ALİ BULAÇ |
09.03.2005 ÇARŞAMBA | |
İslamiyet başka dinlerin telkin ve propagandalarına karşı dayanıklıdır. Dışarıdan İslamiyet’e zarar vermek kolay değildir. Ancak bu, İslamiyet’in müntesipleri tarafından çok iyi bilindiği, yaşandığı ve gerçek Müslüman âlimler, önderler tarafından temsil edildiği zaman öyledir.
Bugün İslamiyet layıkıyla temsil edilmiyor. Yanlış temsil, aleyhteki propaganda (içeride irtica kampanyaları, dışarıda fundamentalizm ve terör söylemleri) müntesiplerini dinlerinden soğutuyor. Maalesef İslamiyet’in müntesipleri gözünde itibardan düşmesine sebep olanlardan biri de “bir kısım ilahiyatçılar”dır. “Bir kısım ilahiyatçı” diyorum, çünkü camianın tümünü bu kategoride ele almak haksızlıktır. Bunların da kim olduğunu herkes biliyor. Bu ilahiyatçılar, İslam dini etrafında şüphe uyandırıcı söylemler geliştiriyor, zaman içinde bu söylemler tereddüt ve zihin karışıklığına yol açıp Müslümanlığı hem inanç hem amel seviyesinde itibardan düşürüyor. Başörtüsü, kadın konusu, abdestsiz Kur’an’ın ele alınıp okunması, adetli iken kadınların namaz kılması ve oruç tutması gibi konular yanında Müslüman halkı en ciddi zihin karışıklığına düşüren konulardan biri kurban ibadetine ilişkin tartışmalar ve mugalatalar olmuştur. Bir kısım ilahiyatçı ve İslami ilimlerde hiçbir formasyonu olmayan bazı zatlar, tarih boyunca ümmetin dinî bir vecibe bilip yerine getirdiği bu ibadeti öylesine gözden ve kesinlikten düşürdüler ki, yapılıp yapılmaması arasında bir fark kalmadı. Bu zatlar, İslamiyet’e karşı önyargılarını ve husumetlerini bildiğimiz kesimlere eşlik ederek bu ibadetin her sene sokaklarda “vahşet manzaraları”nın sergilenmesine yol açtığını söylediler. Kimisi hiç vicdanı sızlamadan bu ibadete “kavurma bayramı” adını verdi, kimisi “nafile bir ibadettir, para olarak infak edilebilir” dedi, kimisi “tavuk, horoz ve balığın da kurban edilebileceği”ni söyledi, “en yüksek dinî makam” bile toplumun kahir ekseriyeti Hanefi olan ülkemizde bu ibadetin “vacip” değil, “sünnet” olduğunu söyledi. Batı rasyonalizmi ve Protestan reformu etkisi altındaki bu ilahiyatçıların unuttuğu bir husus var: Din, tarih içinde birtakım rükünlerle devam eder. O dinin müntesipleri belli bir düzen, sıralama ve kutsiyet atfedilmiş hareketlere, rükünlere büyük bir önem verirler. Rükünleri, sıralı hareket ve ibadetleri tarih içinde yaşatan insanlar bunun en açık ifadesini ve referans aldıkları formunu Peygamberin sünnetinde bulurlar. İslam’da oluşmuş bütün dinî geleneklerin kaynağı sünnettir. İlahiyatçılar, dini Protestan bir açıdan öylesine rasyonel bir forma soktular ki, ne rükünler kaldı ne gelenekler. Rükün ve geleneklerin referansı sünnet olduğu gibi, tarih içinde ve toplumsal hayatta sünneti yaşatan da söz konusu rükün ve geleneklerdir. Eğer sünneti ortadan kaldırırsanız veya zayıflatırsanız, din de ortadan kalkar. Geriye ruhu, manevi lezzeti kurumuş kurallar bütünü kalır. İlahiyatçıların bir bölümü, oryantalistlerin ve Protestan Hıristiyanlığın etkisinde sünneti cahilce Arapların geleneklerine indirgediler; hermönetikçi ve tarihselci diğer bir bölümü dini referans ve hüküm taşıma özelliğiyle oynayarak zayıflattılar. İslamî hayat ve hassasiyetler öylesine zayıfladı ki, postmodern bir dille adeta “ne olsa gider” noktasına gelindi. Neredeyse bir hükmü genel kanaatin aksine sübutu ve delaletiyle dile getirecek kimse kalmadı. Planlı yollarla “nasıl oruç tutulmaz”, “nasıl namaz kılınmaz”, “niçin örtü takılmaz”, “nasıl kurban kesilmez” fetvalarıyla ün yapan bir ilahiyatçı zümre teşekkül etti. Hiçbir maliyeti, yükümlülüğü, helali-haramı olmayan bir din cazip hale
getiriliyor. İlahiyatçılar, niçin açık ve belli hükümlerin gerekmediğini
anlatıp insanları meşruiyet krizinden, günah korkusundan kurtarmaya
çalışırken, dinini rükünleriyle yaşamak isteyenlerin nasıl “bid’at ve
hurafeler, yanlış fetva ve fikirlerle dini zorlaştırdıkları”nı söyleyip
duruyorlar. Herkese telkin edilen din, postmodern bir Hıristiyanlıktır:
“Tanrıyı sev ve dilediğini yap!” Böyle olunca hükümler, farzlar, vacipler,
sünnetler, haramlar fazladan yük geliyor, insanlar İslam’dan soğutuluyor.
05.03.2005 |
ALİ BULAÇ |
09.03.2005 ÇARŞAMBA | |
Bir dini itibardan düşürmenin çeşitli yol ve yöntemleri vardır. En başta eğer o dinin hayatın kendi tabii ve iç dinamikleriyle vuku bulan gelişmelerine cevap vermediği öne sürülüyorsa, o dinin müntesiplerinin zihinlerinde yeni arayışlar başlar. 19. yüzyılda Müslüman ulemanın zihninde bir tür “tutulma” baş göstermişti. Bazen İslamiyet “güneş gibi tutulur”, ama o yine de güneştir. Yazık ki bu tutulma sürüyor.
Tutulmayı gidermenin yolu dinin pratikle yüzleşmesidir. Daha 19. yüzyılda insanlar arasında vuku bulan ihtilafları İslam fıkhına başvurarak halletmek, adaleti tesis etmek mümkün olmaktan çıkmıştı. Sarayın buyruğuyla kurulan ve laik esasta muhakeme yapan mahkemelere zaman içinde ilgi arttı. Öyle ki bir sene içinde Fransız usulüne göre muhakeme yapan mahkemelere müracaat edenlerin oranı yüzde 90’lara çıkarken, Şer’i usulde muhakeme yapan mahkemelere müracaat edenlerin oranı yüzde 10’lara indi. Bugün de başta misyonerler olmak üzere, İslamiyet’i itibardan düşürmek isteyenler bu dinin hiçbir gelişmeye cevap vermediği propagandasını yapıyorlar. İslam hukuku, formüle edilerek uygulanamaz. Mesele ortaya çıkar, vuku bulan meseleye uygun olarak çözüm üretir. Bu açıdan içtihatlar dinamiktir ve olaylara göre değişir. Ancak tabiatları gereği içtihatlar ilaçlar gibidir, “kullanım tarihi” geçen ilaç nasıl şifa yerine zarar verirse, üzerinden kısa bir zaman değil, asırlar geçen içtihatlar da fayda veremez, çözüm olamaz. Misyonerler, üç temel argümanı öne sürüyorlar: 1) İslamiyet’in bilime ve teknolojiye katkısı yoktur. 2) Kadınları “ikinci sınıf” insan görür. 3) İnsan haklarının gelişmesinde hiçbir “teolojik ve tarihî katkı” sağlamamıştır. Bugün sonuncusunu ele alalım. Bunun bir hakikat değeri yoktur. İnsan hakları, seküler temelde gelişmiştir ve en başta Hıristiyan teolojisinin temel varsayımlarına aykırı özler taşımaktadır. Misyonerler yanında herkes İslam dünyasındaki hak ihlallerinden İslamiyet’i sorumlu tutuyor. Buna bir de “din adamlarına insan hakları eğitimi” programını eklerseniz, din adamlarını itibardan düşürürsünüz. AB desteğinde bir “insan hakları kuruluşu”nun Eylül/2004-Mayıs/2005 arasında Aydın, Balıkesir, Bursa, Çanakkale, Denizli, Edirne, İstanbul, İzmir, Kocaeli, Manisa, Sakarya ve Uşak’ta imamları insan hakları konusunda bir eğitimden geçirmesi (Zaman, 25 Ağustos 2004) bu itibardan düşürmenin bir parçasıdır. Neden din adamları böyle bir eğitim programına tabi tutuluyor? İnsan
hakları ihlalleri doğrudan asayişi sağlamakla görevli kolluk kuvvetleri ve
belli bir hukuk anlayışına sahip olan yargı elemanlarıyla ilgili. Bu iki
kesimin insanlarına dönük bir eğitim programı yürütürseniz, bunun bir anlamı
var. İşi sadece “diyanet”le ilgili konular olan din görevlilerinin konuyla
ilgisi nedir? Hakları kendileri mi ihlal ediyor, yoksa onlar ve dinî
hayatını özgürce yaşamak isteyen kimseler mi? İşler tersine mi döndü?
“Programın gerekçesi” hırsızın ev sahibini bastırması misali: Buna göre söz
konusu programı uygulamanın bir sebebi “insan haklarına karşı
muhafazakarların önyargılarını gidermek, teorik ve pratik olarak insan
hakları konusunda bu çevrelerde bir bilinç oluşturmak”. Diğer gerekçe şu:
“Dinî öğreti ile evrensel insan hakları değerleri arasında çelişki
bulunmadığı düşüncesinin özümsenmesini sağlamak.” Bu iki gerekçe
“İslamiyet’i itibardan düşürme”nin en etkili formülünden başka bir şey
değil. Ve hiç kuşkusuz, programı yürütenlerin niyetleri bu değilse de,
finansörlerin amacı bununla ilgilidir. Çünkü eğer siz, Türkiye’de
“muhafazakarlar”ın, yani Türkçe tercümesiyle “dindarların insan haklarına
ilişkin önyargıları” olduğunu belgeliyor, bu çevrelerin “bilinçlenmeleri
gerektiği”ni tescil ediyor ve sonuçta “dinî öğreti ile evrensel insan
hakları değerleri arasında çelişki bulunmadığı düşüncesinin özümsenmesini
sağlamak” üzere bir programın gerekliliğini kabul ediyorsanız, sizin
dininizde bir sorun var demektir. Bu durumda Avrupa sizi eğitmeli elbet.
Avrupa bu din üzerinde “başöğretmen”, sizin dindarınız da “eğitilmesi
gereken bir öğrenci” olur. Bu sadece bir örnek. Bunun gibi yüzlerce örnek
gösterilebilir. 02.03.2005 |
Mustafa ÖZCAN |
|
‘Liberal İslâm’ |
Amerikalı yazar Leonard Binder’in tuğla kalınlığında ‘Liberal İslâm’ adında bir kitabı var. Kitap, İslâm dünyasındaki fikrî akımları irdeliyor. Kitapta Albert Hourani’den şöyle bir alıntı var: “Ali Abdurrazik hilafetin dinî yönünü inkâr cihetinde verdiği şahsî mücadelede başarısız kalmış olmasına rağmen, liberal batılılaşmanın uzun vadede gelişmesine önemli katkılarda bulunduğu inkâr edilemez. Ali Abdurrazik tezini yabancı yazarların (müsteşrikler) yazıları üzerine bina etmişti (Liberal İslam, s: 206, Rey yayıncılık-Kayseri)” Bugünkü ister mutlak liberal çizgi, isterse mukayyeti (İslâmcı liberalizm) olsun hepsi, bu veya benzeri kaynaklardan besleniyor. Bizde Tevfik Fikret veya Abdullah Cevdet ne ise Arap âleminde Taha Hüseyin, Ali Abdurrazik veya Selame Musa odur. Ortak özellikleri nasları yıkmak ve tebaiyet ve bağımlılık bataklığına sukut etmektir. Taha Hüseyin acısıyla tatlısıyla Batı medeniyetini bir bütün olarak taklit etmemiz gerektiğini söylerdi. Bugünkü Arap laikleri, hâlâ laik yapılı devletin İslâmî bir renge bürünmesi taleplerine karşı Ali Abdurrazik’ın ‘İslâm ve yönetim biçimi’ adlı kitabındaki argümanları ve tezleriyle mukabele ediyorlar. Kitabı kendilerine siper ediyorlar. Keza bugünün liberal modernistleri, Taha Hüseyin’in ‘Mısır’da kültürün geleceği’ adlı kitabıyla açtığı çığırın izinde yürüyorlar. Bu kitabında Taha Hüseyin, nasların ve dinî metinlerin bir kriter ve ölçü olmaktan çıkarılması gerektiğini savunmuştu. Nassın itibarı sarsıldığında Arap toplumunun içtimaî dayanakları da kendiliğinden kartondan şatolar gibi yıkılacaktı. Ve Arap toplumunun içten çökertilmesiyle de modernizmin önündeki engeller kalkacak ve Araplar, kültürel ve medenî anlamda Batılılaşacaklardı. Aslında liberal akım, bütün bütün maziyi reddederek kendisini dogmatik bir çerçeveye kilitlemiş oldu. Çünkü dogmatizm ötekilere kapalılık demektir. Arap modernizminin öncülerinden olan ve bizde Özdemir İnce gibilerine tekabül eden kıpti kökenli Selame Musa modern insan yetiştirmenin yolunun eskileri tardetmekten geçtiğini ileri sürmüştür. Bununla birlikte onlar sadece geçmiş seleflerini reddediyorlardı. Batılıların seleflerine ise—Yunanlılar dahil—sahip çıkıyorlardı. Şafiî ve Asmai gibilerini atıyor yerine Russo veya Volter gibilerini koyuyorlardı. Akkültürasyon bataklığında serpilen Selame Musa köklerine karşı tam hoyratça ve yerli bir müsteşrik edasıyla davranmıştır. Kendi kültürlerine, tarihlerine Avrupa’nın gözlüğüyle bakıyorlardı. Referanslarından birisi olan Mustafa Kemal gibi Arapların latince alfabeye geçmelerini savunuyordu. *** Bunlar hezimet psikolojisiyle derilerini değiştirenlerdir. İbni Haldun’un dediği gibi (Mağluplar galipleri taklit eder) kompleksin vermiş olduğu maluliyetle giyimde kuşamda ve yürüyüşte Batılıları taklit ediyorlardı. Yine bu akımın temsilcilerinden Suriye kavmiyetçisi Farah Antuvan ‘Okullarımız Fransız okulları gibi tamamen dinden kopuk olmalıdır’ demiştir. Şimdiki neoliberaller, geçmişteki modernist ve liberallerden Taha Hüseyin, Selame Musa, Şibli Şumeyyel, Farah Antuvan ve diğerlerinin yazdıklarını ve söylediklerini üstüne bir şey koymadan papağan gibi onları tekrarlıyorlar. Yeni yetmelerden Adonis veya Fereç Fude eskilerin bir kopyasından ibarettir. Fikrî referans kaynakları aynı. O itibarla, Adonis ile Özdemir İnce gibilerin dost ve ahbap meclislerinde bir araya gelmeleri aynı zemini paylaşmalarının ve orada buluşma ve kaynaşmalarının bir ürünüdür. Hişam Turabi adlı neoliberal yazara göre muhafaza edilmesi gereken kültürel miras, üç dört neslin ürettiği ve onun ötesine geçmeyen gayet sınırlandırılmış bir miras olmalıdır. Daha önce Selame Musa da özlem duyduğu Arap rönesansının, tarihi, 500 yılı geçmeyen modern Arap insan tipini yetiştirmekten ibaret olduğunu söylemiştir. Tesadüf müdür acaba? Ecevit de biraz daha genç olduğu sıralarda Fatih semtinde 500 yıl geride yaşayan insanların varlığından şikâyetçi olmuştu. Liberal akım liberal içtihad kapısının da açılmasını dört gözle intizar etmektedir. *** Mısır’da liberal içtihad kapısını açanlardan birisi de Hasan el Benna’nın 13 yaş küçük kardeşi Cemal el Benna’dır. O da, Irshad Manji gibi Batının, yıldızını parlattığı sekter ve Soros gibilerinin yörüngesinde seyreden kafası karışık tiplerden biridir... 09.03.2005 |