ADALET
İstanbul'un fethinden sonra Hazreti Fatih bütün mahkümleri serbest bırakmıştı.
Fakat bu mahkumların içinden iki papaz zindandan çıkmak istemediklerini
söyleyerek dışarı çıkmadılar. Papazlar Bizans imparatorunun halka yaptığı zülüm
ve işkence karşısında ona adalet tavsiye ettikleri için hapse atılmışlardı.
Onlar da bir daha hapisten çıkmamaya yemin etmişlerdi.
Durum Hazreti Fatih'e bildirildi. O, asker göndererek, papazları huzuruna davet
etti. Papazlar hapisten niçin çıkmak istemediklerini Hazreti Fatih'e de
anlattılar. Fatih o dünyaya kahreden iki papaza şöyle hitap etti:
- Sizlere şöyle bir teklifim var: Sizler İslam adaletinin tatbik edildiği
memleketimi geziniz, müslüman hakimlerin ve müslüman halkımın davalarını
dinleyiniz. Bizde de sizdeki gibi adaletsizlik ve zulüm görürseniz, hemen gelip
bana bildiriniz ve sizler de evvelki kararınız gereğince uzlete çekilerek hâlâ
küsmekte haklı olduğunu isbat ediniz.
Hazreti Fatih'in bu teklifi papazlar için çok cazip gelmişti. Hemen Padişahtan
aldıkları tezkere ile İslam beldelerine seyahate çıktılar. İlk vardıkları
yerlerden biri Bursa idi... Bursa'da şöyle bir hadiseyle karşılaştılar:
Bir Müslüman bir yahudiden bir at satın almış, fakat hiçbir kusuru yok diye
satılan at hasta imiş. Müslümanın ahırına gelen atın hasta olduğu daha ilk
akşamdan anlaşılmış. Müslüman sabırsızlıkla sabahın olmasını beklemiş, sabah
olunca da erkenden atını alıp kadının yolunu tutmuş. Fakat olacak ya, o saatte
de kadı henüz dairesine gelmemiş olduğundan bir müddet bekledikten sonra adam
kadının gelmeyeceğine hükmederek atını alıp ahırına götürmüş. Atını alıp
götürmüş ama at da o gece ölmüş.
Hadiseyi daha sonra öğrenen kadı, atı alan müslümanı çağırtıp meseleyi şu
şekilde halletmiş:
- Siz ilk geldiğinizde ben makamımda bulunsa idim, sağlam diye satılan atı
sahibine iade eder, paranızı alırdım. Fakat ben zamanında makamımda
bulunamadığımdan hadisenin bu şekilde gelişmesine madem ki ben sebep oldum, atın
ölümünden doğan zararı benim ödemem lazım, deyip atın parasını müslümana vermiş.
Papazlar islam adaletinin bu derece ince olduğunu görünce parmaklarını
ısırmışlar ve hiç zorlanmadan bir kimsenin kendi cebinden mal tazmin etmesi
karşısında hayret etmişler.
Mahkemeden çıkan papazların yolu İznik'e uğramış. Papazlar orada şöyle bir
mahkeme ile karşılaşmışlar:
Bir müslüman diğer bir müslümandan bir tarla satın alarak ekin zamanı tarlayı
sürmeye başlar. Kara sabanla tarlayı sürmeye çalışan çiftçinin sabanına biraz
sonra ağzına kadar dolu bir küp altın takılmaz mı? Hiç heyecan bile duymayan
Müslüman bu altınları küpüyle tarlayı satın aldığı öbür müslümana götürüp teslim
etmek ister;
- Kardeşim ben senden tarlanın üstünü satın aldım, altını değil. Eğer sen
tarlanın içinde bu kadar altın olduğunu bilseydin herhalde bu fiata bana
satmazdın. Al şu altınlarını, der.
Tarlanın ilk sahibi ise daha başka düşünmektedir. O da şöyle söyler:
- Kardeşim yanlış düşünüyorsun. Ben sana tarlayı olduğu gibi, taşı ile toprağı
ile beraber sattım. İçini de dışını da bu satışla beraber sana verdiğimden,
içinden çıkan altınları almaya hiçbir hakkım yoktur. Bu altınlar senindir
dilediğini yap, der. Tarlayı alanla satan anlaşamayınca mesele kadıya, yani
mahkemeye intikal eder. Her iki taraf iddialarını kadının huzurunda da
tekrarlarlar.
Kadı, her iki şahsada çocukları olup olmadığını sorar. Onlardan birinin kızı
birinin de oğlunun olduğunu öğrenir ve oğlanla kızı nikahlayarak altını cehiz
olarak verir.
Papazlar daha fazla gezmelerinin lüzumsuz olduğunu anlayıp doğru İstanbul'a
Hazreti Fatih'in huzuruna gelirler ve şahit oldukları iki hadiseyi de aynen
nakledip şöyle derler:
- Bizler artık inandık ki, bu kadar adalet ve biribirinin hakkına saygı ancak
İslam dininde vardır. Böyle bir dinin salikleri başka dinden olanlara bile bir
kötülük yapamazlar. Dolayısıyla biz zindana dönme fikrimizden vazgeçtik, sizin
idarenizde hiç kimsenin zulme uğramayacağına inanmış bulunuyoruz, derler. (1)
Kaynak:
1) Büyük Dini Hkayeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi
Adalet Ve Tevazu
Emevi halifelerinin büyüğü
Ömer b. Abdülaziz Hazretleri, devlet başkanlığı sırasında kul hakkı ve sosyal
adalet hususunda çok titiz davranırdı. Gece çalışmalarında ayrı işlere tahsis
ettiği iki kandili vardı. Bunlardan birini kendi özel işleriyle ilgili notları
yazarken kullanır, öbürünü ise devlet ve millet işleriyle ilgili yazışmalarda
kullanırdı. Halife, birden fazla gömleği olmayan, varlıksız biriydi.
Yakınlarından birisi Ömer b. Abdülaziz'e bir elma hediye göndermişti. O da
elmayı biraz kokladıktan sonra sahibine geri gönderdi. Elmayı geri götüren
görevliye şöyle dedi:
- Ona de ki, elma yerini bulmuştur.
Fakat görevli itiraz edecek oldu:
- Ey müminlerin başkanı! Rasulullah Aleyhisselâm hediye kabul ederdi. Bu elmayı
gönderen de senin yakınlarındandır.
Halife cevap verdi:
- Evet ama, Rasulullah s.a.v.'e verilen hediye idi. Bize gelince, bize verilen
hediyeler rüşvet olur.
Valilerin maaşlarını çok bol verirdi. Sebebini şöyle açıklardı:
- Valiler para sıkıntısı çekmezler, bütün ihtiyaçları karşılanırsa, kendilerini
halkın işlerine vakfederler.
Bir gece halifenin yanında bir misafiri vardı. Kandilin yakıtı tükenmişti.
Misafir dedi ki:
- Hizmetçiyi uyandıralım da kandilin yağını koyuversin.
- Hayır, bırak onu uyusun. Ben ona iki ayrı işi yaptırmak istemem.
- Öyleyse ben kalkıp kandile yağ koyayım.
- Olmaz, misafire iş gördürmek yiğitlikten sayılmaz.
Kendisi kalktı, kandilin yağını koyup yerine döndü ve şöyle dedi:
- Ben kalkıp iş yaparken de Ömer'dim; gelip oturdum, yine aynı Ömer'im.
İki buçuk yıllık halifelik döneminde İslâm aleminde adaleti hakim kılmıştı.
Büyük dedesi Hz. Ömer r.a. gibi adalet ve basiret sahibiydi. Henüz kırk
yaşlarında iken onu çekemeyenler tarafından bin dinar altın para karşılığında
hizmetçisi eliyle zehirlenmişti. Hizmetçisi suçunu itiraf ettiğinde, Ömer b.
Abdülaziz, paraları adamdan alarak devlet hazinesine koymuş, kendisini serbest
bırakmış, öldürülmekten kurtulması için de kaçmasını söylemişti.
Ağızdaki Taşın Hikmeti
Birgün hazret-i Ebû Bekr
'r.a.', hazret-i Fahr-i âlem seyyid-i veled-i âdem Nebiyyi muhterem ve habîb-i
mükerremin 's.a.v.' huzûr-ı şerîflerinde, se'âdetle otururlarken; Bir bedbaht
kötü huylu kimse; bir edebsizlik edip, Ebû Bekre dil uzatıp, yakışıksız sözler
söyledi. Hazret-i Server-i kâinât; o edebsiz, Ebû Bekre edebsizlik etdikce;
birşey söylemez, ba'zan da tebessüm eder idi. Hazret-i Ebû Bekr; o bedbaht ve
edebsizin edebsizliği haddi aşınca; zarûrî olarak gadaba gelip, birkaç söz
söyleyince; hazret-i Fahr-i kâinât, se'âdetle ve devletle yerinden kalkıp,
gitdi. Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' Sultân-ı Enbiyânın ardına
düşüp, yetişdi ve dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Niçin, bir hayâsız, edebsizlik edip, gönül incitirken, susu,
birşey söylemediniz. Şimdi, ben ona söyleyince, kalkıp, gitdiniz; sebebi nedir.
Hazret-i Fahr-i kevneyn ve Resûl-i sakaleyn 's.a.v.' buyurdu ki:
- Yâ Sıddîk! O hayâsız ve bedbaht sana dil uzatmağa başladığı zemân, Allahü
teâlâ bir melek gönderdi ki, o kimseyi karşılayıp, kovacak idi. Sen, hemen
gadaba geldin; söylemeğe başladın. O melek gidip, yerine iblîs geldi. İblîs-i
la'înin olduğu yerde, ben durmam.
Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk 'r.a.' ondan sonra, vaktli vaktsiz söz söylememek
için, mubârek ağzına bir taş koyar idi. Ne zemân söz söylemek lâzım gelse,
evvelâ fikr ederdi. Bir söz söyliyeceği zemân, o sözü kendi kendine nice zemân
düşünür, tefekkürden sonra, mubârek ağzından o taş parçasını çıkarıp, ne söz
söyliyecek ise söyler idi. Sonra o taş parçasını mubârek ağzına alıp, tesbîh ve
tehlîl ile meşgûl olurdu. Kimseye, hayrdan ve şerden dünyâ kelâmı söylemez, eğer
kat'î lâzım ise ve çok efdal ise, söylerdi. Yoksa, gecede ve gündüzde tesbîh ve
tehlîl ile meşgûl idi.
Kaynak:
Menakıb-i Çihar Yar-i Güzin
Ahde Vefa
Hz.Ömer arkadaşlarıyla sohbet ederken, huzura üç genç girerler, derlerki
-Eyhalife bu aramızdaki arkadaş bizim babamızı öldürdü ne gerekiyorsa
lütfenyerine getirin.
Bu söz üzerine Hz.Ömer suçlanan gence dönerek:
-Söyledikleridoğrumu diye sorar.
Suçlanan genç derki evet doğru bu söz üzerine Hz Ömer:
-Anlat bakalım nasıl oldu diye sorar.
Bunun üzerine genç anlatmayabaşlar,derki :
-Ben bulunduğum kasaba hali vakti yerinde olan bir insanımailemle beraber
gezmeye çıktık kader bizi arkadaşların bulunduğu yere getirdi. Hayvanlarımın
arasında bir güzel atım varki dönenbir defa daha bakıyor hayvana ne yaptıysam bu
arkadaşların bahçesindenmeyva koparmasına engel olamadım, arkadaşların babası
içerden hışımla çıktıatıma bir taş attı atım oracıkta öldü, nefsime bu durum
ağır geldi, ben de birtaş attım babası öldü, kaçmak istedim, fakat arkadşlar
beni yakaladı,durumbundan ibaret,dedi.
Bu söz üzerine Hz Ömer söyleyecek bir şey yok bu suçun cezası idam,madem suçunu
da kabul ettin...
Bu sözden sonra delikanlı söz alarak:
-Efendim birözrüm var, ben memleketinde zengin bir insanımbabam rahmetli olmadan
bana epey bir altın bıraktı, gelirken kardeşim küçükolduğu için saklamak zorunda
kaldım şimdi siz bu cezayı ifnaz edersenizyetimin hakkını zayi ettğiniz için
Allah indin'de sorumlu olursunuz, bana üçgün izin veriseniz ben emaneti
kardeşime teslim eder gelirim, bu üç güniçin de yerime birini bulurum der.
Hz Ömer dayanamaz derki:
-Bu topluluğayabancı birisin, senin yerine kim kalırki? der,
Sözün burasında genç adamortama bir göz atar derki,
-Bu zat benim yerime kalır, o zat Hz peygamber (s.a.v)efendimizin en iyi
arkadaşlarından, daha yaşarken cennetle müjdelen Amr ibniAsr' dan başkası
değildir. Hz Ömer Amr 'a dönerek
-Ey amr delikanlıyı duydun, der.
O yüce sahabi:
-Evet, ben kefili, der ve genç adam serbest bırakılır.
Üçüncü günün sonunda vakit dolmak üzere ama gençten bir haber yoktur,Medinenin
ileri gelenleri Hz Ömere çıkarak gencin gelmeyeceğini, dolayısıylaAmr ibni Asr'a
verilecek idamın yerine, maktülün diyetinin verilmesini teklifederler, fakat
gençler razı olmaz ve babamızın kanı yerde kalsın istemiyoruz, derler.
Hz Ömer kendinden beklenen cevabı verir, derki,
-Bu kefil babam olsafarketmez, cezayı infaz ederim.
Hz Amr ibni Asr ise tam bir teslimiyetiçerisinde derki,
-Biz de sözümüzün arkasındayız.
Bu arada kalabalıkta birdalgalanma olur ve insanların arasından genç görünür.
Hz Ömer gence dönerek derki,
-Evladım gelmeme gibi önemli bir fırsatın vardıneden geldin.
Genç vakurla başını kaldırır ve:
-Ahde vefasızlık etti demeyesiniz diye geldim, der.
Hz Ömer başını bu defa çevirir ve Amr ibni Asr'a derki,
-Ey amr sen bu delikanlıyıtanımıyorsun nasıl oldu da onun yerine kefil oldun?
Amr ibni Asr :
-Bu kadarinsanın içerisinden beni seçti, insanlık öldü dedirtmemek için kabul
ettim der.
Sıra gençlere gelir derlerki,
-Biz bu davadan vazgeçiyoruz, bu sözün üzerine Hz Ömer :
-Ne oldu biraz evvel babamızın kanı yerde kalmasın diyordunuz ne oldu da
vazgeçiyorsunuz?
Gençlerin cevabı dehşetlidir :
- Merhametsiz insan kalmadı deneyesiniz diye.
Ahsen-ül Kasas
Başlıkta okuduğumuz terkip,
'Kıssaların en güzeli' demektir. Bu tâbir, Kur'ân-ı Kerim'de, Hz. Yûsuf
aleyhisselâmın kıssası için kullanılmıştır. Bu kıssayı, ya bir tefsirden, veya
onunla alâkalı bir kitaptan okumanızı tavsiye ederiz.
Bildiğimiz sebeplerle Kenan diyarından Mısır'a getirilen Hz. Yûsuf, Yâkup
aleyhisselâmın oğludur. Dedesi Hz. İshak, büyük dedesi de Hz. İbrâhim'dir. Hepsi
de şirke karşı tevhîdi, küfre karşı îmânı tebliğ etmiş, Allâh'ın nûrunu kalplere
nakşetmek için mücâdele etmişlerdir.
Böylesine muazzez, mukaddes ve müberrâ bir nesilden gelen Hz. Yûsuf, aristokrat
bir hayat içinde yüzen Mısır saraylarında; hayâ, edep ve terbiye âbidesi olarak
insanlara örnek olmuş, aslâ gayr-i meşrû tekliflere iltifat etmemişti. Hatta
ahlâksızca yapılan îmâ ve baskılara karşı Cenâb-ı Hakka, bunlardan kurtarması
için yalvarıp, 'Zindan, bunların beni dâvet ettiği şeyden iyidir Rabbim, dedi.'
(S. Yûsuf, 33)
Sonra, Aziz ve arkadaşları, Hz. Yûsuf (a.s.)'un mâsûmiyetini isbat eden bütün o
kat'î delilleri görmelerine rağmen, halkın dedi-kodusunu kesmek için onu zindana
attılar. Hatta onunla beraber, biri hükümdârın sâkîsi, diğeri de ekmekçisi olmak
üzere iki delikanlı daha hapse atıldı. Onlar, hükümdarı zehirlemeye teşebbüs
etmek suçuyla itham olunuyorlardı.
Bunlardan biri,
- Ben rüyamda kendimi şarap için üzüm sıkıyor gördüm, dedi.
Öbürü ise;
- Ben de rüyamda kendimi başımda ekmek götürüyor, kuşlar da gagalayıp yiyor
gördüm, dedi. Bize bunların tâbirini haber ver; çünkü biz seni, iyilik
edenlerden görüyoruz, dediler.
Dahhak rahımehullah hazretlerine;
- Yûsuf aleyhisselâmın iyiliği ne idi? diye sorulduğunda, şöyle cevap verdi:
- O, dâima iyiliği tercih eder, bütün hâl ve hareketlerinde güzel ahlâkını
gösterirdi: Zindandaki hastaları ziyaret eder, mahzunlara dost ve arkadaş olup
onları tesellî eder, yeri dar olanlara genişlik sağlar, muhtaç olanlara yardım
toplayıp verirdi.
Yûsuf aleyhisselâm delikanlılara dedi ki:
- Size rüyanızda rızık olarak yiyecek bir şey gelecek oldu mu, ben muhakkak onun
ne olduğunu, daha size gelmezden evvel rüyanızı tâbir eder, haber veririm.
Dikkat edilirse, Yûsuf aleyhisselâm onları, kendisine sorulanlara cevap
vermezden evvel, tevhîde dâvet ve doğru yola irşad etmek istiyor. Bu dâvet ve
tâbirinde doğruluğuna delâlet etmek üzere de, gaybden haber verme mûcizesini
anlatıyor. Zira bütün peygamberlerin, peygamber olduklarını isbat için mûcize
göstermeleri gerekir.
Yûsuf aleyhisselâm konuşmasına devam ederek şöyle diyor:
- Bu, Rabbimin bana öğrettiği ilimlerdendir. Çünkü ben, Allâh'a inanmayan,
âhireti de inkâr eden bir kavmin dînini terk ettim. Atalarım İbrâhim, İshak ve
Yâkub'un dînine uydum. Allâh'a herhangi bir şeyi ortak koşmamız bizim için doğru
olmaz. Bu tevhid, bize ve bütün insanlara Allâh'ın bir lûtfudur; fakat,
insanların çoğu buna mukabil şükretmezler.
Ey Benim zindan arkadaşlarım, düşünün bir kere; darma dağınık birçok rabler mi
iyi, yoksa her şeyi hükmü altında tutan ve kahredici olan bir tek Allah mı?
Sizin onu bırakıp taptıklarınız, kendinizin ve atalarınızın takmış oldukları
kuru, mânâsız ve boş isimlerden başkası değildir. Allah, onların gerçekliği
hakkında hiçbir delil indirmemiş, onlara hiçbir güç vermemiştir. Hüküm, yalnız
Allâh'ındır. O, yalnız kendisine ibâdet etmenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din
budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Ey zindan arkadaşlarım, rüyalarınıza gelince; biriniz efendisine şarap içirecek,
diğeri ise asılıp tepesinden kuşlar yiyecektir. İşte hakkında fetvâ istemekte
olduğunuz mes'ele, böylece olup bitmiştir.
Bundan sonra Yûsuf aleyhisselâm, bu iki delikanlıdan, kurtulacağını bildiği
kimseye yani sâkîye dedi ki:
-' Beni efendinin yanında an, benden bahset.
Fakat şeytan, efendisine onu anlatmayı unutturdu. Bu yüzden Yûsuf aleyhisselâm,
daha nice yıllar zindanda kaldı. (S. Yûsuf, 35-42)
Yani Hz. Yûsuf, Allah'tan başkasından yardım istediği için, beş yıllık
mahpusluktan sonra, yedi yıl daha hapiste kaldı. Zira böyle bir istek ümmetten
herhangi bir fert için gayet normal olmakla birlikte, bir peygamber için münasip
değildi.
Onun zindanda kaldığı 12 sene âyet-i kerimedeki 'üzkürnî ınde rabbik' kavl-i
keriminin harflerinin miktarına müsâvidir. Bu 12 adedinde daha başka acâib
sırlar da vardır:
Burçlar, aylar on ikidir. 'Lâ ilâhe illallah' ve 'Muhammedün Resûlüllah'ın
asılları da on ikişer harftir.
Kezâ Yâkup aleyhisselâmın oğulları da 12 idi. (Rûhu'l-Beyan)
Yûsuf aleyhisselâm, Mısır'ın iktisadî bakımdan en kritik bir devresinde yani
yedi sene süren kıtlık yıllarında hazînenin başına geçmiş ve önceden aldığı
tedbirlerle ülkeyi bir bâdireden kurtarmıştır.
Hz. Yûsuf, bu güzel hizmeti yapmayı, bizzat kendisi tercih etmiştir. İlk
bakışta, peygamberlik makamında bulunan bir zâtın Mısır Hükümdârı'nın emrinde
(bugünkü tâbirle) Mâliye Bakanlığı yapması garip karşılanabilir; fakat,
insanlığa iktisadî yönden bir hizmet verirken, kazandığı sevgi-saygı ve hüsn-i
zanla en müessir bir şekilde İslâm'ı tebliğ, telkin ve tâlim etmesi, kısacası o
milleti maddî-mânevî tehlikelerden beraberce kurtarması, ibret ve ders alınacak
bir husustur.
Onun içindir ki, Kur'ân-ı Hakîm'de Yûsuf aleyhisselâmın kıssasına, kıssaların en
güzeli mânâsında, 'Ahsenü'l-Kasas' tâbir edilmiştir.
Akşama Kadar Yaşamak
Mekke...
Yaşlı bir adam ve genç bir delikanlı bir köşede oturup konuşmaktalar. Önlerinde
iyi giyimli bir adam belirir. Genç olanın önüne bir kese altın koyar.
Genç:
- Sağol, paraya ihtiyacım yok.
- Olsun, ben sana veriyorum, ister sen harca, ister fakirere ver.
Genç fazla ısrar etmez. Keseyi alır hemen hepsini ihtiyacı olduğunu bildiklerine
dağıtır.
Yaşlı adam aynı akşam genci bir başkasından yardım isterken görür ve sorar:
- Niçin o bir kese altından kendine ayırmadın?
Genç:
-Akşama kadar yaşayacağımı düşünemezdim.
Uyan çavuş Tiz Uyan
Birinci Cihan Harbinde
Jandarma çavuşluğu yapmış Mürteza Baba İstanbul'un işgal hangâmesinde sallandığı
yıllarda Rumlar Batı Anadolu köylerinde muzırlık yapmaya başlayınca, oralara
sevk edilen kuvvetlerin içinde Mürtaza Çavuş'da vamış.
RumIarı geri püskürte püskürte Daya Kadın diye bir yere varmışlar. Hem epey
yoruldukları için, hem de gece bastırdığı için, orada, Balkan Harbinden kalma
tabyalarda geceleme durumu hasıl olmuş. Bir nöbetçi dikmişler, diğerleri yatmış.
Mürtaza Çavuşda yatmış tabii, derken, bir müddet sonra nöbetçi de uyuklayınca
Mürtaza Çavuş'a görünmeyen biri:
Uyan Çavuş tiz uyan!
Atik ol kurnaz davran!
Hemen kaldır eratı,
Aha geliyor düşman!
der gibi tekmelemeye başlıyor! Hemen uyanı­yr' tabii, asker tetikte uyur.
Sonra dikkatlice etraflarına şöyle bir bakıyor ki, Rumlar sürüne sürüne
kendilerine doğru gelyor! Ayın ondördüymüş o gün, ay ışığında görüyor bunu.
Ondan sonra, askerleri uyandırarak bir cayırtı koparıyorlar! RumIarın bir kısmı
ölü, bir kıs­ mı yaralı def olup gidiyorlar ..
Sabah olunca, gece kendisine görünmeyen bir kimse tarafından tekme atılan yeri
kazdırınca bir Türk şehidi çıkıyor. Evet! O şehid uyandırmış Mürtaza Çavuşu!
Sübhanallah, Sübhanallah!
Bayramlık Urba mı Müslümanlık?
Kastamonu Nasrullah Efendi
Camiinin İmamı Osman Efendi merhumun bundan altmış sene önceki -1950'lerde
yaptığı- bir bayram konuşması...
Saçı sakalı ağarmış, kırmızı yüzlü, babacan tonton bir insan olan Osman Efendi,
çok yaşlı ve bacaklarından da rahatsız olduğu için ağır ve minik adımlarla bir
kaç saatte gelip gidebilirmiş evinden camiye, camiden evine. Bir bayram günü
minbere çıktığı zaman, bakın neler söylemiş Osman Hoca:
Memnunuuuun! Memnunuuun!. Memnuuun!.. Neye memnunsun Hoca?
Neye memnun olacan, cömaata memnunum! Cömaatın çokluğuna memnunum! Başka
zamanlarda, şu direğin dibinde Amed Ağa, bu direğin dibinde Memed Ağa, o direğin
dibinde Hasan Ağa, gıvrılır oturur, üç beş gişiyi geçmez cömaat. Emme Bayram
oldu mu, hepiniz dolarsınız garii Camiye a?
Hoş geldiniz! Hoş geldiniz! Hoş geldiniz! Her zaman buyurun, her zaman bekleriz!
Gayrı vakıt ne yaparsınız leen? Bayramlık urba mı Müslümanlık? Neye her zaman
gelmezsiniz?
Gayrı vakıt ne yapan? Etlekmeği yin, üstüne gayfeyi içen, ondan sonra öyken
gabarı, Gayaltına giden, tak tak tak gapıyı vurun:
Kimoooo?
Herifin!
Ben de herifin!
Trank trank dabancala atılır, zabahlara gadar yatılır, sabah olunca doooğru
mahkemeye!
Neye?
Vukuuat vaa!
Keranada kerlik ettin değil mi, elbet giden goca gafalııııı!
Her türlü naneyi yin içen, kendinden geçen, ondan sonra da bayram gelince,
hayıdı yırtık deve gi bi gopuduk gopuduk camiye gelin günaf dökmeye a?
Ondan sonra da, camiden çıkarken, yanfiri yanfıri Hocaefendi'ye yanaşın,
ellerini oğuşturun durun gaari: Hocaefendi ... !
Sööle baalım ne vaaa?
Günehirniz çok emme, Cenaballah bizi cennetine go mı ki?
Gak oradan gara donuz, cennette ne işin vaa senin leeen?
Gayrı vakıtta zabahınan gakan, Madamayı goluna dakan giden.
Nereye gidiyooon?
Agubağaya gidiyon!
Goslak goslak Agubağaya giden: Agubaaaa!
Buyur beyim, ne iççen?
Bire!
- Bire ne ki? Kekremsu bişuy! Haşa huzurdan eşek sidüğü gibu bişuy!...
Bireler içulur.
Ondan sonra: Agubaaa! Ne vereez?
Beş mecidiye beyim!
Düğümlü keseyi açan, beş mecidiyeyi şrank şrank sayan, sonra da gapıda bi fakıra
raslayınca, ona:Ih!.. Cıncıh yoh!..
Hadi ordan gidi poh!
Nah giren cennete sen! Cennette işin ne senin leeen!
Emme, yoooooo Hoca, öyle dime gine de sen! Geldiler ya işte gine de, geldiler.
Kime geldiler?
Rablanna geldiler, Rablanna! Govma gaari onları sen! La tagnetü min
rahmetiIlaaah!..Allah'ın rahmetinden umut kesilmeeez! Elâ ine ahsenel kelam
Kaynak: Güzel İnsanlar, Mustafa Özdamar
Alabilirsen Al
Hacı Bayram-ı Velî'nin
doğduğu Zülfadl (Sol-Fasol) köyünden bir genç askere çağrılmıştı. Yetim olan bu
temiz genç, babasından kalma birkaç altınını, annesinden kalan hâtıra bilezik ve
küpleri emânet edecek bir kimse bulamadı. Hepsini küçük bir çekmeceye koyup,
Hacı Bayram-ı Velî'nin türbesine getirdi. Türbeyi ziyâret edip;
"Yâ hazret-i Hacı Bayram-ı Velî! Beni vatanî vazifemi yapmak için çağırdılar.
Annemden ve babamdan kalma şu hâtıraları emânet edecek bir kimse bulamadım. Bu
küçük çekmeceyi zâtı âlinize emânet bırakıyorum. Eğer askerden dönersem, gelir
alırım. Şâyet dönemezsem, istediğiniz bir kimseye verebilirsiniz!" diye münâcaat
etti.
Sonra çekmeceyi sandukanın kenarına koyarak ayrıldı.
Aradan yıllar geçti. Gencin askerliği bitti ve emânetini almak üzere Hacı
Bayram-ı Velî'ye geldi. Ziyâretini yapıktan sonra, çekmeceyi koyduğu yerde
buldu. Hiç dokunulmamıştı.
Orada türbeyi bekleyen türbedâra;
"Bu çekmece benimdir. Askere gitmeden önce emânet bırakmıştım. Şimdi alıyorum."
dedi.
Türbedâr;
"Tabi, alabilirsen al. Çünkü ben, bir defâsında bu çekmecenin yerini değiştirmek
istedim. Fakat bütün uğraşmalarıma rağmen yerinden bile oynatamadım. Bunda bir
hikmet olduğunu düşünerek, bir daha elimi bile sürmedim."
Genç, çekmecenin yanına gelip, Hacı Bayram-ı Velî'ye teşekkür etti ve emânetini
alarak köyüne döndü.
ALAY ETMENİN CEZÂSI
Gavs-ül-Memdûh
hazretleri, bir gün dergâhın önünde otururken Abdürrahîm Efendiyi huzûr-ı
şerîflerine çağırdı. Şam'a gidip gitmediğini sordu. O da;
"Gitmedim efendim" deyince;
"Şu tarafa bak bakalım ne göreceksin?" buyurdu.
İşâret ettiği yöne baktığında, yemyeşil bahçeleriyle, Şam'ın karşısında
durduğunu hayretle gördü. Şam'ı merakla seyrettiğini gören Gavs-ül-Memdûh;
"Abdürrahîm! Boşi köyü buradan uzakta mıdır görülebilir mi?" buyurunca, rüyâdan
uyanır gibi Şam gözlerinden silindi ve hocasına;
"O köy buraya uzaktır, görünmez efendim." diye cevap verdi.
Bunun üzerine;
"Doğu tarafına bak!" buyurdu.
O anda küçük bir tepenin yamacında kurulmuş olan Boşi köyü gözünün önüne geldi.
O anda köyün bir kenarında, Gavs-ül-Memdûh'un talebelerinden birkaç tânesi
oturmuş sohbet ediyorlardı. Köy bekçisi de yanlarında sırt üstü uzanmış yatıyor,
talebelerle alay ediyordu.
Gavs-ül-Memdûh;
"Abdürrahîm! Bekçinin arkadaşlarınla alay ettiğini görüyor musun?" diye sordu.
O da;
"Görüyorum efendim. Eğer müsâade buyurursanız hemen hakkından geleyim." diye
sordu.
Hocasının hiç cevap vermemesinden cesâretlenerek ayağını hızla bekçiye doğru
salladı. Allahü teâlânın izniyle, ayağı bekçinin tam karnına isâbet etmiş ki,
birden karnını tutmaya ve feryâd etmeye başladı. Bir daha vuracaktı, fakat
Gavs-ül-Memdûh;
"Yeter yâ Abdürrahîm!" buyurunca, durdu.
Boşi köyü de gözünden kayboldu. Hocasının bu kerâmetlerine hayran kalmıştı.
Aradan on gün geçmişti. Boşi köyünün bekçisi, yüzü sarılı bir hâlde
Gavs-ül-Memdûh'un huzûruna çıkarıldı. Ağzı sol kulağına kadar eğilmişti. Eğilen
taraf kırış kırış olmuş, diğer tarafı da davul zarı kadar gerginleşmişti. Bu
sebeple ne ağladığı ne güldüğü, ne de konuştuğu anlaşılıyordu. Zor konuşabilen
bekçi;
"Aman yâ Hocam! Allahü teâlâyı zikreden talebelerinle alay ederken, birisi
şiddetle karnıma vurdu. O anda bütün vücûdum hareketsiz kaldı. Ağzım da bu hâle
geldi. Bundan böyle hatâmı anladım ve tövbe ettim. Ne olur beni affediniz ve
ağzımın eski hâle gelmesi için duâ ediniz." diyerek ağladı.
Gavs-ül-Memdûh onun bu durumuna çok üzüldü. Merhamet edip ellerini kaldırarak
duâ etmeye başladı. Sonra mübârek elini bekçinin yüzüne sürdü. O anda bekçinin
ağzı, Allahü teâlânın izniyle eski hâline geldi.
Kaynak:Evliyalar Ansiklopedisi, İhlas Yayınları
Alay Etmenin Cezâsi
Gavs-ül-Memdûh
hazretleri, bir gün dergâhın önünde otururken Abdürrahîm Efendiyi huzûr-ı
şerîflerine çağırdı. Şam'a gidip gitmediğini sordu. O da;
"Gitmedim efendim" deyince;
"Şu tarafa bak bakalım ne göreceksin?" buyurdu.
İşâret ettiği yöne baktığında, yemyeşil bahçeleriyle, Şam'ın karşısında
durduğunu hayretle gördü. Şam'ı merakla seyrettiğini gören Gavs-ül-Memdûh;
"Abdürrahîm! Boşi köyü buradan uzakta mıdır görülebilir mi?" buyurunca, rüyâdan
uyanır gibi Şam gözlerinden silindi ve hocasına;
"O köy buraya uzaktır, görünmez efendim." diye cevap verdi.
Bunun üzerine;
"Doğu tarafına bak!" buyurdu.
O anda küçük bir tepenin yamacında kurulmuş olan Boşi köyü gözünün önüne geldi.
O anda köyün bir kenarında, Gavs-ül-Memdûh'un talebelerinden birkaç tânesi
oturmuş sohbet ediyorlardı. Köy bekçisi de yanlarında sırt üstü uzanmış yatıyor,
talebelerle alay ediyordu.
Gavs-ül-Memdûh;
"Abdürrahîm! Bekçinin arkadaşlarınla alay ettiğini görüyor musun?" diye sordu.
O da;
"Görüyorum efendim. Eğer müsâade buyurursanız hemen hakkından geleyim." diye
sordu.
Hocasının hiç cevap vermemesinden cesâretlenerek ayağını hızla bekçiye doğru
salladı. Allahü teâlânın izniyle, ayağı bekçinin tam karnına isâbet etmiş ki,
birden karnını tutmaya ve feryâd etmeye başladı. Bir daha vuracaktı, fakat
Gavs-ül-Memdûh;
"Yeter yâ Abdürrahîm!" buyurunca, durdu.
Boşi köyü de gözünden kayboldu. Hocasının bu kerâmetlerine hayran kalmıştı.
Aradan on gün geçmişti. Boşi köyünün bekçisi, yüzü sarılı bir hâlde
Gavs-ül-Memdûh'un huzûruna çıkarıldı. Ağzı sol kulağına kadar eğilmişti. Eğilen
taraf kırış kırış olmuş, diğer tarafı da davul zarı kadar gerginleşmişti. Bu
sebeple ne ağladığı ne güldüğü, ne de konuştuğu anlaşılıyordu. Zor konuşabilen
bekçi;
"Aman yâ Hocam! Allahü teâlâyı zikreden talebelerinle alay ederken, birisi
şiddetle karnıma vurdu. O anda bütün vücûdum hareketsiz kaldı. Ağzım da bu hâle
geldi. Bundan böyle hatâmı anladım ve tövbe ettim. Ne olur beni affediniz ve
ağzımın eski hâle gelmesi için duâ ediniz." diyerek ağladı.
Gavs-ül-Memdûh onun bu durumuna çok üzüldü. Merhamet edip ellerini kaldırarak
duâ etmeye başladı. Sonra mübârek elini bekçinin yüzüne sürdü. O anda bekçinin
ağzı, Allahü teâlânın izniyle eski hâline geldi.
Kaynak:Evliyalar Ansiklopedisi, İhlas Yayınları
Allah Nasil Misafir Edilir?
Musa Aleyhisselâmın ümmeti:
- Ya Musa! Rabbimizi yemeğe davet ediyoruz. Buyursun bir gün misafirimiz olsun.
Nemiz varsa ikram etmeye hazırız, dediklerinde Musa Aleyhisselâm, onları
azarladı. «Nasıl olur, Allah (haşa) yemekten, içmekten ve mekândan münezzehtir»
diyerek bir daha böyle bir şeyi akıllarından bile geçirmemelerini tenbihledi.
Fakat Musa Kelîmullah Turu Sina'ya çıkıp, bazı münasaatta bulunmak istediğinde,
Allah tarafından şöyle nida olundu:
- «Ya Musa neden kullarımın davetini bana getirip söylemiyorsun?»
Musa Aleyhisselâm: «Ya Rabbi, böyle daveti size gelip söylemekten haya ederim.
Nasıl olur, Zatı Ulûhiyetiniz onların söylediklerinden beridir» dedi.
Allah (c.c.): «Söyle kullarıma, onların davetine Cuma akşamı geleceğim» buyurdu.
Musa Aleyhisselâm gelip kavmini durumdan haberdar etti, hazırlığa başlandı,
koyunlar, sığırlar kesildi. Mümkün olduğu kadar mükellef bir yemek sofrası
hazırlandı. Çünkü misafir gelecek olan ne bir vali, ne bir padişah, ne bir başka
yaratıktı. Kâinatın yaratıcısı misafir olarak gelecekti. Hazırlıklar
tamamlandıktan sonra, akşam üstü uzak yollardan geldiği belli; yorgun argın,
üstü-başı birbirine karışmış bir ihtiyar gelip: «Ya Musa! Uzak yollardan geldim,
acım, bana bir miktar yemek verin de karnımı doyurayım» dedi. Hz. Musa:
- Acele etme, hele şu testiyi al da biraz su getir bakalım. Senin de bir katkın
bulunsun. Biraz sonra Allah (c.c.) gelecek, dedi.
Tabii adam daha fazla diretmeden çekip gitti. Yatsı vakti oldu, beklenen misafir
halâ gelmedi. Sabah oluncaya kadar beklediler, halâ gelen giden yoktu. Neyse
ümidi kestiler. Hz. Musa taaccüp içinde idi.
İkinci gün Hz. Musa Tur'a gidip:
- Ya Rabbi, mahcup oldum, ümmetim: «Ya Sen bizi kandırdın, ya Allah sözünde
durmadı» diyorlar dediğinde, şöyle hitap olundu:
- Geldim ya Musa, geldim. Açım dedim, beni suya gönderdin, bir lokma ekmek bile
vermedin. Beni ne sen, ne kavmin ağırladı.» Bunun üzerine Hazreti Musa
Kelîmullah:
- Ya Rabbi bir ihtiyar geldi sadece, o da bir kuldu, Allah değildi. Bu nasıl
olur? dediğinde Cenabı Allah:
- «İşte ben o kulum ile beraberdim. Onu doyursa idiniz, beni doyurmuş
olacaktınız. Çünkü ben ne semalara, ne yerlere sığarım, ben ancak aciz bir
kulumun kalbine sığarım. Ben o kulumla beraber gelmiştim. Onu aç olarak geri
göndermekle, beni geri göndermiş oldunuz» buyurdu.
Demek ki, Allah için yapılan her şey, bizzat Allah'ın kendisine yapılmış gibi
olmakta, Allah o kimseden razı olmaktadır.
Kaynak:
Büyük Dini Hikayeler, İbrahim sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi