BEHLÜL DÂNÂ
“Asıl ismi Vüheyb bin Ömer Sayrâfî'dir.
Behlûl-i Dânâ adıyla şöhret bulmuştur.
Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir.
Kûfeli olduğu hâlde ömrünün çoğunu Bağdât'ta geçirdi.
Hârûn Reşîd'in kardeşi olduğuna dâir rivâyetler varsa da aslı yoktur.
Hârûn Reşîd'e nasîhat verirdi.
Herkese ders olacak hikmetli sözleri çok meşhûrdur.
805 (H.190) senesi Bağdât'ta vefât etti.
Dicle kenarında Şunûziyye kabristanlığına defnedildi.
Behlül-i Dânâ, zamânın büyüklerinin sohbetlerinde bulundu. Eymen bin Nâbil, Amr bin Dînâr ve Âsım bin Ebi'n-Necîd'den hadîs-i şerîf öğrendi. İbretli mânâlı sözler söyledi. Menkıbeleri dilden dile aktarıldı.
Behlül-i Dânâ, duâsı makbul bir zâttı.”
İşte ondan rivayet edilen hikmetli sözler:
ÜÇ KURU KAFA KAÇ PARA EDER
“Bir gün Behlül'ün üstü başı dağınık bir hâldeydi. Her tarafı toz toprak
içindeydi. Onu bu hâlde gören, uzun bir yolculuktan dönmüş zannederdi. Behlül
Dânâ'nın mânevî makamlar sahibi bir veli olduğunun farkında olmayan, onu sıradan
bir meczup zanneden bazıları, onunla dalga geçmek ve eğlenmek kastıyla sordular:
–Ey Behlül! Bu ne hâl böyle! Nereden geliyorsun? Behlül'ün cevabı hiç de onların
bekledikleri türden değildi:
–Cehennemden geliyorum!
Soruyu soranlar kendi kendilerine: "İşte yine deliliği tuttu, böyle cevap olur
mu?" diyerek tekrar sordular.
–Peki, cehennemde ne işin vardı?
Behlül yine hiç istifini bozmadan aynı tavırla:
–Ateş lâzım oldu da onun için gitmiştim.
–Peki, ateşi aldın mı bari?
Behlül'ün cevabı müthişti:
–Hayır, maalesef ateşi alamadım. Cehennemin bekçileri bana: "Sanıldığı gibi
burada ateş bulunmaz, ateşi herkes dünyadan kendisi getirir." dediler.
Birisi Behlül Dânâ'ya sordu:
–Senin oturduğun, yattığın, sığındığın bir yer yok mu?
–Elbette var.
–Peki, nereye sığınırsın?
–Azizle hakirin, zenginle fakirin müsavi olduğu yere, dedi.
–Orası neresi? diye sorulunca
–Mezarlık, diye cevap verdi.
–Peki, gecenin karanlığında, orada yalnız kalınca yabancılık çekip, korkmuyor
musun?
–Ben kendi yalnızlığımı ve içinde bulunduğum karanlığı, mezarda yatan ölülerin
yalnızlığı ve karanlığıyla mukayese ettiğim zaman bende ne yabancılık kalıyor,
ne de korku…
Behlül Dânâ Hazretleri, bir gün pazara üç tane kuru kafa getirerek, onları
satmaya başladı. Her üç kafanın da fiyatları farklı farklıydı. Tabiî millet
merakla Behlül Dânâ'nın etrafına toplandı. Önüne açtığı tezgâhın üzerindeki bu
kuru kafaları sattığını öğrenince sordular:
–Ey Behlül! Bu kafaları kaça satıyorsun?
Behlül Dâna:
–Birini bir paraya, birini on paraya, birini de ağırlığınca paraya satıyorum,
diye cevap verince, oradakilerden bir tanesi taaccüb ederek sordu:
–Ey Behlül! Bunların üçü de kurumuş kafalar olduğu hâlde sen üçüne de ayrı ayrı
fiyat biçiyorsun. Bunların birbirlerinden ne farkı var ki?
Behlül Dânâ Hazretleri, bunun hikmetini şöyle anlattı:
–Birincisi, taş kafadır. Bunun değeri hepsinden düşüktür; çünkü bu hiç nasihat
dinlemez ve nasihata ihtiyaç duymaz. İkincisi, yani on paralık kafa ise, nasihat
dinler; ama nasihati tutmaz... Söz onun bir kulağından girer, öbür kulağından
çıkar. Bunun adı da boş kafadır. Üçüncüsü ise, tam kafadır. Bu kafa, hem nasihat
dinleyip onunla amel eder, hem de öğrendiklerini başkasına öğretir. İşte en
kıymetli kafa budur. Bunu da ağırlığınca paraya veriyorum.
Behlül Dânâ'nın annesi ısrarla oğlunu evlendirmek istemiş ve nihayet oğlu
Behlül'ü zorla da olsa evliliğe ikna etmişti. Günü geldiğinde düğünü yapmışlar
ve gelini getirmişlerdi. Sırf annesinin sözünü kırmamak için evlenmeyi kabul
eden Behlül, zifaf gecesi hanımıyla baş başa kaldığı zaman kulağını hanımının
karnına koydu ve bir müddet dinledi. Sonra Behlül Dânâ, hanımını karşısına alıp
şunları söyledi:
–Şu ana kadar seninle evli idik; fakat şu andan itibaren seni üç talakla
boşadım. Bundan sonra benim dünya – âhiret kardeşimsin.
Sabah olunca merakla damadı görmeye hazırlananlar, onu gelinle birlikte aynı oda
da bulamadılar. Hâl böyle olunca Halife Harun Reşid, telâş içinde kaldı. Her
yere bakıp, onu aradılar, nihayet Behlül'ü dergâhında buldular: Ona
–Suçsuz bir kadını bir gecede niçin boşadın? diye sordular. O:
–Sizden ayrılıp da içeri girdiğim andan itibaren, içerde birtakım sesler duymaya
başladım. Ben bu sesler nereden geliyor diye araştırmaya başlayınca, gelinin
karnından geldiğini anladım. Kulağımı verip iyice dinledim ki, ilerde gelecek
olan çocuklar, kapının ağzına toplanmışlar bağrışıyorlar. Onlardan kimi elbise,
kimi tahsil, kimisi de mal–mülk diye feryat ediyorlardı. Ben bunlarla uğraşıp da
ibadetimden mahrum olmaktansa, kapıyı açmayayım daha iyi dedim ve çareyi onu
boşamakta buldum, dedi.
Behlül Dânâ bir kere daha böyle bir olay yaşamış; artık bundan sonra ne kadar
ısrar ettilerse de ona evlenmeyi kabul ettirememişlerdi.”
HER CAMİYE
GELEN
NAMAZ KILMIYOR
Harun Reşid bir
ramazan günü Behlül Dânâ'ya şöyle tembih etti:
–Akşam namazında camiye git, namaza gelen herkesi iftara davet et.
Akşam oldu, namazlar kılındı. Namazın akabinde Behlül Dânâ 5–10 kişilik küçük
bir grupla çıkageldi. Harun Reşid buna çok şaşırdı. Zira kalabalık bir grup
bekliyordu.
–Behlül bunlar kim? Ben sana namaza gelen herkesi saraya iftara çağır diye
tembih etmedim mi? Sen o kadar cemaatin arasından bir sofralık bile adam
getirmemişsin, deyince Behlül cevap verdi:
–Sultanım, siz bana camiye gelenleri değil; namaza gelenleri iftara çağır
dediniz. Namazdan sonra bendeniz cami kapısında durdum. Çıkan herkese imamın
namaz kıldırırken hangi sûreyi okuduğunu sordum. Fakat çoğu bilemedi. İşte
yalnız bu getirdiğim kişiler bildi. Camiye gelen çoktu; ama namaza gelen demek
ki, yalnız bunlarmış."
Halife Harun Reşid'in üvey kardeşi olduğu rivayet edilen Behlül Dânâ Hazretleri
bir gün etrafta kimseler yokken, Harun Reşid'in taht odasını boş buldu ve onun
tahtına geçip oturdu. Henüz birkaç dakika oturmamıştı ki, onu sarayın
hizmetçileri gördüler. Hemen alelacele Behlül Dânâ Hazretleri'ni tahttan
indirdikleri gibi bir de temiz dayak attılar... Bunun üzerine Behlül ağlamaya
başladı. O anda Harun Reşid makamına gelerek Behlül'ün ağladığını görünce, onun
neden ağladığını sordu. Oradakiler Behlül'ün büyük ve affedilmez bir hata
ettiğini, yalnızca Halife'ye ait bir makam olan tahta çıkıp oturduğunu, bunun
için kendilerinin de onu tahttan indirip dövdüklerini söylediler.
Tabiî Harun Reşid, Behlül'ün böyle ağlamasına üzülerek:
–Böyle bir sebepten dolayı adamcağız böylesine ağlatacak kadar dövülür mü?
deyip, adamlarını azarladı.
Bunun üzerine Behlül Dânâ Hazretleri Harun Reşid'e:
–Adamlarına kızmana gerek yok. Ben, onlar beni dövdüler diye ağlamıyorum. Ben
birkaç dakika tahta çıkmakla bu kadar dayak yedim, oysa sen hep tahtta
oturuyorsun. Bu durumda yarın senin hâlin ne olacak, kim bilir ne kadar dayak
yiyeceksin diye düşündüm de onun için ağlıyorum, dedi.
Bu sözler Harun Reşid'in gözlerini yaşarttı:.
–O hâlde nasıl hareket edersem, kurtulurum, onu söyle! dedi. Behlül Dânâ
Hazretleri de şu nasihatte bulundu:
–Adaletle hükmet, kimseyi incitme. Millet senden memnun olup sana dua etsinler.
Ancak o zaman kurtulursun.”
ÖLÜM EN BÜYÜK NASİHATTİR
Behlül Dânâ hazretleri bir Harun Reşit’e, “Uygun görürseniz biraz dolaşalım diyor ve Onu mezarlığa götürüyor. Tek tek mezarları göstererek “Bak şu filanca idi, şu kadar malı vardı, şu kadar yıl yaşadı ve öldü. Şurada yatan da filanca idi, zamanının hükümdarı idi, şu kadar askeri, şu kadar da hazinesinde malı vardı. Şurada yatan kadın da zamanının en güzeli idi. Herkes ona sahip olmak için can atıyordu. Sonunda biri ile evlendi, şu kadar çocuğu oldu ve şu kadar yıl yaşadı. Bu ve benzeri yer gösterme ve değerlendirmenin ardından eve dönüyorlar. Harun Reşit’in annesi, bu günlerde hiç Behlül’le sohbet ettin mi, sana neler anlattı? diye soruyor. H.Reşit’in annesi tekrar Behlül Dânâ hazretlerine gelerek, “Oğluma ne zaman nasihat edeceksin?” diye soruyor. O da ben Ona nasihat ettim. Birlikte mezarlığa gittik. Ona bazı geçmiş kimseleri hatırlattım. “Ölüm en büyük nasihattir. Eğer bunu anlamadıysa diğer söyleyeceklerimin de bir faydası olmaz” diyor.
MEZARTAŞI
Birisi Behlül-i Dânâ'ya gidip; "Ey Behlül! Oğlum vefât etti. Kabir taşına ne yazayım." dedi. Behlül hazretleri buna gülüp;
"Dün altımda olan çimenler bugün üstümde yeşerdi.
Ey yolcu,
bil ki şu toprak, günahlardan başka her şeyi örtmektedir, yaz." dedi.
DAMDA DEVE BULAMAYIZ
Adamın birisi namaz kılmaz, diğer ibâdetleri yapmaz ama her gece yatarken; "Yâ Rabbî! Bana Cennet'ini ver!" diye duâ ederdi. Bir gece aynı şekilde yattı. Geç vakitte, damdan bir tıkırtı geldiğini hissederek uyandı. Hemen çıkıp; "Kimsin, orada ne arıyorsun?" dedi. Damda bulunan Behlül Dânâ idi ve "Devem kayboldu da onu arıyorum." dedi. Ev sâhibi, "Kaybolan deve damda olması mümkün mü? Bu akılsızlık değil midir?" deyince, Behlül-i Dânâ; "Senin, hiç ibâdet etmemen ve sonra da Allah-ü teâlâdan Cennet'i istemen daha akılsızlık değil midir?" buyurdu. Ev sâhibi O zaman, Behlül-i Dânâ'nın kendisine nasihat vermek için böyle yaptığını anladı. Hatâsını anlayıp, tövbe etti ve ibâdetlerini aksatmadan yapmaya başladı.
KÜRKÇÜ DÜKKANI
Bir gün Behlül-i Dânâ'nın evine hırsız girmiş, evde ne bulduysa götürmüştü. Doğruca kalkıp kabristânlığa gitti ve kapısına oturdu. Bunun farkına varanlar başına toplanıp; "Niçin hırsızın peşinden gitmedin de buraya geldin?" dediler. Onlara; "Yolunu şaşırmış o adamcağızı burada bekliyorum." diye cevap verdi. Bu söze oradakiler kahkaha ile güldüler ve "Hay Allah iyiliğini versin, o adamın burada işi ne?" dediler. Bunun üzerine Behlül hazretleri; "Siz hiç merak etmeyin o mutlakâ bu kapıya gelecek. Ecel onu buraya getirecektir." buyurdu. Bu sözler üzerine herkes derin düşüncelere daldı.
CENNETİ NERDE ARAMALI
Bir gün Harun Reşit’in karısı, beyine şöyle diyor:
-Allah’a hamd olsun ki bu dünyada saraylarda rahat ve mutluluk içinde yaşıyoruz. Rabbimiz bize ahirette de böyle hatta daha iyi şartlarda yaşamayı nasip etse keşke diyor. H.Reşit de:
-İnşallah hanım kim istemez ahiret mutluluğunu diyor.
H. Reşit dışarı çıkıp dolaşırken Behlül Dânâ hazretlerinin yeri kazdığını görüyor ve takılmadan edemiyor:
-Hayırdır Behlül yine ne işler çeviriyorsun? Diye soruyor. O da:
-Cennet arıyorum diyor. Harun Reşit:
-Yapma Behlül! Burada Cennet aranır mı? diyor. Behlül Dânâ hazretleri de:
-Sen sıcak yatağında hanımının yanında cennet arıyorsun oluyor da burada neden olmasın? Diyor.
BEHLÜL-İ DÂNÂ;
Abdullah bin Mihran anlatıyor: Hârûn Reşîd hacca gitti. Dönüşünde Behlül yüksek
sesle:
"Ey Hârûn!" diye seslendi. Hârûn, perdeyi kaldırarak: "Buyur Behlül, ne
istiyorsun?" dedi.
Behlül Dânâ yine; "Bağdât ve etrafını nûrlandırıp aydınlatacak hediyeler
götürüyor musun?"
dedi. Halîfe; "Bu hediyeler nasıl olur?" deyince, Behlül hazretleri; "İnsanlara
Allahü teâlânın
sevgisini, O'ndan korkmayı, onlara örnek olacak şekilde hâl ve hareketler, onlar
hakkında
temiz ve güzel düşüncelere sahip olmak en güzel hediyedir." dedi.
Halîfe; Nasıl yaşayalım?" diye sordu. Behlül; "Allah'tan kork. Her hâlinde
Muhammed aleyhisselâmın sünnetine tâbi ol. Bu durumda en kârlı yolu seçmiş
olursun."
dedi. Halîfe; "Çok güzel söylüyorsun, şu hediyemi kabûl et." dedi. Behlül
hazretleri de; "Onu
kimden aldınsa ona ver. Dünyâdaki sâhipleri yakana yapışmadan önce, verenin
yoluna harca.
Bunu burada yap. Âhirete kalırsa onlara bir şey bulup veremezsin, râzı
edemezsin." diye
cevap verdi.
Hârûn Reşîd:
"Bâri ihtiyâcını temin edelim." deyince, Behlül hazretleri; "Allahü teâlâ senin
Rabbin olduğu
gibi, benim de Rabbim'dir. Seni hatırlayıp beni unutması muhâldir." buyurdu.
Hârûn Reşîd,
bu sözleri işitince ağladı.
Bir gün halîfeye;
"Ey Hârûn Reşîd! Yer içinde, yer üzerinde ve göklerde çok olan nedir?" diye
sordu. Hârûn
Reşîd; "Bunu bilmeyecek ne var? Yer içinde ölüler, yer üzerinde hayvanlar ve
bitkiler, gökte
ise meleklerdir." dedi. Behlül; "Değil." buyurdu. Halîfe; "Nedir?" deyince,
Behlül-i Dânâ; "Ey
Halîfe! Yer içinde çok olan ölülerin pişmanlıkları, yer üzerinde insanların hırs
ve tamahı,
gökte ise âdil hükümdarların sevaplarıdır." buyurdu. Bu sözler üzerine Hârûn
Reşîd ağlamaya
başladı.
Halîfe Hârûn Reşîd bir gün Behlül-i Dânâ ile sohbet ederken; "Ey Behlül! Sana
sarayımda
bir oda ve hizmetçiler vereyim. Yeter ki bu eski elbiselerden kurtul. Yenilerini
giy.
İnsanlar arasana karış." dedi.
Bunun üzerine hazret-i Behlül; "Müsâde ederseniz bir danışayım." dedi. Halîfe;
"Kime
danışacaksın, kimsen yok ki?" diye cevap verdi. Behlül de; "Ben danışacağım yeri
biliyorum." dedi ve oradan ayrıldı. Hârûn Reşîd arkasından adamlar salıp
danışacağa yeri
öğrenmek istedi. Behlül gide gide şehir dışında bir mezbeleliğe gitti. Başını
eğip bir şeyler
dinlermiş gibi yaptı. Bir şeyler söylendi. Daha sonra oradan ayrıldı. Saraya
yöneldi.
Sultanın adamları ondan önce saraya dönüp hâdiseyi halîfeye bildirmişlerdi.
Behlül huzûra
girince, halîfe Hârûn Reşîd ona; "Ey Behlül! Söyle bakalım vereceğin cevabı."
dedi.
Behlül; "Danıştım efendim. Lâkin insanlar arasına karışmam mümkün değil." dedi.
Halîfe
heybetle; "Ey Behlül! Sen gidip çöplere danışmışın, haberim oldu." dedi. Behlül
de;
"Doğru söylüyorsun ben de onlara danıştım. Onlar bana cevap verdiler ve;
Ey Behlül! Biz de vaktiyle en güzel ve nefis yiyecekler idik. Bütün güzellikler
bizde idi.
Sevgi ve itibarımız çoktu. Ne zaman ki insanlar arasına karıştık. İşte bu hâle
geldik. Çöpe
atıldık. Sen de sakın insanların arasına karışma." dediler. Bu sözlerdeki ince
manaları
anlayan Hârûn Reşîd: "Haklısın." deyip düşüncelere daldı.
Behlül-i Dânâ bir gün Bağdât sokaklarından birinde giderken, oynayan çocuklar gördü. Çocuklardan biri ise bir köşeye çekilmiş onlara bakıyor ve ağlıyordu. Behlül-i Dânâ o çocuğun yanına gitti ve; "Ey çocuk niçin ağlıyorsun? Gel sana bir şeyler alayım da sen de arkadaşlarınla oyna." dedi ve çocuğun başını okşadı. Çocuk bakışlarını Behlül'e çevirdi ve; "Ey aklı az adam! Biz oyun için yaratılmadık." dedi. Behlül bu söze şaştı ve çocuğa; "Ey oğlum! Peki niçin yaratıldık." diye sordu. Çocuk; "Allahü teâlâyı bilmek ve O'na ibâdet etmek için." dedi. Behlül hazretleri; "Peki bunun öyle olduğunu nereden biliyorsun?" diye sordu. Çocuk, Mü'minûn sûresinin 115. âyet-i kerîmesini okuyuverdi. Meâlen; "Sizi ancak boşuna yarattığımı ve gerçekten bize döndürülmeyeceğinizi mi zannettiniz?" Hazret-i Behlül tekrar; "Ey çocuk. Sen hakîmâne konuştun. Bana biraz daha nasîhat et." dedi ve ağlamaya başladı. Kendinden geçmişti. Kendine geldiğinde çocuğa; "Ey oğlum! Senin günâhın yok. Sen bir çocuksun. Nasıl oluyor da böyle düşünebiliyorsun?" diye sordu. Çocuk da; "Ey Behlül! Babamı ateş yakarken gördüm. İri odunları küçük çırpılarla tutuşturuyordu. Ben de Cehennem'in yanan küçük odunlarından olacağımdan korkuyorum." dedi. Bu sözler üzerine Behlül-i Dânâ hazretleri tekrar ağladı. Kendinden geçti. Kendine geldiğinde çocuğu yanında göremedi. Oradakilere bu çocuğun kim olduğunu sordu. Onlar; "Tanımadın mı?" dediler. Behlül; "Hayır." deyince, onlar; "Bu, hazret-i Hüseyin evlâdından seyyid bir çocuktur." dediler. Behlül de; "Ancak böyle bir ağacın meyvesi bu kadar olgun olabilirdi." deyip oradan ayrıldı.
Bir gün Behlül-i Dânâ'ya; "Basra'daki Hak âşıklarını sayar mısın?" dediler. O;
"Bunlar sayıya sığmaz. İsterseniz öyle olmayanları söyleyeyim. Zîrâ bunlar
birkaç tânedir." diye cevap verdi. Soranlar özür dileyip oradan ayrıldılar.
Bir gün Behlül'ü kabristanda gördüler. Ayaklarını kabir taşları arasına sokmuş
toprakla oynuyordu. Kendisine; "Ey Behlül ne yapıyorsun?" diye sordular. Onlara
gâyet sâkin olarak; "Bana eziyet etmeyen, gıybetimi yapmayan insanlarla oturup
sohbet ediyorum. Bunlar sağ olanlardan daha emin." diye cevap verdi.
Bir gün devrin halîfesi Hârûn Reşîd ile karşılaştı. Halîfe; "Seni gördüğüme çok
sevindim. Çünkü uzun zamandır seninle konuşmayı arzu ediyordum." dedi. Hazret-i
Behlül güldü ve; "Benim böyle bir arzum yoktu." cevâbını verdi. Buna rağmen
Hârûn Reşîd kendisinden nasîhat istedi. "Ne nasîhatı istiyorsun? Şu sarayına
bak, bir de kabirlere bak! Bunlardan ibret almayan, nasîhat almayan nelerden
alır! Hâlin ne olacak, ey müminlerin emîri! Yarın Cenâb-ı Hakk'ın huzûruna
çıkacaksın. Büyük küçük yaptığın her şeyden suâl olunacaksın. Bunlara nasıl
cevap vereceksin iyi düşün! Bu hesap zamânında aç ve susuz olacaksın, çıplak
bulunacaksın. Orada bulunanlar sana bakıp gülecekler. Perişan hâlin orada
meydana çıkacak, başka nasîhatı ne yapacaksın?" dedi. Adâleti ile meşhûr olan
Hârûn Reşîd onun nasîhatlarından çok istifâde ettiğini bildirdi.
Bir zaman Bağdât'ta fiyatlar çok yükselmişti. Hayat pahalılığı çekilmez bir hâl
aldı. Muhammed bin İsmâil bin Ebî Fudayl gelerek; "Ey Behlül! Müslümanların ve
bütün insanların hattâ hayvanların rahatlaması için Allahü teâlâya duâ etmez
misin?" dedi. O şöyle cevap verdi: "Allahü teâlâya yemin ederim ki, ben bu işe
karışmam. Eğer bir buğday tânesi bir dinar olsa, bize emrettiği gibi Allahü
teâlâya ibâdet etsek, O bize vâdettiği gibi rızkımızı verir." Sonra ellerini
birbirine vurarak; "Ey dünyâyı ve süslerini toplayan, gözleri uykudan lezzet
almayan kimse, nefsinle uğraşıp âhirete bir tedârik yapmadın, kıyâmet gününde
Allahü teâlâya ne cevap vereceksin?" dedi.
Behlül Dânâ yine; "Bağdât ve etrafını nûrlandırıp aydınlatacak hediyeler
götürüyor musun?" dedi. Halîfe; "Bu hediyeler nasıl olur?" deyince, Behlül
hazretleri; "İnsanlara Allahü teâlânın sevgisini, O'ndan korkmayı, onlara örnek
olacak şekilde hâl ve hareketler, onlar hakkında temiz ve güzel düşüncelere
sâhib olmak en güzel hediyedir." dedi. Bunu dinleyen Hârûn Reşîd ağlayarak; Ey
Behlül, biraz daha anlat!" dedi. Behlül:
"Memleketinin bir köşesinde bir mazlum zulme uğrasa, sen memleketin diğer
köşesinde bile olsan, Allahü teâlâ bunun hesâbını senden soracak. Allahü teâlâ
Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Şüphesiz ki iyiler Naîm Cenneti'ndedir. Kötüler ise
Cehennem'dedir." buyurdu (İnfitar sûresi: 13-14). Âhirette, Cennet veya Cehennem
dışında gidilecek üçüncü bir yer yoktur. O hâlde hazırlığını buna göre yap."
dedi. Halîfe; "Amellerimiz hakkında ne dersiniz?" diye sordu. Behlül hazretleri;
"Allahü teâlâdan korkarak ve emrettiğine uygun olarak yapılan amel makbuldür."
buyurdu. Halîfe; "Peygamber efendimizle, akrabâlık olarak yakınlığımız hakkında
ne dersiniz?" diye sordu. Behlül; "Peygamber efendimize akrabâlıktan ziyâde,
bildirdiği hükümlere bağlılıkta yakın olmak daha mühimdir." dedi. Halîfe;
"Peygamber efendimizin şefâatine kavuşabilecek miyiz?" deyince de, Behlül; "Onu
Allahü teâlâ bilir." buyurdu. Halîfe; Nasıl yaşayalım?" diye sordu. Behlül;
"Allah'tan kork. Her hâlinde Muhammed aleyhisselâmın sünnetine tâbi ol. Bu
durumda en kârlı yolu seçmiş olursun." dedi. Halîfe; "Çok güzel söylüyorsun, şu
hediyemi kabûl et." dedi. Behlül hazretleri de; "Onu kimden aldınsa ona ver.
Dünyâdaki sâhipleri yakana yapışmadan önce, verenin yoluna harca. Bunu burada
yap. Âhirete kalırsa onlara bir şey bulup veremezsin, râzı edemezsin." diye
cevap verdi. Parayı almayınca, Hârûn Reşîd; "Para borcun varsa onu ödeyelim."
dedi. Behlül:
"Kûfe'de birçok ilim sâhipleri vardır. Borç ile borcun ödenmeyeceğinde ittifak
etmişlerdir." dedi. Hârûn Reşîd:
"Bâri ihtiyâcını temin edelim." deyince, Behlül hazretleri; "Allahü teâlâ senin
Rabbin olduğu gibi, benim de Rabbim'dir. Seni hatırlayıp beni unutması
muhâldir." buyurdu. Hârûn Reşîd, bu sözleri işitince ağladı.
Bir gün halka doğru yolu göstermek için söylediği sözlerden rahatsız olanlar,
Hârûn Reşîd'e gidip; "Sultanım, bizim yaptıklarımızın ona ne zararı var? Bizi
kendi hâlimize bıraksın. Sonra her koyun kendi bacağından asılır." gibi sözlerle
şikâyet ettiler. Bunun üzerine Hârûn Reşîd, Behlül Dânâ'yı çağırtıp, halkın
isteğini bildirdi. Behlül Dânâ hiç sesini çıkarmadan sarayı terk etti. Birkaç
koyun alıp kesti, bacaklarından mahallenin köşe başlarına astı. Bunu gören halk
gülerek; "Deliden başka ne beklenir, yaptığı işler hep böyle zâten." diyorlardı.
Aradan günler geçtikçe, asılan hayvanlar kokuyor, bundan da bütün mahalle zarar
görüyordu. Kokudan durulmaz hâle gelince, aynı kişiler Hârûn Reşîd'e gidip,
durumu anlattılar. Behlül Dânâ'yı çağırtıp, sorduğunda: "Bir kötünün herkese
zararı olduğunu herhalde anladılar. Ben bir şey yapmadım, her koyunun kendi
bacağından asıldığını onlara gösterdim." diye cevap verdi.
Hasan bin Sehl anlatır: Bir gün çocuklar, hazret-i Behlül'e taş atmağa
başladılar. Taşın birisi vücûdunu kanatınca, "Ey çocuklar! Ben, Allahü teâlâya
tevekkül ettim. O elbette bana kâfidir. O ne güzel vekildir. Ancak Allahü
teâlâya yaklaşmak insana rahatlık verir. İnsanlara ezâ ve cefâ yapanlar hiç
merhametli olur mu?" dedi. Ben dayanamadım. "Ey Behlül, çocuklar sana taşla
vuruyorlar, sen onlara merhamet ediyorsun. Bu nasıl iştir?" dedim. O da, "Sus!..
Allahü teâlâ, benim üzüntü ve acımı, onların da sevincinin çokluğunu elbet
biliyor. Bâzımızı, bâzımıza bağışlaması umulur." buyurdu.
BEHLÜL DÂNÂ'NIN RÜYASI
Günlerden bir gün Harun Reşid yanındakilere:
-Bana Behlül Dânâ'yı çağırın, der.
Hizmetliler her yeri ararlar fakat onu bir türlü bulamazlar. Sonunda uzun bir aramadan sonra onu bir mezarlıkta uyur halde bulurlar. Halife'nin kendisini acilen istediğini ona iletirler. Behlül Dânâ haberi alınca doğruca halife Harun Reşid'in huzuruna gider:
-Ey Halife, beni padişahlıktan azlettin, niçin? der.
Harun Reşid büyük bir şaşkınlık içinde:
-Ne padişahlığı sen delirdin mi be adam? diye cevap verir.
Behlül Dânâ ise gayet sakin bir şekilde şöyle karşılık verir:
-Rüyamda padişah olduğumu gördüm. Hizmetçiler bana yemek taşıyor, vezirler karşımda bekliyorlardı. Beni uykumdan uyandırmakla padişahlığıma son verdiniz.
Harun Reşid, Behlül Dânâ'nın anlattıklarına gülerek:
-Rüyadaki padişahlığın itibarı yok, deyince, Behlül Dânâ:
-Benim rüyadaki padişahlığımla senin hükümdarlığın arasında ne fark var. Ben gözlerimi açınca padişalığım sona eriyor. Sen gözlerini kapatınca hükümdarlığın sona eriyor.
İSABET OLDU
Harun Reşit bir av sırasında hedefini ıskalayınca yanında bulunan Behlül Dânâ Hz. büyük bir sevinçle:
--İsabet oldu efendim, demiş. Büyük isabet oldu.
Ve halifenin şaşkın bakışları arasında devam etmiş.
--Yani kuşun hayatı açısından isabet oldu...
Şiirinde:
Hırsı bırak da, yorulma;
Geçimde tamaha kapılma...
Niçin malı cem edersin;
Kime topladın bilemezsin!
Rızık vaktiyle ayrıldı;
Sû-i zan faydasız kaldı...
Her hırs sâhibi fakirdir;
Her kanaatkârsa zengin.
Bir gün devrin halîfesi Hârûn Reşîd ile karşılaştı. Halîfe; "Seni
gördüğüme çok sevindim. Çünkü uzun zamandır seninle konuşmayı arzu ediyordum."
dedi. Hazret-i Behlül güldü ve; "Benim böyle bir arzum yoktu." cevâbını verdi.
Buna rağmen Hârûn Reşîd kendisinden nasîhat istedi. "Ne nasîhatı istiyorsun? Şu
sarayına bak, bir de kabirlere bak! Bunlardan ibret almayan, nasîhat almayan
nelerden alır! Hâlin ne olacak, ey müminlerin emîri! Yarın Cenâb-ı Hakk'ın
huzûruna çıkacaksın. Büyük küçük yaptığın her şeyden suâl olunacaksın. Bunlara
nasıl cevap vereceksin iyi düşün! Bu hesap zamânında aç ve susuz olacaksın,
çıplak bulunacaksın. Orada bulunanlar sana bakıp gülecekler. Perişan hâlin orada
meydana çıkacak, başka nasîhatı ne yapacaksın?" dedi. Adâleti ile meşhûr olan
Hârûn Reşîd onun nasîhatlarından çok istifâde ettiğini bildirdi.
ÖLÜM BİR NASÎHATTİR
Hârun Reşid devrinde, yaşayan velî bir zât,
Aslen Kûfeliyse de, Bağdat'ta sürdü hayat.
Hârûn Reşîd bu zâtı, kıymetli tutuyordu,
Nasîhatları ile, ferahlık duyuyordu.
Bir gün onu görünce, dedi ki: "Beni dinle,
Görüşmek istiyordum, çok zamandır seninle."
O, oralı olmayıp, etmedi hiç iltifât,
Dedi: "Öyle bir arzu, olmadı bende fakat."
Kızmadı Hârûn Reşîd, cevâbına Behlül'ün,
Dedi: "Biraz nasîhat, etsene bana bu gün."
Buyurdu: "Ey hükümdâr, ne diyeyim ben sana,
Bir şu sarayına bak, bir de şu kabristana.
Bundan ibret almayan, başka neden alır ki,
Ölümden daha büyük, nasihatçı var mı ki?
Ey emîrel müminin, nolacak senin hâlin?
Huzûr-u ilâhîye, çıkarsın sen de yârın.
İşlediğin her işten, soracaklar sana hep,
Onlara verilecek, cevâbın var mı acep?
O gün çıkar meydana, çok perişan olduğun,
Başka ne nasîhati, istiyorsun ey Hârun?"
HER
KOYUN KENDİ BACAĞINDAN
Behlül Dânâ şehirde, dolaşıp ara sıra,
Nasîhat ediyordu, bir kısım insanlara.
Ve eğer görür ise, bâzı yanlış işleri,
Derhal îkâz ederdi, gidip o kişileri.
Bu durumdan rahatsız olan bâzı kişi de,
Şikâyet eylediler, onu Hârûn Reşîd'e.
Dediler ki: "Behlül'e, söyleyin de ey sultan,
Yaptığımız işlere, karışmasın her zaman.
Bizim günahımızla, ne derdi var ki onun,
Hem kendi bacağından, asılmaz mı her koyun?"
Çağırdı Hârûn Reşîd, Behlül'ü sarayına,
Halkın şikâyetini, söyledi aynen ona.
O, terk etti sarayı, hiç bir cevap vermeden,
Ve bir kaç koyun alıp, onları kesti hemen.
Her sokağın başına, o kesik koyunları,
Kendi bacaklarından, asıverdi onları.
İnsanlar bunu görüp, dediler: "Ne olacak,
Delinin yapacağı, nihâyet budur ancak."
Lâkin günler geçtikçe, o etler kokuyordu,
Bundan bütün mahalle, rahatsız oluyordu.
Artık durulmaz oldu, bu kokudan nihâyet,
Halk gidip halîfeye, eylediler şikâyet.
Dediler: "Ey halîfe, Behlül'e söyleyiniz,
Astığı koyunlardan, bîzar olduk hepimiz."
Hârûn Reşîd, Behlül'ü çağırıp sordu hemen,
O ise şöyle dedi, halîfeye cevâben:
"Kendi bacaklarından, astım ben her koyunu,
Ne için şikâyete, geldiler size bunu?
Demek ki bu şekilde, asılsa da her koyun,
Kokunca, her insana, zararı varmış onun.
Anlatmak istedim ki, onlara ben bu halle,
"Bir kötünün şerrini, çeker bütün mahalle."
Bir gün Hârûn Reşîd, Behlül ile görüşmek, hikmetli sözlerini
duymak istedi. Bu şekilde adamlarını gönderip Behlül'ü getirmelerini söyledi.
Gidenler Behlül'ü boş bir mezar içinde uyur buldular. Uyandırdıklarında; "Siz ne
yaptınız. Beni pâdişâhlık makâmından indirdiniz. Şimdi ben ne yapacağım." dedi.
Görevliler gidip bu sözleri halîfeye bildirdiler. Hârûn Reşîd onun bu hâline bir
mânâ veremedi, huzûruna geldiğinde; "Ey Behlül! Bu ne iş. Sen hangi
pâdişâhlıktan indirildin?" dedi. O, bu soru üzerine; "Ey Halîfe! Rüyâmda kendimi
hükümdâr olmuş gördüm. Tahtımda oturuyordum. Hizmetçilerim vardı. Saltanat ve
ihtişam içinde idim. Lâkin senin adamların beni uyandırdı ve tahtımdan oldum."
Bu sözlere Hârûn Reşîd güldü ve; "Ey Behlül! Rüyâdaki pâdişâhlığa îtibâr olur
mu?" dedi. Bunun üzerine Behlül hazretleri; "Ey müminlerin emîri! Benim
hükümdarlığım ile seninki arasında ne fark var. Ben gözlerimi açınca hayat
buldum. Sen gözlerini kapayacak olsan ebediyyen emirlikten düşecek saltanatından
olacaksın ve nedâmet, pişmanlık günün başlayacak. O halde hangimizin
hükümdârlığına îtibâr yoktur siz söyleyin." dedi. Bunun üzerine Hârûn Reşîd
söyleyecek söz bulamadı.
Behlül-i Danâ hazretleri bir gün Bağdât sokaklarından birinde
giderken, iki kişinin kıyasıya kavga ettiklerini gördü. Biri diğerine ağza
alınmayacak şeyler söylüyordu. Behlül-i Dânâ onun yanına yaklaşıp; "Sen bize
gel ne söylersen söyle lâkin bizden bir tek kelime karşılık alamazsın."
dedi. Öfkeden deliye dönmüş adam birden durdu ve; "Ey Behlül; Beni o mağlûb
edemedi. Lâkin sen mağlûb ettin." dedi. Böylece kavgacılar dövüşü bırakarak
hatâlarını anladılar.
Bir gün halîfe Hârûn Reşîd Behlül-i Dânâ'ya kıymetli bir hırka hediye
etmek istedi: "Ey Behlül! Şu paha biçilmez hırkayı giy. Benim sana hediyemdir."
dedi. Behlül-i Dânâ hazretleri geri çekilip; "Ben ancak pamuklu hırka
giyebilirim. Pederimin bana nasîhat ve vasiyeti şu idi: "Oğlum! Toprak üstünde
yat. Lâkin bir döşek kazanmak için kimsenin önünde eğilip, el etek öpme, pamuk
hırka ile de yetin."
Behlül Dana hazretleri birgün Harun Reşid'den bir vazife istedi. Harun Reşid de ona çarşı pazar ağalığını (denetimini) verdi. Behlül Dana hazretleri hemen işe koyuldu. İlk olarak bir fırına gitti. Birkaç ekmek tarttı hepsi normal gramajından noksan geldi. Dönüp fırıncı ya sordu: "Hayatından memnun musun, geçinebiliyor musun, çoluk çocuğunla ağzının tadı var mı?" Adam her soruya olumsuz cevap verdi. Memnun olduğu bir şey yoktu. Behlül Dana hazretleri birşey demeden ayrıldı ve bir başka fırına geçti. Orada da birkaç ekmek tarttı ve gördü ki bütün ekmekler gramajından fazla geliyor, eksik gelmiyor. Aynı soruları bu fırının sahibine de sordu ve her soruya olumlu cevap aldı. Bundan sonra başka bir yere uğramadan doğru Harun Reşid'in huzuruna çıktı ve yeni bir vazife istedi. Harun Reşid, "Behlül daha demin vazife verdik sana ne çabuk bıktın?" dedi.
Behlül açıkladı:
- Efendimiz çarşı pazarın ağası varmış. Benden önce ekmekleri tartmış, vicdanları tartmış, buna göre herkes hesabını ödemiş, bana ihtiyaç kalmamış.
Bir hac ibadeti sırasında Harun Reşid ve Behlül Dana hazretleri yüksekçe bir yere oturup oradan ibadet ve dua eden ve bu arada ağlayıp gözyaşı döken insan selini seyrediyorlardı. Behlül Dana hazretleri halifeyi uyarmak için yeni bir fırsat yakalamıştı. Dedi ki:
- Ey müslümanların halifesi, bütün bu ağlayıp sızlayan insanlar kendi nefislerinin günahlarının hesabını verip veremeyeceklerini bilmedikleri için ağlaşıyorlar. Halbuki sen kendi nefsinin hesabı yanında bütün bu insanların da hesabını vereceksin.
Bir gün Harun Reşit’in karısı, beyine şöyle diyor:
Allah’a hamd olsun ki bu dünyada saraylarda rahat ve mutluluk içinde yaşıyoruz. Rabbimiz bize ahirette de böyle hatta daha iyi şartlarda yaşamayı nasip etse keşke diyor. H.Reşit de inşallah hanım kim istemez ahiret mutluluğunu diyor. H. Reşit dışarı çıkıp dolaşırken Behlül Dana hazretlerinin yeri kazdığını görüyor ve takılmadan edemiyor:
Hayırdır Behlül yine ne işler çeviriyorsun? Diye soruyor. O da Cennet arıyorum diyor. Harun Reşit, “Yapma Behlül! Burada Cennet aranır mı? diyor. Behlül Dana hazretleride
Sen sıcak yatağında hanımının yanında cennet arıyorsun oluyor da burada neden olmasın? Diyor.
YATTIĞI
YERDE ALLAH'I ARAMAK
Halife
Hârun Reşid pek o kadar da mühim sayılmayacak bir rahatsızlıkla yatağa düşmüştü,
hastalığı belki bir istirahatı gerektiriyordu ama ayağa kalkıp yürüyebildiğine
göre, yemeklerde bir tercih yapabildiğine, yeterince olmasa da yemeğini
yiyebildiğine göre abdest de alır namazını da kılabilirdi.
Hastalığın verdiği rahatsızlık, onun psikolojik tesiri nedeniyle günlerdir ibadetini ihmal ediyordu. Fakat dini bütün bir müslüman olan halife ibadetini yapamadığından üzgündü. Yatak içerisinde Allah deyip o yana Allah deyip bu yana dönüyordu. Onun bu halini gören Behlül Dânâ halifenin yattığı odanın tavanına çıkarak Allah Allah Allah diye bir yana, Allah Allah Allah diye öbür yana defalarca koşuyordu. Tepesinde yapılan bir gürültüden çok rahatsız olan Hârun Reşid: "Bizimkinin gene aklına esenler esti, gidip getirin, gene aklına ne geldi, ne demek istiyor" der. Halifenin yanına gelen Behlül Dânâ'ya neden böyle yaptığı yukarıda ne aradığını sorulduğunda: "Yukarıda Allah'ı arıyorum" cevabını verir. Yukarıda Allah mı aranır, Allah böyle mi aranır, suali karşısında istediği anın geldiğini, halifeye ders vermek vakti olduğunu düşünen Behlül Dânâ: "Ey mü'minlerin emiri, Allah insanı ve cinni kendine kulluk için yaratmıştır. Kulluğun en birinci görevi de namazdır. Sen basit bir rahatsızlıkla namazı günlerdir terk ettin. Halbuki gerçek mü'minlerin ibadetten aldıkları zevki ve lezzeti o ağalar, o paşalar, o padişahlar bilebilselerdi; onu, onların elinden almak için harp ilan ederlerdi. Sabah ve yatsı namazının feyzini bilebilselerdi bu vakitlerde camiye sürünerek de olsa giderlerdi. Sen ki günlerdir hastalık bahanesi ile namaz kılmayıp Allah'ı yattığın yerden arıyorsun, halbuki kılabilecek durumda olduğunu bizler görüyoruz. Bana tavan da Allah mı aranır diyorsun, sen döşekte aradığını hiç düşünmüyor musun?" der.
Abbâsi halifelerinden Harun Reşit Hacc’dan dönerken Kûfe’de birkaç gün kalmış, oradan ayrılacağı sırada yoluna Behlül Dânâ Hazretleri çıkmış ve en tiz sesiyle: “Harun! Harun! Harun!” diye bağırmış. Bunun üzerine Harun Reşit hayretle: “Bana kim sesleniyor?” diye sormuş. Yanındakiler: “Deli Behlül” diye cevap vermişler.
Harun Reşit Behlül Hazretlerine: “Beni tanıyor musun?” diye sormuş. “Evet, seni tanıyorum.” demiş. “Kimim ben?” diye sorduğunda: “Sen batıda bulunduğun sırada doğuda birinin haksızlığa uğraması halinde, Allah’ın kıyamet günü bundan dolayı hesaba çekeceği kişisin.” demiş.
Behlül Hazretlerinin bu sözünden etkilenen halife ağlamış ve: “Durumumu nasıl görüyorsun?” diye sormuş.
Behlül Hazretleri:
“Durumunu Allah-u Teâlâ’nın Kitab’ına arzet! Nitekim Allah-u Teâlâ Kitab’ında şöyle buyurur:
“İyiler hiç şüphesiz ki nimet içindedirler. Kötüler de cehennemdedirler.” (İnfitar: 13-14)”
Bunun üzerine Harun Reşit: “Amellerimiz nerede?” diye sormuş.
Behlül Hazretleri:
“Allah ancak takvâ sahiplerinden kabul eder.” (Mâide: 27)
Âyet-i kerime’sini okumuş.
Halife Harun Reşit: “Allah’ın Resul’üne olan yakınlığımız nerede?” diye sormuş.
Behlül Hazretleri:
“Sûr’a üfürüldüğü o günün dehşetinden aralarında ne nesep (akrabalık) bağı kalır, ne de birbirine bir şey sorabilirler.” (Müminûn: 101)
Âyet-i kerime’sini okumuş.
Harun Reşit: “Allah’ın Resul’ünün bize şefaatı nerede?” diye sormuş.
Behlül Hazretleri:
“O gün Rahman’ın izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimseden başkasının şefaatı kabul olmaz.” (Tâhâ: 109)
Âyet-i kerime’sini okumuş.
Harun Reşit: “Bir ihtiyacın var mı?” diye sormuş.
Behlül Hazretleri:
“Evet var. Günahlarımı bağışlamanı ve beni cennete koymanı istiyorum.” demiş.
Harun Reşit: “Bu iş benim elimde değildir. Duyduk ki senin borcun varmış. Senin adına ödeyeyim.” demiş.
Behlül Hazretleri:
“Borç, borçla ödenmez. Onun için insanların mallarını kendilerine ver!” cevabını vermiş.
Harun Reşit: “Öyleyse sana ölünceye kadar maaş bağlanmasını emredeyim mi?” demiş .
Behlül Hazretleri:
“Biz Allah-u Teâlâ’nın iki kuluyuz. O hiç seni hatırlar da beni unutur mu?” demiş.
Halife Harun Reşit Behlül Hazretlerinin öğütlerini kabul ederek yoluna devam etmiş.
G Ö R Ü Ş
Görürsün binlerce er
İçinde görülür neler neler
Kimi tilki,kimi hınzır,kimi maymun
Hilaf yok,vasıfları aynen uygun.
Bir gün işemişdi varlıklara Behlül Dânâ
Görmüşdü kimi hınzır,kimi dana
Söylediler Harun Reşid’e bunu
Dedi; Niçin yaptın,-İnsanlara –bunu?
İnsanlara? Ben bunu yapmadım,dedi.
Ona işin gerçek yüzünü söyledi.
Ayıplama beni ey kardeşim Reşid
Bunlar bizle değil,hayvanlarla eşid.
Dedi Harun; bir daha yapma
Bunları böyle ayıplama
İç dışa,dış içe çevrilse insan
Belki de utanır ondan hayvan...
Mehmet Özçelik
ALLAH'LA KUL ARASINDAKİ SIR: İHLÂS
Bir gün Behlül Dânâ Hz. elinde büyük buz kalıpları, hem onları satıyor, hem ibret alınacak şekilde halka sesleniyormuş. “Sermayesi eriyip giden bu adama acıyın!”
Hiç geçmeyecek sandığımız çocukluğumuz, gençliğimiz süratle geçti.
Hiç durmayan ve hızlı hareket eden bir tren olduğunu zamanın, zamanla anladık.
MÜJDE
Harun Reşid'in vezirlerinden biri, Behlül Dânâ'ya latife yollu takılarak:
- "Müjde sana ey Behlül, Sultanımız seni, domuzlarla maymunlara çoban tayin
etti" dediğinde, Behlül şu cevabı vermiş:
- Öyle ise kulaklarını aç da emirlerimi yerine getirmeye hazırlan.
BEHLÜL DİVÂNE
Birgün adamın biri Behlül'e akıl danıştı:
- Ey Behlül Dana, ben zengin olmak istiyorum, bana ne tavsiye edersin?
Behlül bir an düşünüp cevap verdi:
- Demir al, demir sat.
Demir ticareti eski çağlardan beri kârlı bir iş olarak biliniyordu. Çünkü demir
hiç fire vermeyen, daima üstüne koyan bir maddeydi. Adam Behlül'ün tavsiyesine
uyup demir ticaretine başladı ve gerçekten kısa zamanda dilediği gibi zengin
biri oldu. Zengin olduktan sonra Behlül için "Bu ne budala adam, verdiği akılla
herkes köşeyi dönüyor,
kendisi fakirlikten kırılıyor" diye düşündü. Bir zaman sonra Behlül'ün karşısına
çıktı, yeni bir akıl danıştı:
- Ey Behlül Divâne (Dana yerine aptal yerine koyarak divane diyor) ben demir
alıp satmaktan yeterince zengin oldum. Biraz da başka bir iş yapayım. Bu sefer
ne tavsiye edersin?
Behlül adamın içini dışını bildiğinden onu kötü niyetine kurban edecek bir
tavsiyede bulundu: - Soğan al, soğan sat.
Soğan ticaretinin de riskli işlerden biri olduğu bilinir. Soğan devamlı fire
veren bir nesnedir. Adam soğan ticaretine başlayınca kısa zamanda iflas
bayrağını çekti ve kötü kalbliliğinin cezasını pahalı bir biçimde ödedi.
|
Mehmet ÖZÇELİK
25-04-2006