Abdülhamid'in Hatıra Defteri Peşinde 30 Yıl
1944 yılının sonbaharıydı. Bursa'daki «BOZDAĞ KİTAB-EVλne orta yaşlı
bir kadın girdi. Elinde kilo ile satmak istediği kitaplar varmış...
Kimden kaldığını sordum: «Osman Senaî Bey'den» dedi.
Osman Senaî Bey, Mustafa Kemâl'in hocası, Türk - Yunan Savaşı'nın
plânlarını yapan yaman bir kurmay, Türk diline bir gramer kazandırmış
aydındı. Son yıllarda bir Kamus üzerinde çalıştığını biliyordum. Kadınla
anlaştık. Üç küfe dolusu kitap geldi.
Çoğu, askerlikle ilgili kitaplardı bunlar, îşe yararlarını eş-dost
paylaşmışlar, gerisi bana gelmişti. Bunları arkadaki depoya doldurdum ve
kitap meraklılarına gösterip büyük bir bölümünü elden çıkardım. Geriye
küçük bir yığın kalmıştı. Çoğu, ciltsiz, parçalanmış kitaplar, beş-on
sahifelik broşürler ve bazı kitapların içinden düşmüş formalardı. Bu
formalardan birinin de Şemsettin Sami'nin «Kâmus-u Türkî» sinden kopmuş
olduğunu hatırlıyorum.
Demek Osman Senaî Bey'in dostları, kitapların üstüne üşüşmüşler,
ortalığı karman-çorman etmişler, aldıkları kitapların tamam olup
olmadıklarına bile bakmadan yağmalamışlardı.
Ehibba, şivei yağmada mebhut eyler âdâyı Hûda, göstermesin asar-ı
izmihlal bir yerde.
Ben de geri kalan döküntüleri çöpe atmaya karar verdim. Son bir kez
yığını karıştırıyorum; bir defter... Üst kabı kopmuş ama, formaları
dağılmamış. İçinde eski harflerle bir takım yazılar... «Osman Senaî
Hoca'nın notları olacak» diye oracıkta yıpranmış sahifeleri karıştırmaya
başladım. Hayır, not değildi bunlar. Bazı anılar ve bazı açıklamalar
vardı. Sait, Kâmil Paşalardan söz ediyor, Mithat Paşa, Namık Kemal, Ziya
Paşa gibi ünlü kişilerle yaptığı konuşmaları anlatıyordu!..
Bir Tarih Hazinesi
Hemen defterin ilk sahifesine döndüm. Okunamayacak kadar silik bir takım
yazılar vardı. Kurşun kalemle yazılmış bu satırları okuyabilmek için
aydınlığa çıktım. Şunlar yazılıydı:
«İşbu defter, Cennetmekân Sultan Abdülhamid Han-ı sânı hazretlerinin
Beylerbeyi Sarayı'nda mahluğ bulunduğu 1333 senesinde dest-i mübareki
ile tahrir etmiş olduğu hatıratı olup, vefatından beş sene sonra tab ve
neşrolunmak üzere Leipzig'e gönderilmesini vasiyet etmişken, hemen
vefatını müteakip ahvâli hâzıra göz önünde bulundurularak mahalli
maksuduna isal edilen nüsha-i asliyesinden ehhem bazı mebahisin
istinsahı suretiyle vücuda getirilmiştir.»
Defteri bir solukta okuyup bitirdim. Okuduğum her satır, her sayfa.o
güne kadar bildiklerimi altüst ediyordu. Çok önemli açıklamalar
karşısındaydım.
Her şeyi yüzüstü bırakıp, tarih ve fikir kitapları üzerinde bilgisine
güvendiğim dostum Hulusi Köymen'e koştum. Defteri beraberce baştan
okuduk. O da benim gibi her sahifede heyecanlanıyor, sigara üstüne
sigara yakıyordu.
Bir tarih hazinesiydi bu!.. Ancak, bu deftere ne kadar
güvenilebilirdi?.. Abdülhamid gibi, gözaltında yaşamış bir padişahın
hatıraları nasıl gizli kalabilirdi?.. Ölümünde, nerede saklanmıştı? Beş
yıl sonra yayınlanması kime vasiyet edilmişti? Sonra, kim bu hatıraları
Lâyebziğe göndermiş olabilirdi? İttihat ve Terakki ileri gelenleri,
kendi aleyhlerinde olan bu vesikayı ele geçirmek istememişler miydi?..
Bu soruların karşılıklarını veremiyorduk. Ancak defterin sahibi olan
Osman Senaî Bey, Askeri Ateşe olarak Almanya'da bulunmuştu. Ciddi bir
insandı. Tarihe ve gerçeklere saygısı vardı. Öyleyse bu defter uydurma
olamazdı. Bir kez de Bursa'daki tarihçilerle oturup konuşmayı
kararlaştırdık.
«Utarit» Dergisi'nde Yayınlanmış.
Tarih öğretmeni Nazım Yücelt, Şeref ve Memduh beylerle bir araya geldik.
Defter yeni baştan okundu. Şeref Bey, bu hatıraları daha önce gördüğünü
ve Mütareke sırasında «UTARİT» adlı bir dergide bunların yayınlandığını
söyledi. Kendisinde bu derginin bir koleksiyonu da varmış, gitti,
getirdi. Gerçekten defterdeki bütün bahisler bu dergide, defter
sırasıyla yayınlanmıştı; hatta defterin baş tarafındaki nota kadar,
aynen...
İki ihtimal vardı: Ya Utarit dergisi, bu defterden yararlanarak yayınını
yapmıştı; ya da bu defter, Utarit dergisinden kopya edilmişti. Kopya
edilmiş olmasını zayıf gördüğümüz için, bu defterden yararlanılarak
yayınlanmış olacağı kanısına vardık.
Nazım Yücelt, Abdülhamid'in padişah olduğu günlerde de bir musahibine
bazı hatıralar yazdırdığını ve İbnülemin Mahmut Kemalİnal'ın Yıldız
evrakı arasında bu notları ele geçirip yayınladığını söyleyince, kuşku
bulutları biraz daha da dağıldı; ben defteri kitap halinde yayınlamaya
karar verdim.
Kitap dizildi, basıldı, kapakları hazırlanıp cilde verildi. Fakat tam o
günlerde ben kitapevini kapamak zorunda kaldım. Böylece «Abdülhamid'in
Hatıra Defteri» de —Osman Senaî Bey'in kitapları gîbi— okka ile
kesekâğıtçılara gitti. Bu baskıdan, eşe-dosta dağıtılmış onbeş-yirmi
kitaptan öte bir şey kalmamıştır, sanırım.
Üstünden 14 Yıl Geçti
Gel zaman, git zaman, aradan 14 yıl geçti, dostum Sabahattin Selek bir
yayınevi kurmuştu. Kendisine, bu satışa çıkamadan yok olmuş kitaptan söz
ettim, ilgilendi. Bendeki son kitabı da Selek'e verdiğimi hatırlıyorum.
Selek yayınevi, işe gerçekten özen gösterdi. Kitabın başına
Abdülhamid'in bir biyografisini ve defterde geçen olaylarla ilgili bir
araştırma yazısını koydu. Abdülhamid'in musahiplerinden Besim Bey'e not
ettirdiği ve İbnülemin Mahmut Kemal Bey in Yıldız evrakı arasında bulup
yayınladığı hatıralarını da kitabın sonuna ekledi. İki yüz sahifelik bu
kitap 1960 yılında (Abdülhamid'in Hatıra Defteri) adile baştan
yayınlandı.
Fakat talihsizliğe bakın ki, Selek yayınevi de kısa bir süre sonra
kapandı, bu baskıdan ne kadarının satılabildiğini
kesinlikle bilemem. Ama hatıraların basın hayatımızdaki talihsiz
hikâyesi budur...
Rahmetli Osman Senaî Bey, Hatıralar'ın kendisince önemli görünen
bazı parçalarını kopya ettiğini yazıyordu defterin başında. Önemli
görmedikleri nelerdi acaba?.. Belki de onun önemsemediği parçalarda
bugün için önemli gerçekler yatmaktaydı.
1918 yılında «Hatıralar»ın Leipzig'e gönderildiğini biliyorduk. Ama
Leipzig'de nereye?.. Bir basımevine mi, bir yayınevine mi, Millî
Kitaplığa mı, bir dosta mı, nereye?.. Bu konuda hiç bir bilgi yoktu. Bu
yüzden, aslının peşinden koşmanın yolları da kapalıydı. Üstelik bazı
tarihçiler, «Böyle bir defterin aslı-faslı yoktur. Mütareke'de (biri
uydurup yazmış olacak» gibi dayanaksız sözlerle beni aramaktan
soğuttular; 1961 yılını bulduk.
Hikaye Tazeleniyor.
1961'de, Ahmet Emin Bey'le (Yalman) görüşüyorduk. Vatan Gazetesi'nden
ayrılmıştı, bazı gazetelerde «konuk yazar» olarak kalemini
kullanabiliyordu. Bu yüzden üzüntülüydü de.. Bana bir gazete çıkarmak
istediğini söyledi. «Büyük Olay» niteliğinde bir yazı dizisi gerekliydi
kendisine... «Abdülha-mid'in Hatıra Defteri» hikâyesini anlattım. Çok
ilgilendi... Heyecanlandı da...Şunun aslını bulalım, dedi.
Nasıl?— Araştırarak... Sen hiç Abdülhamid'in kızlarile bu konuyu
konuştun mu?..Hayır...Belki bir bilgileri vardır...Belki...Ben sorup
öğrenirim...Bir kaç gün sonra Ahmet Emin Bey büroma geldi:Sordum,
dedi.Peki, ne haber?Kızları böyle bir hatıranın babalan tarafından
yazıldığını bilmiyorlar.— Fakat böyle bir hatıra yazılmış ve Leipzig'e
gön-derilmişse, her halde KOLZE yayınevine gönderilmiştir, diyorlar.-«
E, peki?. .Neden Kolze?..Bu Kolze yayınevi bir Almanca—Türkçe lügat
yayınlamış ve lüks bir baskısını da özel olarak Abdülhamid'e sunmuş.
Bundan çok duygulanan Abdülhamid, Kolze'ye bir Osmanlı nişanı göndermiş.
Kızı, sonradan bu Her Kolze'nin İstanbul'a geldiğini ve babası
tarafından huzura kabul edildiğini hatırlıyor. Hattâ Almanya'da
getirilecek bazı ufak-tefek için Berlin'deki elçiliğimize değil,
Saray'dan bu Kolze'ye mektup yazılırmış!..Elimize önemli bir ipucu
geçmişti. Ahmet Emin Bey'le düşündük, taşındık! İkimizin de o sıra
Almanya'ya gitmeğe durumu elverişli değildi. Gitsek de iki dünya savaşı
geçirmiş, hele son savaşta yerle bir edilmiş Leipzig'de defteri ele
geçirebileceğimiz çok şüpheliydi. Sonunda Ahmet Emin Bey, Almanya'daki
bir dostuna mektup yazmayı ve bu yayınevi hakkında bilgi almayı düşündü
ve öyle yaptı. Fakat gelen karşılık bütün ümitleri uçuracak
nitelikteydi. Bu KOLZE yayınevi, 1923 yılında kapanmıştı ve sahiplerinin
de nereye gitmiş olduğu bilinmiyordu.Bunun üzerine ikimiz de işin ucunu
bıraktık...
Üstünden 12 Yıl Daha Geçti.
Yine böylece yıllar aktı geçti, tam 12 yıl... Artık Abdül-hamid'i de,
hatıra defterini de unutmuştum. Geçen yılın nisanında (1973) sayın Kemal
Ilıcak'ı ziyarete gitmiştim. Or-dan-burdan konuşurken, söz döndü
dolaştı, eski padişahlara, derken Abdülhamid'e dayandı. Kemal Bey'e de
bu «hatıra defteri» hikâyesini anlattım, ilgilendi. «Çok önemli bir
vesika,» dedi. «Niçin ilgilenmiyorsun?..»
İşin güçlüklerini sayıp-döktüm ve bunun denizde belli bir balığı aramak
gibi bir iş olacağım anlattım. Hiç beklemediğim bir karşılık verdi:Sen
araştırmacı değil misin?.. Araştırmacı ne de
mek?.. Bir ipucu elde edip gerçeğe ulaşıncaya kadar git
mek değil mi?.. Elinde bir ipucu olduğunu söylüyorsun...Fakat bunun
maddî külfetleri var Kemal Bey... ihti
mal zayıf, külfet yüklü. Böyle bir riski göze alamam!..Yâni, maddî durum
demek istiyorsun ...Yardım ederim. Madem ki tarihimize ışık tutacak bir
vesikadır, Abdülhamid gibi üzerinde çok konuşulan b|r padişahın
hatıraları
dır, bu noktada paranın hesabı yapılmaz...Düşündüm; iki büyük savaş
geçirmiş bir ülkede, 55 yıl önce gönderilmiş bir defteri, kapanmış ve
iz-tozu bilinmeyen bir yayınevinden aramak akıl kârı değildi. Ama hem
araştırmacı olmak, hem buna «hayır» demek de mümkün olamazdı.Peki Kemal
Beyefendi, dedim. Öyleyse önce ihtimalleri biraz artıralım, ben ondan
sonra gideyim.Nasıl?..Sizin Almanya'da teşkilâtınız var, Tercüman'ı
çıkartıyorsunuz. Büronuza talimat verin, KOLZE yayınevinin sahiplerinden
birini ele geçirsinler. Ben sonra gidip araştırmalara başlayayım.Oldu,
tamam...dedi ve Abdülhamid 'in hatıra defteri kovalamacası böylece
yeniden başlamış oldu...
Kolze Bulunuyor.
Zaman zaman Kemal Bey'le görüşüyorduk. Fakat Kolzeler bir türlü ele
geçmiyordu. Aile dağılmış, her biri bir yere gitmiş, Leipzig'le olan
ilişkileri kopmuştu. Ara sıra Kemal Bey'in de umudu kırılır gibi oluyor,
«Galiba sen haklı çıkacaksın. Daha yayınevi sahiplerinden birini bile
ele geçiremedik,» diyordu. Gülüşüyorduk. Fakat...Evet, fakat 1974
yılının Eylül ortasında telefon çınladı, açtım, kargımda Kemal
Ilıcak...— Senin Kolze bulundu...
— Efendim?..— Senin Kolze bulundu, diyorum. Çocuklar bu yayınevinin
sahiplerinden birini bulmuşlar, adresini de tesbit etmişler...— Bravo
doğrusu... Mucize yavaş yavaş gerçekleşmeğe başlıyor galiba...
— Ne zaman gidiyorsun?..
— Ne zaman mı?.. Hemen, beş-ön güne kadar...
— « Gel de görüşelim...Telefon kapandı. Ben, «mucize yavaş yavaş
gerçekleşiyor» demiştim ama içimde hiç de ümit yoktu. Kolze yayınevinden
birini bulmak ne işe yarardı? Bulunan bu kimsenin, bakalım defterden
haberi var mıydı?.. Tutalım vardı. Haberi vardı da defter kendisinde mi
idi? Hadi bir varsayım daha yapalım, defter de kendisîndeydi. Defter
kendisinde olduğuna göre, değerini de biliyor demektir, öyleyse
saklamıştır. Ama İkinci Dünya Savaşı'nın şehri yerle bir ettiği ana-baba
gününde bir bomba da evine raslamışsa defterin hesabı mı
aranırdı?..Fakat, yine de bir kez gidip adamla konuşmalıydım.
Belki vereceği bilgiler bile bana yararlı olabilirdi. Hazırlığımı
yaptım, yola çıktım. Frankfurt hava alanında beni Tercüman Ailesinden
Çetin Süer bekliyordu. Ertesi günü Leipzig'de idik.
Her Kolze ile Karşı Karşıya.
Herr Kolze ile karşılaşmamız, gerçekten çok heyecanlı oldu. Önceleri
beni kabul etmek istememişti. Kimdim, kendisini nerden tanıyordum ve ne
için görüşecektim?.. Bunları soruyor, ben de bunlara doğru-dürüst
karşılık veremiyor-dum. Çünkü, gerçeği söylediğim anda, «Böyle bir
şeyden haberim yok,» diye kestirip atması mümkündü. Onun için Kolze
yayınevinin yayınları arasındaki Türkçe-Almanca lügati aradığımı
söyledim. Bunun için İstanbul'dan gelmiştim. Kendisini beş dakika için
olsun görmem gerekti. Önce, «Bu lügat bende yok,» dedi, sonra; Alman
Millî Kitaplığında bulabileceğimi söyledi. Fakat buna rağmen direnince,
istemeye istemeye evinin kapısını açtı.
Eski bir Alman evi idi bu. Sıra sıra dikilmiş büyük apartmanların
arasında sıkışıp kalmıştı. Eski eşyaların, o kendilerine has kokusu
doldurmuştu ortalığı... Müzelerin sessizliği vardı. Beni, kendi çalışma
odasına aldı, Herr Kolze... Ak saçlıydı. Ortadan uzun boyluydu. Yetmiş
yaşlarında görünüyordu. Fakat konuşurken, «Yayınevi kapandığı zaman 23
yaşındaydım,» dediğine göre, 78 inin içindeydi. Oturduk.Piposunu
çekiştirerek konuşmaya başladı:— Size faydalı olabileceğimi sanmıyorum.
Böyle bir lügat vardı. Ama tahmin edersiniz, bunca zaman sonra benim
bile ortada kalmam mucize! Savaştan önce, kitaplarımın arasında
rastlıyordum. Fakat çok yıllar oldu ki görmüyorum. Her halde, ya ev
değiştirirken, ya kitapları yeniden yerleştirirken bir yerlere girdi.
Şimdi bulamam... Çünkü nerede olabileceğini bilmiyorum...
«Benden Ne istiyorsunuz?»
— Ben, bu lügati aramıyorum...Dedim. Piposunu ağzından çekerek hayretle
yüzüme baktı, iyice işkillendiği her hâlinden belli di. Biraz da
kaslarını çatarak konuştu:Bana öyle söyleminiştiniz!Evet.Peki benden ne
istiyorsunuz?..Bunu söylerken alt dudağı titredi. Belli ki korkmuştu.
Bir ajanla karşı karşıya olduğunu sanıyordu belki de... Doğu Almanya'da
yaşayanlar için bu tehlikeli bir lâbirentti.— Abdülhamid'in hatıra
defterini...
Dedim. Hiç bir şey anlamamış gibi yüzüme bakıyordu:
— Abdülhamid'in hatıra defteri mi?.. Olanca sevimliliğimi yüzüme
toplayarak konuştum:
— Evet, Abdülhamid'in hatıra defterini... Yani, babanıza büyük Osmanlı
nişanı veren, onunla dost olan Padişahımız Abdülhamid'in hatıra
defterini... Milletimizin tarihine yardım edeceksiniz, ışık
tutacaksınız!..Karmakarışık olmuş yüzünün çizgilerini toparlamağa ve
düşünmeğe çalışıyordu. Gözünü, yerdeki eski halıya dikerek bir süre
sustuktan sonra:— Siz kimsiniz, dedi; Benimle açık konuşun?..
— Ben, araştırmacı, yakın tarih yazarıyım. Abdülhamid'in Beylerbeyi
Sarayı'nda iken bir hatıra defteri düzenlediğini ve ölümünden sonra
yayımlanmak üzere dostu olan babanıza gönderttiğini biliyorum.
Abdülhamid için memleketimizde çok şeyler söyleniyor. Bunların gerçekle
ne ölçü de ilişiği olduğunu anlayabilmek için, kendi fikirlerini
öğrenmeğe çok ihtiyacımız var. Sırf bu maksatla Türkiye'den sizi görmeğe
geldim.
Babam Çok Severdi Abdülhamid Sultanı
Kuşkusu biraz dağıldı, yüzünün çizgileri biraz rahatladı. Piposunu daha
geniş nefeslerle çekerek konuştu:Peki siz padişahınızı kovmadınız mı?..
Şimdi onlarla niye ilgileniyorsunuz?..Evet, Cumhuriyetle yönetiliyoruz
şimdi; padişahlarımızı da uzaklaştırdık. Ama tarihi değil,
tabi...Gülümsedi... Piposunu masanın üstüne bırakarak ellerini bacakları
arasında kenetledikten sonra konuşmaya başladı:— Babam çok severdi
Abdülhamid Sultanı... Onun verdiği nişanı hayatının en kıymetli varlığı
olarak ölümüne kadar saklamıştır. Yazık ki, ölümünden sonra ablamda
kaldı.
Kaybetmişler. Ben de çok üzüldüm...
Buzlar çözülmüştü artık. Ben de ferahlamıştım.Gülüşüyorduk. Ayağa kalkıp
yazı masasının tahta ke-pengini indirdi ve bir şişe 'konyak çıkardı:—
İçer misiniz?..
Teşekkür ettim. O zamana kadar ilgilenmediği Çetin Süer'e baktı:Siz
kimsiniz?..
Tercüman Gazetesi'nde çalışıyorum. Şimdi 'de arkadaşıma tercümanlık
yapıyorum.
İstanbul'da mı?..Hayır Frankfurt'ta... Gazetemiz Frankfurt'da da
basılıyor.
Yaa. Büyük gazete demek!Herr Kolze, Doğu Almanya'da yaşadığı için,
Batı'da olup bitenlerden haberli değildi. Konyaklarımızı yudumlarken
sordu:— Peki, beni nasıl buldunuz?..
Çetin Süer, aylar süren araştırmalar ve bir kitabevinde çalışan yaşlı
kadının kendisine nasıl yol gösterdiğim anlatınca, Herr Kolze iyice
keyiflendi.— Ahh Helga — dedi — nasıl, hâlâ güzel mi bari?..
«Hatıraları Niçin Yayınlamadınız?»
Belli ki Helga, Herr Kolze'nin eski bir gözağrısı idi. Kızıştı sohbet
iyice. Ben, Herr Kolze'den pek çok şeyler öğreneceğime artık iyiden
iyiye inanmıştım. Fakat söz bir türlü Abdülhamid'e gelmiyordu. Apansız
bir soru doğrulttum:— Abdülhamid'in hatıra defterini niçin
yayınlamadınız?
Duraksadı. Kendisini suçlamışım gibi yüzüme alıngan
baktı:
— Ben o zaman 23 yaşında genç bir mühendistim. Babama yardım etmek için
yayınevine boş zamanlarımda gi-der-gelirdim, benim işim değildi bu?..
Bir kapı daha açılmış, bir ışık daha belirmişti. Demek eldeki bilgiler
doğru idi ve Abdülhamid'in hatıraları Kolze yayınevine
gelmişti!..Öyleyse, babanız neden yayınlamadı acaba?..Söyledim ya, babam
çok severdi sizin Sultanınızı...
Hattâ bizim Kayzerimiz Vilhelm'den bile fazla... Hem biliyor musunuz,
bizim Kayzer, sizin Sultanınız Abdülhamid
için ne söylemiştir?.. Babam bunu sık sık başını sallayarak tekrarladı.
Delmiş, ki; «Ben politikayı Abdülhamid'den öğ
rendim.» Büyük adam... Nasıl, bu sözü biliyor muydunuz?..Başımı
salladım.
— Biliyordum Herr Kolze. İşte zaten bunun için hatıraları bulmak ümidi
ile buralara kadar geldim ve sizi rahatsız ediyorum.
Birdenbire sordu:
Siz Cumhuriyetçi misiniz?..Evet.— Öyleyse Abdülhamid'e düşmansınız.
Memleketimiz ellibir yıldanberi Cumhuriyetle idare ediliyor ve ben
Cumhuriyetçiyim. Fakat ne Abdülhamid'e,ne de öteki padişahlara
düşmanım... Onların bıraktığı imparatorluk olmasaydı, biz Cumhuriyeti
nerede kuracaktık?..Bravo...-dedi, sonra ekledi-. Şimdi size
inandım...«Size Elimden Gelen Yardımı Yapacağım.»
Küçük kadehler yeniden doldu. Şöminede odunlar çı-tırdar, alevler
duvarlarda ışıklarla oynarken, Herr Kolze hatıralarının içinden
konuşmaya başladı:— Size elimden geleni yapacağım. Fakat biliyor musu
nuz ki, bu hatıraların peşine düşmüş ilk insan siz değilsiniz?Bu kez
şaşırmak sırası bana gelmişti. Demek benden önce de bu hatıraların
peşine düşenler olmuştu! Kimlerdi bunlar acaba?.. Neden hatıraları
bulamamışlardı?.. Yüzünün, en küçük kımıltısını bile kaçırmadan
-igözlerine bakarak- susuyordum:— Size, babama yardım etmek için
yayınevine gidip geldiğimi söylemiştim. 1918-1919 yıllarıydı. Yayınevine
bir takım fesli adamlar gelip-gidiyor, babamla konuşuyorlardı.
Niçin gelip gittiklerini, ne konuştuklarını bilmiyordum o zaman. Sadece
görüyordum. Bir gün babam hastalandı. Son
günleriydi bu... Beni çağırttı. Çocukları içinde en çok güvendiğinin ben
olduğumu, ancak o zaman öğrenebildim. Bana
dikkatle bağlanmış bir paket uzattı; «Bunu, sana emanet ediyorum,» dedi.
«içinde çok değerli bir şey var, bunu iyi sakla!» Şaşırdım, fakat paketi
aldım. Sonra bana şunları söyledi:«Bak oğlum, bu sana verdiğim paketin
içinde, benim büyük dostum Abdülhamid Sultan'ın hatıraları var. Ölmeden
önce vasiyet etmiş ve yayınlansın diye bana göndertmiş. Dünyaya tesiri
olmuş akıllı bir hükümdardır. Ben hatıraları okuttum, çok şeyler yazmış.
Yayınlanması büyük akisler yapar. Fakat hatıraların elime ulaştığı
günleri biliyorsun. Yenilmiştik. Ne Almanya kalmıştı ne de Türkiye...
İngilizler, Fransızlar her işimize karışıyorlardı. Üstelik Abdülha-mid
dostumun da düşmanıydılar. Türkiye'nin de durumu bizden kötü idi. Hâlâ
da öyle... Üstelik orada da Abdülha-mid'in düşmanları var...»
Babam bunları bana güçlükle söylüyordu. Üzüldüğünü görüyordum. Susturmak
istedim. «Bunları sonra konuşuruz babacığım,» demeğe kalktım, direndi ve
anlatmasını zorluk çekerek de olsa sürdürdü:
«Bak oğlum, bu hatıraların peşinde çok adam var... Kendisini deviren Jön
Türkler bunun peşinde. Hatıraların bana gönderildiğini haber almışlar.
Geldiler gittiler, benden bu hatıraları istediler. Vermedim. «Ben de
böyle bir şey yok,» dedim, inanmadılar, bir İngilizi kullanarak elde
etmeğe çalıştılar. Çok şükür dostuma ihanet etmedim ve hatıralarını
bugüne kadar saklamaya muvaffak oldum. O, yayınevine gidip gelen fesli
adamlar, hep bu sana verdiğim pa-kedi ele geçirmek istiyorlardı.»
«Artık Sana Emanet»
Burada babamın gözleri yaşardı.«Bak oğlum,» dedi. «Ne kadar yaşayacağım
belli değil Sen gençsin, benden daha iyi günler göreceksin inşallah. Ben
Dostum'un vasiyetini tutamadım. Ama sana vasiyet ediyorum. Ortalık
düzelince bu hatıraları yayınla. Fakat sakın düşmanlarına kaptırayım
deme!... Mezarımda kemiklerim sızlar! İşte Bana söyleyeceklerim budur.
Hadi, şimdi paketi al ve git. Nereye saklayacaksan sakla!.. Bundan
sonrası sana emanet!..» Evet, babam böyle söyledi ve bir kaç gün sonra
öldü. Yayınevini kapattık. Ben kendi mesleğime döndüm. Babamın tek
vasiyeti olduğu için, paketi gözüm gibi korudum.
Kardeşlerime bile babamın vasiyetinden söz etmedim bu güne kadar...
Bir ara, Millî Kitaplığa vermeyi düşündüm. Orada hatıralar kaybolmazdı.
Fakat babam, bana bu hatıraların Millî Kitaplığa yermem için değil,
yayınlamam için bırakmıştı. Dünyanın hâlini biliyorsunuz, bugün yarın
derken yıllar geçti. Bir ara, o yıllar Avrupa'da olan Osmanlı
prenslerinden birine vermeyi de aklımdan geçirdim. Ama yapamadım.
Sonunda İkinci Dünya Savaşı geldi çattı.
Biliyorsunuz, barış olduğu zaman, Almanya'da taş üstünde taş kalmamıştı.
Bu şehir en çok bombalanan şehirlerden biri... Bizim mahalle baştan
aşağıya yıkıldı. Bir bomba da bu eve düştü. Ama görüyorsunuz, yansı
ayakta kaldığı için hâlâ oturuyoruz. Hatıraların bulunduğu kitaplık
odasına bir şey olmamış, paket de olduğu gibi duruyor.
Gözlerim yaşarmıştı. Derin ve büyük bir nefes aldım. Demek hayatta
mucizeler de varmış! Ben, böyle bir ânı yaşıyordum !
Ölürsem, Hatıralar Ne Olacak?
Herr Kolze, ayağa kalktı. Bütün duvarı baştanbaşa kaplayan kitaplığına
giderken durdu:
— Daha bir kaç gün önce düşünüyordum. Ben ölüp gidersem, bu paket ne
olacak, iki muhterem ölünün vasiyetini benden sonra kim tutacak diye...
Siz bunu benden öyle bir zamanda aradınız ki, vermemem mümkün değil!
Belki daha önceleri olsaydı, söylemezdim, saklardım. Ama artık ben de
babamın öldüğü yaşlardayım... Size teslim edeceğim.
Sonra birden yüzünün bütün çizgileri katılaşarak bana baktı ve şehadet
parmağını yüzüme doğru sallayarak:
— Eğer Padişahınızın vasiyetini yerine getirmeyecek kadar sütsüz
çıkarsanız -kendimi de onların içine katarak söylüyorum- üç ölünün ahım
sırtınızda taşıyacaksınız!
Hepimiz heyecan içindeydik. Yaşadığımız, tarihin büyük ve dramatik
parçalarından biriydi. Herr Kolze, kitaplığın alt sürgülerinden birini
itdi, üstüste yığılmış kitaplarla dolu idi burası. Eğildi ve kitapları
teker teker çıkarmaya başladı. Kendisine yardım edecek oldum, beni
eliyle durdurdu. «Hayır, bu hizmeti ben yapmak istiyorum. Zaten babama
verdiğim sözü tutamadım. Bari bu küçük zahmetin zevkine varayım.»
Koca koca ciltleri kaldırırken, yüzünü kan kaplıyordu. Fakat dediğini
yaptım ve ayakta işini bitirmesini bekledim. On dakika ka'dar sonra en
dipten bir paket çıkardı. Dört yanından hâlâ rengi solmamış bir mavi
kurdelâ ile bağlı idi. Bana uzattı:— Buyrun, aradığınız emanetlerdir.Bir
hazine uzatıyordu bana. Ne yapacağımı kestiremiyordum. Yarı şaşkınlık
içinde sordum:— Borcumuz?..
Dünyanın en babacan yüzünü bana kaldırdı:
— Borcunuz mu?.. Evet, borcunuz... NAMUSLU OLMAK...Eline sarılıp öptüm.
Bu insanlık tablosu karşısında çocuk gibi ağlamaktan kendimi alamadığımı
söylemeye mec-burum..
Köşesine giderken o babacan sesiyle konuştu:
— Ehh, şimdi birer konyak daha içeriz ya!..
Üçüncü kadehlerimizi yudumlarken konuşuyordu:
— Sizden şahsım adına tek bir şey rica ediyorum. Adımı açıklamayınız.
Gerçi benîm yaşım, hiç bir şeyden korkulmayacak bir yaştır ama, yine de
sorgu karşısında kalmak istemem. Biliyorsunuz, burada bir devrim oldu.
Herkesden olduğu gibi benden de kıymetli eşyalarım ve kıymetli evrakım
için bir bildirge aldılar. Size samimiyetle söylüyorum, neyim varsa
yazdım. Ama bu «Hatıralar» aklımdan çıkmıştı. Belki, 'malım
saymadığım, belki kıymetli olduğunu hatırlayamadığım için olacak,
bildirgeye koymayı unutmuşum. Bunda bir suç olacağını sanmıyorum ama,
yine de so-ruşturabilirler, bu yaşta karakola gitmenin hoş olmayacağını
takdir edersiniz.
Adım ve adresini açıklamayacağımızı Herr Kolze'ye söz verdim. Bu sözü
tutuyorum, çünkü Kolze, dünyanın bu en iyi insanlardan birinin gerçek
adı değildir, takmadır. Gerçek adı, hatıraların aslı ile birlikte
saklanmaktadır.
İşte, İkinci Abdülhamid Han'ın 58 yıl önce yazdırdığı ve benim tam otuz
yıl peşinden koştuğum Hatıraların hikâyesi..«Kalmasın âlemde Allahım hiç
bir hakikat nihân»
İsmet Bozdağ |