Mehmet Şevket Eygi

 

 

Hahambaşı Hayim Nahum ve Onbeş Ton Altın

ESTHER BENBASSA'nın "Son Osmanlı Hahambaşısının Mektupları-Alyans'tan Lozan'a" adlı kitabının (Türkçe tercümesi) 49'uncu sayfasında üstü kapalı da olsa çok önemli gerçeklerin üzerine parmak basılmaktadır. Yıl 1919, Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı'nı kaybetmiştir. İmparatorluk parçalanma tehdidi altındadır. İşte bu karışık ve karanlık yıllarda Hahambaşı Hayim Nahum'un acayip faaliyetleri, seyahatleri, temasları olur. Benbassa şöyle yazıyor:

"Nahum, üstlendiği bu görev sırasında, çok miktarda altın parayla birlikte İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin çok önemli belgelerini kendini Köstence'ye götüren yatla dışarıya çıkarmış olmakla suçlanacaktır.2 Sözü edilen altınlar, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin, izi sittîn sene bulunmayacak olan o ünlü parasal varlığıdır. Ama yine de bilinen şu ki, bu altın paralar çeşitli yollardan ve değişik kişiler aracılığıyla -bunlardan biri Nahum'un çevresindeki Yahudi bir bankerdir- İsviçre bankalarına transfer edilmiştir. Ama ne var ki, Nahum İstanbul'daydı o günlerde. 3

2) PRO, 371/4168/82995, ek 1, Dışişleri Bakanlığı'nda R. Webb, 20 Mayıs 1919.

3) Denizcilik Arşivi, SS Ea 199. Cenevre'den ulaşan bilgiler, 9 Temmuz 1917."

Benbassa'nın bu satırları, yakın tarihimizin çok önemli, çok karanlık bir sayfasına, kibrit ışığı kadar bir aydınlık getirmektedir. Rivayet şudur: Hahambaşı, İttihatçıların on beş buçuk ton altınını İstanbul'dan Avrupa'ya kaçırmıştır. Peki bu para ne olmuştur? Türkiye'ye geri dönmüş müdür? İddia şudur: Bu çok büyük paranın bir kısmı, bugün ülkemizin devleri içinde yeralan bir ailenin eline geçmiştir. Bu ailenin Nahum ile kan bağı olduğu da iddia edilmektedir.

Rivayetler, iddialar... Öyle ama konu çok mühim, çok hayatî, çok vahimdir. Bahsi geçen onbeş buçuk ton altın İttihatçılara babalarından kalma helal bir miras değildir; bu ülkenin, bu halkın, bu devletin malıdır. Evet, tekrar soruyoruz: Bu paralar ne olmuştur?

İttihad Terakki Cemiyeti (partisi) ve hareketi bir Mason, Dönme ve Yahudi hareketi idi. Bu hareket on sene içinde, altı yüz yıllık bir devleti yıkmış, tasfiye etmiştir.

Hayim Nahum efendi Lozan müzakereleri esnasında büyük bir rol oynamıştır. Bizim okul kitaplarımızda, üniversitelerimizde okutulan tarih kitaplarında bu zatın adı bile geçmez. Geçmez ama o Türkiye'nin modernleşmesinin önde gelen büyük simalarındandır, mimarlarındandır. Oynadığı rol niçin gizlenmek isteniyor? Niçin resimleri asılmıyor, heykelleri dikilmiyor?

Lozan'dan sonra Hayim Nahum Türkiye'den ayrılmış, Mısır'a yerleşmiş, o ülkenin hahambaşısı olmuştur. Meşhur diktatör Abdünnasır'ın danışmanlığını, akıl hocalığını yaptığı da iddia edilir. Nahum, Lozan'dan sonra Türkiye'de niçin kalmamıştır?Neden çekiniyordu? Merhume Münevver Ayaşlı Hanımefendi'den, Nahum'un şöyle söylemiş olduğunu duymuştum: "Türklere öyle bir iş ettim ki, bundan sonra Türkiye'de kalmam doğru olmaz..."

Nahum'un bir oğlunun Türk ve Müslüman gibi göründüğü ve çok büyük bir zengin olduğu da rivayet ediliyor. Gizli Nahumzade'nin büyük servetinde, İttihatçıların yurt dışına kaçırılmış tonlarca altının bir kısmı var mıdır?

Hiçbir kesin iddiam yoktur. Rivayetlere, söylentilere, zannî ve istihbarî bilgilere, karinelere, bazı kitaplardaki muğlak cümlelere dayanarak bir takım şüpheleri arz etmek istiyorum. Mâlum: Şüpheler gerçeğe götürürmüş...

Bizde iki tarih vardır. Biri, gölgedeki, dışlanmış, üvey evlat muamelesi gören sahici tarih; diğeri düzmece, sun'î (yapay), fabrikasyon, uydurma, mitolojik, ideolojik maval ve masallarla dolu hayalî tarihtir. Bu ikinci tarih Türkiye'yi, Türkiyelileri bir yere götürmez. Tarihimiz, hele yakın tarihimiz üzerindeki manipülasyonlara, tahriflere, çarpıtmalara artık bir son verilmelidir. Gerçekler ne kadar acı ve utandırıcı da olsa bilinmeli, öğrenilmeli, anlatılmalıdır. Fransa, ikinci Dünya Savaşı'nda, CezayirSavaşı'nda bazı Fransızların, bazı Fransız devlet adamlarının, bazı Fransız generallerinin, Fransa ordusunun yaptığı olumsuz işleri serbestçe tartışmaktadır. Biz Türkiyeliler de yakın tarihimizi yüzde yüz bir serbestlik içinde tartışabilmeliyiz. Bunu yapabilmek için:

(1) Tarihimiz üzerindeki yasaklar ve tabular kaldırılmalıdır.

(2) Ceza mevzuatımızda bazı tarihî şahsiyetleri koruyan, onlarla ilgili işe gelmeyen, istenmeyen araştırmalar ve yayınlar yapılmasını hapis cezasıyla cezalandıran kanunlar ve maddeler kaldırılmalıdır. Bize İstanbul'u feth edip hediye eden Fatih SultanMehmed Han'ın hatırasını koruyan bir kanun var mıdır? Yoktur... O halde başka tarihî şahsiyetler içinde olmamalıdır. Zaten özel kanunlar demokrasiye, insan haklarına, hukuka aykırıdır.

(3) Sakıncalı da olsa, aleyhimizde de olsa, arşivlerimizdeki bütün belgeler, belli bir zaman geçtikten sonra istisnasız olarak araştırıcılara açılmalıdır. Şu anda, çeşitli bahanelerle nice arşiv belgesi ve bölümü gizli tutulmakta, tarihçilerin ve araştırıcıların istifadesine sunulmakmaktadır. Bazılarımız geçmiş padişahlara söğüp saymakta yüzde yüz serbest iken, yakın tarihimizdeki bir takım kişileri korumak için bir kısım resmî belgelerin saklı tutulması revâ-yı hak mıdır?

Tarihçiler, araştırıcılar elbette ağzı bozuk, küfürbaz olmamalıdır. Eski padişahlara, atalarımıza hakeret etmek ne kadar ayıp ve çirkin ise, yakın tarihimizdeki bazı şahsiyetlere hakaret etmek, âdi bir lisanla söğmek o kadar ayıptır. Ancak söğüp saymak başka, tarihî araştırma yapmak, olumsuz işleri belgelerin ve sahih bilgilerin ışığında ortaya sermek başkadır.

Türkiye'deki iç-yağma hareketi 1909'da, Hareket Ordusu'nun Selanik'ten İstanbul'a gelmesi, Sultan Abdülhamid'i tahttan indirmesi ve Yıldız Saray-ı Hümayununu yağma etmesiyle başlamıştır. Genç nesillerimiz YıldızYağması hakkında ne biliyor? Bu yağmada kimler, ne kadar mal götürmüştür? İttihatçılar yıkıldıktan, elebaşları yurtdışına kaçtıktan sonra, sanırım 1919 yılına ait bir İkdam gazetesinde Yıldız Sarayı yağmasından pay almış bazı önemli şahsiyetlerin isimleri verilmişti. Ben bu isimleri, bundan kırk sene kadar önce Yeni İstiklal'da yayınlamıştım. Hattâ, sakıncalı olduğu için bir zatın ismini karalamak zorunda kalmıştım. Cesur tarihçilerimizin bu gibi meseleler ve konular üzerinde derin ve ciddi araştırmalar yapmaları gerekir. Yaparlarsa başları belâya girebilirmiş. Girsin! Gerçeklere hizmet etmek, ülkesine, tarihine, kültürüne hizmet etmek o kadar kolay değildir.

Devlet arşivlerindeki bazı belgeler maalesef kasıtlı olarak kaybedilmiştir. Mesela Sabatay Sevi ve Sabataycılar hakkında hiçbir belge bırakılmamıştır. Belgeleri bulamasak bile, bunları kimler, ne maksatla yok etmiş oldukları konusunda ilmî ve ciddî araştırmalar yapılması, yayınlanması gerekmez mi?

Bazı arşiv belgelerinin Arşiv binalarından ve depolarından alınıp başka yerlerde saklandığı söyleniyor. Bu husus da araştırılmalıdır.

Bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıptır.

Yakın tarihimizin gizli, karanlık, olumsuz tarafları hakkında şimdiye kadar binlerce kitapta, ilmî makalede perakende cümleler yazılmış, ipuçları verilmiş, üstü kapalı ifşaatta bulunulmuştur.Bunlar taransa, tasnif edilse ve bir derleme külliyatı yayınlansa, bu külliyata çok geniş bir isimler ve mevzular indeksi konulsa ne kadar iyi olur.

Ah ne yazık ki, böyle kültür işlerini şifahî, bedevî, varoş zihniyetli toplumlar yapamaz.

Goethe ölümünden kısa bir müddet önce, hasta yatağından şöyle seslenmiş: "Pencereleri açınız, biraz daha fazla ışık girsin..."

Türkiye'nin percereleri sonuna kadar açılsın. Biraz daha fazla aklı, iz'an, ışık, kültür, araştırma istiyoruz.

Milli Gazete.14-11-2003