı) için çalışırken heybeleri boşolarak kabre
giriyor. Mezarda inlediklerine şahit oldum.”
HAFIZA KUVVETİNDE İKİ İNSAN
Mehmed Kırkıncı Hocaefendi birgün bana şöyle
demişti: “Ben hayatımda hafızası çok kuvvetli iki insan tanıdım. Onları
geçeni görmedim. Biri Fethullah hocaefendi, diğeri Süleyman Demirel”
Salih Okur
HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-21
İLK ÇAĞRILIŞ
M. Fethullah Gülen Hocaefendi Erzurum’da ilk
derslere davetini ve orada gördüğü sıcak havayı bir sohbetinde şöyle anlatıyor:
“Ama ben bu “gel gidelim”e şu 30-35 senelik hayatımda hep medyuniyet hissettim.
O ne güzel bir gel gidelim imiş. Orada gördüğüm şeyler de çok fevkalade şeyler
değildi. Ama saffet gördüm, samimiyet gördüm, ihlas gördüm sadece. Ve o
gün belki 20 tane arkadaş götürülmüştü oraya. Kimi kafasını Deccal’a taktı, kimi
hücumat-ı sitteye taktı. Kimi esille-yi sitteye taktı. Herkes bir şeye takıldı,
kaldı. Demek bizim takılacak yerimiz yokmuş yani. Az bir çengelimiz, işe yarar
bir yanımız olsa belki biz de bir şeye takılacaktık... Hep böyle teşrih etmiş,
etmiş şu hükme varmışımdır ki: “Allah’ın inayeti olmuş, itilmişin işin içine.
Allah’ın inayeti olmuş tutulmuşun işin içersinde.” Dua etmedim değildir
yani. Hayatta Cennete girmek kadar belki. “Allah’ım beni bu işin içersinde
tut. Bahtına düştüm” demişimdir. “Ne olursa olsun tut. Bana rağmen dahi olsa
tut.”
İNSAN YETİŞTİRMEDE HASSASİYET
M.F. Gülen Hocaefendi 1966’da tayin olduğu Kestanepazarı
Kur’an kursundaki idarecilik görevindeki hassasiyetini bir sohbetinde şöyle
anlatmışlardı: “Benim ne odam vardı, ne de yatağım vardı. İlk altı ay
kanepede oturdum, kanepede kalktım. Çünkü öyle olmasa her saat başı
kalkamam, yataklarını gezemem. Hela kapılarının önünde nöbet tutamam, içinde ses
duyduğum bir banyonun kapısı önünde bekleyemem. Onları yakın takibe alamam.
Avucumun içi gibi tanıyamam. Karakterlerine göre muamele edemem. Beni
aldatırlar, yanıltırlar. Dolayısıyla da onları insanlık semasına yükseltemem.”
“UMMANLAR UMMANLAR”
Fethullah Gülen Hocaefendi İzmir’de görev yaparken bir
yandan da kahvelerde sohbetler yaparak, camisinden cemaatından mihrabından
uzaklaşmış insanımızı kendi asliyetine davet eder. Bu sohbetler umulanın
fevkinde rağbete vesile olur. Muhterem insan M.Kalyoncu beyden
dinlediğime göre bu sohbetlerin birinde ilgiyle sohbeti takip eden Libya asıllı
bir ateist şöyle demekten kendini alamaz: “Ben bu adamcağızı dinledim ve
hayran olmamak mümkün değil. Eğer ilminin sınırını soruyorsanız, tek kelimeyle
cevap vereyim: Ummanlar, ummanlar.”
MEDRESE-İ YUSUFİYE HATIRASI
1971’de Bademli cezaevinde Hocaefendiyle birlikte kalan
Av. Gültekin Sarıgül bey onu şöyle anlatır: “Fethullah hocamızın kendine
has bir halet-i ruhiyesi vardı. Onu anlamak cidden seviye istiyordu. Fevkalade
bir feragat ve istiğna hali vardı. Kendini gösterme haletinden şiddetle
kaçıyordu. Edeb onda adeta şekilleniyordu. Haftada bir gün dahi olsa bizi
götürdükleri yıkanma yerine bu noktadaki hassasiyetinden sıkılıp gelmezdi,
iştirak etmezdi. Koğuşta teneffüs anında çarşaflarla setredilmiş bir köşede
banyosunu alırdı.
İçerde sık sık ilmi sohbetlerimiz olurdu. Allah’ın
kendisine ihsan ettiği ilim, takva, feraset vs. hasletlerle ilerde büyük çapta
bir hizmete mazhar kılınacağını ben şahsen hissediyordum. Cemaatımızın medar-ı
iftiharı olacak bir istidadın tekamülü olacaktı. Elbette çetin bir imtihandan
geçmesi icap ediyordu.”
ZÜBEYİR GÜNDÜZALP’İN BİR FERASETİ
Bir ehl-i hizmetten dinlediğimiz şu hatıra da Bediüzzaman
hazretlerinin yakın talebelerinden merhum Zübeyir Gündüzalp’in(1920-1971)
Fethullah Gülen Hocaefendi hakkındaki bir tespitini, hem de ta o zamandan
verdiği ferasetli hükmünü okuyacaksınız. Ruhuna binler
fatihalar.
“Hocaefendinin 1995’te Moral FM ve Nesil matbaalarını
ziyaretinde M. Emin Birinci abi: “Ne kadar biz uyduk o ayrı konu. Zübeyir
ağabey; “Hizmetle alakalı meselelerde Fethullah Hocaefendi kardaşımla
istişare edin. Onun fikirleri musibtir.” demişti deyince, Hocaefendi:
“Estağfurullah! Zübeyir ağabey iltifat etmiş” dedi.
NUSRET KOCABAY HOCAEFENDİNİN RÜYASI
Nusret Kocabay hocaefendi Ağrı’da mukim çok
kıymetli bir Allah dostu. Bir –iki defa görmekle müşerref olduğum bu zat,
Hocaefendinin; “Ehl-i kalp bir insan” diye bahsettiği mümtaz bir nur
talebesi. Kendisini bir vesile ile ziyaret eden bir hizmet ehli, bizzat
Hocaefendiye bu ziyareti şöyle anlatmıştı: “Randevu istedik. Kendisini ziyaret
ettik. Sizin gönderdiğinizi, selamınızı söyleyince, sedirde oturuyordu. Ayağa
kalktı, selamı aldı. “Ne için geldiğinizi biliyorum” dedi. (O sırada Güneydoğu
meselesi ile alakalı şarkın tanınmış alimleriyle röportaj yapılmıştı.) “Bu
mesele sizi de rahatsız ediyor. Güneydoğu meselesi. Ama çözüm sizin
hizmetleriniz içersinde. Ağrı’ya keşke bir okul yapılsaydı.” dedi. Sonra da
rüyasını anlattı; “Ben evde oturuyordum. Ders yapıyorduk. Peygamberimiz(ASM)
üstadımızla birlikte teşrif etti. Biz tabi karşıladık. Buyurdu ki: “Molla
Nusret burası çok kalabalık. Başka geniş bir yeriniz yok mu?” Ben çok kısa
bir düşündüm: “Var ya Resulullah! Hocaefendinin bir yurdu var. Oranın salonu
geniştir” dedim. Beraber cemaat kalktı,. Peygamberimiz (ASM) önümüzde
Üstadımız ve biz beraber çıktık. Ben o heyecanla uyandım.”
Salih Okur
HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-22
VELİLER GİBİ
DİNE HİZMET EDENLER
Kritik zamanlarda bazen az bir iş çok hükmüne geçebilir.
Ahir zamanda ferdi bazı hizmetler cemiyeti ilgilendirdiğinden külli bir sevaba
mazhariyet söz konusu olabilir. 15.05.2003 tarihinde ziyaret ettiğimiz muhterem
Sungur ağabeyin anlattığı şu hatıra buna ışık tutar mahiyettedir. Üstadımız
Adnan Menderes, Eşref Edip gibi zatları kastederek bir gün dedi ki: “Bu namaz
kılmayanlardan veliler gibi dine hizmet edenler var”
ŞAHSİ SORUNLAR VE HİZMET
İman ve Kur’ana hizmet edenlerin en büyük imtihanları bu
zamanda aynı hizmeti paylaştıkları arkadaşları ile olabiliyor. Bu usançlı
zamanda şeytanın ve nefsin desiselerine kapılmaktan veya şuursuzluk ve gafletten
veya titizlik gibi sebeplerden ferdi husumetler doğup hizmet ahengini
sarsabiliyor. Böyle durumlarda hizmetin hatırı ve hakkı için nizayı terk, afv ve
alicenaplık yolunu tutmak gerekiyor. Sungur ağabeyden bu konuda Üstadın şu
ikazını dinledik: “Birbirinize bigayr-i hakkın seksen sopa da vursanız yine
buradaki netice-i azime için burayı bırakmamak lazım”
YENİ DERS ALMIŞ GİBİYİM
Sungur ağabey Üstad hazretlerinin bir imani mesele
okunurken şöyle dediğini nakletti: “Ben yemin ediyorum, şimdi bu dersi yeni
görmüş gibi istifade ettim, ders aldım. Halbuki ben bunu on bin defa okumuşum.”
YUMRUĞU KALBE ATSAYDIN
Fethullah Gülen Hocaefendi İzmir'de bulunduğu yıllar İslam
enstitüsü talebelerine Kur'an'ın İ'cazı ile ilgili özel dersler verir. Recep
Uzunallı Beyin bu icaz dersleri ile ilgili bir hatırası: İzmir, Çeşme
dershanesinde bu icaz dersleri yapılıyordu. Fiberglastan yapılmış oval bir sehpa
üzerinde derslerini yapıyordu. Bir gün Receb bey Kur’an derslerinden coşmuş bir
vaziyette o mezkur sehpa üzerinde ders çalışıyor bir taraftan Mustafa İsmail
kasetten Kur’an okuyor. Bir ara Recep bey coşuyor ve kendinden geçip sehpaya bir
yumruk indiriyor ve sehpa çatlıyor. Tabii ne deriz falan derken soruyor
Hocaefendi ve bir arkadaş açıklıyor, Hocam işte Kur’an dinlerken coştu ve bir
yumruk indirdi. Hocaefendi de: Coştuğunda keşke yumruğu kalbinin üstüne
indirseydin ve kalbini çatlatsaydın da kalbinde derinlikler meydana getirseydin!
demiş. (29-03-1977)
Salih Okur
HATIRALAR VE öLÇÜLER-23
TEHECCÜD İÇİN
NEFİSLE MÜCADELE
25.05.2003 tarihinde görüştüğümüz Abdülvahid Mutkan bey’in
anlattığı şu hadise nefisle mücadele etmenin hiç de kolay olmadığını anlatıyor:
“Sungur ağabey , Zübeyir ağabeyden naklediyor: Üstadımız: “Ben teheccüd
namazına kalkmak için 20 sene nefsimle mücadele ettim” demiş.
“AĞZINDAN NE ÇIKARSA”
“Cevahir Kadrini cevher fürüşan olmayan bilmez” diyor
Alvar İmamı. 26.05.2003’te işyerinde ziyaret ettiğimiz Zübeyir Gündüzalp
ağabeyin çok yakınında bulunma bahtiyarlığına ermiş Ömer Çiçek ağabey anlatıyor:
“İstanbul’a ilk geldiğimde Mehmed Fırıncı bey bana şöyle demişti: “Kardeşim,
biz Zübeyir abiden istifade edemedik, yazamadık, not alamadık. Sen ağzından ne
çıkarsa yaz”dedi. Bunu hiç unutamam.”
TAHİRİ MUTLU VE ZÜBEYİR GÜNDÜZALP
Ömer Çiçek ağabey Tahiri ağabeyin şöyle dediğini nakletti:
“Zübeyir ne derse Üstaddandır. Üstad demek Zübeyir demek, Zübeyir demek üstad
demektir.” Ömer abi daha sonra da şu enfes hatırayı anlattı: “Tevruz
Apartmanındayız Bir deprem oldu. Bir müddet sonra geçti. Depremden sonra
kahvaltıya oturduk. Tahiri ağabey bütün içtenliğiyle şöyle dedi. “İnşaallah
Zübeyir efendi bizi orada (ahirette) kurtaracak.” Bu sözlerinde çok
samimiydi.
Zübeyir ağabey aynı samimiyet ve içtenlikle şöyle dedi:
“İnşaallah Tahiri ağabey bizi orada bırakmasın. Eline yapışacağız, bizi
bırakmayacak.”
KARA SEVDA
“Dava adamının hususi hayatı yoktur.” İşte böyle bir dava
adamının sözleri...Ömer bey anlatıyor: “Zübeyir ağabeyin vefatından bir-iki ay
evvel Doktor Mehmed Akay abi ziyarete gelmişti. Ayrılırken Zübeyir ağabey kapıya
kadar uğurladı ve elini onun sırtına koyup. “Akay kardeş! Risale-i Nur’un
tab’ı ve neşri, medrese-i nuriyelerin açılması ve devamı, tevafuklu Kur’an’ın
neşri, talebe lahikalarının neşri benim kara sevdam olmuş. Bu hastalığın da
ilacı var mı? kardeşim”
Salih Okur
HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-24
ALİ UÇAR’IN
İBADET HASSASİYETİ
1997’de elim bir trafik kazasında kaybettiğimiz kıymetli
Ali Uçar bey yaptığı hizmetlerle dışa doğru büyük bir fatih iken,
rüyasında nebilerle aynı sofrada yemek yiyecek kadar onlarla bütünleşen büyük
bir diriliş eri ve mana insanı imiş. 13. 07. 2003’de Abdülvahit Mutkan
bey onun ibadet hasiyetine dair şu hatırasını anlattı: “Vefatından kısa bir
zaman evvel Osmaniye’de Ali Uçar’ı ziyaret ettim. Sabahleyin kuşluk namazından
sonra daha da namaza devam ettiğini görünce dedim ki: “ Sen kaç rekat kılıyorsun
şu duha namazını?” Gülümsedi…Dedi ki: “Ben gençliğimde Almanya’da ve başka
yerlerde konferanslar veriyordum. Bir zaman sonra o konferans bantlarından biri
elime geçti. Baktım ki ben ayetleri tecvitsiz okuyorum. Bunun üzerine, namaz
üzerime farz olduğu günden bu güne kadar olan namazlarımı tekrar kılıyorum, kaza
ettim. Ama şimdi bitti Elhamdülillah”
ALİ UÇAR’IN NURLARLA TANIŞMASI
Merhum Ali Uçar’ın nurlarla tanışmasına ilk olarak emekli
Prof. Çetin Özek olmuş. Tabii bilmeden…Nasıl mı? A. Mutkan anlatıyor: “Ali Uçar
üniversiteyi bitirip, öğretmen olduğunda eline, o zaman asistan olan Çetin
Özek’in Risale-i Nurlarla alakalı menfi görüşlerini serdettiği bir kitabı
gelmiş. Kitap şimdi mebzul olarak bulunan örnekleri gibi, yüzeysel, taraflı,
garezli, cımbızlı bir kitapmış. Ali Uçar bunu okumuş ve eserler hakkında menfi
bir kanaate sahip olmuş. Daha sonra bir gün Batmanlı Mirza Demir abi ile
konuşurlarken konu Risale-i Nurlara gelmiş. Mirza abi ona “Eğer bu kitapta
(Çetin Özek’in kitabı) yazılanların doğru olmadığını, sadece bir tarafını alıp
tahrif ettiğini ispat edersem sen Risale-i Nurları okur musun?” diyor. Ali Uçar
evet dedikten sonra “peki aksi halde sen bu kitapları okumayı bırakır mısın?”
Mirza Demir “evet” deyince risaleler getiriliyor. Ve Çetin Özek’in kitabında
üstadın ifadelerini başını sonunu nakletmeden, ibareleri kuşa çevirerek
naklettiği ortaya çıkınca Ali Uçar eserleri alıyor ve sonuç malum…
SAVCININ İFTİRASI
Aşağı da nakledeceğimiz hatıra, garazkar bir bakışın
hakikatleri nasıl çarpıtabileceğine çok güzel bir misal…Abdülvahit Mutkan bey
anlatıyor: “ 1971’de İzmir’de Bekir Berk abi ile Fethullah
Hocaefendinin de içlerinde bulunduğu 54 sanıklı İzmir sıkıyönetim mahkemesindeki
nur davasında savcı Nureddin Soyer iddianamesine Bediüzzaman’ın Şualar adlı
eserinden bir alıntı yapmıştı. Alıntı aslında bir hadisti ve şöyle diyordu
hadis: “Efdalu ma kultü ene vennebiyyune min kalbi la ilahe illallah”(Ben ve
benden evvel ki peygamberlerin en kıymetli sözü la ilahe illallahtır-)
Savcı bu ibarenin bir hadis olduğunu söylememiş ve şöyle
bir iddiada bulunmuştu: “İşte Said-i Nursi şöyle diyor: “Ben ve benden
evvelki peygamberlerin en efdal kelamı…”Böylece peygamberliğini dava ediyor.”
Hatta mahkeme reisi albay, bu saçma sapan iddia karşısında dayanamamış ve
Nureddin Soyer’e kızmıştı.”
İSKİLİPLİ ATIF EFENDİ VE BEDİÜZZAMAN
Bediüzzaman hazretlerinin talebelerinden Mustafa Sungur
1.06. 2003’te kendisini ziyaretimizde şu hatırayı anlatmıştı: “Büyük Doğu’ da
neşredilen, İskilipli Atıf hoca’ nın başına gelenleri anlatan yazıyı Üstad’a
okuyordum. Bir ara baktım, Üstad gözlerini siliyordu.”
Salih Okur
HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-26
KORKU TERÖRÜ
Bediüzzaman hazretleri Cumhuriyet döneminde en tartışılan
kimselerin başında gelir. Bizzat devlet eliyle unutturulmaya ve öcü olarak
gösterilmeye çalışılan bu aziz insan, bazılarınca sanki hiç yaşamamış gibidir.
Eskiden çok yakında bulunan dostlarından bazıları bile ondan söz etmeye cesaret
edememişlerdir. Üstad hazretleri özellikle ehl-i ilme karşı kullanılan bu korku
damarı için şunları söylüyor: “İnsanda en mühim ve esaslı bir his, hiss-i
havftır. Dessas zalimler, bu korku damarından çok istifade etmektedirler; onunla
korkakları gemlendiriyorlar. Ehl-i dünyanın hafiyeleri ve ehl-i dalâletin
propagandacıları, avâmın ve bilhassa ulemanın bu damarından çok istifade
ediyorlar, korkutuyorlar, evhamlarını tahrik ediyorlar.”
Aşağıda nakledeceğimiz hatırada ünlü bir hadis aliminin
durumunu okuyacağız. Sadık Albayrak beyefendi anlatıyor:
“Bir gün merhum Bekir Haki (Yener)
(1882-1975)Hoca’yı ziyaret etmiştik. Yanında ilmiyeden ileri gelen bir çok zevat
da vardı. Daha önce benim arşiv çalışmalarımda onun geçmişi ile ilgili bir çok
vesaik bulduğumu, bunlar arasında Karabağ’dan göçleri sırasında Zile’ye gelmeden
Van’a uğradıklarını ve orada genç bir alimden(Bediüzzaman) ders okuduğunu
görmüştüm. Bunu kendisine söyledikleri zaman tasdik etmiş ve fakat ben bu geçmiş
hatıra karşısında açıkça tanıtınca, hemen sözü değiştirip şöyle cevap verdi;
“Ben o zatı tanımam. Böyle tehlikeli eşhas ile hiçbir ilgim olmamıştır. Ondan
ders de almadım.”
Ben haliyle sustum. Merhum hoca beni tam olarak tanımamış,
kendisine böyle bir tasdik karşısında zararım dokunabileceğini düşünmüş
olabilirdi. Çünkü Bekir Haki efendi çok zor şartlar içinde ömrünü geçirmiş,
inkılaplar yapıldığında, bir gün Tokat’ta sokağa çıktığında şehirde
sehpaların kurulduğunu ve orda sarıklı kişilerin sallandığını görmüştü. O
günden itibaren, devamlı korku ve temkinli bir hal içinde yaşayıp gitmiştir.
Bunu bilen yanımdaki zat, hocanın Van’daki hocasından önceleri bahisler
açtığını ve onu son derece takdir ettiğini ve fakat tam olarak tanımadığı
kimselere bunu söylemediğini, itimat etmediğini söyledi.” (Albayrak-
Yürüyenler Ve Sürünenler-s:146)
HULUSİ BEYİN HİZMET İŞTİYAKI
Bediüzzaman hazretlerinin yakın talebelerinden Merhum
Hulusi Yahyagil ağabeyin aşağıda nakledeceğimiz mektubundan bir parça,
hizmet insanları için “sınır” kavramının ehemmiyetsizliğini göz önüne
sermektedir. Binler Fatihalarla…
“1978 Kasım ayında kataraktan sağ gözümden ameliyat
oldum. Gözlük yardımı ile, zoraki pek az okumak ve yazmak mümkün oluyor.
Gözlerim görme kabiliyetini çok kaybetti, kulaklarım fazla ağırlaştı.
Yardımcısız ekseriya yakınımızdaki camiye bile gidemiyorum. Fakat bunlara rağmen
derslere devam etmeye muvaffak oluyorum.”
HULUSİ BEYİN BİR RÜYASI
Merhum Hulusi bey gördüğü sadık bir rüyayı merhum Ahmed
Feyzi ağabeye şöyle anlatıyorlar: “Gördüm ki; Hazret-i Peygamber(ASM) Bir minber
üstünde oturuyor. Ben de gittim. Bir kundura giymiş, dinç vaziyette, böyle dik
vaziyette geldi. O sırada Üstad hazretleri başında siyah amame(sarık), ve cübbe
ile yanına oturdu. ve başladılar konuşmaya. Fakat hiçbir şey anlamıyorum. Yalnız
şu kadar bir söz anladım ki, Hz. Peygamber (SAV) soruyor: “Böyle değil mi
Hoca?” Bu vaziyeti kendisine yazdım. Buna da cevabı şöyle: “Kur’an Hazret-i
Peygamber(SAV) suretinde, onun dellalı da işte, bizim suretimizde görünmüş.
(Sohbet kasetinden yazdık.)
HİZMET TEVAFUKU
Servet Engin bey şöyle anlatmıştı: “ 1978
yıllarının güz aylarıydı. Bir müessesenin en üst katında, Hocaefendi
arkadaşlardan 11-12 kişiyi çeşitli şehirlere gönderiyordu.
“Sen Isparta’ya, sen Antalya’ya, sen Van’a, sen Samsun’a
git.vs” diyordu. Biraz sonra da takkesini çıkarıp “Neyse bir de buradan çekelim”
dedi. Az önce saydığı şehirlerin isimlerini kağıtlara yazıp katlayarak
takkesinin içine koydu. Sonra kağıtları karıştırıp arkadaşlara kura çektirdi. Az
önce nereleri söylediyse herkese aynı yer geldi. “Tevafuk oldu” deyip basit
bir hadise gibi geçiştirdi. Halbuki matematiksel ifadesi içinde trilyonda bir
ihtimalden olabilecek bir hadise.”
VEHBİ İLİM FARKI
Hulusi bey aynı sohbette Üstadın farkını şöyle ortaya
koyuyor: “Konuşurken, konuşması bidayette anlaşılmıyor. Bir defa, beş
altı kişi oturuyoruz Barla’da. Bir şey söyledi. Sonra: “Kardeşim, bunlar
anlamadılar ha” dedi. Kime anlatmak istiyorsa, ona meramını tefhim ediyordu.
Oturuyor böyle, hal hatır sorduktan sonra “Hadi” diyor, “Biraz hocalık yapalım”
O zaman kalkıyor yatağın üstüne, başlıyor anlatmaya. Biraz evvel, müşkülatla,
dikkat ederek ancak sözlerini anladığımız halde, bu kere sanki o zatı
kaldırdılar, aynı kalıpta, gayet fasih, beliğ ve hiçbir tekerleme yapmayan bir
zatı getirdiler. Sonra, şuradan nasıl kayaları yuvarlayarak gelen bir sel
vaziyeti varsa, öyle harıl harıl, öyle gürültüyle ses geliyor. Kelimeler böyle
gürültü yaparak, taşlar yuvarlanırcasına geliyor ve insan mest-ü mamur dinliyor…
Salih Okur
HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-27
CEVŞEN
Ali Arslan beyin Büyü, Fal ve Kehanet adlı
eserinde(Nesil yay) naklettiği enteresan bir hatırasını sizlerle paylaşmak
istedim. Şöyle diyor Ali bey: “ Elinizdeki kitap için hazırlık yaptığım sırada,
daha önceleri de merak ettiğim bir medyumla tanıştım. Arkadaşlarımın da
ısrarıyla bana bir bakmasını istemiştim. Suya baktı, cinlerini çağırdı ve onlara
bende büyü olup olmadığını sordu. Sonra, birkaç defa suya bir de bana baktı ve
“Ne ile korunuyorsun?” diye sordu. Ben de “Nasıl yani?” diye karşılık verince,
merakla “Her gün ne okuyorsun?” dedi. Bunun üzerine “Ne oldu ki?” deyince, bana
“size pek çok kere büyü yapılmış ama tutturamamışlar. Eğer bunları özel bir
dua ile korunmayan bir insana yapmış olsalardı, şimdiye kadar çoktan ölürdü”
dedi. Ben de her gün mutlaka Cevşen-ül Kebir okuduğumu ve namazlardan
sonra da sünnete uygun dua ve tesbihatlarımı yaptığımı söyledim”.
“BU ADAM CENNETE GİDİYOR”
24.11.2003 tarihinde Kümbet medresesinde ziyaret ettiğimiz
Mehmed Kırkıncı Hocaefendi bizlere birbirinden güzel hatıralar anlattı.
Kaydettiklerimizde bir kısmını sizlerle paylaşmak istiyoruz, peyder pey diğer
kısımlarda nakletmek üzere… Bunlardan biri Üstad Bediüzzaman’ın talebelerinden
merhum Tahiri Mutlu ağabeye ait iki tevafuk…Şöyle anlattı hocamız;
“Tahiri ağabeyin vefatında İstanbul’daydım.(1977) Osman Demirci hoca
cenazesini yıkıyor, ben de orada bir yerde oturuyorum. Duvarda bir takvim vardı,
ondan bir sayfa çektim. O takvimde bir ibare çıktı; “Böyle bir adam
cennetliktir” diye…
Ondan sonra Fatih camiinde cenazesini kıldık. Arabaya
koymadan delikanlılar omuzlarında götürüyorlar. Fatih’te çarşıdan çıkarken ,
cenazeyi gören bir adamın ağzından şu sözler döküldü; “Giden adam düz cennete
gidiyor, belli.”
HİZMETTE MUVAFFAK OLANLAR
Merhum Zübeyr Gündüzalp ağabeyin yanında yetişen
bahtiyarlardan Eyüp Ekmekçi bey onun şu çarpıcı sözünü naklettiler;
“Kardeşim, bu hizmette “hiç olanlar” muvaffak oldular.Bir şey olmak isteyenler
hiçbir şey yapamadılar.”
TAHİRİ AĞABEYİN FEDAKARLIĞI
Şu anda bütün dünyayı bir nur halesi şeklinde saran İman
ve Kur’an hizmetinin ilk tohumları hayatı istihkar eden, namsız nişansız bir
avuç gönül eri tarafından atıldı. Onların ihlası, beklenti içinde olmaması, mal
ve canlarını sebil olarak saçmaları bu günleri netice verdi. Bir büyüğümüzün
dediği gibi; “Evet, bugün dünyanın dört bir yanına hicret buutlu bir göç dalgası
varsa, işte bu “ani’l-merkez” güçten kaynaklanmaktadır. Bu gücün arkasında, arpa
kadar bir şeyi hediye olarak kabul etmeyen Hz. Bediüzzaman vardır. Hulusi
Efendi, Zübeyr Gündüzalp, Mustafa Sungur, Bayram Yüksel, Abdullah Yeğin ve
emsali dâvâ erleri vardır. Hayatlarını Allah Resulü’nün Suffa Ashabı gibi
geçiren ve Sahabe saffetinin temsilcileri olan kişiler vardır”
İşte onlardan biri olan Tahiri Mutlu ağabeyle
alakalı, Kırkıncı hocamızın anlattığı şu hatıra da gözlerimizi yaşarttı; “Bir
gün Abdülkadir Badıllı, Bayram Yüksel abi ve ben Tahiri ağabeyin köyüne gittik;
Atabey’e… Isparta’nın bir köyü. Bizi evinde misafir etti. Sabaha kadar onu
konuşturduk. Dedi ki; “Hocam, işte dedemizden kalan tek bina bu. Dedesi
zenginmiş. Gül tarlaları varmış. Üstad Ayet-ül Kübra’yı yazmış, bastıracak para
yok. Tahiri ağabey; “Üstadım bana üç gün müsaade ver” deyip köyüne gitmiş. Bir
tanıdığına uğramış. O tarlaları satmak istediğini söyleyince adam şaşkınlıkla
“Tahiri sen ne yapıyorsun? Senin çoluk çocuğun var” deyince “Benim çoluk
çocuğumdan sana ne” demiş, “Ben tarlayı satmak istiyorum, Sen almazsan başkasına
satacağım” Adam ağlaya ağlaya parayı vermiş. Tahiri ağabey de Üstada verip,
Ayet-ül Kübra bastırılabilmiş…
Bu hadiseyi bir eserinde Fethullah Gülen Hocaefendi
şöyle naklediyor; “Kitaplar ilk defa baskıya gireceği dönemde Üstad, sağa-sola
hem de 50-100 lira gibi küçük bir para bulmak için adam gönderiyor. Tahiri Mutlu
-makamı cennet olsun- bunu duyuyor ve koşa koşa köyüne gidiyor. Köy meydanında
bütün mülkünün satılık olduğunu ilan ediyor, arazisinin bir kısmını haraç-mezad
satıyor.. satıyor ve parayı sevine sevine getirip Üstadına teslim ediyor. Sadece
o mu? Elbette hayır. Hulusi Efendi, Hüsrev Efendi, Mustafa Gül.. ve diğerleri
hep aynı duygu ve düşünceyi paylaşırlar. Demek ki onlar, öyle samimi ve öyle bir
safvet içinde idiler ki, bunu hayatlarının gayesi biliyor ve o uğurda hırz-ı can
ediyorlardı.
Salih Okur
HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-28
İNSANİYET BUNA
DENİR
“Biz muhabbet fedaisiyiz” der asra ışık tutan, haliliyet
meşrebi temsilcisi sultan. Bu nedir, nasıl olunur? Müşahhas bir kahramanlığı
naklederek, bu sözün içinin nasıl doldurulduğunu anlatmak istiyorum.
Çantacı Necmi ağabey namıyla maruf muhterem Necmi İlgen
bey anlatıyor. Bir ehl-i hizmet kardeşimiz bir otobüse biniyor. Yanında oturduğu
kimseyle tanışıyor, onu ürkütmeden, sevdirerek dini, imani meselelerden tebliğde
bulunuyor. Tabii ihlaslı bir ses birden bütün arabayı cezbesiyle kendisine
tevcih ettiriyor.
Arabadakiler vecd içinde kendisini dinlerken gençten iki
kişi bu konuşmadan rahatsız oluyor. Kendisine susmasını ihtar ediyorlar.
Arabadakiler ise “konuş, konuş evladım” diyerek onu teşvik ediyorlar. Bunu
gururlarına yediremeyen gençler ise; “Birader sen laftan anlamaz mısın?
Konuşacaksan arabadan in de, bir de bizle konuş, bize anlat” diyerek zorla
arabadan indiriyorlar. Demin onu teşvik eden kimselerden ise çıt çıkmıyor.
Gerisini Necmi ağabeyin dilinden nakledeyim; “İnmiş, buna bir dayak atmışlar.
Ağzını, burnunu kırmışlar. Suratını yarmışlar, kan revan içinde bırakmışlar. Bir
tanesi kaçmış, diğeri kan mı tuttu nedense kaçamamış…
Dayak yiyen o arkadaş ona demiş ki; “Kardeş, bak beni
çok kötü bir duruma getirdiniz.Ne olur, bari bir taksi çağır, parasını ben
vereceğim. Beni hastaneye kadar atıver. Ben senden şikayetçi değilim. Sana
hakkımı da helal ediyorum. Söz veriyorum, senden şikayetçi olmayacağım.”
Genç oradan bir taksi çağırıyor, hastaneye götürüyor.
Hastanede soruyorlar tabii; “Ne oldu böyle?”falan…Diyor ki; “Kaza geçirdim.
Bu kardeş, sağ olsun bana yardımcı oldu, beni hastaneye kadar getirdi.”
Tedavi ediyorlar, yaralarını sarıyorlar. Bu da başında
bekliyor. O hastanelik olan kardeşimiz onun elinden tutmuş ve demiş ki;
“Kardeş ne olur, bizim eve kadar beraber gideceğiz. Bir yemeğimi yiyeceksin. Sen
benim kardeşimsin. Ben sana bütün hakkımı helal ediyorum.”
O çocuk da korkmamış, tamam demiş ve beraber kardeşimizin
kaldığı hizmet evine varmışlar. Kardeşler kapıyı açınca telaşla “Ne oldu”
deyince demiş ki; “Kaza geçirdim. Sağ olsun bu kardeşimiz beni hastaneye
kadar götürdü. Bana yardımcı oldu.” deyince onlar da hürmetle “Hoş geldin
kardeş, sağ ol birader” filan diyerek sevgilerini göstermişler. Beraber yemek
yemişler, çay içmişler, kitaplardan okumuşlar…
Bu insaniyet karşısında mum gibi eriyen çocuk sonunda
büyük bir nedametle şöyle demiş; “Arkadaşlar ben hepinizden özür diliyorum.
Ben çok canavar bir insanmışım.Bu arkadaşınızı bu hale ben getirdim. Ama sizin
gösterdiğiniz bu insanlığın karşısında ben ezildim, utandım. Ne olur beni
affedin, beni de kardeşliğinize kabul edin.”
MAHİR İZ VE MEHMED KIRKINCI HOCAEFENDİ
24.10.2003’te bir sorum münasebetiyle Mehmed Kırkıncı
Hocaefendi Cumhuriyet dönemi irfan semamızın güneşlerinden merhum Mahir İz
beyefendi(1894-1973) ile alakalı şu ilginç hatırasını nakletti; “Mahir İz
buraya geldi, bizle oturup kalktı. Çok hoş sohbet ettik. Türkeş’in partisinden
onu buradan mebus adayı olarak koymuşlardı. Bir ara dedi ki; “Nur talebeleri çok
iyi de, siyasete bigane kalmaları doğru değil.”
Ben de ona cevap vermek için izin istedim, ama başlıyorum,
devamlı sözü ağzımdan alıyor. En sonunda dedim ki; “Beyefendi bana beş dakika
müsaade eder misin?” Konuşmaya başladım, yine müdahale edince, “Yoo” dedim
“Haddini bil artık,beş dakika müsaade edeceksin.” Sustu…Beş dakika oldu, yarım
saat…tek kelime konuşamadı, ilzam oldu…
ÜSTADIN NECİP FAZIL’A YARDIMI
Kırkıncı hocamız sohbetimizde Üstadın herkesi
kucaklamasına meseleyi getirerek şöyle dedi; “Üstadın hali tabii başka…Necip
Fazıl hapse girmiş. Üstad demiş; “Necip Fazıl hapse girmiş. Ona para
gönderelim.” Necip Fazıl bunu hasta yatağında Vehbi Vakkasoğluna hayretle
anlatarak; “Yataktan kalkarsam ilk işim Üstadla alakalı bir şey yazmak”
demiş, ama ömrü vefa etmedi…
Salih Okur
GÖNENLİ VE BEDİÜZZAMAN
Büyük resmi görmek için resmin üzerine tıklayın... |
…Hayatlarını
Kur’an’a hizmet veren iki engin aksiyon insanı. Biri 20. yüzyılda, doğrudan
doğruya Kur’an’dan ilham alıp, asrın idrakine İslam’ı söyleten bir sahip kıran,
diğeri de gerek yetişmesine vesile olduğu binlerce Hafız ile, gerekse bülbül
gibi sesi ile Kur’an’ı –unutturulmaya çalışıldığı bir devirde- muhafaza eden
devlerden bir dev, bir Reis-ül Kurra…
Kader
ikisini birkaç kez bir araya getirdi ve zaten ezelde kaynaştıkları ruhlarının
şehadet aleminde de maal cesed taarrüfüne ve meveddetine vesile oldu. Burada
kısaca ikisi arasındaki sevgiye şahit olacağız. Cenab-ı Hakk şefaatlerine nail
eylesin. Amin.
…Gönenli Mehmed Efendi Üstad Bediüzzaman’ı merhum Ali Uçar’ın
tespitlerine göre ilk defa İstanbul’a tahsil için geldiği zaman(1920’ler)duymuş.
Şöyle anlatıyor bunu; “Bizim eskiden edebiyat-ı Arabiye hocamız İhsan Bey
vardı. O zata 'Nasıl bir zattır?' diye Üstadı sormuştum. 'Vallahi kardeşim,
benim anlayabildiğim kadarıyla bu zat İbnü'l-vakittir' dedi. Allah şefaatine
nail eylesin. Hayatımın kıymetli yâdigârı olarak saklıyorum onunla
görüşebildiğim zamanları..” Daha sonra Denizli hapsinde bu iki hadim-i Kur’an
bir araya gelmişlerdir. Gönenli’nin buraya gelmesine sebep çantasında Risale-i
Nurların bulunmasıdır.
…Mahkeme’de gösterdiği cesaret-i medeniye Bediüzzaman’ın çok hoşuna gitmiş ve
onun tarafından “Kahraman hoca” iltifatına mahzar olmuştur. Fatih
Uğurlu beyin kendisiyle 1987’de yaptığı röportaja göre mahkemede hakime
şöyle diyor; “Hakim bey! Ben Said-i Nursi’yi büyük bir İslam alimi olarak
bilir, sever ve sayarım. Risalelerini okuyup istifade etmek için aldım ve çok da
faydalandım. Daha önceleri sadece ismini, resmini ve eserlerini biliyordum.
Şimdi burada kendisini de görmüş olmaktan dolayı fevkalade bahtiyarım.”
Bediüzzaman hazretleri Şualardaki bir mektubunda Mehmed efendinin “salabet-i
diniyyesinden” söz etmektedir.
…Necmeddin
Şahiner’in 1982’de kendiyle yaptığı mülakatta merhum şöyle demektedir: "Üstad
baştan aşağıya fevkalâde bir insandı. Baştan aşağı mükemmel, mine'l-bâb ilel-mihrap.
Hareketleri, kıyafeti, garip ve misilsizdi. Eskiden beri bu zata fevkalâde
hürmetim vardı. Eserlerini okuyor, vecizelerini ezberlemeye çalışıyordum.
Gittikçe iştiyakım artıyordu. Tanıdıklara devamlı olarak soruyordum.
"l943'deki Denizli hapsinin arefesinde bir rüya gördüm. İşte polislerin gelmesi
bu rüyanın akabinde idi. 'Emir böyle. Fakat yanlış anlamayın. Benim dine karşı
saygım var. İki gün size müsaade. Sonra gelip teslim olun' dediler. Denizli
Hapishanesine gidişim böyle oldu.
"Üstadın yanına gidince, bana 'Hoş geldin Muhammed Efendi, hoş geldin. Sen
burada lâzımdın. Korkma! Korkma!' dedi. 'Korkum yok efendim' dedim.
"Hapishaneye girenlere sorarlar mı bilmiyorum. Bana 'Neresini istiyorsun?' diye
sordular. 'İdamlıklar nerede ise, orasını' diye cevap verdim. Katillerin
arasında yaşadık. Üstadla görüştük. Mahkemeye gidip geldik, beraber
kelepçelendik. Bazen Üstada Kur'an okudum. İşte böyle, elhamdülillâh,
tatlılandık, lezzetlendik
…Üstad
onun Kur’an okumasını çok severmiş; Ben içerdeydim, Üstad ise avludan beni
dinlerdi. 'Muhammed Efendi Kur'ân okusun' der, benim Kur'ân okumamı arzu
ederdi."
…Ali
Uçar’ın notlarından öğrendiğimize göre Gönenli Mehmed efendi mahkeme safahatı
sırasında olan bir hadiseyi şöyle anlatıyor: “Kadın Hakime önümüzden
geçiyordu. Üstad irkilerek birden başını çevirdi. Üstad gözünü sakınıyor.
Hocanın birisi Hacca gitmiş. “Namazı Hac’da öğrendim” demiş. Yani Hacdakiler
namazı yavaş yavaş tadil-i erkan ile kılıyorlarmış. Biz de Denizli’den ders
aldık: “Mümin erkeklere söyle, gözlerini sakınsınlar ve ırzlarını(apışlarını)
korusunlar.” (Nur:30)
…Üstad
hazretleri gönül bağı kurduğu bu zatı hiç unutmamış, devamlı aracılarla selam
göndermiş. 1952’de İstanbul’a teşriflerinde de bizzat ziyaret etmiş, tekrar
görüşmüşlerdir. Aşağıda bu konudaki hatıraları bulacaksınız.
*Gönenli anlatıyor: Aradan yıllar geçti. İstanbul'a geldiğini haber aldım. Fatih
Camiine davet ettim. 'Başkalarına haber vermez ve beni halka göstermezse
gelirim' demiş. Derhal Hünkâr mahfilini hazırlattım. Sonra camiye geldi.
Hünkâr mahfilinde, imamlığında namaz kıldık. Allah'a şükür, arkasında namaz
kılmak da nasip oldu”
*Bir
husus daha vardı. 'Yâ Rabbi! Bu zâtın bende hiç kısmeti yok mu? diye düşünürdüm.
Evime davet ediyordum, gelmiyordu. Devamlı olarak 'Söyleyin Hafız Mehmet’e,
Sakın sakın yanıma gelmesin' diye hocalarla haber gönderiyordu.
Bir
Kurban bayramındaydı. Sabah namazından sonra kapı çalındı. 'Muhammed kardaşım!
Muhammed kardaşım!' diye bir ses çağırıyordu. Kapıya çıktım. Baktım ki Üstad.
Boynuma sarıldı ve 'Sen Kur'ân'a çok hizmet ediyorsun. Benim yanıma gelenleri
çok tâciz ediyorlar. Seni tâciz etmemeleri için, benim yanıma gelmesin, diye
haber gönderdim' dedi. Yanında talebeleri de vardı. 'İstanbul'da hiçbir
kimsenin evine gitmemeye karar vermiştim' dedi. Yanındaki talebeye işaret etti.
'Ver kabımı, kısmetimi versin' dedi. Keramete bakınız. Daha önce 'Bu
zatın kısmeti yok mu?' demiştim ya. Kısmetini almaya gelmişti. Evde yumurta
tatlısı vardı. Ondan verdim. (Not: Arif Pamuk’a göre bu tatlı helva imiş ve
o Üstadın en çok sevdiği tatlının helva olduğunu söylüyor.)
"Orada dedi ki: 'Bir Müslüman bir beldede bulunduğu sırada bayram olsa,
oranın din büyüğünü ziyaret etmek ona vâcibdir. Madem ki bu kardaşımız Hazret-i
Kur'ân'a hizmet için ortaya çıkmış. Ben de onu bu beldenin şeyhülislâmı kabul
ederek ziyarete geldim' dedi. İşte böyle geçti aramızdaki konuşmalar.
Elhamdülillâh. Allah şefaatine nail eylesin. Ona çok şey borçluyum. Cesaret
ve kuvveti kendisinden aldım.”
*Bediüzzaman’ın
talebelerinden Abdülmuhsin Alev bey anlatıyor: “İstanbul'da bir bayram
günü Üstad, Gönenli Mehmed Efendinin evine bayramlaşmaya gitti. Gönenli evinde
yoktu. Üstad, kapıdan selâm ve bir not bıraktı. Gönenli'ye hitaben,
"Kardeşim, siz olmasaydınız. Kur'ân hizmetini biz yapacaktık. Biz iman hizmetini
yapıyoruz, siz de Kur'ân hizmetini yapıyorsunuz' diyordu.
*
Mehmed Fırıncı bey anlatıyor: “Bir Cuma günüydü. Hazret-i Üstadın yanına
gittiğimde hiç kimse yoktu. Kimsenin olmayışına hayret ettim. Kapısını vurdum.
Beni görünce, 'Çok iyi oldu, geldin' dedi. Ve 'Seninle Cuma'ya gidelim' dedi.
Biz Üstadla tam çıkarken, Salih Özcan'la Osman Köroğlu geldiler. Hazret-i Üstad
odanın kapısını kilitleyerek anahtarı bana verdi. 'Sen burada nöbetçi kal' dedi.
Beni nöbetçi olarak bıraktı. Cuma'dan geldikten sonra çay yapmam için emretti. O
zaman şimdiki gibi kolaylıklar pek yoktu. Mangal kömürü ile mangalı yakmaya
çalışırken Gönenli Mehmed Efendi Hoca geldi. O da bana, 'Sana yardım edeyim'
dedi. Beraber çayı hazırladık."Bir müddet sonra Ziya Arun gelince, Gönenli
Mehmed Efendi ona, "Bugün bu eller, onun kömürünü yaktı, çayını ısıttı'
diye sevincini ve memnuniyetini ifade ediyordu.
* Son
olarak merhum Ali Uçar’ın notlarından şu hatırayı nakledelim: Rahmetli Ali Uçar
bey, Gönenli Mehmed efendiden naklediyor: “Hz Üstad, Kastamonu’da vali Mithat
Altıok’a; “Ben gidiyorum, yarın gelen var. Kuvvetiniz kafi geliyorsa, onu da
tevkif ediniz, durdurunuz” diyor. Ertesi gün başlıyor Kastamonu sallanmaya;
zelzele...
KAYNAKLAR
1-
Son Şahitler-Necmeddin Şahiner-(2. ve 4. ciltler) Nesil Yayınları
2-
Gönenli Mehmed Efendi-Mustafa Özdamar- Kırk Kandil Yayınları-İst-1997
3-
Şualar- Said Nursi- Sözler Yayınevi- İst- 1993
4-
Ali Uçar’ın Notları(basılmamış- müsvedde)
Salih Okur
GÖNENLİ MEHMED ÖĞÜTÇÜ EFENDİ(1901-1991)
TAKDİM
|
Doğunun Mantık Küpünden Cevaplar
TAKDİM
Röportajımızın başlığındaki bu tabir, merhum Necip
Fazıl’a ait.1960’lı yılların millet üzerine çöken ümitsizlik ve yılgınlık
dumanlarını dağıtmak için vatan sathında Konferanslar serisini başlatan Necip
Fazıl, ilk konferansını Erzurum’da verir(İman ve Aksiyon).Ve burada tanışıp
hayran kaldığı Mehmed Kırkıncı hocaefendi için bu tabiri kullanır.
1928’de Erzurum’un merkeze bağlı Güllüce köyünde dünyaya
gelen Kırkıncı hocaefendi, Mustafa Necati efendi, Hacı Faruk bey, Solakzade
Sadık efendi, Ağrılı Nadir efendi gibi şarkın mümtaz alimlerinden okumuş bir
alimdir. 1950’lerin başında Risale-i Nur’la tanışır.Ve kıvrak ve cevval zekası
ile Risale-i nur deryasından devşirdiği inci mercanlarla bir çok istidadın
yetişmesine vesile olur. 1955’te Üstad Bediüzzaman hazretlerini Isparta’da
ziyaret eder, duasını alır.
Kırkıncı Hocaefendinin en mümeyyiz bir vasfı en muğlak ve
zor meseleleri, verdiği bir misal ve nükte ile tere yağdan kıl çeker gibi
çözmesidir. Bunu sohbetlerinden derlenen Hikmet Pırıltıları, Nükteler gibi
eserlerinde görmek mümkündür. Sorularımıza verdiği cevaplarda da bu özelliği
kendisini göstermiş.
Kendisiyle daha önce vicahi olarak İstanbul’da bir
röportaj yapmıştık.Fakat bize verilen sürenin 10-15 dakikayla kısıtlı olması
röportajın akışını hatıralara kaydırmıştı. Biz ise kendisiyle ilmi bir sohbet
yapmak arzusundaydık. Telefonla bu isteğimizi iletince bizleri kırmadı. Soruları
göndermemizi, en kısa zamanda cevaplayacaklarını bildirdi.Biz de Erzurum’da
mukim Yusuf Has kardeşimize soruları ilettik.Bayramda cevap-hocamızın selam ve
hediyesi ile- geldi. Kendilerine bir kere daha teşekkür ediyor, hürmetlerimizi
arz ediyoruz. Salih Okur
Soru: Üstad Bediüzzaman’ın “ Tebe-i nazar muhali
mümkün görür” sözünü izah eder misiniz?
Bir şeyin hakikatından ziyade zahirine bakmak tebei
nazardır. Mesela, insan güneşin doğup battığını görüyor. Halbuki güneş
yerinde müstakar iken, dönen dünyadır. Üstadın bu mevzuda verdiği misal bu
hakikatı fevkalade izah etmektedir. İhtiyar bir adam Ramazan hilaline bakarken
gözünün üzerine düşen bir kirpiğinin beyaz kılını “ay” olarak hükmetmiş. Allah’ı
inkar eden kafirler de bu ihtiyar zat gibi, zahir sebeplere bakıp Allah’ı
görememişler; yani akıllarına perde olan sebepler, kafirlerin akıllarının kılı
hükmünde olmuştur. Halbuki, akıllarıyla kainata bakıp nizam ve intizamı tefekkür
etseler, muhakkak Allah’ın varlığını tasdik ederler.
Soru: Cenab-ı Hakkın tasarrufunda bizzat
mübaşereti(maddi teması) olmaması nasıl anlaşılır?
Cenab-ı Hakkın kainatı ve kainat içindeki her şeyi
yaratması mübaşeretsizdir. Mesela, insan yazı yazdığında kalem tutarak yazar,
bir binayı yaptığında tuğlaları taşır ve yerine koyar, Taksisinin direksiyonunu
tutarak sürer. Fakat Cenab-ı Hak mahlukatı yaratmasında mübaşeretsiz halk ve
tasarruf eder. O irade eder, irade ettiği şey hemen olur. Cenab-ı Hakk maddeden
mücerret olduğundan mübaşerete(maddi temasa) ihtiyacı yoktur. Mesela, güneşin
gezegenleri çevirmesi, ve yeryüzündeki canlılarda biiznillah tasarrufu
mübaşeretsiz tasarrufa sönük de olsa bir misal olabilir.Aynı şekilde bazı modern
binaların giriş kapıları yanaşır yanaşmaz açılır. Yine fezadaki füzeler,
yeryüzünden idare edilir. Bu misaller cenab-ı hakkın mübaşeretsiz tasarrufuna
noksan da olsa birer örnek olabilir.
Bununla beraber bu hakikat insan aklının ötesindedir.
Aklın bu hakikatı kemaliyle idrak etmesi mümkün değildir, ancak iman edilir. Bu
misaller bu hakikate ancak birer ayna mesabesinde olabilirler, hakiki ölçü
olamazlar.
Soru: İnsanların Allah hakkında en büyük
yanılgıları sizce nedir?
İnsanlar, Cenab-ı Hakkın sıfatlarını ve fiillerini
kendilerine ve diğer mahlukata kıyas ederek hataya düşerler. Mesela, insanın
iradesi cüzi olduğu için birkaç işi bir anda yapamaz. Yazı yazdığı vakitte yemek
yiyemez vs. Halbuki Cenab-ı Hakkın iradesi, diğer sıfatları gibi külli ve
nihayetsiz olduğu için nihayetsiz birlikte işleri yapar. Felsefenin ukul-u
aşere(On akıl) dedikleri sudur meselesinde yanılmaları da bu noktandır.
Onlar “Birden ancak bir sudur eder” denişler ve “Allah sadece akl-ı evveli
yarattı, akl- evvel de akl-ı saniyi, o da akl-ı salisi yarattı vs. Onuncu akıl
da dünyayı idare ediyor” demişlerdir. Halbuki Üstadın dediği gibi “Her
birliği bulunan yalnız birden sudur eder. Madem her şeyde ve bütün eşyada bir
birlik var; demek bir tek zatın icadıdır.” Mesela bir koyun birden fazla
kuzu doğurabilir, fakat bir kuzu birden fazla koyundan doğmaz. Yani iki-üç koyun
bir kuzu doğuramaz. Aynen bunun gibi bütün kainatı, dünya ve ahireti Allah
yaratır. Ama bütün sebepler toplansa, akıl ve şuurları da olsa bir sineğin
kanadını bile yapamazlar.
Soru: “Sıkıntının madeni yeisle suizandır,dalalet
fikridir, zulümat kalbidir, israf cesedidir” sözünü izah eder misiniz?
Sıkıntının kaynağı ümitsizlik ve suizandır. İnsan
bir sıkıntıya, bir darlığa düşünce bundan kurtulamam diye ümidini keser ve
sıkıntı devam eder. Mesela, kanserden iyi olamam diyerek umutsuz olunursa
hastalık artar, sıkıntı çoğalır. İnsan bir dostuna hüsnüzan yerine suizan
ederse, dostunu her hareketi onu rahatsız eder. Yine insan iktiza-ı beşer(insan
olması gereği) günah işledikten sonra Allah’a hüsnüzan ile tövbe,istiğfar edip
“beni affet” demesi yerine; suizan edip “benim affa liyakatim kalmadı” derse
sıkıntı kat kat artar.
Dalaletin fikri olması şu demektir: İnsanlar, gerek
batıl inançlara, gerek yanlış felsefi cereyanlara, gerekse sırat-ı müstakimden
hep akıllarını yanlış ayrılan firak-ı dalleye(sapık grublara) hep akıllarını
yanlış kullanarak girmişlerdir.
Zulümatın kalbi olması da şu manadadır: her bir
günah kalp için bir karanlıktır, bir zulümat perdesidir. Bu zulümatın en ilerisi
küfür(inkar,dinsizlik) karanlığıdır. Yani kalbin küfür ile perdelenmesi onun
zulümatı demektir.
İsraf ise: Yemek,içmek vs ceset uzuvları ile olur.
İnsan bütün azaları ile israf edebilir. Gözüyle kötü şeylere bakar, kulağıyla
kötü şeyler işitir,yemesinde israf eder vb...Misaller çoğaltılabilir.
Soru: “Şiddetli sevgi ve korku inkara sebep olur”
deniyor,izah eder misiniz?
İslam dini her şeye bir ölçü getirdiği gibi, muhabbet ve
korkuya da bir ölçü getirmiştir. Mesela bir insan annesini, babasını, hocasını
sever, fakat Peygamberimiz(SAV) kadar sevmez. Severse hataya düşer. Peygamberi
çok sever, fakat Allah’ı sevdiği kadar sevemez ve ona uluhiyet izafe edemez.
Hıristiyanların Hz İsa’yı sevmeleri, bir kısım Alevilerin Hz.Ali’yi ve
evlatlarını sevmeleri gibi. Bu durumda da Hz İsa ve Hz. Ali’nin hakiki
şahsiyetlerini inkar etmiş olurlar.
Bir insan ibadetini yapmaz ve günahlara girerse ve bu
halinde ısrar ederse, cehennemle ilgili tehditleri işittikçe rahatsızlıktan
kurtulmak için cehennemi inkar eder. Yani rahat-ı cehennemi bulur ve rahatlıkla
günahına devam eder. Yağmurdan kaçarken doluya tutulur; sineğin ısırmasından
kaçıp, yılanın ısırmasını kabul eder.
Soru: İnsanların dinsizliğe düşmelerinin en önemli
sebebi sizce nedir?
Peygamber efendimiz(ASM); “Din nasihatten ibarettir”
buyurmaktadır. Halbuki bir çok insanlar dine ait hakikatlerden bigane kalıp
uzaklaşırlar, dolayısıyla dinin ehemmiyetini idrak edemezler. Yoksa insanlar
hususi “kafir olayım” kastıyla dinsizliğe düşmezler. Ancak nefs-i
emmarelerine tabi olarak dünyanın gayr-ı meşru zevk ve safalarına dalıp, helal
haram demeyip, günahlara girerler; daha sonra küfrün içine düşerler ve daha da
çıkamazlar. Üstadın buyurduğu gibi; “Her günah içinde küfre giden bir yol
vardır.” Yani insan günah işleyince günaha alışır, sonra ısrar eder, onu müdafaa
eder, doğru olduğunu iddia eder ve dolayısıyla küfre gider. Yani günah
işlediğinden dolayı değil, günahı helal itikad edip müdafaa ettiğinden küfre
düşer. Bir çok insan da ibadet külfetinden kaçarak dinsizliğe düşer.
Soru: Her şeyin ezelde takdir edilmesi, insan
kaderinin önceden yazılması, çoğu insanın aklını kurcalıyor. Bu meseleyi
açıklayabilir misiniz?
Bir Müslüman’ın inanması, itikad etmesi, zaruri olan
şeylerden biri de kaderdir. Hayır ve şer her şey Allah’ın yaratması ve takdiri
iledir. İlm-i İlahi bidayetten intihaya(başlangıçtan sona) kadar her şeyi
kuşatmıştır. Mümkinattan hiçbir şeyin O’nun ilminden harice çıkması mümkün
değildir. Madem ilm-i ilahi nihayetsizdir., öyle ise herhangi bir insanın
istikbalde cüzi iradesiyle ne yapacağını bilir.Mesela, Cenab-ı Hak bir insanın
kendi iradesi ile namaz kılacağını bildiği için ezelde öyle takdir etmiştir.
Diğer bir insan namaz kılmayı istemediği bildiği için onu da öyle takdir etmiş.
Yoksa o kullar hakkında Allah bu şekilde takdir ettiği için, onlar da o fiilleri
işlemiş değillerdir. Yani Cenab-ı Hakkın irade-i külliyesi, insanın irede-i
cüziyesine taalluk eder. İnsan hangi fiili irade ederse Allah onu yaratır.
Allahu Teala hazretleri insana cüz-i ihtiyarı vermiştir.
İnsan kendi irade ve ihtiyarıyla hayrı tercih ederse, Allah hayrı yaratır,şerri
tercih ederse şerri yaratır. Allah bu yaratma fiillerinden mesul değildir. Ama
kul kesbinden(kazanmasından) mesuldür. Hayır ve şerrin faili insan,fakat
yaratıcısı Allah’tır. Onun için insan işlediklerinden tamamen mesuldur. Çünkü,
onun yaratması çok hikmetlere binaendir. Mesela, zehir ve bazı zararlı şeyleri
bir çok hikmetlere binaen Allahu Teala yaratmıştır. Bir insan zehiri bilerek
içse, bundan dolayı kendinden başka kimi mesul tutmak gerekir? Böyle bir insan;
“ne yapalım, kader böyle imiş. Allah zehiri yaratmasaydı,ben içmezdim, benim
elimde ne var?” diyerek her şeyi kadere yüklemek suretiyle kendini daire-i
mesuliyetten kurtarabilir mi? Bu aklen de vicdanen de doğru değildir.Bu
mevzunun tafsilatını “Kader Nedir?” kitabımızda görebilirsiniz.
Soru: Kader hakkında konuşmayı nehyeden hadisler
var, İslam uleması da yasaklamışlar. Siz ise “Kader Nedir?” adlı bir eser
yazdınız?
Kaderin bir çok kısmı vardır. Bazısı insanın cüzi
iradesi ile alakası olduğu gibi, diğer bir kısmı sırf Allah’a aittir. Ondan
da insan mesul değildir. Mesela, bir insan annesinden kör, topal veya bir azası
noksan doğarsa insan bundan mesul değildir. Bu da kaderdir. Ancak “Niçin
böyle yaratıldım?” diye itirazda bulunmak hadiste belirtilen yasağın şumülüne
girer. Yani irademiz dışında olan hadislere taalluk meselelerle ilgili
kader(ızdırari kader) hakkında söz etmek yasaklanmıştır. Zira Allah’ın bu
kaderdeki tasarrufunda bir çok hikmetleri vardır; biz bunları bilemeyebiliriz.,
bunlar ancak ahirette anlaşılacaktır. Mesela, gözü kör olan bir insan, ahirette
diyecek; “ Ya Rabbi, sen beni iyi ki dünyada kör yarattın.Ahirette ona bedel bu
makamı verdin,gözlerim olsaydı, çok günahlar işleyebilirdim.” Misaller
çoğaltılabilir.
Soru: Risale-i Nuru tanımadan önce medresede 15
sene tahsil yapmış bir kişi olarak Risale-i Nur’dan ne derece istifaze ve
istifade ettiniz?
Sadece ben değil, medrese ve mektep tahsili gören bir çok
hoca ve profesörlerimiz de Risale-i Nur’dan azami derecede istifade ve istifaze
ederek fikir ve marifetlerini zenginleştirmişlerdir. Risale-i nurlar bildiğiniz
gibi çok farklı bir eserdir. Bediüzzaman Hazretleri bu eserlerle düşünce ve
felsefe de yeni bir çığır açmıştır.
Gerek ilm-i kelam ve gerekse felsefede keşfolunmayan
hakikatlar Risale-i Nur’da tamamen vuzuha kavuşmuştur. O’nun müellifi olan
Bediüzzaman hazretleri ne işrakiyyun,ne meşşaiyyun ve ne de ilm-i kelam
ulemasıyla kıyas edilmeyecek kadar farklıdır. Onların erişemediği bir düşünce
ufkuna sahiptir.
O ilimde ve fikirde yeni bir çağ açmıştır.Asrımızın maddi
ve manevi hastalıklarına çare getirmiştir. Yaralı gönül ve kalpleri tedavi eden
hazık bir hekimdir. Küfür ve dalaletin başını ezerek hezimete uğratmışlardır.
Buna delillerden birisi ise dünyanın her tarafından ilim
ve fikir adamlarının Bediüzzaman hazretleri ile ilgili sempozyumlara iştirak ve
itibar etmeleridir. Diğer bir delil de dalalet ve sefahatın hakim olduğu bu
zamanda yolunu şaşıran bir çok gencin sırat-ı müstakime girerek iman ve
iffetlerinin kurtulmasıdır.
Bundan anlaşılıyor ki, biiznillah bu sayede istikbal
devr-i saadet ve irfan, devr-i huzur ve sulh olacaktır.
Yusuf HAS
İMAM-I ÂZAM’DAN TAVSİYELER
1) Ancak ilmi bir
ihtiyaçtan dolayı devlet başkanı ile yakın ilişki içinde ol. Onun yanında ateş
içerisinde imiş gibi ol. Çünkü sultan kendisi için istediğini başka hiç kimse
için istemez.
2) Devlet başkanı sana bir mesele arz ettiğinde,
söylediklerini kabul edeceğine kani olmadıkça, o meseleyi çözmeyi kabul etme.
3) Avamın (sıradan seviyesiz ve bilgisiz insanların)
arasında, sorulmadan rasgele konuşma.
4) Avamın ve tacirlerin yanında ilme ve dine ait olmayan
sözlerden kaçın ki, mala rağbet ve sevgin üzerinde durulmasın.
5) Avam arasında ne gül, ne de tebessüm et, yılışık olma.
6) Gereksiz yere çarsıya - pazara sıkça çıkma.
7) Olgunluğa erişmemiş yeni yetişmelerle çok konuşma,
senli benli olma.
8) Sokaklarda, mescitlerde yeyip içme. Yol kenarlarındaki
çeşme ve sulardan su içme.
9) Yol ortasında oturma. Yok illâ da oturacaksan hiç
olmazsa mescitlerde otur.
10) Dükkanlarda oturma.
11) İpek ve ipek karışımı elbiseleri giyme, ahmaklığa yol
açar.
12) Evlilik hayatinin tüm ihtiyaçlarını karşılayabilecek
duruma gelmedikçe evlenme. Önce ilim talep et, sonra helâl mal kazan, sonra da
evlen.
13) Gençliğinde hep ilimle uğraş. Çünkü gençlik, gönlün ve
zihnin bos ve temiz olduğu andır.
14) Her daim Allah'tan kork, emaneti edâ et, seviyeli
seviyesiz tüm insanlara nasihat et.
15) Hiç kimseyi küçük görme. Kendi vakarını tanıdığın gibi
başkalarının vakar ve haysiyetini de tanı.
16) Bilgisiz kişilerle özellikle dini konularda tartışmaya
girme.
17) Tartışma kurallarına uymayanlar ve çıkar elde etmek
için tartışanlarla tartışma.
18) Her kim sana soru sorarsa, sadece sorusuna cevap ver.
Meseleyi fazla dağıtma.
19) Kazançsız ve azıksız on yıl da kalsan ilimden yüz
çevirme. Çünkü ilimden yüz çevirdiğinde maişet derdi, geçim sıkıntısı sana
musallat olur.
20) Talebelerine, sanki onlar senin çocuklarınmış gibi
eğil ki, onların ilme arzuları artsın.
21) Hakki söyleme konusunda sultan dahil hiç kimseden
korkma.
22) İnsanların hatalarının ardına düşme, aksine onların
güzelliklerini gör. Ancak dini konularda hatalarını gördüklerini diğer insanlara
bildir ki ondan sakınsınlar ve ona uymasınlar. Bu konuda hiç kimsenin makam ve
mevkisinden çekinme ki, hiç kimse dini bozmaya, bidatleri hortlatmaya cesaret
edemesin. Çünkü Allah bu konuda senin ve dinin yardımcısıdır.
23) Senden başkalarının yaptığından daha çok ibadet ve
takatte bulunmaya çalış ki, ilmin meyveleri üzerinde görülsün.
24) Alimleri bulunan bir yere vardığında orada sadece sen
varmış havasına bürünme. Halkı etrafına toplayıp çekip çevirmeye kalkışma.
Onların hocalarına dil uzatma. Lüzumsuz ve yersiz tartışmalara girme. Delilsiz,
kaynaksız konuşma. Onlardan biri imiş gibi ol. Yoksa sana haset ederler.
25) Allah için, hep göründüğün gibi ol. Nasılsan öyle
görün.
26) Tartışma anında korkak olma. Yoksa bildiklerini
karıştırırsın, dilin tutulur kalır.
27) Çok gülmekten sakin, çünkü o kalbi öldürür.
28) Ancak ağır baslı bir şekilde yürü. Hoppa ve kaypak
olma.
29) İşlerinde aceleci olma.
30) Biri arkandan çağırınca ona kulak verme. Çünkü
arkalarından ancak hayvanlar çağırılır.
31) Konuşurken bağırıp çağırma. Lüzumsuz yere sesini
yükseltme. Sakin ve ağırbaşlı ol.
32) Yalnız kaldığında olduğu gibi insanların yanında da
Allah’ı zikret.
33) Namazlardan sonra kendine ait bir virdin (Allah’ı
zikir, şükür, Kur’un tilaveti ve duâ) olsun.
34) Her ay oruç tutacağın belirli günlerin bulunsun. Bu
konuda başkaları seni örnek alsın.
35) Mecbur kalmadıkça alış-veriş isleri ile uğraşma. Bu
islerini güvendiğin kişilere gördür.
36) Kendini kontrol et, başkalarını gözet ki, ilmin ile
hem dünyan hem de ahretinden yararlanılsın.
37) Dünyalıklarına ve bulunduğun haline güvenme. Çünkü
Allah tüm bunlardan seni hesaba çekecektir.
38) Ölümü çokça hatırla.
39) Hocaların için duâ ve istiğfarda bulun.
40) Kabirleri, ilmi ile amel eden zatları ve mübârek
yerleri çokça ziyaret et.
41) Dine dâvetin dışında havâ ve heves ehli ile düşüp
kalkma. Oyun oynama. Sövüp sayma.
42) Ezan okunduğunda hemen mescide koş.
43) İnsanların sırlarını açığa vurma.
44) Seninle isticara edenle sen de isticara et, ancak
rasgele insanlarla değil, seni Allah’a yaklaştıracağını bildiğin kişilerle.
45) Cimrilikten sakin. Aç gözlü ve yalancı olma.
Saçmalama. Her isinde mürüvvetini, insanlığını muhafaza et.
46) Her halükârda beyaz, açık renkli elbise giy.
47) Dünyaya çokça haris olma, gönül zenginliği içinde ol.
Fakir olsan bile kanaatkârlığını, gönül zenginliğini ortaya koy.
48) Eşyalarını rasgele insanlara değil, güvendiğin
kişilere teslim et. İşlerini de onlara gördür.
49) Şu adinin bayağısı olan dünyayı hep hakir gör, geçici
olduğunu aklından çıkarma. Allah katında olanın daha hayırlı ve daha kalıcı
olduğunu unutma.
50) Bir toplum seni öne geçirmedikçe, ne namazda ne de
başka işlerde onların önüne geçme.
51) İlim meclislerinde kızma, kendini bilgisizlerle ölçme.
52) Bu öğütlerime sarıl ki, Allah’ın izni ile önünde
sonunda ondan faydalanasın. Beni de duândan unutma. Ben ancak senin ve
Müslümanların maslahatları, yararlanmaları için bu tavsiyeleri yaptım.
Bir profesörün mezun etmeye hazırladığı öğrencilere verdiği son ders:
“Bilgisayar
mühendisi arkadaş!
İNŞALLAH iyi bir donanımcı, iyi bir programcı, iyi bir
networkcu veya iyi bir sistem operatörü olacaksın. Yalnız şu mühim meseleleri
sakın aklından çıkarma.
Bu kâinatın öyle bir donanımcısı vardır ki, bütün
mevcudatı ve içinde yeryüzünü create etmiş (yaratmış), güneşi bir power source
(güç kaynağı), ayı bir system clock (sistem saati) yapmış. O power sourcedir ki
kesintiye uğramaz ve o system clocktur ki şaşmaz ve şaşırmaz. O donanımcının
ilmini ve sanatının nihayetsizliğini gösterir. Bu zât aynı zamanda öyle yüce bir
programcıdır ki, şu muazzam hayat programını yazmış, yüz binlerce yıldan
fazladır error (hata) verdirmeden, crash ettirmeden (kesintiye veya kırılmaya
uğramadan) çalıştırıyor.
EĞER onun ne kadar iyi bir programcı olduğunu anlamak
istersen, önce kendine bak. Gözünle görmediğin küçücük bir hücrene bütün kodunu
save etmiş (kaydetmiş) ve yine o küçücük hücreden execute ettiriyor (icra
ediyor).
MADEM ki DNA’nın bir program olduğu apaçıktır ve bir
program programcısız olamaz; demek ki senin programcılığın o büyük zatın
programcılığına ancak bir ayna hükmündedir. Yine senin hücrelerinden oluşturduğu
networkun içine hadsiz protokollerle o hücreleri konuşturduğu gibi, seni de
diğer insanlarla türlü dillerde ve protokollerde konuşabilmen için gerekli
donanımı yanına vermiştir, öylece de gördürüyor, konuşturuyor ve dinletiyor. Ve
sen etrafındaki bütün cisimlerden haber alasın diye ışık, ses gibi türlü medyayı
hazırlamış kullandırıyor. Ve sen bunları keşfeder, kullanır, fakat bir yenisini
ekleyemezsin. O halde öyle büyük bir network uzmanı zât vardır ki, senin her
türlü ihtiyacını bilir ona göre techizatını verir. Senin networkculuğun ancak
onun sonsuz ilminden sana verdiği bir küçük parça ve bir büyük nimettir.
ARKADAŞ aldanma!
Bu güze dünya hayatı, programı bir limited trial
versiyondur (kısıtlı kullanım versiyonu). Görüyorsun ki elde ettiğin malı mülkü
hiçbir suretle save edemiyorsun (saklayamıyorsun). Öyle ise bu kâinat yazılımını
yazanı tanı. Hem hiç mümkün müdür ki bir programcı bu kadar güzel program yapsın
ve yaptığı programlarda about (Programların içine konulan ve programcısını
tanıtan açıklama) koyup kendini tanıttırmasın. Öyle ise bu kâinatın en büyük
donanımcısı, programcısı, networkcusu ve sistem operatörü olan zatın, her yere
işlediği about kesimlerini gör, öğren, full versiyonunu (sınırsız kullanım
versiyonu) kazanmak için çalış. Unutma ki hiçbir hareketin atlanmadan çok
dikkatli loglar (kayıtlar) tutuluyor. Bu loglar her şeye gücü yeten o sistem
yöneticisi tarafından kontrol edilecektir.
EY insan!....
İNSAN isen şu güzel işlere,
Tesadüfü, abesiyeti, delaleti karıştırma, çirkin etme,
çirkin yapma, çirkin alma.”….
HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-29
HACI İSHAK
EFENDİ
Hacı İshak efendi Erzurum’da çok iyi tanınan ehl-i keşif
bir insanmış. 7-8 sene evvel dar-ı bekaya irtihal eden bu Allah dostu,
fırıncılıkla uğraşıyormuş. Kendisiyle alakalı Kırkıncı Hocaefendi şöyle
dedi; “İyi bir nur talebesi idi. Risale-i Nurlara gelmeden evvel de
ubudiyetine dikkat eden, ibadetine çok düşkün, üstün bir kişiydi.”
Bu değerli insan ile alakalı Mehmed Kırkıncı hocamız bazı
hatıralar lütfettiler. Sizlerle paylaşmak istedik. Beğeneceğinizi ümid ediyoruz.
…Mehmed Kırkıncı Hocaefendi 1996 yılında Buhara’lı bir
ileri gelen zatın ricası üzerine “Anadolu’dan Türkistan’a Selam” başlığı
altında küçük bir risale hacminde bir mektup hazırlar.Yeni yeni uyanan Atayurd
insanına dünya ve ahiret mutluluğu için gerekli ölçüleri havi bir mektuptur bu…
Teberrüken girişinden bir parçasını nakledeyim;
“Türkistan yad edildikçe nazarımda muhteşem ve mukaddes bir manzara canlanır. O
feyyaz beldelerde yetişen, alemin gıpta ve hayranlıkla takdir ettiği nice
mürşidleri, maneviyat sultanlarını ve dağlar deviren, çöller aşan, müşküller
çözen nice kahramanları tahattur ederim. Ya Rab! O ne feyyaz toprak, o ne latif
iklimdir ki, sinesinde doğan, kucağında yaşayan evlatlarını evc-i kemalata,
fazilet ve marifete isal etmiştir.”
İşte bu risale ile alakalı şunları anlattı Kırkıncı
Hocaefendi; “Yazıya başladım…O sıra hastalandım ben. Evde yatıyorum, Ramazan
ayı…Namazı kılmış mıydım, kılmamış mıydım Hanım geldi, dedi ki; “Hacı İshak
efendi sizi ziyarete gelmiş.” Dedim; “Aç kapıyı, gelsin.” Geldi selam verdi,
“Hasta olduğunu duydum, ziyarete geldim” dedi. Sonra “Üstadı rüyamda gördüm.
Dedi ki; “O mektubu yazarken bir şahsı değil de, şahs-ı maneviyi nazara alsın.”
“Ne mektubu?” dedim. “Bilmem sen bir mektup yazıyormuşsun” dedi. Ben bu
mektubu yazdığımı kimseye söylememiştim. Sonra dedi ki; “Peygamberimiz(asm)
de buyurdu ki; “O mektubun başlarına da benim İslam’a davetnamelerimden birer
tane koysun.”
“HULUSİ AĞABEY HABER VERDİ”
Kırkıncı Hoca, İshak efendiyle alakalı diğer bir hatırayı
da şöyle anlattı: “Bir zaman Hacı Cahid ve Hacı İshak efendilerle Gaziantep’e
gittik, hizmet için…Gaziantep’ten döndük geldik Elaziz’e…Dedim ki; “Hulusi abi
buradayken elini öpmeye geliyorduk. Şimdi de kabrini ziyaret edelim.”
Orada bir Mehmed Orakçı var. O, Hulusi abinin
hizmetkarıydı. Hakkıyla, Hulusi ağabey hayattayken ona hizmet eden bir zat…Ona
misafir olduk. Dedik; “Hulusi abinin kabrini ziyarete gidelim.” Beraber Hulusi
ağabeyin kabr-i şerifine gittik
O zaman da Hacı İshak efendinin bir çocuğu vardı, meczup
bir çocuk. 5-6 ay evvel kaybolmuştu. Aradı, bulamadılar. “Herhalde bir yerde
öldü, kaldı” dediler… Hulusi ağabeyin orada dua ettikten sonra kalktık, geldik.
Hacı İshak efendi bir ara Orakçı’ya demiş ki; “Burada akıl hastanesi varmış,
neredeyse beni oraya bir götür.”
Dedim; “Yahu ne yapacaksın akıl hastanesinde?” “Dedi;
“Hocam hele oraya bir gidelim.”
Neyse, geldik o akıl hastanesinin kapısına…Dedi; “Siz
burada durun ben bir gideyim. Hacı Cahit’le beraber gittiler. Sonra bir de
baktım . O çocuğu ile birlikte geldiler. “Nasıl oldu?” dedim. “Hulusi abi
haber verdi” dedi…
HOCAEFENDİ’NİN AMELİYATI
Kırkıncı hocamız İshak efendiyle alakalı şöyle bir hatıra
da anlattı: “Hocaefendinin bir ameliyat olması söz konusu idi.(Riskli bir
ameliyat). Olup olmamakta tereddütte idi. Bana telefon açtı. “Hocam sen ne
dersin?” dedi. Dedim ki; “Hacı İshak efendiye söyleyelim, bir istihare etsin de,
ona göre bir şey yapalım.”
Hacı İshak efendiye durumu anlattım. “Olur”
dedi...Sabahtan geldi. “Hocam” dedi. “İstiharede gördüm ki, Hocaefendinin
yanında 5-6 kişi var. Hocaefendi iyi oluyor. İyi olduğu zaman bunlar bir iğne
vuruyorlar, hoca hasta oluyor.”
O rüyayı gördükten bir gün sonra idi. İstanbul’da Hacı
Celal efendi var. O da Hocayı çok seven bir adam. Tarikat ehli, çok iyi bir
insan…O, Kümbete geldi. Dedim; “Celal efendi Hocaefendinin böyle bir şeysi var.
Hele sen bir istihare et.” “Olur” dedi. “Bu gün istihare edeyim. Yarın gelir
sana söylerim.” Ertesi gün gördüğü rüyayı şöyle anlattı; “Hocaefendiyi bir
göle atmışlar. Orada bir de girdap var. Hocaefendi gölün içinde. Gölün etrafında
da bazı adamlar ellerinde sırıklarla Hocaefendiyi o girdapa doğru sürüklemek
istiyorlar, ama gölün suları onu ters çeviriyor, sahile doğru atıyor. Onlar
girdapa sokmak istiyorlarsa da muvaffak olamıyorlar.”
Hocaefendiye telefon açtım. Dedim; böyle böyle.” “Allah
senden razı olsun. Rahatladım” dedi. Ameliyata girmedi…
Salih Okur
HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-3
MEDENİLERE
GALEBE İKNA İLEDİR
Asrın mana doktoruna ait bu söz tebliğ metodumuza ait
önemli bir boyutu özetliyor.Muhabbet ve şefkat fedaisi olmayan bir hareketin
artık yaşama şansına sahip değil.Buna güzel bir örneği Fethullah Gülen
Hocaefendi şöyle anlatıyor.(Uşak vaazı-1980) “Bir hocamız, hak ve hakikate
tercüman anlatıyor. Etrafında beş on tane delikanlı,hatta Marksist-Leninist
tipten delikanlı, oturup onu dinliyor. Ve pek çoğu da ihtida ediyor. Dün biri
ihtida etmiş, bir kısım Müslümanlık öğrenmiş, yarın başkası ihtida ediyor, öbür
gün başkası ihtida ediyor. Böyle hizmet edenlerin say'ini Allah meşkur etsin.
Sema tebessüm ediyor. Arşın etekleri mücevherlerle doluyor. Resul-u ekremin
(asm) ruhu hoşnut oluyor ve bir gün yine böyle anlatırken sokakta polisimize
sıkılan kurşundan bahsediyor. “Türk askerini arkadan vur, Rus askerine selam
dur” sözünden bahsediliyor belki... buna benzer şeylerden bahsedilince üç-beş
gün evvel Müslüman olmuş bir delikanlı, Müslümanlığın heyecanı bütün
iliklerinde.... dizlerinin üzerine doğruluyor; “Hocam diyor.
Artık bu Marksist ve Leninist kafirleri kesmeli, her sokak
başını bunlara mezar yapmalı, bunları iflah etmemeli, gebertmeli falan etmeli,
filan etmeli... O böyle delikanlı genç delikanlı, yeni Müslümanlığın heyecanıyla
heyecanlı ve helecanlı konuşurken,
rengi benzi kaçmış, iki gün evvel bir gün evvel o halkaya
karışmış birisi var. İki gün evvel fırçası ve mürekkep tenekesi sokaklarda
Lenin’e, Marks’a ait şeyle yazarken ihtida etmiş, o mecliste bulunuyor, iki
günden beri... Bir aralık o sözlerini bitirince bu parmağını kaldırıyor;
Kardeş diyor; “Bir dakika bana müsaade eder misin ? Eğer sen şu yaptığın şeyi
bir hafta evvel yapsaydın vallahi beni baş aşağı cehenneme göndermiş olacaktın.
Ama hamd ediyorum Rabbime, bugün iman ettim. Ve dünyam aydınlandı benim”
Anlıyor musunuz her iki devirdeki heyecanı ? Anlıyor
musunuz hasımlarınızla dahi difüzyona geçmeyi, münasebet kurma yolunu? Biz bu
davanın dertlisi ve sevdalısıyız. Soluğumuz kesilinceye kadar böyle diyecek,
bunu inleyecek. Ve belki de bir gün ayaklarımın bağı çözülmüş, bunun için burada
yıkıldığımı göreceksiniz. Yirmi beş senedir bunun için ağladık, yirmibeş senedir
bunun için sızladık. Alev alev yanan gençliğimizin imdadına koşalım, sağa sola
inhiraf etmeden cehenneme gidenlerin önüne geçelim. “Burası çıkmaz sokak
diyelim” Hz. Muhammed’e(sav) giden yolu gösterelim.”
LAHMACUNCU FETHİ ABİ
Bazı insanlar vardır.Kendilerinin rağmına yaşar.Onlar için
kendileri değil başkaları vardır.Namsız ve nişansızdırlar.Mum gibi hep
başkalarını aydınlatmak için erirler ve biterler.Ben kendi adıma onlardan
yüzlercesini tanıdığımı söyleyebilirim.
Şimdi de sizlere bu infak kahramanlarından biriyle alakalı
bir hatırayı onları bir kuvve-i cazibe ile etrafına toplamış,
pişdarlarının dilinden nakledelim. Elinde lahmacun
arabası, lahmacun satan birisi var'. Unutamayacağım her yerde anlatacağım bir
insan. İki sene evvel bana geliyor diyor ki; "Hocam siz talebelere yer arıyor.
Onları barındırmak için tehalük gösteriyorsunuz. Ben şu arabacığımla sata, sata
iki kulübecik yaptım. Bu iki kulübecikten birisi bana yeter. Kabul buyurursanız
ikincisini içinde talebeler kalsın diye vermek istiyorum. “Ben Rabbimin rızası
istikametinde samimi olarak getirilen bu teklife hayır demedim. Olur dedim.
Çünkü olur dememle affa liyakati olmayan beni de Allah affeder. Onu böyle bir
koşturduğumdan, vesile olduğumdan dolayı Rabbim beni de affeder. Olur dedim
doymadı bu... Hayra aç olan bu insan bununla doymadı. Allah'a gönül vermiş bu
insan bununla doymadı. Aradan altı ay yedi ay geçti. Dedi ki; "Hocam evin kapısı
önünde bir bahçe var ya, ben bu bahçeyi bir yurt yapıp ta yüz talebeyi
barındırmak istiyorum." Ben evvela şaşkın, şaşkın; sokaklarda küçük el arabası
ile lahmacun satan bu adamın yüzüne baktım, şaşkın şaşkın. "Bu işi nasıl
yapacaksın. Burada hizmeti tekeffül eden arkadaşlar beş altı inşaat
yürütüyorlar. "Bin talebeye üniversiteye hazırlık kursu verip sahip çıkalım. Bin
talebeyi üniversiteye imtihana geldiğinde barındıralım. Sahip çıkalım. Ve
çeşitli okullara dağıtalım sahip çıkalım" diye "yüz yerde yurt yapalım,” diye
tehalük gösteren bu cemaat zaten dopdolu. Nasıl yapacağız bunu? "Hocam Allah'ın
yardımıyla, bu arabayla ben bu işi yaparım" diyor. Sonra, "Yapan arkadaşlara sen
kendi ellerinle
ver ne olur bunu. Elli bin lira kazanırsa, kırkbeşbin
lirasını getirir. Kırk bin lira kazanırsa, otuz beş bin lirasını getirir. Hiç
otuz beş bin lira getirdiğine şahit olmadım. Aradan sekiz ay veya dokuz ay
geçti. O yurdu yaptı. Şimdi boyasını yaptırıyor. Ve camlarını taktırıyor. İşini
bitirdi ferih ve fahur. Keyfi yerinde. Üç-beş hafta evvel yanımda kalan bir
arkadaşa gelip diyor ki; "Kardeş, hocama söylesen acaba giyip kullandığı eski
ayakkabılardan var mı? Hiç ayağımda ayakkabı kalmadı. Verse de giysem" diyor.
Anlıyor musunuz mümini ? Anlıyor musunuz Hakk’a gönül vermişi. Ve bunların
sayısı bugün binleri çoktan aşmıştır. Ben yüz defa fabrika tapusunu geri
çevirdiğim insan sayısı yüzün çok üstüne ulaşmıştır.
Yeniden bir sahabe devri başlıyor. Yeniden malını ve
canını feda etme devri başlıyor. Yeniden Hz. Muhammed’e (SAV) ait ocaklar
tütmeye başlıyor. Ve yeniden biz, bütün bu olup biten şeyler arasında Rabbimizin
bize teveccühünü duyuyor gibiyiz. Ve müşahede ediyor gibiyiz. Ve saflarımız
arasında bizi istikamete çağıran ve davet eden Hz.Muhammed(asm)’in mübarek
kokusunu duyuyor gibiyiz.”
EMİN İNSAN
Anadolu insanının dünyanın dört bir köşesinde açtığı irfan
kurumlarını karalamak isteyen insanlar hep şunu sordular:Bu değirmenin suyu
nereden?”Buna kısaca şöyle cevap verdik; “Anadolu’nun temiz insanının alın
terinden ve güveninden.”Çünkü bu hizmeti deruhte eden zatlar, onlara yaşantıları
ile büyük bir güven kredisi verdiler.İşte buna dair çok çarpıcı bir hatırayı
Fethullah Gülen Hocaefendinin yakınlarından Ahmed Sarıgüzel ağabey anlatmış,
bizler de gözyaşları içinde dinlemiştik.Kasete aldığım bu hatırayı sizlerle
paylaşmak istedim.
Ahmet Sarıgüzel Bey Hocaefendinin istiğnasını bir misalle
şöyle anlatmıştı: "Başımdaki insan, dışarıdan geliyor. Saat gece üçte hava
alanında karşıladık. Sabah saat sekizde gazete binasında toplantı olacak. Dedim
ki: “ Efendim gazetede yer tahsis edildi. Orayı da bir şereflendirseniz. Ta
Anadolu yakasına gidip saat sekizde tekrar dönmek zor olur, saat üç. Bu akşam
burada kalabilir miyiz? şereflendirebilir misiniz ?" dememize mukabil gözleri
doldu ve literatüre geçebilecek -lütfen gidin çocuklarınıza anlatın, lütfen- şu
sözleri söyledi: “Tabi ki bende isterim. Çok ta yorgunum, birkaç günden beri
uykusuzum. Fakat ben parasını vermediğim bir yatakta yatamam ki. Parasını
vermediğim bir sabunu, bir havluyu kullanamam. Ben bilirsiniz parasını
vermediğim bir seccadede namaz kılamam. Ama üzerimde para da yok. Harçlığım daha
gelmedi. Birkaç günden beri parasızım. Müsaade edin, ben gideyim. Anacığımdan
kalma yatağıma yastığıma uzanayım. Ne olur yerde de olsa uyurum. Ne olur
parasını vermediğim, hakkını vermediğim şeyi kullanmaya beni mecbur etmeyin."
Ahmet Sarıgüzel bey daha sonra şu çarpıcı ifadeyi kullandı: "Ah gözüm! İşte
cazibenin odağı budur. Sevginin kaynağı budur. Bunun için tutuluyor insan."
Salih Okur
HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-30
AFFEDİLMEYEN VAR
MI?
Son devrin büyük maneviyat sultanlarından biri de
Erzurumlu Hacı Salih Bilgin (1898-1991) efendi hazretleridir. İnşallah
İz Bırakanlar köşemizde hayat-ı seniyyelerini geniş olarak takdim etmeyi
arzu ettiğimiz bu gönüller sultanı insan ehl-i keşif bir nakşi halifesi imiş.
Sayın Selman Demir’in hazırlamış olduğu “Hacı Salih Efendi” (Şahsi
basım- Erzurum-2000) adlı kıymetli eserde gördüğüm çok çarpıcı bir hatırayı
burada nakletmek istiyorum.
Salih efendi Fethullah Gülen Hocaefendi’yi çok
sever, vesile olduğu eğitim hizmetlerini takdirle yad ederdi. Bazı yakınlarına
onun vaaz kasetlerini verdiği de oluyordu. İstanbul’da kaldığı yıllarda bilhassa
Süleymaniye’deki seri vaazlara iştirak ederdi. Gençlerin bu vaazlara
fazlaca rağbet göstermeleri onu çok memnun ediyordu. Bir Süleymaniye vaazı
çıkışında yanında bulunan Hakkı beye “Vaazda Çöğenderlilerden (Salih efendinin
köyü) kimseyi gördün mü? Diye sormuş, olumsuz cevap alınca “Ahh onlar! Ahh
onlar!... Keşke onlar da olsaydı. Acaba bugün şu camiden af edilmeden ayrılan
adam var mıydı?” demişti.
“BİR DAHA GELMEZ”
“Cevahir kadrini cevherfürüşan olmayan bilmez” der Alvar
İmamı. Ehl-i dil birbirlerinin kıymetini anlar. Ondandır ki onlardan birinin
ufulü “alemin ölümü gibi gelir” idrak edene…Mesela bir maneviyat sultanı şöyle
der bir sohbetinde; “Yani çok rahatlıkla diyebilirsiniz, Sungur abinin vefatı
nurun vefatı, Zübeyr abinin vefatı nurun vefatı, Kırkıncı hocanın vefatı nurun
vefatı gibi. Mevt ül alim mevt ül alem gibi diyebilirsiniz.”
Salih Bilgin efendi ile alakalı şu kısa hatıra da buna
ışık tutar mahiyette: “Erzurum araştırma hastanesinde yattığı sıralarda
ziyaretine Kırkıncı Hocaefendi gelmişti. O, müsaade isteyip ayrıldıktan
sonra Sâdi beye; “Bunlara iyi bakın… Bir Kırkıncı hoca, bir Fethullah hoca
bir daha gelmez” demişti.(age.s:82)
ÜSTADIN FARKLI BİR YÖNÜ
Bediüzzaman hazretleri fevkalade mütevazı bir
insan. Talebesi Hafız Halid efendinin kanaati şöyle; “Zahir hale
bakılsa, ilmihali bilmiyor gibi görünüyor; birden, bakarsın, bir derya
kesiliyor. Mezun olduğu miktarı ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan
istifade derecesi nispetinde söyler. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan
cihet-i istifadesi olmadığı vakitlerde, yeni ay gibi mahviyet gösterir. "Bende
nur yok, kıymet yok" der. Bu hasleti de tam tevazudur.” (Barla
Lahikası-s:132) Hatta “kuru üzüm çubuğu olduğunu hâliyle öylesine aksettirmiş
ki, onu gerçekten tanımayanların, bir bakıma böyle olduğunu sanmaları normal
sayılabilirdi.” (Hitap Çiçekleri.)
Aynı zamanda kendisi üç şahsiyeti olduğunu söyler; “İşte,
bu biçare kardeşinizde üç şahsiyet var. Birbirinden çok uzak, hem de pek çok
uzaktırlar.
Birincisi: Kur'ân-ı Hakîmin hazine-i âlisinin
dellâlı cihetindeki muvakkat, sırf Kur'ân'a ait bir şahsiyetim var. O
dellâllığın iktiza ettiği pek yüksek ahlâk var ki, o ahlâk benim değil; ben
sahip değilim. Belki o makamın ve o vazifenin iktiza ettiği seciyelerdir. Bende
bu neviden ne görseniz benim değil; onunla bana bakmayınız, o makamındır.
İkinci şahsiyet: Ubudiyet vaktinde, dergâh-ı
İlâhiyeye müteveccih olduğum vakit, Cenâb-ı Hakkın ihsanıyla bir şahsiyet
veriliyor ki, o şahsiyet bazı âsârı gösteriyor. O âsâr, mânâ-yı ubudiyetin esası
olan "kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül ile dergâh-ı İlâhiyeye
iltica etmek" noktalarından geliyor ki, o şahsiyetle, kendimi herkesten ziyade
bedbaht, âciz, fakir ve kusurlu görüyorum. Bütün dünya beni medh ü senâ etse
beni inandıramaz ki ben iyiyim ve sahib-i kemâlim.
Üçüncüsü: Hakikî şahsiyetim, yani Eski Said'in
bozması bir şahsiyetim var ki, o da Eski Said'den irsiyet kalma bazı
damarlardır. Bazen riyâya, hubb-u câha bir arzu bulunuyor. Hem, asil bir
hanedandan olmadığımdan, hısset derecesinde bir iktisat ile, düşkün ve pest
ahlâklar görünüyor.”
İşte buna bir misal olarak Necmi İlgen beyin
anlattığı bir hatırayı naklediyoruz: “Tahiri Mutlu abi anlatmıştı; “Bir
gün Üstadla beraber odada oturuyoruz. Ceylan vardı, Zübeyir vardı, ben vardım.
Üstad oturduğu yerden kalktı, su termosun bulunduğu yere gitti. Durdu, durdu,
durdu. Sonra tekrar döndü, yerine geldi, oturdu.
Biraz sonra bize döndü; “Şu termosu bana verin” dedi. Bir
abi getirdi. Üstad su içtikten sonra bize sordu: “Ben niçin oraya gittim biliyor
musunuz?” Biz de; “Bilmiyoruz, biz de şaşırdık” dedik. Dedi ki; Ben oraya su
içmeye gittim. Ama gittiğimde niçin gittiğimi unuttum, durdum, durdum. “Ben
buraya niçin geldim?” hatırlayamadım. Otuz sene evvel yazdığım bir kitabı aslına
bakmadan aynen yazarım. Ama oraya gittim, niçin gittiğimi unuttum. Demek bizi bu
hizmette istihdam eden , çalıştıran Rabbimiz var, onun izniyle hizmete sevk
olunuyoruz” dedi.
MEHMED FEYZİ EFENDİ VE MEHMED KIRKINCI HOCAEFENDİ
Mehmed Kırkıncı Hocaefendi 22.10.2003 tarihinde,
Kastamonu’nun medar-ı iftiharı allame Mehmed Feyzi efendi(1912-1989) ile
alakalı şu hatırasını anlattı: “1961 senesinde Sungur ağabeyle beraber
Kastamonu’da M. Feyzi efendiyi ziyarete gittik. İlk defa ziyaret ediyorum. Oraya
gitmeden Araç ilçesinde Abdullah Yeğin ağabeyin babasının evinde bir gece
misafir olduk. O gece orada yatarken rüyamda Peygamber efendimizi(sav)
gördüm.
Sabah kalktık. Kastamonu’ya gittik. Bir de baktım ki
Mehmed abinin siması rüyamda gördüğüm Peygamberimizin(sav) simasının aynısı…Ondan
anladım ki, Peygamber efendimizin(sav) bir varisi, vekili olduğu için bana öyle
görünmüş. Hani hadiste var ya; “El ulema verese tül enbiya(Alimler
peygamberlerin varisleridir.). Ondan öyle anladım.
Aradan yıllar geçti. 1987’de tekrar ziyarete gittim.
Aradan kaç sene geçmiş. Oturduk. Yatakta yatıyor, çok hasta…Baktı, gülümseyerek;
“Sen molla Mehmed olmayasın” dedi Halbuki bu sefer sakalım da var idi.
Enteresan bir şey…Çok tatlı bir adamdı, çooook…
ZÜBEYİR AĞABEYİN HOCAEFENDİYE SEVGİSİ
Kırkıncı hocamız aynı gün Fethullah Gülen
Hocaefendiyle alakalı da şöyle dediler: “ Zübeyir abi bana dedi ki
“Hocaefendiye söyle, İstanbul’a gelip geçerken bana misafir olsun.” Hocayı o
kadar sevmişti ki…Onun da (Hocaefendinin) ağabeylere saygısı öyle ki…
bambaşka bir şey canım….
Salih Okur
HATIRALAR
VE ÖLÇÜLER-31
ÖLDÜKTEN SONRA DİRİLME
Necmi
İlgen bey anlatıyor: “Üniversiteli gençlerle sohbet ediyorduk.İçlerinden bir
genç dedi ki; “Ben öldükten sonra dirilmeye inanmıyorum.” Neden inanmıyorsun
kardeşim? dedim.Dedi ki; “Ben öldükten sonra zaten toprağa gireceğim. Benim
atomlarım, nötron ve protonlarım, elektron ve moleküllerim dağılıp, toprağın
nötron, proton ve elektronlarına karışacak. Ben artık toprakla bütünleşmişim.
Zamanla benim atomlarımdan meydana gelen topraktan otlar çıkacak, o otu bir inek
yiyecek, geçeçek. Ben inekleşecem. Koyun yiyecek, koyunlaşacam. Değişik şeyler
olucam. Tekrar ben nasıl insan olucam.”
“Doğru Şinasi” dedim. “Söylediklerinin hepsi doğru Şinasiciğim.” Ve devam
ettim: “Sen kaç yaşındasın?” “Yirmi beş yaşındayım” dedi. Dedim ki; “Yirmi
altı sene evvel sen neredeydin?” “Yoktum” dedi. “Vardın Şinasiciğim” dedim.
“Vardın da varlığından haberin yoktu.” Merakla “Nasıl” diye sordu. Dedim
ki:“Sen bir Ispanaktın. Sen bir keçiydin, bir koyundun. Baban olacak adam
ıspanak yemeğini yedi. Keçinin kızarmasını, koyunun köftesini, ineğin
pirzolasını yedi. Babanın damarlarında sperm oldun. Sonra annene intikal ettin.
Annen hoşaf içti. Börek, köfte yedi. Kayseri’den gelen pastırmayı, Almanya’dan
gelen çikolatayı, Simav’dan gelen fasulyeyi yedi. Annenin karnında güzel bir
Şinasileştin. Haberin oldu mu Şinasileşirken?” “Haberim olmadı” dedi.
“Şinasiciğim, senin atomların, nötron ve protonların değişik yerlerdeydi. Hepsi
geldi bir araya, Şinasi oldun. Gene Cenab-ı Allah dağıtır onları. Günü geldiği
zaman yine toplar, güzel bir Şinasi olarak yapar, cennetine koyar.”
dedim.
“Gerçekten” dedi. “Bu yanıtınız bana bir kanıt verdi”
ÜSTAD KADAR BESLENME
Mehmed Kırkıncı Hocaefendi, Zübeyir Gündüzalp’ten dinlediği şu hatırayı
bize anlattı: “Üstad bir zaman Zübeyir abiyi Urfa’ya bir müddet kalması için
göndermiş. Urfa’da Abdullah Yeğin abi var o zaman. Orada bunlar demişler
ki: “Biz hakikaten Üstad gibi yesek, alışsak ne olur? Elbette iyi olur canım”
demişler. Ve başlamışlar bir tas çorbayı tâlime. Bir müddet sonra baktım diyor
Zübeyir ağabey dayanamıyorum. Gizlice bir lokantaya gidip karnımı doyurmaya
başladım. Eve geldiğimde görüyorum ki Abdullah abi hiç aldırmıyor, hayret
ediyorum. Maşallah diyorum. Nefsine ne kadar hakim. Meğer o da benden habersiz
gidip yiyor ve kendi kendine diyormuş: “Bu Zübeyir abi maşallah yahu, nasıl
dayanıyor?”
İLACI KULLANMAK
Mehmed Kırkıncı hocamız Mesnevi’den bir bahsi okurken şu hatırasını anlattı:
“Geçen sene İstanbul’a geldiğimde oradaki hanımlar demişler ki; “Kırkıncı hocam
bize bir ders okusa” Bir evde toplanmışlar. Bir arkadaşla beraber gittik.
Kalabalık bir cemaat vardı. Dersi okuduk. Sonra çaylar geldi ve sualler başladı.
Bir kız parmak kaldırdı: “Hocam, Üstad “Tesadüf, şirk ve tabiattan teşekkül
eden fesat şebekesinin âlem-i İslâmdan nefiy ve ihracına Risale-i Nurca verilen
karar infaz edilmiştir” diyor. Ama ortalık kafir dolu. Nerde infaz?”
Orada
birden aklıma geldi. Dedim ki: “Bir doktor kansere karşı bir ilaç bulsa dese
ki “benim bu ilacım kanseri yeryüzünde bitirmiştir.”O böyle diyor ama o ilacı
alan mı kurtulur, almayan mı? Alan kurtulur. Risale-i Nur’da böyle bir ilaç ama
onu ancak okuyan böyle hastalıklardan kurtulur. Alıp okumayan kurtulamaz. İlaç
bulunmuş ama, biz acaba pazarlayabiliyor muyuz?” Bu cevabım oradaki cemaatin
de çok hoşuna gitti. Teşekkür ettiler.
Biz
de, Risale-i Nur’un bu zamanın manevi bir ilacı olduğuna dair üç söz nakledelim
istedik.
“Esrar-ı Kur'âniyeye ait yazılan Sözler, şu zamanın yaralarına en münasip bir
ilâç, bir merhem ve zulümatın tehacümatına maruz heyet-i İslâmiyeye en nâfi bir
nur ve dalâlet vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu
itikadındayım.” Bediüzzaman
•“Bu
enharda öyle azîm şifalar var ki, hastalar içse, her türlü devayı içinde
bulurlar. Yaralılar içse, bin türlü yaralarına merhem bulurlar. İhtiyarlar içse,
hayat-ı ebediyenin civanmerd gençlerinden olurlar. Tazeler içse, saadet-i
dâreyni bir anda elde ederler.” Hüsrev Altınbaşak
“Evet, Risale-i Nur, o tahribatı Kur'ân'ın elmas hakikatleriyle ve Kur'ân-ı
Kerimdeki en kısa ve en müstakim bir tarikle tamir ve o yaraları, Kur'ân-ı
Hakîmin eczahâne-i kübrasındaki edviyelerle tedavi ediyor ve edecektir.”
Zübeyir Gündüzalp
Salih Okur
HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-32
“ABDULLAH’A BABA
OLMAK”
Abdullah Yeğin
ağabey Bediüzzaman hazretlerinin “Kastamonu'da
lise talebelerinden bir kısmı yanıma geldiler. "Bize
Hâlıkımızı tanıttır; muallimlerimiz Allah'tan bahsetmiyorlar" dediler”
ifadesiyle anlattığı gençlerden birisidir. O zamandan bugüne ömrünü İman ve
Kur’an hizmetinde geçirmiş bir büyüğümüzdür.
Mehmed Kırkıncı Hocaefendi 11.10.2003 tarihinde
“Evliya’dan bir adam” dediği Abdullah Yeğin beyle ilgi şu hatırasını
anlattı: “Abdullah Yeğin abinin babası, meşhur Sivaslı İhramcızade’nin
müridlerindendi. Abdullah abi hizmette ya... “gelmiyor, gitmiyor, evlenmiyor”
şeklinde oğlu hakkında şikayetlerde bulunuyordu.
1961’de evinde ziyaret etmiştik. Bulunduğumuz odada bir
tasavvuf kitabı vardı. Onun üzerine şöyle yazdım:“Bir padişaha baba olana
kadar, bir Abdullah’a baba olmak daha şereflidir.” O kadar hoşuna
gittiki..Ve sonra oğlundan razı oldu...
“ALLAH ÜSTADDAN RAZI OLSUN”
Rahmetli Bayram Yüksel ağabey 1996’da yaptığı bir derste
merhum Tahiri Mutlu ağabey hakkında şu latif hatırayı anlatmış: “Afyon hapsinde
Tahiri ağabeyin ailesi(hanımı) vefat etmiş. Annesi- babası ikinci bir hatun
buluyorlar. O da üstada sorunca, üstad izin vermiyor.
Üstad vefat ettikten kısa bir süre sonra birgün Tahiri
ağabey bana “ Kaç senedir beraberiz. Hiç benim evimi gördün mü? dedi. “Görmedim”
dedim.“Hadi bize gidelim” dedi. Gittik, izzet ikramda bulundu. Otobüsle gittik.
Geri döneceğiz. Otobüse bindik. Yaşlı bir kadınla erkek de oturdu. Bizden üç
sıra önde. Kadın kocasına hışımla “Otur otur başımın belası” diye bağırarak
söyledi. Tahiri ağabey birden heyecanla ellerini açarak
“Elhamdülillah...Elhamdülillah. Allah ebeden razı olsun
üstadımızdan...Aha, işte bu kadını alacaktım ben, üstad beni kurtarmış”
dedi.
TESBİHATIN ÖNEMİ
Bayram Yüksel ağabey aynı sohbette şöyle diyor: “Üstad
namazdan sonra “Sübhanallah, elhamdülillah. Allahü ekber”i kati surette terk
ettirmezdi. Bir gün Ceylan ağabeyin “Sub. sub. sub.” şeklinde hızlı okumasına
kızarak “Nedir bu sub. sub. sub.. Subhanalllah..Subhanallah “ şeklinde tane
tane, tefekkürle söylememizi istemişti.
TARİHÇE-İ HAYAT
Bayram ağabey bir soru münasebetiyle Bediüzzaman’ın
Tarihçe-i Hayatının hazırlanması hakkında şunları anlatıyor:“Tarihçe-i Hayatın
hazırlanmasına 1955’te başlandı. Zübeyir, Ceylan ve Sungur ağabeyler
tarafından hazırlandı. Hazırlandıktan sonra Üstad 1/4ünü çıkarttı. Yazılırken
Zübeyir ağabey günde 3-4 saat uykuyla geceli gündüzlü çalıştı. Üstad
hayatındayken üç defa okuttuğu Tarihçe için “On ordu, yirmi mecmua kadar
hizmet edecek” demişti.
Avukat Gültekin Sarıgül kardeşimiz gelerek, çeşitli ilim
adamlarının da görüşlerini alarak daha geniş bir tarihçe-i hayat hazırlamak
istediklerini söyleyince Üstad “Gerek yok, bu Tarihçe-i Hayat kâfi”
demişti.
TARİHÇE’DEKİ RESİMLER
Bayram ağabey aynı sohbete şu hatırayı da anlatıyor:
“Diyarbakır’da yüzbaşı Mehmed Kayalar vardı. O,
Tarihçe basıldıktan sonra Üstada bir mektup yazdı. “Resimlerin caiz olmadığını,
hadislerin buna karşı çıktığını bahsediyordu. Üstad güldü. “Kurşun kalem
getirin” dedi, getirdik. Üstad, Tarihçe’deki resimlerin hepsinin boynunu çizdi;
“Selam söyleyin.Yarım insan yaşamaz, zararı yok” dedi...
ÜSTADIN KIZDIĞI İKİ DEVLET
Merhum Bayram Yüksel, şehadetinden 11 gün önce, yani
8.11.1997’de Almanya’da yaptığı bir sohbette şöyle diyor. “Üstad hazretlerinin
en fazla kızdığı devletler; İngiliz ve Fransız’dı. “1400 senedir İslamiyete
ikisinden zarar geldi.” diyordu.
Salih Okur
HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-4
HULUSİ BEY'İN
BİR KERAMETİ
M. Ali Bağlıtaş bey anlatıyor: 1968-70 yılları arasında
Hulusi Yahyagil ağabey Bingöl'ün Genç ilçesini ziyarete gelmişti. Ekspres
ancak iki dakika kalır, yolcuları alır giderdi. Kardeşler, Hulusi ağabeyin
çantasını dershanede unutmuşlar. Gidip çantayı getirinceye kadar tren bekledi.
Çanta gelince ve trenin kapısından girince ekspres hareket etti. Bu hadise o gün
merhum Hulusi Ağabeyi yolcu edenlere de çok ciddi bir manevi lezzet ve feyiz
vermişti.
BEDİÜZZAMAN'IN MEVDUDİ HAKKINDAKİ GÖRÜŞÜ
risaleleri Arapçaya terceme eden İhsan Kasım bey Karaçi'de
gazeteci Muhammet Sabir’i ziyaret etmiş. Sabir 1950'lerde Bediüzzaman'ın
Emirdağında ziyaret etmiş bir zat. Üstad onu Emirdağ’dan Eskişehir’e kadar yolcu
etmiş. "Bir gece üstat da kaldım" diyor. Çok sorular sordum. Üstada. Mevdudi'den
sordum. Cevaben:"Salih Özcan bana Arapçalarından getirdi dedi ve müspet şeyler
söyledi. Üstad bana iki tokat vurdu.Ağabeyler "bu muhabbet tokadıdır" dediler.
İMAN KURTARAN ESER
Prof. Dr Mehmed Coşkuner, arkadaşı prof. Abdülbaki Turan
beyden naklen 23.10.1996’ta şöyle bir hatıra anlatıyor: Ünlü alim Sadreddin
Yüksel (Cenab-ı Hakk şifalar nasip etsin) hocamıza bir vakit şöyle sordum:
“Siz seyda idiniz,hoca idiniz, şarkta söz sahibi bir kimse idiniz,neden Risale-i
Nur’u gördükten ve bu eserleri okuduktan sonra o tarz-ı hizmeti esas alıp, buna
kuvvet verdiniz ve bu hizmete dahil oldunuz?
Cevaben şöyle dediler: “ben böyle bir soruya çoktan beri
muntazırdım. Bunu anlatmak istiyordum.Siz buna vesile oldunuz. Benim İmanımı
kurtaran bir esere hayatımı versem azdır.
Dedim ki: Hocam nasıl olur,sizin imanınızı nasıl kurtarır?
Siz o kadar talebe yetiştirmişsiniz. Bu kadar bilginiz var? Sadreddin Hoca dedi
ki: “Benim kader mevzuunda tereddütlerim oldu.ya intihar edecektim.Veya
cinnet getirecektim.İkisi de ebedi hayatımı mahveden dünyamı karartan musibetler
olacaktı. O tereddütlerimi İşarat-ül İ’caz’daki kader bahsi halletti. Benim
imanımı tahkiki hale getirdi. Ben de böyle bir esere canımı versem ucuzdur.
“SANA ELBİSE ALACAĞIM”
Abdülvahid Mutkan bey anlatıyor: Zübeyr ağabey yamalı bir
elbise üstadımızın yanına gitmiş. “Bu sofuluk, bu kıyafet üstadımızın hoşuna
gidecek” diye... Üstad bu kıyafeti görünce; “Ben sana elbise
alacağım.Demesinler ki, Said’in hizmetkarları perişan...Zübeyr ağabey o
pantolonu daha giymemiş.”
ŞEYH SEYDA'NIN BEDİÜZZAMAN'A DUASI
Muzaffer Aslan bey naklediyor; Cizre’deki merhum Şeyh
Seyda bir gün şöyle demiş yakın talebelerine:"Ben bir dua ediyorum, siz amin
deyin. “Bediüzzaman ve talebelerini Cenab-ı Hak muvaffak etsin. Bizi de onlarla
beraber haşretsin. Amin" İşte büyüklerinin birbirine bakış açısına güzel bir
misal.
Salih Okur
HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-5
KORKMA, TİTRE"
Mustafa Sungur abi Zübeyr ağabeyden naklediyor.Üstadımız
bir gün Zübeyr abiye diyor ki: “İnsanlar zamanla değişiyor, korkmak lazım.
Zübeyr ağabey de “Evet Üstadım, ben de korkuyorum deyince üstadımız: Evet sen
de titre ve kork" diyor.
İLİM TALEBESİNİN KIYMETİ
Mustafa Sungur anlatıyor:1954 senesinde Zübeyr ve Ceylan
Üstadımızla beraber olduğu halde Üstad at üstünde olarak Barla’da tarlalardan
göle müteveccihen gidiyorduk. Aziz üstadımız Cenab-ı hakka hamd etmeye başladı;
Zahmet çekmediğim halde Cenab-ı Hakk üç evlat...Üstadımız
“Benden sonra Ceylan ve Zübeyr şehid olacaklar”
buyurdu.Ben dedim:“Üstadım, ben de şehid olayım.” Üstadımız: “talebe-i ulum
olarak ölmek, o da şehidlik gibidir.” dediler.
BEDİÜZZAMAN KABRE KONDUĞUNDA
M.Sungur anlatıyor: Bir muhterem(Mehmed Kayalar) Urfa’da
üstad defnedilirken: “Sen ne hissediyorsun?” diye bana sordu.“Ben bir şey
hissetmiyorum” cevabını verdi. O ise şöyle dedi: “Ben şöyle hissediyorum”
diyerek müşahedesini şu tarzda anlattı: “Kabirde münker ve nekir üstada
sordu:“Men Rabbüke?” Üstadımız o iki meleği tutup onlara Risale-i nur’u birden
okudu. Üstadın bu cevabını zemin ve asumanın bütün melekleri dinlediler. Birden
kainattan bir alkış koptu... hissettim” dedi.
BAZI ŞERAİT İÇİNDE HİZMET
Mustafa Sungur anlatıyor: Hz Üstad buyurdu: “Bazı
sahabeler İslamiyeti tebliğ etmek için kilisede hizmet etmişler, hatta
boyunlarına haç takmışlar.”
HARAMA BAKMAMA
Sungur Ağabeyden naklen: Üstadımızın vefatından iki sene
kadar geçtiği bir sırada(1962) Üstadın kardeşi Abdülmecid Efendi ile
görüştüğümüzde Üstadın şöyle dediğini kendisine naklettim:“On sene İstanbul’
da kaldım, hiçbir kadına bakmadım. Çünkü alem-i misal bana açılmıştı.
Rahmetli Abdülmecid ağabey de bana şöyle demişti: Bir
hatırada ben sana anlatayım: Ben Van'da bir gün Seyda'ya(Bediüzzaman) dedim ki:
"Seyda ben sizden 10 yaş küçük olduğum halde evlenmeden duramadım.Siz de ise
evlenme meyline dair en ufak bir kıpırdanma görünmüyor.yoksa sizin şehvetiniz
yok mu?" Bu sözüm üzerine Üstad bana: (mealen)
"Abdülmecid, dedi "Ben şimdi istesem yirmi kadınla da
evlenebilirim. Fakat kalbimde ve kafamdaki dava ve Kur'an hizmeti beni yatağımda
bile o gibi şeyleri düşündürmüyor. çünkü mahfuzum."
URFALI KAMİL EFENDİ VE BEDİÜZZAMAN’IN TEVAZUSU
Abdülvahit Mutkan beyin Üstad Bediüzzaman’ın yakın
talebelerinden merhum Refet Barutçu(1886-1975) beyden dinlediği şu hatıra
Bediüzzaman hazretlerinin tevazusuna ve kişilere uygun konuşmasına güzel bir
misal: “Eski dersiamlardan Mahmud Kâmil bey Beyazıt camiinde öğle vaktinde bir
saat vaaz verir,Beyazıt camii ağzına kadar dolardı. Gençlik mahkemesi münasebeti
ile İstanbul’a gelen üstadımızı Mahmud Kamil bey ile Akşehir palas otelinde
ziyarete gittik. Üstad’ın oturduğu odaya kontrplak döşenmiş, içeriye ayakkabılar
çıkarılarak giriliyor.
Avukatlık da yapan Mahmud Kamil bey boylu, poslu çok
heybetli bir zat. Odaya girdikleri zaman Üstad,“Kamil beye kürsü getirin”
diyerek sandalye getirtip, karyolanın karşısına, sandalyeye oturttu. Odadaki
diğer misafirler yerde diz çökerek oturdular. Mahmud Kamil bey kendini tanıttı,
avukatlık yaptığını anlattı. Ayrıca bir eski hatıraya temasla,“Ben Urfa’da
tahsilime devam ederken, siz Van’da ders okutuyordunuz.Ben sizden ilm-i maani ve
Beyan dersi almak için Van’a gelmeye hazırlandım, fakat nasip olmadı” deyince
Üstad: “Ben bu kardaşıma ders verecek iktidarda değilim” deyince, o
heybetli, uzun boylu zat kendini sandalyadan yere atıp, diz çöktü ve üstadımızın
yine ellerinden öptü. Üstad devamla: “Fakat Kur’an’ın bu asrın fehmine bir
dersi olan Risale-i Nur hepimize ders veriyor” dedi. Bir Üniversiteli nur
talebesine Gençlik Rehberindeki Hüve nüktesini okuttu. Bazı yerleri de izah
etti. Bu dersi dinleyen Kamil bey heyecanlanarak benim dizime dokundu ve:
“İşte âlim bu eserin sahibine derler, bize âlim demezler” dedi.
Salih Okur
HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-6
“AYNI KOLA
BAĞLIYIZ”
Kastamonu’nun medar-ı fahrı büyük alim merhum Mehmed
Feyzi efendi’ye müminler arsındaki ihtilafı kastederek şöyle demişler: “Beş
parmak gibi olduk” cevaben : “İyi ya aynı kola bağlıyız” buyurmuş. Bu
ölçü devamlı hatırlarda tutulmalı. Üstad Bediüzzaman da “Dini cemaatler maksadda
ittifak etmelidirler.Yoksa meşrebde ihtilaf gerekmediği gibi caiz de değildir “
demiyor mu?
“RAHMET-İ İLAHİYİ TAKSİM ETMEYİN”
Mehmed Feyzi Pamukçu (1912-1990) ve Ahmed Feyzi
Kul (1905-1972) Bediüzzaman hazretlerinin talebeleri arasında ilmi cihetleri
ile dikkat çeken iki müstesna sima. Bir ara Kastamonu’da ağabeyler ve kardeşler
“acaba Ahmet Feyzi mi yoksa Mehmet Feyzi mi daha ileridir?” diye konuşmuşlar.
Merhum Mehmet Feyzi Ağabey : “Rahmet-i İlahiyeyi taksime yeltenmeyin”
diye onları ikaz etmiş.
ÜSTAD BEDİÜZZAMAN’IN SIKÇA SÖYLEDİĞİ KÜRTÇE BİR TEMENNİ
“Hüda meru şaş dike, kaş neke. Kaş dike, fahş neke.
Fahş dike, purş neke. Purş dike, perişan neke. Perişan dike, müşevveş sergerdan
neke.”
Meali: Allah, adamı şaşırtırsa, süründürmesim.
Süründürürse, fahşetmesin. Fahşederse, dilenci vaziyetine getirmesin. Dilenci
vaziyetine getirirse perişan etmesin. Perişan ederse, başıboş sergerdan
etmesin.”
MOLLA RESUL’ÜN BEDİÜZZAMAN’LA İLGİLİ İKİ HATIRASI
Molla Resul Bediüzzaman hazretlerinin Eski Said dönemi
talebelerinden.Yaşça Üstad’dan 4-5 yaş büyüktür. Mustafa Sungur bey Muradiye’li
Kamil Ağabeyden , o da Mola Resul’ den naklediyor: “ Üstadımız ders verirken
okuttuğu kitapta yazılı olmayan bilgiler verince Molla Resul: Kitabı kapatıp
bunları değil seni dinleyelim, diye kinayeli bir şekilde söyleyince Üstad:-
Molla Resul! Onların ilimleri deniz olsa Said’in ancak ayak topuklarına kadar
gelir.diye ifade buyurmuşlar.
Tıraş olurken kalan kılların çekme işini Molla Resüle
yaptırıyor. Molla Resul: “Seyda benim elim titriyor, bak bu gençler yapsın”
deyince Üstadımız: “Onların elleri mer’e (kadın) eli gibidir. Benim yüzüme
değmesini istemem” buyurmuşlar.
“BU İTİRAZ’IN”
M.Sungur ağabey 2.4.1998’de şöyle latif bir hatıra
nakletmişler(nakleden Abdülvahid Mutkan): Rahmetli Abdülmecid Efendinin
Bediülbeyanın ve Nurların baskılarını durdurma tehlikesi olmuştu. Bekir Bey
Abdülmecid Efendinin biraz daha aktif davranmasını arzuladığından kendisinin
dizini yumruklayınca Abdülmecid Ağabey :“Dur hazretim. Ben Seydaya da itiraz
ediyordum; “Nedir senin bu halin Seyda! kah Erek Dağı’nda kah Selanik’te kah
Şam’da kah İstanbul’da bulunuyorsun. Cübbeni giy bir yerde otur, ders okut
böylece hizmet et.” Hz. Üstad : “Sen bu itirazın yüzünden duama ancak
beşinci tabakada girebiliyorsun.”
NUSRET KOCABAY HOCAEFENDİ
Ağrı’da bulunan muhterem Nusret hocamızın bir hatırası.
Nusret hocamızın ablası salihat-ı nisvandan ve turuk-u âliyeye mensup bir
ablamız. Babaları da nakşi hulefasından bir zat-ı muhterem imiş. Ablası, Nusret
hocanın Risale-i Nur’larla iştigalini ve gençlere iman dersleri vermesini pek
hoş karşılamaz: “Herkesin dersi bitti, seninki hala bitmedi. Sen bunlarla ne
uğraşıyorsun? Senin tarikatı, Arapça’yı terk etmen, başı açık çocuklarla oturman
sana tokattır” diyor.Üniversitedeki gençlere, Risale-i nurları okutan,
nurların neşrine canla-başla çalışan icazetli hoca olan kardeşini tenkit ediyor.
7-8 sene önce bir ramazan bayramı sabahında erkenden yeğeni, ablasını bir ata
bindirip Nusret hocamızın evine getiriyor. Hocaefendi kapıda “hoş geldiniz,
buyurun” diyor. Ablası: “sen beni helal et” diyor. Hocamız yine içeri buyur
ediyor.
Ablamız şöyle diyor. “Bu gece rüyamda Resulullah(sav)
efendimizi gördüm. Çok büyük bir cemaatla gelmiş. Ona teveccüh ettim. Ziyaret
etmek istedim. Efendimiz(sav) bir zatı işaret ederek: “Bu, hocanın
seydasıdır. Ona git” buyurdu. O zat ise, başını çevirdi, bana bakmadı, elini
vermedi. “Sen hocaya çok dokunuyorsun” dedi. Ben çok üzüldüm., fakat yine
de ben cemaati buyur ettim. “biz hocaya gidiyoruz” dediler. Hoca bu kadar
cemaate nasıl yemek verecek diye düşündüm.O an uyandım.” Ablası uyanınca, çok
yaşlı ve ihtiyar olduğu halde, oğlu tarafından ata bindirilerek, sabah erkenden
başka köyde olan hocanın evine geliyor, kardeşinden helallik diliyor. Ondan
sonra “Hoca doğru yoldadır. Hocaya ilişmeyin” diye hem nurları, hem
kardeşi, Nusret hocayı müdaafa ediyor. El’an sıhhat ve afiyetle
berhayatttır.29-12-1993’te kendisinden bu hatırayı dinleyen A.Mutkan bey
naklediyor.
Salih Okur
HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-7
BEDİÜZZAMAN
ZARARLI DEĞİLDİR
Üstad Bediüzzaman’ın talebelerinden M. Sungur’dan naklen
Abdülvahid Mutkan bey anlatıyor: Samsun Mahkemesindeki menfi tutumlardan,
kanunsuz hareketlerle hissi davranışlardan sıkılan Üstadımız “Sunguruma böyle
yapan tokat yiyecek” buyurmuşlar. Halbuki Savcı Rabi Oktay İzmir’e başsavcı
olarak tayin olmuş. O sıralarda Adliye Vekili Osman Şevki Çiçekdağ trafik
kazasında ölmüş.
İki yıl aradan sonra Sungur Ağabey askere gidiyor. Altı
aylık eğitimden sonra kurası Samsun’a çıkıyor. Samsun’da bulunduğu sıralarda
Üstadımız Samsun Ağır ceza reisi İsmail Hakkı Çırağankaya’nın hasta olduğunu
öğrenince ona selam gönderiyor. Hastalığının inşaallah keffaretüzzunub olduğunu
ve olacağını söylüyor
Hasta yatağından doğrulan reis çok memnun oluyor. Gözleri
yaşararak “Hakikaten affetti mi?” diye soruyor.Üstadla olan hatıralarını
naklediyor: Sultanahmed’de Üstadımızdan nahivden bir bölüm olan Elfiye’yi okumuş
ve ders almışlar. “Ben bilirim Seydayı, maşayı sallasa her şeyi temelinden
sarsar, fakat devlet aleyhinde bir niyeti menfi bir gayesi yoktur” diyor.
Sungur Abi muhakeme edildiği sıralarda Adliye Vekilinin devamlı savcıya telefon
ederek Malatya’daki gibi bir hadise çıkarmak ve Said Nursiyi tevkif edin diyerek
milletin huzurunu bozmak istediğini, savcının da reise baskı yaptığını anlatmış!
HZ ALİ-HZ MUAVİYE MESELESİ
Sungur ağabey anlatıyor: “Hz. Ali (r.a) ile Hz. Muaviye
(r.a) arasındaki geçen bahisler okunurken ben içimden Hz. Ali (r.a) efendimize
karşı şiddetli bir tarafgirlik ve diğerlerine karşı kalben bir soğukluk hali
geldiği sırada Üstadımız birden benim böğrüme doğru şiddetli bir şekilde
dürtmeye başladı ve dedi ki: “Onlar bütün bütün haksız değiller. Hudutlar
genişlemiş, ihtiyaçlar çoğalmış. Kumandanlara eski verilenler kafi değil
tarzında” ifade ederek ikazda bulunmuşlar.
ESKİ SAİD’DİN ÜÇ HUYU
Molla Hamid ‘den naklen A.Mutkan bey anlatıyor: Hz. Üstad:
“Eski Said’in üç şeyinden memnunum; yalan konuşmazdı, gıybet etmezdi, nazardan
sakınırdı” demişti.
ABDÜLMECİD ÜNLUKUL VE NUR TERCEMELERİ
Abdülmecid efendi Bediüzzaman hazretlerinin kardeşi ve
aynı zamanda onun yanında yetişmiş bir talebesidir. Bediüzzaman onun için “Şu
anda ne Türkiye’de, ne Mısır’da onun gibi alim yoktur” demiştir.
İşarat-ül İ’caz ve Mesnevi-yi Nuriye adlı eserlerinin tercümesini de
Abdülmecid efendi yapmıştır. 1967’de dâr-ı bekaya göç eden bu muhterem alimimize
“Allah rahmet etsin” diyerek, onunla alakalı bir hatırayı naklediyoruz. A.Mutkan
bey anlatıyor: “31.1 1994’te Üstadın talebesi Hüsnü Bayram bey, Fatih’te bir
sohbetimizde, merhum ve muazzez üstadımızın kardeşi Abdülmecid efendi merhumun,
Üstad’ı Isparta’da ziyaretini anlattı.
Kardeşinin Isparta’ya gelişinde üstadımız bayram
yapmış.Bütün ağabeyleri çağırıp odasının kapısını açmış. Hep birlikte oturup
sohbet ederken, 40 senedir görüşmedikleri için üstadımız çok sevinçli bir
vaziyette imiş. Bir ara Abdülmecid efendi: “Ben şimdiye kadar yazılmış İslami
eserlerden okumadığım kitap yoktur,
kalmamıştır.” diyebilirim. İmani,İslami hakikatları,akli,
mantıki delillerle Seyda gibi izah eden yoktur. Seyda’nın
beş sayfada anlattığı ve izah ve isbat ettiği bir meseleyi akli ve mantıki
delillerle izah eden bir kitap yoktur” dedi.
Üstadımız Abdülmecid efendiye hitaben: “senin
tekasülünü telafi için sana iki vazife vereceğim. Mesnevi-yi Arabi ile İşarat-ül
İ’caz’ı tercüme et.” O ise; “Ben bundan affımı isterim” dedi. Fakat
daha sonra, üstadımız yanından ayrılıp bizler beraber kalınca “Madem üstad
bana vazife verdi. Ben bunu yapacağım” dedi. Böylece bu iki eser tercüme
edilmiş oldu ve neşredildi.
VAHŞİ ŞABAN AĞABEY’DEN
Vahşi Şaban ağabey halen Isparta’da ikamet eden çok tatlı
ve esprili bir zattır. Kendisini ziyaret etmek isteyen öğrenci gruplarını
gülmekten kırıp geçirir. “Sizi ziyarete geldik diyenlere ilk mukabelesi
“kardeşim ben türbe miyim” olur.Ona Vahşi ismini latife olarak Bediüzzaman
takmıştır. yoksa öyle vahşiliği falan yok,sevimliliği,güleryüzü çoktur. Bir
hatıra da ondan nakledelim. A.Mutkan bey ‘in kendisinden dinlediği bir hatıra:
“Ankara davasında 12 kişiyi tevkif etmişlerdi.(1958) Üstadımızın yanındaki
hizmetkarları ve onun hizmetini bilenler hepsi hapiste olduğu için ben, büyük
ruhlu Küçük Ali Ağabey ile birlikte hizmete çalışıyorduk. Fakat Üstadımıza çok
sıkıntı verdiğimizi sonra anladık. Üstadımızı 19 defa zehirledikleri için bize
tedbir dersleri vermeye mecbur olmuştu. Mesela: Üstadımızı 19 defa
zehirledikleri için bize tedbir dersleri vermeye mecbur olmuştu. Mesela:
Yoğurt alırken mandıracının verdiğini değil bizim kendi istediğimiz kaseyi
almamız lazımmış. Fırında da öyle yapmamız gerekirmiş. Bunların hepsini hep
yeniden Üstadımız bana da öğretti. Üstadı çok yorduk, rahatsız ettik.
Üstad bana “yemek pişirmesini bilir misin ?” diye sordu.
Bilirim efendim” dedim. Halbuki Üstadın ne yediğini , yemeğinin nasıl
pişirildiğini bilmiyordum. Üstad; “Burada pişireceksin” dedi. Ben “ Yağ bu kadar
yeter mi?” diye sordum. Üstadımız başıyla evradını okurken başıyla işaret etti.
Ben tuzu da sorunca Üstad hiddetle “Sen beni meşgul ediyorsun” diye beni kovdu.
Ben Mahmut’ a gittim. “Üstad beni kovdu” dedim. O dedi ki:
“Bir şey olmaz, sen içeri gir üç parmak şehriyeyi sefer tasındaki suya koy, iki
parmağınla tuz al onu da ilave et. Bir çay kaşığı tereyağı bırak, kaynayıp
pişince ocaktan indir, bir yumurta içine kır, Üstad ona iki kaşık yoğurt koyar,
yer.”
Ben korka korka içeriye girdim. Öyle yaptım, Üstad onu üç
öğün ekmek doğrayarak yedi. Ertesi gün artanı Küçük Ali Ağabey ile bana verdi,
“Tabağımı da yemeyin” diye bize iltifat etti. Kalanını ikimiz beraberce
yedik.“
Salih Okur
HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-8
ESAD
ERBİLİ(1847-1931) VE BEDİÜZZAMAN
Kurban bayramının üçüncü günü(13.2. 2003) Üsküdar’da
ziyaret ettiğim, Üstad Bediüzzaman hazretlerinin talebesi Sungur ağabey
şehid veli Esad Erbili hazretlerinin Bediüzzaman hazretleri hakkında bir
ifadesini naklettiler. Bilindiği gibi Esad efendi Osmanlının son devrinde
yetişmiş büyük bir tasavvuf adamı ve alimdi. Sungur ağabey “Esad efendi için
Üstadın “evliya-yı azimeden” dediğini ben bizzat işittim” dedikten sonra
şu hatırayı anlattı:
Sami (Ramazanoğlu) efendinin talebelerinden Safranbolulu
Nuri efendi, Üstadı ziyaret etmişti. Üstad, ona: “Ben senin yaşındayken, Kelami
dergahında Esad efendiyi ziyaret ederdim. Bazı meselelerde itiraz ederdim.
Oradaki halifelerden bazıları bundan gocunurlardı. Bir gün yine böyle bir şeyden
sonra bana kızan bir talebesine şöyle demiş: “Said’e dokunma, dokunma...O,
ilerinin İmam-ı Rabbanisi olacaktır.”
ABDÜLHAKİM ARVASİ VE BEDİÜZZAMAN
Sungur ağabey aynı ziyaretimde Abdülhakim Arvasi efendi
ile alakalı da şunları anlattı: 1950’de Abdülhakim Arvasi’nin oğlu Emirdağı’na
gelmişti. İkindi namazını eda etmiştik. 33 tesbihat bitmişti. Sıra La ilahe
illalllah’a gelince A.Arvasi’nin mahdumu kalkmak istedi. Hz. Üstad ona işaret
etti. “Otur” dedi. O da oturdu. Tesbihatttan sonra, Sikke-i Tasdik-i Gaybi’den
(sh:63-Envar neşr) “eyuhhibbu ehadüküm...mektubunu okuttu. Ve ona: “Fakat,
baban evliyadandır. Biz Denizli hapsine, baban da kabre gitti” dediler.
“ONU DA TEVKİF EDİN”
Rahmetli Ali Uçar bey, Gönenli Mehmed efendiden
naklediyor: “Hz Üstad, Kastamonu’da vali Mithat Altıok’a; “Ben gidiyorum,
yarın gelen var. Kuvvetiniz kafi geliyorsa, onu da tevkif ediniz, durdurunuz”
diyor. Ertesi gün başlıyor Kastamonu sallanmaya; zelzele...
VAN’DA BİR MÜNAZARA
Bediüzzaman hazretleri 1910 yılında İstanbul’dan ayrılıp
Van’a yerleşmiş ve her yerde olduğu gibi ilmi kudreti ile nazar-ı dikkatleri
kendine celp etmişti. Harb-i umumi de(Birinci dünya savaşı) esir düşene kadar
burada talebe okutmuştu. O günlerde kendisini ziyaret eden Molla Süleyman
efendi anlatıyor(Ali Uçar’ın notlarından): “Biz, İşarat-ül İ’cazın katiplerinden
Molla Habib’le birlikte İran sınırına yakın bir yede ikamet ediyorduk. Molla
Said efendiyi daha önceleri işitmiş, gıyaben ona meftun ve hayran olmuştuk.
Memleketten, üstadın medresesine, yani Van’a gelip de kendisiyle görüşüp, manevi
büyüklüğünü ve kemalatını yakinen görünce, kendisine bağlılığımız ve sadakatımız
daha da arttı.
O zaman genç Said’in bu kadar şöhrete sahip olmasını diğer
alimler çekemiyorlardı. Kendisini münazaraya davet ettiler. Münazara günü
ellerinde sopa, tabanca ve sustalı çakı olduğu halde geldiler. Hz.Üstad’a
yetmiş kadar soru sordular. Üstad hazretleri bu suallerin hepsine hiç düşünmeden
tereddütsüz cevap verdi. Bu hadisenin günlerce Van’da bahsi oldu, şehir bu
havadis ile çınladı.
MEHMED AKİF VE BEDİÜZZAMAN
Molla Süleyman efendi Bediüzzaman hazretleri Rus
sürgününden avdetinde İstanbul’a gelip, Dar-ül hikmet-il İslamiye’ye aza tayin
edildiğinde bir sene kadar hizmetinde bulunmuş. Şu hatıra da yine ondan:
“Mehmed Akif, daima Üstadın yanından ayrılmazdı. Üstad Konuşurken M.Akif hiç
sesini çıkarmaz,kemal-i hürmetle dinlerdi.”
HATIRLARINI KIRMADIĞI DÖRT TALEBESİ
Rahmetli Bayram Yüksel ağabey demiş ki: “(Ali Uçar’ın
notlarından): “Hazret-i Üstad, Refet, Hulusi, Molla Hamid ve Ceylan
ağabeyleri kırmazdı.”
YOLA ÇIKARKEN
Merhum Ali Uçar ağabey, notlarında şunları yazmış;
“Ankara’dan Polatlı’ya gidiyorduk. 4 Ocak 1976. Aşağı yukarı Ankara’dan ayrılalı
10-15 dakika olmuştu. 20. kilometredeydik. Bayram ağabey dedi ki: “Üstad yola
çıktığı zaman iki defa ön için, iki defa sağ için,iki defa sol için, bir defa da
arka için Ayet-el kürsi okurdu.”
Salih Okur
HATIRALAR VE ÖLÇÜLER-9
HOCAEFENDİNİN
HASSASİYETİ
Bugünlerde M.Fethullah Gülen Hocaefendi’nin 13
Aralık 1976’da Bornova’da yapmış olduğu bir Soru cevap sohbetini dinlerken beni
şok eden bir hassasiyeti ile daha karşılaştım. Şu sıralar devlet düşmanlığı ile
suçlanan bu aziz insanın devlet malına karşı gösterdiği hassasiyeti gösteren
ifadelerdi bunlar. Fa’tebiru ya ulil elbab!. Hocaefendinin dilinden aynen
naklediyorum:
“Ben askerde telsizciydim, operatördüm-telsiz
operatörü-Allah'a kasem ederim, askeriyenin kalemiyle bir tek harf dahi yazmadım
nefsim namına... Önümde yüzlerce top kağıt vardı, her an yazabilirdim. Yine
kasem ederim, şu kadarcık kağıdı nefsim adına kullanmadım. Su-i istimalim olmuş
olabilir. Fakat bir askerin şu kadarcık kağıdıyla "Fethullah gel hesap ver" der
diye Allah’tan korktum...”
CENAB-I HAKKIN BİR İKRAMI
İzmir Ayrancılar’da eskimez nur talebelerinden Musa
Yukarı ağabey 09.05. 2000’de yaptığı bir sohbette başından geçmiş şu latif
hatırayı anlatıyor. 1940’lı yılların eğitimini göstermesi açısından da güzel bir
hatıra. Musa ağabey Denizli’nin Tavas ilçesinin bir köyünde 1930’da doğmuş. Köy
enstitülerinin silme dinsiz yetiştirdiği dönemler...Şöyle anlatıyor Musa ağabey:
“Biz üç arkadaş köyde ilkokulu pekiyi derecede bitirmiştik. Öğretmenler
babalarımıza: “Bunları öğretmen okuluna yazdırın. Bu çocuklar öğretmen olsun”
dediler. Köy enstitüleri vardı o zaman. Babam dedi ki: “Oğlum hadi, seni
Tavas’a, köy enstitüsüne yazdırayım”. “İyi” dedim, gittik. 7-8 saat yaya yol.
3-5 kilometre ya kaldı ya kalmadı. Karşıdan Tavas görünüyor. Rahmetli babam dedi
ki: “Oğlum ben seni buraya yazdırmaya gidiyorum, ama hiç memnun değilim.” “Neden
baba?” dedim. “Oğlum sen burada okuyacaksın. Bak, çok öğretmenlerde Allah’ı
inkar edenler çıktı. Biz bir gün annenle seni ziyarete geleceğiz. Öğretmen
olduğun için baş açık bir kadın alacaksın. Bak bizim üstümüzdeki elbiseler
eski-püskü. Senin hanım: “Ya, sen bunların çocuğu musun? Diye seni basit
görecek. Biz de: “Yavrumuzun geçimi bozulmasın” diye ziyaretine gelemeyeceğiz.
Hadi gelmiyelim. Fakat bak sen ilkokuldan beri 5 vakit namazını kılıyorsun.
İleride öğretmen olur, namazı bırakırsan, dünyada değil, ahirette de
görüşemeyebiliriz. Yani şu yazılmamız son ayrılığımız olabilir” dedi.
“Baba madem bu kadar tehlikeli, ben yazılmayacağım” dedim. Döndük geriye.Yolda
Cenab-ı Hakkın bazı ikramları oldu. Rahmetli babam söyler dururdu. Susadık su
yok. Merkep var yanımızda. Yollar toz toprak. Geliyoruz, gelirken baktık bir
kavun dilimi, yolun kenarında. “Baba, kavun dilimi” dedim. Aldık, buz
gibi...Yedik. İki yüz metre kadar daha gittik, bir kavun dilimi daha.İki yüz
metre kadar sonra bir kavun dilimi daha. Üç kavun dilimini de arka arkaya yedik.
Susuzluk diye bir şey kalmadı. Sonra bir düşündük ki, kavun mevsimi değil.
Sonra o yoldan o kadar insan geçiyor, onlar niye görmüyor? Veya niye hayvanların
ayaklarından toz olmadı? O zaman anladık ki, Cenab-ı hakkın bir ikramı. Bizden
memnun olmuş, geri dönüşümüze diye. Rahmetli Peder: “Hala o kavunun lezzeti
damağımda” diye anlatırdı.
BİR NUR MAHKEMESİ
Musa ağabey aynı sohbette şu hatırasını naklediyor:
“Risale-i Nurları biz saklardık. Kerpiç duvarlı idi evlerimiz. Pencerelerin
altında tahtalar vardır. O tahtaları söker, kerpiçleri oyardık. Oralara Risale-i
Nurları koyar, bir tanesini çıkarırdık. Bir tane vardı evde. Hepsini saklama
tedbir değil evhamdır. “Ben bu işin içinde yoğum” demektir. Bir tanesini
alıkoyarız. “Biz R.Nur talebesiyiz” diyoruz. Yoksa kitapları götürdükleri zaman
geri vermiyorlar. Kitap bulmakta zor, matbaalar yok o zaman. Kitapları
saklıyoruz, onu aldık mı, öbürünü koyuyoruz. Eve geldikleri zaman mutlaka bir
kitap buluyorlar.
Velhasıl bir gün geldiler, bastılar, evde kitapları
buldular. Bizi de götürdüler.Bizim -Allah rahmet etsin- bacanağa hakim sordu:
“Bu kitapları nerden aldın?” O da “bilmiyorum” dedi. “Ne zamandır okuyon?” diye
sordu. “Hiç okumadım, hiç yaprağını açmadım” dedi. Benim biraz da ona canım
sıkıldı. “Niye böyle söylüyor?” diye. İkincisinde beni çağırdılar. Hakim dedi
ki: “Bak bu kitaplar senin evinde çıkmış. Sen bu kitapları okuyor musun?” “Evet
okuyorum” dedim. “Ne zamandan beri okuyorsun” diye sordu. “Ben küçük yaşta
beri dini eser okurum. 15 seneden beri de devamlı Risale-i Nur’u okumaktayım.
Vereceğin ceza idam dahi olsa, savcı bey ve önündeki masa, oturduğun sandalye
şahit olsun ki, ben nur talebesiyim” dedim. Kıpkırmızı oldu hakim. Ben niye
kızarayım? Kur’an şakirdleri hiç kızarmaz. Allah’a inanmayan kızarsın. Müslüman
niye kızarsın? Sonuçta Hakim beraat verdi.
RENK KÖRLÜĞÜ
İman ve Kur’an hizmetinin aşıklarından muhterem
Muharrem Kalyoncu Ağabey 9-12-1995 tarihinde Konya’da yaptığı bir sohbette
Fethullah Gülen Hocaefendinin ufkunu gösteren çok güzel bir hatıra
anlatıyor. Tek bir cümlelik. Tek bir cümlelik amma, mücelledlerle şerh edilse
sezadır. Şöyle anlatıyor muhterem ağabeyimiz:
“Amerika’daki Müslüman zencilerin önde gelenlerinden biri
Türkiye’deki hizmet müesseselerini gezdi. Hocaefendinin huzuruna geldiğinde, her
şeyi çok iyi bulduğunu, ancak bir noktanın aklına takıldığını söyledi ve sordu:
“Siyahlara bakış açınız ne olur sizin?” Hocaefendi: “Bende renk körlüğü var
efendim” dedi. Hemen tercüme ettiler. Adam atıldı, Hocaefendinin ayaklarına
kapandı: “Aradığım insan bu” dedi.
“YÜZÜNE BAKMAYIN”
Musa Yukarı bey naklediyor: “Ahmed Feyzi ağabey birgün
Ayrancılar’da bir derste şöyle demişti: “Şayet bir gün Üstadı ziyaret ederseniz
Üstadın yüzüne bakmayın. Üstad rahatsız olur. Neden biliyor musun? Şimdi
ekseriya bizim gözümüz dışarıda namahremlere baktığı için o namahremlerden gelen
günah gözümüze sirayet eder. O sirayet Üstadı rahatsız eder.”
Not: Hz Osman’ın böyle bir firasetinden
bahsederler. Camiye gelirken bir sokaktan geçme esnasında gözü harama ilişen bir
sahabeyi üslubunca ikaz ettiğini anlatırlar. (Kırık Testi-sf:248-M.F.Gülen-Zaman
yayıncılık-2002)
ÜSTADIN TERK ETMEDİĞİ İKİ ŞEY
Merhum Ali Uçar ağabey, Üstadın talebesi Bayram Yüksel
beyden naklediyor:“Üstadımızın Sekine duasını ve Duha namazını terk ettiğini
görmedim. Çay içerken bile sekineyi okurdu.”
HARAM RESME BAKMAK
Ali Uçar bey Almanya’da 1976’larda tutttuğu kıymetli
notlarında Hüsnü Bayramoğlu ağabeyden şunları naklediyor: “ Üstadımız açık
resimlerden men ederdi. “Açık resme bakmak, aynen aslına bakmak gibidir”
derdi.
CİN ŞAKİRDLERİN ŞAKASI
Hüsnü Bayramoğlu anlatıyor: “Üstadımızın bir kalemi vardı,
şöyle parmak kadar. Bir gün Üstadımızın kalemi kaybolmuş. Üstad “Bulun” dedi.
Aradık,aramadığımız yer bırakmadık. Üstad: “Şurada duruyordu” diyordu. Aradık,
lakin yok, bulamadık. Üstadımız: “Benim cinnilerden talebelerim var. Bazen
benimle latife yapıyorlar. Fakat siz onları göremiyorsunuz” dedi.
Salih Okur
MEHMED FEYZİ PAMUKÇU(1912-1989)
- Abdullah Yeğin
Ağabeyin merhûm Mehmed Feyzi efendinin vefâtı üzerine, o sırada bulunduğu
Almanya’dan tâziye maksadı ile gönderdiği, merhûmu tavsif eden mektûbu:
“77 Yaşına kadar hâlis, riyâsız bir İslâm âlimi,
sadâkatlı bir talebe ve çok faziletli bir mü’min olarak yaşadı. O’nun
dünyası sâdece evi idi. İnzivâ hâlinde yaşıyor, mecbûr olmadan dışarı
çıkmıyordu. Resûl-i Ekrem (A.S.M.) buyurmuş: “Fitneler çıktığı vakit,
evinizin hasırı gibi olun.” O, âdeta bu emri imtisâl ediyordu. O, hâli ile
çoklarının îmânının kurtulmasına vesile oldu. O’nu bir def’a veya birkaç def’a
ziyâretle dindâr olan, ahlâkı güzelleşen çokları vardır. O’nun hâli, tavrı
konuşması, kıyafeti hep İslâmiyete sadâkatini gösteriyordu. Üstâd Said Nursiye
de çok bağlıydı. Onun evi, Bediüzzaman Üniversitesinin bir fakültesi gibi idi.
İki def’a onu da Üstâd Bediüzzamanla hapse aldılar.
Hiçbir zaman o da Üstâd gibi kılık ve kıyafetini
değiştirmedi. İslâmın izzet ve şerefine uymayan bir hâleti bulunmadı. Frenk
hayranlarının kılığına girmedi. Mahkeme müdâfaası Şuâlar Mecmûasında vardır.
Okursak sözlerinin ne kadar güzel, ilmi, akli, ve mantıki olduğunu anlarız.
Üstâdını çok müsbet ve mukni tarzda müdâfaa ediyor. Ve Said Nursi Târihçe-i
Hayat kitâbında (Emin ve Feyzi) imzâsıyla yazdığı makâlesinde Üstâdın Kastamonu
hayatını anlatışı ne kadar şirin ve güzeldir. Bütün tâkip, tarassut ve
iftirâlara rağmen sabretti. Müspet hareket etti. Kimseye zararı olmayacak
tarzda, barıştırıcı, yapıcı ve tâmir edici nasihatları ve sohbetleri ile îmân
hizmetine devâm etti. İktisâdı esâs kabûl edip, kimseye el açmadı. İzzet ve
şerefiyle çoklara hüsn-ü misâl oldu. Sadece Allah’a güvendi. O’na bağlandı.
Aczini, fakrını, tafekkür ve şefkatini hâli ile de ifâ ediyordu. Hal dili ile
konuşuyordu. Dilinden ve elinden Müslümanların selâmette kaldığı kimse idi.
Kendisinden başkalarını örnek göstererek kendine makam rütbe vermeden tevâzu ve
mahviyetle rekâbetsiz konuşuyor ve Bediüzzaman’ı hakiki mürşid bilerek, izinden
ayrılmıyordu.
Onu 1948 Senesinde Üstâd Bediüzzaman’ın yanında tanıdım. O
zamanlar Müslümanlar suçlu gibi idi. Başında şapkası olmayana polisler
çıkışırdı. Kılık kıyâfetle sanki insanın kafası ve kalbi değişecekmiş gibi
herkes Avrupalıya, Frenklere benzetilmeye özeniliyordu. Me’mûrlar açıktan namaz
kılmaktan korkardı, Kur'ân okutmak yasaktı. Çünkü onlara mürteci, gerici ve
yobaz damgası vuruluyordu. Lisede öğretmenler namaz kılan talebeye yobaz
nazarıyla bakardı.
İşte böyle bir devirde Mehmed Feyzi Ağabey karakol
karşısında Üstâd’ın yanında hizmet ediyordu. Risâleleri gizli yazıyor, Üstâdına
yardıma çalışıyordu. Üstâd Said Nursinin, îmâna ve ahlâka dâir gençlere olan bir
dersini Mehmed Feyzi Ağabey bize yazdırmıştı. Onun için de emniyet müdürlüğünde
ifâdesi alınarak kendisi Denizli hapsine gönderildi. O günlerde Müslüman olmak
İslâmiyetin icâbını yaşamak sanki vatan hâini olmaktı. İleri olduklarını iddia
edenler hiddetle öfke ile ellerinden geldiği kadar Müslümanlara zulüm
ediyorlardı. İslâmiyetten evvelki vahşet devrine döndüklerinin farkında bile
değillerdi. Avrupa’nın ma’nevi kölesi olanlar sanki ilerici, hürriyetçi idiler.
İnsan haklarından dem vururlardı Fakat îmân ve Kur'ân hakikatlarından gelen
Allah’a teslimiyet sâyesinde hapishâneler dershâne şekline girdi. Medrese-i
Yûsufiye oldu. Mehmed Feyzi Ağabey de bu medresede talebe idi. Üstâdına hizmet
ediyordu.
Mehmed Feyzi Ağabeyin Üstâdın yanında sükûti bir
hâli vardı. Üstâdın emrini yerine getiriyordu. Kastamonu’da iken ikindi
namazından sonra Üstâdın ona Amme Sûresini okutması hiç aklımdan çıkmıyor. Güzel
kırâati ve sesi ile çoklarımıza Kur'ân okuma şevkini ve dinleme zevkini
vermişti. O, Kur'ânı ibâdet için, tefekkür için okur, gösterişten kaçardı, olgun
bir hâfızdı.
Denizli hapsinden avdetinden sonra hastalanmış ve
ziyâretine gitmiştim. Konuşması, hâli, hareket ve simâsı Üstâd’a benziyordu.
Gülmekten kendimi alamadım. O zaman bana dedi: “Beni Üstâda benzetiyorsun, onun
için gülüyorsun. İnsan sevdiğini taklid edebilir. Hem, bu benim elimde
değil.” Rahatsızlığımdan dolayı tedâvi için Kastamonu’ya gelince de ziyâret
ettim. “Hastalığımın bir tokat olduğunu” söyleyerek bana güzel dersler vermişti.
O zaman ziyâde gaflette idim. Dersinden çok istifâde etmiştim. Resul-ü Ekrem
(A.S.M.) buyurmuş: “Görüşülmesi size Allah’ı (C.C.) hatırlatan, amelinizi
artıran, ilmi size âhiret iştiyâkı veren kimselerle oturunuz.”
İşte, Mehmed Feyzi Ağabey böyle bir zâttı. Kılığı kıyafeti
büyük insanın tavrını andırıyordu. O zamanlar biz gençler ise, hakikatleri ilân
etmede, dâima nurlardan bahsetmede daha hızlı olanları tercih eder, bu
ağabeyimizin münzeviyâne hâlini pek tenkid etmek isterdik. Bize göre, herkese
açık açık hakikatları söylemeli, her yere gitmeli idi. Fakat sonradan anladık, o
aldığı derse, fıtratına göre, muhitine göre en münâsibini yapıyordu. Diyordu
ki,"İlmin izzetini korumak lâzım. İlim, bütün rütbelerin fevkindedir. Onun için
her hal ve tavrı ile şerefli, izzetli ve ciddi hareketleri ve konuşması ile
tâviz vermeden İslâmiyeti kalblere ve kafalara nakşetmeye çalıştı. İnsanlar
sâdece onu görseler hiç konuşmasalar da insâni hâlinden ders alırlardı. Resûl-i
Ekrem (A.S.M.) buyurmuş: “Ameli olmaksızın dine dâvet eden, kirişsiz yay
çeken gibidir.” Ve yine buyurmuş: “Îmân, temenni ve süslemelerle değil,
kalblerde yerleşmesi ile, hareket ve tatbikatında onu tatbik etmesi ile vücûd
bulur.” İşte bu Ağabeyimizin hâlinde, bu hadislerin meâli bulunuyordu.
Sohbetleri mütevâzi idi. Tevâzu ve mahviyeti,
rekâbetsiz tavrı, her Müslümanı bağrına basar şeklinde ilmi konuşması, kalbleri
teshir ediyordu. Risâle-i Nûr’daki ihlâs, uhuvvet, muhabbet, samimiyyet,
ciddiyyet, beraberlik onun yaşayış ve ifâdelerinden aksediyordu. Çokları
görüştükten sonra hayranlığını, tam ders aldığını ifâde etmiştir. İster ehl-i
ilim, ister ehl-i tarik müslümanlar, ehl-i dünya da olsalar, sohbeti onları
tatmin ediyordu. Memnûniyetle ayrılıyorlardı. Elbette cadde-i kübrâ-yı
Kur'âniyede olanlar Hazret-i Muhammed’in (A.S.M.) “herkesin akli seviyesine göre
konuş!” emrini yerine getirirler, müjdelerler, kolaylaştırırlar, sevdirirler,
nefret ettirmezler. İslâmiyetin her derdimize devâ olduğunu, her halleriyle
gösterirler. Nurdan ders alanlar kâinâtı büyük bir kitâb gibi okurlar ve
okuturlar.
Böylece Risâle-i Nûr’un şahs-ı ma’nevisi devâm edecek,
Üstâd Bediüzzaman’ın (R.A.) büyük ma’nevi dershânesinde hissesi olanlar,
mü’minlerin duâlarına mazhar olacaklar, yetiştirdikleri talebeler dünya durdukça
evvelkilerinin defterleri hasenâtlarına hayırlı amelleri duâları ile,
fa’âliyetleri ile yazılacaklardır. Onlar dâima geçen ve Rahmet-i Rahmâna kavuşan
büyüklerinin izini takip edecekler, İnşâallah. Mehmed Feyzi Ağabeyimizin
kıyâmete kadar defter-i hasenâtının kapanmamasını ve bizlerin de âhirete göçen
bütün ağabey ve Üstâdımızla haşr olmamızı Rahmet-i İlâhiyeden niyâz ederiz. Onu
seven bütün kardeşlerimize ve evlatları ve akrabası olanlara başsağlığı diler,
acılarını paylaşır, rahmetle anarız. Abdullah Yeğin (Araçlı) Berlin 21. 3. 1989