Kitabın Adı : Siyasi Vasiyetim Eserin Orijinal Adı: Bormann Vermerke

Yazan : Adolf HMitler

Kayıt Tarihi : 4 Şubat 1945-2 Nisan 1945 Çeviri: Prof. Dr. Kâmil Turan ilk Yayın Tarihi : Ocak 2002

 

Yayın Sorumlusu

Lâtif UĞURTEKİN

 

Genel Sanat Yönetmeni

Yılmaz ERGÜL - Sevda UĞURTEKİN

 Dizgi ve Sayfa Düzeni

Hülya AŞKIN

 

Kapak Grafik

Serkan KORKMAZ

 

Düzelti

Ruhsar ÇİÇEK

 

Montaj

Remzi KODAMANLAR

Bu kitap Udin Ofset tesislerinde basılıp ciltlenmiştir.

Kapak Resimleri: Lâtif Uğurtekin özel Arşivi.

Elektronik Kitaplaştıran: Gerilla

Not: Emeğe saygı açısından kitabın orijinalini satın alın…


 

ÖNSÖZ

Tarafsız bir kalemden Nazi Almanya'sının tarihi he­nüz yazılmamıştır. Dünyanın bir çok memleketlerinde 1933-1945 yılları arasında Almanya'da hükümran olan 3'ncü Reich'ın idaresini inceleyen eserler yayınlanmakta­dır. Fakat bunlardan pek azı Nasyonal - Sosyalist düşmanı propagandasından kurtulabilmiş, hemen hemen hepsi "Hitler bir deli idi," peşin fikrini kabul etmiş gibidirler.

1952-1953 yıllarında Avrupa'nın bir çok ülkelerin­de "Bormann Vermerke" (Borman'ın Notları) ismi altın­da yayınlanan kitapta, Adolf Hitler tarafından 4 Şubat 1945 tarihinden 2 Nisan 1945 tarihine kadar, bazen uzun aralıklar vererek, en güvenilir arkadaşı Martin BORMANN'a tutturduğu 18 nottan oluşmuştur.

"Bir deli," diye kesinlikle reddedilemeyecek kadar önemli bir ruh ve kafa yapısına sahip olan HİTLER, dik­te ettirdiği bu satırlarda harbin o günlere kadar izah edi­lemeyen bir çok yönlerini berrak bir ifade ile anlatmakta­dır. Ümitle ümitsizliğin, zafer heyecanı ile yenilgi endişe­sinin, harbin karanlık günleri ile aydınlık yarınların iç içe anlatıldığı bu notlarda, Almanya'da 12 yıl iktidarda kalan Nasyonal-Sosyalist felsefesinin kurucusu, yürütücüsü ve ruhu olan HİTLER'in dünyasını hiç olmazsa kendi ifade­si ile okumak mümkün olacaktır. Propaganda faaliyet­lerinin hissi ve taraflı tesirinden sıyrılacak bir gelecekte, muhakkak ki Üçüncü Reich Almanya'sının tarihi başka bir şekilde yazılacaktır.

Prof. Dr. Kâmil TURAN


 

•5»

 

FÜHRER İN GENEL KARARGÂHI 4 Şubat 1945

Churchill kendini Pitt'le1 bir tutuyor. Bu tah­minde ne kadar yanılıyor. 1793 yılında Pitt otuz-dört yaşında idi. Churchill, ancak çılgın Roose-welt"in direktiflerini yerine getirip, uygulamakla görevli bir ihtiyarcıktır.

O zamanki ve bugünkü şartlar kesinlikle birbi­riyle mukayese edilemezler. Devrin özelliklerinin gö-zönüne alınması gerekmektedir. İngiltere'nin önemli çıkarları açısından Napoleon'la anlaşmayı reddet­mekte Pitt haklı idi. İmkânsız şartlar içinde dahi ol­sa, inadında sebat etmekle Pitt, ülkesinin XIX 'ncu

l   PİTT: (1759-1806) İngiliz devlet adamı, Büyük İhtilâlin ve Bi­rinci Napoleon'un azılı düşmanı.

 

asırda oynayacağı roldeki şansını muhafaza etti. Bu hayat bahşeden bir politika idi. Hâlbuki Churchill, benimle anlaşmayı reddetmekle, memleketini bir in­tihar politikasına doğru sürükledi. O, bir harbi, on­dan önceki bir harbin ölçülerine göre yürüten gene­rallerin işledikleri hatanın aynısını işledi. Biribirleri-nin tamamıyla aksi olan iki durum karşısındayız. Dünya politikasının yeniliği, Amerika Birleşik Dev­letleri ve Sovyetler Birliği isimli bu iki devin mevcu­diyetidir. Pitt'in İngiltere'si Avrupa'nın bir tek hâki­miyetin altına girmesine engel olmakla yani Napo-leon'un emellerine set çekmekle, Dünya'daki kuvvet dengesini sağlıyordu. Churchill İngiltere'sine gelince durum bunun tamamıyla aksi idi. İngiltere bu kuvvet dengesini ayakta tutmak için, Avrupa'yı birleştirmek mecburiyetinde idi.

Harbin başlangıcından beri, sanki Churchill bu büyük politikadan anlama zekâ ve yeteneğine sa­hipmiş gibi davranmaya kendimi zorladım. O, bir uyanıklık anında bu politikayı anlayabilirdi. Fakat çoktan beri Yahudilere bağlanmıştı. Düşüncem İngi­lizlere müsamaha etmekle, Batıda tamiri imkânsız bir durum yaratmamaktı. Daha sonra, Doğuya sal­dırmak, komünist çıbanını deşmekle, batılılar nez-dinde bir iyi niyet tepkisini uyandırmak ümidini bes­liyordum. Onlar iştirak etmedikleri hâlde, bu hare­ketlerimle, Batı'nın zehirden arınması işini üzerimi-


 

ze alarak, onlara bir temizlik imkânı veriyorduk. Fa­kat bu uyurgezerlerin iyi niyetli bir insan hakkında besledikleri kin, onların muhafazakârlık duyguların­dan daha kuvvetlidir. Yahudi hâkimiyetinin Churc­hill devri İngilteresinin üzerindeki kudretini küçüm-semiştim. Aynı İngilizler Nasyonal Sosyalizmi kabul etmektense yanılgılar içinde yıkılıp gitmeyi tercih ediyorlardı. Onlar şöyle böyle gösteriş kabilinden bir Yahudi düşmanlığı gütmemizi kabul edebilirlerdi. Fakat Dünya'daki Yahudi kudretini temeline kadar yıkmak azmimize gelince, kâfi derecede sağlam mi­deleri olmadığından, onlar bunu hazmedemezlerdi.

Pitt'in dehası devrin şartlarına uygun, gerçekçi bir politika gütmesinde idi. Öyle bir politika ki, memleketinin fevkalâde hamlelerinin yaratıcısı ol­muş, İngiltere'ye XIX 'ncu asır boyunca, bütün dün­yada bir üstünlük sağlamıştı. Halbuki bugün değişmiş bulunan şartları hesaba katmayan Churchill'in Pitt politikasının adi kopyası şeklinde takip ettiği yol, baştan aşağıya kadar ahmakça bir yanlışlıklar ko-medyasıdır. Çünkü Büyük Pitt'ten beri dünya çok değişmiştir! Şayet insanlığın değişim ve gelişimi ge­çen asırda yavaş idiyse, Birinci Dünya Harbinden hız almış ve şu an içinde bulunduğumuz harpte değişimi vadesinin sonuna vardırmıştır.

Kudret itibariyle, XXI 'ncu asrın başında yalnız Avrupa söz konusu olabilirdi. Asya'nın büyük impa-ratorlukları ölüm uykusuna benzeyen bir uykuya gö­mülmüşlerdi. Yeni Dünya, Avrupa'nın eskiden mey­dana gelmiş bir parçasından başka bir şey değildir ve hiç kimse haklı olarak yeni istiklâle kavuşmuş on üç İngiliz kolonisinin muhteşem kaderini önceden göremezdi. On üç, -Ben ki hurafeye inanmam- bu rakam beni öyle olmaya sevketmekte idi. Dört mil­yon nüfuslu bu yeni devlet yüz yıllık bir zaman için­de ölçüsüz bir şekilde büyümüş ve XX 'nci asrın ba­şında Dünya'nın en kuvvetli devleti haline gelmiş­ti...2

1930 ve 1940 yılları arasındaki kesin devir içinde, durum Napoleon ve Pitt zamanında oldu­ğundan tamamıyla farklı idi. Büyük harpte yıpranan Avrupa, üstünlüğünü yitirmişti. Onun öncülük rolü­nü artık kimse tanımıyordu. Avrupa hâlâ dünyanın çekici bir noktası olmakta devam ediyor, ama öne­mini gittikçe kaybediyordu. Birleşik Amerika Devle­tinin, Rus-Asya İmparatorluğu denen devin ve niha­yet Doğan Güneş İmparatorluğunun3 kudretinin meydana gelişi ölçüsünde Avrupa önemini gittikçe kaybediyordu.


 

Şayet kader ihtiyarlayan ve nesilleri kuruyan İn-giltereye yarı Amerikalı, ihtiyarlamış ve Yahudileş-miş, Churchill denen bu başbakan yerine, yeni bir Pitt ihsan etseydi, İngiltere'nin gelmek halini almış olan denge politikasını gayet iyi bilen Pitt'in idaresi altında, bu memleket bambaşka bir ölçüde, dünya ölçüsünde, ortaya çıkardı. İngiltere Avrupa'da reka­betleri muhafaza edeceğine, onlara sebebiyet vere­ceğine ve tahrik edeceğine, hiç olmazsa Avrupa'nın birleşmesine sesini çıkartmayacaktı. Birleşmiş bir Avrupa'nın müttefiki olacak, böylelikle dünya me­selelerinde hâkem rolünü muhafaza edecekti.

Sanki Yüce Tanrı Albion şehrini, tarihi boyun­ca işlediği suçlardan ötürü cezalandırmak istiyor­muş gibiydi.4 Oysaki bu şehrin kuvvetini, işlediği suçlar temsil ediyordu. Mukadder bir zamanda Churchill'in başbakan olması, İngiltere ve Dünya için cezanın Yüce Tanrı tarafından tayin edilmiş ol­duğunu göstermektedir. Büyük Britanya'nın dejene­re olmuş ileri gelenlerine Churchill çok gerekli bir adamdı. Sınırsız bir imparatorluğun ve Avrupa'nın kaderinin tayini, ne yazık ki bu yaşlı artist simsarına kısmet oluyordu. İleri gelenlerinin dejenere olma-


 

2)   ONÜÇ KOLONİ: A.B.D. yi birleşerek kuran ilk on üç İngiliz
Kolonisi.

3)      DOĞAN GÜNEŞ İMPARATORLUĞU: Japonya.


 

4) ALBION: XII. asırda bir mezhebin yayıcısı haline gelen Fransız şehri. Şehir ve halkı Papa tarafından açılan bir haçlı seferinde tah­rip ve perişan edilmiştir.


 

 


 

sından dolayı, insanın İngiliz halkının kâinat üzerin­de kurduğu hâkimiyeti temsil eden değerlerden şüp­he edesi geliyor. Şahsen ben, bu değerlerin hâlâ ya­şadıklarından şüphe ediyorum. Zira İngiliz halkının, şeflerinin yanlış hareketlerine cevap teşkil edecek hiç bir direnişi olmadı. Halbuki İngiltere'nin yeni ve faydalı bir yola kahramanca atılmasına yarayacak çok sayıda fırsat ortaya çıktı.

İngiltere şayet isteseydi, 1941 yılının sonunda harbe son verebilirdi. Londra'nın göklerinde karşı koyma azmini ispat etti ve İtalyanların Kuzey Afri­ka'daki haysiyet kırıcı yenilgilerinde hâkim unsur rolünü oynadı. İngiltere kendileri için bir gelenek halini almış olan bir barış antlaşması yapabilirdi. Fakat Yahudiler buna meydan vermediler. Churchill ve Roosevelt gibi Yahudi taraftarları, bu barışı kun­daklamakla görevli bulunmakta idiler.

Kaldı ki bu barış Amerikalıları Avrupa'nın işle­rinden uzak tutacaktı. Avrupa meseleleri Üçüncü Reich'ın idaresi altında aceleyle halledilecekti. Bir defa Yahudi hakimiyeti tecrit edildikten sonra bu kolay bir şeydi. Sıra ile birkaç ay aralıkla iki Ger­men kuvveti tarafından mağlup edilen Fransa ile İtalya, büyüklük hevesinden derslerini almış olacak­lardı.5 Her iki Lâtin devleti de kuvvetleriyle orantı-

sız düşen büyüklük politikalarından mecburen vaz­geçeceklerdi. Bu devletlerin Kuzey Afrika ve Orta Doğu politikaları da kendiliklerinden her türlü ihti­rastan arınacaktı. Bu keyfiyet ise Avrupa kıt'asına İslâm devletleriyle cesurane bir dostluk politikası ta­kip etme imkânını bahşedecekti. O zaman Avru­pa'nın yaratmış olduğu endişelerden kurtulan İngil­tere, kendini tamamıyla İmparatorluğunun geleceği için vakfedebilecekti. Nihayet, batı cephesi güvenlik altına alınan Almanya, kelle koltukta kendini hakiki görevine verebilirdi. Bu görev Alman mevcudiyeti­nin hayati gayesi, Nasyonal - Sosyalizmin sağlıklı ve güçlü oluşumu: Yani bolşevikliğin ezilmesi i-di. Bunun neticesi olarak Alman halkının istikbâlini garantiye alacak olan, doğudaki toprakların fethi başlayacaktı.6

Hayatın kaidelerinin mantığı, her zaman bizim beşeri mantığımızdan ayrılır. Biz her zaman anlaş­ma yollarına gitmeye ve Britanya İmparatorluğunun devamını sağlamak için, bütün kuvvetimizi terazinin kefesine atmaya hazırdık. Kaldı ki hakikatte dün-ya'nm en sefil insanı dahi bence İngiliz dediğimiz bu azametli adalıların herhangi birinden daha sem­patiktir. Her halükârda Almanlar daha sonra yarın­ki dünya'nın kendilerini güçlükle affedebilecekleri,


 

 


 

Almanya ile İngiltere kastediliyor.


 

6) Hitler'in Lebensraum politikası,


 

modası geçmiş bir iddiayı müdafaa etmeye sürük­lenmedikleri için kendilerini bahtiyar sayacaklardır. Harbin sonu ne olursa olsun, bugünden itibaren İn­giliz İmparatorluğunun sonunun geldiğini haber ve­rebiliriz. Bu imparatorluk ölüm darbesini bu harpte yemiştir. İngiliz halkının geleceği, lânetli ada­sında açlık ve veremden ölmektir.

Aslında İngiltere'nin inadı ile Üçüncü Reich'ın azimli direnişi arasında hiçbir benzer taraf yoktur. Harbin başında İngiltere yolunu seçmek imkânına sahipti. Hiçbir şey İngilizleri harbe atılmaya zorla-mıyordu. Halbuki bunlar, yalnız harbe atılmakla ye­tinmeyip, aynı zamanda mücadeleyi kışkırtmışlardı. Şayet harbe taraftar olan İngiliz ve Fransızların kö­tü niyetli politikaları olmasaydı, Polonya intihar po­litikasına sürüklenmezdi. Bütün bunlara rağmen, İn­giltere bu hataları işledikten sonra bile, ya Polon­ya'nın harp dışı edilmesinden veya Fransa'nın mağ­lûbiyetinden sonra oyundan dışarı çıkabilirdi. Böyle bir davranış, muhakkak ki İngiltere için çok şerefli sayılmazdı. Bununla birlikte bu konularda zaten İn­gilizlerin izzeti nefsi pek hassas değildir. İngiltere hiçbir şey yapamasaydı, Fransa'nın 1940 Mayısın­da Belçika için yaptığı gibi mağlûbiyetinin büün mesuliyetini eski müttefikleri üzerine atamaz mıydı? Zaten bu dâvadan yüz çevirmesi için İngilizlere biz de elimizden gelen yardımı seve seve yapardık.

1941 yılı başında Afrika'daki başarıları ile pres-tejini yeniden elde eden İngiltere, Almanya ile beyaz bir sulh anlaşması imzaladıktan sonra, en iyi şartlar­la harpten çekilebilirdi. Haddi zatında en korkunç düşmanlarından daha hırslı olan müttefikleri Yahudi­lerin ve Amerikalıların kanunlarına İngiltere niçin boyun eğmeyi kabul etti? Çünkü harbi kendisi için değil toz kondurmadığı müttefikleri için yapıyordu.

Ama Almanya için hiçbir tercih hakkı yoktu. Bütün Almanları büyük bir devletin sınırları içinde birleştirmek ve bu millete hakiki bir istikbâlin şartla­rını, yâni yaşayış imkânlarını sağlamak idealimiz an­laşılır anlaşılmaz, birden bütün düşmanlarımız karşı­mıza dikilmişlerdi. Harp kaçınılmaz oluyordu. Bu harbi önlememiz için Alman milletinin temel menfa­atlerine ihanet etmeyi kabul etmemiz lâzımdı. Temel menfaatlerimizi göstermelik bir bağımsızlık karşılı­ğında değişemezdik. Böyle bir tutum, ceplerini dol­durmak için bir takım boş formüllerle gargara yap­maya daima hazır olan, İsveçliler'in ve İsviçreliler'in işine gelirdi. Zaten Weimar Cumhuriyeti de daha fazlasını istememişti. Ne yapalım böylesine bir ihti­ras (!) Üçüncü Reich'm felsefesine uydurulamazdı.

Harbi yapmaya bin defa mahkûmduk. Bizim için mühim olan nokta en elverişli anı seçmekti. Bir defa işe giriştikten sonra, geri çekilmenin mümkün olmayacağını belirtmeye bilmem gerek var mı?


 

Düşmanlarımız yalnız Nasyonal-Sosyalizmin doktri­ninden gocunmuyorlardı. Onlar Alman milletinin değerlerine can veren Nasyonal-Sosyalizmin kanına susamışlardı. Demek ki onlar Alman milletinin yıkı­lışını istiyorlardı. Bu düşünce üzerinde yanılmamızın en ufak bir ihtimali dahi yoktur. Bize karşı düşma­nın kini ilk defa olarak dalkavukluktan daha kuvvetli olarak kendini gösteriyordu. Düşüncesinin dibini bi­ze bu kadar açıkça gösteren düşmanlarımıza ne ka­dar teşekkür etsek yeridir.

Etrafımızı istilâ eden bu mutlak kine, biz ancak bir ölüm kalım harbi ile karşı koyup başarı elde ede­biliriz. Hayatımızı devam ettirmek için mücadele et­tiğimizden dolayı, kelle koltukta savaşıyoruz. Ne olursa olsun yaşamak için yaptığımız bu kavgayı öle­ne kadar devam ettireceğiz. Bu harpten, Almanya? her zamankinden kuvvetli, İngiltere ise her zaman­kinden zayıf çıkacaktır. Felâketlerin ve düşmanlıkla­rın Almanya için büyük hamlelere başlangıç olduğu­nu tarih ispat edecektir. Bu harpte Almanya, bütün diğer milletlerle mukayese edilmeyecek derecede acı çekmiştir. Milletimizin bu harpte çektikleri, gelecek­teki büyük zeferlerimizin yardımcısı olacaktır. Bütün kurbanlara ve azmine rağmen, Yüce Tanrı bu milleti yüz üstü bırakırsa, o zaman bu millet, öyle büyük bir imtihana sokulmuş olacak ki, bu da onun hayat hak­kını daha fazla kuvvetlendirmiş olacaktır.

FÜHRER'İN GENEL KARARGAHI, 6 Şubat 1945

Her iki tarafın da misli görülmemiş bir şiddetle güttükleri elli dört aylık dev bir mücadeleden sonra, Alman milleti kendisini yok etme iddiasında olan bir koalisyonun karşısında tek başına bulunuyor.

Sınırlarımızın dört bir tarafında harp kudurmuş-casına devam ediyor. Başkentimizin etrafındaki harp çemberi gittikçe daralıyor. Düşman nihai hü­cumu yapmak niyetiyle bütün kuvvetlerini topladı. Onlar için bizi yenmek değil, ancak bizi ezmek arzusu söz konusudur. Devletimizi yıkmak, Dünya Görüşümüzü (Weltansehaung) silmek, Nasyonal -Sosyalizme olan inancı yüzünden Alman milletini köle haline getirerek cezalandırmak istiyorlar. Mü­cadelenin son çeyrek saatini yaşıyoruz.

 


 

Durum vahimdir. Çok vahimdir. Hatta ümitsiz gibidir. Yorgunluğa, bitkinliğe mağlup olabilir, cesa­retsizliğe mahkûm olabilir, hattâ düşmanlarımızın zaafını unutmak derecesine düşebiliriz. Kaldı ki bu zaaflar mevcuttur. Karşımızda kin ve kıskançlık sa-ikiyle toplanmış, ahenksiz bir koalisyon vardır. Bu koalisyon, bağlarını, ilhamını, Yahudileşmiş liderle­rin, Nasyonal-Sosyalizmden edindikleri büyük kor­ku ile donatıp, güçlendirmiştir. Bu şekilsiz düşman­lık ile mukayese edilecek olursak, biz yine de talihli sayılırız. Çünkü kendi irademizden başka hiçbir kimseye bağlı değiliz. Bu mücadele neyi sembolize etmektedir? Acayip bir yığınla, büyük, ama akıta­cak kanı kalmamış, hiçbir düşmanlığın yenemeye­ceği bir cesaretle donanmış, düzenli bir kitlenin kar­şılaşmasıdır bu. Alman milleti gibi karşı koyup, di­renmesini bilen bir milletin böyle bir köz yığını içe­risinde bilâkis o daha sarsılmaz, daha cesur bir ruhu çelikleştirmesini bilecektir. Mağlubiyetimizin çapı ne olursa olsun, önümüzdeki günlerde bu ortamda da­hi Alman milleti yepyeni kuvvetlerle yeniden doğa­caktır... Ve halihazırda durum ne olursa olsun, mil­letimiz muzaffer yarınları görecektir. Tazı payı etra­fında kavgaya tutuşan yaratıklar, bizden lâyık olduk­ları cevabı alacaklardır. Onların tutumları bizi eli­mizde kalan tek çıkış yoluna sürüklemektedir. Ümit­siz bir saldırıyla, arkamıza bakmadan, daima düş­manın karşısında, vatanın topraklarını adım adım

müdafaa etmek için, mücadeleye devam etmek mecburiyetindeyiz. İnsan mücadele azmini muhafa­za ettiği müddetçe, ümit daima var demektir. Bu gerçek her şeyin mahvolduğunu düşünmemize mâ­ni olmaktadır. Yok şayet her şeye rağmen, kader, tarih boyunca bir defa daha karşımızdaki kuvvetlere mağlûp olmamızı emrediyorsa, bu tecelli, başlar dik tutularak, Alman milletinin şerefi lekelenmeden ye­rine getirilmelidir. Ümitsiz bir mücadele, sonsuza kadar örnek olma kıymetini muhafaza eder. Leoni-das'ı7 ve onun üç yüz Ispartah'sını hatırlamalıyız. Zaten kendimizi koyun gibi boğazlatmak alışkın ol­duğumuz bir davranış tarzı değildir. Belki bizi mah­vedecekler ama, yolumuz mezbahaya uğramaya­caktır.

Hayır. Asla ümitsiz bir durum diye bir şey kabul edilemez. Alman milletinin tarihinde kaç defa ümit edilmedik anlarda, kader ters yüzü dönmüştür. Yedi Sene Harpleri sırasında İkinci Frederick mahvolma­nın eşiğine gelmişti. 1762 yılının kışında tâyin etti­ği güne kadar durumunda bir değişiklik olmazsa kendini zehirlemeye karar vermişti. Oysaki bu müd­detin bitiminden birkaç gün önce, Rus Çariçe'si aniden ölmüş, mucize kabilinden durum tamamıyla tersine dönmüştü. Büyük Frederick gibi biz de bir

7) LEONIDAS (M.Ö. 490 - L) Ispartanın birinci kralı. Perslere karşı Termogil geçidini 300 Ispartalı ile savunan kumandan.


 

koalisyonla karşı karşıyayız. Kaldı ki bir koalisyon sabit bir realite değildir. Mevcudiyeti daima birkaç şahsın varlığı ile söz konusudur. Bir Churchill ölme­ye görsün, her şey değişebilir. O zaman İngilizlerin ileri gelenleri, belki önlerinde açılacak uçurumun farkına varacak ve bağırıp, çırpınacaklardır. Endi-rekt olarak biz bu İngilizler için mücadele ettik. Gü­nün birinde zaferimizin faydasını göreceklerdir.

Hedefin burnu dibinde de zaferi koparmamız mümkündür. Bu iş için acaba uygun olan zamanı ele geçirebilecek miyiz?

Mesele sadece telef olmamaktır. Alman milleti için Hürriyet içinde yaşamanın tek yolu zafere ulaş­maktır. Sırf bu muhakeme bile bu harbin kaçınıl­mazlığını gösterecek, harbin boşuna yapılmadığını ispat edecektir. Bu harp zaten kaçınılmaz bir harp­ti: Nasyonel-Sosyalist Almanyasının düşmanları ba­na bu harbi hakikatte 1933 Ocağından beri zorla kabul ettirmişlerdi.

FÜHRER'İN GENEL KARARGÂHI, 7 Şubat 1945

Kalkınıp, gelişmiş olmak isteyen bir millet, top­rağına bağlı kalmak mecburiyetindedir. İnsanoğlu üzerinde dünyaya gelmek imtiyazına sahip olduğu topraklarla asla ilgisini kesmemelidir. İnsan üzerin­de doğduğu topraklardan zaman zaman ve yine ge­ri dönmek fikriyle ancak ayrılabilmelidir. İhtiyaç yü­zünden sömürgeci olan, fakat büyük sömürgeler meydana getiren İngilizler, umumiyetle bu kurala ri­ayet etmişlerdir.

Kıta milletleri için ancak fatih memleket ile fet­hedilen memleket arasında toprak devamlılığı sağ­landıktan sonra, yayılmanın mümkün olabileceğini önemli bir faktör olarak belirtmek isterim.

 

Kökleşmek ihtiyacının kıt'a milletlerine, bilhas­sa ve özellikle Alman milletine uyan bir gerçek ol­duğunu zannetmiyorum. Neden bugüne kadar sö­mürgeci kaderine sahip olmadığımızı bu gerçek açıklamaktadır. İster eski, ister yeni çağlarda olsun, denizlerin ötesindeki teşebbüslerin, milletleri alabil­diğine fakirleştirdiği, gözle görülen bir gerçektir. Bu yolda gitmekte ısrar eden ve aynı şekilde hareket e-den milletler, kendi kendilerini bu çeşit maceralarda tüketmişlerdir. Mükemmel işleyen bir tekrarlar kura­lı içinde bütün bu milletler, ya yarattıkları veya uyandırdıkları kuvvetlerin yükselişinin kurbanları ol­dular. Eski Yunanlılardan daha iyi örnek bulunabilir mi?

Eski Yunanlılar için gerçek olan bu tecelli, mo­dern devir ve Avrupalılar için de geçerlidir. Bazen kendi üzerine katlanmanın milletler için bir zaruret olduğu şüphesizdir. Bu fikrin olaylarda yaşadığını görmek için uzun bir devir içinde inceleme yapmak yeterlidir.

İspanya, Fransa ve İngiltere boş sömürgecilik teşübbüsleri içinde kansızlaştılar, kurudular ve bo-şaldılar. İspanya ve İngiltere'nin hayat verdikleri ve parça parça meydana getirdikleri kıt'alar bugün kendilerine has bir hayat nizamına kavuşup, ister istemez bir egoizme saplanıp kaldılar. Lâf değil, dü­nün bu sömürgeci milletleri, geçmişlerinin hatırası-na kadar her şeylerini kaybettiler. Zaten bunlar, ruhları, kültürleri ve öz medeniyetleri olmayan sunî dünyalardır. Bu açıdan bakıldığı zaman bu memle­ketler yeryüzünde lüzumsuz fazlalıklardan başka ne­dir ki?

Bazıları boş kabul edilen kıt'alardaki, iskân ha-reketindeki başarıyı ileri sürebilirler. Amerika Birle­şik Devletleri ve Avusturalya'nın durumunda oldu­ğu gibi... Belki bir başarıdan bahsedilebilir ama, yalnız maddi plân üzerinde. Bunlar yaşı olmayan sun'î eserlerdir. İnsan çocukluk halini aşıp aşmadık­larını, veya bunayıp bunamadıklarını bilemiyor. Ön­ceden meskûn bulunan kıt'alarda başarısızlık daha belirli idi. Oralarda beyazlar kendi kendilerini sade­ce zor yolu ile kabul ettirmeye çalıştılar, yerliler üzerindeki varlık ve etkilerini sıfıra düşürmüşlerdi. Hindular Hindu, Çinliler Cinli, Müslümanlar Müslü­man olarak kalmışlardı. Hıristiyan misyoner teşkilâ­tının bütün gayretlerine rağmen, dinî plân üzerinde herhangi bir değişiklik meydana gelmemiştir. Birta­kım dengesizlerin hali hariç tutulmak şartıyla bir ta­kım din değiştirme hâllerinin hepsi şüpheli sebep­lere dayanmakta ve bu nadir gelişme ve olaylaların hepsi en küçük samimiyetten uzak bulunmaktadır. Her şeye rağmen beyazlar bu milletlere bazı şeyler getirmişlerdir. Bunlar getirebilecekleri avantajların şüphe yok ki en fecisidir. Şimdi dünyanın başına


 

belâ olan meselenin hepsi bize aittir: Materya­lizm, taassup ve frengi. Kısacası bu milletler bi­zim onlara vermek istediklerimizden, daha yüksek değerlere sahip olduklarından dolayı, verdiklerimizi umursamadılar, kendi değerleriyle yetinerek olduk­ları gibi kaldılar. Halbuki Avrupa zor kullandığı za­manlar daha önemli sonuçlar elde etmiştir. Kuvvet yolu ile insanların kalbinin fethedilemeyeceğini aklı selim de kabul etmiştir. Bununla beraber sömürge­cilerin gelir hanesine kaydedilebilecek bir başarıları vardır: Her yerde kin tohumları ektiler. Uyku­larından bizler tarafından uyandırılmış bu milletleri, bizleri kapı dışarı etmeye, bu kin sevkediyor. Sanki bu milletler sırf bizi kovmak gayesiyle uyanmışlar gibi. Kim sömürgeciliğin yeryüzünde Hıristiyanların sayısını arttırdığını iddia edebilir? Islâmiyetin ba­şarısını tasdik eden kitle hâlindeki müslü-man olma hareketi nerede, Hıristiyanlık ne­rede? Sadece burada ve orada küçük Hıristiyan cemaatleri görüyorum ki, bunların Hıristiyanlığı çok defa fiilayattan uzak, birer isimden ibaret kal­maktadır. İşte büyük hakikatin temsilcisi olan (!) muhteşem (!) Hıristiyan dininin bütün başarısı!

Ne kadar iyimser olunursa olunsun, Avrupa'nın sömürgecilik politikası, tam bir başarısızlıkla netice­lenmiştir. Bu konuda yalnız bir sathi başarı göz önüne alınabilir ki, bu da yalnızca maddî bir plân

üzerinde kalmaktadır: İsmi Amerika Birleşik Devlet­leri olan bu ucubeyi kastediyorum. A.B.D. hakika­ten bir ucubedir. Çünkü bu ucube olmasaydı, anası Avrupa yakasını bolşeviklikten kurtarmaya ümitsiz­ce çalışırken, Yahudi Roosewelt tarafından idare edilen Amerika Birleşik Devletleri, sanki daha iyi bir şey yapamıyormuş gibi, esatiri kudretini As­ya'nın bu barbarlarının emrine bırakmazdı. Geçmiş­le ilgili olarak Birleşik Devletlerin omurgasını teşkil eden milyonlarca iyi kalpli Almanın oraya gidip yerleşmelerine teessüf etmekten başka elden ne ge­lir? Zaten bunlar sadece ana vatanımız için kaybol­muş Almanlar olmakla kalmamışlardır. Aynı zaman­da bizler için diğerlerinden daha korkunç düşman­lar olmuşlardır. Bir Alman muhaciri şayet ciddiyet ve iş sahasında bazı değerler muhafaza edebilmişse bile, ruhunu kaybetmekte gecikmemiştir. Milliyetini kaybetmiş bir Almandan daha çirkin bir varlık ta­hayyül edilemez!

Germen kanının homorojisine mani olabilmek için geleceğe dikkat etmemiz lâzımdır. Nüfus artışı­nın taşkınlıklarını daima doğuya doğru kanalize et­memiz lâzımdır. Germenlerin yayılışı için, tabiatın gösterdiği istikamet budur. Doğuda ırkımızın karşı­laşacağı iklim sertliği, bize sert adam olmak vasıfla­rını muhafaza etmek imkânını bahşedecektir. Ruh­larda cereyan edecek olan mukayesenin tesiriyle,


 

her şey bizlere orada ana vatanı hatırlatacaktır. Bir Almanı alın Kief'te yerleştirin, mükemmel bir Al­man olur. Miami'de yerleştirin, onu dejenere bir in­san, yani bir Amerikalı yapmış olursunuz.

Sömürgecilik bir Alman ideali olmadığına göre, Almanyanın bu politikayı uygulamakta olan devlet­lerle kendini birlik içinde saymaması ve bu yolda kendilerine herhangi bir yardımda bulunmaması için yeterli derecede sebep mevcut demektir. Biz Avrupa'ya söz konusu olan Monreo Doktrinini uy­gulamalıydık. "Avrupa Avrupalılarındır!" Bu pren­sip Avrupalılar'ın diğer kıt'alarm işlerine karışma­maları anlamına gelmeliydi.

Meselâ, Avustralya'ya sürgün edilmiş canilerin varlığı bizi ilgilendirmemelidir. Şayet onların hayati­yeti uygun bir ritimle, nüfuslarının yoğunluk derece­sini çoğaltmalarına imkân vermiyorsa, bize hiç baş vurmasınlar. Kıt'alarmın boşluğu, korkunç bir hızla çoğalan Asya nüfusunun fazlalıklarını cezbederse, bunda da bir sakınca görmüyorum. Bu nüfus tufanı ile ne hâlleri varsa görsünler. Tekrarlıyorum. Avru­pa'dan arta kalan kırıntılar, hiçbir suretle bizi ilgi­lendirmiyor.

FÜHRER İN GENEL KARARGAHI, 10 Şubat 1945

Bazen kendi kendime "Acaba 1940 yılında İs­panya'yı harbe sürüklememekle hata mı ettik?" di­ye soruyorum. O zaman İspanya'yı harbe sürükle­mek bizim için hiç de mesele değildi. Zira İtalyan­lardan sonra İspanyol'lar da galipler kulübüne gir­mek için yanıp tutuşuyorlardı.

Tabii Franco, müdahalesinin büyük bir fayda karşılığı ancak meydana gelebileceği kanaatinde idi. Buna rağmen jesuit olan eniştesinin sistematik sa­botajları sayesinde, bizimle beraber uygun şartlar karşılığında hareket birliğini kabul edebilirdi: Büyük İspanyol gururunun tatmin edilmesi için, Fransa'nın küçük bir parçasının vadedilmesi, maddi menfaat yönünden de Cezayir'in bir kısmının kendisine he-

diye edilmesiyle her şeye razı olabilirdi. Fakat İs­panya'nın bize elle tutulur bir hizmet göremeyeceği kanaatinin bende uyanmasından ötürü, direkt ola­rak harbe müdahalesinin söz konusu olmadığı hük­müne varmıştım. İspanya'nın yanı başımızda harbe girmesi, Cebelütarık'ı işgal etmemize imkân vere­cekti ama, buna karşılık Sen Sabastian'dan Ka-diks'e kadar uzayan bir hattın müdafaası da sırtımı­za yüklenecekti. Fazladan olarak şu durum şartla­rın da yeni bir faktör olarak doğması pekâlâ müm­kündü: İngilizler İspanya'da sivil harbi yeniden baş­latabilirlerdi. Neticede hiç de hoşlanmadığımız, pa­pazlar tarafından yönetilen bir kapitalist menfaatçi-ler rejimine ölüm kalım pahasına bağlanmış olacak­tık. Sivil harp sona erdikten sonra, İspanyolları ba­rıştırmadığından, biz yardımlarımızla Falanjistleri yaşatmaya çalışırken o bu gurubu bir kenara attı­ğından, nihayet hepsi kızıl olmayan bütün düşman­larına birer haydut muamelesi yaptığından dolayı Francoyu yukarıda saydığım yanlış hareketlerinden ötürü dünyada affedemem. Ruhban sınıfının takdisi ile bir yağmacılar azınlığı herkesi soyup soğana çe­virirken bütün bir memleket halkının yarısını, ka­nun dışı ilân etmek bir çözüm yolu değildir. Eminim ki kızıl oldukları iddia edilen İspanyollar arasında pek az komünist vardır. Bizi aldattılar. Şayet asıl du­rumu bilseydim, açlıktan isyan edenleri ezerek onla-rın yerine korkunç imtiyazlara sahip olan İspanyol keşişlerini iktidara getirmeyi dünyada kabul etmez­dim.

İtiraf etmeliyiz ki, bu savaşta İspanya bize elin­den gelen en büyük hizmeti yaptı: Iberik yarımadası harp dışı bırakıldı. Ayağımızdaki İtalyan prangasını sürüklemek zaten bize kâfi geliyordu. İspanyol as­kerinin değeri ne olursa olsun, içinde bulunduğu dağınıklık ve hazırlıksızlıktan ötürü harbe girseydi, İspanya bize yardım edeceğine, bilâkis hatırı sayılır derecede bizi rahatsız edecekti.

Bu harp, hiç olmazsa Lâtin memleketlerinin önüne geçilmez bir gerileme içerisinde bulunduğu gerçeğini ortaya koymuştur. Lâtinlere artık dünya­daki medeniyet yarışından pay almadıklarını ve dünya meselelerinin hallinde söz sahibi olmaya haklarının kalmadığını ispat etmiştir.

En basiti Franco'yu harbe sokmadan, fakat o-nun yardımı ile komandolarımıza Cebelütarık'ı işgal ettirmekti. Bunu bahane ederek İngiltere'nin İspan­ya'ya harp ilân edemeyeceği muhakkaktı. İspan­ya'nın harbin dışında kalması keyfiyeti dahi, İngilte­re'yi bahtiyar edecekti. Bize gelince, bu durum İn­giltere'nin Portekiz kıyılarına çıkartma yapma tehli­kesinden dolayı bizi sorumlu tutmayacaktı.


 

FUHRER'IN GENEL KARARGAHI, 13 Şubat 1945

Nasyonal Sosyalizmin marifeti, Yahudi mesele­sini herkesten evvel gerçekçi bir şekilde ele alması­dır.

Her zaman Yahudiler, bizzat Yahudi düşmanlığı­nı tahrik etmişlerdir. Mısırlılardan günümüze kadar tarih boyunca Yahudi olmayan milletler hep bu ma­cerayı yaşamışlardır. Öyle günler gelmiştir ki, bu milletler istismarcı Yahudiler tarafından istismar edilmekten bıkmışlardır. İşte o zaman pirelerini sil-ken hayvanlar gibi ayaklanmışlardır. İlk önce kaba­ca tepki göstermiş, sonra da isyan etmişlerdir. İçgü­dü ile direnmenin bir çeşididir bu. Adapte olmayı kabul etmeyen, beraber yaşadığı milletin içinde eri­mek istemeyen, fazla olarak müthiş bir yapışkanlık-

la kendini zorla kabul ettiren ve nihayet nimetinden istifade ettiği milletin ekmeğine suyuna aldırmadan onu istismar eden Yahudiye karşı gösterilen bir düş­manlık tezahürüdür bu. Yahudi, erimeyen ve erime­yi red eden bir yaratıktır. Yahudiyi diğer milletler­den ayıran özellik şudur: O Yahudiliği muhafaza ederken içinde bulunduğu toplumun bütün hakları­na sahip olduğunu iddia eder. Her iki tablo üzerin­de dolabını çeviren ve bunu kendine verilmiş bir hak olarak kabul eden Yahudiden başka, dünyada hiçbir kavim bu kadar aşırılık ve istismara kaçan imtiyazlar talep etmez.

Nasyonal Sosyalizm olaylara dayanarak Yahudi meselesini ortaya koymuştur: Yahudilerin dünyayı idare etmek kararını etkisiz bırakmakla, Yahudilere her sahada hücum etmekle, gaspettikleri bütün kö­şe başlarından onları kovmakla, Alman âlemini Ya­hudi zehirinden temizlemek azmiyle onları her yer­de kapı dışarı etmiştir. Tam yıkılışa doğru giderken bir panzehir banyosu bizim için kaçınılmaz olmuş­tur. Tedbirimizi almasaydık boğulacak veya istilâya uğrayacaktık.

Şayet Almanya'da bu teşebbüsümüzde başarıya ulaşsaydık, bu başarının yağ lekesi şeklinde yayıldı­ğına da şahit olacaktık. Mutlak kurtuluş kaçınılmaz­dı. Zira sağlam bir bünyenin, hastalığın mikropları­nı yenmesi kadar normal hiçbir şey yoktur. Yahudi-

ler kendileri için bu tehlikenin farkına vardıkları içindir ki bize karşı kışkırttıkları ölüm kalım savaşın­da, bütün imkânlarını ileri sürmeye karar vermişler­di. Hattâ bütün dünyamız yıkılsa dahi, Nasyonal Sosyalizmi ne pahasına olursa olsun ortadan kaldır­maya karar vermelerinin sebebi budur. Tarihte hiç­bir harp İkinci Dünya Harbi kadar bu çeşit tipik tarzda ve özellikle bir Yahudi harbi olmamıştı.

Her şeye rağmen ben Yahudileri maskelerini atmaya mecbur ettim. Hattâ teşebbüsümüz bir ye­nilgi ile neticelense bile bu yenilgi ancak geçici ola­caktır. Dünyanın gözlerini "Yahudi tehlikesi" denen realite üzerine açmış olacağım.

Tutumumuzun bir diğer neticesi de Yahudiyi da­ha tecavüzkâr olmaya sevk etmemizdir. Kaldı ki te-cavüzkâr Yahudi sinsi halinden olduğundan çok da­ha az zararlıdır. Irkını kabullenen Yahudi, din hariç sizden hiçbir bakımdan farkı olmadığını utanarak id­dia eden Yahudiden yüz defa evlâdır. Bu harbi kaza­nırsam, Yahudinin dünyadaki iktidarına son vermiş olacak, ona gerçek insanlığın darbesini vuracağım. Ama bu harbi kaybedersem, bu bile onların muzaf-feriyetini garantilemiyecektir. Zira onların da kaybe­decek çok şeyleri olacaktır. Taşkınlıklarını öyle bir dereceye vardıracaklardır ki, Dünya kamu oyunda korkunç bir Yahudi düşmanlığının doğmasına sebe­biyet vereceklerdir. Gayet tabiî olarak heı iki tablo

üzerinde oynamakta devam edeceklerdir. Her mem­lekette o milletin mensupları ile eşit avantajlar talep ederken, diğer taraftan seçkin bir ırkın üyeleri ol­dukları gururundan da vazgeçmeyeceklerdir. Mu­zaffer Yahudi tipinin sinsi ırkından utanan Yahudi tipinin yerini alması Yahudiliğin so­nunu getirecektir. Bu tiplerden birincisi en azın­dan ikinci tip kadar iğrençtir. Zaten bizzat Yahudiler yeryüzünde Yahudi düşmanlığını körükleyen davra­nışlardan vazgeçmezlerse, bu düşmanlığın ortadan silinmesi elbette imkânsız olur. Savunma tepkisinin ortadan kalkması için bu tepkiyi doğuran sebeplerin önce ortadan kalkması lâzımdır. Bu konuda Yahudi­lere güvenebiliriz. Yahudinin yeryüzünde mevcudi­yeti, ona karşı uyanan düşmanlığın mutlak teminatı­dır.

Şunu da itiraf etmeliyiz: Irkî kinlerin hassasiyeti dışında, diyebiliriz ki, hiçbir ırk için diğer bir ırkla karışmak arzuya şayan bir husus değildir. Bazı önemsiz başarı hâlleri hariç tutulacak olursa, ırkla­rın sistematik karışımı asla iyi sonuç vermemiştir. Bir ırkın karışıksız olarak kendini muhafaza dileği onun canlılığının ve sıhhatinin ispatıdır. Herkesin ır­kının gururunu taşıması ve bunun diğerleri için bir hakaret telâkki edilmemesi normaldir. Çinlilerin ve­ya Japonların bizden aşağı insanlar olduklarını hiç­bir zaman düşünmedim. Bu milletlerin geçmiş me-deniyetlerin malı olduklarını ve geçmişlerinin bizim­kisinden üstün olduğunu kabul ediyorum. Nasıl ki biz mensup olduğumuz medeniyetten gurur duyu­yorsak, onlar da kendi medeniyetleriyle öğünmekte haklıdırlar. Öyle tahmin ediyorum ki, Çinlilerle, Ja­ponlar ırklarıyla ne kadar iftihar ederlerse, onlarla anlaşmak benim için o kadar kolay olur.

Bir ırka mensubiyet temeli üzerine kurulmuş olan bu gurur, yalnız Almanlara has bir özellik de­ğildir. Son üç asırlık devamlı bölünme hareketleri­nin neticesi olan bu durum, dinî şartlara yabancı te­sirine ve Hıristiyanlığın tesiri gibi bazı sebeplere da­yanmaktadır. Zira Hıristiyanlık Germenlere uy­gun bir din değildir. Dışarıdan getirildiği için Germen dehasına uygun düşmüyor. Kabından taştı­ğı veya aşırı saldırgan olduğu zaman, Almanın duy­duğu ırkî gurur, Germen ırkının aşağılık duygusun­dan başka bir şey değildir. Prusyalıların bu konuda bir istisna teşkil ettiğini belirtmeye lüzum yoktur. Onlar Büyük Frederick zamanından beri kendinden emin olanların sessiz gururuna sahiptirler. Bu guru­ru gösterişsiz bir şekilde taşımaktadırlar. Sahip ol­dukları değerler sayesinde, Prusyalılar Alman Birli­ğini gerçekleştirmeye muktedir olduklarını ispat et­mişlerdir. İşte Prusyalılara has olan bu karakteri Nasyonel-Sosyalizm bütün Almanlara vermeyi de­nedi.


 
 

 

Avusturyalılar da kanlarında Prusyalılarınkini andıran bir gurur taşımaktadırlar. Bu gurur asırlar var ki başka milletler tarafından idare edilmeyip ak­sine olarak uzun bir zaman boyunca kumanda edici ve kendilerine itaat ettirici olmalarından doğmakta­dır. Onlar iktidarın ve hakimiyetin tecrübelerini bi­riktirmişlerdir. Hiç kimsenin kendilerine çok görme­diği bunca haklı bir gururun sebebini tecrübelerde aramak lâzımdır.

Nasyonal Sosyalizm potasında Alman ruhunun bütün özelliklerini eritecektir. Bu potadan çalışkan, mesuliyet sahibi, kendinden emin, fakat tabii, ferdi olarak değil ama, bütün diğer milletlerin takdirini toplayan daha büyük bir topluluğa mensup olduğu: nü çok iyi bilen, yani özünden gurur duyan modern Alman tipini yaratacaktır. Alman olarak üstünlük duygusunu beslemek, başkalarını ezmek duygusu ile hiçbir zaman karıştırmamak lâzımdır. Bu duyguyu bazen mübalağalı bir şekilde tahrik ettiysek, işe baş­ladığımız günün icabı, Almanları biraz da güç kulla­narak iyi yola itmek mecburiyetinde idik. Herhangi bir istikamete yapılan kışkırtıcı bir hareket daima aksi istikametten başka saldırgan bir hareketin doğ­masına sebep teşkil eder. Bu husus eşyanın tabi­atından ileri gelmektedir. Üstelik bütün bunlar bir günde yapılacak işler değildir. Zamanın yavaş işleyi­şi ile olacak şeylerdir. Büyük Frederick hakiki Prus-yalı tipinin yaratıcısıdır. Hakikatte Prusya karakteri­nin her Prusyalıda özel şekliyle yaratılabilmesi için, iki veya üç neslin yetişmesi gerekmiştir. Bizim ırk­çılığımız, Yahudi ırkından başka hiçbir ırka karşı tavır alan bir ırkçılık değildir.

Her ne kadar kolay ifade etmek bakımından Yahudi ırkından bahsediyorsak da, esasında genetik manada Yahudi ırkı diye bir ırk yoktur. Buna rağ­men fiiliyatta bir gerçek vardır ki, bu da ortada bir Yahudi topluluğunun mevcudiyetidir. Yahudiler tara­fından tasdik edilen bir konuyu biz de tereddüt et­meden kabullenebiliriz. Ruhî plân üzerinde her fer­di biribirlerinin aynı olan bir gurup vardır ki, bunun içinde siyasî yönden hangi milletin tebaası bulunur­sa bulunsunlar, dünyanın dört bir bucağında yerleş­miş bütün Yahudiler toplanmışlardır. İşte bu insan gurubuna biz Yahudi ırkı ismini vermekteyiz. Her ne kadar bu insanlar İbranî dinini bir bahane olarak ileri sürüyorlarsa da, ne dinî bir topluluktan, ne de aynı dine mensubiyetten yaratılmış herhangi bir di­nî bağdan bahsedilebilir.

Yahudi ırkı her şeyden önce aklî bir ırktır. Te­melinde ibrani dini bulunuyorsa, bu dinden şeklini almışsa, yine de herhangi bir dinî esastan mahrum­dur. Çünkü Yahudi cemaati birtakım kararlı Tanrı tanımazlarla samimi dindarları aynı seviyede kar­makarışık sinesinde birden toplayabilmiştir. Buna

Yahudilerin durmadan sebebiyet verdiklerini unut­tukları, asırlar boyu katlandıkları zorlukların yarattı­ğı bağlan da ilâve etmek lâzımdır. Irk bilgisi yönün­den Yahudiler bir ırkı temsil edebilecek kadar özelli­ği bir araya getirememişlerdir. Bununla beraber, her Yahudinin damarlarında, özellikle Yahudi karak­teri taşıyan birkaç damla kanı ihtiva ettiği de mu­hakkaktır. Yoksa Yahudilerde birtakım müşterek fi­zikî vasıfların toplanmasını başka türlü izah etmek imkânsız olurdu. Yahudi fizyonomisinin belirtileri olan bu müşterek vasıfları, yüzde yüz hangi memle­ketten, meselâ ister Polonya'dan, ister Fas'tan gel­miş olsun, dünya'nın bütün Yahudilerinde müşaha-de etmek mümkündür: Edepsiz bir burun tipi, kötü­lük telkin eden burun delikleri, vb. Bu iğrenç müş­tereklik, bilhassa Ghettolarda nesilden nesile sürü­len pis hayat tarzı ile izah edilebilir.

Aklî bir ırk, bildiğimiz mânâdaki ırk anlayışın­dan daha kuvvetli ve daha devamlı bir şeydir. Bir Almanı Amerika Birleşik Devletlerine yerleştirin o bir Amerikalı olur. Halbuki Yahudi nereye giderse gitsin o bir Yahudi kalır. Tabiatı gereği Yahudi haz­medilmeyen bir varlıktır. Hazma müsait olmayan halidir ki Yahudinin ırkını tarif eder. Alın bakalım ruhun vücut üzerindeki üstünlüğünün bir misali!

Ondokuzuncu asırda kaydettikleri süratli yükse­liş, Yahudilere kudretlerini hissettirdi ve onları mas-kelerini indirmeye şevketti. Aynı zamanda onları, foyası meydana çıkmış saldırgan bir şımarıklıkla bundan bir çıkar duyan Yahudiler olarak karşımıza alıp mücadele etmek bizler için bulunmaz bir şans­tır. Alman milletinin saflığını bildiğimizden, en öldü­rücü düşmanlarımızın gösterdiği bu ahmakça foya­ya sevinmemiz lâzımdır.

Yahudilere karşı ben adilâne davrandım. Harp­ten önce onlara sonuncu bir çağrıda bulundum. Şa­yet yeniden dünyayı harbe sürüklerlerse affedilme­yeceklerini, bu defa temelli olarak Yahudi problemi­nin Avrupa'da ortadan kaldırılacağını kendilerine haber verdim. Onlar bu çağrıya harp ilân etmekle cevap verdiler. Nerede bir Yahudi varsa orada Nas­yonal Sosyalist Almanya'nın tabiî bir düşmanının varolduğu tehdidini savurdular.

Diğer tehlikeler gibi Yahudi tehlikesini de biz ortaya çıkardık. İstikbâlde bu sebepten dünya bize karşı sonsuza kadar minnettar kalacaktır.

FÜHRER'İN GENEL KARARGÂHI, 14 Şubat 1945Almanlar için bu harbin tuhaf kaderi hem çok erken, hem biraz geç başlamış olmasıdır. Askerî ba­kımdan bir yıl erken başlaması menfaatimiz icabı idi. Madem ki bu harp kaçınılmaz idi, onu bana 1939 yı­lında zorla kabul ettirmelerine müsaade edeceğime, 1938 yılında harbi kendim başlatabilirdim. Fakat Münih Anlaşmasında İngilizler ve Fransızlar bütün şartlarımı kabul ettilerse buna ben ne yapabilirdim!

Ama bugün için harbin biraz geç başladığı mey­dandadır. Moral hazırlığımız açısından bakıldığında, harp biraz erken başlamıştı. Politikamın adamlarını yetiştirmeye henüz vaktim olmamıştı. Bu seçkinler zümresini olgunluğa eriştirmek için bana yirmi yıl lâzımdı. Bu genç seçkinler zümresi çocuklukların-dan beri Nasyonal-Sosyalizmin felsefesi içinde ye­tiştirileceklerdi. Biz Almanların dramı daima vakti­mizin dar olmasıdır. Tarih boyunca şartlar her za­man bizi sıkıştırmıştır. Daima bir vakit darlığı içinde oluşumuz biraz da saha darlığı içinde bulunmamız­dan ötürüdür. Ruslar geniş sahaları üzerinde, za­man içinde sıkışık bulunmamak lüksünü yaşayabilir­ler. Zaman daima onlar için çalışırken, daima bize düşmanlık yapıp bizi sıkıştırıyor. Yüce Tanrı bana Nasyonal-Sosyalizmin yolu üzerinde, milletimi lü­zumlu olan ilerleme derecesine ulaştıracak kadar uzun bir ömür bahşetseydi, orası muhakkak ki düş­manlarımız buna müsaade etmeyeceklerdi. Nasyo­nal-Sosyalizmin inancıyla çimentolaşmış bir Alman-yanın mağlup edilmez varlığıyla ortaya çıkışından önce, bizi mağlûp etmeye çalışacaklardı. İdealimize uygun insanların yetiştirilememesinden ötürü, eli­mizde bulunanlardan istifade yoluna gittik. Başarı­mızı eldeki neticelerde de müşahede etmek kolay­dır. Tahmin edilenle elde edilen arasındaki fark; Üçüncü Reich gibi ihtilâlci bir devletin politikası ile gerici bir küçük burjuva politikası arasındaki irtibat­sızlık bu yüzden meydana gelmiştir. Çok az istisna­lar hariç, generallerimiz ve diplomatlarımızın hepsi başka devrin insanlarıydı. Başka devirlerin harbini yaptıkları gibi başka devrin politikasını güdüyorlar­dı. Bize iyi niyetle hizmet eden diğerleri için de bu bir örnektir. Bazıları beceriksizlikleri, bazıları heye-

cansız oluşları, başkaları da sabotaj yapmak arzusu ile bize istediğimiz hizmeti gösterememişlerdir.

Fransa konusunda politikamızın hataları tamdı. Fransızlarla işbirliği yapmamak lâzımdı. Bu politi­kamız bize değil onlara yaradı. Paris büyük elçimiz Abetz bu fikrin şampiyonluğunu yapıp bizi bu yola iterken, orjinal bir siyaset güttüğünü sanıyordu. O, hâdiselerin arkasında yürüdüğünü bilmiyordu. Asil hareketlerin anlaşılıp değerlendirildiği, Napoleon Fransa'sı ile karşı karşıya bulunduğu düşüncesi içinde idi. Hakikati, yani Fransa'nın yüz sene için­de değiştirdiği çehresini görmeyi ihmâl ediyordu. Oysa ki bugünün Fransa'sı bir fahişe suratına sa­hiptir. Fransa öyle bir usta politikacıdır ki, asla bizi aldatmaya, bizi tahkir etmeye, bizimle alay etmeye ara vermemiştir.

Görevimiz Fransız işçilerini kurtarmak, onlara kendi ihtilâllerini yapmaları için yardım etmekti. Bunun için de fosilleşmiş, ruhtan olduğu gibi vatan­severlikten de mahrum bir burjuvaziyi merhametsiz­ce çiğnemek lâzımdı. Dışişlerindeki dâhilerimizin bi­ze Fransa'da buldukları dostları işte bu çürümüş zümreye mensuptu. Bu çıkarcılar memleketlerini kasalarını korumak için işgal ettiğimizi düşündükleri müddetçe bizi sevdiler. Bununla beraber bize ilk fır­satta ihanet etmeye kararlı idiler. Yeter ki bu ihanet kendileri için bazı tehlikeler taşımasın!

Fransız sömürgeleri bahsinde daha az mânâsız davranmamıştık. Bu ahmakça politika da dışişleri-mizdeki dâhilerin (!) eseriydi. Klâsik stilden diplo­matlar, eski devrin askerleri, taşralı asiller, işte Av­rupa çapında ihtilâl yapmak için faydalandığımız yardımcılar. Bize XIX 'ncu asırda ancak yapabilecek bir harbi yaptırdılar. Hiçbir surette Fransa'nın bo­yunduruğu altında bulunan milletlere karşı Fran­sa'nın kartını oynamamalıydık. Bilâkis bu milletlerin esaretten kurtulmaları için yardım edecek, icabında onları bu kurtuluşa itecektir. 1940 yılında Yakın Doğu'da ve Kuzey Afrika'da bu jestimizi hiçbir şey önleyemezdi. Ama biz ne yaptık? Diplomasimiz Fransa'nın Suriye, Tunus, Cezayir ve Fas'taki hâki­miyetini kuvvetlendirmek için çalıştı. Bu centilmen­ler bizim için âdil dostlar olabilecek, kaba ihtilâlciler de olsalar, Araplar yerine, bizi dolandırmaktan baş­ka bir şey düşünmeyen şaka budalası subaylarla iş­birliği yapmayı tercih ettiler. Ah, bu meslekten olan makyavelistlerin hangi gayeyi güttüklerini biliyo­rum. Onlar mesleklerini bildikleri ve gelenek sahibi oldukları kanaatindedirler. Fransa'ya aldanırken akılları sıra İngilizlere oyun oynayacaklardı. Bütün mevcudiyetleriyle yalnız bunu düşünüyorlardı. Bu adamlar sömürge meseleleri yüzünden biribirleriyle çekişme halinde bulunan İngiliz ve Fransızların ezeli ve azılı düşmanlıklarının devrinde yaşadıklarını sanı­yorlardı. Dedim ya, onlar kendilerini ikinci Vilhel-

min idaresinde, Kraliçe Victorya'nın dünyasında Delkasse ve Pouncjare isimli küçük kurnazların ha­vasında sanıyorlardı. Kaldı ki ezeli İngiliz-Fransız düşmanlığı çoktan önemini kaybetmiştir. Bu düş­manlık şimdi bir gerçek olmaktan fazla bir görüntü­dür. Çünkü düşmanlarımızın içinde de daha eski ekol mensubu diplomatlar vardır. Hakikatte İngilte­re ve Fransa herkesin gayretle kendi rolünü oynadı­ğı, hiçbirisinin dostluğa icabında zarar vermekten geri kalmadığı, fakat tehlikeli saatlerde buluşan iki ortaktırlar. Fransızlar'ın Alman'a karşı olan inatçı kini başka bir derinliğe sahiptir. Bundan da çıkara­cağımız bir ders vardır.

Fransa bahsinde iki şeyden birini anlamak ge­rekmektedir. Şayet Fransa müttefiği İngiltere'yi ter-ketseydi, bu durumda bizim için Fransa'nın şahsın­da bir müttefik kazanma ihtimali olmazdı. Şurası muhakkaktır ki bizim müttefik kabul edeceğimiz Fransa ilk fırsatta bizi yüzüstü bırakacaktı. Veya sırf hile yapmak için müttefikimiz olduğuna bizi inandı­racaktı. Bu durum bizim için çok daha tehlikeli olurdu. Biz bu memleket hakkında muhakkak ki ba­zen çok gülünç hayâller besledik. Ama hakikatte te­menniye dayanan bir tek formülü kabul edebilirdik: Fransaya karşı sıkı bir itimatsızlık politikası takip et­mek. Bu inançta bugüne kadar hiç aklanmadığımı biliyorum. Mein Kampf isimli kitabımda Fransa hakkında düşünülmesi lâzım gelen hususları önce­den haber vermiştim*. 20 yıldan beri bana sunulan sayısız teklife rağmen düşüncelerimi ne olursa olsun değiştirmeyi asla kabul etmemenin sebebini de çok iyi biliyorum.

FÜHRER'İN GENEL KARARGÂHI, 15 Şubat 1945

Mcin kampf: Adolf Hitier in Kavgam adlı, dünya görüşünü anlat­tığı siyasi doktrin kitabı. Bu kitap tarafımızdan yayınlanmıştır (y.n.)

Bu harp boyunca aldığım kararların en önemlisi Rusya'ya karşı harbe girişimdir. Her zaman iki cep­he üzerinde birden harp yapmamayı önlememizin gerekli olduğunu söylemiştim. Ayrıca hiç kimse Na-poleon'un Rus tecrübesi üzerinde derin düşüncelere daldığımdan şüphe edemez. O hâlde neden Rus­ya'ya karşı harp açtık? Niçin 22 Haziran 1941 tari­hini seçtim?

İngiltere'nin başarıya ulaşan bir işgali ile harbe son verme ümidini kaybetmiştik. Halbuki bir takım ahmak şeflerin idaresinde bulunan İngiltere, kıt'a üzerinde Üçüncü Reich'a düşman büyük bir devlet bulundukça ne Avrupa üzerinde hâkimiyet kurma­mıza müsaade eder, ne de yenen ve yenilenin belli


 

olmadığı bir barışın imzalanmasını kabul ederdi. Demek ki harp ebedileşecek ve bu harpte İngilizle­rin arkasında gittikçe daha faal bir şekilde Amerika­lılar harbe sürüklenecekti. Amerika Birleşik Devlet­lerinin temsil ettiği potansiyel, biz ve düşman tara­fından mütemadiyen icat edilip, geliştirilen silâhlar, İngiliz kıyılarının yakınlığı, kısaca bütün bunlar uzun vadeli bir harbin içine gömülmenin akıl kân olmadı­ğını gösteriyordu. Zaman... -Evet yine zaman karşı­mıza çıkıyordu!- gittikçe bize karşı oynayacaktı. İn­gilizleri bu harbin bitişine zorlamak, onları barış yapmaya mecbur etmek için kıt'a üzerinde bizim çapımızda bir kuvvetle, yâni Kızıl Ordu ile karşılaş­mamız ümidini İngilizlerin kalbinden çıkarıp atma­mız icap ediyordu. Seçme imkânına dahi sahip de­ğildik. Avrupa denen bu satranç tahtasından Rus faktörünü silmek bizim için önüne geçilmez bir me­suliyetti. Bunun için de tek başına yeterli olabilecek ikinci bir sebebimiz vardı: Sırf mevcudiyeti ile Rus­ya bizim için büyük bir tehlikeyi temsil ediyordu. Bi­ze bir gün hücum etmesi mukadderdi.

Rusya'yı yenmekte tek şansımız onu aniden bastırmaktı. Zira Rusya'ya karşı bir müdafaa harbi yapma düşüncesine saplanmak manasızdı. Kızıl Or­duya saha avantajını veremez, tanklarının hücumu için otostratlanmızı açamaz, birlik ve malzemelerini getirsin diye demir yollarımızı ikram edemezdik.


 

Kendimiz hücum teşebbüsünü elde tutarak onları iz­belerinde ve bataklıklarında bastırmak suretiyle kendi yurtlarında mağlûp edebilirdik. Fakat harbi bereketli Almanya'nın topraklan üzerine çekmeme­liydik. Böyle olursa Rusya'ya Avrupa'nın içine dal­ması için bir tramplen hazırlamış olacaktık.

Neden 1941? Çünkü harbin mümkün olduğu kadar az gecikmiş olması gerekmekteydi. Çünkü batıdaki düşmanlarımız durmadan kudretlerini arttı-rıyorlardı. Stalin de uyumuyordu. Her iki cephe üzerinde de zaman bize karşı çalışıyordu. Demek ki mesele "Niçin 22 Haziran 1941?" meselesi değil, fakat "Neden daha erken değil?" meselesiydi. İtal­yanlar'in ahmakça açtıkları Yunanistan seferi olma­saydı, birkaç hafta evvel Rusya'ya hücum etmiş ola­caktık. Bizim için mesele onları mümkün olduğu kadar uzun müddet hareketsizliğe mahkûm etmekti. Hücumdan önceki haftalar sırasında en büyük endi­şem Stalin'in benden önce hücum teşebbüsünü ele almasıydı.

Başka bir önemli sebep vardı. Rusların elinde bulunan ham maddelerin mutlak ihtiyacı içindeydik. Bize karşı olan angajmanlarına rağmen, gün geçtik­çe ham madde sevkiyatını frenliyorlardı. Teslimatı bir gün tamamıyla kesebilirlerdi. Madem ki artık ke­yifleri istediği gün ham madde sevkiyatını durdura-

caklardı, o hâlde bizim gidip bu maddeleri yerinden kuvvet kullanarak almamız gerekiyordu. Kararım Molotof un Kasım ayındaki Berlin ziyaretinden he­men sonra alınmıştır. Zira önümüzdeki zaman için­de Stalin'in bizi terkederek karşı tarafa geçeceğini biliyordum. Acaba iyi hazırlanmak için zaman kay­bını göze almalı mıydık? Hayır, bu bekleyiş bize te­şebbüsün avantajlarını kaybettirecekti. Hayır, sağla­mak istediğimiz kısa mühleti de pahalı ödeyecektik. Aksi halde Bolşevikler'in Finlandiya, Romanya, Bulgaristan ve Türkiye konularındaki şantajlarını kabul etmek lâzım gelecekti. Kaldı ki bu konularda hiçbir şantaja biz boyun eğemezdik. Bu memleket­leri komünizmin mihrabı üzerinde kurban etmek Avrupa'nın koruyucusu ve hâmisi Üçüncü Reich'm kabulleneceği bir rol değildi. Böyle bir davranış bize şerefsizlik lekesi getireceği gibi bu cinayete göz yummamızın cezasını da görecektik. Ahlâkî ve stra­teji açılarından bakıldığında sefil bir hesap olacaktı bu. Ne yaparsak yapalım Rusya'ya karşı harp yap­manın önüne geçilemezdi. Hesapta böyle bir harbi fena şartlar içinde karşılamak da vardı.

Molotof, Berlin'i terkeder etmez önümüzdeki ilk münasip günlerde Rusların hesabını görmeye karar vermiştim.

FUHRER İN GENEL KARARGAHI, 16 Şubat 1945

1940 yılından itibaren Fransız proleteryasmı kurtarmamakla hem vazifemizi yapmadık, hem de menfaatlerimizi bilmemezlikten geldik. Özellikle de­niz ötesi Fransız tâbiiyeti altında bulunan yabancı milletlere de el uzatmamakla en büyük hatayı işle­dik.

Onu imparatorluk yükünden kurtardığımızdan dolayı Fransız milleti kesinlikle bize kızmayacaktı. Bu konuda Fransız milleti, başında taşıdığı sözüm ona seçilmişler tabakasından daima daha büyük an­layış sahibi olduğunu göstermiştir. Fransız halkı Fransa'nın yüksek tabakalarının korunmasının öne­minin bilincine sahiptir. Onbeşinci Louis idaresinde olduğu gibi, Jules Firy zamanında da Fransızlar sö-

mürgecilik teşebbüslerinin abesliğine karşı isyan et­mişti. Loisiana'yı Amerikalılar'a pazarlık edip sattı diye Napoleon'un halk nazarında popülerliğini kay­bettiğini sanmıyorum. Böyle bir şey olmamıştır. Bu­na karşılık, onun kabiliyetsiz yeğeni üçüncü Napo­leon'un Meksika'ya harbetmeye gidişinin kendisine ne belâlara mal olduğu herkesçe malûmdur.

FÜHRER'İN GENEL KARARGAHI, 17 Şubat 1945


 

Ne Fransa'yı ne de Fransızları asla sevmedim, iu duygu ve düşüncelerimi de daima haykırmaktan liçbir zaman geri kalmadım. Buna rağmen arala-hnda kıymetli insanların var olduğunu kabul etmiş-|im. Şüphesiz ki bir çok Fransız tam bir samimiyet büyük bir cesaretle Avrupa kartını oynadılar. Bu hakikat bu gibi rehberlerin inancını ortaya koymuş-lur. Ama yine onların bazı vatandaşları bu ileri gö­rüşlülük ve inanca lâyık olacaklarına vahşice dav­ranmayı tercih etmişlerdir.


 

FÜHRER'İN GENEL KARARGÂHI 18 Şubat 1945

Bütün hissi faktörlerden sıyrılarak ve olayların soğuk bir muhakemesinden sonra İtalya ve Duçe'ye karşı dostluğumun, hatalarımın listesine ilâve edil­mesi lâzım geldiğini kabul etmem, benim için bir mecburiyettir. İtalyan dostluğunun bizden fazla düş­manlarımıza yaradığı hususu gözle görülen bir ger­çektir. Karşımıza diktiği sayısız güçlüğe karşı İtal­ya'nın harbe müdahalesi en iyimser ölçülerle bize birtakım küçük yardımlar derecesinde kalmıştır. Halbuki harbi kazanmazsak, İtalyan müdahalesi bu kaybın sayılı faktörlerinden birisi olacaktır!

İtalya'nın bize yapacağı en büyük hizmet harbin dışında kalmasıydı. Onun bu çekimserliği bize, uğ­rumuza feda edeceği bütün kurbanların, bütün feda-karlıkların üstünde idi. Gönül isterdi ki İtalya harp dışı kalmayı benimsesin ve biz o zaman ona sayısız ve sonsuz yardımlar yaparak, bütün ihtiyaçlarını gi­derebilirdik. Muzaffer olduğumuz takdirde İtalya ile kazancımızı ve zaferimizin şerefini paylaşırdık. İtal­yanların, Romalıların gerçek vârislerinin yüce tarihi efsânesini yeniden canlandırması için onlara yar­dımcı olacaktık. Karşılaşacağımız her durum mu­hakkak ki onları yanıbaşımızda savaşçı olarak gör­mekten herhalde daha iyi olurdu!

1940 Haziranında İtalyanın harbe müdahalesi çözülmekte olan Fransız ordusuna öyle bir eşek çif­tesi tesiri yapmıştır ki, o zamana kadar zaferimizi sportif bir eda ile kabul eden Fransızlar dikleşip za­ferin gecikmesine sebebiyet vermişlerdir. Fransa j Üçüncü Reich'ın orduları tarafından erkekçe mağ- j lûp edildiğini kabul ediyordu ama, mihver devletle- , rinin ordularının zaferlerine tahammül edemiyordu. \

Müttefikimiz İtalya aşağı yukarı bizi her tarafta rahatsız etti. Afrika'da ihtilâlci bir politika takip et- < memize, meselâ İtalyanların mevcudiyeti engel ol-' du. Durum gereği Afrika meselesi İtalya'nın özel meselesi kabul ediliyor ve bu yüzden Benito Musso-lini Kuzey Af rikaya sahiplik yapmak imtiyazını talep ediyordu. Hiç olmazsa Fransa tarafından idare edi­len müslüman memleketleri istiklâle kavuşturmalıy-. dik. Bu hareketimiz İngiliz köleliğini sürüyen Mısır

ve Yakın Doğu'da muazzam bir tesir yaratacaktı. Mukadderatımızın İtalyanlara bağlı olması bu dere­ce asil bir davranışı mümkün kılmıyordu. Zaferleri­mizin haberleriyle bütün İslâm dünyası çalkalanıyor­du. Mısırlılar, Iraklılar, bütün Yakın Doğu isyana ha­zırdı. Menfaatimiz açısından önemli olduğu halde, biz bu milletlere yardım etmek, onları istiklâl yolun­da teşvik etmek için ne yapabiliyorduk sanki? İtal­yanların yanıbaşımızdaki mevcudiyeti bizi felce uğ­ratırken, İslâm dünyasındaki dostlarımız nezdinde de bu yakınlık büyük bir hoşnutsuzluk yaratıyordu. Zira bu müslüman memleketler bizi isteyerek veya istemeyerek cellâtlarına yardakçılık yapan bir dav­ranış içinde görüyorlardı. Kaldı ki bu bölgelerde Fransızlar ve İngilizlerden fazla İtalyanlardan nefret edilmektedir. Sünûsîlere karşı tatbik edilen barbarca eziyetlerin hâtırası, bu bölgelerde hâlâ canlı bir şe­kilde yaşamaktadır. Diğer taraftan harpten önce Mussolini'nin kendini İslâmın kılıcı şeklinde dünya­ya ilân etmesi gibi gülünç iddiaları harpten önce ol­duğu gibi halen alay konusu olmaktadır. Hazreti Muhammed veya Hazreti Ömer gibi büyük fatihlere yakışacak olan bu unvan, Mussolini'ye para ile kan­dırılmış veya korkutulmuş birkaç zavallı ahmak tara­fından verilmiştir. İslâm dünyası ile yapılabilecek büyük bir politika vardı. İtalyan müttefikliğine olan sadakatimiz yüzünden elimizden uçan nice fırsatlar gibi bunu da kaçırmıştık!

 


 

Görülüyor ki, giriştiğimiz hareket plânı üzerin­de, İtalyanlar en iyi kartlarımızdan birisini oyna­maktan bizi men etmişlerdir: Bu plân Fransız hima­yesi altında bulunan bütün milletleri istiklâle kavuş­turmak ve İngiliz zulmü altında bulunanları isyana teşvik etmekten ibaretti. Bu politika bütün İslâm dünyasında heyecanlar yaratacaktı. İster iyi, ister kötü olsun İslâm dünyasında bir milleti ilgilendiren herhangi bir konunun Atlantik'ten Büyük Okyanusa kadar bütün İslâm dünyasında hissedildiği bir ger-çektir.

Moral bakımından politikamızın tesiri iki misli felâket oldu. Bir taraftan hiçbir fayda elde etmeden Fransızlar'm gururunu yaraladık; diğer taraftan im­paratorlukları üzerindeki hükümranlıklarını muhafa­za etmeleri için gayret gösterdik. Zira bütün korku­muz Fransız sömürgelerindeki istiklâl havasının İtal-yanlar'ın Kuzey Afrika'daki sömürgelerine bulaşma­sı idi. Madem ki bu topraklar şimdi İngiliz ve Ame­rikan kuvvetlerinin işgali altındadır, bu neticenin bizler için bir felâket olduğunu da söyleyebilirim. Bizim bu yanlış dış politikamız İngilizler'in Suri­ye'de ve Libya'da kurtarıcı rolünde gözükmelerine dahi sebebiyet vermiştir.

Askerî açıdan bakıldığı zaman durum daha par­lak değildir. İtalya'nın harbe girişi, düşmanlarımıza ilk zaferi kazanmak imkânını vermiştir. Bu zafer sa-

yesinde Churchill yurttaşlarının cesaretini tazeleye­bilmiş ve dünyadaki bütün İngiliz taraftarlarına yeni ümitler vermişti. İtalyan'lar Habeşistan'da ve Lib­ya'da hiçbir duruma hâkim değilken; fikrimizi sor­madan, hattâ bize haber vermeden tepeden inme bir şekilde Yunanlılar'a karşı tamamıyla lüzumsuz bir savaşa girişmişlerdi. Yunanistan'daki şeref kırıcı başarısızlıkları Balkan Devletlerinde bize karşı bazı hoşnutsuzlukların meydana gelmesine sebebiyet verdi. Yugoslavlar'ın 1941 ilkbaharındaki dönüşleri­nin ve sertleşmelerinin sebebini burada aramak lâ­zımdır. Bütün plânlarımızın aksine olarak Yugoslav­lar'ın sertleşmesi bizi Balkanlar kesiminde müdaha­leye mecbur kılmış, bundan da Rusya'ya karşı aça­cağımız harbin gecikmesi söz konusu olmuştur. Bal-kanlar'da en iyi tümenlerimizden bir kaçını körleş-tirdik. Zira, bu tümenlerle uçsuz bucaksız bir sahayı işgale mecbur kalmıştık. Şayet Balkanlar'da karga­şalık olmasaydı, en iyi tümenlerimizden birkaçını bu bölgede kullanmak lüzumu da doğmayacaktı. Bal­kan memleketleri bize karşı seve seve iyi niyetli bir tarafsızlık politikasını kabulleneceklerdi. Halbuki Korent ve Girit üzerine gönderdiğimiz paraşütçüle­rimizi Cebelitarık'da kullanmayı tercih ederdik.

Ah, keşke İtalyan'lar harbin dışında kalsalardı. Keşke savaşan milletler arasına girmeselerdi. Bizleri birbirimize bağlayan dostluk ve menfaatler açısın-dan İtalyanlar'ın bu davranışı, bizim için ne kadar   büyük bir kıymet taşıyacaktı? Müttefikler ne kadar sevineceklerdi. Çünkü İtalya'nın askerî kudreti hak­kında pek fazla bir şey bilmeseler de, bu devletin bu kadar zayıf olacağını tahmin edemezlerdi. İtalya'nın harbin dışında kalmasıyla, belki de mühim bir kud­reti bertaraf ettiklerine sevineceklerdi. Fakat bu devletin harp dışında kalması dahi her zaman müm­kün olabilecek bir İtalyan müdahalesine engel ol­mak için, yarımaadanın yakınlarında çok sayıda kuvvet bulundurmaya mecbur olacaklardı. Bu du­rum bizim için zaferin ve harbin tecrübelerini tanı­mayan, hareketsizliğe mahkûm edilmiş, yığınla İngi­liz kuvvetleri demektir. Kısacası, bu "tuhaf harp" yalnızca bizim menfaatimize uzayacaktı.

Uzayan bir harp düşmana fayda verir, düşman harp de pişmek imkânını bulur. Ben bu harbi düş­mana harbetmek sanatını öğrenmek için fırsat veya zaman bırakmayacak tarzda idare etmek ümidinde idim. Polonya'da, İskandinavya'da, Hollanda'da, Belçika'da ve Fransa'da buna benzer neticeler al­dık: En az zayiatla sür'atli zaferler; düşmanlarımızın mahvını getiren kesin ve katıksız zaferlerdi bunlar...

Şayet mihver devletleri değil de, bu harp yalnız Almanya'nın idare ettiği bir harp olsaydı, Rusya'ya 15 Mayıs 1941 den itibaren hücum edebilirdik. Mutlak zaferlerle bir misli daha kuvvetlenmiş olan bizler, kıştan evvel Rusya harbini tamamlardık. O zaman her şey değişecekti.

Vefa hissimden dolayı İtalya'yı tenkit etmekten veya mahkûm etmekten her zaman çekindim. Zira Avusturya'nın Almanya tarafından ilhakı) yapıldığı zaman Benito Mussolini'nin davranışını asla unuta­mam. Her zaman İtalya'yı Almanya ile aynı eşitlik plânı üzerinde tuttuk. Ama ne yazık ki hayatın ka­nunları eşitiniz olmayanlara eşitinizmiş gibi muame­lesi yapılmasının yanlış olduğunu göstermişlerdir. Duçe benim dengimdi. Belki de milleti hakkındaki ihtirasları yönünden benden de üstündü. Fakat mü­him olan ihtiraslar değil, olaylardır.

Biz Almanlar, böyle hâllerde bizler için tek başı­mıza kalmanın daha iyi olduğunu hatırlamamız lâ­zımdır. Dönekliklerini defalarca ortaya koymuş zayıf milletlere kendimizi bağlamak, bize çok şey kaybet­tirir, ama hiçbir şey kazandırmaz. Ben her zaman "İtalya daima nerede bulunursa zafer ordadır," der­dim. Halbuki "zafer nerede ise İtalya oradadır," de­mek lazımmış.

Ne Duçe'nin şahsına olan bağlılığım, ne de İtal­yan milletine karşı olan içten dostluğum değişmedi. Fakat beni İtalya'ya karşı kaba bir politika gütmeye sevk eden aklın sesini dinlemediğime esef ediyo­rum. Bu kaba politikayı hem Duçe'nin şahsî menfa-


 

 


 

60'


 

atleri, hem de halkının geleceği için uygulamalıy­dım. Tabii bu tutumun affedilemeyeceğini biliyor­dum. Fakat iyiliğim yüzünden mukadder olmayan bir hayli olay meydana geldi, olamayacak işler oldu. Nedense hayat hiçbir zaman zaaf gösterenleri affet­miyor.

FÜHRER'İN GENEL KARARGÂHI, 19 Şubat 1945

Birleşik Amerika'yı bize karşı harbe sokmak için Roosevvelt'in, Japonya'nın Pearl harbour saldı­rısını bahane ettiği bir gerçektir. Ama bizim nazarı­mızda Japonya'nın harbe girişinin hiçbir gölgeli ta­rafı yoktur. Dünya Yahudiliği tarafından yönlendiri­len Roosevvelt, Nasyonal Sosyalizmi ortadan kaldır­mak için harbe girmeye kararlıydı ve bunun için de başka bir bahaneye muhtaç değildi. Harbe karış­mak istemeyen Amerikalılar'ın direncini yenmek için Roosewelt'in kendisi bazı bahaneler ortaya atıp, uydurabilirdi. Zaten bu biçimdeki sahtekârlık­lar kendisini rahatsız edecek değildi. Ne de olsa Pe­arl Harbour felâketinin büyüklüğü, onun için bir müjde olmuştu. Yurttaşlarını topyekûn harbe sürük-lemek ve muhaliflerin son mukavemetini yok etmek için ona böyle bir felâket gerekmekteydi. Japonları kışkırtmak için elinden gelen her şeyi yaptı. Bu ya­pılanlar Amerikan Cumhurbaşkanı Wilson'un I. Dünya Harbi sırasında çevirdiği manevraların daha geniş bir plân üzerinde tekrarından başka bir şey değildi. I. Dünya Harbi esnasında Lousitania gemi­sinin şeytanca torpillenmesi, Amerikalıları Alman­lar'a karşı harbe sürüklemek için hazırlanmış bir dü­zendi. Şayet 1917'de Amerika'nın I. Dünya Harbi­ne girişi önlemedi ise, 25 yıl sonra bu müdahalenin olayların mantığına yazılı bulunması tabiidir. Bu müdahale kaçınılmazdı.

Dünya Yahudiliği ilk önce 1915 yılında mütte-fikleri kendi emelleri uğrunda kullanmaya başlamış- ti. Fakat bizim için 1933 yılında, yani 3. Reich'ın doğuşunda inatçı bir savaş ilân edilmişti. Kaldı ki son çeyrek asır içinde Amerika Birleşik Devletlerin­de Yahudilerin tesiri durmadan büyümüştü. Birleşik Devletlerin harbe girişi kaçınılmaz olduğuna göre, yanıbaşımızda Japonya gibi değerli bir müttefike sahip olmak bizim için paha biçilmez bir şanstı. Bu aynı zamanda Yahudiler için de büyük bir şanstı. Uzun zamandan beri bekledikleri fırsat zuhur etmiş­ti. Amerika Birleşik Devletlerini kendilerinin olan bir harbe iteceklerdi. Özellikle bu gaye uğrunda, bütün Amerikalıları birleştirmekle ustalıklarını ispat-lamış oluyorlardı. Amerikalılara gelince, onlar da 1919 yılındaki hayâl kırıklığından sonra bir Avrupa harbine girmeye pek istekli değillerdi. Ama hiçbir zaman "sarı tehlike" korkusu ile o kadar dolu olma­mışlardı. İnsan Yahudilere kapılınca, zengine kapılı­yor demektir. Bu yolda Yahudinin zenginliği ile be­raber onun en Makyavelist niyetlerine de kapılmak kaçınılmaz bir âkibettir.

Bu konuda Yahudilerin ayrıntılı bir plâna sahip bulunduklarına eminim. Onlar uzun zamandan beri kötülüklerine bulaştıramadıkları Japonya denen ve bir dünya devleti olan bu Doğu İmparatoı luğunu başka beyaz bir ırka boğdurmak imkânlarını araştır­mışlardır.

Bizim için Japonya daima bir müttefik ve bir dost olacaktır. Bu harp bize biraz daha Japonya'yı takdir etmeyi ve ona hürmet etmeyi öğretti. Japon­ya bizi birbirine bağlayan bağları kuvvetlendirmeye teşvik etmelidir. Şüphesiz ki bu devletin bizimle ay­nı günde Rusya'ya harp ilân etmemesi teessüfe şa­yandır. Şayet olaylar bizim temenni ettiğimiz gibi cereyan etseydi, ne bu anda Stalin'in orduları Bres-lau'yu kuşatacak, ne de Budapeşte'de ordugâh ku­rabileceklerdi. O zaman bolşevikleri 1941 kışında temizleyecek, muhakkak ki Roosevvelt'de bizim çapta düşmanlarla karşılaşmakta tereddüt edecekti. Aynı zamanda 1940 tarihinde, yani Fransa'nın


 

mağlûbiyetinden sonra, Japonların Singapur'u ala­mamalarına esef edebiliriz. O zaman Birleşik Ame­rika'da yapılan Başkan seçimlerinden ötürü, Birle­şik Devletler harbe müdahale etme imkânına sahip değildi. Bu da harbin dönüm noktalarından biri ol­muştur.

Her şeye rağmen, Japonlarla biz mutlak surette beraberiz, beraber yeneceğiz veya beraber mahvo­lacağız. Şayet önce biz mağlûp olursak, Rusların Japonya'ya harp ilân etmeyip "Asya Dayanışması" masalını devam ettireceklerini kat'iyyen sanmıyo-


 

FÜHRER'İN GENEL KARARGÂHI, 20 Şubat 1945


 

rum.

Cebelitarık'ı 1940 yazında Fransa'nın mağlûbi­yetinden sonra, hem İspanya'da yaratmaya muvaf­fak olduğumuz heyecandan, hem de İngiltere'nin geçirdiği şaşkınlıktan istifade ederek işgal etmeliy­dik.

Fakat güç olan o sırada İspanya'yı yanıbaşımız-da harbe sokmak keyfiyeti idi. Halbuki birkaç hafta önce İtalya'nın zaferimizin (!) imdadına koşmasına o sırada engel olmak imkânsızdı.

Bu Lâtin memleketleri nedense bize şans getir­miyor. Döneklikleri zayıflıkları ile direkt orantılıdır. Bu hâlleri bütün oyunu berbat ediyor. İtalyanların harp meydanında parlak arzularına set çekemedik.


 

Halbuki harbe iştirak etmemeleri şartıyla onlara bir kahramanlık beratı vermeye, askeri zaferin kazancı­nı ve kazanılmış bir harbin bütün avantajlarından pay ayırmaya hazırdık.

İngilizlere gelince, bizden daha fazla onlar Lâtin müttefikleri tarafından aldatıldılar. Şayet Chamber-lein (1938 yılında İngiliz başbakanı idi) Fransa'nın içinde bulunduğu çözülmüş durumdan haberdar ol­saydı, her halde harbe girmezdi. Zira İngilizlerin he­sabına göre, Fransa kara harbinin bütün yükünü çe­kecekti. Polonya için Chamberlein sadece timsah gözyaşları döküyordu. Bu memleketi derisini yüzül-meye bırakmak kadar hiçbir şey tabii olamazdı.

Lâtin milletler en gülünç iddialarla en büyük maddi zaafı birleştirmiş durumdadırlar. İster dost İtalya, ister düşman Fransa olsun, her ikisinin de zaafı bizim kaderimize menfî yönden tesir etmiştir.

Duçe ile benim aramda olan bütün anlaşmazlık­ların temeli, ar aşıra bu zaafa karşı almak mecburi­yetinde bulunduğum tedbirlerdir. Ona karşı besledi­ğim mutlak güvene rağmen projelerimizin başlan­gıçta bozulmasını istemediğimden dolayı plânlarım­dan onu haberdar etmezdim. Ben Mussolini'ye iti­mat ediyorduysam, o da Ciano'ya itimat ediyordu (Musolini'nin Dışişleri Bakanı ve damadı) halbuki bu sonuncusu da etrafında kelebekler gibi dönen güzel kadınlardan hiçbir sırrını saklamıyordu. Bunu biz bi­liyoruz. Düşmanlarımıza gelince onlar da bilmek için çok para harcıyorlardı. Böylelikle birçok sırları­mız düşmanlarımıza ulaşıyordu.

O hâlde her zaman her şeyi Duçe'ye söyleme­mem için mühim sebeplerim vardı. Teessüfe şayan­dır ki o bu mecburiyeti anlamadı, bana gücendi ve aynı şekilde davranma yolunu tuttu.

Kısacası Latinler bizi yerimize çivilediler. Fransa ile gülünç bir politikayı sineye çekmek için Monto-ire'a gittiğimde, sonra sahte bir dostun kucaklama­larına Handay'de katlandığımda sözüm ona dostum olan üçüncü bir Lâtin millet, başka yerde meşgul bulunmamdan istifade ederek, Yunanistan'a karşı uğursuz politikasını yürütüyordu.

 

FÜHRER'İN GENEL KARARGÂHI,


 

, 21 Şubat 1945

Eserimizi inşa etmek için barışa ihtiyacımız var­dı. Ben her zaman barış istedim. Fakat düşmanları­mız tarafından hep harbe itildik. 1933 Ocağında iktidara geçişimizden beri aralıksız olarak her za­man harp tehdidi mevcuttu.

Bir taraftan Yahudiler ve onlara koltuk verenler vardı, diğer taraftan politikada realist görüşü tatbik edenler vardı. Bütün tarih boyunca bunlar birbirle­riyle anlaşmaları mümkün olmayan iki ayrı düşünce cephesini temsil ediyorlardı. Bir tarafta her şeyi dü­şünen bir insanın ve dünya çapında bir formülün tatbik edilmesini isteyenler vardı, diğer tarafta ise realistler bulunuyordu. Nasyonal Sosyalizm Alman insanından başka hiçbir şeyle ilgilenmez ve onun saadetinden başka hiçbir şey aramaz.

Enternasyonalistler, idealistler, hayalciler her zaman fazla yükseği hedef olarak alıyorlar. Ulaşıl­ması mümkün olmayan bir cenneti vaadederek bü­tün dünyayı aldatıyorlar. Etiketleri ne olursa olsun, Hıristiyan, komünist, hümanist adını alsın; samimi, ahmak, utanmaz veya eyyamcı olsun, bütün bu in­sanlar ellerinde bayrak gibi salladıkları bu formüller­le ancak köle imâl edebilmektedirler. Eldeki imkân­lar nispetinde ben daima kendi çapımızda bir cen­neti tahayyül ettim. Bu cennete Alman milleti geliş­me yoluyla ulaşacaktır.

Yalnız yerine getirebildiğim ve yerine getirebil­meye muktedir olduğum şeyleri vaadetmekle yetin­dim. Kışkırttığım dünya çapındaki kinlerin sebeple­rinden biri de budur. Bütün düşmanlarım gibi yerine getirilmeleri imkânsız olan vaadlerde bulunmadığım için oyunun kurallarını bozuyordum. Kararlı ve iti­raf edilmeyen gayelerin, insanların saflığını istismar etmek alışkanlığı içinde olanlardan ve kışkırtıcılar­dan daima uzak kaldım.

Nasyonal Sosyalizm doktrininin dışardan getiril­miş bir doktrin olmadığını her zaman ilân ettim. Al­man milleti için hazırlanmış bir fikir olduğunu göz­ler önüne serdim. Nasyonal Sosyalizmin ilham etti-ği bütün teşebbüsler ister istemez sınırlı ve ulaşılma­sı mümkün hedefleri ihtiva etmektedir. O hâlde ne bölünmez barışa ne de bölünmez harbe inanmamak lâzımdır.

Münih Anlaşması arefesinde 3 'ncü Reich'ın düşmanlarının ne pahasına olursa olsun kanımıza girmek istediklerini ve onlarla anlaşmanın mümkün olamayacağını anlamıştım. Büyük burjuva, kapita­list Chamberlein aldatıcı şemsiyesi ile sonradan görme bu Hitler ile görüşmek için Berghof'a rahat­sız olup geldiği zaman, bize karşı merhametsiz bir savaşa girişeceğini o da biliyordu. Beni uyutmak için bana ne olursa olsun çok şeyler verebilirdi. Bu seyahati yaparken tek ve biricik gayesi zaman ka­zanmaktı. O sıralarda bizim menfaatlerimiz önce ve aniden vurmaktı. Harbi 1938 yılında yapmak lâ­zımdı. Zira harbin yayılmaması için bu elimizdeki son fırsattı.

Müzakere masasında karşımızda oturanlar ön­celeri tuttukları her şeyi bıraktılar. Korkaklar gibi bütün isteklerimize boyun eğdiler. O zamanki şart­lar içinde harbe girmek teşebbüsünü ele almak ha­kikaten güçtü. Münih'de ÖNLENMESİ MÜM­KÜN OLMAYAN BİR HARBİ kolayca ve çabu çak kazanmak fırsatını kaybettik.


 

 

Kendimiz de her ne kadar hep hazır sayılma-dıysak da, yine de düşmanlarımızdan daha derli toplu idik. 1938 yılının Eylül ayı böylesine bir hü­cum için en az müsait olan bir tarihdir. Fakat savaşı sınırlandırmak ne mümkün!

Silâhlar yolu ile hesaplaşmak metodunu tercih etmemiz lâzımdı. Bu hâl bizim için bir mecburiyet olmuştu. Hattâ düşmanlarımızın o an bütün arzula­rımıza boyun eğme kararlarına dahi aldırmayacak­tık. Südet problemini silâh yoluyla çözmekle Çekos­lovakya'yı ortadan kaldırmış ve bütün haksızlığı da Beneş'e yüklemiş olacaktık. Münih'de bulunan hâl çaresi ancak geçici olabilirdi. Zira Almanya'nın kal­binde ne kadar küçük olsa dahi "müstakil bir Çe­koslovakya yarasının" mevcudiyetine ne olursa ol­sun müsaade edemezdik. Bu yarayı 1939 yılının Mart ayında deşdik. Ama 1938 yılında yapabilece­ğimiz silâhlı müdahalelerden çok daha düşük şartlar içinde idik. Zira dünya kamu oyunun gözünde ilk defa kendimizi haksız duruma sokuyorduk. Artık Almanların 3 'ncü Reich'ın idaresi altında birleşme dâvasını değil, Alman olmayan bir halk üzerinde hi­maye kurmak durumunda gözüküyorduk.

Harp 1938 yılında açılsaydı, Çeklerin hâkimi­yeti altında bulunan Südet Almanları, Slovaklar, Macarlar ve hattâ Polonyalılar'm kurtuluşu için bir yıldırım harbi olurdu. Şansımız ve olayların sür'ati

yüzünden bunalacak olan Fransa ve İngiltere, dün­ya kamu oyunun da bizden yana oluşu yüzünden pasif kalacaklardı. Hem de Fransız politikasının Do­ğu Avrupa'daki başlıca desteği Polonya, bizim ta­rafta bulunacaktı. Bizimle sırf Polonya için savaştık­larını söyleyen Fransa ve Büyük Britanya İmpara­torluğu çaresiz kalacaklardı. Bu devletlerin ayrıca böyle bir dünya harbini yapamayacaklarına da emindim. Bir kere silâhlar patladıktan sonra, hima­ye ettikleri memleketlerin gözünden düşmüş İngilte­re ve Fransa'nın işe karışmalarına meydan kalma­dan, Doğu Avrupa ve Balkanların askıda kalmış meselelerini de daha sonra halledebilecektik. Bize gelince, durumumuzu sağlamlaştırmak için gerekli zamanı kazanacak, mukadder olsa dahi dünya har­bini birkaç sene daha geciktirecektik.

Hali hazırda, düşmanlarımızın içine düştükleri uyuşukluk ve konfor düşkünlüğü belki de atadan kalma kinlerine üstün gelecek ve bizi unutacaklardı. Kimbilir belki de bütün isteklerimizin Avrupa'nın doğusuna yöneldiklerini fark edeceklerdir. Hattâ düşmanlarımız bu gayretler içinde mahvolmamız ümidini beslemek hatâsına dahi düşmüşlerdir. Her halükârda bir taşla iki kuş vuruyorlardı. Bir taraftan batıda barışı garantiye alıyorlardı; diğer taraftan da her ne kadar bize denk değilse de, büyüyen kudreti­ni yakından takip ettikleri Rusya'nın zayıflamasın­dan istifade etmek istiyorlardı.

FÜHRER'İN GENEL KARARGÂHI, 24 Şubat 1945

Birleşik Amerika ile yaptığımız bu harp aslında bir dramdır. Mantığa aykırı ve hakiki sebepten mahrum bir harptir.

Ben Almanya'da iktidara geçerken, Yahudiler tarafından seçilen Roosewelt'in Amerika Birleşik Devletlerinde kumandayı ele alması tarihin tesadüf­lerinin bir hükmüdür. Yahudiler ve onların bu adamı olmasaydı, her şey bambaşka olabilirdi. Zira birbir­lerini anlamaya ve sevmeye değilse de Almanya ve ABD'nin hiç olmazsa belirli bir gayret harcamadan birbirlerine tahammül edebilmeleri için elde mevcut her şey vardı. Hakikatte Amerika'nın iskânında Al­manların kudretli bir katılımı vardır. Birleşik Devlet­lere en çok kuzey kanını getiren yine biziz. Ameri-kan kurtuluş savaşında Steuben'in oynadığı azimli rol de inkâr edilemez.

Son büyük iktisadi buhran, Almanya ve Birleşik Devletleri aynı zamanda ve aynı derecede sarsmıştı. Bu buhrandan oldukça birbirlerine benzeyen çare­lerden faydalanarak kurtulduk. Bu işler her ne ka­dar zor idiyse de bizim için bir başarı ile neticelen­mişti. Onlarda ise bu başarıyı gerçekleştirmek fev­kalâde kolay olduğu halde, Roosewelt ve Yahudi danışmanları tarafından güçlükle başarılabilmiştir. New Deal (Roosewelt'in buhrandan sonra tatbik et­tiği politikanın adı) politikasının iflâsı, bu şahısların harp hezeyanlarından ileri gelmiştir. Birleşik Devlet­ler pekâlâ otarşik bir ekonomi içinde yaşayabilirler­di. Zaten bizim de rüyamız böyle bir sisteme ulaş­maktı. Sonsuz bir toprak sathına sahiptirler ve bu­radan her çeşit enerjiyi elde etmeleri mümkündür. Almanya'ya gelince, insan potansiyelinin ölçüsünde toprakları üzerine bir gün mutlak bir iktisadî istiklâ­le kavuşmasını ümit ediyorum. Büyük bir millet ge­niş bir toprağa muhtaçtır.

Almanya, Birleşik Devletlerden hiçbir şey bek­lemiyor, o hâlde onların da Almanya'dan korkmala­rına gerek yoktur. Herkes kendisi için, mükemmel bir harmoni içinde yaşarken her şeyi anlaştırmak mümkündür. Her şeyi bozan dünya Yahudiliğinin bu memlekete kudretli burçlarını yerleştirmiş olmasıdır.

İlişkilerimizi bozan ve her şeyi çığırdan çıkaran bu­dur, evet yalnızca budur. Amerikalıların eteklerine it yapışmış, onların ürettikleriyle beslenen işgalci Ya­hudiliğin kendileri için ne biçim belâ olduğunu 25 yıl geçmeden anlayacaklarına eminim. Amerika'yı ilgilendirmeyen menfaatler uğruna, Amerikalıları il­gileri olmayan maceralara sürükleyen, yine bu Ya-hudilerdir. Yahudi olmayan Amerikalıların, Yahudi-

I' lerin kinlerini paylaşmalarına ve onların dümen su­yunda yürümelerine sebebiyet verecek tek mecburi­yetleri var mıdır? Çeyrek aşıra kadar Amerikalılar,

l ya şiddetli Yahudi düşmanları olacaklar ya da yutu­lacaklardır.

Biz bu harbi kaybedersek, bu Yahudilerin bizi yendikleri mânâsına alınmalıdır. O zaman topyekûn zafere ulaşmış olacaklar. Aynı zamanda bu zafer muhakkak ki kısa ömürlü bir zafer olmaktan ileri gi­demeyecektir. Yalnız Avrupa'da değil Birleşik Ame­rika'da bile Yahudilere karşı mücadele açılacaktır. A.B.D. tarihinin getirdiği olgunluğa erişmemiş genç bir memleket olduğundan, siyasi anlayışın dehşetli bir mahrumiyeti içindedir. Şimdiye kadar Amerikalı­lar için her şey kolaydı. Tecrübe ve güçlükler bu mil­leti olgunlaştıracaktır. Milletlerin doğduğu günlerde, Amerikan milleti nerede idi? Dünyanın her tarafın­dan gelmiş, servet fethine girişen, açlıklarını iyice yatıştırmak için sınırsız ve bakir bir kıtayı önlerinde

bulan bir takım kimselerden meydana gelmiştir bu millet. Kaldı ki her ırka mensup, daha millî bir ru­hun harcı ile birbirlerine bağlanmış olan bu yığın Ya­hudilerin yırtıcılığı için ne ideal avdır? Onların yeni av sahası üzerinde yaptıkları ve yapacakları ile mu­kayese edildiği zaman bunu Yahudilerin bizde yap­tıkları ve Nasyonal-Sosyalizmin son verdiği aşırılık-larla kıyaslamak mümkün değildir. Amerikalılar Ro-osevvelt'in şahsında sahte bir Tanrıya taptıklarını ve bu tatlı su Yahudisinin bir aldatıcı olduğunu anla­makta gecikmeyeceklerdir. Bu gerçek Birleşik Dev-letler'in bakış açısından olduğu gibi dünya'nın bakış açısından da öyledir. Roosewelt Amerikalıları onla­rın olmayan yol üzerinde yürüttü ve kendilerini ilgi­lendirmeyen bir kavga içinde onlara aktif bir rol oy­nattı. En küçük politika içgüdüsü bile onlara kendi muhteşem tecritleri içinde kalmayı ve bu mücadele­de hakemlikten başka rol kabul etmemeyi ilham et­meliydi. Biraz olgunluk ve tecrübe sebebi ile yırtılmış bir Avrupa'nın karşısında mutlak bir tarafsızlık için­de kalmanın yüksek menfaatleri gereği olduğunu şüphesiz anlamalıydılar. Müdahale etmekle kendile­rini biraz daha istismarcıları olan Yahudilerin boyun­duruğu altına soktular. Bu sonunculara gelince, yal­nız kendi görüş açılarından dünyayı tanıyorlar, ne yaptıklarını da gayet iyi biliyorlar.


 

Bu mühim devre içinde, kader Amerikan Dev­let Başkanının Roosevvelt'ten başka birisinin olma­sını isteseydi, bu adam Amerikan ekonomisin 20. yüzyılın ihtiyaçlarına uydurmasını bilecek ve Lin-coln'den beri Amerikanın en büyük Devlet Başkanı olacaktı. 1930 yılındaki iktisadî buhran, dünya ça­pında bir gelişme buhranından başka bir şey değil­di. İktisadi liberalizmin geçmiş bir formülden ibaret olduğunu ortaya koyuyordu. Buhranın anlamını ve çapını anladıktan sonra şifa verici çareleri bulmak mesele olmayacaktı. İşte Birleşik Devletlerin büyük bir başkanının üzerine alacağı rol... Bu davranış ona dünya çapında eşsiz bir itibar sağlayacaktı. Va­tandaşlarını milletlerarası büyük meselelerle ilgilen­meye teşvik edecek, dünya üzerinde gözlerini aça­caktı. Ama acımasız Roosevvelt'in yaptığı gibi mille­tini dünya kavgasının ortasına fırlatmak bir çılgınlık­tı. Bu adam Amerikalıların cehaletini, saflığını ve iyi niyetini büyük ölçüde istismar etti. O, Amerikalılara dünyayı Yahudi objektifinden gösterdi. O onları öy­le bir yola sürükledi ki şayet bu millet bütün gücü        ile işe girişmezse yerle bir olacaktır.

Davranışlarının bizim ve Avrupa'nın kaderi üze­rinde tesiri olmasaydı Amerikalılar'ın işleri bizi ilgi­lendirmezdi. Başlarına gelecekler umurumuzda dahi değildi.

Bizi başka bir özellik Birleşik Devletlere yaklaş­tırıyordu. Ne onların ne de bizim bir sömürge poli­tikamız vardı. Almanlar hiçbir zaman emperyalist olmamışlardır. 19 'ncu asrın sonundaki davranışları tarihimizde bir kaza alameti olarak kabul ediyorum. 1918 yılında yenilmemiz hiç olmazsa bizi bu kaçı­nılmaz olan yol üzerinde durdurmuştur. Çünkü o devirde Almanlar, kıskandıkları Fransız ve İngilizleri sömürgecilik yolu üzerinde taklide çalışıyor ve bu başarının kısa ömürlü olduğunu bilmiyorlardı.

3 'ncü Reich'ın lağvedilmiş bu geçmişin hasreti­ni çekmediğini kabul etmek, idaremize karşı kadir­şinaslık olur. İdaremiz kesin bir cesaretle kudretli bir devlet birliği anlayışına ve büyük bir kıta politikası­na yüzünü döndü. Halbuki Amerikalılar'ın hakiki si­yasi geleneği de bunun aynısıdır; Başka kıtaların iş­lerine karışmamak ve başkalarının da yeni dünya­nın işlerine karışmasına engel olmak (Monroe Doktrini)

FÜHRER'İN GENEL KARARGAHI, 25 Şubat 1945

Daima çabuk hareket etmek zarureti içinde ol­duğumuzdan acelelikle her şeyi bozduğumuzu bir büyük olay olarak kabul edelim. Halbuki bizim du­rumumuzda çabuk hareket etmek acele ile hareket etmek demektir. Sabır denen Tanrı vergisine sahip olmak için, zaman ve zeminimizin de daima bol ol­ması lâzım gelirdi. Kaldı ki ne birine ne de diğerine sahibiz. Slav karakterinin önemli bir vasfı olan pa­siflik vasfını hesaba katmazsak Ruslar hem zamana hem de zemine sahiptirler.

Bütün bunlar yetmezmiş gibi marksizm dini sa­yesinde bir halkı sabırlı kılmak için gerekli olan her şeye sahiptirler. Hıristiyanlığın aksine olarak, mark­sizm dininin sahipleri olan Ruslar, saadeti yeryüzün-

de fakat gelecekte vadederler. Yahudi Mardose, yâ­ni Marks her iyi Yahudi gibi Mesihi bekliyordu. O Mesihi bir tarihi maddecilik şuuru içine yerleştire- i rek, dünya saadetini hemen hemen sınırsız olan bir gelişmenin içinde düzenlemiştir. Saadet elinizin al­tındadır. Size bunu söz veriyorlar. Fakat istenilen -gelişmenin zorlamadan devamı için beklemeniz lâ­zımdır. İşte böyle bir numara ile insanları elde tutu­yorlar! Lenin'in yapmaya vakit bulamadığını Stalin yapacak, gibi sözlerle herkes avutulmaktadır! Bu açıdan Marksizm kuvvetli gözüküyor. Ya Yahudiliğin diğer çocuğu olan Hıristiyanlıktan ne haber? O, ı inananlarına yalnız öteki dünyadaki saadeti söz ver­mekle yetinmektedir. Hıristiyanlık bu bakımdan Marksizmden   ölçülmeyecek   kadar daha kuvvetli- > dir.

Ben bir insan hayatının müddeti boyunca her şeyi başarmak kaderinin pençesindeyim. Hizmetim- de realist bir ideolojiden başka bir şey yoktur. Elle tutulabilir şeylere tutunduğum için, ancak gerçek-leştirilebilecek vaatlerin sağlayıcısı olduğum için va-tandaşlarıma ay'ı vadedemem. Başkalarının ebedi­yete sahip oldukları yerde, ben ancak bir kaç zavallı saniyeye sahibim. Onlar eserlerini bıraktıkları yer-den devralacak aynı sabanla aynı izi kazacak halef-lerin geleceğini biliyorlardı. Halbuki ben kendi ken­dime soruyorum. Acaba haleflerim arasında elim-


 

den kaçırdığım meşaleyi alıp daha da alevlendire­cek seçkin bir adam gelecek mi?

Benim için başka bir mukadderat oyunu daha var. Ben Alman milleti kadar geçmişi trajik ve acı olaylarla dolu bir milletin hizmetinde bulunuyorum. Bu milletin o kadar değişmeye temayülü vardır ki, şartların uygunluğuna göre bir aşırılıktan diğer bir aşırılığa insanı şaşırtan bir rahatlıkla geçmektedir. Benim durumumda ideâl olan ilk önce Alman mille­tinin varlığını garantilemek, daha sonra tamamıyla Nasyonal-Sosyalist bir gençlik yetiştirmek, en so­nunda gelecek nesillere kaçınılmaz harbin yükleye­ceği görevleri yerine getirmek vazifesini vermektir: O zamana kadar Alman milleti tarafından temsil edilecek kuvvetten düşmanlarımız çekinmedikçe, kaçınılmaz harp fikri ayakta kalacaktır. Almanya bu şekilde maddeten ve manen hazır olacaktı. Çocuk­luktan beri prensiplerimize göre yetişmiş bir idare, bir diplomasi ve bir ordu kadrosu tarafından yöneti­lecekti. Alman milletini hakkı olan mertebeye çı­kartmak için başladığım eser, maalesef ne bir tek şahsın ne de bir tek neslin eseri olacaktır. Her şeye rağmen Alman milletine büyüklük duygusunu, bü­tün Almanların yıkılmaz büyük bir devletin içinde birleşmek düşüncesini fısıldadım. İyi bir tohum ek­tim. Alman milletine mevcudiyeti için yürüttüğü kavganın mânâsını anlattım.


 

İstikbalde bu maksadın kazanmasına hiçbir şey mani olmayacaktır. Almanya genç ve kuvvetli bir millettir. Bütün istikbâli önünde olan bir millettir.

FÜHRER İN GENEL KARARGÂHI, 26 Şubat 1945


 

Rusya'nın hesabını görmek kararı, İngiltere'nin inat edeceğine inandığım anda verilmişti. İngiltere ile aramızda tamiri imkânsız olayların geçmesini ön­lemekte gösterdiğim sportmen anlayışımı Churchill hakkıyla değerlendiremedi. Gerçekten İngilizleri Dunkerk'de mahvedebilirdik ama etmedik. Her za­man muhalefet ettikleri önemli işleri zahmetsizce gerçekleştirdiğim Almanya'nın kıta üzerindeki haki­miyetinin onlar için çok elverişli şartları yaratacağını onlara göstermek için müsamahakâr davranıyor-dum.

Temmuz ayının sonunda, yani tam Fransa'nın mağlûbiyetinden bir ay sonra, barışı elden kaçırdığı­mızı anlamıştım. Birkaç hafta içinde hâkimiyet sağ-layamazsak Eylül sonlarından önce ingiltere'yi işgal
edemeyeceğimiz meydanda idi. Biz batıda meşgul
iken Baltık ülkelerini ve Besarabya'yı işgal etmekle,
Sovyetler niyetlerini ortaya koymuşlardı. Diyelim ki
bu davranışları da sineye çekebilirdik. Ama Molo-
tof'un Kasım ayında Berlin'e yaptığı seyahat her
şeyi gözle görülür hâle getirmişti. Bu kusursuz ko­
medilerle Stalin yalnızca zaman kazanmak, Finlan­
diya ve Balkanlardaki çıkış noktalarını kuvvetlendir­
mek istiyordu. Farelerle oynar gibi bizlerle oynama-
yi deniyordu. 

Asıl felâket 15 Mayıstan önce hücuma geçme imkânsızlığımızdı. Zaten ilk darbede başarı göster- mek için gecikmeden vurmak lâzım geliyordu. Fa­kat Stalin bu harbi daha önce başlatabilirdi. Bütün kış müddetince, bilhassa 1941 ilkbaharında Rusla-; r m harbi başlatması saplantısı içinde yaşamıştım, Bir isyan havası estiriyordu. Bu ardarda gelen hezi-metler, o zamanlar düşman olsun dost olsun yenil-mezliğimize inananların kanaatlerine dolayısıyla te-sir ediyordu.

Yugoslavya'nın bize yüz çevirmesinin başka bir sebebi yoktu. Bu ise bizi Balkanlarda harbe sürükle- meye mecbur etmişti. Halbuki daha önce ne paha-sına olursa olsun bu felâketi önlemek için şartları çok zorlamıştım. Bu yola bir defa girdikten sonra işin sonunu hiç kimse kestiremezdi. 1941 yılı ilkba-

harında Rusya'ya sevkettiğimiz kuvvetlerin küçük bir kısmı yakın doğuyu çabucak kurtarabilirdi. Fakat bu işte asıl tehlike üslerimizden fazla uzaklaşmakla Ruslara hücum işaretini vermiş olmamızdı. Onlar ya yaz döneminde veya sonbaharda bizim için felâ­ketlerle yüklü teşebbüslere girebilirlerdi. Bu düşün­ce bütün cesaretimizi kırıyordu.

Yahudileşmiş demokratik ülkeler konusunda Sovyetlerde bir fil sabrı vardı. Uzun veya kısa bir müddet sonra, üstelik harp yoluna başvurmadan, bu ülkelere hükmedeceklerini biliyorlar. İlk çelişme­lerinden ötürü; kurtuluşlarına imkân olmayan iktisa­dî buhranlardan ötürü, Marksizmin zehirleme faali­yetlerine karşı müsait oluşlarından ötürü... Fakat 3 'ncü Reich söze konu olduğu zaman işlerin değişe­ceğini biliyorlardı. Bütün sahalarda, barışta veya harbde onlardan üstündük. Sovyetlerin sabrının te­meli, tehlikelerden sakınmayı, gayelerini gerçekleş­tirmek için lüzumu kadar beklemeyi onlara öğreten felsefeleridir. Bir yıl, bir nesil, gerekirse bir asır. Za­man onlara pahalıya mal olmuyordu. Marksizm bo­yunduruğu altında bulundurduğu kölelere dünya cennetini ne bu gün ne de yarın sadece belirsiz bir istikbâl için vadediyordu.

Kuvvetlerinin kaynağı olan bu sabırlarına rağ­men, Sovyetler İngiltere'nin ortadan silinmesine karşı ilgisiz kalamamışlardı. Zira Birleşik Amerika

ve Japonya birbirlerini yerken, Sovyetlerin bizimle teke tek karşı karşıya kalmak tehlikesi başgösteri-yordu. Bizim tarafımızdan seçilen zaman ve zemin üzerinde, aramızda askıda kalan eski bir hesabın le­himize halledileceğine muhakkak gözüyle bakıyor­lardı.

Moskova paktının birinci yıl dönümünde Bolşe­vikliğin defterini silâh zoruyla dürmek kararını ver­diysem, adı geçen paktın imzalanmasından önce Stalin'in de bizim hakkımızda aynı kararı verdiğini biliyordum.

Tam bir sene süresince samimi olmasa da, dos­tane bir anlaşmanın Stalin Rusyası ile aramızda sağlanmasını ümit ettim. 15 yıllık bir iktidar tecrü­besinden sonra gerçekçi olan Stalin'in karanlık marksizm ideolojisinden kurtulup bu zehiri yalnız dışda kullanmak üzere muhafaza ettiğini tahmin ediyordum. Çarların imparatorluğunu yıkmakta hiz­met gören Yahudi aydınlarını temizlemekte göster­diği sertlik, ümitlerimizi arttırıyordu. Eseri olan bu totaliter imparatorluğun yıkılışında Yahudi aydınla­rın vazife görmelerine müsaade etmeyeceğini sanı­yordum. Stalin'in imparatorluğu aslında Deli Pet-ro'nunkisinin manevi mirasçısıdır.

Her iki tarafta kusursuz bir realizm anlayışı için­de, uzun ömürlü bir anlaşmanın şartlarını yaratabi-

lirdik: Herkese düşen tesir sahasını sınırlandırarak işbirliğini yalnız iktisadî sahaya bağlı kılmakla, öyle bir şekilde ki, her iki taraf da aradığını bulabilsin. Bu öyle bir anlaşma olacaktı ki gözler daima açık parmaklar daima tetikte duracaktı!


 

 


 

FÜHRER'İN GENEL KARARGÂHI, 27 Şubat 1945

Ben Avrupa'nın son şansıyım. Avrupa kendi birliğini önceden alınmış kararlar ve reformlarla ya­pamazdı. Bu kıt'anın milletleri birlik yolunda cazibe ve ikna gayretleriyle fethedilemezdi. Ona sahip ol­mak için, ona saldırmak lâzımdı.

Avrupa ancak harabeler üzerinde inşa edilebilir. Maddî harabeler üzerine değil; özel menfaatlerin birleşmesinden meydana gelen harabeler üzerine; iktisadî dolapların harabesi üzerine, dar fikirlerin harabesi üzerine, modası geçmiş alışkanlıkların ha­rabesi üzerine ve anlamsız serseri ruhunun harabesi üzerine... Hiç kimseye imtiyaz tanımadan, herkesin menfaatine göre Avrupa'yı birleştirmek gerekiyor­du. Napoleon bunu mükemmel surette anlamıştı.


 

Barışın fethinden korkan, asıl barışı elde etmek için ona sahip olmanın sonsuz ümidi ile aralıksız harp etmeye mecbur olan Napoleon'un acılarını herkesden iyi anlayıp, takdir edebilir durumdayım. 1940 yazından beri aynı acılan yaşıyorum. Kıt'anın menfaaetleri arasına burun sokan daima aynı İngil­tere idi. İhtiyarladı fakat zayıflamadı. Aksine eski­sinden daha fena ve daha zehirli oldu. O İngiltere ki bu olumsuz davranışında durumun tabiatına kar­şı, bugüne kadar bölünmemizden istifade ederek yaşayan ve yaşamada devam etmeyi ümit eden Ya-hudi enternasyonali tarafından tahrik edilen, ondan ilhamı alan Birleşik Devletler'in desteğine sahipti.

FÜHRER İN GENEL KARARGÂHI, 2 Nisan 1945


 

Şayet bu harpte mağlûp olursak, bu mağlûbiyet topyekûn bir hezimet olacaktır. Düşmanlarımız he­deflerini o kadar aşikâr şekilde belirtmişlerdir ki, hakkımızda besledikleri niyetler bahsinde hiçbir za­man ümide kaplamayacağımızı biliyoruz. İster Ya­hudiler, ister Rus Bolşevikleri veya onların ardı sıra gelen düşman sürüsü olsun, Nasyonal-Sosyalist Al-manyasını yıkmadan, mahvetmeden, toz etmeden silâhları elden bırakmayacaklarını biliyoruz. Birbirle­rine bu kadar zıt iki ideolojinin çarpıştığı böylesi bir harpte, fena biten bir savaşın mutlak bir hezimetle sonuçlanması zaten normaldi. Her iki taraftan da bu mücadelenin tam takatsiz kalınıncaya kadar yü­rütülmesi gerekmektedir. Bize gelince, biz ya zafere


 

veya kanımızın son damlasına kadar mahvolmaya kararlıyız.

Bu zalim bir düşüncedir. Devletimizin maalesef
gelip gelen düşmanlarımız tarafından param parça
edildiğini, halkımızın bolşevik vahşilerle, Amerikan
gangsterlerinin gazabına terkedildiğini dehşetle ta­
hayyül ediyorum. Bu tablolar Alman milletinin istik­
baline olan yenilmez inancını gölgelemiyor. Alman­
ya'nın yeniden doğuşu biz acı çektiğimiz derecede
parlak olacaktır! Alman milletinin ruhu bize yardım­
cıdır. Alman milletinin mevcudiyetini tehlikede gör­
düğü zaman ölü hâle gelmesi özelliği, bize bir defa
daha hizmet edecektir, fakat, şahsen ben bizim ye­
nilmiş Üçüncü Reich Almanyasına halef olacak bir
ara Almanya'sında yaşamaya tahammül edemez­
dim. 1918 de rezalet ve ihanet bahsinde gördükle­
rimizi şimdi tahayyül edeceklerimizle mukayese da- 
hi edemeyiz. 12 yıl Nasyonal-Sosyalizm tatbikatın- 
dan sonra böyle bir şeyin meydana gelebileceği na-'
sil düşünülebilir? Kendisini kahramanlığın zirvesine
götüren seçilmişler zümresinden mahrum olan Al-
man milletinin seneler boyu çamur içinde yuvarlan-
ması nasıl düşünülebilir?                                               

Bu durumda ruhları sarsılmayan, sadık kalanlar için hangi emir, hangi kural söz konusu olabilir? Kabuğuna çekilmiş, vurulmuş, hayat ve ölüm ara­sında yaşayan Alman milleti kendisine vermiş oldu-ğu ırkî kanunlara hürmet etmeye kendini zorlamalı­dır. Gün geçtikçe Yahudi hakimiyeti ile kuşatılan bir ,! dünyada, bu kuşatmaya karşı direnme gücü kaza­nan bir milletin, eninde sonunda ölümü yenmesi lâ­zımdır. Bu açıdan bakıldığında Almanya ve Orta Avrupa'dan Yahudilerin temizlenmesi, Nasyonal-Sosyalizme karşı minnettar kalınması lâzım gelen bir hususdur. İkinci mesele bütün Almanlar arasında çözülmez bir birliğin kurulmasıdır. Ancak hepimiz birleştiğimiz zaman bütün değerlerimiz meydana çı­kar: Yani Prusyalı, Bavyeralı, Avusturyalı, Renanlılı-ğı bırakıp sade Alman olmalıyız. Bismarck'ın devle­tinin sınırı içinde bütün Almanları toplamaya teşeb­büs eden Prusyalılar milletimizin 30-40 yıl içinde kıt'anın en büyük devleti haline gelecek derecede kuvvetlenmesine yardım ettiler. Kendim, bütün Al­manları Nasyonal-Sosyalist olan Üçüncü Reich için­de toplamakla, onları Avrupa'nın yaratıcısı haline getirdim. Ne olursa olsun Almanlar aralarındaki kö­tülük tohunlarının ortadan kaldırılmasının ve kendi­lerini birleştiren unsurların büyük bir sebatla aran­masının kendileri için mecburi olduğunu unutma­malıdırlar.

Yabancı olanlar için kesin kurallar koyup, uygu­lamak imkânsızdır. Zira problemlerin verileri tama­mıyla değişir. 20 sene evvel Avrupa'da Almanya için iki müttefik devletin varolabileceğim yazmıştım:


 

İngiltere ve İtalya. Bu müddet içinde dünyanın sey­rini takip ettiği gelişmeden dolayı, olayların çığır­dan çıkması bu politikayı mümkün kılmamıştır. İngi­lizlerin daha imparatorluk kudretleri varsa artık im­paratorluklarını muhafaza etmek için manevi kuv­vetleri yoktur. Görünüşte dünyaya hükmediyorlardı. Hakikatte kendileri dünya Yahudiliği tarafından ida­re ediliyorlardı. İtalya Roma İmparatorluğunun ihti­rasları ile yaşıyordu. Evet; o bu İmparatorluğun ihti­rasını besliyordu ama bu ihtirasların gerçekleşme­sinde yardımcı olacak bir ruh ve madde kuvvetin­den mahrumdu. İtalya'nın tek kozu hakiki bir Ro­malı tarafından idare edilmesiydi. Bu hakiki Romalı için ne büyük dram! Ve bu ülke için ne dram! Mil-letlerin ve insanların gerekli olan maddî destekler­den mahrumiyetleri söz konusuyken büyük ihtiras­lar beslemeleri tam manâsıyla fecaattir.

Gelelim Fransa'ya. Fransa hakkında düşündük­lerimi de bundan 25 sene evvel yazdım. Fransa, Al­man milletinin can düşmanı kalmakta devam et­mektedir. Miskinliği ve sinir krizleri bizi bazen jest­lerinin mânâsını küçümsemeye sürüklemektedir. Belki de daha zayıf durumlara düşse bile zayıflığı tedbirli davranmamıza engel olmamalıdır. Fran­sa'nın askerî kudreti artık bir hatıradan başka bir şey değildir. Bu yönden bizi rahatsız etmeyeceği muhakkaktır. Neticesi ne olursa olsun bu harp

Fransa'yı büyük devletler listesi üzerinde 5 'nci sıra­ya düşürmüştür. Yeni durumunda bize karşı tehlikeli olursa bu onun hudutsuz rüşvet potansiyeli ve şan­taj yapmak sanatından ileri gelecektir. O halde iti­matsızlık ve teyakkuz. Almanlar kendilerini bu deniz kızının kollarında uyumaya asla bırakmasınlar!

Ne de olsa yabancılarla ilgili konularda katı prensipler üzerinde durulmaz. Zamanın şartlarına uymak lâzımdır. Almanya'nın emin dostlarını Yahu­di tahribatına karşı olan milletler arasından temin edeceği muhakkaktır. Damarlarımızda akan akraba­lık kanına rağmen Japonların, Çinlilerin ve İslâm ülkelerinin, meselâ Fransa'dan daha fazla bizlere yakın olacaklarına inanıyorum. Asırlardan beri Fransa'nın dejenere olması ve seçkin tabakasının Yahudi ruhu tarafından yıkılması hakiki bir felâket­tir. Bu yutulma öyle bir orana varmıştır ki, artık ta­miri mümkün değildir. Fransa bir Yahudi politikası yapmaya mahkûmdur.

Üçüncü Reich'ın hezimeti halinde, Asya, Afrika belki de Güney Amerika'da milliyetçi hareketler beklene dursun, dünyada birbirlerine karşı çıkabile­cek yalnız iki kuvvetli devlet kalacaktır: Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyet Rusya. Tarihin ve coğ­rafyanın kanunları bu iki devleti ister askerî plân, is­ter sadece iktisadi ve ideolojik plân üzerinde olsun boy ölçüşmeye zorluyor. Aynı kanunlar onları Avru-pa'nın düşmanı olmaya mahkûm ediyor. Bu kudret­li devletlerden biri veya diğeri muhakkak surette az veya çok zaman sonra harbin sonunda meydana gelecek hakiki Avrupalı bir milletin desteğini sağla­mayı arzu edecektir. -Alman milletinin.- Bütün kuv­vetimle haykırıyorum: Ne pahasına olursa olsun Al­manlar, Amerikalılar ve Ruslar'm oyunları içinde bir piyon rolü oynamayı kabul etmesinler.

Bu sırada ideolojik plân üzerinde Yahudileşmiş Amerikalılığın mı, yoksa bolşevikliğin mi bizim için daha fazla zararlı olacağını kestirmek güçtür. Belki de Ruslar olayların baskısı altında Yahudi marksiz-minden kopup, yırtıcı ve vahşi ifedesiyle ebedî Pa-nislâvizmi temsil edeceklerdir. Amerikalılar'a gelin­ce, üzerinde bulunduğu dalı kesen maymunun zekâ­sına sahip olan bu millet, New York Yahudisinin boyunduruğunu silkmeye muvaffak olamazsa. Eh! herhalde akıllanacak yaşa varmadan batacaktır.

Bu kadar maddî kudreti, o kadar ruhî zaafla bir­leştiren Amerikalılar, gövde büyümesi hastalığına tutulmuş çocuklar gibidirler; İnsanın "acaba o kadar çabuk meydana geldiği gibi yine öyle kaybolmaya mahkûm olan bir mantar - medeniyet karşısında mıyım?" diye soracağı geliyor.

Şayet Kuzey Amerika kendine büyük, ama boş prensipler ve sözüm ona Hıristiyanlık ilmi üzerine

kurulmuş maymuncuk ahlâkından daha ciddi bir doktrin kuramazsa, acaba uzun müddet bu kıt'a be­yazların hüküm sürdüğü bir yer olabilir mi? Bu tak­dirde kilden ayaklar üzerine oturtulmuş bu devin aniden yükselişinden sonra, yine aynı hızla kendini yıkma uğraşına girdiği görülecektir. Bu ani yıkılışın sarı ırka mensup milletler için ne şahane bir baha­ne olacağını düşünelim bir defa! Hukuk ve tarih yö­nünden onlar da, tamamıyla Avrupalıların 16. asır­da Amerika kıt'asını istilâ etmek için kullandıkları sebepleri ileri sürebilirler. Çoğalışları ve yarı aç oluşları onlara tarihin tanıdığı yegâne hakkı tanıya­caktır. Yeter "ki bu hak kuvvetle desteklenebilsin: Bu açların açlıklarını bildirme hakkıdır!

Evet! İki büyük harbin içine daldırdığı bu zalim dünyada yaşama şansına sahip olacak beyaz millet­ler, acıya dayanıklı, mücadele etmek cesaretini ümitsizlik içinde dahi gösteren ve bu hasletleri ölü­me kadar muhafaza edebilecek milletlerdir. Bu de­ğerleri muhafaza etmek talihi, kendilerinden hare­kete geçerek, işgalci Yahudi ideolojisini bünyelerin­den uzaklaştıran milletlere nasip olacaktır.

SON


 

 


 

KONU İLE İLGİLİ BİRKAÇ. ÖNEMLİ TARİH

12 Mart 1938

Alman ordularının Avusturya'ya girişi  Fiili İş gal.       

         29 Eylül 1938

Münih Konferansı. 23 Ağustos 1939

Alman - Sovyet sadırmazlık paktının imza edil­mesi.

l Eylül 1939

Almanya'nın Polonya'ya hücumu. Savaş başlı-

yor.

3 Eylül 1939

İngiltere ve Fransa'nın Almanya'ya savaş ilânı. 28 Ekim 1940

İtalyan - Yunan savaşının başlaması.

'103'

Siyasi Vasiyetim

16 Eylül 1940

Birleşik Amerika'da "Ödünç ve Kiralama" ka­nununun kabulü.

7 Aralık 1941

Pearlharbour'daki Amerikan donanmasının Ja­ponlar tarafından imhası. A.B.D.'nin harbe girişi

22 Haziran 1941

Alman ordularının Sovyetlere hücumu.

Mayıs 1945
Almanya'nın teslimi.
6 Ağustos 1945

Hiroşima'ya atom bombalarının atılışı.

Ağustos 1945
Nagazaki'ye atom bombasının atılışı.
21 Eylül 1945

Japonya'nın teslimi.

•104»