FELÂKET GETİREN ZENGİNLİK
Medine Müslümanlarından Sâlebe'nin mala, mülke karşı aşırı derece hırsı vardı.
Zengin olmak istiyordu, hem de mutlaka zengin olmak! Hattâ benliğini saran bu
şiddetli zengin olma arzusu, nihayet onu Resûlüllah'dan dua istemeye kadar
sevketti. Bir gün huzur-ı Peygamberî'ye çıkarak:
- Yâ Resûlâllah, Allah'a dua et de zengin olayım, dedi.
Allah'ın Resûlü, Sâlebe'nin bu isteğine şöyle cevap verdi:
- Şükrünü yapabildiğin az mal, şükrünü yapamadığın çok maldan hayırlıdır.
Bu söz Sâlebe'ye kâfi gelmişti. Bir müddet bu îkazın mânâsı üzerinde düşünerek
benliğini saran zengin olmak arzusundan birazcık olsun kurtuldu, fakat hırs onun
yakasını bir türlü bırakmıyordu. Zamanla ihtirası yeniden depreştiği için tekrar
müracaat etti:
- Yâ Resûlâllah, dua et de zengin olayım, dedi.
Bu sefer biraz daha açık ve ağır konuşan Resûl-i Ekrem:
- Ben senin için kâfi bir örnek değil miyim? dedi ve ilâve etti:
"Allah'a yemîn ederim ki, isteseydim şu dağlar altın ve gümüş olarak arkamdan
akıp geleceklerdi; fakat ben istemedim."
Elinde bu kadar İlâhî kudret bulunmasına rağmen Resûlüllah'ın evinde haftalarca
çorba pişmediği, ekseri günleri oruçlu bulundukları, çoğu zaman iftar sofraları
birkaç hurma tanesi ile bir arpa ekmeğinden ibaret olduğu, herkesin bildiği bir
hakikattı.
Sâlebe bunları düşünerek bir müddet daha isteğinden vazgeçti.
Zaman zaman "zengin olursam fakir fukaraya iyi yardım ederim, daha çok sevab
kazanırım" diye hayal kuruyor ve Resûlüllah'a üçüncü olarak bir müracaat daha
yapmayı düşünüyordu. Nihayet müracaatını yaptı da; hem de söz vererek dedi ki:
"Seni hak Peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, eğer beni zengin
ederse, fakir fukarayı koruyacak, her hak sâhibine hakkını vereceğim."
Sâlebe'nin bu kadar ısrarına karşı dayanamayan Resûlüllah:
"Yâ Rabbi, Sâlebe'yi istediği mala kavuştur," diye dua etti.
Bu dua üzerine koyun olarak sürü otlatmaya başlayan Sâlebe, daha evvel bütün
namazlarını Resûlüllah'ın cemaati olarak kıldığı için kendisine Cami Kuşu adı
verildiği halde, bu sefer sadece öğle ve ikindiyi mescidde kılabiliyor, diğer
namazlarını koyunların ardında, bâzan da kazâen îfa edebiliyordu. Kısa zamanda
çoğalan, bereketlenen koyunlar, Medine yakınlarına sığmaz oldular, uzak çöllere,
sulak yaylalara gitmek zarureti ile karşılaşan Sâlebe, artık öğle ve ikindi
namazlarına da gelemiyor, sadece Cumaları mescidde görülüyordu. Nihayet çöldeki
meşgalesi, ona Cuma namazlarını da unutturdu.
Arada sırada bir, sürü ile uğradığı yolların üstünde rastladığı yolculardan "Ne
var, ne yok" diye haber soruyor; sonra da koyunların ardından ıssız çöllere
doğru tekrar dalıp gidiyordu.
Artık umumî mes'elelerle alâkası kesilmiş, sadece şahsını ve şahsî işlerini
düşünüyor, koyunlarını nerede daha iyi otlatabileceğinden başka bir şey hatırına
gelmiyordu.
Bir gün Resûlüllah'ın:
- Sâlebe görülmüyor, nerededir?" diye sorması üzerine:
- Koyun aldı; sinek kurtları kadar çoğaldı; buralara sığmaz olduğundan şimdi
çöllerde sürüsünün ardında dolaşıyor," dediler.
Resûlüllah:
- Sâlebe'ye yazık oldu, yazık!" buyurdu.
İşte bu sırada zekât ve sadaka âyeti nâzil olarak, mâlî durumu düzgün olan
Müslümanların geçim sıkıntısı içinde bulunan kardeşlerine yardım etmeleri
emredildi.
Bu âyet-i kerîmenin emrine büyük bir istekle uyan Müslümanlar, mallarının bir
kısmını geçim sıkıntısı içinde yaşayan kardeşlerine seve seve verirken Sâlebe:
- Bu sizin yaptığınız düpedüz haraççılıktır," diyerek zekât toplayan memurları
boş çevirdi.
Haberi duyan Resûlüllah, üzülerek "Yazık oldu Sâlebe'ye!" sözünü tekrarladı.
Sâlebe'nin evvelâ, "Zengin olursam her hak sâhibine hakkını vereceğim" diye
yemîn edip, sonra da bu kadar değişik tavır göstermesi üerine "Berâe"
sûresindeki şu âyet-i kerîme nâzil oldu: (Meâlen):
"Münâfıklardan bâzıları da mal, mülk verip zengin ettiği takdirde Allah'a daha
fazla bağlanıp fakir fukaraya daha çok yardım edeceklerine dair söz verdiler, ne
zaman ki Allah onlara bu isteklerini ihsan eder, zengin olurlar; o zaman Allah'a
verdikleri sözü unuturlar, cahillik edip fukaranın hakkını vermezler."
Bu âyet-i kerîme, Sâlebe'nin münâfıklar sınıfına düştüğünü bildirmesi üzerine,
akrabalarından biri şiddetli teessüre kapılarak gidip Sâlebe'ye durumu haber
verdi ve fukaranın hakkını vererek kendisini münâfıklıktan hemen kurtarmasını
istedi.
Bunun üzerine Sâlebe, Resûlüllah Aleyhissalâtü Vesselâm'a müracaat ederek
fukaranın hakkını getirdiğini söylediyse de Resûlüllah üzüntülü bir edâ ile:
"Senin verdiklerini alamam artık Sâlebe.. Allah Celle ve Alâ men'etti, haydi
git!" diye mukabelede bulundu.
Resûlüllah'ın âhirete teşrifinden sonra Hazret-i Ebû Bekir'e müracaat eden
Sâlebe, sırasıyla Hazret-i Ömer ve Osman'a (R.A.) da müracaat ettiyse de:
- Resûlüllah'ın almadığını biz nasıl kabûl ederiz?" diye hepsinin reddi ile
karşılaştı.
Hazret-i Osman (R.A.) zamanında vefat ederken Sâlebe'nin kulaklarına şu sözler
geliyordu:
- Yâ Sâlebe, şükrünü edâ ettiğin az mal, şükrünü îfa edemediğin çok maldan
hayırlıdır.(Cep ilmihali.M.Dikmen)