DİZİ YAZI
'Amaç, imanı kurtarmak'-1

BASLARKEN
2. Abdülhamit, İttihat-Terakki ve Cumhuriyet dönemlerinde siyasal ve sosyal olaylara damgasını vuran, 30'un üzerinde dile çevirisi yapılan 6 bin sayfalık dev külliyatın müellifi Bediüzzaman'ın fikirlerinin ne kadar anlaşıldığı konusundaki tartışma hâlâ canlılığını koruyor.
"Ben korku ile tanışmadım" diyen, İstanbul'u işgal eden İngilizlere, "Sizin gemileriniz bizim dağlarımıza yetişmez" çıkışını yapan Bediüzzaman'ın fikirleri, yüzyıllar boyu tartışılacak...
"Benimle görüşmek isteyen kitaplarımı okusun" diyen Bediüzzaman'ı anlamanın en kolay ve doğru yolu, elbetteki eserlerini okumaktır. Bediüzzaman'ı anlamak için bir diğer kaynak da onu "Üstad" olarak kabul eden talebelerin düşünce ve hatıraları...
Bu anlayışla yola çıkarak, Bediüzzaman'ı bizzat gören ve ondan ders alan talebelerinden Mustafa Sungur, Abdullah Yeğil, Said Özdemir, Mehmet Fırıncı, Abdulkadir Badıllı ile, yakın yıllarda ön plana çıkan Mehmet Kutlular, Sıddık Dursun ve Zekeriya Özbek ile söyleşi yaparak, Bediüzzaman ve Nurculuğu anlamaya, anlatmaya çalıştık.
Türkiye'deki Nur cemaatinin başında olan ve toplumda kanaat önderi olarak da bilinen "Ağabey"lerle; hem Bediüzzaman'ı, hem de günümüz meselelerini konuştuk. AB, dinlerarası diyalog, Kıbrıs ve Kürt sorunu, siyaset, demokrasi ve risalelerin sadeleştirilmesine kadar birçok kişinin merak ettiği konuyu masaya yatırdık.
Nur cemaati liderleri olarak da kamuoyunda tanınan bu kanaat önderleriyle yaptığımız söyleşilerde hemen herkese söz kakkı verdik.
Bediüzzaman'ın 45. ölüm yıldönümü dolayısıyla kendisini bir defa daha rahmetle anıyoruz.
¥ ADEM BALTA
Ropörtaj dizimize ilk olarak Said Özdemir ile başlıyoruz. 1927 yılında Siirt'in Tillo Köyü'nde doğan Said Özdemir, Diyanet İşleri Başkanlığı'nda memur olarak çalışırken, Bediüzzaman ile tanışıyor. Hayatının büyük kısmını Nur hizmetlerine adayan Özdemir, Nurculuk ile ilgili ilginç olaylar anlattı. Nur hareketinin İslâm devleti kurmak gibi bir hedefinin olmadığını belirten Özdemir, Demirel'in Nurcuların bir kısmını kullandığını kabul ediyor. Menderes'in, Bediüzzaman'ın Ankara'ya girişini yasakladığını belirten Özdemir, Nurculuk ile ilgili sorularımıza şu cevapları verdi:
- Bediüzzaman ile nasıl tanıştınız
- Diyanet'te İskender Göçer adında biri, kendisinin Mehdi olacağını ve Hz. Muhammed ile Hz. Ali'yi, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'i gördüğünü söylüyordu. Bütün peygamberlerin hayatının film şeridi gibi kendisine gösterildiğini söylüyor ve gördüğünü bize anlatıyordu. Ben o zaman 24 yaşlarındaydım. Bu zata inandım ve âdeta bir müridi gibi oldum. İki sene bu şahısla beraber bulundum. Sonra 'acaba gerçekten bu zat mehdi olacak mı' diye bir düşüncem hasıl oldu. Tillo'da (Melle Said-il Meşhur) diye anılan Bediüzzaman'a bu konuyu açmak istedim. İskender Bey ve babamı da alarak Isparta'ya gittim. Bu vesileyle Üstad ile tanıştım.
- İskender Bey için ne dedi?
- "Kardeşim, siz onunla meşgul olmayın. Size zarar gelir" dedi. Üstad böyle deyince, o adamla alakam kalbimden silindi. Ondan sonra hep Üstad'la beraber oldum. Sonra Üstad, Sungur Ağabey'e de bu zatın meczub olduğunu söylemiş. Bu ilk gidişteki sohbet esnasında Üstad'a Türkiye'den ayrılacağımı söyleyerek Mekke ya da Medine'ye yerleşeceğimi ifade ettim. Ancak Üstad, bana şu ilginç cevabı verdi: "Kardeşim, ben Mekke-i Mükerreme'de, Medine-i Münevvere'de olsaydım, Türkiye'ye gelirdim. Âlem-i İslâm'ın kapısı, kilidi Türkiye'dir. Bu kapı, bu kilit bir gün açılacak, Âlem-i İslâm açılacak. Bütün çalışmalarımızı burada teksif etmemiz lâzım. Buradan gitmek, harpten kaçmak gibidir. Katiyen iznim yok." Ben de Türkiye'den ayrılmaktan vazgeçtim.
- Bediüzzaman, zehirlenerek öldürülmek istendi. Bu olayı anlatır mısınız?
- Üstad Hazretleri, Denizli Hapishanesi'nde iken her ne şekilde olursa olsun Bediüzzaman'ın yok edilmesi emri geliyor. Hapishane müdürü zehirli bir iğne yaptıralım, bu suretle ölüp gitsin diye bir plan hazırlıyor. Dikkat çekmesin diye herkese aşı yapılacağını, mahkumlar arasında yayıyor. Zehirli iğneyi yapacak o bedbaht insan, Üstad'ın kalp hizasından şırıngayı bastırıyor. Ama şırıngadan çıkan zehir dışarı fışkırıyor. Az bir zehir içeri giriyor. Bunu gören iğneci, Üstad'a 'Kusura bakmayın size karşı bir hata işliyorduk' diyor. Üstad da, 'Biliyorum oğlum, beni öldürmek istiyorsunuz. Ama Allah'ın öldürmediğini öldüremezsiniz' diyor. Üstad komaya giriyor. Üstad artık vefat ediyor diye o hapisteki 40-50 ağabey etrafında toplanıp ağlaşırken, o anda orada hapiste yatan İslâm Köylü Hafız Ali ağabey kenara çekilerek ağlaya ağlaya, "Yâ Rabbi, onu alacaksan, onun yerine beni al. Eğer o ölecekse, onun yerine ben öleyim" diye dua ediyor. Cenab-ı Hak duasını kabul ediyor, biraz sonra hastalanıyor. Revire kaldırıyorlar. Orada şehid oluyor. Cenab-ı Hak Üstad'a şifa veriyor. Üstad Hazretleri, Hafız Ali'nin son mektubunun altına kendi el yazısıyla benim bedelime şehid olan Hâfız Ali diyor.
- Risale-İ Nur hareketinin temel özelliği nedir?
- Doğrudan doğruya bir iman hareketinin ihyasıdır. Bu zamanda imanlar çok zayıf. Bu eserler tahkiki imanı kazandırıyor. Japonya'dan tutun Amerika'ya, Güney Afrika'dan Sibirya'ya kadar Risaleler aracılığıyla İslâm'a giren insanlar var. Bu eserler kolay yazılmadı. Üstad, Van'daki Erek Dağı'ndan, Isparta'nın Barla Köyü'ne sürgün edildi. Üstad'a selam veren gözaltına alınıyordu. Bu eserler ilhamla yazıldı. Kitapların çoğu dağlarda, bağlarda, bahçelerde yazıldı. Namazdaki gibi kıbleye dönüp, karşıda bir noktaya bakarak, sanki karşıda bir levha varmış gibi kendisi irticalen söyler, talebeleri yazardı. 1946 yılına kadar el yazısıyla Risaleler neşredildi. 1954'te Üstad'ı ziyaret ettiğimde, "Kardeşim, artık Risaleleri yetiştiremiyoruz. Üniversite talebeleri de bu Risaleleri okumak istiyor. Bunun için yeni harflerle matbaada Risalelerin basılması için manevi ihtar aldım" dedi. Bana 1200 lira vererek, kitapların neşri için harcamamı istedi. İlk olarak Sözler kitabını daktilo edilmiş olarak verdi. Büyük Sözler kitabını Ankara'da bastık. Kitabı kendisine takdim ettiğimde, o kadar sevindi ki, "Şimdi ahirete gitsem, gözüm açık gitmem. Sevinerek giderim. Çünkü bu eserle milyonlarca genç imanlarını kurtaracak" dedi. Kendi parasıyla kitabını satın aldı. Tabii biz parası az diye para almak istemedik. Üstad'a dedim ki "Kitabın neşri için siz de para verdiniz. Ayrıca bu sizin kitabınız: Nasıl olur, para ödeyerek mi kitabınızı satın alacaksınız?" Üstad, "Kardeşim bu işin ihlas ile olması için kendi eserimi kendi paramla almam lazım. Kitabın fiyatı ne kadar?" dedi. Biz de 25 lira olduğunu söyledik. 25 lirayı vererek, bir Büyük Sözler kitabını satın aldı. Ve dedi ki, "Her 25 lirayı verene vermeyin. 25 kişiye okutturacağım diyenlere verin" dedi.
-Risale-i Nur'un İslâm devleti kurmak gibi bir iddiası var mı?
- Hayır böyle bir iddiası yok. Sadece iman hakikatlerini anlatır. Tam 53 senedir bu eserleri defalarca basıyoruz. Maaş almıyoruz. Eserlerimizi de kendi paramızla satın alıyoruz. Yalnız dışarıdan aldığımız işçiler maaş alıyor. Ama idareciler maaş almıyor. Afganca, Hintçe, Rusça, Çince, Japonca, Malayca, Urduca, Uygurca, Bengalce, Suvahili (Afrika lisanı) ve Türkî lisanlar olmak üzere 33 dilde kitaplarımız var. Çin'e bile kitapları gönderiyoruz.
¥ YARIN: Demirel'in Nurcularla ilişkisi
 

Demirel'in Nurcularla ilişkisi -2

Menderes ile Bediüzzaman Hazretleri ve Demirel'in Nurcularla olan münasebetleriyle ilgili sorularımızı cevaplayan Said Özdemir, "İslâm'ın yayılması bazı çevreleri harekete geçirdi" diye konuştu...
- Türkiye'de bir dönem risaleleri basmak yasaktı. Ne zaman rahata kavuştunuz?
- Evet o günleri yaşadık. Rahmetli Bekir Berk, Türkiye haritasını önüne koyarak mahkemelerin olduğu il ve ilçeleri işaretlemişti. 1964'te 360 dava açılmıştı. Bir mahkeme beraat ederken diğer bir yerde aynı suçla dava açılıyordu. Artık yeter dedik. Turgut Özal döneminde Yıldırım Akbulut, İçişleri Bakanı idi. Kendisine durumu anlattık. Yargıtay tarafından da tasdik edilen bine yakın mahkeme beraat kararlarını Yıldırım Akbulut'a götürdük, kararları gördükten sonra Emniyet Müdürlüklerine bir tamim yazarak bundan sonra Risale-i Nurların takip edilmemesini bildirdi. 'Risaleler beraat etmiştir. Takibe gerek yok. Nur talebelerine karışmayın' diye emir verdi. Ondan sonra kısmen takipler durdu.
- Demirel'in bir dönem Nur kesimi ile ilişkisi iyiydi. Bu durum "Demirel, Nurcuları kullanıyor" eleştirilerine sebep oldu. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
- Demirel bazı arkadaşlarımızın oylarını almak suretiyle maalesef kullandı. Demirel nerde mason, İslâm'dan uzak profesör varsa üniversiteye rektör olarak atadı. Mütedeyyin insanları atamadı. O yüzden üniversitelerin kimyası bozuldu, çok anarşist ve terörist yetişti. Onun zamanında 360 yerde mahkememiz vardı. Kim kimi kullandı. Eğer Demirel, Nurlara dost olsaydı binden fazla insan mahkemelere, hapishanelere girer miydi? En fazla Demirel zamanında mahkemelere çıktık. Hapishanelere girdik. Benim hakkımda 25 mahkeme vardı. 8-10 sefer hapse girdim.
- Bediüzzaman önce Abdülhamid'i sonra da İttihat Terakki Partisi'ni eleştiriyor. Kurtuluş Mücadelesi'ni destekliyor. Ama sonra Mustafa Kemal'e cephe açıyor. Bu tavırlarını neye bağlıyorsunuz?
- Üstad daima hürriyet taraftarı oldu ve İslâmî emirlerin ve İslâm ahlâkının yaşanmasını istiyordu. Bediüzzaman, İngilizlerin İstanbul'u işgaline karşı da Hutuvat-ı Sitte kitabını neşretti. O kitapta "Tükürün o zalimlerin yüzüne" diyordu. Milli Mücadele döneminde Ankara'dan davet aldı. Ancak kendisi umduğunu bulamadı. Ekser milletvekillerinin namaza gelmediğini görünce 10 maddelik bir broşür neşreti. Bu broşür milletvekillerini çok etkileyerek, birçoğu namaz kılmaya başladı. Ancak ilk reisle aralarında bazı münakaşa geçiyor. Bundan dolayı Bediüzzaman, Ankara Hükümeti ile işbirliği yapamayacağını anlıyor. Diyanet İşleri Başkanlığı, milletvekilliği ve Şark Vaizliği teklif ediliyor. Hiçbirisini kabul etmiyor, trene binip Van'a gidiyor.
- AB'ye nasıl bakıyorsunuz?
- AB, Hıristiyan kulübüdür. Ekonomi ve teknoloji noktasında onlarla işbirliğine gidilebilir. Ama diğer taraftan Avrupa'da İslâm'a aykırı her türlü ahlâksızlık yaşanıyor. Eşcinsel evliliklere Hollanda'da resmen evlilik cüzdanı veriyorlar. Yanlarına da masum bir çocuk kaydediyorlar. Zina serbest, uyuşturucu, esrar, eroin, devlet eliyle dağıtılıyor. Irkçı, bölücü, anarşist grupları azınlık statüsü ile resmen serbest bırakın, sizi bölsünler, parçalasınlar demek istiyorlar. Hırsızlar, gaspçılar yatak odanıza gelmeyinceye kadar onları elleyemezsiniz. Buna benzer insanlık dışı fiillerde işbirliği, ortaklık olur mu? Lut kavmi bu yüzden helak oldu. Kıbrıs konusundaki tavırları ortada. Bölücü istekleri var.
- Bugünkü hükümete tavsiyeniz ne?
- Her bir padişahın yanında ve her devrin manevi liderleri vardır. Edebali'ler, Akşemsettin'ler, Ebulvefa'lar, Molla Gürani'ler gibi. Bu devrin manevi lideri de Risale-i Nur'dur. Hükümet bu eserlerdeki hakikatleri mekteplerde okutsa memleketimizde ne huzursuzluk ne de anarşi kalır. Bütün düşmanlardan da emin olur.

'Muhalefet, İslâm havası esmesinden rahatsız oldu'
- Bediüzzaman-Menderes ilişkisi çok tartışılıyor. Bu konuyu biraz açabilir miyiz?
- Üstad, Menderes'e "Ezanı Türkçe'den tekrar Arapça'ya çevirmekle büyük bir manevi kuvvet kazandınız. Eğer Nur hakikatlerini neşrederseniz siz büyük bir manevi kuvvet kazanacaksınız. Ve hiçbir düşman size zarar veremeyecek" diye mektub gönderdi. Üstad'ı iki kez Ankara'ya davet ettik. Beyrut Palas otelde birkaç gün kaldı. Milletvekilleri kafile kafile Üstad'ı ziyarete geliyordu. Üstad'ın gittiği her yer sivil ve resmi polislerle adeta kuşatılıyordu. Bütün medya Bediüzzaman'ı takip ediyordu. Memlekette İslâm havasının esmesi muhalefet lideri İnönü'nün işine gelmedi. İslâm'ın yayılması bazı çevreleri harekete geçirdi. İsmet İnönü, "Menderes, Said Nursi'yi seçim propagandası için gezdiriyor" deyince Menderes korktu. Ve Ankara Emniyet Müdürlüğü'ne emir vererek "Bediüzzaman bir daha Ankara'ya gelmesin. Gelirse içeriye sokmayın" diye emir verdi. Bu gelişmelerden habersiz olan Üstadın Emirdağ'dan Ankara'ya hareket ettiği bilgisi devletin eline ulaşınca Ankara'da dershanemize polisler baskın yapıp 13-15 kişiyi içeri attılar. Meğerse Üstad'ı karşılamamamız için bunlar yapılıyor. Üstad Ankara'ya geldiği zaman Gölbaşı'nda önü kesiliyor. Ankara'ya girmeyeceksin deniliyor. Üstadı geri çevirip Polatlı'ya kadar takip ediyorlar. Üstad da geri dönmek zorunda kalıyor. Üstad, Ankara'ya giremeyince bizi de serbest bıraktılar.
- Bediüzzaman, Menderes ile ilgili size ne anlattı?
- Bu olaydan sonra ben bir otobüse binerek Emirdağ'ına gittim. Üstad beni görünce "Kardeşim Menderes bizi anlamadı. Ona olan himmetimizi ve duamızı bilmedi. Benim gözümde elmastan cam parçasına düşmüştür. Menderes beni, İnönü'ye rüşvet verdi. Ben yakında gideceğim. Onlar da böyle olacak. Yani ters yüz olacaklar." dedi. Bu olay 1960 yılının Ocak ayının başında oldu. Yani vefatından 2-3 ay evvel oldu. Kendisi de 23 Mart 1960'ta vefat etti.
- 'Menderes'i destekleyin' diye bir talimatı oldu mu?
Üstadın Menderes'e karşı bir sempatisi vardı. O da ezanı Arapça'ya çevirdiği ve "Bu millet İslâm'ı yaşamalıdır" şeklindeki sözleri içindi. Üstad, Menderes'i Kur'an hakikatlerinin yani Risale-i Nurların neşri konusunda teşvik ediyordu. Bu hususta Menderes'e yazdığı mektupta "Menderes, senin başına bir felaket ve anarşi geliyor. Bu felaketlere karşı iman ve Kur'an hakikatlerini anlatan Risale-i Nurları neşredersen senin için büyük bir sadaka hükmünde olacak ve bu sadaka ile büyük felaketlerden kurtulacaksın" dedi. Bu mesajlarını Dr. Tahsin Tola aracılığıyla da Menderes'e gönderdi. Ancak sonuç alamadık.
- Hiç oy kullandı mı?
- Ben oy verin diye bir şey duymadım. Oy kullandığını da görmedim. Üstad hazretlerinin hiçbir partiye alet olacağını katiyen sanmıyorum. Bir dönem DP Emirdağ İlçe Başkanı Hamza Emek üstadın talebesi diye istifa ettirdiler. Üstad, da "Ben de onları istifa ettirdim" diyerek tepkisini gösterdi. Üstad Menderes'e yazdığı mektupta "Eğer Nurları neşrederseniz size dua etmeye karar vereceğiz" diyor. Üstad açık bir destek vermemiştir.
¥ YARIN: Üstad, İslâm Birliği için çalıştı

Üstad, İslâm birliği için çalıştı -3

Bediüzzaman'ın vârisleri arasında yer alan Mustafa Sungur, Nur Camiası'nın en önemli isimleri arasında kabul ediliyor. 12 Eylül döneminde Anayasa'ya evet dediği için eleştirilen Sungur, Bediüzzaman'ın varisleri arasında yer alıyor. Nur tarihinde gelişen olaylar ile ilgili fazla konuşmak istemeyen Sungur, Bediüzzaman'ın en büyük hedeflerinden birinin İslâm birliğini kurmak olduğunu belirtti. İlerlemiş yaşına rağmen Nur hizmetleri için koşturan Sungur'un, anılarını büyük bir heyecan ve şevk içinde anlatması dikkat çekti.
- Bediüzzaman'la ilgili birkaç anınınızı anlatır mısınız?
Üstad, Arapça yazılan 90 adet kitabı ezberleyerek, bunu hafızasında üç ayda bir tekrar ederdi. Bunlar temel kitaplardı. Bir gün "Cenab-ı Hakk'a şükürler olsun. Bütün 90 kitabı ezberlemem ve bunları sürekli tekrar etmem, beni Kur'an'a götürdü. Kur'an bana kâfi geliyor. Kur'an'dan başka kitaba ihtiyacım kalmadı" dedi. Allah ona böyle bir zekâ vermiş. Üstad, her gece 90 kitabı hafızasında tekrar ederken, çevredeki insanlar onu zikrediyor sanıyorlardı.
Üstad, bize ders verirken gençleşirdi. Bazen bir, bazen de dört saat ders yapardı. Tahiri, Zübeyr, Ceylan ve Bayram abilerle ders yapardık. Biz önce Mesnevi Nuriye'yi, sonra da İşaretül İcaz'ı ders aldık. Sonra Ankara'dan formalar halinde gelen risaleleri tashih ederdik.
- Bediüzzaman'ın vârisleri arasındasınız. Risalelerde birçok yerde isminiz geçiyor. Ne hissediyorsunuz?
- Elhamdülillah, varisleriyiz. Allah bize talebeliği layık gördü. Hayretle, dikkatle ve şükranla karşılıyorum. Ama Üstad, her halis talebenin de varisi olduğunu söylüyor. 'Benim gibi binlerce vârisleri bulunan Nurlar' diyor. Nurlara sarılıp icaplarını yerine getirdikten sonra herkes vâristir.
- Risalelerin tamamı basıldı mı?
- Birkaç kitap basılmadı. 18 ve 28. Lema basılmadı. Bu risalelerde İmam-ı Ali'nin bu zamana işaretleri yer alıyor.
- Bediüzzaman, İslâm âleminin birliği için çok uğraştı. Bu konudaki görüşleriniz nedir?
- Biz de İslam birliği için çalışıyoruz. Üstad bunu çok arzu etti. Bunun için Hutbe-i Şamiye adlı eserini 1950 yılında bastırdı. Şam'da okuduğu hutbede İslâm âleminin hastalıklarını teşhis ederek, çözüm yollarını gösterdi. Mısır'da bulunan Ezher Üniversitesi'nin kız kardeşi olarak gördüğü bir üniversiteyi Van'da açmak istedi. Bu hayal, gaye ve arzu ile, coğrafi bölge olarak Kürdistan, İran, Arabistan ve Türkistan'ın ortasında bir İslâm Üniversitesi kurmak için çaba gösterdi. Bu üniversitede hem dini ilimler, hem de fen ilimleri görülecekti. Van'da bunun temelini attı. Ama I. Dünya Savaşı çıkınca bu gerçekleşmedi. 1950'de de devlet adamlarına gönderdiği mektupta, bunları dile getirdi.
- Kürdistan kelimesini çok rahat kullandınız. Bu kelimenin yıllarca yasaklandığını biliyoruz. Bediüzzaman'ın Kürt olmasının 'Kürdistan' kelimesini kullanmanızda bir etkisi var mı?
- Osmanlı İmparatorluğu 'Ne mutlu Türküm' demiyor. 'Ne mutlu Müslümanım diyene' diyor. Viyana'dan Yemen'e kadar birçok farklı ırk ve dine mensup insanları bir potada tutmayı başardı. Osmanlı, ırkçılığa dayanmadı. Sonra ırkçılık yayıldı. Üstad asla ırkçılığı kabul etmiyor. İslâm kardeşliğini esas alıyor. Türk milletini de çok seviyor. Türkleri İslâm'ın kahraman ordusu ve bayraktarı olarak görüyor. Kürtlerden daha ziyade Türkleri överdi. Ayrıca Van'da kurmak istediği proje de İslâm birliğinin ön önemli parçasıydı.
¥ YARIN: Meseleler İttihad-ı İslâm ruhuyla çözülür

İttihad-ı İslâm-4

islâm'ın ebedi düsturlarının Müslümanlar için yeterli olduğunu belirten Mustafa Sungur, Müslümanların meseleleri ve İslâm birliği üzerine sorularımızı cevaplandırdı...
- Van'daki üniversite açılsaydı, İslâm dünyasının parçalanması önlenebilir miydi?
- Evet. Eğer bu proje gerçekleşse idi, Müslümanlar bu durumda olmazdı. Üstad'ın fikirlerine uysalardı, bu sıkıntılar yaşanmazdı. Üniversite projesini Demokrat Parti zamanında bile gündeme getirdi.
- Bu projenin günümüzde gerçekleşme imkânı var mı?
- Her tarafta Risale-i Nurlar'ın neşri yapılıyor. İslâm ülkeleri birlik ve beraberlik istiyor. Kıyamete kadar bu arzu devam edecek. Ama dünyanın sonu da yaklaştı. 10 bin yıllardan bahsediyorlar. Dünyanın ömrü fazla kalmadı. Ahir zamandayız. Bütün Müslümanlar hal ve hareketlerine dikkat etsinler. Bütün kuvvetinizle İslâmiyet'e kuvvet verin.
- Bediüzzaman'ın siyasete yaklaşımını nasıl görüyorsunuz?
- Üstad, siyasetten Allah'a sığındı. Doğrudan doğruya iman hakikatlerinin neşriyle uğraştı. Ama Üstad, İslâm birliğine eserlerinde de önem veriyor. Bunu da siyaset adına yapmıyor. Hükümete karşı bir hareket olarak anlatmıyor. Siyasetten uzak, halis ebedi hayatı kazanmaya ve Kur'an hakikatlerine uygun bir şekilde yapıyor. Üçüncü Said döneminde bunları söylüyor.
- Bediüzzaman niçin Menderes'i destekledi?
- 1960'da DP'ye ehven-i şer olarak bakılmasını söyledi. Vefatından evvel derslerinde kısmen DP'yi ehven-i şer olarak destekledi. Üstad, asırları ve kainatı kucaklayan bir âlimdi. Kur'an dellalı idi. Bizler de siyasi heyecanlara kapılmadık. Bizler kimiz ki içtihat yapalım. İçtihat yapmadık. Üstad, CHP karşısında DP'yi ehven-i şer diye destekledi. Erbakan?a karşı olumsuz bir tutumumuz da olmadı. Kendisi dindar bir insan. Hararete kapılarak siyaset yapılmadı. Üstad?ın dersleri doğrultusunda yapıldı. Bütün partilere Risale-i Nur hakikatlerini anlattık.
- ABD, Irak ve Afganistan'a girdi. Bundan sonra Müslümanların nasıl bir yol izlemesi gerekir?
- İslâm birliği zamanında kurulmadığı için bu sıkıntılarla karşı karşıya kalındı. Bağdat Paktı ile birlik sağlanmak istendi. Ama bırakmadılar. Şimdi AB var. Sonuçlarına bakacağız. Aslında AB'ye ihtiyaç yok. Üstad, İslâm birliği diyor. Ama bugün Avrupa değerleri diyorlar. Bizim için Kur'an ve İslâm'ın değerleri önemli. Mesala, zina olayı. Bizim icin zina büyük günahlardandır. Ancak, onlar Zina suç değildir diyor. Bu doğrudan doğruya Kur'an'a karşıdır. Bizim ebedi düsturlarımız var. Bunlar Müslümanlara yeter. Üstad, dünya ve medeniyet bakımından Avrupalılara dost olun diyor. Din bakımından dost olun' demiyor. Onlardan ticaret ve teknik alanlarında istifade edebiliriz. Yoksa onların âdet ve inançları bize ters. Üstad, Hıristiyan ruhanilerine böyle bakıyor.
- Türkiye'nin birçok sorunu var. AB sürecinde Kıbrıs ve Kürt sorunu daha çok tartışılacak. Çözüm önerileriniz nedir?
- Kıbrıs konusunda Üstad'ın bir gün gelecek Bütün Kıbrıs bizim olacak dediğini biliyoruz. Kürt sorununa gelince, bu İttihad-ı İslâm ruhuyla çözülür. İslâm kardeşliği ile bu halledilir. Üstad, bunun için Van'da Medresetül Zehra üniversitesini kurmak istedi. Bugün hapisten çıkan Leyla Zanalar bütün Kürt halkını temsil edemez. Bizim Diyarbakır ve Van'da öyle Kürt kardeşlerimiz var. Onlarla hiçbir sorunumuz yok. Beraber ders yapıyoruz. Hepsi Nur talebesi olup, Üstad'ın talebeleridir. Üstad daima İslâm kardeşliğini dile getirdi. İslâm kardeşliğini savundu. Asırlardan beri bütün ırklar kaynaşmışlar. İslâm potasında birbirlerinden kız alıp vermişler. Kürt kardeşlerimiz de mert ve yiğitler. Ama devlet kuramazlar. Birbirlerine tabi olamıyorlar. Üstad'ın İran, Irak, Suriye ve Türkiye'de Kürtlerin bulunması İttihad-ı İslâm'a vesile olacaktır. ifadesini kullandığı söylenir. Ben duymadım. Ama Üstad'ı gören bazı arkadaşlar, Bediüzzaman'dan bu ifadeleri anlatıyor.
İttihad-ı İslâm-4

islâm'ın ebedi düsturlarının Müslümanlar için yeterli olduğunu belirten Mustafa Sungur, Müslümanların meseleleri ve İslâm birliği üzerine sorularımızı cevaplandırdı...
- Van'daki üniversite açılsaydı, İslâm dünyasının parçalanması önlenebilir miydi?
- Evet. Eğer bu proje gerçekleşse idi, Müslümanlar bu durumda olmazdı. Üstad'ın fikirlerine uysalardı, bu sıkıntılar yaşanmazdı. Üniversite projesini Demokrat Parti zamanında bile gündeme getirdi.
- Bu projenin günümüzde gerçekleşme imkânı var mı?
- Her tarafta Risale-i Nurlar'ın neşri yapılıyor. İslâm ülkeleri birlik ve beraberlik istiyor. Kıyamete kadar bu arzu devam edecek. Ama dünyanın sonu da yaklaştı. 10 bin yıllardan bahsediyorlar. Dünyanın ömrü fazla kalmadı. Ahir zamandayız. Bütün Müslümanlar hal ve hareketlerine dikkat etsinler. Bütün kuvvetinizle İslâmiyet'e kuvvet verin.
- Bediüzzaman'ın siyasete yaklaşımını nasıl görüyorsunuz?
- Üstad, siyasetten Allah'a sığındı. Doğrudan doğruya iman hakikatlerinin neşriyle uğraştı. Ama Üstad, İslâm birliğine eserlerinde de önem veriyor. Bunu da siyaset adına yapmıyor. Hükümete karşı bir hareket olarak anlatmıyor. Siyasetten uzak, halis ebedi hayatı kazanmaya ve Kur'an hakikatlerine uygun bir şekilde yapıyor. Üçüncü Said döneminde bunları söylüyor.
- Bediüzzaman niçin Menderes'i destekledi?
- 1960'da DP'ye ehven-i şer olarak bakılmasını söyledi. Vefatından evvel derslerinde kısmen DP'yi ehven-i şer olarak destekledi. Üstad, asırları ve kainatı kucaklayan bir âlimdi. Kur'an dellalı idi. Bizler de siyasi heyecanlara kapılmadık. Bizler kimiz ki içtihat yapalım. İçtihat yapmadık. Üstad, CHP karşısında DP'yi ehven-i şer diye destekledi. Erbakan?a karşı olumsuz bir tutumumuz da olmadı. Kendisi dindar bir insan. Hararete kapılarak siyaset yapılmadı. Üstad?ın dersleri doğrultusunda yapıldı. Bütün partilere Risale-i Nur hakikatlerini anlattık.
- ABD, Irak ve Afganistan'a girdi. Bundan sonra Müslümanların nasıl bir yol izlemesi gerekir?
- İslâm birliği zamanında kurulmadığı için bu sıkıntılarla karşı karşıya kalındı. Bağdat Paktı ile birlik sağlanmak istendi. Ama bırakmadılar. Şimdi AB var. Sonuçlarına bakacağız. Aslında AB'ye ihtiyaç yok. Üstad, İslâm birliği diyor. Ama bugün Avrupa değerleri diyorlar. Bizim için Kur'an ve İslâm'ın değerleri önemli. Mesala, zina olayı. Bizim icin zina büyük günahlardandır. Ancak, onlar Zina suç değildir diyor. Bu doğrudan doğruya Kur'an'a karşıdır. Bizim ebedi düsturlarımız var. Bunlar Müslümanlara yeter. Üstad, dünya ve medeniyet bakımından Avrupalılara dost olun diyor. Din bakımından dost olun' demiyor. Onlardan ticaret ve teknik alanlarında istifade edebiliriz. Yoksa onların âdet ve inançları bize ters. Üstad, Hıristiyan ruhanilerine böyle bakıyor.
- Türkiye'nin birçok sorunu var. AB sürecinde Kıbrıs ve Kürt sorunu daha çok tartışılacak. Çözüm önerileriniz nedir?
- Kıbrıs konusunda Üstad'ın bir gün gelecek Bütün Kıbrıs bizim olacak dediğini biliyoruz. Kürt sorununa gelince, bu İttihad-ı İslâm ruhuyla çözülür. İslâm kardeşliği ile bu halledilir. Üstad, bunun için Van'da Medresetül Zehra üniversitesini kurmak istedi. Bugün hapisten çıkan Leyla Zanalar bütün Kürt halkını temsil edemez. Bizim Diyarbakır ve Van'da öyle Kürt kardeşlerimiz var. Onlarla hiçbir sorunumuz yok. Beraber ders yapıyoruz. Hepsi Nur talebesi olup, Üstad'ın talebeleridir. Üstad daima İslâm kardeşliğini dile getirdi. İslâm kardeşliğini savundu. Asırlardan beri bütün ırklar kaynaşmışlar. İslâm potasında birbirlerinden kız alıp vermişler. Kürt kardeşlerimiz de mert ve yiğitler. Ama devlet kuramazlar. Birbirlerine tabi olamıyorlar. Üstad'ın İran, Irak, Suriye ve Türkiye'de Kürtlerin bulunması İttihad-ı İslâm'a vesile olacaktır. ifadesini kullandığı söylenir. Ben duymadım. Ama Üstad'ı gören bazı arkadaşlar, Bediüzzaman'dan bu ifadeleri anlatıyor.
 

Risale-i Nur'a kalem karışamaz -5

Bediüzzaman Said Nursi'nin vârislerinden olan Abdullah Yeğin, hayatını İslâm'a adayan Nur talebelerinin başında yer alıyor. Hiç evlenmeyen Yeğin, Şiiler ile Sünniler arasında oluşturulmak istenen gerginliğe dikkat çekiyor. Bediüzzaman'ın kendisine siyaseti yasakladığını belirten Yeğin, dinlerarası diyalog, Risalelerin sadeleştirilmesi, AB, Kürt meselesi ve Seyh Said olayı ile ilgili şu çarpıcı açıklamalarda bulundu:
- Bediüzzaman ile nasıl tanıştınız?
- Bediüzzaman ile 1940 senesinde ortaokul talebesi iken Kastamonu'da görüştüm. Bir arkadaş ile ziyaret ettik. Bize o zaman, "Cazibedar bir fitne içinde bulunan, fakat daha aklını kaybetmeyen bazı gençlerle bir muhveredir" diye bir ders yaptı. İlk dersi o zaman aldım. Hutbe-i Şamiye'nin tercümesinde Emirdağ'da bulundum. Üstad'ın söylediklerini dört kişi yazdık. Üstad, bu eserinde İslâm âlemindeki sorunlardan bahsediyor. Müslümanlarda bir ümitsizlik hastalığının olduğunu belirterek, bunun aşılması gerektiğini vurguluyor. Bu eserdeki mesaj ve tesbitler şimdi yaşanan kargaşayı ortadan kaldıracaktır. Çünkü Üstad, herkesi tek olan Allah'ın etrafında toplanmaya çağıran bir âlim.
- Risale-i Nur'un dili çok ağır, sadeleştirilse daha iyi olmaz mı?
- Risale-i Nur'a kalem karıştırmak ve sadeleştirmeye kesinlikle Üstadımız taraftar değil. Kendisi sağ iken bile bu teklifle karşılaşmış, ancak 'Ben Risale-i Nur'a kalem karıştıramam' diye cevap vermiştir. Risale-i Nurlar'ın ilhamla geldiği için kalem karıştırıldığı zaman, aslı ve esası bozulur. Risale-i Nurlar'ın esasını korumakla görevliyiz.
"DİNSİZLERE KARIŞMAYAN DEVLET, DİNDARLARA DA KARIŞMAMALI..."
- Bediüzzaman, ilmen küfrün belini kırdığını söylüyor. Burada Müslümanlar küfre karşı somut olarak ne elde etti? Risale-i Nur, İslâm âlemine ne getirdi?
- İslâm âlemi Risale-i Nur'dan şunu öğrendi. " Türkiye laik bir devlettir. Ama halkı dindardır. Halkı dine kıymet veriyor. Her tarafta Risale-i Nur medreseleri, İmam Hatip liseleri, İlahiyat fakülteleri açıldı. Diyanet İşleri Başkanlığı her tarafta Kur'an kursları açtı. Türkiye gittikçe İslâmî bakımdan uyanıyor. Laikliği din düşmanı olarak algılayanlar değişmeli. Eskiden laikliği din düşmanlığı şeklinde anlatıyorlardı. Bazı devlet adamları İslâmiyete zarar vermek için elinden gelen her şeyi yapıyordu. Fakat şimdi anlaşıldı ki; laiklik başkadır, din düşmanlığı başkadır. Laiklik devlet işlerine dinin karışmaması manasında anlaşılması gerek. Devlet nasıl ki dinsizlere karışmıyorsa, dindarların faaliyetine de karışmaması gerek.
- Risale-i Nur hizmeti hedefine ulaştı mı?
- Bediüzzaman, davasında mavaffak olmuştur. Risale-i Nur bütün dünyada tanınmış, bütün ilim adamları Risale-i Nur'u kabul etmiş, bu eserlerin faydalı olduğunu beyan etmişlerdir. Bu sempozyumlarda konuşuluyor. Üstadımızın Hutbe-i Şamiye'de istediği İslâm âleminin birlik ve beraberlik içinde olmasıdır. Bu da zamanla olacak. İnşallah bu ileride tahakkuk edecektir. İslâm ve Hıristiyan âlemi Tevhid anlayışı etrafında birleşecek. Üstadımız hiçbir zaman aklın kabul etmeyeceği bir şey söylememiştir.
-Nur cemaatleri çok parçalı görünüyor. Bunu neye bağlıyorsunuz?
- Zahirde parçalanmak gibi görünüyor. Ancak bu ayrılıklar adeta iş bölümüne döndü. Herkes kendi grubuyla risale okudu. Bu parçalanmalar bize zarar vermedi. Bizi siyasiler ve MİT böldüyse de, bizim programımız değişmedi. Her yerde söylüyorum. Beş parmağın hepsi bir değil. Bunlar dinsizliğin karşısında birleşir. Teferruatta bazı ayrılıklar varsa da, hepimizin hedefi aynıdır. Üstad, meslek ve meşreplerde birliğin olmayacağını ve bunun caiz olmadığını söylüyor. Gaye bir ise, hepsi birdir. Gayemiz İslâm'ın tanınması değil mi? İslâm'ın hak olduğunu söylemek değil mi? Mehmet Kutlular da, Mehmet Fırıncı da, hiç siyasete karışmayan kardeşlerimiz de aynı şeyleri söylüyor. Üstad bana siyasete karışmamamı söyledi. Ben karışmıyorum. Bu ayrılıkların bir önemi yok. Ayrılıklar Nurların halk arasında yayılmasını sağladı.
- Eski Said dönemi de Nurculuk içinde ele alınmalı mı?
- Eski Said, siyasete çok karışıyor. Bütün cemiyetlere ve partilere gidip orda İslâmiyeti anlatıyordu. Üstad, Yeni Said dönemide ise siyaset ile dine hizmet edilemeyeceğini ve siyasetin tarafgirlik fikrini doğurduğunu gördüğü için, manevi alanda hizmet etmeye başladı. Kendisi 'Biz ehli dünyanın dünyalarına karışmıyoruz. Karışsak bile onlara yardımcı olmak için karışıyoruz' diyor. Yeni Said döneminde kendini tamamen manevi sahaya verdi. Bazı dönemler siyate karıştığı olduysa da komünizme âlet olmasın diye hükümeti uyarmak amacıyla bunu yaptı. Bunun için Adnan Menderes'i destekledi. Menderes'e oy verin dedi. Menderes çok büyük hizmetler yapmışsa da, tam anlamıyla Üstad'ın dediği gibi hareket etmedi. Müslümanların en büyük gayesi olan şehadet mertebesi, Menderes'e nasip oldu. Menderes şehit oldu.
- Bediüzzaman'ın mezar yeri bilinmiyor? Bu konuyla ilgili neler söyleyeceksiniz?
- Bu önemli değil. Üstad'ımız kendine ve mezarına kıymet vermiyor. Üstad'ımız fikirlere ve Kur'an'dan aldığı hakikatlere değer veriyor. Binaenaleyh kendisi vefafından 4 sene evvel vasiyetinde mezarının gizli olacağını yazdı. Üstad'ın mezarı yıkıldığı zaman üzülmedik. Üstad'ımızın bir kerameti daha çıktı diye sevindik. Üstad'ın şahsına değil; fikirlerine, yazdığı eserlere ve ilkelerine bağlıyız. Birçok insan mezar ziyaretini bilmiyor. Urfa'da Üstad'ımızın mezarı başında nöbet beklerken, köylülerin mezarının toprağını cebine koyup götürdüğünü gördük. Üstad bundan hoşlanmaz. O kendisine hürmet edilmesini istemezdi. İnsanların Allah ve Resulü'ne hürmet etmesini istiyordu. Üstad'ın yanında hürmetkâr bir vaziyette durduğumuz zaman bize öfkeleniyordu. 'Ben hürmet istemiyorum' diyordu.
- Dinlerarası diyolog, misyonerelere hizmet mi ediyor?
- İnsanlar konuşa konuşa anlaşır. Biz Hıristiyanlığın hak din olduğunu biliyoruz. Hz. Musa ve İsa'nın peygamber olduğuna bütün Müslümanlar inanır. Bizim temelimiz, İbrahim'in yoludur. Bir tek Allah'ın yolundayız. Şimdi Avrupa'da birçok akademisyen ve papazlar tevhide inanmaya başladı. Bir nevi İslâm olmuşlardır. Papa'nın en yakınındakiler bile İslâmîyet'in hak din olduğunu ilan ediyor. Risale-i Nur'da geçen birlik ve beraberliği teşvik eden konuları siyasetçilerin okuması gerek. 'Nurcular misyonerlere hizmet ediyor' iddiası kesinlikle doğru değil. Maalesef dini açıdan Hıristiyan âlemi bilgi sahibi değil. Çok noksanları var. İslâmiyeti hiç bilmiyorlar. İslâmiyet'in onlara anlatmak gerek. Eskiden İslâmiyeti çok kötü biliyorlardı. Şimdi bu değişti. Avrupa'da binlerce camii yapıldı. Hollanda'da İslâm üniversitesi açıldı. Müslümanlara hürmet ediyorlar. Eskisi gibi Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasında düşmanlık kalmadı. Bu düşmanlığı, siyasiler ve tarafgirlik yapanlar yapıyor. Hıristiyanların bütün istedikleri Kur'an da mevcuttur. Bizim Kur'an'ı okumamız ve anlamamız gerek. İsa peygamber de bir Müslümandı'
- Türkiye'nin AB'ye girmesi Müslümanların lehine olur mu?
- Eğer biz kuvvetli ve imanlı bir Müslüman olursak, AB'ye girmemizde bir zarar yok. Ancak dinimize sahip çıkmazsak Avrupa'ya İslâm ve Risale-i Nur'u tanıtmazsak, zararlı olabilir. Risale-i Nur bütün meseleleri çözecek.

Kur'an nedir, tarifi nasıldır?
Şu Kitab-ı Kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi.. ve âyât-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedîsi.. ve şu âlem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri.. ve zeminde ve gökte gizli esma-i İlahiyenin manevî hazinelerinin keşşafı.. ve sutûr-u hâdisatın altında muzmer hakaikin miftahı.. ve âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı.. ve şu âlem-i şehadet perdesi arkasında olan ve âlem-i gayb cihetinden gelen iltifâtât-ı ebediye-i Rahmaniye ve hitâbât-ı ezeliye-i Sübhaniyenin hazinesi.. ve şu İslâmiyet âlem-i manevîsinin güneşi, temeli, hendesesi.. ve avâlim-i uhreviyenin mukaddes haritası.. ve zât ve sıfât ve esma ve şuun-u İlahiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, bürhan-ı katıı, tercüman-ı satıı.. ve şu âlem-i insaniyetin mürebbisi.. ve insaniyet-i kübra olan İslâmiyetin mâ' ve ziyası.. ve nev'-i beşerin hikmet-i hakikiyesi.. ve insaniyeti saadete sevkeden hakikî mürşidi ve hâdîsi... ve insanlara hem bir kitâb-ı şeriat, hem bir kitâb-ı dua, hem bir kitâb-ı hikmet, hem bir kitâb-ı ubudiyet, hem bir kitab-ı emir ve davet, hem bir kitâb-ı zikir, hem bir kitâb-ı fikir, hem insanın bütün hâcât-ı maneviyesine merci olacak çok kitapları tazammun eden tek, câmi' bir kitâb-ı mukaddes.. hem bütün evliya ve sıddıkînin ve urefa ve muhakkikînin muhtelif meşreblerine ve ayrı ayrı mesleklerine, herbirindeki meşrebin mezâkına lâyık ve o meşrebi tenvir edecek ve herbir mesleğin mesâkına muvafık ve onu tasvir edecek birer risale ibraz eden mukaddes bir kütübhane hükmünde bir kitâb-ı semavîdir. Kur'an Arş-ı Âzam'dan, İsm-i Âzam'dan, her ismin mertebe-i âzamından geldiği için, Onikinci Söz'de beyan ve isbat edildiği gibi; Kur'an, bütün âlemlerin Rabbi itibariyle Allah'ın kelâmıdır. Hem bütün mevcudatın İlâhı ünvanıyla Allah'ın fermanıdır. Hem bütün semavat ve arzın Hâlıkı namına bir hitabdır. Hem Rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir. Hem saltanat-ı âmme-i Sübhaniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir. Hem rahmet-i vasia-i muhita nokta-i nazarında bir defter-i iltifâtât-ı Rahmaniyedir. Hem Ulûhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır. Hem ism-i azamın muhitinden nüzul ile arş-ı azamın bütün muhatına bakan ve teftiş eden hikmet-feşan bir kitab-ı mukaddes'tir. Ve şu sırdandır ki, "Kelâmullah" ünvanı kemal-i liyakatla Kur'an'a verilmiş ve daima da veriliyor. Kur'an'dan sonra sair enbiyanın kütüb ve suhufları derecesi gelir. Sair nihayetsiz kelimat-ı İlahiyenin ise bir kısmı dahi has bir itibarla, cüz'î bir ünvan ile, hususî bir tecelli ile, cüz'î bir isim ile ve has bir rububiyet ile ve mahsus bir saltanat ile ve hususî bir rahmet ile zâhir olan ilhamat suretinde bir mükâlemedir. Melek ve beşer ve hayvanatın ilhamları, külliyet ve hususiyet itibariyle çok muhteliftir. Kur'an; asırları muhtelif bütün enbiyanın kitaplarını ve meşrepleri muhtelif bütün evliyanın risalelerini ve meslekleri muhtelif bütün asfiyanın eserlerini icmalen tazammun eden ve cihat-ı sittesi parlak ve evham ve şübehatın zulümatından musaffa ve nokta-i istinadı bilyakîn vahy-i semavî ve kelâm-ı ezelî.. ve hedefi ve gayesi, bilmüşahede saadet-i ebediye.. içi, bilbedahe hâlis hidayet.. üstü, bizzarure envar-ı iman.. altı, biilmelyakîn delil ve bürhan.. sağı, bittecrübe teslim-i kalb ve vicdan.. solu, biaynelyakîn teshir-i akıl ve iz'an.. meyvesi, bihakkalyakîn rahmet-i Rahman ve dâr-ı cinan.. makamı ve revacı, bilhads-is sadık makbul-ü melek ve ins ü cân bir kitab-ı semavîdir. (İşaret-ül İcaz)
¥ YARIN: Dünya sulh içinde yaşamalı

'Dünya sulh içinde yaşamalı'-6

Mehmet Fırıncı, Nur cemaatinin etkin isimlerinden biri. Sarı Basın kartı sahibi de olan Fırıncı, bir dönem Demirel'e yakın olan isimler arasındaydı. 12 Eylül Anayasası'na "hayır" diyen grubun içinde yer aldı. Şu an Yeni Nesil Grubu'nun başında bulunan Fırıncı ile; Nurculuğun günümüze kadar yaşadığı bölünmeleri ve demokrasi hakkındaki görüşlerini sorduk.
- Öncelikle Bediüzzaman ile ilgili birkaç anınızı anlatır mısınız?
1959 yılının son günü yılbaşı gecesi İstanbul'daydı. Bize ders anlatmaya ihtiyaç olmuş ki, o ders esnasında menfi bir harekete teşebbüs etmememiz noktasında şiddetle ve ısrarla bizi uyardı. Fiili harekete girmememiz için telkinlerde bulundu. Bağdaş vaziyette otururken, konuşmasının ortasında birden ayağa kalkarak, "Katiyyen fiili harekete girmeyin iznim yok" dedi. Risale-i Nur hizmetinin cihad-ı manevi olduğunu söyledi. 'Maddi cihad görevi bize verilmedi. İrşad ve tebliğ etmek gerekir. Merak etmeyin, ben küfrün belini ?ilmen? kırdım. Muvaffakıyet iman, Kur'an hizmetinin olacak. Merak etmeyin, size bir şey olmayacak' dedi. Biz bu konuşmanın ve dersin tesiri ile sonradan hizmetimizde zuhur eden bazı olaylara engel olduk. Bütün gruplarımız olarak bu nasihata uyduk.
Emirdağ'ına muhtelif zamanlarda hizmet için gittiğimizde, üç ayrı ziyarette, 'Kardeşim ben bir kimsenin imanının kurtulması için cehenneme girmeğe razı olmuşum' dedi. Son dersinde benim hissiyatımda şiddetli bir ızdırap oldu, 'Bütün hayatı meşakkat ve musibetlerle geçen bir zat, ahirette de ebediyen cehenneme mi girecek?' diye aklımdan geçerken. Birden oturduğu yerden bana eğilerek, benim içimdeki o ızdıraba cevaben, 'Ebediyen değil, hani imanlı olan bir kimse dünyada işlediği bir günahdan ahirette cehenneme girer sonra cennete girecek. Onun gibi' dedi.
- İsterseniz biraz siyasal ve sosyal konuları konuşalım. Türkiye-AB ilişkilerinden başlayalım. Türkiye'nin AB'ye girmesini destekliyor musunuz?
Risale-i Nur'da iki Avrupa'nın olduğu yazılıdır. Birincisi Hıristiyanlıktan aldığı ders ve terbiye ile sanayii, insan hakları ve fen ilimleri ile insanlığın hayrına hizmet eden Avrupa'ya Bediüzzaman hayır demiyor. Ama ikinci Avrupa; doğrudan doğruya Hıristiyan ve Müslüman demeden din mefhumunu inkar eden Avrupa. Buna karşı çıkıyor, bu noktadaki Avrupa'yı kabul etmiyoruz. Biz kendi dengelerimizi İslâm ahlakına göre kurmakla beraber, Avrupa ile iyi geçinmek lüzumuna inanırız ve Üstad Bediüzzaman Hutbe-i Şamiye'de, 'İki dünya harbi adavetin yani düşmanlığın ne kadar kötü olduğunu gösterdi' der. Bunun için düşmanlığın bitmesi gerektiğini bildiriyor. Dünya milletlerinin sulh içinde yaşaması gerektiğini ifade ediyor. Biz bir dönem komünist ve ateist olan Rusya'ya karşı ABD'ye taraftar olmak zaruretinde idik, şimdi ise dünyanın değişen şartlarına bağlı olarak şahinler ABD'sine karşı AB'ye taraftarız. Ortadoğu bir türlü kendi kendine dizayn olamıyor. Müslümanlar ıslahatçı bir yola giremediler. AB ile de beraber olmasak şimdiki ABD, Irak ve Afganistan'da olduğu gibi ya bizim gibi yaşayacaksın ya da başına bomba yağdıracağım diyebilir.

'Müslümanlar birlik olmalı'
İslâm coğrafyasının parçalanmış olmasına Bediüzzaman Hazretleri'nin üzüldüğünü belirten Abdullah Yeğin, "Müslümanlar birlik olmalı. Tek vücuduz. En büyük düşmanımız cehalet" dedi.
- Şeyh Said-Said Nursi ilişkisi de çok tartışılıyor. Şeyh Said'e nasıl bakıyorsunuz?
- Şeyh Said hadisesini ikide bir ortaya atanlar var. Bunu karıştırıp Üstad'a leke sürmek istiyorlar. Üstad'ımız bizim yanımızda defalarca 'Millete irşat lazımdır. Kuvvetle mukabele edilmez. Bu zamanda her şeyden önemli, imanın taklitten tahkikiye çevrilmesidir. Bizim meselemiz imandır" demiştir. Şeyh Said'den gelen mektupa 'Bu olaylara karışmayın, neticesiz kalacak' diye cevap veriyor. Bu tarihte var. Üstad bunu çok yerde söylüyor.
Fakat Risal-i Nur'a düşmanlık edenler Şeyh Said hadisesi ile Risale-i Nur'u karıştırmak istiyorlar. Bunu kasten yapıyorlar. Üstad hiçbir zaman ikiliğe taraftar olmamıştır. Üstad Rusya'ya esir olduğu zaman Rusya'daki Kürtler Bediüzzaman'ı esaretten kurtaracağını söylemişlerdir. "Gel bize reis ol. Biz Osmanlılara karşı gelip Kürt devleti kuracağız' demişlerdir.
Üstad, onlara 'Yaptığınız iyi bir iş değildir. Ben esareti reisliğinize tercih ederim. Bu Osmanlı ordusu yüz bin evliya yetiştirmiştir. Ben bunlara karşı kılıç çekemem' deyip esareti kabul etmiştir. Abdulkadir Badıllı, "Bediüzzaman Said-i Nursi: Mufassal Tarihçe-i Hayatı" adlı eserinde bu konu hakkında detaylı bilgi veriyor.
- Bediüzzaman, Kürt devletine karşı mı çıktı?
- Kürt devletine değil, ama bölünmeye karşı çıktı. O Müslüman âleminin parçalanmasını karşı çıkıyordu. Dinsizlikle hizmet olmaz. O ırkçılık yapmamıştır. Irkçılığı içimize Avrupa attı. Müslümanları kabile kabile ayırıp, istifade etmek istiyorlar. Müslümanlar birlik olsa Avrupa ve ABD'ye meydan okur. Biz birlik olamıyoruz.
- Şeyh Said'in şehit olduğuna inanıyor musunuz?
- Eğer benim bildiğim gibiyse Şeyh Said şehit olmuştur. Şeyh Said büyük bir zattır. Kendisi böyle bir hareketin çıkmasını istememiştir. Düğün esnasında kaçakların teslim olmasını isteyen askerler acele hareket etmişler. Yanlış etmişler. İngiliz oyunu diyorlar. İngilizler bu işi çıkardı. Şimdi de Şii Sünni çatışması varsa, bunun arkasında düşmanlar var. Hakiki Ehli Beyt, Sünni'ye düşman olmaz.
- Diğer cemaatlere mesajınız nedir?
- Biz bütün ehli iman ile kardeşiz. Kur'an-ı Kerim'de mü'minler ancak kardeştir' deniliyor. Ehli iman birbirlerinin aleyhinde çalışmaz. Birbirlerinin kusurlarını giderir. Tek vücuduz. En büyük düşmanımız cehalet. Hizmete mani olan 'zaruret' ve 'ihtilaf'tır. Bunu da Risale-i Nur okuyarak aşabiliriz. Bizim ehli iman ile hangi mezhepten olursa olsun, Müsümanların aleyhine çalışmadıkları müddetçe onlara bir düşmanlığımız yok.
¥ YARIN: '12 Eylül bizi böldü'

Fırıncı: 12 Eylül bizi böldü -7

Nur camiasındaki bölünmüşlüğün sebepleri üzerine sorularımızı cevaplandıran Mehmet Fırıncı, ihtilal anayasasına hayır dediklerini söyledi.
- 1980'deki bölünmeye gelelim isterseniz.
- Evet, maalesef o dönemde siyasi sebepten dolayı bir bölünme yaşadık. Bazı abiler ihtilalden yana tavır koydular. Çünkü, 12 Eylül öncesi ülke kan gölüne dönmüştü. Terör olayları almış başını gitmişti. Bazı abiler böyle bir durumda ancak bir müdahale ile güvenliğin tekrar sağlanabileceğine ve başka çarenin olmadığına kanaat getirdiler. Üç Mehmetler (Mehmet Kutlular, Mehmet Birinci ve Mehmet Fırıncı) olarak biz kabul etmedik. Anayasaya "Hayır" dedik. Cemaatin büyük bir bölümü de bizi destekledi. Fikirlerimizi anlattık. Çünkü ihtilallerden bıkmıştık. 1960-70'de müdahale oldu. İki de bir darbe yapılmasından illallah dedik. Gazeteyi kapattılar. İsmini değiştirip 'Nesil' yaptık, yine kapattılar. Tasvir diye bir isimle çıkardık. Tekrar Nesil açıldı. Netice itibariyle ihtilale evet demedik. Abilerin haklı bir yönü de görünüyordu. Ortalığı öyle bir anarşi almıştı ki, Fatsa'da komünizmle idare edilen bir devlet kurmuşlardı adeta. Bu şartlarda onlar bu hususu nazara alarak müdahaleyi savundular. Ama biz desteklemedik.
- Bölünmelerde MİT'in rolü oldu mu?
- Asıl etken 12 Eylül ihtilali idi. 12 Eylül bizim bölünmemize neden oldu. O dönemde abiler pragmatist, bizler ise bütün kötü şartlara rağmen idealist davrandık. Biz 1960 ihtilaline de karşı çıktık.
- Demokrasi kavramı da çok tartışılıyor. Bediüzzaman'ın meşrutiyeti meşrua kavramı ile demokrasi kavramı örtüşüyor mu? İkisi aynı şey mi?
- Aynı değil, ama birbirine çok yakın. Bazı konularda uyuşmuyor. Ancak bugün dünyada bir fırtına esiyor. Bu ancak demokrasiyle aşılır. Yüzde yüz iyi değil, en az kötü. Bediüzzaman demokrasi ve demokratları mümkün mertebede iyiye ve hayra teşvik etti. Bediüzzaman'ın hürriyet anlayışı ile demokrasinin hürriyet anlayışı tam denk gelmiyor. Tam uyuşmuyor. Müslümanların hürriyeti var. Başörtüsü var. O hürriyeti de alırız inşallah. İstiyoruz, istemekte de haklıyız. Haklılığımızı da ispat ediyoruz. Ama sen gel, Çin'den bu hakları talep etmeye kalk. Oradaki tuvaletlerin kapıları yok. Kadın erkek aynı. Bediüzzaman Hazretleri hür dünyanın tarafında bulunarak, Müslümanlara daha rahat bir hayat sunmak için demokrasiyi komünizme tercih etmiş. Bediüzzaman'ın siyasete karşı duruşu da malum. Bu nokta İslâm dünyasında çok tartışılıyor. Üstad taa başından beri bunu anlattı. Hürriyetin nasıl olması gerektiğini mükemmel tariflerle açıkladı.
- Yani, Bediüzzaman demokrasiyi bir araç olarak mı gördü?
- Demokrasinin birtakım esaslarının İslâm'la barıştığını "Meşveret ediniz" âyetine dayanarak söyledi. Meşveret de demokrasinin temelinde yatıyor. Bütün meseleler tartışılarak çözülür. Alman Federal Meclisi'nde bir kanun yapılacaksa, ilgili bütün kuruluşlardan bilgi toplanıp herkesin görüşü alınıyor. Bundan sonra değerlendirilip yeniden görüş ve eleştiriler alınıyor. Bu süreçten sonra Meclis'e gelip son şeklini alıyor. Şimdi burda adeta İslâm'ın istediği manada bir şûra oluşuyor. Yani millete danışma var. Avrupa Parlamentosu da bu sisteme doğru gidiyor. Dolayısıyla demokrasinin bir kısım ilkeleri ile İslâm'ın prensipleri uyuşuyor. Tabii hepsi değil...
- Kanunların kaynağı önemli değil mi? Yani, yasalar ilahi esaslara göre mi yoksa insan aklına göre mi oluşacak?
- Dediğiniz doğru. Bu noktada Meşrutiyet-i meşrua devreye giriyor. Yani, insanların yapacağı yasalar da semavi akaide uygun olması lazım. Bir şey tamamen elde edilmiyorsa, bütün bütün bırakılmaz. Biz daha hakperest bir ülkeyiz. Demokrasiden kaynaklanan bir özgürlüğümüz var. Türkiye diğer İslâm ülkeleriyle kıyaslandığında daha iyi durumda. Bu devletlerin anayasasında "Dini İslâm'dır" yazıyor, ama uygulamalar ne kadar İslâmi!..
- Risalelerin sadeleştirilmesi de tartışma konusu.. Sadeleştirme gerçekleşse daha fazla okuyuculara ulaşmasını sağlamaz mı?
- Bunu bazı kimseler yaptı, pek hoş karşılanmadı. Anlamı bozuluyor. Risalelerin lugat anlamı verilebilir. Ama bütün bütün sadeleştirilmesi aynı anlamı vermez. Bunu yaptığınız zaman iş çığırından çıkar. Kendi hüviyetini kaybediyor. Risale-i Nur tamamen bozulur. Bu kitaplar zaten Türkçe. Türkçeyi Türkçeye mi tercüme edeceğiz

Zındıka komitesinin ideolojik temeli
- Bir denge unsuru olarak ABD'ye karşı AB'den yana mı olunmalı?
- Evet. Bunu Avrupa liderleri de söylüyor. Eğer Türkiye AB'ye girerse, ABD'ye karşı bir denge unsuru oluşacak. Şahinler ABD'sinin çok tehlikeli olduğu ortaya çıktı. Saddam'ın mutlaka ikna edileceğini düşünüyordum. İsrail, ABD'nin müsbet davranmasını engelledi. Irak'taki iyileştirme silahla değil, diyalogla demokrasiye geçiş sürecinin Ortadoğu'da yapılması lazımdı. Böyle yapılsaydı, hem İslâm dünyası da güzel bir yola girecekti, hem dünya daha rahat edecekti. Irak, Saddam döneminden daha güvensiz oldu.
- Sosyal ve siyasal olaylara karşı Nur cemaatleri farklı yaklaşıyor. Birçok Nurcu grubu var. Bunu neye bağlıyorsunuz?
- Esasında çok fazla grup yok. Çünkü Üstad'ın prensiplerinden hemen hiç kimse ayrılmıyor. Ayrı görünmelerin mühim olmadığı düşüncesindeyim.
- Ama sonuçta farklı tutum içinde olan birçok grup var. Aynı kitaplar okunuyor. Neden sürekli ayrılmalar oluyor?
- Asr-ı Saadet'te sahabeler arasında bile ayrılmalar oluyor. Herkesin kendisine göre bir yapısı var. Olaya böyle bakmak gerek. Mesela; Hüsrev Abi eski yazının kullanılmasını, Latin harflerinin kesinlikle kullanılmasının doğru olmadığını söyledi. Halbuki Bediüzzaman Hazretleri hayatta iken, bizlerin Latince hazırladığımız risaleleri kendisi okutuyor, huzurunda ders yaptırıyordu. Memnuniyetle karşılıyordu. Muhterem Hüsrev Abi bunu nazara almadı. Kendi görüşünü öngördü. Biz bunun yanlış olduğunu düşünüp ona tabi olmadık. Zübeyr, Tahir, Bayram ve Sungur Abi, Hüsrev Abi'nin içtihadının yanlış olduğunu, eski yazının devam etmesini, yeni yazı ile de Risale-i Nur'un basılması gerektiğini söylediler. Yazıcılar grubu burdan çıktı. İlk bölünme burda oldu. Hüsrev Abi'ye hürmetimizi göstermekle beraber, bu hareketin yanlış olduğunu bütün Anadolu'da anlattık. Anlata anlata kovulduğumuz yere tekrar alındık. Üstad'ın büyük bir talebesi idi, ama bu husustaki içtihadı yanlıştı. Sonra Milli Nizam Partisi'nin (MNP) kurulduğu dönemde bir ayrılık yaşandı. Bu ayrılık üst kademede olmadı. Cemaatte oldu. Cemaatin bir bölümü doğrudan bu partiye kaydı. Bizler siyasi tartışmalara, mecburen biraz daha girdik. Sorulara cevap yetiştiriyorduk. Sonra cemaatleri bölmelere karşı yaptıkları şeyin hata olduğunu kabul ettiler. Üstad Hazretleri sağlığında Demokrat Parti'nin İslâmiyet'e hizmet etmesini istiyor, onlara 'dindar demokratlar' diye iltifat ediyordu. Bir kısım arkadaşlar MNP'de ısrar etti. Biz Risale-i Nur tarzıyla hareket ettik. O zaman siyasal İslâm hareketi, "Rusya ne ise ABD de odur" diyordu. Biz Rusya karşısında ABD'yi müdafaa ediyorduk. Buna Asr-ı Saadet döneminde de örnek var. Mesela; Hz. Ebubekir, Fars galibiyetine karşı Bizans'ı savunuyordu. Ehl-i kitap olan ABD ve Avrupa'yla din, iman, Allah, aile mefhumunu tanımayan ateist Rusya'ya karşı beraber olma ihtiyacını hissettik. Avrupa'nın bazı değerleriyle Rusya arasında benzerlikler olabilir. Ama aile, mülkiyet, insan hakları ve hürriyet noktalarında komünizme karşı Avrupa tercihimiz olmalıydı.
- Komünizme karşı mı ABD'den yana olundu?
- Evet. Üstad da aynı şeyi söylüyordu. Milli Nizam ve Milli Selamet Partisi bu noktada yanlış yaptı. ABD ile Rusya'nın bir tutulamayacağını söyledik. Bediüzzaman, 1946'da CHP Genel Sekreteri Hilmi Uran'a yazdığı mektupta, İslâm'a en büyük tehlikenin o günkü Rusya, diğeri ise zındıka komitesidir diyor.
- Zındıka komitesini Masonlar için mi kullanıyor?
- Hepsine birlikte bunu diyor. Üstad böyle bir tabir kullanıyor. Birisi 40, diğeri 20 adamı dinsiz yapıyor. Kendisinin bu iki cereyanla savaştığını ifade ediyor.
- Zındıka komitesinin ideolojik temeli ne?
- Materyalist felsefe. Bediüzzaman o dönemde Avrupa'nın dindar kısmı ve daha çok ABD'yi destekliyor. İnsan hakları, hürriyet ve dinlere eşit bakması noktasında o zamanki ABD'yi tercih ediyor. Tabii, şimdiki Şahinler ABD'si değil.
¥ YARIN: 'Demirel'e olan yakınlığımız Nur hizmetlerine zarar verdi'

'Demirel'e yakınlığımız zarar verdi' -8

Nur camiasında önemli bir yeri olan Abdulkadir Badıllı, Bediüzzaman üzerinde yaptığı çalısmalarıyla biliniyor. Bu camiada otorite olarak kabul gören isimlerden biri olan Baddıllı'ya, daha çok siyasal gelişmeleri sorduk. Mehmet Kırkıncı ve Mehmet Kutlular'ı eleştiren Badıllı, AK Parti'yi destekliyor. Demirel'in bir dönem Nurcuları kullandığını ifade eden Badıllı ,12 Eylül Anayasası'na "Evet" denilmesini de büyük bir hata olarak görüyor. İşte Badıllı'nın sorularımıza verdiği cevaplar.
- Bediüzzman, siyasete karşı nasıl bir duruş gösterdi?
- Bediüzzaman, 'Euzu billahi min şeytani siyasiye' sözünü 1918-19 yıllarında Darül Hikmet-i İslâmiye'de iken söyleyerek, bir duruş ortaya koydu. En heyacanlı olduğu 1907-1912 yıllarında İttihadı Muhammedi Cemiyeti'nin başkanlığını kabul etmedi. O, siyasetin tarafgirlik yönünü hiçbir zaman benimsemedi. Tarafgirlikten tiksiniyordu. Dini her şeyin üstünde gördü. Hiçbir zaman dini siyasete âlet etmedi. 'Ben dindarım, gelin bana oy verin' diye bir şey yapmadı. 1950 yılının başına kadar hiçbir partiye karışılmaması gerektiğini söyledi. Ama memleketteki gelişmelere karşı da lakayd kalmadı. Demokrat Parti'yi ilk yıllarda izledi. Üstad, Demokrat Parti çıktığı zaman, hemen yanaşmadı. Seçimleri bekledi. CHP milleti ezmiş, yolmuş ve dinden uzaklaştırmıştı. Demokrat Parti iktidara geldikten sonra ezan serbest oldu. Okullarda Din Dersi verilmeye başlandı. Bu gelişmeleri gören Said Nursi, bazı mektuplarla nasihatler yaptı. Sonra Demokrat Parti'yi oylarıyla destekledi.
- Demokrat Parti'yi açıkça destekleyin diye bir beyanı oldu mu?
- Evet, oldu. DP düşse, bunun yerine CHP veya şimdiki MHP olan, Millet Parti'si gelecekti. Bu iki partiyi de zararlı gördüğü için, DP'yi destekledi. Menderes'ten sonra Demirel sahneye çıktı. Dindarların büyük kısmı Demirel'i destekledi. Oy verdi.
- Doğru bir tavır mıydı?
- Başka kimse yoktu. Demirel, sonra yavaş yavaş anlaşıldı. Ama Yeni Asya gazetesi cemaati hâlâ Demirel'i destekliyor. Sanki demokratlık sadece Demirel'in kuyruğuna bağlı. Bu çok yanlış.
- Demirel'den nasıl koptunuz?
- Cemaate hep Demirel deniyordu. Varsa yoksa Demirel. Sonra Kırkıncı Hoca, Sungur Abi, Bayram Abiler hepsi ayrıldı. Mehmet Kutlular hariç. Onlardaki bu tarafgirliği anlamıyorum. Bediüzzaman'ın resmi, risaleler ve DYP'yi bir arada bulunduruyorlar. Bütün Risale-i Nur camiası adına konuşuyorlar. Bu büyük bir yanlıştır.
- Bugün Mehmet Ağar destekleniyor.
- Maalesef. Mehmet Ağar bir emniyet çalışanı. Devletçi ve Abdullah Çatlı'yı doğudaki insanlara musallat eden birisi.
- Demirel'in Nurcuları kullandığı eleştirisi var. Bir kullanma olayı var mı? Kim kimi kullandı?
- Hakikaten Demirel ikircikli davranıyordu. İnsanları hep kullanıyordu. Özellikle Yeni Asya gazetesi ve Sözler Yayınevi'ni çok kullandı. Bazı vaadler vererek, oy topladı. 12 Eylül darbesi öncesi bu vaadleri yaptı. Ama hiçbir şey yapmadı. Risale-i Nurları bile serbest bırakamadı. Turgut Özal döneminde serbest kaldı. Demirel, oy için hareket ediyordu. Cumhurbaşkanı olduktan sonra bu tam olarak anlaşıldı. İlk başta cemaat Demirel'i DP'nin devamı olarak gördü. Darbeler sonucu meşhur oldu. Risale-i Nur hakkında beyanatlar verdi. Nurcuların bir kısmını kullandı. Erbakan, partiyi kurduğu zaman biz Erbakan Hoca'ya kızdık. Demokratların parçalanmasını istemedik. Turgut Özal döneminde gerçek demokratlık gelmeye başladı. Yeni Asya gazetesi hep Özal'ı eleştirdi. Çok inatçı tavır sergilediler.
- 12 Eylül Anayasası'na "Evet" demediler, ama güzel hizmetler de yaptılar.
- Doğru. Anayasa'daki hükümler orduya büyük yetkiler veriyordu. Ben oy vermedim. Kırkıncı Hoca tedbir olsun diye Anayasa'yı destekledi. 12 Eylül Anayasası'na sahip çıkılması hataydı. Zaten bu Anayasa kabul edilecekti. Her şey askerlerin kontrolünde idi. Oy verilmemeliydi. Nur camiası kendi rızasıyla "Evet" dememeliydi. Bu noktada Yeni Asya'yı kutlamak lazım. Ama Mehmet Kırkıncı, çizgimizi inciten tavırlarda bulundu. Devletsiz bir millet olmaz. Ama devletin her şeyini okşamak yerine nasihatlerle, ikaz etmek gerekir. Devletin her şeyini okşuyor. Eğer Osmanlı devleti veya 1924 Anayasası'ndaki devlet olsa bir itirazım yok. Ancak şu anki sistem onlardan çok farklı. Kırkıncı Hoca'nın bu tavrı Bediüzzaman'ın meşrebine uymaz. Üstad'ın hayatı mahkemelerde, hapishanelerde geçti. Kendisi, "Ben sizi sevmiyorum, beğenmiyorum. Ama karışmıyorum. Sizin kanunlarınızla amel etmiyorum ve bununla mükellef değilim" diyor. Ama şimdi bazı yanlış şeyler medh ediliyor. İslâm'a çok zıt şeyler yapılıyor. İsmet İnönü gibi insanları medh ediyorlar. Bence bir insan ya susmalı, ya da doğruları söylemeli.
- AK Parti'den önce kimlere oy verdiniz?
- 1954'te DP'ye ve Demirel'e iki dönem oy verdik. Daha sonra bazı tehlikelerin ortadan kalktığını ve tarafgirlik yapmanın doğru olmadığını söyledim.

Siyaset cephesindeki zikzaklar..
- Siyaset ile ilişkileriniz ne derece sağlıklı oldu?
- Nur camiasında, siyaset cephesinde zik zaklar oldu. 1971'lerde Erbakan'ın ortaya çıkmasına karşı çıktık. Zübeyr Abi, Erbakan'ın parti kurmasını, CHP'nin sağ oyları bölmek için bir oyunu olduğunu düşündü. Ama bir süre sonra Demirel'e olan meylimizden dolayı, halkın Nurculara olan bakışı değişti. Risale-i Nur hizmeti zarar gördü. Komünist CHP ile, ırkçı partilerin gelme şansı azaldı. Bu tehlikelerden dolayı biz DP'yi destekledik. Ama o tehlike kalkmasına rağmen, bir partide ısrar etmenin bir yararı olmaz.
- Siyasi partilerle ilgilenmeseydiniz daha iyi olmaz mıydı?
- Üstad, 1946 seçiminde talebelerine kesinlikle oy kullandırtmadı. Hiç karışmadı. 1950 yılında bazı mektuplar yayınlayarak, yine karışılmamasını istedi. Gelişmeleri izledi. Sonra DP'nin icraatlarını beğendiği için, destek oldu. Kendisi oy kullandı. Sandığın eve getirilmesini yetkililerden rica etse de, bu gerçekleşmeyince, kendisi bizzat sandık başına giderek oyunu açık kullandı. Çünkü DP'nin düşmesi CHP'nin iktidara gelmesi demekti. Dini hizmetlere büyük zararlar verilecekti. Mısır'da İhvan-ı Müslimin'e yapılan katliamların aynısını, İsmet Paşa Nurculara yapacaktı. Bizim siyasi duruşumuzda değişiklikler oldu. Bazı yanlışları gördük. Mehmet Kutlular hariç. O değişmedi.
- Siz AK Parti'yi mi destekliyorsunuz?
- AK Parti, DP gibi bir parti. Şu anki duruşları iyi. İnşallah muvaffak olurlar.
- AKP'ye oy verdiniz mi?
- Evet, verdim. Başka kime vereyim?
- Şeyh Said meselesine gelmek istiyorum. Ayaklanma öncesi iki Said arasında bir görüşme oldu mu?
- Kars'ta gümrük memurluğu yapmış, Van'a ve Bitlis'e gelerek Üstad'ın akrabalarıyla görüşen ve 1946'da Bediüzzaman'ın hayatını yazan İnebolulu Selahattin Çelebi, Şeyh Said'in, ayaklanma öncesi bir mektup yazdığını ve kendisne yardım edilmesini taleb ettiğini söylüyor. Kitabında Şeyh Said'in ayaklanmaya kalkışmadan önce, Üstad'a mektup yazarak yardım talebinde bulunduğu belirtiliyor. Üstad da Türk milletinden binlerce evliyaların çıktığını, yapılan işin kardeşi kardeşe öldürtmek olduğunu söylemiş. Bundan vazgeçmesini istemiş. Bediüzzaman bu mektubu gördü. Bazı düzeltmeler yaptı ve mektubu neşretti. Kendi yazısıyla binlerce kelimesi yerine milyonlarca evliya diye yazdı. Bu mektup neşredildi. Üstad'ın bu mektubundan anlaşılıyor ki Şeyh Said, kendisine bir teklifte bulunmuş, o da cevabını vermiş. Ancak ben Üstad'ın bu mektubunun aslını göremedim. Mektubun Genelkurmay Başkanlığı'nın arşivinde bulunduğu söyleniyor. Bunun dışında Kör Hüseyin Paşa, askerleriyle birlikte, Üstad'a teklifte bulunuyor. Bediüzzaman teklifi kabul etmiyor. Yani Bediüzzaman ile Şeyh Said arasında herhangi bir görüşmenin olduğuna dair bir bilgi yok.
- Dava Dergisi ile Abdulmelik Fırat olaya farklı bakıyor...
- Dava Dergisi ile Abdulmelik Fırat'ın iddiaları doğru değil. Şeyh Said'in akrabaları olduğu için, ona hürmet ediyorum, ama onun dedikleri yanlış. Dava Dergisi, güya Üstad, Şeyh Said ile Diyarbakır'da buluşmak üzere sözleşmiş, sonra karışıklık olunca Üstad mağaraya çekiliyor. Böyle bir şey yok. Üstad'ı döneklikle itham ediyorlar. Söz versin sonra mağaraya dönsün. Böyle bir şey olur mu? Aynı dergi Risalelerin değitirildiğini de söyledi. Ancak olayın aslı böyle değil. 13 yerde Kürdistan ve Kürt gibi göze çarpan kelimeleri, Zübeyr Abiler kaldırdı. O dönemde İnönü iktidarını yaşıyorduk. Nurcuların Molla Mustafa Barzani ile ilişkileri olduğu haberleri basında yayılmıştı. Kürdistan kelimesi yerine Şark, Kürt'ü de başka bir tabir ile gösterdiler. 1979-1981 yılları arasında oldu bu olaylar. Bütün basın, Risale-i Nur talebelerinin Barzaniler ile ilişkili olduğunu iddia ediyordu. Hizmetler zarar görmesin diye bu yapıldı. O dönemde Kürtlere olan bakış, Risale-i Nur camiasını da etkileyerek, Kürt ve Kürdistan kelimelerinin çıkarılmasına neden oldu. Ama bu yanlıştı.
¥ YARIN: Kendimizi değil, milleti düşünüyoruz

'Kendimizi değil, milletimizi düşünüyoruz' -9

Yeni Asya Grubu'nun lideri olan Mehmet Kutlular, cemaate ait Yeni Asya gazetesinin de başında bulunuyor. Nur cemaatinde daha çok Süleyman Demirel'e olan yakınlığı sebebiyle eleştirilen Kutlular, 12 Eylül Anayasası'na 'hayır' dediği için de takdir ediliyor. Demirel'in kendilerini kullandığı eleştirilerini kabul etmeyen Kutlular, tarihi olayların tam tersi bir durumu gösterdiğini belirtiyor. İşte Kutlular'ın sorularımıza verdiği cevaplar.
- Nur hareketinin geldiği noktayı nasıl buluyorsunuz?
- Risale-i Nur hizmeti istediği noktaya vardı diyemeyiz, ama çok da güzel yol aldığını söyleyebiliriz. Nur hareketinin hak etttiği yere gelmesini, "Üstad Hazretleri'nin hak ettiği ve lâyık olduğu yere oturabilmesi; düşünce ve fikirlerinin daha geniş kitlelere ulaştırılabilmesi" şeklinde anlıyorum. Çünkü Said-i Nursi sıradan bir âlim değildir. Özelliği olan bir insan. İslâm dünyası, Türkiye, ve insanlık âlemi için ortaya bir reçete koydu. Kur'an'ın evrensel mesajını, bu asırda bütün insanlığa, en güzel şekilde anlattı, hastalıkları tespit edip ilaçları vererek "hastalıktan kurtulursunuz" dedi. Ama Türkiye ve dünya şartları bu noktada ciddi bir çalışmayı önlemiştir. Bu anlamda bu hizmeti engelleyenlerin başında devletimiz geliyor. Çünkü evhamlı bir kafası var. Her şeye şüpheyle, evhamla yaklaşıyor ve her şeyi tehdit unsuru olarak görebiliyor.
- Peki bu noktada ne yapılması lazım?
- Risale-i Nur'un hedeflenen noktada olması için akademik çalışmaların yapılması gerekiyor. Akademisyenler, Bediüzzaman'ın düşünceleri üzerinde çalıştıkları zaman aforoz ediliyor. Şerif Mardin, uluslararası bir akademisyen olmasına rağmen aforoz edildi. Dolayısıyla biz, ancak dikkatleri Üstad Hazretleri'ne çekmekle meşgulüz. Ciddi anlamda bir akademik çalışmaya yönelemiyoruz. Bunu üniversiteler yapacak. O zaman Üstad, layık olduğu ve hak ettiği yere gelecektir. Bu noktalarda yavaş işliyoruz. Risaleler yayılmıyor değil. Ama bir halkın okuması var, bir ilim adamlarının, bir de akademisyenlerin okuması var. Din âlimlerimiz de yaklaşamıyor; çoğu ya ilâhiyat fakültelerinde, ya da devletin bir memuru olarak çalışıyor. Şerif Mardin'e nasıl ters bakılabildiyse, bunlar da ters bakılmaktan çekiniyor.
- 28 Şubat'ın buna nasıl bir etkisi oldu?
- 1980'den önce Bediüzzaman'a ilgi daha büyüktü. 28 Şubat süreciyle yukarıda bahsettiğim baskı ve korkular arttı. Risalelere, Türkiye'den ziyade yurtdışındaki ilim adamları ilgi duyuyor. Belki bir gün bize, "Niye bu konu üzerinde fazla durmadınız?" diyecek ve kızacaklar. Batılı akademisyenler, meseleye ideolojik bakmıyor. Onlar bu bakımdan rahat. Biz henüz demokratikleşemedik. Baskılar devam ediyor. Derin devlet var. Ancak kendi ideolojisi çerçevesinde yapılan çalışmalar takdir görüyor. Bu ideolojiye uygun olmayan her meseleye devlet gücüyle karşı çıkılıyor. Şerif Mardin'e yapılan budur.
- Demirelcilikle eleştiriliyorsunuz...
- Kim eleştiriyor? Eğer MHP ve Milli Selamet eleştiriyorsa, bunlar siyaseten eleştiriyor. Çünkü onlar Demirel'e değil demokrasiye karşılar. Din namına siyaset yapanlara destek vermedik. Onların içinden de, genç bir grup ayrılıp AK Parti'yi kurarak, bizim düşüncelerimize geldi. Böylece iktidar da oldular. Ayrıca o zamana kadar Demirel'in alternatifi yoktu. Kime oy vereceksin? MHP'ye mi, Ecevit'e mi, MSP'ye mi? Bunların demokrasiyle ilgisi yok. Biz ehven-i şer olarak gidip Demirel veya Çiller'e oyumuzu verdik. Benim Üstadım Demirel'den evvel demokrat. Hiçbir zaman alt seviyede bir siyaset yapmadık. Şahsımız adına hiçbir şey istemedik. Milletimizin bir meselesi varsa herkes gibi gidip yapılması gerekenleri anlattık. Demirel zamanı dâhil, bir kuruş teşvik, yardım almış ve istemiş miyiz? Oyumuzu veriyoruz, savunuyoruz. Ama almadık. Niçin? Biz hep bu meseleden uzak durduk. Hiçbir hükümet döneminde bir kuruş dahi teşvik istemedik. Hâlbuki Demirel'den en fazla istifade edebilecek insanlarız biz. 28 Şubat'a kadar Demirel aynı Demirel'di. 28 Şubat sürecinden sonra değişti. Burada Demirel'in fonksiyonu, orduyu, "siz oturun biz bunu siyaseten halledelim" şeklinde ikna etmek oldu. .
- Demirel'in, şahsınızda Nurcuları kullandığı eleştirilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Demirel'in bizi kullandığı doğru değil. Bizi nerede kullandı? Oylarımızı alarak mı kullandı? AK Parti de benden oy isteyebilir. Ben bir grup isem, her parti benim oyumu almak için birtakım tavizler vermek durumundadır. Türkiye'nin şartları bu. Biz zaten demokrat misyonun DP, AP ve DYP ile geldiğine inanıyoruz. Çünkü bunun alternatifi yok. Demirel'e oyumuzu verdik, ama istediğimizi yapmadı diye parti değiştirecek bir kitle değiliz. Kendimizi değil milletimizi düşünüyoruz. Demirel, Bediüzzaman ve talebelerinin samimi bir dostudur. Bugüne kadar hiçbir zaman Demirel'in ağzından Bediüzzaman ve Nur talebelerinin aleyhinde bir tek kelime çıkmamıştır. Oy verdik diye teşvik gibi maddî veya manevî herhangi bir menfaat sağlamadık. Kaldı ki, inandığı istikamette oy kullanmak, kullanılmak olarak değerlendirilemez.

Erbakan'a yapılanlar yanlıştı
Bir zamanlar Prof. Necmeddin Erbakan'ın parti kurduğunda aleyhine çok konuşulduğunu kaydeden Abdulkadir Badıllı, "Bunlar yanlıştı. Bizim yapacağımız iş sükuttu. Erbakan'ın aleyhinde bulunmamalıydık" diye konuştu...
- Nur cemaatleri, Kürt meselesine nasıl bakıyor?
- Nur cemaatinin Kürt meselesine bakışı netleşmiş değil. Molla Mustafa Barzani Osmanlıcı bir insandı. Ama bütün basın onun aleyhinde konuşuyordu. Molla Mustafa Barzani Irak'ta komünistlerle çatışırken, burdaki dindarlar da onu eleştiriyordu. Gözünü kapatmakla gündüz gece olmaz. Irak'ta biz istemesek de ABD ve Avrupa Kürt devletini kuracak. Bunlara düşman olmak yerine işbirliği yapıp desteklemek gerekir. Bin yıllık bir kardeşliğimiz var. Risale-i Nur'da Kürt devletinin kurulacağına dair işaretler var. Münazarat adlı eserinde bu ibareler geçiyor. Irkçılık Müslümanlara çok şey kaybettirdi. Türkçülük yapanların bazıları Türk değil zaten. Mesela Ziya Gökalp, önce Kürtçülük üzerine çalıştı. Kürtler ilgilenmeyince Kürtleri tahrik etmek için Türkçülük yaptı. Şeytan gibi davrandı. Kürtleri uyandırmak için Türkçülük yaptı.
- En büyük yanlışınız neydi?
- Nur hareketi, zaman zaman siyasi noktada heyecanlara kapıldı. Bu çok yanlıştı. Nur cemaati nasihatçı olmalıdır. Bir zamanlar Erbakan Hoca parti kurduğu zaman aleyhinde çok konuştuk. Bunlar yanlıştı. Bizim yapacağımız iş sükuttu. Erbakan'ın aleyhinde bulunmamalıydık. Oylarımızı sessizce kullanabilirdik. Aleyhinde yayın yapmamız çok yanlıştı. Çünkü Risale-i Nur herkesin malıdır. Oy verilebilir ama tarafgirik yapılmamalıydı. Gençliğimizde bu yanlışları yaptık. Ben şahsen bütün bunlardan pişmanım.
- Bediüzzaman'ın Teşkilat-ı Mahsusa ile bir ilişkisi olduğu yönünde iddialar var. Bu konu nedir?
- Üstad Hazretleri 1914'in Ekimi'nde savaş başlar başlamaz orduya katılıyor. Ermenilerin Van'ı işgal etmesi üzerine Enver Paşa, Halil Paşa vasıtasıyla haber göndererek Bediüzzaman'ın bir milis alayı kurmasını rica ediyor. Bediüzzaman da 4-5 bin talebesiyle bir milis alayı kuruyor. Ve harbe giriyor. Savaş esnasında hiç İstanbul'a gelmiş değil. Bediüzzaman'a iftira atıyorlar. Cemal Kutay'ın iddiaları tamamen yalan.
- Fethullah Hocaefendi hakkındaki düşünceleriniz ne?
- Bediüzzaman gibi olmak gerek. Onun prensiplerine sıkı sıkı sarılmak lazım. Onun akidesi ile davranışları birbirini tutmuyor. Hocaefendi, Üstad gibi düşünüyor, ama bazı çevreleri kızdırmamak için bazı ifadeleri var. Bunlar büyük insana yakışmaz. Onu sever ve saygı duyarım. Ama beyanlarıyla karşıt tarafı inandıramaz.
- Nurculuğu kim temsil ediyor? Hocaefendi'nin temsil ettiği söylenir?
- Hayır, Fethullah Hoca, Risale-i Nur cemaatini temsil etmez. Ancak kendi cemaatini temsil eder. Onun cemaati ne Nurculuktan kopuktur, ne de tam içindedir. 1970 yılına kadar dört dörtlük bir Risale-i Nur talebesiydi. Hapishaneye girdikten sonra değişti.
- AB ile ilgili görüşleriniz..
- Göreceğiz. AB'ye girildiği zaman İslâm âlemiyle ilişkiler kesilecek diye bir şey yok. İrade sahibi iseler, Avrupa ile ekonomik birlik yapabilir ama iman ve akide birliği yapmaz.
¥ YARIN: 'Biz anlattık, onlar anlamadı'

'Biz anlattık, onlar anlamadı' -10

Demokrasinin temel dayanaklarında hürriyet, adalet ve eşitliğin olduğunu kaydeden Mehmet Kutlular, "En kapsamlı hürriyeti, benim dinim 1400 yıl önce getirdi" diye konuştu...
- 28 Şubat sürecinde Demirel "sivil yollara" başvururken, Ecevit, Demirel'in aksine Nurculara sahip çıktı.
- Ecevit, Nurculara değil, Fethullah Hoca'ya sahip çıktı. Ecevit, dindarlara hiçbir zaman sıcak davranmadı. Orada Fethullah Hoca'nın desteğini alarak birinci parti olduğu için sahip çıktı. Ecevit'in İslâmiyet'e karşı kanaati değişmedi.
- Hocaefendi yanlış mı yaptı?
-Bana göre Hocaefendi, Ecevit'i destekleyerek yanlış yaptı. Karaoğlan, Marksizmin bayraktarlığını yaptı. Marksistti. Dönüş yaptığını da sanmıyorum. Genel manada dindar grupları değil, sadece Fethullah Hoca'yı savundu. Bazıları her seçimde parti değiştirdi. Biz hiç değiştirmedik. Bana göre parti değiştirmeye gerek yoktu. Bu yaptıkları hareketin yerini Risaleler'de ve Üstad'ın hayatında bulamazlar.
- Dönem dönem iktidarlara yakın oldunuz. Kendinizi devlete iyi anlatamadınız mı?
- Biz anlattık, ama onlar anlamak istemedi. Çünkü devletin ilimle alâkası yok. Onun "resmi ideolojisi"yle alâkası var. Her şeyi onunla değerlendiriyor. İdeolojisinin temelinde de Kemalizm ve Atatürkçülük var. Tarih, ona göre yazılıyor. Topluma bakış bu anlayışa göre şekilleniyor. Bu anlayışa uyuyorsan iyisin, değilsen düşmansın. Bundan dolayı devlet anlamak istemiyor.
- Devleti eleştirmenizde gazeteci sıfatınızın bir etkisi var mı?
- Hayır! Üstad'ı anlamamın etkisi var. Çünkü Üstad; çekinmeyen, korkmayan ve hürriyetçi bir parlamenter sistemi cumhuriyetten önce savunan bir âlim. Üstad'ımız başta olmak üzere, ağabeylerimiz o kadar sıkıntı çekmelerine rağmen, devlete düşman olmadık. Hakkımızda iki binin üzerinde dava açıldı. Üstad ve ağabeyler çok işkence gördü. Buna rağmen biz, devlet düşmanı değiliz. Demokrasiyi savunuyoruz. Ama devletin yanlışlarını da yapıcı bir dille eleştiriyoruz. Üstad'ımız "Medenilere galebe çalmak ikna iledir. Vahşiler gibi icbar ile değildir" diyor. Biz fikirlerimizi ve eleştirilerimizi söylüyoruz. Bu bizim hakkımız.
- Siz hangi demokrasi anlayışını savunuyorsunuz? Bu anlayış, Bediüzzaman'ın savunduğu "meşrutiyet-i meşrua" ile örtüşüyor mu?
- Evet, örtüşüyor. İslâm dünyası ve Türkiye, Üstad'ın bu çizgisine gelebilmiş değil. Bazı meseleleri kabullenemiyor. "Şeriat varken, İslâm varken, bir Müslüman niye demokrasiyi savunsun" diyorlar. Anlayamadıkları bir espri var. Said Nursi, isme değil, içeriğe bakıyor. Demokrasinin temel dayanaklarında ne var? Hürriyet var. En kapsamlı hürriyeti benim, dinim bin dörtyüz yıl önce getirdi. Başka ne var? Adalet ve eşitlik var. Bizim halifelerimiz gayr-i Müslimlerle mahkemelerin önüne çıkmışlar. Milli irade ve seçim diyoruz. Demokrasi seçime dayanıyor. Dört halife seçimle göreve geldi. Ancak bazı farklar da var. Meselâ İslâm'ın hürriyet anlayışında birey, ne kendisine, ne de başkasına zarar verebilir. Ama Batı medeniyetinin hürriyet anlayışı ve demokrasiyi uygulayış biçiminde, başkalarına zarar vermediğin sürece istediğini yapabilirsin. Bunun gibi meseleler düzeltilebilir. İnancıma ters şeyler varsa da, onu inancıma göre şekillendiririm. İsim o kadar önemli değil. İçeriği önemli. Türkiye'nin adı, "cumhuriyet," ama içi boş. Adının cumhuriyet olması, içeriğinin de cumhuriyet olduğu anlamına gelmez. Ne zaman bu millete sorarak iş yaptılar? Hâlâ da sorulmuyor. İki de bir ihtilâller oluyor. "İlâhi ikaz" dedim, iki yıl ceza yedim. Cumhuriyete değil, içi boş cumhuriyete karşıyız.

'İhtilali savunamayız demokrasiye ters'
- Müsadenizle tekrar bölünmelere gelmek istiyorum. Darbelerin ayrılıkta nasıl etkisi oldu?
- 12 Mart'ı eleştirdik. Ama 12 Eylül'de, bazı ağabeyler yanlış bir yola girdiler. Mehmet Kırkıncı, "Komünistlere karşı kader bizi Kemalistlerle beraber olmaya mecbur etti' diyor. Hayatını anlattığı kitabında, ihtilali müjdeli bir haber olarak aldığını söylüyor. Bu fikri Kırkıncı Hoca geliştirdi. İhtilal müjdeyle değil, üzüntüyle karşılanır. Ben ordu düşmanı değilim. Ama orduyu âlet ederek ihtilal yapana, vatandaş olarak karşı çıkma hakkım var. Ben irademle seçtiğim hükümeti, irademle indirmek istiyorum. Biz Yeni Asya gazetesinde 12 Eylül karşıtı neşriyat yapıyorduk. İhtilal sonrası ağabeyler, Kırkıncı Hoca'nın "ihtilal oldu, aleyhte olursak kötü olur" düşüncesinin etkisinde kaldılar. Buna inandılar. "Hapse girme endişesi" ve "cemaati koruma düşüncesi"yle ihtilalcilerin eleştirilmemesi gerektiğini söylediler. Kırkıncı Hoca'nın bu yönde mektubu var. Bunlar, 12 Eylül darbesini Çanakkale, Niğbolu ve Malazgirt zaferlerinden daha büyük bir zafer olarak sundular. Bu, Üstad'ın anlayış ve inancına ters bir tutumdu. Biz ihtilali savunamayız. Çünkü demokrasiye ters. Ama savunan ağabeyler oldu. Böylece 12 Eylül taraftarı ve aleyhtarı diye bir münakaşa oldu. Bundan dolayı bir bölünme oldu.
- Darbecilerin, bu süreçte sizden her hangi bir talebi oldu mu?
- İhtilal sonrası komünistleri bertaraf eden devlet, mütedeyyin insanları da rejim düşmanı olarak gördü. Bu tehlikeye karşı da Müslümanlarla temasa geçtiler. "Ya İslâmî grupları beraber olmaya ikna edelim, ya da baskı kurarak, korkutarak veya devlet imkânlarını sunarak yanımıza çekelim" düşüncesiyle kendilerini güvence altına almaya çalıştılar. Bence 12 Eylül bunu başardı. 12 Eylül'de Konsey adına biri benimle görüşmek istedi. 3 teklif ile geldiler. Bana, "Mehmet Bey, biliyorsunuz bir ihtilal oldu. Bunun için bütün sivil toplum faaliyetleri yasaklandı. Ama siz bu yasaklara uymuyorsunuz. Beyazıt'ta her Cumartesi iki yüz kişiyle sohbet yapıyorsunuz. Bunlar Konsey'e rapor olarak geliyor. Konsey bu toplantılarınızı kaldırmanızı istiyor. Bunun için anlaşmaya geldik. İkincisi: Atatürk aleyhtarlığı yapıyorsunuz. Paşalar bu konuda hassas. Bunu da yapmamanızı istiyoruz. Üçüncüsü ise yurtdışında (yurtiçinde değil) Süleymancılara ve Milli Görüşçülere karşı beraber mücadele verelim -her halde onları bizden daha tehlikeli görüyorlar.- Bunları kabul ederseniz, devlet imkânlarını emrinize tahsis edeceğiz" dedi. Ben de, "Birincisi: bu dersleri kaldırmayız. Biz imanî konularda ders yapıyoruz. Rahatsız oluyorsanız, bizi toplar hapishaneye atarsınız. Biz de çıktığımızda, bıraktığımız yerden devam ederiz. İkincisi: Atatürk meselesinde yaptığımız bir şey yok. Ama sizler Atatürk'ü "Besmele" yaptınız. Bazı şeyleri tenkit ediyoruz. Üçüncüsü ise Süleymancılara ve Milli Görüşçülere niye düşmansınız? Çünkü onlar dindardırlar. Onun için onlara muarızsınız. Onların Müslümanlığından şüphemiz yok. Farklılıklarımız var; ama biz onlara düşman değiliz. Onlar bizim din kardeşlerimiz. Ayrıca kendimizi onlara karşı kullandırtmayız. Hiçbir teklifinizi kabul etmiyorum" diye cevap verdim. Bana, "İyi düşün!" diyerek bir teklif daha yaptı: "Eğer bu teklifleri kabul ederseniz, Risaleleri, cezaevlerine devlet eliyle dağıtırız" dedi. Ben kendisine teşekkür edip kabul etmedim.
- Bu teklifi niye size getirdiler?
- Çünkü biz o zaman bütün ve güçlüyüz. Bir gazete sahibiyim. Hizmetlerin içindeyim. Siyasi ve sosyal olaylarla meşgul olan bir insanım. Sosyal biriyim. Herkesle diyaloğum var. Şöyle düşündüler: "Bu adam söz sahibi olan -hâşâ- lider gibi -ki bizim cemaatimizde böyle bir şey yok; ama devlet öyle görüyor. Bunu kafakola alırsak arkasını getirir zaten." Bunun için bana geliyorlar. Benden istediğini alamayınca, Kırkıncı Hoca'ya gittiler. Kırkıncı Hoca teklifi kabul etti. 12 Eylül'ü alkışlayan ve toplumun kurtuluşu olarak gören bir insanın, bu teklife sıcak bakması normal. Diğer İslâmî grupları da bu tekliflerle böldüler. 12 Eylül sonrası bütün İslâmî gruplar bir teslimiyet içine girerek sindi. Kimisine dünyayı amade ettiler. Kimisini de korkuttular. Bu, 12 Eylül'ün bir siyaseti idi.
¥ YARIN: Kutlular'a göre bölünme sebepleri

Ayrılıklarımız şahsi ve hissi-11

Nurculuğun birçok cemaate bölünmesi ve Kürt meselesi üzerine sorularımızı cevaplandıran Mehmet Kutlular, "Kıskançlık duygusu bastırılamıyor. Kusur biz Müslümanlarda" diye konuştu.
- Nurculuğun, birçok cemaate bölünmesinin sizce ana sebepleri nelerdir?
- Bakınız, hepimiz insanız ve hatalarımız var. Allah her türlü duyguyu vermiş. İnanıp inanmamakta da serbest bırakmış. Kıskançlık, kin, nefret ve diğer duygular her insanda mevcut olduğu gibi, bizlerde de var. İnsanlar arasındaki farklı duygular ve düşünceler terbiyenin kontrolünden çıkarsa toplumda sıkıntılar başlar. Bizim ayrılık meselemizde itikat noktasında, aramızda hiçbir sorun yok. Ayrılıklarımız şahsî, hissî birbirini üstün görmeye bağlı şeylerdir. Hâlbuki bunların hepsi men edilmiş şeyler. Ama men edilmesine rağmen, kıskançlık duygusu bastırılamıyor. Kusur İslâm'da değil, biz Müslümanlarda. Bu duyguların kontrol altına alınamayışı, sürtüşmelere sebebiyet veriyor. Ama kimse bu duygulardan dolayı sürtüştüğünü söyleyemiyor. Söylese ayıplanacak. O zaman, ona hizmet kılıfıyla bir kutsiyet atfediyor.
- İlk ayrılık ne zaman başladı?
- İlk ayrılık, Hüsrev Ağabeyin tutumundan kaynaklandı. 1956'da Risaleler tamamen serbest bırakılınca, Üstad Hazretleri de bunları Latin harfleriyle bastırmak istedi. Üstad, "Eski yazılar devam etsin, ama yeni yazılarla da Risaleler neşredilsin" diyordu. Çünkü, "bu hakikatlerden yeni nesli mahrum bırakamayız" diyordu. Hüsrev Ağabey "Olmaz efendim" diyor.
- Üstad'ına karşı mı çıkıyor?
- Orasını bilemem. Ancak Üstad'a küsüyor. Üstad hayatta iken hepsini Latin harfleriyle basıyor. Üstad'ın vefatından sonra önü açılınca, "Latin harfleriyle yazılan bütün Risaleler yakılacak" diye bir emir verdi. Ona uyanlar Latin harfleriyle basılan Risaleleri yaktılar. Hâlâ da okumazlar.
- Sonraki bölünmeler?
- Küçük olaylar üzerinde durmak istemiyorum. Bakınız Üstad "demokratik bir cumhuriyet"i savunuyor. "Ehven-i şer" diye demokratlara oy verip, insanları da oy vermeye davet etti. Mü'min kardeşlerini buna davet etti. Buna uyanlar olduğu gibi, uymayanlar da oldu.
- Açık talimat verdi mi?
- Tabii. Çünkü o zaman iki parti var. Ya demokratlar iktidara gelecekti, ya da CHP. Demokrat Parti istediği manada demokrat olmasa da, ehveni şer diye demokratları destekledi. Talebelerine bunu söyledi. Üstad, "Halk Partililer kolumuzu, Demokratlar ise parmağımızı kesiyor" diyor. Hangisini vereceksiniz? Tabiî ki parmağınızı. Biz bundan yola çıkarak, ihtilallere karşı çıktık.
- AK Parti'yi bugünün Demokrat Partisi olarak görüyor musunuz?
- Bizim böyle bir kanaatimiz yok. AK Parti yeni bir parti. Siyasi tecrübesi olanlar, hemen karar vermez, beklerler. Ama ben bütün samimiyetimle demokrasiyi içlerine sindirmelerini isterim. Kamuoyu, partinin oturmasını bekliyor. AK Parti'ye oy veren kesimler şimdiye kadar aradığını bulamadı. Yıllardır demokrasiyi küfür rejimi olarak görüyorlardı. AB'ye karşı durdular. Müslüman Hıristiyan diyaloguna karşıydılar. Sonradan yanlış yaptıklarını anladılar. Onlar bizim fikrimize geliyor. Üstad'ımın cumhuriyetin ilanından önce söylediği fikirlere, onlar geliyor. Ben gitmiyorum. İnşallah samimidirler. Bunu temenni ediyorum.
- Keşke siyasete ve partilere bulaşmasaydık diyor musunuz?
- Biz siyasete bulaşmadık. Siyasete oy verdik. Siyasete bulaşmak, parti kurmak ve partiyi ele geçirmektir. Devleti ve hükümeti idare etmeye çalışmaktır. Herkesin bir kanaati var. Bizim de kanaatimiz var. Burada, siyaseten bir "tercih" söz konusu.
- Kürt sorununu sormak istiyorum. Bu soruna nasıl bakıyorsunuz?
- Hiçbir Kürt vatandaşımızın hak noktasında benden daha az hakkı yok. Kendi aralarında dillerini istedikleri gibi konuşuyorlar. Biz devlet okullarında Kürtçe eğitime karşıyız. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir şey yok. Özel okullar açılmasına itirazım yok. Ama devlet okulunda Kürtçe eğitim olmaz. Türkiye Cumhuriyeti'nin kanunu var. Bu kanuna göre devletin resmi dili Türkçe'dir. 12 Eylül'e kadar Kürtçe konuşma sorunu yoktu. 12 Eylülcüler, PKK meselesinden dolayı biraz sıkı tuttular. Bu da yanlıştı. Efendim, "Kürtçe eğitim verilsin." Hayır efendim böyle bir şey olmaz. Türkiye'de yirmi beş ırk var.
- Medresetü'z-Zehra projesinde Kürtçe'ye yer verilmiyor mu?
- Bediüzzaman, "Kürtçe neşriyat yapılsın" demiyor. Üstad, "Arapça vacip, Türkçe lâzım, Kürtçe caiz" diyor. "Caiz" demek, "ihtiyaç olduğu zaman kullanılır" demektir. Bunun şeriatta anlamı budur. Kürtçe öğretilse de bir işe yaramaz. Ne dünyada bir geçerliliği var, ne de Türkiye'de kullanabileceği bir alan. 12 Eylül'e kadar Kürtlerin dillerini öğrenme ve kullanmasında bir zorluk yoktu. Kürtler milletvekili olabiliyor. Her türlü ticareti yapabiliyorlar. Devletin bazı meselelere karşı kafası bozuk. Biz iki bin mahkeme geçirdik. Kürtler bizim kadar çekmedi. Fiilî duruma geçildikten sonra zarar gördüler. Üstad, Şeyh Said'e taraf çıkmadı. Devletin, her gruba potansiyel bir tehlike olarak baktığı bir gerçek. Bu yanlış, ama buna karşı silah kullanmak da yanlış. '"Kürtçe eğitim verilsin" diyorlar. Bu olmaz. Türkiye'de bir sürü ırk var. Devletin Kürtçe eğitim vermesi yanlış. Devlet baskılarını tasvip etmediğimiz gibi, devlet düşmanlığını da doğru bulmuyoruz. Bunun için devlet kurmaya çalışılmaz. Üstad, birlik ve beraberliği savunuyor. Bakınız Üstad, "Kürtler iyi bir vücut, Türkler ise iyi bir kafadır. Beraber olmanızda fayda var" diyor. Üstad neden böyle bir şey söylüyor? Çünkü her ırkın bir özelliği var. Kürtler daha ziyade kırsal kesimde, ağalık ve şeyhlik kültürü içinde yetişen bir toplum. Orada devlet olsa dahi hükmeden, yine ağadır. Abdülhamit bunu gördü. Hamidiye Alayları'nı kurarak orayı yönetti. Bu, bir gen özelliği. Her toplumun kendine has bir yapısı var. Meselâ, Türklerde bir kız kaçırılsa, en fazla ilişkiler kesilir. Ama onlarda namus meselesi oluyor; kaçıran kaçan, her ikisi de öldürülüyor. Din bu yapıya müsaade etmiyor. Ama töreleri böyle.

YARIN: 'En büyük amacımız Zehra Üniversitesi'

Gayemiz Medresetü'z-Zehra -12

İzzettin Yıldırım'ın katledimesinden sonra Zehra Vakfı'nın başına geçen Zekeriya Özbek, emekli bir öğretmen. En büyük amaçlarının Bediüzzaman'ın Van'da kurmayı düşündüğü üniversiteyi açmak olduğunu belirten Özbek, kendilerine yapılan 'Kürtçü' eleştirilerine de 'Ben Türk olarak bu vakıfta yöneticilik yapıyorum. Bu eleştiri doğru değil" şeklinde cevap veriyor.
- Risale-i Nur hareketinin geldiği noktayı nasıl buluyorsunuz?
- Türkiye ve dünyada Risale-i Nur'lara şiddetle ihtiyaç var. Dünya manevi bir buhran geçiriyor. Ancak bu şiddetli ihtiyaca cevap verecek, karşılayacak hizmetler yeterli değil.
- Peki, ne yapılması gerekir, sadece kadro sıkıntısı mı var?
- Risale-i Nur hakikatlerine ayna olup doğru İslâmiyet'i ve İslâmiyet'e layık doğruluğu göstermemiz gerekir. İslâm'ın güzelliklerini yansıtmamız lazım?
- Yeterince Risale ve İslâmî ilimler okunmuyor mu?
- Bu hakikatleri ellerinde tutanların daha fazla gayret göstermesi yani çeşitli iletişim araçlarından faydalanması, her kesimdeki insanlara İslâm'ı ulaştırmaları gerekiyor. Çeşitli çalışmalar var, ama henüz tam ihtiyacı karşılayacak derecede değil?
- Cemaat içinde bu kadrolar yetiştirilmiyor mu?
- Gönül ister ki, bu hakikatleri daha iyi anlayabilecek, takdir edecek insanlar yetişsin ve bunu insanlığa anlatsın.
- Nur grupları çok dağıldı, bu konuda ne düşünüyorsunuz?
- Çeşitli analiz ve değerlendirmelerde bulunulabilir. Hepsi aynı kaynaktan besleniyor, bir ağaçtan beslenen meyveler gibi. Aynı köke bağlılar. Anlayış ve meşrep açısından farklılıklar var. Bunları da normal karşılamak lazım. Önemli olan amaç birliği, yani iman hizmetidir.
- Sizi farklı kılan şey ne?
- Risale-i Nur'un içinde gördüğümüz, anladığımız, hizmetleri gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Bunlardan birisi; Üstad, 55 sene Risale-i Nur'a çalıştığı gibi Medresetü'z- Zehra için de büyük çaba harcadı. İstanbul'a ilk geldiği 1907'lerden beri Zehra Üniversitesi için çalışmalar yaptı. Biz de vakıf olarak bu projeyi gerçekleştirmek istiyoruz.
- Diğer grupların böyle bir çalışması yok mu?
- Diğer gruplar da kendi anlayışlarına göre çeşitli çalışmaları var. Ama biz bu projeyi hedefledik. Eğitimin çok önemli olduğunu biliyoruz. Cehalet, zaruret ve ihtilaf ile mücadele edilmesi gerektiğine inanıyoruz. Bu amaç doğrultusunda çalışmalarımızı sürdürüyoruz.
- Bediüzzaman'ın yanında uzun süre kalan ağabeyler var. Neden bunların yanında değilsiniz?
- Bizim hepsine saygımız var, çok büyük hizmetlerde bulunmuşlar. Ama bu noktada bir eksiklik olduğunu gördük, bu eksikliği tamamlamak istedik.
- Yani eksik olan Medresetü'z-Zehra projesini tamamlıyorsunuz.
- Evet, öyle diyebiliriz.
- Niçin bu projeye o kadar önem veriyorsunuz?
- Bu projenin iki önemli sonucu var. Birincisi; din ilimleri ile fen ilimlerinin beraber okutulmasıyla, hem dünyayı hem dini bilen insanlar yetişecek. İkincisi; İslâm kavimleri olan Türkler, Kürtler, Araplar, Farslar, Kafkas gibi.. bütün bu Müslüman topluluklar arasında İslâm kardeşliği canlanacak, İslâmiyet'in mizacı ve rabıtası olan muhabbet, kardeşlik ve hürmet gelişecek.
- Neden Van tercih ediliyor?
- Müslüman toplumlarının, Asya'nın merkezi hükmünde olması sebebiyle Üstad, Van'da bu projeyi gerçekleştirmek istiyor. Risale-i Nur'un neşriyatı, okunması manevi bir üniversite gibi hizmet ediyor. Zehra Üniversitesi ise bunun maddi bir tezahürü olacaktır.
- Bediüzzaman'ın bu projesi gerçekleşseydi, İslâm dünyasındaki bu dağınıklık önlenebilir miydi?
- Bu yüzyılda geçen hadiselere bakacak olursak, bu projenin ne kadar önemli olduğu anlaşılır.
- Cemaatinize Kürtçülük eleştirisi yapılıyor. Ama siz bir Türk olarak, bu grubun içindesiniz? Bundan rahatsız olmuyor musunuz?
- Haksız ve yanlış bir eleştiri olarak görüyorum. İslâmiyet, ırkçılığı ortadan kaldırmıştır. Türkler, Kürtler ve diğer Müslüman toplumlar, birbirinin kardeşidirler. Zehra Üniversitesi'yle İslâm'daki kardeşliği, muhabbeti canlandırmaya çalışanlara yapılan ırkçılık eleştirisinin ne kadar yanlış olduğu anlaşılır.
¥ YARIN: 'Hıfz olan sadece Kur'an'

'Hıfz olan sadece Kur'an'dır' -13

Mevcut Nur cemaatlerinden birçok konuda farklı düsünen Sıddık Dursun, Nur hareketinin mecraasını değiştirdiğini belirtiyor. İsim vermeden Mustafa Sungur, Mehmet Kırkıncı, Said Özdemir, Mehmet Kutlular, Hüsnü Bayram, Mehmet Fırıncı ve Mehmet Birinci gibi Nur cemaatleri liderlerini eleştiriyor. Tenvir Neşriyat'ın sahibi olan Dursun, Risalelerin tahrif edildiğini belirtiyor. Kendisine yapılan Kürtçülük eleştirisini kabul etmeyen Dursun, "Ben ümmetçiyim" diyor.
- Mevcut Nur cemaatleri ile birçok konuda farklı düsünüyorsunuz. Fikir ayrılığınızın altında yatan temel unsurlar nelerdir?
- Bediüzzaman Hazretleri hayatta iken Risale-i Nurlarla tanıştım. Bütün hayatım Risale-i Nurların neşriyle geçti. Şu an Nur talebeleri olarak görünen cemaat liderlerinin aksine farklı bir tavır içerisinde oldum. Said Nursi'nin has talebeleri olan Hüsrev, Mehmet Fevzi, Hulisi, Tahir Mutlu, Hasan Atıf, Mustafa Acet, Refet ve diğer abilerle görüştüm. Herkese aynı mesafede durmuş, aynı samimiyeti göstermiş ve Risale-i Nurların neşri konusunda da icazetlerini aldım. Gelinen çizginin Risale-i Nurun dışında bir çizgi olduğunu gördüm. Bunları bütün abilerle bire bir konuştum. Hiçbir akidem ve düşüncem Üstad'ın çizgisinin dışında olmamış ve olamaz. İnandığım çizgi, Bediüzzaman'ın mehdiyet çizgisidir. Üstad zamanında dahi külliyattın Latince basımında tahribatlar yapıldığını gördüm. Bakın size Hekimoğlu İsmail ile aramızda geçen ilginç bir olayı anlatayım. Risale-i Nurların tahrif edildiğini kendisine anlattım, bana "ispat et" dedi. Yanlışlarını ispat edince de dönüp, "Evet, Risale-i Nur tahrif olmuştur. Biz böyle bilelim, ama dış âlem bilmesin" dedi. Kendisine İncil ve Tevrat'taki tarifatlarla beraber, binlerce hadisin tahrifini hatırlatarak Risale-i Nurların da bu tehlike ile karşı karşıya kalacağını söyledim. 'Hıfz olan sadece Kur'an-ı Kerim'dir' dedim. Bunu risaleleri dikkatlice okuyan herkes anlar. Bu tahrifatları sayfa sayfa bütün abilerle görüşüp anlattım. Envar Neşriyat, Bediüzzaman'ın "Ben o putu kırdım" sözünü "Ben pot kırdım" gibi çirkin bir şekilde değiştirdi. Bunların hepsini ıspatlayabilirim. Üstad, Latince'den tek bir harf bile tanımıyordu. Üstad'ın Latince bilmemesinden istifade ederek, tahrifatlar yaptılar. Hulisi ve diğer abilerle bu tahrifatları konuştuk. Mehmet Fevzi abi bir gün bana şu sözü söyledi: "Kardeşim; bazıları çıkarlar, derler ki biz de vârisiz. Bizim de ismimiz Risalelerde geçiyor. Onlara karışmayın, onlar da hizmet etsinler. Ama gerçek Risale-i Nurların vârisleri hakiki Nur talebeleridir."
- Peki 'abiler' müdahale etmedi mi?
- Maalesef Hulisi abiyi de dinlemediler. Hulisi abiyi tarikatçılıkla suçluyorlardı. Mehmet Fevzi abiyi de Türkçü olarak anlatıyorlardı. 1972'de Fevzi abinin yanına Ankara'dan gittiğim zaman, "Sen bu zinciri nasıl kırıp da geldin?" dedi. Mehmet Kayalar abi, ismini vermek istemediğim bazıları için "Bu çeteler bana zulmetti" dedi.
- Kim bu çeteler?
- İsim vermek istemiyorum. Ancak siyasi anlayışlarına bakarak, kim olduklarını görebilirsiniz. İsimler üzerinde fazla durmak istemiyorum. Sadece Nurculuk adına yapılanları söyleyeceğim.
- O zaman cemaatten ayrılmamış mıydınız?
- Hiçbir zaman Risale-i Nur'dan ve cemaaten ayrılmış değilim. Ama tahrifatları yapanlara karşı durdum. Ben bu davayla beraberim. Ben onlardan değil, onlar benden ayrıldı. Biz o sıralarda beraber hizmet ediyorduk. Henüz Tenvir Neşriyatı kurmamıştım.

'Müslümanlar arası diyalog daha önemli'
Zehra Vakfı Başkanı, emekli öğretmen Zekeriya Özbek, "Bence Müslümanlar arası diyalog çok daha önemli ve gerekli. İslâm'ın güzelliğini ve hakikatlerini delilleriyle gösterebilenler, başka dinlerin müntesipleriyle, faydalı oluyorsa, görüşebilirler" dedi.
- 1990 yılında Zehra grubu olarak vakıf kurdunuz. Hangi sebepler sizi ayırmaya götürdü?
- Biz bir şahs-ı manevi oluşturmak, takım çalışması yapmak istedik. Bireysel yönetimi kabul etmedik. Meşveret ve istişare ile hizmetlerimizi sürdürmeyi tercih ettik. Bu sebepler kendiliğinden bir ayırımı gerçekleştirdi.
- İzzettin Yıldırım, işkencelerle öldürüldü. Katilleri bulundu mu?
- Hayır, faili meçhul olarak kaldı. Emniyet güçleri bu konunun aydınlığa kavuşması için çalışmalarını sürdürdüğünü biliyoruz. Bize herhangi bir bilgi intikal etmiş değil.
- İzzettin Yıldırım döneminde cemaat olarak iyi bir çıkış yakaladınız. Ama sonra sanki bir duraklama yaşandı. Merhumun öldürülmesi sizi olumsuz etkiledi mi?
- Vefat olayında çok büyük bir acı ve üzüntü yaşadık. Hizmetin ulviyeti ve devamlılığı, merhum ağabeyin vasiyeti çalışmalarımızın devamı için bize yol gösterdi.
- Bir dönem yoğun baskılar yaşandı. Baskılar devam ediyor mu?
- Zaman bir doğru üzerinde akıp gitmiyor. Kış, bahar, yaz birbiri arkasından geliyor. Bazı zamanlar hizmet açısından kış olabiliyor.
- İzzettin Yıldırım niye öldürüldü, sizin bu konudaki tespitleriniz ne?
- Merhum ağabeyimizin, arkadaşımızın neden hedef seçildiğini bilmiyoruz. Kendisinin imanına, faziletine bütün kalbimizle şehadet ederiz.
- Dinlerarası diyaloğa nasıl bakıyorsunuz?
- Bence Müslümanlar arası diyalog çok daha önemli ve gerekli.
- Günümüzde yapılan toplantılar yanlış mı?
- İslâm'ın güzelliğini ve hakikatlerini delilleriyle gösterebilenler, başka dinlerin müntesipleriyle, faydalı oluyorsa, görüşebilirler.
- AB hakkında ne düşünüyorsunuz?
- Avrupa, iki dünya harbinden sonra birbirleriyle savaşmayı bırakarak işbirliğini geliştirmeye, insan hakları standardının yükseltilmesine yöneldi. AB'den biz medenileşmeye yardım edecek noktaları almakla; bütün güzel ahlakın, medenileşmenin kaynağı olan hakikat-ı İslâmiye ile mezcedip büyük gelişmeler sağlayabiliriz.
- Siyasi partilere sıcak bakıyor musunuz?
- Siyasi partileri, bu millete hizmet için kurulmuş teşkilatlar olarak görüyoruz. Bu milletin önünü açacak, geliştirecek insanca ve İslâmca yaşayabilmesine, medenileşmesine yol açacak düzenlemeleri, hizmetleri onlardan bekliyoruz.
- Diğer cemaatlerle diyaloglarınız nasıl?
- Gaye ve maksat birliğimiz olan tüm vakıfları, sivil kuruluşları destekliyoruz. İslâma, imana ve insanlığa hizmet eden grupları tebrik ediyoruz. Manen beraberiz.
- Bediüzzaman'ın Şeyh Said ile bir görüşmesi veya mektuplaşması oldu mu?
- Hayır. Böyle bir mektuplaşma ve görüşme olduğuna dair kesin bir delil bilmiyorum. Bediüzzaman, milletin kalp hastalığını maneviyat zayıflığı olarak teşhis etmiş, bunu takviye etmekle sıhhat bulabileceğini görüp iman ve Kur'an nurlarını neşretmeyi en birinci vazife telakki etmiştir.
¥ YARIN: Dursun: Biz ümmetçiyiz

Dursun: Biz ümmetçiyiz -14

Bazı Nur talebelerinin hareketin mecrasını değiştirdiğini kaydeden Sıddık Dursun, "Tevhid anlayışını benimsiyorum. Ümmetçi olduğum için de, bir milletin haklarının gasp edilmesine karşı olamam. Allah'ın dini, zalime ve kâfire karşı tavır almayı gerektiriyor" diye konuştu.
- Risalelerin önsözünde külliyatın size emanet edildiğini söylüyorsunuz. Bediüzzaman, külliyatı niye size emanet etsin?
- Evet. Üstad'ın talebelerinden ve vârislerinden Mustafa Acet ağabey ile aramızda ilginç bir diyalog geçti. Mustafa Acet ağabey, bir gün ağzı kapalı ve içi risalelerle dolu bir çuvalı bana getirerek şunları söyledi: "Üstad, bu çuvalı bana vererek zamanı gelince sahibine teslim etmemi istedi. Ben bir rüya-yı sadıkada Üstad'la görüştüm ve bu emanetin sahibinin sen olduğun kanaatine vardım. Al, bu emanetler senindir."
Torbanın içineki risaleleri alıp Tenvir Neşriyat adı altında bunların neşriyle uğraştım.
- Diğer Nur gruplarını çok eleştiriyorsunuz.
- 1982 yılından beri Risale-i Nurları basıyorum. Yeni Asya gazetesinin siyasi bir partinin propagandasını yaptığını söylüyorum. Bu davranışın Nur hizmetiyle zıt bir durum olduğu uyarısında bulundum. Beşeri ve Avrupai bir siyaseti takip edenler, Nur talebesi olamazlar. Bu yüzden gazetenin politikasına karşı çıktım. Üstad'ın "Eûzü billahi mineşşeytani siyasiye" prensibi çiğnendi.
- Siyasi çevrelerle olan ilişkilerini mi eleştiriyorsunuz?
- Evet. Yeni Asya gazetesinin çıktığı gün Ankara'daydım. Dedim ki; "Yazıklar olsun! Nur talebesi, Kur'an talebesidir. Bütün insanlığa hitap eden bir hareketi, siyasi bir partinin şemsiyesi altına sokuyorlar." Bunun ihanet olduğunu ifade ediyorum. Bu eleştirilerim yeni değil. Gazetenin ilk gününden beri bunları söylüyorum. Bediüzzaman, Nur talebelerinin hiçbir partiye girmeyeceğini söylüyor. Nur talebeleri hiçbir zaman siyasi bir partiye girmediler.
- Bediüzzaman, Demokrat Parti'yi destekledi ama...
- Hayır. Böyle bir şey söz konusu değil. Üstad, "Hiçbir siyasi hareketle alâkası olmayan Nur cereyanı" diyor. Ayrıca "Eskiler onlara muhalif olduğumuz için, yeniler ise onlara taraftar olmadığımız içindir ki bizi eziyor" ifadelerini kullanıyor. Bu ifadelerin sahibi ve asrın imamı olan bir zâtın, bu kadar külli beyanatları karşısında kendi kısır, nâkıs anlayışları olarak siyaseti telakki etmek kadar abes bir şey olamaz. Üstad, 'Eskiler' kelimesini CHP için, 'Yeniler' kavramını ise Demokrat Parti için kullanıyor. 'Biz Kur'an talebesiyiz', 'Hizbil Kur'anız' diyen Bediüzzaman'ı başka siyasi hareketlere yamalamak kadar abes bir şey olamaz. Üstad'ın Menderes'e gönderdiği mektup, siyasi bir mektup değil. Bediüzzaman, gönderdiği mektuplarla Kur'an'ı ve İslâm'ı tebliğ ediyor. Menderes'ten particilik ve ırkçılık temeli üzerine kurulmuş bir sistemi kaldırmasını istiyor. Kur'an'ı dayanak noktası yapmasını istiyor. Hâlâ, "Üstad DP'yi desteklerdi" diyorlar. "Çok yazık." Bu iddialar artık kokuştu. Yapılan şey, tek kelime ile ihanettir. Bediüzzaman'ı particilik gibi aşağı mertebeye düşürmek kadar büyük bir ihanet olamaz. Risale-i Nur siyasete alet olamaz. Bediüzzaman'ın getirdiği proje sadece Müslümanların değil bütün insanlığın kurtuluşunu öngörüyor. O İslâm'ın yüce hakikatlerini dile getiriyor.
- Peki, bu niye yapıldı? Eleştirdiğiniz şahıslar da hayatını bu dava için harcayan insanlar..
- Maalesef yaptılar. Hepimiz aynı suyu içiyoruz. Ama farklı şeyler veriyoruz. Türk Ocaklarının başında olan bir avukat, bu cemaati bu hale getirdi. Türkçülük ve devletçilik kafası ile hizmeti bu hale getirdi. Kendisiyle çok tartışmam oldu. En sonunda Allah Şahidimdir ki, Almanya'da Milli Görüş tarafından düzenlenen ve Bediüzzaman'ın görüşlerinin tartışıldığı bir etkinlikte kendisi "Nurculuk konusunda Sıddık Dursun varken ben konuşamam. Söz hakkı onundur" demek zorunda kaldı.
- "Hulisi abi"nin yalnızlığa itildiğini söylediniz. Aynı şeyin kendinize de yapıldığını düşünüyor musunuz?
- Erzurumlu bir hocaefendi beni kastederek, "Biz çok kayalar yıktık. Ama yıkılmayan biri var. Dimdik duruyor" dedi. Onlar, çeşitli desiselerle yıkmak istediler, tahrifat yaptılar. Ama başarılı olmadılar. Menfi ırkçılık iftirası attılar. Allah şahidimdir ki, ben ümmetçiyim. Tevhid anlayışını benimsiyorum. Ümmetçi olduğum için de bir milletin haklarının gasp edilmesine asla razı olamam. Bu benim dinime aykırı. Eğer İslâm zulüm ve küfre karşı gelmiyorsa o İslâm; İslâm olmaz, Allah'ın dini olmaz. Allah'ın dini, zalime ve kâfire karşı tavır almayı gerektiriyor.
- Kürtçü müsünüz?
- İslâm'dan başka hiçbir meselem yok. Bana Kürtçü diyebilirler. Ben ümmetçiyim. Bunun gereğini yapıyorum. Dava dergisinde bunu izah ettim. Âyet-i kerimede, "Gelin nefsimizi, akrabalarımızı, toplayalım. Şu sahraya çıkalım. Allah'ın lanetini yalancılar üzerine tahsis edelim" ifadeleri geçiyor. Ben de bu âyete dayanarak şunları söylüyorum: "Gelin herkes meydana çıksın. Allah'ın laneti ırkçıların üzerine desin" diyorum.
- Birçok noktada farklı düşüncelere sahipsiniz. Bunlardan biri de Şeyh Said meselesi. Nur camiası içerisinde tartışılan bir konu. Bunu biraz açabilir miyiz?
- Şeyh hadisesini bütün hususlarıyla incelemiş biriyim. Şeyh Said, ilim ve ticaretle uğraşan Beyrut'a hayvan ihracatı yapan Kürtler arasında da çok tanınan bir isim. Şeyh Said'in bacanağı Kasım Bey'in hatıra defteri bende mevcut. Kendisi Atatürk ile nasıl anlaştığını anlatıyor. Olayların teferruatlarına girmek istemiyorum. Ama bir provokasyon sonucu insanlar katledildi.
¥ YARIN: 'Diyalog büyük bir oyun'
'Diyalog, büyük bir oyun' -15

Bediüzzaman Hazretleri ile Kör Hüseyin Paşa görüşmesini detaylı bir şekilde anlatan Sıddık Dursun, bugün yapılan diyalog için; "Yapılan şey izzeti değil, zilleti neticelendiriyor" diye konuştu.
- Bediüzzaman'ın Kör Hüseyin Paşa ile görüşmesi var.
- Her şeyden önce Üstad ile Şeyh Said olayının uzaktan yakından bir ilgisi yok. Şeyh Said olayının patlak verdiği gün Mustafa Kemal, panik halinde "Hangi Said? Said Kürdi mi Nakşi olan mı?" diye soruyor. "Nakşi" cevabını alınca "Bir şey olmaz. Endişe etmiyorum" söylediğini biliyorum. Çünkü Üstad'ın siyasi nazarı Şeyh Said'den daha genişti. Ankara bunu çok iyi biliyordu. Şeyh Said olayının patlak verdiği gün, Erek Dağı'nın etrafı tanklarla çevriliyor. Bütün aşiretler Üstad'ın etrafında toplanarak, Üstad'ı teslim etmeyeceklerini belirtiyor. Ancak Üstad bunu kabul etmeyerek, milli lisanı olan Kürtçeyle "Bir sevki ilahi var. Bir fütuhat olacak. Hadise çıkarmayın" diye talebelerine cevap veriyor. Üstad; Trabzon, İstanbul Antalya ve Burdur'a sürgün edildi. Bunun için Üstad'ın Şeyh Said hareketi ile ilgisi yoktur. Herhangi bir görüşme veya başka bir şey yoktur. Kör Hüseyin Paşa diyaloğuna gelince, bu görüşmeyi ben ortaya çıkardım. Bu iddia bana ait. Ancak Necmeddin Şahinler, "Bilinmeyen Yönleriyle Bediüzzaman" adlı eserinde olayı değiştirdi. 1984 yılında Beyazıt'ta dershanede kalırken Üstad'ın eski talebelerinden Molla Hamit abi ile görüştüm. Molla Hamit abi, Hüseyin Paşa ile Üstad arasında geçen diyaloğun tek şahidi. Hamit abi olayı bana şöyle anlattı.
"Hüseyin Paşa ile Üstad'ın görüşmesi Van'da gerçekleşti. İki kişiydik. Biri ben, diğeri Şeyh Nurullah Efendi. Nurullah Efendi'nin babası oğlunu Üstad'a hizmet etmek için yanına vermişti. Erek'te mağarada bulunurken, Hüseyin Paşa geldi. Üstad ona çok iltifat gösterdi. Hüseyin Paşa, Üstad'la özel bir görüşme yapmak istediğini söyleyerek, bizim dışarı çıkmamızı istedi. Ama Üstad, Hüseyin Paşa'ya dönerek, 'Bu talebeler benim vücudumdan bir parçadır. Bunların dışarıya çıkmasına gerek yok. İçerde kalsınlar' dedi. Bunun üzerine Hüseyin Paşa, Kürtlere yapılan zulümleri anlatarak, askerlerinin öldüğünü söyledi. 'Bu zulme karşı durmak istiyorum. Ama size sormadan da bir şey yapmak istemiyorum' dedi. O arada bir kese altını çıkararak zekât olarak Üstad'a vermek istedi. Ancak Üstad, bu teklifi kabul etmeyerek, 'Hüseyin Paşa, sen şeriat okumuş bir insansın. Şafi mezhebine göre zekâtın nakli caiz değil. Akrabalarını ve sana yakın ilçeleri bırakarak, bana zekât veriyorsun. Ben zekât alamam. Hediye de kabul etmiyorum' diye cevap verdi." Kürtlerin karşı karşıya kaldığı zulümleri anlatan Hüseyin Paşa'ya Üstad, Kürt Şair Melle Ciziri'nin Divanı'yla cevap verdi."
Bana bu anısını anlatan Hamit abi'ye, Necmeddin Şahinler'in kitabında geçen diyaloğu anlatınca, doğru olmadığını beyan etti. Ali Burak Gazi'yi araba ile Yeni Asya gazetesine göndererek Necmeddin Şahinler'i, Hamit abinin yanına getirdik. Hamit abi, Necmeddin Şahinler'e dönerek, "Üstad, 'Bu milleti Türkler idare etmiştir. Bundan sonrada idare edecektir' diye bir şey söylemedi. Hüseyin Paşa ile Üstad arasındaki görüşmenin şahidi benim. Sen nasıl böyle ifadeler kullanırsın?" diye kızdı.
Hüseyin Paşa ile Üstad arasında Şeyh Said hakkında bir diyalog olmamıştır. Bunun canlı şahitleri ile görüştüm.
- Neden böyle söylenmiş olabilir?
- Sisteme iyi görünmek için. Başka bir izahı yok.
- 12 Eylül darbesi, Nur harektinde adeta bir dönüm noktası oldu. Bu olaydan sonra Nur hareketinin seyri nasıl gelisti?
- 12 Eylül de laik çevrelerin kendi aralarındaki uyuşmazlığı sonucu gerçekleşti. Aynı ekolün insanları, kendi aralarındaki küçük ayrılıkları darbeye zemin hazırladı. 12 Eylül, sağcılar ile solcuların çatışmasıdır. Partici olan Yeni Asya grubu Demirelci oldu. Devletçi olan Erzurum kanadı ise Deniz Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahin ile görüşmeler yaptı. "Devlet için ihtilal dahi her şey yapılır" dediler. Bir kısmı partici oldu, diğer kısmı ise daha da ileri giderek devletçi oldu. Ben her iki gruba da karşı çıktım. Bu davranışları İslâmi değil. Vanlı Ali Hoca'nın "Nur Cemaati içindeki Erzurum kanadı devletçi ve Türkçü kafası, laik ve demokratik TC'yi doğurdu" tespitine katılmamak elde değil.
- Dinlerarası diyaloğa nasıl bakıyorsunuz?
- Evet, bu da üzerinde durulması gereken önemli bir konu. Dinlerarası diyalog, İslâmı gerçek anlamda tanımayanlar içindir. İslâm bütün insanlığa geldi. Dinlerarası diyalog adı altında çok safsata bir anlayış söz konusu. "Dinlerarası diyalog" adı altında en son ve mukkades olan İslâm'ı sulandırıyorlar. Böyle bir diyaloğun olması için her şeyden önce İncil'in Kur'an'a tâbi olması gerekir. Ama yapılan iş Kur'an'ı İncil'e tâbi etmektir. Bu girişimler, İncil'i haklı göstermek gibi korkunç bir vakadır. Bu büyük bir oyun.
- Bu diyalogdan tebliğ anlamı çıkmaz mı?
- Hayır. Üstad'ın Patrik'le görüşmesi var. Patrik bu görüşmeye dayanamayarak, Müslüman olmaktan korktuğu için dışarı fırlıyor. Üstad tebliğ yapıyordu. Ama bugün yapılan şey, İslâm'ın izzetini değil zilletini neticelendiriyor.
- AB'ye nasıl bakıyorsunuz?
- Üstad'ın çizgisinde olanlar için söylüyorum. Siyasilerin kendilerine göre bir çizgileri olabilir. Onlara bir şey demiyorum. Ama mehdiyet hareketi çizgisinde Avrupa ile birlik yoktur. Üstad'a göre 'Cemahiri müttefikai İslâmiye' yani İslâmi cumhuriyetler birliği var. Üstad, siyasileri uyararak, Avrupa'ya çok rüşvetlerin verildiğini, buna karşı hiçbir şey alınmadığını ve çok kayıplar verildiğini söylüyor. Yöneticilerin yüzünü İslâm alemine döndürmesini tavsiye ediyor. Üstad açıkça 'Müslümanların geri kalmasının nedeni Avrupa'ya duyulan muhabbettir' diyor.
¥ YARIN: 'Davadan davaya koşuyorduk'

 

Röportaj: İsmail TEZER

Kutlular: Zübeyir Gündüzalp çok yönlü bir insandı

TAKDİM

 

23 Mart vesilesiyle röportaj yaptığımız Üstadın talebelerinden Abdullah Yeğin, Mehmet Fırıncı ve M.Emin Birinci ağabeylere bir sorumuz da 2 Nisan 1971’de vefat eden Zübeyir Gündüzalp ile ilgili oldu. Ayrıca Mehmet Kutlular’a da sorduğumuz Gündüzalp’e, hep birlikte bir de onların pencerelerinden bakalım.

Hepsi bir noktaya parmak basıyor ki, Zübeyir Gündüzalp, üstadı Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerine son derece sadakat ve teslimiyet içerisinde bağlıydı. Adeta onda fani olmuştu...

 

Senelerce birlikte hizmet ettiğiniz Zübeyir Ağabeyin bizimle paylaşmak istediğiniz yönleri nelerdir?

 

Zübeyir Ağabey tam bir fenâ fi’l-Üstad, fenâ fi’r-Risâle, fenâ fi’d-dâvâ ve fenâ fi’l-meslekti. Üstada büyük sadakati vardı.

Hem de cesur bir insandı, kahramandı. Bu cihetiyle Üstadın herşeyi olmuş. Hem korumalığını, hem özel hizmetini yapmış. Üstad da onu gölge gibi hep yanında bulundurmuş. Tabiî her ağabeyin kendine mahsus özellikleri var, ama Zübeyir Ağabey çok yönlü bir insandı. Gerçekten dâvâyı, Risâle-i Nur’u, Üstadın mesleğini ve meşrebini iyi anlamış ve kavramıştı. Zübeyir Ağabeyde cemaati derleme-toplama özelliği de vardı. Malum, Üstad’ın vefatından sonra gerçekleşen 27 Mayıs, dehşetli bir müdahaleydi. Büyük baskı ve sıkıntı vardı. Bundan dolayı ağabeylerimiz geçici olarak kendi bulundukları yerlerden başka yerlere gitmişlerdi. Böyle dağınıklığın olduğu sıkıntılı bir dönemde Zübeyir Ağabey, en güzel bir şekilde cemaati derleyip toplamıştı.

Meslek ve meşrebde ise Üstadı siyaseten ve diyaneten bir bütün kabul etmiş, o meseleleri ve değerleri hayatının sonuna kadar muhafazaya çalışmıştı.

Ufku da çok geniş bir insandı. Neşriyatın hayata geçmesinde daima öncülük etmiştir. İttihad’ın, Yeni Asya’nın çıkmasında ve Yeni Asya Yayınlarının kurulmasında öncülük etmiştir. Bu konularda ağabeylerin de fikirlerini meşveretle almıştır. Geniş ufkuyla, Risale-i Nur’u ve Nurculuğu tekrar derleyip toparlayıp, hizmetlerin gelişmesinde çok büyük rol oynamıştır.

Mehmet Fırıncı: Üstad Hazretlerine bağlılığı muhteşemdi

Zübeyir Ağabeyle senelerce birlikteliğiniz oldu. Bize onu anlatır mısınız?

 

Zübeyir Ağabey hakikaten çok cehd sahibi biriydi.

Ermenek’e gitmiştik. Oradaki akrabaları, ağabeyi Haydar Gündüzalp, kardeşleri ve asker arkadaşlarıyla görüştük. Enteresan bir zat. Üstad’la tanışmadan evvel de kendisi manevî bakımdan çok cehd ve gayret sahibi. Meselâ asker arkadaşları anlatıyor: “Biz askerde akşama kadar çalışırdık. Bir çamlık tepe vardı, akşamleyin oraya giderdik. O orada bağıra bağıra zikrederdi. ‘Allah, Allah’ diye bağırırdı dağlara.” Tabiî askerde, daha 21 yaşlarında genç bir çocuk. “Hemen hemen her akşam oraya çıkardık” diyorlar. Demek ki orada ruhuna huzur geliyor. Bunları dinlemiştik.

Konya’da Risâlelerle herhalde posta memuru iken tanışmış. Halıcı Sabri Efendi var. Allah rahmet eylesin. Üstadla Afyon hapsinde beraber bulunmuştu. Onun vesilesiyle Risâle-i Nur’u tanıyor. Sonra orada, benim bildiğim, Muhsin Alkonevi, Ziya Arun ve Rıfat Filizer gibi kimselerle beraber Risâle-i Nur hizmetinde bulunurlar.

Sonradan Afyon hapsi esnasında Üstad’la daha yakından temasa geçer. Hatta kendini tevkif ettirmek için ihbar ediyor. Ceylan Ağabeye sormuş: “Ben hapse girmek istiyorum, bir türlü beni almıyorlar.” Ceylan Ağabey de “İnönü’ye telgraf çek” demiş. O da “Said Nursî’nin en yakın adamlarından biri, falan yerde posta memuru” diye telgraf yazıyor. Ondan sonra hemen almışlar içeriye. Enterasan, eşi bulunmaz bir fedakârlık sahibi.

İstanbul’da kendisiyle aşağı yukarı 8-9 sene beraber yaşadık. Üstadın sağlığında da zaten devamlı Hz. Üstadın yanındaydı. 1954’ten sonra biz gittiğimizde hep görüşüyorduk. Hz. Üstad bana bir kaç defa “Benim yerime Zübeyir, Ceylan ve Sungur ile istişare edersin” demişti.

O zaman devamlı İstanbul’daki neşriyat işlerini daha ziyade Zübeyir ve Ceylan Ağabeylerle istişare ederdik.

Özetle, Zübeyir Ağabeyin Üstada bağlılığı muhteşemdi, tarif edemiyorum onu. Hz. Üstadın her hususta mürşid ve rehber olduğunu kabul ediyordu. Biz de öyleyiz ama biz biraz nefsimize uyuyoruz. Fakat o şöyle derdi: “Birşey hakkında kendimden karar vermem. Yarın beni kim kurtarır ahirette? Ama Üstaddan gördüğüm birşeyle hareket edersem, yanlış bile olsa Üstad kurtarır beni.”

Sungur Ağabeyden işitmiştim. Üstad, Sungur Ağabeye demiş: “Sen fenâfi’n-Nur olmaya mecbursun. Zübeyir de fenâfi’l-Üstad olmaya mecbur.” Onun için o, Üstadda adeta fena bulmuştur. Üstad dostuna-düşmanına karşı nasıl yapmış, nasıl düşünmüş, o da öyle olmaya çalışmıştır.

Gençlere karşı da fevkâlade şefkatliydi. Onların muhafazası için çırpınırdı. Onlara her türlü yardımın yapılmasını söylerdi. O bu derece hassas bir insandı.

M. Emin Birinci: Onu ‘Zübeyir Ağabey’ yapan Üstaddır

Sizce Zübeyir Gündüzalp’i “Zübeyir Ağabey” yapan nedir?

 

Onu Zübeyir Ağabey yapan Üstaddır. 15 sene Üstadın yanında kalmış. Onun şahsında öyle fani olmuştu ki, gece veya gündüz hangi saatte olursa olsun, Üstad bir ihtiyaç için yatağının yanındaki zile bastığında Zübeyir Ağabeyi hemen yanında bulurdu. Hatta bazan zile basar da duyamam diye kapının eşiğinde yatardı ki Üstad üzerine bastığında uyansın. Fedakârlık işte. Bu kadar olur... Zübeyir Ağabey Üstadın yanına ilk geldiğinde aralarında şöyle bir diyalog geçiyor:

“Hoşgeldin kardeşim. Senin adın ne?”

“Zîver efendim.”

“Hoşgeldin Zübeyir kardeşim.”

“Efendim benim ismim Zübeyir değil, Zîver.” Üstad tekrar:

“Hoşgeldin Zübeyir kardeşim.”

Derken ismi böyle Zübeyir olarak kalıyor.

Üstad devam ediyor:

“Kardeşim, sen buraya ‘Bediüzzaman evliyadır, asfiyadır, duâsı kabul olur, bir duâ alalım şundan’ diye gelmiş olabilirsin. Bir bu vardır, bir de ‘İslâmiyete hizmet eden bir ihtiyardır, yardıma muhtaçtır’ diye gelmiş olabilirsin. Sana iki seçenek. Git, 24 saat düşün, hangisini kabul ettiğini bana söyle.”

Zübeyir Ağabey “Dışarıya çıktım, sanki şüphe mi edeceğim? Hemen bildirdim ‘Üstadım kararımı verdim’” diyor. Üstad:

“Hayır olmaz, 24 saat düşün, ondan sonra.”

Zübeyir Ağabey 24 saat sonra tekrar gelir. Üstad:

“Hangisini kabul ettin?”

“İkincisini.”

“Şimdi anlaştık. O zaman hemen şunu, şunu vs. yap.” Üstad dört tane iş veriyor. Zübeyir Ağabey hemen Ceylan Ağabeyin yanına koşmuş. “Ceylan, herhalde ben Üstadın hizmetini yapamam” demiş. Ceylan Ağabey:

“Üstadın hizmetini yapmak çok kolay”

“Nasıl?”

“Üstadın dediği şeylere aklını karıştırma.”

Sonraları meselâ Üstad gecenin saat üçünde diyor: “Zübeyir gel, valiye dilekçe yazacağız. Git şunu valiye ver.” O hiç tereddüt etmeden bunları yapıyor.

Abdullah Yeğin: Ona kıymet kazandıran sadakati

Zübeyir Ağabeye Üstadın nazarında kıymet kazandıran nedir?

 

Zübeyir Ağabeye Üstadın nazarında kıymet kazandıran onun sadakatidir. Bir gün Üstad, Zübeyir Ağabeye “Git Stalin’i öldür” demiş. Zübeyir Ağabey hakikaten çıkmış, Rusya’ya gidecek olmuş. Sonra “Çağırın şunu gelsin” demiş. Çağırmışlar, geri gelmiş. Yani bir taş gibi “Üstad beni nereye koyarsa ben orada kalırım” diyor. Üstada çok bağlıydı.

Kendisiyle üç sene birlikte kalmıştık. Bilgisinden ve derslerinden çok istifade ettik. Yerli yerinde konuşur, meseleleri gelir hep Üstad’a ve Risâle-i Nur’a bağlardı.

Biz bir arkadaşımla Üstadın yanına gidip “Size hizmet etmek istiyoruz” dedik. Üstad da “Eğer bu adam bize duâ eder, duâsını alırız, vs. düşünürseniz kalamazsınız. Ancak, bu adam hem ihtiyardır, hem fakirdir deyip sadece yardım etmek için kalırsanız o zaman kalabilirsiniz” demişti. İşte Zübeyir Ağabey senelerce bu mânâda Üstadın hizmetinde bulundu.

Zübeyir Gündüzalp kimdir?

Zübeyir Gündüzalp 1920 senesinde Konya’nın Ermenek kazasında dünyaya gelir. Babasının adı Mehmet, annesinin ise Seyyide’dir. Ezan sesiyle kulağına ismi, Zîver diye konmuş; ancak daha sonra Üstâdı, bu ismi Zübeyir şeklinde değiştirmiştir. İlkokulu Ermenek’te bitiren Zübeyir Gündüzalp, iki kız-iki erkek olmak üzere kendisiyle beraber dört kardeştir.

İlkolkuldan sonra, Ermenek’te ortaokul bulunmadığı için Silifke’ye gitmiş, 1939 senesinde ortaokulu burada bitirerek memleketine dönmüştür. Ermenek’te postahane memurluğuna başlayan Gündüzalp, bir müddet sonra askere gitmiş, akabinde ise Konya Postahanesinde telgraf muhabere memuru olarak çalışmaya devam etmiştir.

Risâle-i Nurları, bu memurluk yıllarında tanımıştır. Üstadını ilk defa 1946’da Emirdağ’da ziyaret etmiş ve kendisine “Memuriyetten ayrılıp, yanınızda hizmet etmek istiyorum” demiştir. Üstad da ona; “Vazifene devam et, Konya’da daha çok hizmet edersin. İnşaallah, ileride alırım seni yanıma” demiştir.

Gündüzalp, 1948’de Afyon’da tutuklanarak Üstadıyla birlikte altı ay hapis yatmıştır. Bu tarihten itibaren Bediüzzaman Hazretlerinin vefatına kadar hep yanında kaldı. Yanlışlıkla tahliye edildiği zaman, sırf Üstadından ayrılmamak için, tahliyesinin yanlış olduğunu bildirerek, tekrar tevkif edilmiştir.

27 Mayıs 1960 İhtilâlinden sonra memleketi olan Ermenek’te mecburi ikamete tâbi tutuldu. Burada bir süre kaldıktan sonra, gizlice Ermenek’ten ayrılarak Ankara’ya gitti. Altı ay kadar Ankara’da kaldı ve 1961’de İstanbul’a geldi.

Zübeyir Gündüzalp, 2 Nisan 1971’de Süleymaniye Kirazlı Mescid Sokağındaki ikâmetgâhında vefat etmiş; cenaze namazı Fatih Camii’nde kılınarak, Eyüp Sultan Kabristanına defnedilmiştir.

Gündüzalp’i unutulmazlığa yükselten, hiç şüphesiz en zor şartlarda İslâm’a, iman ve Kur’ân hakikatlerine gönül vermiş olması, bu hakikatlerde billûrlaşıp İslâm’a ayna olması, hayatını fedâ eder tarzda kendini bu kudsî hizmetin karasevdalısı haline getirmesidir.

Hz. Üstad ona husûsî bir itina gösterirdi. Çünkü o, kendisinden sonra hizmeti her şeyiyle omuzlayacak; dalgalanmalara ve şiddetli fırtınalara rağmen mesleğini devam ettirecek; kudsî hizmeti hiç tâviz vermeksizin sonrakilere devredecekti.

Yeni Asya.

02.04.2005

 

Said Nursi'ye olan ihtiyaç

 

Ecdadımızın bin yıl İslamiyet'e şan ve şerefle hizmet etmesine bir mükâfat olarak Allah, Bediüzzaman Said Nursi'yı bu asil millete lutfetmiştir; o bu milletin bağrından çıkmıştır.

 

Bediüzzaman Said Nursi, 20. asrın en önemli 'olay'larından biridir. Çünkü Said Nursi, 19. yüzyılda başlayan ve 20. yüzyılda moda haline gelen sekülerizm ve materyalizmin din ve maneviyatı, özellikle İslamiyeti yeryüzünden silmeye çalıştığı bir dönemde ortaya çıkmış ve: "Kur'an'ın sönmez ve söndürülemez mânevi bir güneş olduğunu ben dünyaya göstereceğim ve isbat edeceğim" demiş, fıtrata aykırı bu akımların niyetlerini kursaklarında koymuştur.

Nursi'nin bu çıkışı, hayır ve bereket getirmiş, "dinsiz bir dünyada hayır yoktur" diyerek, imansız ve ahlâksız bir dünyada huzur olmayacağına dikkat çekerek, din ve maneviyat dünyasına yeni bir can ve taze bir kan olmuştur. Onun için diyoruz ki, dindarından dindar olmayanına, tarikatlisinden tarikatsızına, materyalistinden maneviyatçısına kadar herkes, Said Nursî'ye şükran borçludur.

'O yangını söndürmeye koşuyorum!'

Said Nursî, bütün mesaisini, herkesin ihtiyacı olan iman üzerine yoğunlaştırmış, sekülerizm ve materyalizmin "oh kovduk, kurtulduk" dediği din ve imanı tekrar Türkiye'nin ve dünyanın gündemine oturtmuştur. O yanan evleri ve evlerde yanan insanları değil, insanların gönüllerindeki imanların yandığını görmüş, "karşımda müthiş bir yangın var, alevleri göklere yükseliyor, içinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor; ben o yangını söndürmeye koşuyorum!" demiş, bütün engellemelere rağmen iman kurtarma seferberliğini başlatmıştır. Said Nursî, eserleriyle imanı olmayanları imana, imanı olanları tahkiki imana, tahkiki imanı olanları da imanın yüksek mertebelerine çağırıyor.

Üstad, ömrünü İslama adamıştır

Böylece anlayarak ve kabul ederek okuyan okuyucularını küfür ve inkâr cehenneminden, cehalet karanlığından, taklit hastalığından, ateizm ve satanizm belasından, anarşi ve terör lanetinden, kötü alışkanlıklar tuzağından, bölücülük ve ayrımcılık fitnesinden ve bunlara alet olmaktan kurtarıyor; Allah'a kulluktaki sultanlığa kavuşturuyor. Seccadesinde ve secdesinde muhabbetle şarj olup, işine, evine veya okuluna muhabbetle ve şefkatle yüklü olarak giden; ve gittiği her yeri muhabbetle mayalayan vakur, yardımsever, vefakâr, fedakâr insanlar haline getiriyor.

Ecdadımızın bin yıl İslamiyet'e şan ve şerefle hizmet etmesine bir mükâfat olarak Allah, Nursi'yı bu asil millete lutf etmiş ve O, Türkiye'den, Müslümanların bağrından çıkmıştır. Hem de Hadislerde her yüz senede geleceği ifade edilen bir İslam alimi ve allamesi, bir İslam mücahidi ve iman müceddidi olarak çıkmıştır.

O herkese ruhunun rahatı, gönlünün huzuru, aklının nuru, dilinin virdi, olan, okuyucusuna "ballar balını buldum" dedirten, okuyucusunu iman ve inanç konularında başka şeylere muhtaç olmayacak derecede müstağni kılan bir eser bırakmıştır. Said Nursi, sadece bir grup Müslüman tarafından değil, bütün Müslümanlar tarafından okunmalı ve benimsenmelidir. Çünkü O, Gazalî gibi, Geylanî gibi, Muhammed Bahaüddin, İmam-ı Rabbanî, Ahmet Bedevî, Mevlana ve Yunus gibi tüm Müslümanların ortak değeridir. Yediden yetmişe herkes, özellikle de ilim ve fikir adamları ona sahip çıkmalı onu okumalı ve okutmalıdırlar.

Nursi, Kur'an'ın ruhuna, Hz. Muhammmed (s.a.v.) Efendimizin usûl ve üslûbuna uygun bir mücadele tarzını seçmiş, "müsbet hareket" denilen bu olumlu ve ılımlı mücadele yöntemiyle hiç durmadan 80 küsur sene tüm zorluklara göğüs germiş ve şöyle demiştir: "Bana ızdırap veren yalnız İslam'ın maruz kaldığı tehlikelerdir. İman kalesini küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum. Yalnız Kur'an'ın tesis ettiği tevhid ve iman esası üzerinde işliyorum".

Çağın sorunlarını doğru teşhis etti

Said Nursi'ye olan ihtiyacın bir diğer sebebi de şudur: O, çağını çok güzel okudu, tabib-i hazık gibi çağın hastalıklarını teşhis ve tedavide isabet kaydetti. Teşhisi şu idi: Çağımızda İnsanlığı huzura hasret bırakan, sosyal hayatı zehirleyen, hatta dünyayı insanların başına cehennem eyleyen sebeplerin başında "za'f-ı diyanet ve za'f-ı iman" yani "insanların din ve imanla bağlandıkları bağların ya kopması veya zayıflaması gelmektedir" dedi, kendisini bu iki şeyin ihyasına adadı.

Bediüzzaman Said Nursî'ye, yalnız bir kalenin değil, koca bir Türkiye kalesinin, koca bir İslâm aleminin, hatta koca bir dünyanın imar, tamir ve restorasyon görevi verilmiştir. Kendisi bu hususu şöyle ifade eder: "Risale-i Nur, yalnız cüz'î bir tahribatı, küçük bir evi tamir etmiyor, belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyet'i içine alan, dağlar büyüklüğünde taşları bulunan büyük bir kaleyi tamir ediyor ve yalnız hususî bir kalbin ve has bir vicdanın ıslahına çalışmıyor, belki bin seneden beri biriken, müfsid âletlerle dehşetli yaralanan umumi kalbi ve umumî efkârı tamir ediyor." Herkesin, özellikle mü'minlerin dayanak noktası olan İslâmî esasların, cereyanların ve şeairlerin kırılmasıyla bozulmaya yüz tutan umumi vicdanı ve vicdanda açılan geniş yaraları Kur'anın ve îmanın ilâçları ile tedavi etmeğe çalışıyor.

  • DR. VEHBİ KARAKAŞ / ÖĞR. GÖREVLİSİ

     

  • Amerika bir bütün değil!
    Yeni-muhafazakârların Türkiye'ye dair yanılgılarının en önemli nedeni analizlerinin ciddî akademik temellerden yoksun olmasıdır. Irak savaşı da aynı sorunun bir yansımasıydı.

    Yeni-muhafazakârların son günlerde yoğunlaşan Türkiye aleyhtarı çıkışlarını, Amerika'nın genel görüşü olarak sunmaya yönelik çabalar dikkat çekiyor. Ancak bu çıkışı Amerikan yönetiminin resmî görüşü olarak takdim etmek son derece zor. Amerika'nın kendisi gibi, Bush iktidarı da belli güç odaklarının koalisyonuna dayanıyor ve her zaman bu koalisyonun aynı görüşleri benimsemesi mümkün değil. Yeni-muhafazakârların estirdiği kasırgayı gürültülü hale getiren, Amerika'nın resmî görüşüne dönüşmesi değil, Türkiye'deki bu kesimlerin yakın dostu olan kalemlerin ve sağcı Amerikan think-tanklerinin bünyelerinde çalıştırdıkları çoğu Türk görevlilerin eseridir.

    Dış politikadaki dengeler değişti

    Bu görevliler başından bu yana Türk dışpolitikasındaki değişikliği AK Parti'nin kimliğinde aramayı çok sevdiler. Oysa Türk dış politikasının soğuk savaş döneminin bitiminden itibaren olgunlaşmaya başlaması, ideolojinin bir eseri değildi. Olsa olsa ideoloji burada tam aksine engelleyici bir etki yapıyordu. Dünya ekonomik dengelerinin giderek Çin merkezli Asya'ya doğru kayması -Çin, Japonya'yla birlikte, ABD'nin bütçe açığını satın alarak Amerikan ekonomisini ayakta tutuyor-, Avrupa'nın kendisini ABD'den bağımsızlaştırarak bir güç merkezi haline gelmesi Türkiye'nin konumunu yeniden gözden geçirmesini sağladı.

    Ancak gerek terör problemi, gerekse 28 Şubat'ın getirdiği angajman Türkiye'yi İsrail'e yakınlaştırdı. 2003 Irak saldırısı ise Türk dışpolitikasındaki denge taşlarını yerinden oynattı. Bu yeni jeo-stratejik ortamda İsrail'in Türkiye'nin stratejik hesaplarındaki önemi azaldı, Türkiye'nin başta Suriye olmak üzere komşularıyla iyi ilişkiler kurma gereği ortaya çıktı. İç politik dengelerin dış politikayı etkileme gücünü değişen bu bölgesel ve küresel jeo-stratejik ortam belirlemektedir. Bu nedenle yeni-muhafazakârların ve onların yerli görevlilerinin politika değişikliklerini mevcut hükümetin İslâmcılığı olarak takdim etmesi büyük bir yanılgıdır. Nitekim Cumhurbaşkanı Sezer'in planlanan Suriye gezisi, Türkiye'nin izlediği yeni Ortadtratejisinin hükümet değil, bir devlet politikası olduğunu ortaya koyuyor.

    Türkiye ile ilgili yanlış bilgiler

    Yeni-muhafazakârların Türkiye'ye dair yanılgılarının en önemli nedeni analizlerinin ciddî akademik temellerden yoksun olmasıdır. Irak savaşı da aynı sorunun bir yansımasıydı. Bu kesimin ideolojik fanatizmi, objektif ve sağlam bilgi edinme yollarını kapatıyor, verilerin tahlil edilmesinde gözlerini bağlıyor.

    Yeni-muhafazakârların Amerika'daki Ortadoğu'yla ilgili akademik çevrelerde fazla bir prestiji bulunmuyor. Ortadoğu'yla ilgili yorumlar, Amerika'daki Orta Doğu araştırmalarında saygın dergilerde değil, Middle East Quarterly gibi ajitatif yorum dergilerinde yayınlanıyor. Türkiye'de çok ciddî ve önemli bir dergiymiş havası verilen bu neşriyat, Amerika'da akademik olarak herhangi bir itibara sahip olmadığı gibi, belli bir ideolojinin resmî yayın organı muamelesi görüyor. Derginin yayımcısı Daniel Pipes'ın en önemli akademik faaliyeti campuswatch.org adlı internet sayfası aracılığıyla Amerikan kampüslerinde yeni-muhafazakâr çizgiye aykırı müfredat takip eden akademisyenleri ifşa etmek. Daniel Pipes, Harvard Üniversitesi'nde Sovyet araştırmaları kürsüsünden emekli olan babası Richard Pipes ve onun öğrencisi olan Douglas Feith gibi yeni-muhafazakâr kadro sayesinde meşhur ve dokunulmazdır.

    Akademiden yüz bulamayan bu grup en fazla bağımsız araştırma kuruluşları ve medya sayesinde siyâset üzerinde nüfûz sahibi olmaya çalışmaktadır. Middle East Quarterly dergisinin yayın ekibinde temsil edilen araştırma kuruluşları, yeni-muhafazakâr siyâset tavsiyelerinin servis edilmek üzere hazırlandığı think-tank'lerin başında geliyor. Bu kuruluşta çalışan Türkiye uzmanları da çalışmalarını yine sadece Middle East Quarterly'de yayınlayabiliyorlar. Ancak ne gariptir ki bu çalışmalar Türkiye hakkında son derece yüzeysel, kulaktan dolma iddia ve fikirleri içeriyor.

    Gerçekler bile bile çarpıtılıyor

    Sözgelimi, aynı dergide yayınlanan, Winep, Türkiye uzmanı olan bir şahsın imzasını taşıyan makalede (Sonbahar 2004), Yeni Şafak gazetesinin sahibinin, Recep Tayyip Erdoğan'ın dünürü olan Sadık Albayrak olduğu, gazete ile hükümet arasındaki 'organik bağın' delili olarak sunuluyor. Türkiye'deki mevcut hükümeti patronlarına şikayet etmekle ünlü bu Türkiye uzmanları, daha önce bir vesileyle ziyaret ettiği Ankara'nın Batıkent semtini etrafta câmi göremeyip, modern liberal Türkiye'nin sembolü olarak takdim edebilmişti.

    (Gerçekle alâkası olmaması bir yana, modernlikle câmi arasında tezat gören bu zihniyetin sahiplerinin, daha çok Türkiye'den artakalan etnik temelli ideolojik birikintilerini dindar Bush iktidarının Türkiye politikalarını etkilemekte kullanmaya çalışmaları başlı başına bir faciadır.) Yine hatırlanacağı üzere, aynı dergide derginin yayın yönetmeni Michael Rubin'in AK Parti hükümetinin arkasındaki 'yeşil sermâye'yi ifşâ eden makâlesi yayınlanmıştı.

    Yeni-muhafazakârlar siyâseten elbette güçlüler. Ancak onları 'Amerika'nın Sesi' olarak takdim etmek ve buna göre Amerika'yla ilgili siyaset, görüş ve psikoloji oluşturmak hazırlanan tuzağa düşmek olacaktır. Küresel bir Amerikan karşıtlığı ve Amerika'yla dünya arasındaki ayrışma, Amerika içindeki alternatif görüş sahiplerini yalnızlığa itiyor.

    Bu şanlı mücahid, kim için bu cefaya katlandı?

    Toplumun imanını kurtarma yolunda dünyasını da ahiretini de feda eden, seksen küsür senelik dünya hayatında, dünya zevki adına bir şey bilmeyen, bütün ömrü harp meydanlarında ve esaret zindanlarında, memleket hapishanelerinde geçen, çekmediği ceza, görmediği eza kalmayan, sıkı yönetim mahkemelerinde bir cani gibi muamele gören, memleket memleket sürgüne yollanan, zindanlarda aylarca ziyaretçileriyle görüşmekten men edilen, defalarca zehirlenen, türlü türlü hakaretlere maruz kalan, "Zaman oldu ki hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim beni intihardan men etmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti" diyen bu dayanılmaz muameleyi kendine reva görenlere beddua bile etmeyen bu şefkat kahramanı, bu şanlı mücahit kimin uğruna bu acılara, sancılara, bu eza ve cefalara katlandı? Said Nursi, acaba kimin imanını, kimin İslam'ını, kimin Kur'an'ını savunuyordu? O bütün bu fedakarlıkları kimin uğruna yaptı?

  • HASAN KÖSEBALABAN / YAZAR

     

  • ALDATMAK ÜZERİNE
     

    Aldatmak, basit bir şekilde bir erkeğin kadına veya bir kadının erkeğe sadakatsizliğiyle sınırlı olmayıp, insan hayatının bütünü üzerinde tesiri vardır.

    Özellikle modernleşen toplumlarda 'aldatmak' kavramı gündeme geldiğinde, cinsellik anlamında erkek veya kadının sadakatsizliği şeklinde algılanır. Modern çağın kadın ve erkeğinin erotik bir dönemin tasallutu altında bulunduğu doğrudur. Yine, bu dönemi yaşayan her kadın ve erkeğin bu tuzağa düşme tehlikesinin olduğu da doğrudur. Ancak, tümüyle beğenme ve beğendirme üzerine bina edilmiş 'aldatmak' fikrinden beri olanların da var bulunduğunu unutmamak lazım.

    Karşı cinsin cazibesine kapılıp nefsine yenik düşen bir insan gerçekte aldanmış mı oluyor, aldatmış mı? Kanaatime göre böyle bir kişi için her iki durum da geçerlidir. Hem aldanmış, hem de aldatmış oluyor. Bir kere, kendisine kurulan tuzakların farkında veya farkında olmadan nefsinin esiri haline geliyor. Bu bir aldanmadır. Her kontrolsüz hareket bir aldanmaya kapı aralar. Şimdi bu kavrama daha yakından bakabiliriz: Sözünde durmamak, kandırmak, iğfal etmek, dolandırmak, oyuna getirmek gibi manalara gelen aldatmak, insan hayatında sürekli olarak karşılaşılabilecek geniş bir alana yayılmıştır. Basit bir çıkar elde etmek için bile bu yola başvurmak mümkündür. Hakkın olmayan bir şeyi hakkınmış gibi göstermek için kullanılan her türlü vasıtanın aldatmak fikri üzerine bina edildiğini söyleyebiliriz. Kapitalist mantıkta sürekli olarak özendirilen tüketim, aldatmak fikrini cazip hale getirmektedir. Herhangi bir ürünün, tüketicinin faydasını düşünerek uzun ömürlü yapmak yerine, ambalajına büyük bir özen göstererek beğeniye sunulması da bir aldatma örneği olarak karşımıza çıkmaktadır. Aldatmak, tek başına haz merkezli düşünmekle sınırlı kalmayıp, ferdin kendiyle baş başa kaldığı dönemlerde de geçerliğini sürdürmektedir. Başkalarını aldatarak 'somut faydalar'(!) elde ettiğini düşünen insanın, bu durumda kendini aldattığını düşünmemesi aldatmak kavramının üzerinde düşünülmesi gereken asıl noktaya işaret eder. Bu ifsat edici düşüncenin kaynağı, insana, tarihe ve evrene Allah merkezli bakmamaktır. İnsana, tarihe ve evrene Allah merkezli bakan bir insanın böylesi kırılgan yollarda ilerlemesi mümkün değildir. Allah merkezli düşünceyle sevgili Peygamberimizin şu hadisi üzerinde düşünmek öğretici olacaktır: "Kendi iyiliği için istediği bir şeyi Müslüman kardeşi için de istemeyen gerçek mü'min olamaz". Hayatı çıkar üzerine bina eden günümüzün geçerli anlayışına karşı kurtuluşumuzu işaret eden bu düstura sıkı şekilde yapışmamız kaçınılmazdır.

    Sevgiyi azaltan bir özellik taşıyan aldatmak, basit bir şekilde bir erkeğin kadına veya bir kadının erkeğe sadakatsizliğiyle sınırlı olmayıp, insan hayatının bütünü üzerinde tesiri vardır. Günümüzde özellikle çocukların ve gençlerin içinde bulundukları acıklı durum, büyük bir aldatma ve aldanma sarmalı üzerinde yürümektedir. Reklamlarla beyinlere angaje edilen yıkımlar, ambalajlanıp bu kitlenin beğenisine altın tabakta zehir olarak sunulmaktadır. Bilgisayar başlarında tamamen bir imge üzerine kurulu sanal ahbaplıklarla zamanı tüketen ve büyük bir aldanma ve aldatma yaşayan gençlerin akıbetlerinin ne olacağını düşünmek bile ürkütücüdür.

  • VEDAT AYDIN / YAZAR /Yeni Şafak.3-4-2005
     
  • NUR SAÇAN BİR DİN ÂLİMİ: SAİD NURSÎ

    /15.04.2005/Tercüman

     
    21. Yüzyıl'da, gelenek dışı yaşama ve yorum biçimlerinin karşısında tutunacak dal arayanların bir çoğu, onun Risale-i Nur adlı eserlerinden medet umuyorlar.

    Bitlis'in Hizan ilçesine bağlı İsparit nahiyesinin Nurs köyünde 1873'te doğan Bediüzzaman Said Nursî, yaşadığı hayat ve ardından bıraktığı eserlerle hiç gündemden düşmeyen dinî bir şahsiyettir. 21. Yüzyılda, gelenek dışı yaşama ve yorum biçimlerinin karşısında tutunacak dal arayan dindarların bir çoğu onun, Risale-i Nur adlı eserlerine yöneliyorlar. Bu sebeple bu yazı dizisinde, Said Nursî hakkında akla gelebilecek bir çok soruya, sayın Re'et Kavukçu'nun eserinden faydalanarak cevap vermeye çalışacağız..

    İŞTE AKLA GELEN SORULAR!

    * Bediüzzaman Said Nursî kimdir?

    * Nerde doğdu, nasıl eğitim aldı?

    * Risale-i Nur nedir?

    * Hayatına hangi rüya istikamet verdi?

    * Bediüzzaman ne demektir ve bu unvanı ona kim verdi?

    * Çok genç yaşta ne yaptı ki, döneminin büyük alimlerinin takdirini toplayabildi?

    * Yaşadığı bölgenin alimlerinde olmayan dört önemli özelliği neydi?

    * Saltanattan yana mıydı, Cumhuriyetçi miydi?

    * Jandarmanın vurduğu kelepçe nasıl oldu da çözüldü?

    * İlk Türkçe mektubunu ne zaman ve niçin yazdı?

    * Osmanlı döneminde neler yaşadı?

    * Anadolu'da Meşrutiyet lehine yaptığı faaliyetler nelerdi?

    * İstanbul'a neden geldi? Neler yaşadı?

    * Yıldız Askeri Mahkemesi'nde neden yargılandı?

    * Medreset-üz Zehra'yı neden kurmak istedi? Amacı neydi?

    * Rusların Doğu Anadolu'yu işgal ettikleri günlerde neler yapıyordu?

    * Ruslar onu esir ettiklerinde nerede kaldı? Firar kararını nasıl aldı ve hangi yollardan geçerek İstanbul'a geldi?

    * Kuva-yi Milliye'yi destekledi mi?

    Meclis-i Mebusan'a hitaben yazdığı beyannâmede ne diyordu?

    * Bediüzzaman Şeyh Said ile neden mektuplaştı?

    * İsyan tekliflerini nasıl reddetti?

    * Neden ve nerelere sürgün edildi?

    * Türkçe ibadet hakkında ne düşünüyordu?

    * Neden hapsedildi? Hapishanedeyken neler yazdı?

    * İlim ve teknoloji hakkında ne düşünüyordu?

    Kürtçü müydü? Kürtçü olduğunu iddia edenlere ne cevap verdi?

    * Fener patriği Althenegoras ile neden görüştü, ne teklif etti? Patrik ne cevap verdi?

    * İstanbul'da unutamadığı hatırası ne idi?

    * Ne yer ne içer ve nasıl yaşardı?

    * Hayatı boyunca tek gayesi ne idi?

    * Talebelerine vasiyeti neydi?

    * Hayatını kaç devre olarak görüyordu?

    * Nerede,nasıl vefat etti?

    * Mezarının gizli olmasını istedi mi?

    ******

    Said Nursî'nin doğduğu çevre

    Bitlis, Doğu Anadolu'da Van Gölü'nün güneybatısındaki Tatvan iskelesine 33 km. uzaklıktadır. Bitlis yakınından, Dicle Nehri'nin kollarından birini teşkil eden aynı isimde bir su (Bitlis Suyu) geçmektedir. Bitlis şehri, bu suyun Yukarı el-Cezire düzlüklerine inmeden önce, Divan Dağı ile Uveyh Dağı arasında aştığı dar ve derin vadide kuruludur.

    Bitlis'in beş ilçesi vardır. Bunlardan Hizan, Merkeze 75 km. uzaklıkta ve Bitlis'in güneydoğusundadır. Eski bir ilçe olan Hizan, Bitlis ve civarının tarihî devirlerini yaşar. İlçede Osmanlılar'dan kalma han, hamam bir de cami vardır. Hizan ilçesinin iki nahiyesi, otuz köyü bulunur. Bu köylerden Nurs Köyü, İsparit nahiyesine bağlıdır. Hizan'a on saatlik bir mesafededir.

    Seher'de dünyaya geldi

    Said Nursî, Bitlis vilâyetinin Hizan kazasına bağlı İsparit nahiyesinin Nurs köyünde, Rumî 1293 (Miladî 1876) baharında bir seher vakti, "köyün kıbleye bakan yamacındaki taş duvarlı, toprak damlı" mütevazı bir evde dünyaya geldi. Annesi Nuriye Hanım ve babası Mirza Efendi'nin yanında altı yaşını henüz tamamlamıştı ki, kendisinde ilme karşı ciddi bir merak uyandı. İlk tahsilini yapmak için nahiyeleri İsparit'e bağlı Tağ Köyü'ne gitti (1883)."

    * * * *

    Kendi kaleminden hayatı

    Tarih-i veladetin 1293'tür. Doğum yerim, Bitlis vilâyeti dahilinde Hizan kazası mülhakatından İsparit nahiyesinin Nurs karyesidir. Bidayet-i tahsilimde, mezkür İsparit nahiyesinde biraderim nezdinde mebadi-i ulûmu (başlangıç ilimleri) iki sene kadar okudum. Sonra Erzurum'a tabi Bayezid kasabasında şeyh Muhammed Celâlî Hazretleri'nin tedris halkasında, tedrisi mutad olan dersleri ikmal-i nüsah eyledim.

    Sonra Van'da tedrise başladım. 15 sene kadar fünun-u şetta (muhtelif ilimler)'ya ait tedrisat ile iştigal eyledim. Birinci Dünya Harbi'nin ilânı üzerine gönüllü olarak "Alay Kumandanı" nâmı ile harbe iştirak eyledim. Bitlis'te Ruslar'a esir düştüm. Esaretten firar ederek İstanbul'a geldim. Bidâyet-i teşkilinden beri Darü'l-Hikmet-i İslâmiye'de azâ olarak bulunuyorum. Muhammed Celâli Efendi Hazretleri'nden almış olduğum icâzetnameyi, zaman-ı esaretimde zâyi eyledim. On yedi adet telifatım var.

    Türk, Kürt lisanları ile konuştuğum gibi, Arapça lisanı ile de okur yazarım. Gönüllü ve iftihar edilecek bir hizmet olarak, Harb-i Umumû ilânı esnasında evvela "Alay Müftüsü" namı ile, Orduyu Hümayun'a dahil olup, sâniyen "Alay Kumandanı" vazifesini ifa etmekte iken, Bitlis'te Ruslar'a esir düştüm. Bu hizmetlerim hep fahri idi. Yalnız esaretten avdetimde İstanbul'a geldiğimde, Harbiye Nezareti ikramiye olarak bana üç ay ellişer liradan 150 lira verdi. Bir adet harp madalyam vardır. Başka nişan ve madalyam yoktur. (...)

    * * * *

    Molla M. Emin Efendi: Bu çocuğu nasıl yetiştirdiniz?

    Tağ Müderrisi Molla Muhammed Emin Efendi bir gün yanına birkaç arkadaşını alarak onun anne ve babasını görmek ve daha yakından tanımak için Nurs Köyü'ne gelir. Nuriye Hanım, eşinin çifte gittiğini oturmalarını rica eder. Az sonra Mirza Efendi, önünde ağızları bağlı iki inek ve öküzle çıkagelir.

    Selâm ve tanışmadan sonra küçük Said'in hocası, Sofi Mirza'ya, "Bizim köyde hayvanların ağızlarını yalnız harman zamanı, harmanda mahsulü yememeleri için bağlarlar. Fakat şimdi hem harman mevsimi değil, hem de hayvanlar harmanda değil. Böyle ağızlarının bağlı olmasının sebebi nedir?" diye sorar.

    Mirza Efendi mahcup bir eda ile; "Efendim bizim tarla uzaktır. Yolda giderken birçok kimselerin tarla ve mahsulünden geçerek geliyorum. Eğer bu hayvanların ağzı bağlı olmazsa, yabancıların mahsullerinden yemek ihtimalleri var. Bu sebepten ekmeğimize haram lokma karışmaması için böyle yapıyorum" diye cevap verir.

    Sofi Mirza'nın bu yüksek ahlâk ve faziletine şahid olan küçük Said'in hocası bu sefer annesine sorar. "Siz bu çocuğu nasıl yetiştirdiniz?"

    Nuriye Hanım, "Ben Said'e hamile kalınca, abdestsiz yere basmadım. Said dünyaya gelince de bir gün olsun onu abdestsiz emzirmedim" der. Küçük Said'in hocası ve arkadaşları, "Elbette böyle bir anne ve babadan böyle bir evlât beklenir" diyerek, o geceyi Nurs'ta geçirirler ve ertesi sabah geri dönerler."

    BEDÎÜZZAMAN ÜNVANINI NASIL KAZANDI?

    17.04.2005

     
    Öğrencisine hayran olan Molla Fethullah genç Said’e “çağın güzelliği, zamanın harikası” yani “Bedîüzzaman” der.

     

     

     

    Yıl: 1889-1894... Genç Said, Siirt’te bulunan meşhur Molla Fethullah Efendi’nin medresesinde, ho- casının suallerine muhatap olur. Molla Fethullah Efendi sorar: “Geçen sene Süyûti okuyordunuz. Bu sene Molla Cami’yi mi okuyorsunuz?” Molla Said: “Cami’yi bitirdim.” Hocası hangi kitabı sorduysa “Bitirdim” cevabını alınca hayret eder. Bu konuşmayı dinleyen ve bir yıl önce Said’in hocasının hocası bulunan Molla  Ali Suran namındaki zat, Molla Said’den ders almaya başlar. Hocası Molla Fethullah tekrar sorar: “Pekâlâ, zekâda harikasınız. Hıfzınız nasıldır? Makam-ı Harîrî’nin birkaç satırını iki defa okuyarak ezberleyebilir misiniz?” diyerek kitabı uzatır. Molla Said, kitabın bir yaprağını bir defa okumakla hıfzeder ve ezbere okur. Molla Fethullah, “Zekâ ve hıfzın bu şekilde aşırı derecede bir insanda toplanması nadirdir” diyerek hayretini ifade etmiştir.

     

     

    ONA BEDÎÜZZAMAN DER

    Genç Said’in hâfıza ve zekâsına hayran olan Siirtli Molla Fethullah Efendi, ilk defa olarak Genç Said’e “Bedîüzzaman” diye hitap etmiştir.

     

    O günden sonra Said Nursî, Bedîüzzaman lâkabıyla yâd edilmektedir. Henüz, çocuk yaşta olan Said, Doğu bayezid Medresesi’nde Şeyh Muhammed Celâli’nin nezdinde üç ay ciddi bir tahsil gördü. Molla Cami’den itibaren, medreselerde okunması âdet olan bütün kitapları, şerh ve haşiyelerini bırakarak her kitabın yalnız metin kısmından 5-10 ders okumakla iktifa etmiştir. Bu sırada henüz on dört yaşındadır. Çeşitli ilimleri, fıkıh usulü kaidelerini, ilm-i kelam ve akaide dair ilimleri de okumuş bulunuyordu. Hocası Şeyh Muhammed Celâli Efendi “Niçin böyle yapıyorsun?” diye sorunca, Said, “Bu kadar kitabı okuyup anlamaya muktedir değilim. Ancak bu kitaplar bir mücevherat kutusudur, bir hazinedir, anahtarı da sizdedir. Yalnız sizden şu kutuların içinde ne bulunduğunu göstermenizi istirham ediyorum. Bu kitapların neden bahsettiklerini anlayayım da sonradan tab’ıma uygun olanlarına çalışırım” şeklinde cevap verir. Böylece teceddüt fikrini medrese usullerinde bilfiil göstermek suretiyle, yirmi senede ancak tahsili mümkün olan ilimlerin hülasasını, üç ayda tahsil ve ikmal etmiştir.

     

    ‘BEN DAHA BİR ÇOCUĞUM’

     

    Şeyh Muhammed Emin Efendi, Muhammed Celâli Hazretleri’nden icazetname alarak Bitlis’e gelen Molla Said Efendi’ye, derviş kisvesini atarak, ilmî kıyafete girmesini teklif eder, sarık ve cübbe verir. “Ben henüz buluğ çağ›na ermediğimden muhterem bir müderris kıyafetini kendime yakıştırmam. Ben bir çocuk, nasıl hoca olabilirim?” diye- rek oradan ayrılır.

     

    Herhangi bir kitabı eline alınca kimseye müracaat etmeden kendi kendine anlardı. Yirmi dört saat zarfında Cemü’l- Cevami, Şerhu’l-Mevakıf, İbnü’l-Hacer gibi anlaşılması en zor kitapların iki yüz sayfasını kendi kendine anlamak şartıyla mütalâa ederdi. O derece kendini ilme vermişti ki, dış dünya ile alâkasını kesmişti.

     

    TAHSİLİNİN OLGUN ÇAĞI

     

    Bayezid Medresesi’nde Şeyh Muhammed Celali’nin nezdinde, bu üç aylık tahsil devresi, Molla Said’in tahsil hayatının en önemli, en oldun ve en cidd çalışma devresidir. Bu devrede bütün ilimlerin anahtarı mahiyetindeki asıllarını elde etmiş, daha sonraki hayatında hususi çalışmalarını bu esaslar üzerine yürütmüştür.

     

    Doğubayezid’de kaldığı sıralarda, vaktinin çoğunu hususen geceleri, Ahmed Hani Hazretleri’nin türbesinde, mum ışığında ders çalışarak geçirirdi.

     

    İcazetini, bu üç aylık tahsilinden sonar Doğubeyazıd Medresesi Müserrisi Şeyh Muhammed Celali Efendi’den almıştır.

     

     

    Gözümde ne cennet sevdası var, ne cehennem korkusu!

     

    Risale-I Nur’u anlamıyorlar, yahut anlamak istemiyorlar. Beni skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zanneiyorlar. Ben, bütün müsbet ilimlerle asr-ı hazır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim; hatta bu hususta bazı eserler telif eyledim. Fakat ben öyle mantık oyunları bilmiyorum. Felsefe düzenbazlıklarınada kulak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını, manevi varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum. Yalnız Kur’an’ın tesis ettiği tevhid ve iman esası üzerinde işliyorum ki, İslam cemiyetinin ana direği budur, bu sarsıldığı gün cemiyet yoktur.

     

    Sonra ben, cemiyetin iman selameti yolunda ahiretimi de feda ettim. Gözümde ne cennet sevdası var, ne cehennem korkusu.

     

    Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun.

    Kuran’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, cenneti de istemem, orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selamete götürsem, cehennemin alevleri içinde yanarken, gönlüm gül gülistan olur.

     

    Eşref Edip’in, Bediüzzaman’la mülakatından

     

     

    Diğer alimlerden 4 farkı vardı

     

    Yaşadığı bölgenin âlimlerinden şu dört konuda ayrılıyordu:

    1. Hiçbir şekilde kimseden hediye almamak, maaş bile kabul etmemek; 2. Hiçbir âlime soru sormamak (Bu konuda kendisi şöyle derdi: “Ben âlimlerin ilmini inkâr etmem. Bunun içindir ki, kendilerine soru sormam. şayet benim ilmimden şüphesi olanlar varsa cevap vereyim. Soru sormak şüphe edenlerin hakkıdır.”); 3. Yanında bulunan talebelerini “Ratıp” getirmekten ve

    zekât almaktan men ederdi. Öğrencilerinin yeme ve içmelerini bizzat kendisi tedarik eder, onları sırf Allah rızası için okuturdu; 4. Daima mücerred kalmak (evlenmemek). Dünyada hiçbir şeyle alâka kurmamak.

     

     

    Bağdat’a gitmek ister

     

    Sene 1888.. Doğubayezid’den Bağdat’a gitmek üzere yola çıkar. Bitlis’e girer. Şieyh Mehmed Emin

    Efendi tekkesine uğrar. Derviş kıyafetinden çıkarak hoca kıyafetine girmesi teklif edilir. Kabul etmez, fiirvan’a gider. Molla Abdullah’ın bütün suallerine cevap verir. Mâlûmatının ağabeyinden

    çok fazla olduğu tahakkuk eder. Halk arasında şlöhret bulur. Bu teveccüh ve dedikodulardan kurtulmak için kamalı, hançerli ve şlallı kıyafete girer.

     

      

    ‘BENİ İMTİHAN EDİN’

    Bitlis’te bulunduğu zamanda bazı âlim ve talebelerin arasında geçimsizlik oldu. Bu durumun islâm’a ve Müslümanlar’a  yakışlmadığını anlattı ve onları ikaz etti. Bu ikazı hazmedemeyen

    talebeleri, Şieyh Emin Efendi’ye şlikâyet ettiler. Hocasını “Henüz o çocuktur, kabil-i hitap

    değildir” dediğini duyan Molla Said, Şieyh Emin Efendi’ye gider, elini öper ve “Efendim, beni imtihan ediniz, rüşltümü ve kabil-i hitap olduğumu ispat edeceğim” der. M. Emin Efendi’nin sorduğu suallerin hepsini tereddütsüz cevaplandırır. Hatta müflkil sayılan ve“Üç senede cevap verebilirsen zeki olduğunu kabul ederim” dediği edebî bilmece tarzındaki bir suali, üç günde; yüz yirmi ihtimalden istenilen ihtimali bulup çıkarmakla, hocasının takdirini kazanmıştır. Bundan sonra Kureyşi Camii’nde bir âyet-i kerimenin tefsiri üzerine yaptığı vaazla da, Bitlis ulemasının ve halkın

    teveccühünü toplamıştı. Kıskanç bazı ümmî kişiler tarafından, Bitlis içinden geçen dere boyunda abdest alırken, pusuya düşürülerek vurulmak istendiği anda, suikastçilerin titreyen ellerinden

    silâhlarının düştüğünü, talebesi merhum Zübeyir Gündüzalp rivayet etmişti.

     

     

    HOCASININ TEVECCÜHÜ

    Onu vurmak isteyenlerin omuzuna ellerini koyarak “Kabahat sizin değil, ben size hakkımı helâl ediyorum. Sizi bana gönderenlere selâm söyleyin” diyerek, ilmin ve büyüklüğün izzetini göstermiştir.

     

    Cemü’l-Cevâmi, fıkıh konusunda yazılmış bir eserdir. 362 sahife olan bu eser İmam-i Sübki tarafından telif edilmiştir. Hocası Molla Fethullah Efendi, Bediüzzaman’ın “Cemü’l-Cevâmi” kitabını bir haftada ezberlemesi üzerine, kitabın üzerine “Cemü’l-Cevâmi isimli kitabının hepsini bir Cuma

    günü ezberledi” ibaresini yazarak, takdir etmişlerdi.

     

    Tahsil için uğradığı köy ve medreseler

     

    1.Tağ Köyü.

    2.Pirmiz Köyü.

    3-Hizan Şeyhinin Yaylası.

    4-Nurflin Köyü.

    5-Kovan Köyü.

    6-Gayda Kasabası.

    7-Arvas Köyü.

    8-Müküs Ocağı’na bağlı Mirhasan Veli Medresesi.

    9-Vastan Kasabası (Gevaş).

    10-Doğubayezid Kasabası (Tahsiline, burada Şeyh Muhammed Celâli’nin yanında başlar.)

     

     

    Onu takdir eden allamelerin listesi

     

    Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin harika ilâhî zekâsını ve fıtrî kabiliyetini bizzat keşfeden, şark vilâyetlerindeki büyük allâme ve velî zatları şöylece sıralayabiliriz:

     

    Seyyid Nur Muhammed Efendi.

    Şeyh Abdurrahman

    Şeyh Fehim-i Arvasî.

    Şeyh Muhammed Celâlî.

    Şeyh Muhammedü’l-Küfrevî.

    Şeyh Fethullah Efendi (Siirtli).

    Nurflinli Muhammed Ziyaeddin Efendi.

    Bitlisli Şeyh Muhammed Emin Efendi.

    BEDÎÜZZAMAN:CUMHURİYETÇİYİM

    18.04.2005

     
    YIL 1889... Said Nursi, Siirt’in Tillo kasabasındaki Kube-i Hassa’da inzivadaydı. Yemeğini karıncalarla paylaşıyordu. Molla Said bunun sebebini, yıllar sonra yargılandığı mahkemede şöyle açıkladı: “Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. Cumhuriyetperverliklerine hürmetten ekmeğimin tanelerini onlara veriyorum.”

     

    Yemeğini karıncalarla paylaşan Said Nursî, mahkeme heyetine “Karınca ve arılar cumhuriyetçidirler. Buna  hürmeten taneleri karıncalara veriyorum” der...

     

    Yıl: 1889... Kubbe-i Hassa, Siirt vilayetine yedi kilometre mesafede bulunan Tillo kasabasındadır. Tillo, “Marifetname” sahibi İbrahim Hakkı ve onun tarikat ve tasavvuf üstadı Şeyh İsmail Fakirullah Hazretleri ve daha birçok veli insanların yattıkları yerdir.

    Burasının zaviye maksadıyla zikir ve münâcât mahalli olarak inşâ edildiği rivayet edilmektedir. Molla Said bu kubbede bulunduğu sıralarda “Kamusu’l-Muhit” ismiyle bilinen Kamus-u Okyanus’u (Okyanus sözlüğü), Babü’s-Sin’e (Sin harfine)  kadar ezberine alır.

    Bedîüzzaman hangi düşünceyle Kamus’u ezber ettiğini soranlara, “Kamus, her kelimenin kaç mânâya geldiğini yazıyor. Ben de bunun aksine olarak, her mânâya kaç kelime kullanıldığını gösterir bir kamus vücuda getirmek merakına düştüm. Çalışmam bunun içindir” der.

    Burada kaldığı sırada yemeğini her gün küçük kardeşi getiriyordu. O da yemeğin tanelerini karıncalara veriyor, ekmeğini de yemeğin suyuna batırarak yiyordu. Daha sonra yargılanırken, “Cumhuriyetçi!” görüşünü bu hadiseye nasıl bağladığını aşağıdaki hatırasından okuyalım:

    “Orada benden sordular ki: ‘Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?’ Ben de dedim: ‘Yaşlı mahkeme reisinden başka daha siz dünyaya gelmeden, ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki Tarihçe-i Hayatım (özgeçmişim) ispat eder. Özeti şudur ki; o zaman şimdiki gibi, bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara veriyordum. Ekmeğimi onun suyu ile yerdim.’ Benden sordular. Ben dedim: ‘Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. Cumhuriyetperverliklerine hürmeten taneleri karıncalara veriyorum.”

    İŞKODRALI TAHİR PAŞA KONAĞI

    Bitlis’te iki sene kaldıktan sonra 1897 yılında, Vali Hasan Paşa’nın daveti üzerine Van’a gider. Yaşı henüz yirmidir. Van Valisi Hasan Paşa’nın, daha sonra vali olan İşkodralı Tahir Paşa’nın konağında, uzun zaman kalır. Ve her türden kitaplarla dolu kütüphanesinde bütün müspet ilimleri araştırmaya ve öğrenmeye başlar. Kısa zamanda tarih, coğrafya, matematik, jeoloji, fizik, kimya,  astronomi ve felsefe gibi ilimlerde derinleşir. Bir münasebetle coğrafya hakkında bahse girer. Bir gecede, bir kitabı ezberleyerek, coğrafya öğretmenini mağlup eder. Beş günde de inorganik kimyayı öğrenerek, kimya öğretmeniyle girdiği münazarayı kazanır.

    Molla Fethullah Efendi’nin verdiği “Bedîüzzaman” unvanı artık alimler tarafından da anılmaya başlamıştır. Bediüzzaman bu lakabı, şahsı için değil, temsil ettiği fikirler için benimsemiştir.

     

     

    VALİNİN KIZLARINI KOVAR

    Valinin hanımı vefat etmişti. Yalnız altı tane kızı vardı. Bir gün kızlardan biri, bir iş için Molla Said’in odasına girmek istemişti. Molla Said, onu azarlayarak kapıyı şiddetle kapatınca kız da üzülerek geri dönmüştü.

    Aynı günde Molla Said’i kıskananlardan biri, hükümette valinin kulağına şu sözleri fısıldar: “Molla Said’i nasıl eve bırakıyorsun? Kızların bâkire, karın yok. Kendisi genç ve delikanlı, nasıl kabul ediyorsun?” diye valinin fikrini bozar.

    Vali, akşam evine geldiğinde hemen kızı ağlayarak karşısına çıkar: “Bu odada bıraktığınız Said delidir. Bizi azarlıyor, odaya bırakmıyor” diye Molla Said’i şikâyet eder.

    Vali hemen Said’in odasına girer. “Herkesin bir üstadı var, benim de hocam ve üstadım sensin” diye elini öper ve Molla Said’e iltifat ve ikramlarda bulunur.

    Bununla ilgili bir hatırasını Üstad, daha sonra yazdığı bir eserinde şöyle anlatır:

    “Yirmi yaşlarındayken Bitlis’te, Vali Ömer Paşa hanesinde, iki sene onun ısrarıyla ilme ziyade hürmetiyle kaldım. Onun, altı adet kızları vardı. Üçü küçük, üçü büyüktü. Ben üç büyükleri iki sene beraber bir hanede kaldığım halde, birbirinden ayırıp tanıyamıyordum. O derece dikkat etmiyordum ki tanıyayım. Hatta bir âlim misafirim yanıma geldi, iki günde onları birbirinden ayırdı, tanıdı. Herkes bendeki hale hayret ederek bana sordular: “Neden bakmıyorsun.” Derdim: “İlmin izzetini muhafaza etmek beni baktırmıyor.”

     

     

    “Paşa, kılıç kesmez el keser!”

     

    Yıl: 1889; Yer: Cizre

    Miran aşireti reisi Mustafa Paşa zulmüyle meşhurdu. Cizre ve civarını haraca kesmişti. Said-i Meşhur, halkı ondan nasıl kurtaracağını düşünmeye başlamıştı. Bir gece rüyasında Abdülkâdir-i Geylâni Hazretleri’ni gördü. Manevi mürşidinden şu direktifi aldı.

    “Molla Said, Miran aşireti reisi Mustafa Paşa’ya git ve kendisini hidayet yoluna çağır. Yaptığı zulümden vazgeçerek Allah’ın emirlerine tâbi olsun.”

    Tillo’daydı, emir almıştı. Cizre’ye gitti. Paşanın çadırına girdi.  Kendisinden sonra gelen paşayla aralarında şu muhavere geçti:

    “Bu delikanlı kim?”

    “Meşhur Molla Said’dir, efendim” dediler.

    “Buraya niçin geldiniz?”

    “Seni hidayete davet için geldim. Zulmü terk edip namazını kılacaksın.”

    “Ya dediklerini yapmazsam?”

    “Seni öldürürüm.”

    “Bu pis kılıçla mı?”

    “Kılıç kesmez, el keser.”

    Bu konuşmadan sonra Mustafa Paşa, Molla Said’e şöyle bir teklifte bulunur:

    “Benim Cizre’da âlimlerim var. Aranızda bir münazara tertipleriz. Eğer onları ilmen mağlup edebilirsen dediklerini yaparım. Eğer edemezsen seni nehre atarım.”

    “Bütün âlimleri mağlup etmek benim haddim olmadığı gibi, beni nehre atmak da senin haddin değildir. Eğer onlara cevap verirsem senden bir mavzer isterim. Şayet sözünde durmazsan seni kendi mavzerinle öldüreceğim.”

    Genç Said böyle demiş ve Dicle Nehri kıyısındaki Bâni Han’ında, Mustafa Paşa’nın bütün âlimlerini mağlup etmiştir. Sohbetin başında Mustafa Paşa’nın şu ifadesi dikkat çekicidir:

    “Efendiler, ben okumuş bir adam değilim, fakat Molla Said’le mücadelenizde mağlup olacağınızı şimdiden anlıyorum. Bakıyorum ki siz düşünmekten çayınızı dahi unuttunuz. Molla Said ise, kendi çayını içtikten başka, sizin çaylarınızdan da iki üç bardak içti.”

     

     

    “Kelepçeleri nasıl çözdün?”

     

    Mardin’de bulunduğu günlerde, bazı âlim ve talebeler, onu münazaraya davet ediyordu. Münazaralarda hep üstün gelirdi. Bundan dolayı da çekemeyenler yüzünden hadiseler meydana geliyordu. Mardin mutasarrıfı, halk arasındaki dalgalanmayı önlemek maksadıyla Molla Said’i Mardin’den çıkarmayı düşünür; ellerine kelepçe vurarak, iki jandarma nezaretinde, Mardin’den Bitlis’e sürgün eder. Savur ilçesinin, Ahmedi köyü yakınlarından geçerken namaz vakti girer. Molla Said, namaz kılmak için kelepçelerin açılmasını ister, jandarmalar şüphelenerek teklifi kabul etmezler.

    Molla Said, demir kelepçeleri bir mendil gibi yere bırakır. Pınardan abdest alarak namazını kılar. Kelepçeleri tekrar vurmalarını ister. Savurlu Mehmet Fatih ve arkadaşı İbrahim ismindeki jandarmalar bunu kabul etmeyerek şaşkınlık ve hayranlık içinde:

    “Şimdiye kadar muhafızınız idik. Bundan sonra hizmetkârınızız” derler. Kayıtsız kelepçesiz Bitlis’e gelirler.

    Bu hâdiseden sonra, “Kelepçeleri nasıl çözdün?” diyenlere, “Olsa olsa namazın kerametidir” diye cevap verir.

     

    YARIN: İLK TÜRKÇE MEKTUBUNU TAHİR PAŞA’YA YAZDI

    DOĞU'DAKİ İLLERİ ADIM ADIM GEZEN SAİD NURSÎ'NİN BÜYÜK İDEALİ ÜNİVERSİTE KURMAKTI

    20.04.2005

     
    Bedîüzzaman Said Nursî, Van Valisi Tahir Paşa'ya Şark'ta açılmasını arzu ettiği Darü'l-Fünun hakkında, Erzurum ulemasıyla müşavere etmek ve onların fikrini almak arzusunu beyan edince, Tahir Paşa, Yetim Hoca namıyla meşhur olan kendi hocasına bir mektup yazarak, Üstadı Erzurum'a gönderir.

    Tahir Paşa bu mektupta, Molla Said'e lüzumlu itinayı ve alâkayı göstermelerini rica eder.

    Bedîüzzaman bu mektupla birlikte Yetim Hoca'nın medresesine gelerek mektubu kendisine verir. Yetim Hoca gereken alâkayı göstererek, Üstadı medresede daha rahat edeceği düşüncesiyle, Kurşunlu Medreseleri Müderrisi Süleyman Efendi'ye bir talebesiyle birlikte gönderir. Yetim Hoca'nın talebesi Üstadı Süleyman Efendi'ye takdim eder. Üstadın nam ve şöhretini önceden işitmiş olan Süleyman Efendi, "Sen meşhur Molla Said misin?" diyerek ayağa kalkar ve kendisine çok alâka gösterir. Kahve ikram ettikten sonra, talebelerinden Hacı Faruk Bey'e, "Said Efendi senin medresende kalsın. Sen beyzade olduğun için ona daha iyi hizmet edersin" diyerek Üstadı kendisine teslim eder. O günlerde talebe olan Hacı Faruk Bey, daha sonraları hem mektep, hem de medrese mezunu olarak, uzun yıllar özellikle Cumhuriyet döneminde müderrislik yapmış ve çok sayıda talebe yetiştirmiştir. Bu zat aynı zamanda Mehmet Kırkıncı Hoca'nın da hocasıdır.

    YOLLARA DÜŞTÜ

    İstanbul'da kurulan Darü'l-fünun gibi bir üniversitenin, Doğu Anadolu'da da kurulmasını istiyordu. Bu maksatla bütün şarkı dolaştı. İslâm dünyasının cahillik ve fakirliğinden bağrı yanan bu seçkin alim kişi, büyük bir emek ve gayretle çalıştı ve İstanbul'a gitmek üzere yola çıktı...

    Bedîüzzaman Dördüncü Ordunun merkezi olan Erzincan'a Ordu Kumandanı Zeki Paşa'nın daveti üzerine gelmiş ve iki buçuk ay misafi kalmıştı.

    Birinci devre Erzincan Milletvekili, müftü, müderris Osman Feyzi Efendi'nin talebesi, Molla Hüseyin Efendi, söz konusu meseleyi şu şekilde anlatmaktadır:

    "Bir gün bizim medreseye, yirmi iki yaşlarında ayağında çizme, başında puşi, belinde kaması olan buğday benizli bir genç geldi. Selâm vererek içeri girdi. Elinde bir mektup vardı. "Osman Feyzi Efendi kimdir?" dedi. Hocamız hemen ayağa kalktı. "Gel bakaım Molla Said Efendi" diyerek ona yer gösterdi. Said Efendi dediği zata çok ilgi gösteriyor ve hürmet ediyordu. Az sonra namaz vakti girince, Molla Said abdest almaya çıktı. Ben de onun eline su dökmek için beraber çıktım. Abdest aldıktan sonra kendisine:

    "Nereye gidiyorsunuz?" dedim.

    "İstanbul'a gidiyorum" dedi.

    "İstanbul'a gitmekteki maksadınız nedir?" deyince,

    "Senin dilin çok bezik. Madem hep soruyorsun, bak sana anlatayım. Ben Anadolu'yu geziyorum. Memleketin durumunu yakından görüyorum. İstanbul'a gidip padişahla görüşeceğim.

    Hüseyin Efendi, "Pekiyi maksadınız nedir?" deyince,

    Molla Said: "Padişahla görüşüp, mekteplerde (okullarda) din dersleri; medreselerde (yüksek okullarda) ise müspet fenler okutulmasını teklif edeceğim."

    Molla Hüseyin: "Pekiyi bundan ne elde edilecek?"

    Molla Said: "Bu şekilde tedrisat (eğitim) yapılınca mektepliler dinsiz olmaktan, medreseliler de taassuptan (bağnazlıktan) kurtulacaktır" diye cevap verdi."

    HATIRASI HER YERDE BURAM BURAM

    Bedîüzzaman Said Nursî'nin ismi, Doğu Anadolu'nun her köşesinde tanınmış alimler tarafından hakkıyla biliniyordu. 1907'de İstanbul'a giderken Erzurum'a da uğramıştı. Erzurum'da halen ayakta duran Gürcükapı Camiî, Kurşunlu Camiî ve medreseler gibi birçok mekân onun canlı hatıralarını halâ yaşatmaktadır.

    Erzurum müftüsü Solakzâde Müftü Hamid Efendi ile toplantı halinde bulunan Erzurum eşrafı ve hocalarının meclisine girdiğinde, Müftü Hamid Efendi genç Molla Said Efendi'ye, yüksek bir saygı ile ayağa kalkarak saygıda bulunmuşlardı. Bunu fark edenlerin büyük bir hayretle: "Kimdir bu Molla Said?" sorusuna, Müftü Efendi: "Bizim okuduğumuz Arapça derslerin kitapları bütünüyle yok edilse, bu zat onların hepsini yeniden yazar ve piyasaya sürer" demişlerdi. Böylece nâmı bir kere daha dile getirilen, başı puşili, beli kamalı, ayağı çizmeli, tek kelimeyle şık giyimli ve yüksek bir nezaket sahibi olan Molla Said, Erzurum alimleriyle yaptığı görüşmelerde, diğer beldelerde olduğu gibi onları ikna etmiş ve kalblerini kazanmıştı. Bir tek soru dahi sormamıştı.

    1925'te, haksız olarak sürgüne götürülürken, Pasinler'in (Hasankale) deve hanlarında mola vermişlerdi. Erzurum'un 25 km. batısındaki Korucuk köyüne uğramış, oranın eşrafından olan, İstiklâl gazilerinden Hacı Münir Bakan'ın evinde iki üç gün misafir kalmıştı. Ramazan ayı olmak hasebiyle, iftar için hazırlanan sofraya oturmamış, yalnız sütlaçtan birkaç kaşık alarak gerisini sahur için ayırmıştı.

    Doğu Anadolu'nun dağları, o günün imkânları ile ancak kızakla aşılabiliyordu. Bu yolculukta Van Müftüsü Kasım Hoca ve eşraftan birkaç zat da vardı. Yoldaki kar bitip, kızak toprağa vurunca, kızakçının israrı hilâfına Molla Said, "Hayvanlar zahmet çekmesin" diyerek kızaktan inerlerdi.

    ****

    Kırkıncı Hoca anlatıyor

    Mehmet Kırkıncı Hoca, Hacı Faruk Bey'in o günleri şu şekilde anlattığını naklediyor: "Üstad Hazretleri her akşam bir eve davet edilerek Erzurum ulemasıyla sohbetler ederdi. Bu sohbetlerde bazen dünyanın dönmesi gibi ilmi malumatlara ait tartışmaları olurdu. ålem-i İslâmın ilerlemesini ve yücelmesini, din ilimleriyle fen ilimlerinin birleşmesinde görürdü. Bunun için de Doğu'da bir "dârü'l-fünunun (üniversite) lüzumlu olduğunu anlatır ve ulemanın fikrini sorardı: "Avrupa, fünûn-u cedîde (yeni fenlerde) ve teknikte, âlem-i İslâmı ve hususan Osmanlı'yı mağlup etmek istiyor, sadece medrese ilmi kâfi değildir. Bu yüzden Şark'ta bir dârü'l-fünun (üniversite) lüzumludur. Bu dârü'l-fünûnda fenlere muttali (bilmenin) olmanın yanında, Pakistan, Mısır, Irak, Suudi Arabistan'dan talebelerin okumasıyla Müslümanlar arasında muhabbet tesis edilir (kurulur) ve ittihad-ı İslâmın (İslâm birliğinin) temeli atılır. Bu fikri padişaha götürmek istiyorum. Sizin fikriniz nedir?" Böylece istişareye verdiği önemi gösterirdi. Biz bunları hiç düşünmüyorduk. Sadece İslâmi ilimler ile meşguldük.

    BEN MAAŞ DİLENCİSİ DEĞİLİM

    21.04.2005

     
    Molla Said, 1907 kışında Van'dan İstanbul'a geldiği zaman Fatih Camiî yakınlarında Malta Çarşısı'ndaki Şekerci Hanı'na yerleşti. Bu han İstanbul'da önemli bir irfan merkezi ve Osmanlı aydınlarının toplanma yeriydi. Bu hanın birçok odasında edebiyatın, ilmin ve fennin meşhur simaları otururdu.

    Meselâ, İstanbul Sultanisi'nin dil öğretmeni Celâl Hoca, Rasathane Müdürü meşhur Fatih Hoca, Mehmet åkif ve bunlar gibi zatlar... Bu meşhurlar hanı büyük bir ilim ve irfan yuvasıydı.

    HER MÜŞKİL HALLEDİLİR

    Molla Said, Şekerci Hanı'ndaki odasının kapısına bir tabela astı. Bu tabelada şunları yazmıştı: "Burada her suale cevap verilir, her müşkil halledilir (zor mesele çözümlenir); fakat sual sorulmaz."

    Bu tarihlerde "Dehri" lâkabıyla meşhur olan bir zat vardı. İstanbul âlimleriyle yaptığı münazaralarıyla tanınan bu zat da Bediüzzaman'a sorduğu bütün suallerine eksiksiz cevap alır. Sual ve cevapları sonunda Dehri, "Ya şimdi Bedîüzzaman da bana bir sual sorarsa, ben ne yaparım?" diye düşünürken, Bedîüzzaman'ın sual sormasına fırsat vermeden uzaklaşmak ister. Tam kapıdan çıkacağı sırada Bedîüzzaman, "Kardeşim sen talebe misin, yoksa hoca mısın?" diye bir sual tevcih eder. Dehri Efendi telâş içinde: "Efendim ben talebeyim" diyerek süratle oradan uzaklaşır.

    DİLEKÇEDE DİYORDU Kİ...

    Bedîüzzaman, Sultan Abdülhamid'e verdiği dilekçede şöyle diyordu: "Doğu Anadolu'da bazı mektepler açılmıştır. Fakat burada okutulan ilimlerden yalnız Türkçe bilen talebeler istifade etmektedirler. Buna karşılık Türkçe bilmeyenler yalnız medrese ilimlerinde yükselmek için kâfi görüyorlar. Bu okuldaki öğretmenlerin mahalli dili bilmemelerinden dolayı, çocuklar eğitim ve öğretimden mahrum kalmaktadırlar. Bu durum vahşet ve keşmekeşi doğurmaktadır. Doğu Anadolu'nun değişik yerlerinde meselâ, Bitlis'te, Van'da ve Siirt'te açılacak okullarda en az elli talebe okutulması ve onların masraflarını da hükümetin karşılaması lâzımdır. Burada dinî ilimlerle beraber, fen ilimleri de okutulmalıdır."

    AHMET RAMİZ EFENDİ...

    Bedîüzzaman'ın İstanbul'a gelişini İçtihat Kütüphanesi Sahibi Ahmed Ramiz Efendi şöyle anlatır: "1907 senesinde Doğu'nun yalçın ve sarp dağlarından bir güneş gibi doğan, Said Nursi isminde, nadir yaratılışlı olan ateşin zekâlı bir zatın İstanbul ufuklarında görüldüğü haberi etrafa yayılmıştı. "Hazreti Said, ÔBen memleketimde mektep medrese açtırmak üzere geldim, başka bir dileğim yoktur. Bunu isterim, başka bir şey istemem' diyordu.

    "Başka bir ifadeyle Bediüzzaman iki şey istiyordu: Doğu illerinin her tarafında okullar açtırmak ve başka bir şey almamak."

    * * * *

    Önce tımarhane sonra ihsan

    Cebinde Bitlis Valisi Ömer Paşa'nın, ilminden istifade edilmesi dileğini içeren bir tavsiye mektubuyla İstanbul'a gelen, Doğu'nun genç âlimi, gerek konuştuklarıyla, gerek yazdıklarıyla polis teşkilâtının gözüne batmış ve işte bu sefer de Toptaşı Tımarhanesi'ne gönderilmiştir. Doktorların verdiği raporun son kısmı enteresandır: "Eğer Bedîüzzaman'da zerre kadar delilik eseri varsa, dünyada akıllı adam yoktur."

    Tekrar zaptiye nezaretine gönderilir. Zaptiye nâzırı Şefik Paşa, Bedîüzzaman'ı tesirsiz kılmak için bir servet teklifinde bulunmuştur: "Padişah sana selâm etmiş, bin kuruş da maaş bağlamış. Memleketine döndüğün vakit, maaşınızı otuz lira yapacak. Şu seksen atını da ihsan-ı şahane olarak göndermiş."

    Bediüzzaman: "Ben maaş dilencisi değilim. Bin lira da olsa kabul etmem. Kendim için gelmedim, memleketim için geldim. Hem bu bana vermek istediğiniz rüşvet hakk-ı sükûttur (hakka karşı suskunluk)."

    Nazır: "İradeyi (padişahın hediyesini) reddediyorsun, İrade reddolunmaz."

    Bediüzzaman: "Reddediyorum, ta ki padişah darılsın, beni çağırsın, ben de doğrusunu söyleyeyim."

    Nâzır: "Neticesi vahimdir."

    Bediüzzaman: "Neticesi deniz olsa, geniş bir kabirdir. İdam olunsam bir milletin kalbinde yatacağım. Hem de İstanbul'a geldiğim vakit, hayatımı rüşvet getirmişim. Ne ederseniz ediniz, bunu da ciddi söylüyorum. Ben isterim ki ebna-i cinsimi (insanları) bilfiil ikaz edeyim ki; devlete intisap (girmek) hizmet içindir, maaş kapmak için değildir. Hem de benim gibi bir adamın millete ve devlete hizmeti nasihatledir. Acaba maarifi tehir maaşı tacil edersiniz, ne kaide iledir (Hangi kurala göre eğitimi geciktiriyor, maaşı çabuklaştırıyorsunuz?" Menfaat-i şahsiyemi, menfaat-i umumiye-i millete (kişisel çıkarımı milletin genel çıkarı için) tercih ediyorsunuz?"

    ****

    Eşref Edip anlatıyor

    Bedîüzzaman'ın Toptaşı Tımarhanesine yollanmasının gerçek sebebini Eşref Edip Fergan şöyle anlatıyor: "Padişah başta olmak üzere, hiçbir zaman, hiçbir kimse, onun küçük hıyanetini söylememeştir. Onun faziletini, gayretini takdir etmiştir. O doğu illerinde okul açtırmak, eğitimi canlandırmak için İstanbul'a gelmişti. Çok hürriyetçi, yüksek medeni cesaret sahibi bir zattı. Zamanı göz önüne getiriniz. Namık Kemal'lere, Ziya Paşa'lara ve diğer hürriyetçilere karşı sarayın aldığı tavır neydi? Merhum Üstad Bediüzzaman ise cesaret ve kahramanlıkta, gayret ve hürriyetçilikte onlardan çok daha ileri idi. Onun bu hürriyet mücadelesine karşı ilim ve faziletine hürmeten Saray da çok müsamahalı davrandı, fakat mücadelesinin önüne geçmek mümkün olmadı. Gençliği, taşkın ve ateşli bir zekâ, hürriyet aşkı, mücadeleci ruhu diğer hürriyetçilerin maruz kaldığı sonuçtan onu koruyamadı.

    Hürriyet mücadelesinde cesareti ve kahramanlığı, o derece idi ki, herkesin ağzını açmaktan korktuğu bir zamanda, onun bu kadar cesaret ve kahramanlık göstermesi zamanın anlayışına sığmadı. Sarayın ve paşaların ferman ferma olduğu, mutlak bir güce sahip olduğu bir zamanda, Doğu illerinden gelen bir adamın bu kadar cüret göstermesi hayret ve taaccüp edileceği tabii idi. Halka köle gözüyle bakan baskıcı paşalar "Bu kadar cesaret, akıl kârı değildir" diye onu tımarhaneye sokmaktan başka kendileri için kurtuluş ve rahat çaresi göremediler.

    KÜRDİSTAN DEVLETİ TEKLİFİNİ REDDEDER

    22.04.2005

     
    Nursî: Bin yıllık İslâm bayraktarı, kahraman Türk milletine hizmet yerine, dört yüz elli milyon hakiki Müslüman bedeline, birkaç akılsız kavmiyetçi kimsenin peşinden gitmem.

    En halis niyetlerle geldiği İstanbul'da tımarhaneye kapatılan fakat zekası ile doktorları hayret, şaşkınlık ve hayranlık içinde bırakarak serbest kalan Bedîüzzaman Said Nursî, bu olanlara rağmen büyük bir ümitle verdiği dilekçenin cevabını bekliyordu.

    O, Doğu Anadolu'daki halkın perişan, fakir ve cahil olduğunu bizzat görüp, en halis niyetlerle halkın bu durumdan kurtarılmasını istemek için İstanbul'a kadar gelmişti. Bedîüzzaman, doğuda üniversite açılarak buralarda din ve fen ilimlerinin birlikte okutulması için padişaha verdiği ve tutuklanmasına sebep olan dilekçesinde, masum taleplerde bulunmuştu..

    Ümitle cevap bekliyordu evet ama o dönemde Osmanlı'nın taht şehri İstanbul bin bir siyasî hesabın döndüğü bir yer haline gelmişti.

    kahramanlara hİzmet

    Bedîüzzaman Said Nursî de bu siyasi entrikalara dahil edilmek isteniyordu ama o bunlara asla kapılmıyordu:

    Mütârekenin o acı günlerinde, "Kürt Teâli Cemiyetinin" reisi Abdülkadir'den gelen Kürdistan kurma tekliflerine Bedîüzzaman şu cevabı verir:

    "Allah-u Zülcelâl Hazretleri Kur'ân-ı Kerim'de: "Öyle bir kavim getireceğim ki, onlar Allah'ı severler, Allah da onları sever" diye buyurmuştur.

    Ben de bu ilâhi beyan karşısında düşündüm. Bu milletin bin yıldan beri İslâm aleminin bayraktarlığını yapan Türk milleti olduğunu anladım. Bu kahraman millete hizmet yerine, dört yüz elli milyon hakiki Müslüman bedeline, birkaç akılsız kavmiyetçi kimsenin peşinden gitmem."

    1909: İHTİLÂL GÜNLERİ

    İstanbul, Selanik ve Kocaeli gibi imparatorluğun önemli merkez ve şehirlerinde bulunan, buraları ziyaret eden Bedîüzzaman Said Nursî 31 Mart İhtilâli'nin yaşandığı bu günlerde Kocaeli'ndeydi... Bu sırada 31 Mart hadisesine karışan isyancılar birer birer toplanarak, bugünkü İstanbul Üniversitesi'nin arkasında bulunan Bekir Ağa Bölüğü denilen hapishaneye atılıyorlardı.

    Kocaeli'nden İstanbul'a dönen Bedîüzzaman da diğer mahkûmlarla beraber muhakeme edilmek üzere Bekir Ağa Bölüğü'ne kapatılmıştı. Hem de ağır ceza alabilecek idamlıklar koğuşuna...

    * * * *

    Ey şanlı askerler!

    Bediüzzaman, 31 Mart olayında konuşmalarıyla isyan eden sekiz taburu itaate getirdi. Sonunda bu musibet yüzden bire indi. Daha sonra bu konuşması o 1909 tarihinde dini gazetelerde yayınlandı.

    O konuşmasından birkaç cümle: "Ey şanlı Asâkir-i muvahhidin! Ve ey bu millet-i mazlûmeyi (mazlum milleti) ve mukaddes İslâmiyeti iki defa vartadan tahlis eden (tehlikelerden kurtaran) muhteşem kahramanlar! Güzelliğiniz ve üstünlüğünüz, düzen ve disiplindir. Bunu da hakkıyla en karışık bir zamanda gösterdiniz. Ve hayatınız ve kuvvetiniz, itaattir. Bu meziyet-i mukaddeseyi (kutsal özelliği) en ufak âmirinize karşı gösteriniz... Başınızdaki amire itaat farzdır. Ulülemriniz ve üstatlarınız komutanlarınızdır. Askerlik ocağı büyük ve muntazam bir fabrikaya benzer. Çarkların biri intizam ve itaatta serkeşlik etmekle, bütün fabrika karma karışık olur... Dünya tarihi baştan sona şehâdet ediyor ki, asker neferinin siyasete müdahâleleri, devletçe ve milletçe müthiş zararları intaç etmiştir (netice vermiştir)...

    "İSYAN ETMEYİNİZ!"

    31 Mart hadisesinde, meşrutiyete karşı olan isyanı yatıştırmaya çalışırken, tahrik ve teşvik ediyor diye tevkif edilen Said Nursî, Hurşit Paşa divanında yaptığı tarihi savunmasından sonra tahliye edilmişti. Şimdi, o savunmasında "cinayet" diye isimlendirdiği, haklı itiraflarından birkaç ayrıntı:

    "Ben işittim ki, askerler bazı cemiyetlere intisap ediyorlar (giriyorlar). Yeniçerilerin hâdise-i müthişesi (dehşetli olayı) hatırıma geldi. Gayet telâş ettim. Bir gazetede yazdım ki; şimdi en mukaddes cemiyet, ehl-i iman askerlerin cemiyetidir. Umum mü'min ve fedakâr askerlerin mesleğine girenler, neferden seraskere (başkomutana) kadar dahildir. Zira; ittihad (birlik), uhuvvet (kardeşlik), itaat, muhabbet ve İ'lâ-yı Kelimetullah (Allah'ın ismini yüceltmek), dünyanın en mukaddes cemiyetinin maksadıdır. Umum mü'min askerler, tamamıyla bu maksada mazhardırlar (layıktırlar). Askerler merkezdir; millet ve cemiyet onlara intisap etmek lâzımdır...

    "Asker neferatı siyasete karışmaz. Şeriatle, Kur'ân'la, hadisle, hikmetle, tecrübeyle sabittir ki: sağlam, dindar hakperest ulûlemre itaat farzdır. Sizin ulûlemriniz, üstadınız; zabitlerinizdir.......

    "Bunu da söylüyorum ki: hamiyetli ve münevver-ül fikir (aydın düşünceli) bir zabiti zâyi etmek (kaybetmek), manevî kuvvetinizi zâyi etmektir.

    "Elhâsıl, Fahr-i ålemin (Peygamberimizin) fermanını size tebliği ediyorum ki; itaat farzdır, zabitinize isyan etmeyiniz. Yaşasın askerler! Yaşasın meşruta-i meşrua!..

    * * * *

    Bütün zalimler için yaşasın cehennem

    İstanbul Divan-ı Harb-i Örfisi'nde bir kürsü, ortada mahkeme reisi Hurşit Paşa, üyeler, iddia makamı yüksek rütbeli subaylar, İttihatçılar'ın ileri gelenleri... Mahkeme penceresinden görünen kimi suçlu, kimi mâsum insanların yağlı ilmiklerde tükenen solukları, son çırpınışları... Reisi Hurşit Paşa'yla Bediüzzaman arasında şu konuşma geçer:

    -Sen de şeriat istemişsin?"

    -Şeriatın bir hakikatine bin ruhum olsa feda etmeye hazırım; zira şeriat sebeb-i saadet (saadet sebebi) ve adalet-i mahz (sırf adalet) ve fazilettir. Fakat ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil.

    -İttihad-ı Muhammedî cemiyetine dahil misin?

    -İftihar ediyorum. En küçük efradındanım. Fakat benim tarif ettiğim veçhile. O ittihattan olmayan dinsizlerden başka kimdir bana gösterin?

    -İsyan sırasında cinayetler işlendi. Senin bunlara karışmadığını nasıl ispat edersin?

    -Mert olan cinayete tenezzül etmez. Şayet, isnat olunsa cezadan korkmaz.

    -Dikkat et, bahçedeki sehpaları unutma.

    -Haksız yere idam olunsam, iki şehid sevabını kazanırım.

    -En azından hapislerde çürürsün.

    -Şayet hapiste kalsam, böyle hürriyeti lafızdan ibaret bulunan, gaddar bir hükümetin en rahat mevkii hapishaneler olsa gerektir. Mazlûm olarak ölmek, zâlimlerle yaşamaktan hayırlıdır."

    Bu cevaptan sonra mahkeme beraat ile neticelenir. Mahkeme heyetine teşekkür bile etmeden, büyük kalabalık içinde, "Zâlimler için yaşasın cehennem" diyerek oradan ayrılır.

    BİTLİS İLE TİFLİS KARDEŞ ŞEHİRDİR

    23.04.2005

     
    Bedîüzzaman: Asya'da İslâm'ın 3 nuru birbiri arkasında gelişmeye başlıyor. Sizde ise baskıcı perde yırtılacak, ben de burada medresemi yapacağım.

    Yıl: 1910: Divan-ı Harb-i Örfîden (Sıkıyönetim askerî mahkemesinden) beraat alıp, İstanbul'dan ayrılır. Deniz yolu ile Batum'a gelir ve Tiflis'e geçer. Şeyh Sanan Tepesi'ne çıkarak şehri yukardan temaşa ederken, yanına bir Rus polisi gelir ve sorar:

    "Niye böyle dikkat ediyorsun?"

    Bedîüzzaman der:

    "Medresemin plânını yapıyorum."

    O der:

    "Nerelisin?"

    Bediüzzaman:

    "Bitlis'liyim."

    Rus polisi

    "Bu Tiflis'dir?"

    Bediüzzaman:

    "Bitlis Tiflis birbirinin kardeşidir."

    Rus polisi:

    "Ne demek?"

    Bediüzzaman:

    "Asya'da âlem-i İslâm'da üç nur birbiri arkasında inkişâfa (gelişmeye) başlıyor. Sizde birbiri üstünde üç zulmet (karanlık) inkişafa başlayacaktır. Şu perde-i müstebidane (baskıcı perde) yırtılacak, takallüs edecek (büzülecek), ben de gelip burada medresemi yapacağım."

    Rus polisi:

    "Heyhat... Şaşarım senin ümidine?"

    Bediüzzaman:

    "Ben de şaşarım senin aklına! Bu kışın devamına ihtimal verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir neharı (gündüzü) vardır."

    Rus polisi:

    "İslâm parça parça olmuş?"

    Bediüzzaman:

    "Tahsile (eğitim yapmaya) gitmişler. İşte Hindistan, İslâm'ın kabiliyetli bir çocuğudur; İngiliz lisesinde çalışıyor. Mısır, İslâmın zeki bir oğludur; İngiliz siyasal bilgilerde ders alıyor. Kafkas ve Türkistan, İslâm'ın iki bahadır oğullarıdır; Rus Harp okulunda okuyorlar. İlâ ahir...

    Yahu şu asilzade evlâd, diplomalarını aldıktan sonra, her biri bir kıt'a başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslâmiyet'in bayrağını en yüce ufuklarda dalglandırmakla, ezeli kaderin nazarında feleğin inadına insanlık âlemindeki ezeli hikmetin sırrını ilân edecektir."

    1910'daki gerçekleşen bu konuşmayıı 1990'lı yıllarda okuyoruz ve o harikulâde, ileriyi gören ifadelerin, Cenab-ı Hakkın izni ve yardımıyla, seksen sene sonra, harika bir şekilde aynen ortaya çıktığını ve komünizmin âni çöküşünü, bütün dünya olarak, hayret ve ibretle seyrediyoruz.

    * * *

    Meşruiyetin lehinde Doğu'yu aydınlatması

    Bedîüzzaman Tiflis'ten tekrar Trabzon'a döner. Gümüşhane, Erzurum yoluyla Van'a geçer. Burada iki üç ay kaldıktan sonra, Ertuş aşiretinden başlayarak; Hakkari, Bitlis, Muş, Diyarbakır, Urfa şehir merkezleriyle, etrafındaki köy ve aşiretleri dolaşarak meşrutiyetin lehinde bilgi verir. Halk tarafından sorulan yüzlerce soruyu cevaplandırır. Şehir merkezlerinde konferanslar tertip eder.

    Vilâyet ve aşiretler arasında yaptığı bu seyahat esnasında sosyal, medenî ve ilmî değerlendirmeleriyle, tespit ve teşhis ettiği hastalıklarımıza, ilaç olacak reçeteleri Muhâkemat ve Münazarat isminde, Arapça iki kitap telif eder. Bu eserler, daha sonra aynı şekilde genişletmiş ve Türkçe olarak yayınlamıştır.

    Münâzarat'ta yazılan soru ve cevaplardan bir örnek:

    İşte bir örnek:

    "Herşeyden evvel bize lâzım olan nedir?"

    "Doğruluk."

    "Daha?"

    "Yalan söylememek."

    "Sonra?"

    "Sıdk, ihlas, sadakat, tesanüt."

    "Yalnız?"

    "Evet!.."

    "Neden?"

    "Küfrün mahiyeti yalandır. İmanın mahiyeti doğruluktur . Şu delil kâfidir ki; hayatımızın bekası imanın ve sıdkın ve dayanışmanın devamıyladır."

    Eğer biz, doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra onlardan fevc fevc (gruplar halinde) dahil olacaklardır...

    "Bence bir kalb ve vicdan fezâil-i İslâmiye ile (İslâm faziletleriyle) mütezeyyin olmazsa (süslenmezse), ondan hakiki hamiyet ve sadâkat ve adalet beklenilmez. Fakat iş ve sanat başka olduğu için, fâsık adam güzel çobanlık edebilir. Ayyaş bir adam, ayyaş olmadığı vakitte iyi saat yapabilir...

    "Her bir Müslüman'ın her bir sınıfı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve sanatları kâfir olmak lâzım gelmez. Binâenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san'atı istihsan etmekle (beğenmekle) iktibas etmek neden câiz olmasın?.."

    "Size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge (ölçüye) vurunuz. Eğer altın çıktı ise kalpte saklayınız. Bakır çıktı ise, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz."

    * * * *

    Üniversite için tekrar İstanbul'a gider

    Yıl 1911: Şam'dan Beyrut'a geçen Bedîüzzaman, buradan deniz yoluyla İzmir'e uğrayarak İstanbul'a gelir. En mühim ideali olan "Medreset-üz Zehra" adını verdiği, Şark Üniversitesi'ni kurmak için tekrar çalışmalara başlar. 1911 Haziran'ında Sultan Reşat'ın Rumeli'ye seyahati münasebetiyle, kendisine yapılan davet üzerine, Şark vilâyetleri namına o da katılır.

    Donanmaya yeni katılan Barbaros Zırhlısı ile İstanbul'dan hareket eden kafile, 7 Haziran Çarşamba günü Selânik'e oradan da trenle 11 Haziran'da Kosova vilâyetinin merkezi olan Üsküp'e varır.

    Üsküp'de, daha sonra zelzeleden yıkılan ilkokulunun balkonundan Sultan Reşat halkı selâmlarken hemen yanında Bediüzzaman da vardı. Binlerce Üsküplü onlara büyük tezahür yapmıştı.

    Kosova'da büyük bir Darü'l Fünun teşebbüsü esnasında, Bediüzzaman, hem ittihatçılara, hem de Sultan Reşad'a: "Şark, böyle bir Darü'l Fünuna daha ziyade muhtaçtır. Çünkü orası bütün İslâm dünyasının merkezi hükmündedir" demişti.

    Bunun üzerine Sultan Reşad, şarkta bir darü'l fünun açmayı vâdederler. Balkan Harbi ile, Kosova düşman istilasına uğrayınca Bediüzzaman, Kosova Üniversitesi için ayrılan on dokuz bin altının, Şark darü'l fünunu'na tahsisini talep eder. Bu teklif Sultan Reşad tarafından kabu edilir."