PSİKOLOJİK HAREKAT
"Ahmet Taşgetiren-Yeni Şafak.09-09-2003
O soru
Soruyu Radikal yazarı ve Genel Yayın Yönetmeni İsmet Berkan sormuştu. Soru şöyleydi: "Acaba Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Ahmet Taner Kışlalı ve hatta Necip Mirkelamoğlu cinayetleri de birer 'psikolojik harekat' mıydı" (Radikal, 29 Ağustos 2003)
Sorunun doğduğu altyapı, Radikal'in gündeme getirdiği Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği'nin Gizli Yönetmeliği gereği kurulan Toplumla İlişkiler Başkanlığı'nın yürüttüğü "psikolojik harekat" idi. Yani bir yazar, bir devlet kurumunun topluma derinden sarsan cinayetlerle ilgisinin bulunup bulunmadığını sormaktaydı.
Bir ara 9. Cumhurbaşkanı Demirel devletin bazı "rutin dışı işler"i olabileceğini söylemişti.
Susurluk Raporu hazırlayan Kutlu Aktaş, rutin dışı işler çerçevesinde bazı öldürmeler bile gerçekleşebileceğini, ancak bunu yaparken zevahiri kurtarmak gerektiğini ifade etmişti.
Susurluk'la "rutin dışı" işler arasında "derin" bağlar bulunduğu adeta herkesin açıkça ifade etmediği bir ortak kanaat durumundaydı ve o yüzden Susurluk davası bir garip seyir takip etmişti.
Başbakanlığı döneminde Susurluk'u çözmeyi "namus borcu" olarak telakki ettiğini açıklayan Mesut Yılmaz, kaç zaman sonra Susurluk'un ancak yüzde 20'sini bildiğini açıklayacaktı.
Nihayet bazı Kürt işadamlarının peşpeşe fail-i meçhullerle katledilmiş olması "rutin dışı" işler içinde sayılmış ve normalleştirilmişti. Bir anlamda Doğu- Güneydoğu'da verilen "Düşük Yoğunluklu Savaş", başka yerlerde ülkenin başka yerlerindeki "rutin dışı" uygulamaları meşru (?) hale getirmişti.
Ama acaba İsmet Berkan'ın saydığı isimler için de böyle bir "rutin dışı" ihtimali söz konusu olabilir miydi?
Bu soru önemli; şunun için: Söz konusu isimler, devletin "numaralı tehditler" içinde saydığı ve rutin dışı işlemlere maruz bırakılmaları normal karşılanan, ne köktendincilikle, ne de Kürtçülükle ilgisi olan isimlerdi. Hatta tam tersine, bu "tehditler"e karşı devlet yanında açıkça mücadele eden insanlardı. Kendilerini vurgulu, hatta militan biçimde laik ve Kemalist olarak tanıtıyorlardı.
Nitekim her birinin katledilmesinden sonra, kendilerine laik-Kemalist çevreler sahip çıkmış, suçlu olarak da dindar kesimler işaretlenmişti. Üstelik kimi insanlar, örgütler bulunup yargı huzuruna çıkarılmışlar, mahkum edilmişlerdi.
O zaman ne demek oluyor "bu cinayetler psikolojik harekat mıydı?" diye bir soru?
Sorunun çarpıcı olduğu çok açık.
Demek istiyor ki İsmet Berkan:
-Söz konusu isimler önce öldürüldü, ardından da psikolojik harekat malzemesi yapıldı.
Hemen aklımıza "Kim yapmış olabilir bunu?" sorusu geliyor.
Ve Radikal'in yayınları, bu cinayetlerle MGK Genel Sekreterliği'ne bağlı alt birimlerin ilgisi olabileceği ihtimalini gündeme getiriyor.
Bekleneceği gibi bunu soru olarak ortaya koyuyor.
Ama psikolojik harekat olgusu öyle bir görüntü ortaya koyuyor ki, bu soru içinde derin gerçekler taşıdığı intibaı veriyor. Netice şöyle:
-Devlet içinde bir örgüt, laik-Kemalist isimleri öldürdü, sonra da bunu, köktendinci bir tehlikenin varlığını ispat için kamuoyu oluşturmak için kullandı!!!
Bu nereden bakarsanız bakın müthiş bir iddia.
Ama hani yankısı?
"Hani yankısı?" derken, bu işle doğrudan ilgisi olması gereken yerlerden hani yankısı diye soruyorum.
-MGK Genel Sekreterliği'nin açıklaması nerede?
-Dönemin Cumhurbaşkanı'nın, Başbakanı'nın açıklaması nerede?
-Dönemin Genelkurmay Başkanı'nın açıklaması nerede?
-Maktullerin yakınlarının açıklaması nerede?
Yani bir tek maktul yakını çıksa da, "İsmet Berkan'ın sorduğu soru ne anlama geliyor?" diye sorsa...
-Mevcut hükümet veya Meclis için bir anlam taşımıyor mu bu soru? Yoksa dikenli konular içine mi giriyor?
Dün Yargıtay Başkanı Eraslan Özkaya'yı dinledim. Maşallah, uzun konuşmasında Atatürkçülüğün tehlikede olduğundan, Irak sorunundan irticaya kadar, İslam-Şeriat tanımlamasına kadar her şeyi, her şeyi konuştu. Ama İsmet Berkan'ın "cinayet ihbarı" gibi sorusuna tek kelime ile temas etmedi. Bu işin hukuk boyutu hiç mi yok yoksa?
Rutin dışı işler...
Bilal Çetin Vatan'da 28 Şubat'lı günleri anlatıyor. Dünkü bölümde, Çevik Bir'in nasıl Genelkurmay Başkanı Karadayı'nın yakasına yapıştığı, sonra da "Ben bittim, ben bittim" diye ödünün koptuğu, sonra da Karadayı ile hiçbir şey olmamış gibi kucaklaştığı anlatılıyordu. Bu da devlet geleneğinde rutin dışı olmalı!!!
Bilal Çetin, bugünkü bölümde bir askerin bir bakana "Onu bakanlığın önünde yağlı kazığa oturturuz" diye haber gönderdiğini yazacağını anons ediyor. "Hangi bakandı o?" diye merak uyandırıyor. Bildiğim şu: O bakan Meral Akşener'di. Ve bir bildiğim daha var ki Meral Akşener o sözü getirene şöyle dedi:
-Git o generale söyle. Ben tarihçiyim. Tarihte Osmanlı halkına karşı kazıkla işkence yapan bir insan biliyorum. O da Kazıklı Voyvoda idi. Yalnız onun bir özelliği daha vardı: O bir homoseksüeldi.
28 Şubat'lı günler... Rutin dışı günlerdi o günler...
Son bir soru: Acaba Turgut Özal'ın ölümünde de psikolojik harekatın rolü var mı? (İmza: Korkut Özal. Neşe Düzel ile mülakat, Radikal 8 Eylül 2003)
-MGK SITRATEJİK SAVAŞ – 11 EYLÜL – 12 EYLÜL VE DARBELER
Gözaltında – (Ahmet Taşgetiren-Yeni Şafak.13-09-2003)
Maltepe Üniversitesi İdare Hukukçusu ve YÖK üyesi Prof. Dr. Ülkü Azrak "Üniversitelerin YÖK konusunda neden hep suskun kaldığı?" şeklindeki bir soruyu cevaplandırırken ilginç bir tesbit yapıyor:
"Biraz da Silahlı Kuvvetler'i rahatsız eden bazı gelişmelerin ancak YÖK sayesinde frenlenebileceği düşüncesine sahip oldukları için YÖK'ü sarsmamaya çalıştılar." (Milliyet, 14 Eylül 2003, Türkiye Üniversitesini Arıyor)
Ne anlıyoruz bu değerlendirmeden? Herhalde şunu:
"Asker bazı gelişmelerden rahatsız olursa, YÖK devreye sokulur ve bu sayede o gelişmeler frenlenebilir. Bunun için üniversiteler YÖK'ün yıpranmamasını tercih ediyor."
Bu yaklaşımın daha açık ifadesi, YÖK'ün, bazı operasyonel durumlarda araç olarak kullanıldığı hususudur.
Bu değerlendirmeyi daha da anlamlı kılan husus, bir, YÖK'ün bu misyonunun Radikal'in yayınlarıyla daha da güncellik kazanan MGK'ya bağlı Toplumla İlişkiler Başkanlığı'nın yürüttüğü "Psikolojik Harekat" kapsamına girme ihtimalidir. Ve iki, Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Aytaç Yalman'ın tam da bugünlerde YÖK Başkanı Gürüz ve bazı rektörleri "davet ederek" görüşmesi ve bu görüşmede iki kesimin "hassasiyet paylaşımı" içine girmesinin, yoğun 28 Şubat tartışmaları içinde özel bir anlam kazanmasıdır.
Soru şu:
Acaba YÖK adına ortaya konan tüm eylemler, bir askeri tavrın yansıması mıdır?
Bu sorunun, YÖK adına ortaya konan direnci çok tartışmalı kılacağı kesin olduğu gibi, kamuoyuna yansımasına itina gösterildiği anlaşılan Asker-YÖK ilişkilerini de tartışma ortamına çekeceği çok açıktır.
Olaya üniversiteler açısından bakıldığında, Asker'le dirsek teması içinde hareket eden bir grubun üniversitelerde yeniden yapılanmaya karşı direnci, bir askeri müdahale ürünü olan YÖK düzeninin, yine askeri iradeyle korunması niteliğine bürünüyor. Bunun YÖK düzeninde ifadesi Prof. Azrak'ın tesbitine göre "üniversitelerde hâlâ sürmekte olan askeri hiyarerşik yapı"dır. Bakın ne diyor Prof. Azrak:
"Öğretim üyeleri kendi meslektaşları durumunda olan dekana 'arzederim' diyor. Diliyle, üslubuyla, dünya görüşüyle, üniversite anlayışıyla baskıcı sistem oturmuştur. Bunu kırmak, ortadan kaldırmak fevkalade güçtür."
Bu satırları bir kere daha okuyunuz ve YÖK'çü grubun üniversitelerdeki düzen adına neden direnç gösterdiklerini değerlendirin.
İşin askere ilişkin boyutu da çok hassasiyet kazanmış bulunuyor.
Org. Yalman'ın YÖK'çü grupla görüşmesinin kamuoyunca nasıl algılandığı dünkü medya değerlendirmesinde görülmüş olmalıdır. İster kendisine destek niteliğinde olsun, ister eleştiri çerçevesinde, ortaya çıkan değerlendirmeler Org. Yalman'ı siyasi bir mücadelenin odağına çekmektedir. "Org. Yalman bu görüşmeyle yaşanmakta olan YÖK-İktidar çekişmesinde taraf olmaktadır." Bu değerlendirme, hem destekleyenler hem eleştirenler için aşağı-yukarı ortaktır. Kimi "Aferin" diyor orgeneral için, kimi "Buna ne hakkın var?" diyor. Hatta bir şey daha var: "Aferin" diyenler de, "Buna ne hakkın var?" diyenler de, sayın orgeneralde "normal bir vatandaş"tan çok daha fazla "belirleyici kudret" gördükleri için bu tavrı sergiliyorlar. Yani Aytaç Yalman "orgeneral" ve "Kara Kuvvetleri Komutanı" olmasa, benim gibi sade bir vatandaş olsa, dilediği insanlarla dilediği yerde ve dilediği kadar görüşebilir. Bu görüşmeyi kamuoyuna taşıyan, Aytaç Yalman'ın rütbesi ve statüsüdür. Bu statünün "kullanılması" gibi bir olayla karşı karşıyayız ve bu olay, meseleye olağanüstü duyarlılık kazandırıyor.
Hele, Asker'in kudretini demokrasi dışı kullanma geleneğinin bulunduğu Türkiye'de, ve henüz bu sürecin içinden çıkılmadığı, buna karşılık AB ile ilişkilerin "sistem üzerindeki asker etkisini azaltma" eksenine oturduğu bir zamanda...
Org. Yalman'ın YÖK'çülerle görüşmesine yönelik değerlendirmeler iki şeyi daha ortaya koydu:
1. Toplumun büyük kesimi bu tür görüşmeleri kaygıyla ve olumsuzlayarak değerlendirdi. Evet olumlayanlar, belki gözleri parlayarak seyredenler de mevcut, ama bunlar, askeri hep sistem içinde aktif görmek isteyen ve askeri hep görev alanı dışına çekmek isteyen küçük marjinal, tepeden inmeci gruplardan ibaret.
2. Daha dikkat çekici bir gelişme ise, üst komutanların temaslarının "toplumun gözaltında"olduğunun gözlenmesi... Ne yapıyor komutanlar? Bunu halk izliyor... Birileri umutla birileri kaygıyla izliyor. Daha ağırlıklı olarak kaygıyla izleniyor. Bu gözaltı halinin, önümüzdeki zamanlarda sayın komutanlar için daha çok kuşatıcı hale geleceği söylenebilir.
Askeri herhangi bir makamı, böyle bir kaygının muhatabı durumuna getirmeye hiç kimsenin hakkı olmamalı. Çünkü tüm o rütbeler taşıyana emanettir. Asker halkı, kendisi veya siyasi iradeden birini tercih ile karşı karşıya bırakmamalı. Bu orduya yönelik büyük vebal olur.
ORTADOĞU DAHA SICAK:
Amerika sözümona terörle mücadele ediyor (!) ve bunun için Irak'ta... Ama öte yanda İsrail, meşru Filistin liderini ülkesinden sürme kararı alıyor ve orada Amerika yok. Kim inanır bu küresel adalete, barışa?
Irak'taki Geçici Yönetim, bir yandan "yabancı asker"e karşı çıkıyor, Çelebi "siz bağımsızlık mücadelesi verdiniz, bizi en iyi siz anlarsınız" diyor, öte yandan kendi konumları dahil Irak'ta her şeyi Amerikan işgalinin tayin ettiğini görmezlikten geliyor.
Amerika, bir yandan PKK-KADEK'i terör örgütü olarak niteliyor, diğer yandan da, PKK-KADEK'i Türkiye'ye karşı koz olarak kullandığı izlenimini verecek görüntüler sergileniyor.
Ortadoğu daha sıcak, Ortadoğu karmakarışık... Ortadoğu kendi çocuklarının kontrolünde değil.
**Devlet dışı politika üretimi
13/09/2003
Aslında Soğuk Savaş bitene kadar her şey çok kolaydı.
Dış politika ve güvenlik politikaları önceden belliydi; ufak tefek nüanslar
dışında pek önemli değişikliklere gerek olmuyordu.
Soğuk Savaş'ın yarattığı bir önemli olgu daha vardı: Gerek dış politika ve
gerekse güvenlik politikaları 'milli' idi; bu tabular tartışılmaz, bunları
tartışmaya kalkışanlara hemen 'komünist' ya da 'vatan haini' gözüyle bakılmaya
başlanırdı.
Ama Soğuk Savaş'ın bitmesi, dünya üzerindeki bütün ulus devletler açısından bu
oyunu bitirdi. Artık güvenlik politikaları da, dış politika da her yerde ve
herkes tarafından tartışılabiliyor. Hatta tartışılması teşvik ediliyor.
Türkiye'de de durum bu.
Ama Türkiye'de bu tartışma hem biraz geç başladı hem de hayli sancılı bir süreç
yaşanıyor.
Güvenlik politikaları konusunda belki zaman zaman bir tartışma oluyor gibi olsa
da bu konu hâlâ kısmen bir tabu olma özelliğini koruyor. Dış politikada göreli
olarak daha geniş bir tartışma ortamı olmakla birlikte, politika üretimine
kamuoyunun ya da devlet dışı sivil toplumun katkısı her zaman
gerçekleşmeyebiliyor.
Evet, devlet-devlet dışı diye bir ayrım yapıyorum. Çünkü 'devlet' güvenlik
politikalarından dış politikaya kadar pek çok şeyi neredeyse kendi kendine ve
zaman zaman da seçilmiş siyasetçilere rağmen oluşturan mekanizmanın adı. Ve bu
mekanizma, doğal olarak hâlâ politika üretiyor.
Yanlış anlaşılmasın, burada 'devlet politika üretmemeli' diye bir şeyi savunuyor
değilim; elbette üretecek. Söylemeye çalıştığım şey, bu politika üretme sürecine
artık sivil toplumun da katkı vermeye başlamasının sağlanması.
'Devlet' dediğimiz organizasyonun politika üretme ve karar alma sürecinde en
önemli organı kuşkusuz Milli Güvenlik Kurulu. Güvenlikle ve dış politikayla
ilgili bütün önemli kararlar MGK'dan geçer. MGK'da
bu çeşit kararların oluşmasına en büyük katkıyı da, kuşkusuz devlet çapında
bilgiyi derleyen genel sekreterlik sağlar.
Ama biliyorsunuz Avrupa Birliği yedinci uyum paketi ile genel sekreterliğin bu
çeşit icrai nitelikler de taşıyan görev ve yetkileri kaldırıldı. Genel
sekreterliğin yetkileri kaldırıldı diye devlet bilgi üretemeyecek ve karar
alamayacak değil. Bakanlıklara artık daha fazla iş düşecek.
Genel sekreterliğin yetkilerinin azalmasıyla birlikte devlet çapında bilgi
üretiminde ve karar almakta bir zaaf doğmayacak kuşkusuz. Ayrıca genel
sekreterliğin gücünün azaltılması sayesinde belki de devlet dışı bilgilerin ve
politika önerilerinin önü açılabilecek.
Burada en önemli görev siyasetçiye düşüyor. Artık siyasetçilerimiz ve siyasi
partilerimiz, iktidarda değilken bile, hatta özellikle de iktidarda değilken,
güvenlik ve dış politika konularında daha bilgili, daha dikkatli, daha sözünü
tartarak söyleyen insanlar haline gelmek zorundalar.
Bakın CHP bugün muhalefette ve Irak'a asker gönderilmesine şiddetle karşı
çıkıyor. Acaba aynı CHP iktidarda olsaydı yine aynı görüşte mi olurlardı? Hiç
sanmıyorum.
CHP'ye haksızlık etmek istemiyorum; bu neredeyse bütün siyasi partiler için
geçerli, elbette AKP için de... Ben, Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan'ın AB
başkentlerinde, "Zaten idamı da kaldırdık" dediğine çok tanık oldum. Oysa AKP
idamın kaldırılmasına oy vermemişti; birtakım şartlar ileri sürmüştü.
İşte devlet dışı bilgi üretimi önemlidir, derken bunu kastediyorum. Muhalefette
esip kavurup sonra iktidara geldiğinde yeterli birikime ve bilgiye dayanmayan bu
uçuşan fikirleri MGK'da savunamamak, sonunda 'devlet bilgisi'nin her şartta
galip gelmesinin de sebebi oluyor.
Burada devlet dışı bilgi üretmek derken tek görev siyasetçilere de düşmüyor
kuşkusuz. Bizzat sivil toplumun kendisi, üniversiteler vs. de tutarlı ve altı
dolu sivil bilgi üretimini sağlamak zorunda.”Radikal.İsmet Berkan.13-9-2003)
**Psikolojik harekât...
28/08/2003
Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği'nin her sayfası
'gizli' damgalı yönetmeliğinin, genel sekretere bağlı 'Toplumla İlişkiler
Başkanlığı'nın görevlerini tanımlayan 23. maddesini 'd' fıkrasından itibaren
aynen aktarıyorum:
"d. Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterinin emir ve direktifleri ile;
1. Devletin varlığı ve bağımsızlığı, ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği, toplumun
huzur ve güvenliği ve Anayasal rejimin korunmasında;
2. Türk toplumunu Atatürkçü düşünce, Atatürk ilke ve inkılapları, milli ülkü ve
değerler etrafında birleştirerek, milli birlik ve bütünlüğü sağlayıcı her türlü
psikolojik tedbirin alınmasında;
3. Anayasa düzenine, milli birlik ve bütünlüğe, Türk milletini Atatürkçü
düşünce, Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda ve milli ülkü ve değerler
etrafında birleştirilerek milli hedeflere yönlendirmeye karşı, yurtiçi ve
yurtdışında oluşan tehdidin etkisiz kılınmasında;
Milli Güvenlik Kurulu kararları ile bunlara ilişkin Bakanlar Kurulu kararlarına
istinaden gerekli olan psikolojik harekât hizmet ve faaliyetlerini planlar,
ilgili bakanlık, kamu ve özel kurum ve kuruluşlarda bu konudaki uygulamaları
koordine, takip ve kontrol eder, görevli birimleri planlar istikametinde
yönlendirir."
* * *
Siz bu fıkradan ne anlıyorsunuz bilmem, ben kendi anladığımı yazmaya çalışayım:
Bir tarafta 'Türk devleti' var; öteki tarafta eğer biraz boş bırakılırsa ya da
psikolojik harekâta ara verilirse her an bu devleti yıkmaya yönelik 'yanlış'lara
sapma tehlikesi bulunan bir 'Türk toplumu' var.
Ne yapmak lazım? Devleti korumak lazım.
Kimden koruyacağız devleti? Tabii ki 'Türk toplumundan.'
Nasıl yapacağız bunu? Atatürkçülüğün kendimize göre bir versiyonunu 'resmi
ideoloji' haline getirip, 'Türk toplumu'nu bu resmi ideoloji uyarınca gereken
'psikolojik tedbirler'i alarak bir şekle sokarak.
* * *
Bu yönetmeliğin 12 Eylül darbecileri tarafından kaleme alınan ve hâlâ yürürlükte
olan en önemli gizli belgelerden biri olduğunu hiç akıldan çıkarmamak lazım.
Yönetmelik, yazıldıkdan tam 20 yıl sonra basına sızıyor ve hepimiz 12 Eylül'ün
mantığı hakkında bir kez daha birinci elden fikir sahibi olma imkânını elde
ediyoruz.
Halka karşı psikolojik harekât yapma gereğini gizli de olsa bir dokümana yazmak,
sadece darbecilerin cesaret edebileceği bir şey.
Çünkü sadece darbeciler, halkın devlete olan sadakatinden şüpheye düşerler;
sadece onlar bu sadakati sağlamak için 'beyin yıkamak' gerektiğine inanırlar;
sadece darbeciler bu çapta bir toplum mühendisliği projesine kalkışırlar.
Şaşırtıcı olan, bu yönetmeliğin değiştirilmesi ihtiyacının yazıldıktan 20 yıl ve
altı genel seçim sonra ancak ortaya çıkması. Arada iktidara gelen 'sivil'
siyasetçilerin hiçbirinin aklına bu arı kovanına çomak sokmak gelmemiş. O
yetkili görevlerde bulunmuş sivil siyasetçilerin tamamına yakını, en azından
bana özel sohbetlerde MGK ve MGK Genel Sekreterliği'nin işleriyle ilgili
yakınmada bulundukları halde buna kalkışmamışlar...
Cevabını asla alamayacağımı bildiğim bazı sorular var aklımda; tehlikeli
sorular... Hele dün günün bazı saatlerinde Radikal'in internetteki web sitesinin
başına gelenlerden sonra iyice tehlikeli hale gelen sorular...
Onları da yarın sorayım...
**MGK'nın planları açıklansın
Radikal, yetkilileri, artık kimsenin savunmadığı bir darbe döneminde çıkan yönetmeliğe göre hazırlanan planları ve uygulamalarını açıklamaya çağırıyor. Toplumla devlet ilişkilerinin düzelmesinin en iyi yolu bu
29/08/2003
Psikolojik savaş, askerlikte çok önemli bir kavram. Bunu
anlayabiliyorum. Savaşıyorsunuz ya da caydırıcılık sağlamaya çalışıyorsunuz, o
zaman psikolojik savaşa da başvurmalısınız. Düşmanı yanıltmak, düşmanı korkutmak
için böyle şeyler yapılıyor.
Peki ortada bir savaş falan yokken de psikolojik harekât yürütülmeli mi? Bu
savaşı yöneticileri ve çalışanları asker olmasına rağmen kâğıt üstünde orduya
değil Başbakanlığa bağlı 'sivil' bir ofis olan bir kurum mu yürütmeli? Ve bu
savaştaki 'düşman' o devletin kendi milleti mi olmalı?
Radikal'in ortaya çıkarttığı Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği gizli
yönetmeliği, genel sekretere gerektiğinde 'Türk toplumu'na karşı kullanılmak
üzere psikolojik savaş planlarının hazırlamasını ve el altında tutmasını
emrediyor.
MGK ciddi bir kurum olduğuna, bu kuruma genel sekreterlik yapmış hepsi de
orgeneral rütbeli subaylar ciddi ve işini iyi yapan insanlar olduğuna göre bu
psikolojik harekât planlarının hazırlanması işinin ihmal edildiğini,
savsaklandığını düşünmek çok yanlış olur.
MGK'da, genel sekretere bağlı çalışan Toplumla İlişkiler Başkanlığı'nca
hazırlanan bu planları Türk halkının bilmeye hakkı var bence. Bir de tabii
geçmişte yürütülmüş harekâtları da bilmek isteyecektir vatandaşlar.
* * *
Hayatım boyunca komplo teorilerine inanan, onlara prim veren bir insan olmadım.
Hatta çoğu zaman bu köşede o teorilerle alay ettim. Ama şimdi bir soru
soracağım, hem de hayli sert bir soru. İlk bakışta okuyana komplo teorisi gibi
gelecek, hatta bu konuda komplo teorilerinin olduğunu zaten biliyorum, ama
sorunun bir mantığı da var:
Acaba Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Ahmet Taner Kışlalı ve hatta Necip Hablemitoğlu
cinayetleri de birer 'psikolojik harekât' mıydı?
Hemen kaşınızı kaldırıp sinirlenmeyin. Aynen Amerika'da her taşın altında CIA
parmağı aranması gibi, bizde de eğer devletin halkına karşı
'psikolojik harekât' planlayan birimleri varsa, bu sorular da sorulur.
Biz, 6-7 Eylül olaylarının yıllar sonra bir 'kontr-gerilla' operasyonu olduğunu
öğrenmiş bir milletin çocuklarıyız. Biz, Susurluk'u karartmış ve bir anlamda
gerçek sorumlulara ulaşılmasını imkânsız hale getirmiş bir milletiz. Yine biz,
Susurluk'ta mahkemece suçu sabit görülenleri 'kahraman'
mertebesine yükseltmeye çalışmış bir milletiz.
Üç-beş siyasi cinayetin, üç-beş büyük provokasyonun daha 'düşman' milleti yola
getirmek için düzenlenmiş birer psikolojik harekât olması Türkiye'de kimseyi
etkilemez eminim.
Kimseyi haksız yere itham etmek de istemem ama ne demek istediğimi anlattım
sanırım: Devletin, kendi halkını 'düşman' gören bir anlayışı varsa ve o anlayış
uyarınca psikolojik harekât planları yapılıyorsa, birilerinin de bu soruları
sorma hakkı doğar.
Gizli yönetmeliklerle bazı kişilere yasalarda ve Anayasa'da olmayan yetkiler
veriliyorsa, aradan geçen onca zamana rağmen bu gizli yönetmelikten haberi olan
onlarca sivil politikacı 'Yahu burada ne oluyor' diye sorma gereği bile
duymuyorsa, o zaman bu hak iyice katmerlenir.
Eğer devlet vatandaşıyla barışmak ve temiz bir sayfa açıp yoluna devam etmek
istiyorsa, yapılması gereken ilk şey, MGK bünyesinde hazırlanan psikolojik
harekât planlarının halka açıklanmasıdır.
Bugünün komutanlarının kendilerinin bile eleştirdiği ve sahip çıkmadığı bir
askeri darbenin topluma dayattıklarıyla hesaplaşmak bu kadar uzun zaman alıyorsa
vay halimize...
Sadece bu yönetmeliğin haber olarak halka duyurulması bile, Avrupa Birliği'ne
uyum çabalarının ne denli önemli olduğunu göstermiş olmalı. Türkiye'nin kendi
ayakları üzerinde duran, halkına saygılı, gerçek bir demokrasi olması, benim
için AB'ye üyelikten daha değerli ve önemli.
**Meclis neden susuyor?
08/09/2003
Sanırım Radikal'in Milli Güvenlik Kurulu Genel
Sekreterliği gizli yönetmeliğini açıklamasının üstünden makul bir süre geçti.
Ben bu süreyi 'bekleme' süresi olarak değerlendirmek istiyorum.
Radikal'in haberini herkes okudu. Yönetmelikle ilgili pek çok yorum yapıldı, pek
çok köşe yazarı bu konudaki görüşlerini açıkladı. Dikkat ettim, iktidar ve
muhalefetten nedense resmi düzeyde görüş gelmedi. Meclis'te bildiğim kadarıyla
bir milletvekilinin soru önergesi vermesi dışında bir girişim de olmadı. Ve
bunca zamandan beri devam eden bu sessizlik benim çok ama çok ilgimi çekti.
Oysa, bizim sistemimizde en büyük denetleyici otorite Türkiye Büyük Millet
Meclisi. Herhangi bir Batı ülkesinde böyle bir gizli yönetmelikle devlet
kurumlarının kendi halkına karşı psikolojik savaş açmasının öngörüldüğü ortaya
çıksaydı, bu o ülke çapında bir skandala neden olur, o ülke meclisinde hemen
soruşturmalar açılırdı.
Ama Türkiye'de bunların hiçbiri olmadı. Daha doğrusu henüz olmadı. Gizli
yönetmelik ve onun öngördüğü 'Türk milletine' karşı psikolojik harekât planları
ne iktidarın ne de muhalefetin ilgisini çekti anlaşılan. Bu konuda bir Meclis
soruşturması açılması akla dahi gelmediği gibi bunun çok daha hafifi olan Meclis
araştırmasına bile gerek görülmedi.
Demek kimse geçmişte devletin kendi halkına karşı ne gibi psikolojik harekâtlar
yürüttüğünü, bu harekâtlarda ne gibi unsurların devreye girdiğini vs. merak
etmiyor. Ya da belki kimse bu arı kovanına çomak sokmak istemiyor.
Ama ben ısrarlıyım. Meclis'i fırsat buldukça buradan göreve çağırmaya devam
edeceğim. Çünkü konunun Türkiye'de demokrasinin özüyle ve algılanışıyla ilgili
olduğunu düşünüyorum.
* * *
Bakın Avrupa Birliği ilerleme raporlarında geçen kalıp cümlede, 'Ordu üstünde
sivil kontrol'dan söz edilir. Türkiye bu amaçla özellikle yedinci uyum paketine
MGK ile ilgili düzenlemeleri koydu ve onca itiraza rağmen yasalaştırdı. Bu
amaçla MGK Genel Sekreterliği'nin icra yetkileri hayli sınırlandı.
Bunlar gelecek için ümit veren, seçilmiş siyasilerin ülke yönetimine her
bakımdan ağırlıklarını koyma arzularını gösteren önemli adımlar. Ama bir de
geçmiş var. O geçmişi kimse merak etmeyecek, kimse o geçmişle ilgilenmeyecek mi?
Geçmişin üstüne bir şal örtmek doğru bir tutum mu?
Bence değil ve olmamalı. Türkiye kendi yakın geçmişiyle hesaplaşmadıkça
demokrasi bu ülkede yerli yerine oturamaz. Geçmişte yapılanları
herkes bilsin ki sivil demokrasinin, hesap verebilir olmanın değeri daha iyi
anlaşılsın.
Meclis görevini yapsın...
**Askeri kimler yıpratıyor?
12/09/2003
Radikal'e ve bana yönelik bir genel suçlama var
bugünlerde: Bazı kişiler ve çevreler, son Milli Güvenlik Kurulu Genel
Sekreterliği gizli yönetmeliği yayınlarıyla gerçekte Türk Silahlı Kuvvetleri'ni
yıpratmaya dönük bir kampanya yürüttüğümüzü öne sürüyorlar.
Gerçekten öyle mi? Ben kendimi ve gazetemi biliyorum, amacımız hiçbir şekilde
TSK'yı yıpratmak olmadı; olmaz da zaten. Böyle bir iddiayı ortaya atanların
somut delillerini de sunması lazım. Radikal'in eski sayıları internette duruyor,
benim MGK yönetmeliğiyle ilgili neleri yazdığım da ortada. Didik didik edin
bakalım, TSK'yı rencide edici bir tek cümle var mı?
* * *
Vatan gazetesinde Bilal Çetin'in 28 Şubat'a ilişkin dizisiyle bir nevi moda
oldu, o günlerden söz etmek. Müsaadenizle ben de bir anımı aktarayım. 28 Şubat
tartışmalarının ve yayınlarının göbeğindeki isim, Erol Özkasnak tümgeneral
rütbesiyle Genelkurmay Genel Sekreteri idi. 28 Şubat MGK'sının hemen ertesi
günü, 1 Mart 1997 sabahı telefonda onunla konuşuyorum. Amacım kararların
içeriğini öğrenmek ve sonra da gazeteme yazmak.
Özkasnak MGK toplantısının sonuçlarına ilişkin sevincini gizlemeden konuşuyordu.
Bir yerinde iş sohbete döndüğünde, "TSK 21. yüzyılın ordusu" dedi, "Öyle 20.
yüzyılın darbe modelleriyle hareket edecek değil."
Ben bu cümle içindeki 'darbe' kelimesine takıldım. Bir asker, görevdeki bir
asker 'darbe' diyordu. Biraz deşince sadece Özkasnak'ın değil Genelkurmay
Karargâhı'ndaki pek çok üst rütbeli subayın 12 Eylül'ü bir
'ihtilal' ya da 27 Mayıs'a verilen isimdeki gibi 'devrim' ve hatta 12
Eylül'cülerin kendi verdikleri isimle 'harekât' olarak bile görmeyip düpedüz
'darbe' nitelemesi yaptıklarını anladım.
Zaten o yüzden, 28 Şubat'tan bu yana 12 Eylül'ün ve 12 Eylül darbecilerinin
birçok üst düzey komutan tarafından, hatta Genelkurmay Başkanları tarafından
'darbe' olarak nitelendiğine ve sert biçimde
eleştirildiğine tanık oldum.
* * *
TSK, geçmişiyle ve bugünüyle bir bütün olan bir kurum. Bu kurum, kendi
geçmişinin hatalarını ya da başarılarını kendi içinde belli ki sürekli
değerlendiriyor, yanlış olduğu düşünülen şeyleri bazen açık açık
eleştirmekten de kaçınmıyor.
12 Eylül'ün darbecileri mesela 27 Mayıs'a hiç sahip çıkmadılar. Konuyu açıktan
açığa eleştirmediler belki ama 27 Mayıs'ın travmasının TSK'da yarattığı izlere
karşı geliştirilmiş savunma mekanizmasını 12 Eylül döneminde gören gözler gördü.
En basiti, 'Emir komuta zinciri içinde emirle' cümlesiydi. Eminim, bugünün
komuta kademesi de 12 Eylül'e sahip çıkmıyor, çıkmaz.
O yüzden, ortaya çıkan bir MGK belgesi üzerine yürütülen tartışmadan da TSK'nın
çok yararlandığı kanısındayım. Çünkü sonuçta tartıştığımız şey aslen 12 Eylül ve
onun mantığından başka bir şey değil.
Ama ben bu 'TSK'yı yıpratmaya çalışıyorsunuz' lafının kaynağını biliyorum. Bu
lafın MGK tartışmasıyla bir ilgisi yok. Türkiye'de, tümgeneral Özkasnak'ın taa
altı yıl önce söylediği '21. yüzyılın silahlı kuvvetleri' sözünün anlamını
kavramamakta inat eden bazı çevreler, demokratikleşme adına atılan her adımı
iktidardaki AKP ile TSK arasında bilek güreşine çevirmek istiyor.
Kendi ayakları üzerinde duran, bir veli ya da vasiye ihtiyaç duymayan bir
demokrasi o çevreleri sonsuza kadar iktidarlarını kaybedecekleri için tedirgin
ediyor. O yüzden bu devirde bile askeri darbe kışkırtıcılığı yapmaktan geri
durmuyorlar.
TSK bu milletin içinden çıkan bir ordu. Onu aslında, askeri her gün darbe
yapmaya davet edenler yıpratıyorlar.
Darbeye giden yol-
( Nazlı Ilıcak-Tercüman-13-09-2003)
11 Eylül 1980 Perşembe günü, öğle vakti. İhsan Sabri Çağlayangil'in telefonu
çaldı. Arayan Demirel'di:
-Askeri cenahtan iyi haber almıyorum. Hazırlıklar varmış. Nereye kadar
gideceklerini, ne yapacaklarını kestiremiyorum. Saat 5'te gelecek zâtın ağzını
yokla...
Saat 5'te Evren Çankaya Köşkü'ne geldi. Fahri Korutürk'ün görev süresi
tamamlandıktan sonra, cumhurbaşkanlığı makamı boşalmıştı. Bu görevi Senato
Başkanı İhsan Sabri Çağlayangil vekâleten yürütüyordu. Evren, Genelkurmay
Başkanı sıfatıyla cumhurbaşkanı vekili Çağlayangil'i her hafta ziyaret ediyordu.
Söz döndü dolaştı Konya mitingine geldi.
Konya mitinginde İstiklâl Marşı okunurken ayağa kalkılmamış, laikliğe aykırı
gibi yorumlanacak davranışlar sergilenmişti. Mitingi organize eden MSP idi.
Çağlayangil, Evren'e 31 Mart vakası patlak verince, Bayar'ın arkadaşlarıyla
toplanıp, Mahmut Şevket Paşa'ya mektup yazdığını, irtica hareketinin
bastırılması için toplanan Hareket Ordusu'na katılmak istediğini anlattı.
Evren "Sizi temin ederim Sayın Çağlayangil, o devirde cereyan eden hadiseler
Konya'daki kadar feci değildi" dedi.
Çağlayangil, Evren'in ağzını aramak için sordu: "Bu hareket sizi sıkıntıya soktu
mu? Üzdü mü?"
-Sizi nasıl üzdüyse biz de öyle üzüldük.
Çağlayangil ısrar etti: "Şahsen üzüldünüz mü diye merak etmiyorum. Ordu
camiasında herhangi bir hareket uyandırdı mı?"
-O cihetten üzüntünüz olmasın. Ordunun dizginleri elimizde; hiçbir şey
yapamazlar. Üzülmekle iktifa ederler.
Evren gittikten sonra Demirel Çağlayangil'i aradı ve "Ne anladınız?" diye sordu.
-Her seferki ziyaretlerinden çok farklıydı. Aşırı saygı ve ilgi içindeydi. Bu
neyi ifade ediyorsa, yorumlanmasını size bırakıyorum.
Demirel şu cevabı verdi: "Anlattığın gibiyse daha bir haftamız var."
Ama o akşam, 11 Eylül'ü 12 Eylül'e bağlayan gece, darbe gerçekleşti. 12 Eylül
Cuma günü, akşam üstü Evren Çağlayangil'i aradı:
-Sayın Başkanım, dün size bu hadiselerden bahsedemedim. Beni anlayışla
karşılayacağınızı ümit ediyorum. Başka çare yoktu dedi.
İşte Çağlayangil'in cevabı: "Paşam bu akşam sizi devireceğiz demenizi elbette
beklemezdim. Ama başka çare yoktu diyorsunuz. Temenni edelim ki bu yaptığınız
çare olsun. Ordu iş başında ne kadar az kalırsa, o kadar iyi olur."
Evren Çağlayangil'e sitem etti: "Bizim beyanlarımızı dinlemediniz mi, kalmaya
hiç niyetimiz yok."
İlk günlerde, siyasi partileri kapatmaya ve iş başında kalmaya hiç niyeti
olmadığını açıklayan Evren, 13 Ekim 1981'de Milli Güvenlik Konseyi'nin başkanı
olarak, siyasi partilerin feshine dair kanunu yürürlüğe soktu. Konsey, 12 Eylül
1980 öncesi duruma dönmemek için, "Tencereyi pisleten politikacıların"
partileriyle seçime gitmeyi doğru bulmadığını kamuoyuna duyurdu.
Evren hiçbir makam peşinde gedildi ama, devlet başkanı, sonra da cumhurbaşkanı
olarak tam 9 yıl görevde kaldı.
12 Eylül'ün hazırlıkları 1979 yılının yaz aylarından itibaren başlamıştı.
1980'den önce Genelkurmay Koordinasyon Dairesi Başkanlığı'nı yapan emekli
Korgeneral Nevzat Bölügiray kitabında "Müdahale en az bir yıl önceden
tasarlanmış, hatta emirler kuryeler aracılığıyla yurt içi komutanlıklarına
gönderilmişti" diye yazıyor.
Orgeneral Bedrettin Demirel ise, darbeden sonra yaptığı bir konuşmada, geç
kalınmış olunmasından dolayı duyduğu üzüntüyü dile getiriyordu: "Bir sene evvel
müdahale kararı vermiştik. Olgunlaşsın diye bir sene daha beklenildi. Çok kan
döküldü, üzülüyorum."
Kenan Evren anılarında darbeye yaklaştıran adımları şöyle açıklıyor: "Kuvvet
komutanlarıyla mutabakata vardıktan sonra, İkinci Başkan Orgeneral Haydar
Saltık'ı çağırarak kendisine şu görevi verdim. Senin başkanlığında çok itimat
ettiğimiz iki kurmay subayla bir çalışma grubu kurunuz. Bu gruba, kapalı olarak
başka bir görev veriniz. Ancak esas görevleri müdahale zamanı gelmiş midir,
müdahale mi daha iyi netice verir, yoksa ilgilileri ikaz mı daha münasiptir?
Bunları araştırsınlar ve zaman zaman bana rapor versinler. Rapor daktilo ile
değil, el yazısıyla olmalı ki, gizlilik ihlâl edilmemeli.
Saltık, bu görevi aldıktan sonra, iki kurmay subayı seçti, 11 Eylül 1979'dan
itibaren çalışmaya başladı."
Gene Evren'in anılarından okuyoruz: "1979 Temmuz ayı, terör olayları bakımından
çok yüklü geçti. 470 olay, 101 ölü, 384 yaralı. İşte Temmuz ayının anarşi
bilançosu! Kuvvet komutanı arkadaşlarımla, tek tek, içinde bulunduğumuz acıklı
durumu ve ne yapılması gerektiği konusunu görüşmeye başladık. Onlara şöyle
dedim: 'Eğer durum böyle devam ederse, yeni bir 27 Mayıs olmasından korkarım.
Milli Güvenlik Kurulu'nda ben de, siz de söylenmesi gereken her şeyi açıkça ve
çekinmeden söylüyoruz ama hükûmet hiçbir şey yapmıyor.'"
12 Eylül 1980'de gerçekleşen müdahale Temmuz 1979'da ana rahmine düşmüştü.
Nitekim daha sonra, Evren, hadiselerin olgunlaşmasını beklediklerini itiraf
edecek "Sabrettik... sabreden derviş muradına ermiş" diyecekti.
27 Ağustos 1979'da Evren'in, Silâhlı Kuvvetler gününde yayınladığı mesaj da
önemli bir sinyaldi: "Sessizliğinizi ve sabrınızı güçlerinin kanıtı gibi
göstermek isteyenler nasıl yanıldıklarını bir zaman gelecek, görecekler... İç
Hizmet Kanunu'nun sana verdiği, Türkiye Cumhuriyeti'ni kollamak ve korumak
görevini gerektiğinde tam anlamıyla ve kusursuz olarak yerine getireceğin
muhakkaktır."
27 Aralık'taki mektup veya "Mini muhtıra"
2 Ocak 1980'de gazetelere yansıyan uyarı mektubu 27 Aralık 1979 günü
Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'e iletilmişti.Bu mektubu hiçbir siyasi lider
üzerine almak istemedi. Ecevit iktidarda değildi. Demirel ise, hükûmetini henüz
yeni kurmuştu. 35 günlük başbakandı. O mektup, aslında belirli bir partiyi hedef
almıyordu. "Her şey yapıldı, başka çare kalmadı" demek için bir vesileydi.
27 Aralık 1979 günü, Genelkurmay Başkanı Evren Çankaya Köşkü'nde, Korutürk'e
uyarı mektubunu verdi. Korutürk Evren'e soruyor: "Kararlı mısınız?"
-Ordu alt kademeleri bastırıyor, sıkıştırıyor. Şayet yaparsak sizi başımızda
görmek isteriz. Cumhurbaşkanlığı görevini sürdürmenizi de.
-Beni Parlamento seçti yapamam bunu.
Korutürk daha sonra, Danışmanı Fahri Çoker'e "Ben Eyüp Han'a Pakistan'ı teslim
eden İskender Mirza olamam" diyecekti.
Korutürk'ün görev süresi Nisan 1980'de sona eriyordu. Hiç değilse, o güne kadar,
bu darbenin ertelenmesini istiyordu. Gerçekten de, "mini muhtıra" Aralık 1979'da
verildi. Darbe 12 Eylül'de yapıldı. Hadiselerin olgunlaşması mı beklenildi,
yoksa Fahri Korutürk'ün ricası mı dinledi... Galiba, her iki faktör de,
gecikmede rol oynadı.
Çankaya'daki koltuk dolu olsaydı, Evren, devlet başkanlığı makamına nasıl
oturacaktı?
Korutürk, askerlerin kendisine verdiği muhtıradan Demirel ve Ecevit'e hemen söz
etmedi. Bu yüzden, siyasi liderler olayı ancak haber gazetelere yansıyınca
duydular. 2 Ocak'ta Korutürk, Demirel ve Ecevit'i Köşke davet etti. Ve onlara
gelişmelerden duyduğu endişeleri nakletti: "Cumhurbaşkanı olduğumdan beri
perşembe günleri Genelkurmay Başkanı ile görüşürüm. 27 Aralık günü mutad
konuşmamızı yaparken, ordudaki izlenimlerini sordum. Bana bu defa Silâhlı
Kuvvetlerin görüşlerini bir yazıyla sunacağını belirtti.
Bu mektubun birer suretini şimdi sizlere vereceğim. Biraz sonra, öğle ajansında
da radyodan açıklanacak. Evren, ordunun ıstırap içinde olduğunu, tüm umutların
bağlandığı Meclis'lerde de bir karara varılamadığını söylüyor. Bu konuda
partilerin birbirine yakınlaşmalarını, Millet Meclisi'nin duruma hâkim olmasını
temenni ediyoruz."
Uyarı mektubu ortada kalmıştı. Kimse muhtırayı üzerine almadı. Darbe şartları
olgunlaşmaya bırakıldı.
Cumhurbaşkanlığı seçimi ve nafile turlar
6 Nisan 1980 günü Cumhurbaşkanı Korutürk'ün görev süresi doldu. Yerine vekâleten
Senato Başkanı İhsan Sabri Çağlayangil geçti. Böylece Türkiye'de bunalımı
ağırlaştıran yeni bir merhale başlamıştı. Adalet Partisi'nin cumhurbaşkanı adayı
Sadettin Bilgiç idi. CHP ise, 12 Mart muhtırasının altında imzası bulunan Muhsin
Batur'u cumhurbaşkanı olarak seçmek istiyordu. Ecevit ve Demirel bir uzlaşma
zemini bulamayınca, Meclis kilitlendi.
Salı günleri durum değerlendirmesi yapılıyor, çarşamba ve perşembe,
cumhurbaşkanı seçimi için oylamaya geçiliyor, cuma günü ise herkes Ankara'dan
ayrılıyordu. Seçilmek için 318 oy gerekiyordu. Nafile turlar sürerken Bilgiç
210'un üzerine çıkamadı. Batur ise, bir ara 303'e kadar tırmandı.
Cumhurbaşkanı için salt çoğunluk gerekliydi ve hiçbir siyasi parti bu anlamda
bir çoğunluğa sahip değildi. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin 93'üncü turunda,
Batur 303 oy aldı, Sadettin Bilgiç yerine, Adalet Partisi'nin aday yaptığı Faik
Türün ise 185 oyda kaldı. 20 boş, 4 de geçersiz oy çıktı.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin bir türlü neticelenmemesi, askerlerde tepki
yaratıyordu. 11 Mayıs 1980'de Nato Askerî Komite toplantısı düzenlenmişti.
Amerikan Genelkurmay Başkanı General Jones bir ara Türk meslektaşını kenara
çekti: "Türkiye'deki gelişmeleri kaygıyla izliyoruz. Politikacılarınız aylardır
bir cumhurbaşkanını dahi seçemediler."
Evren ertesi gün Türkiye'ye döndü ve "Yurt dışında bana halâ bir cumhurbaşkanı
dahi seçemediniz diyorlar" şikâyetini dile getirdi.
Demirel'in kurduğu azınlık hükûmeti, Milliyetçi Hareket Partisi ve Milli Selâmet
Partisi tarafından dışardan destekleniyordu. Demirel, 14 Ekim 1979'da yapılan
Senato kısmi yenileme ve milletvekili ara seçimlerini kazanmıştı. 5
milletvekilliğinden hepsini, 50 senatörden 30'unu almıştı. Ama başarı Meclis'e
yansımamıştı. Erbakan, destekten vazgeçeceklerini "Kadayıfın altı kızardı"
sözleriyle belli ediyordu. MSP bakanlar aleyhine verdiği gensoru önergeleriyle,
onları tek tek düşürüyordu. Bu arada, CHP - MSP pazarlığı sürüyordu. Erbakan, 24
Haziran günü, "Parlamenterlerimizi serbest bıraktık, artık hükûmeti destekleme
mecburiyetimiz kalmadı, ancak arkasını görmeden hükûmeti düşürmeyiz"
açıklamasını yaptı.
Demirel, Erbakan'la görüştü. Ona "Hoca, aynı geminin içindeyiz, bir sıkıntınız
varsa gelin bana söyleyin" dedi.
Kader ağlarını örüyordu. Evren de, demokrasinin başına çorap örmekle meşguldü.
24 Mayıs'ta, İstanbul'da, Sıkı Yönetim Komutanı Orgeneral Necdet Üruğ'un
karargâhına gitmiş, Birinci Ordu'ya bağlı kolordu komutanları ve Akademi
Komutanı'yla buluşmuştu. Bu toplantıdan çıktıktan sonra, not defterine şunları
yazdı: "24 Mayıs 1980. Ordu- Selimiye. Bugün görüştüğüm kolordu komutanları ve
Akademi Komutanı, artık müdahale etmekten başka çare yok dediler."
Bayrak planı olarak adlandırılan askeri darbe planı, 17 Haziran'da özel
kuryelerle ordu komutanlarına dağıtılmaya başlandı. Ordu 11 Temmuz'da müdahale
edecekti.
2 Temmuz günü Meclis'te güvenoylaması yapıldı. CHP adına Altan Öymen ve MSP
adına Genel Başkan Yardımcısı Hasan Aksay son bir defa daha bir araya geldiler.
Anlaşamadılar. Bu yüzden, CHP'nin hazırladığı gensoru önergesi başarıya
ulaşamadı, Demirel hükûmeti 214'e karşı 227 ile güvenoyu aldı.
Erbakan, kürsüde, o ünlü açıklamasını yapıyordu: "Şimdilik hükûmeti kerhen
destekliyoruz."
Evren, bu yeni durumu kuvvet komutanlarıyla değerlendirdi: "Galiba erteleme
gerekecek. Yeni güvenoyu almış bir hükûmeti, güvenoylamasından 9 gün sonra
düşürürsek, 'Bak CHP düşüremedi, arkasına orduyu alıp birlikte düşürdü' derler.
Yüksek Askerî Şûra toplantısı da yaklaşıyor, tüm tayin ve terfileri yaptıktan
sonra, herkes yerine gittikten sonra, müdahale daha doğrudur. Bu kadar
sabrettik, biraz daha sabredelim."
8 Temmuz günü "Genelkurmay'dan bayrak planı uygulamadan kaldırılmıştır, plan
kolordulardan geri toplansın" emri çıktı.
Askerler politikacılara güven duymuyorlardı. "Bugün, teröristi ortadan kaldırmak
için karşımızdakini ezip geçeriz, ancak yarın bunlar bizi sorumlu tutup, hesap
sorarlar" diyen komutanlar, konuşmalarını hep aynı cümleyle tamamlıyorlardı:
"Muğlalı Mustafa olmak istemeyiz." (Orgeneral Muğlalı Mustafa, sıkı yönetimdeki
sert davranışları yüzünden Demokrat Parti döneminde yargılanan komutandır)
Yukarıdaki kapak mektubuna iliştirilmiş ve Meclis'in yavaş çalışmasından,
Atatürk milliyetçiliğinin zedelenmesinden yakınan metin şöyle sona eriyordu:
"Türk Silâhlı Kuvvetleri, İç Hizmet Yasası ve kendisine verilen görev
sorumluluğunun idraki içinde, siyasi partilerin milli menfaatlerimizi ön plana
alarak, Anayasamızın ilkeleri doğrultusunda, Atatürkçü görüşle biraraya
gelmelerini, bütün önlemleri müştereken almalarını ısrarla istemektedir."
Altında daha sonra halkın "Beşi bir yerde" diye ince bir üslûpla dokundurduğu 5
Orgeneral'in imzası vardı: "Kenan Evren, Nurettin Ersin, Bülent Ulusu, Tahsin
Şahinkaya, Sedat Celâsun."
Kullanılabilecek anektotlar
"Efendiler,
Kumandanlar, askerlik vazifesini ve icabatını düşünürken, dimağını siyasi
mülahazaların tesirinde bulundurmaktan kaçınmalıdır... Memleketin genel
hayatında orduyu siyasetten tecrit etmek ilkesi cumhuriyetin daima sözünü ettiği
esas bir noktadır." Mustafa Kemal Atatürk
"Egemenlik kayıtsız şartsız Türk milletinindir... Hiçbir kimse veya organ,
kaynağını Anayasa'dan almayan bir devlet yetkisini kullanamaz." 1961 Anayasası
"Türk Silâhlı Kuvvetleri, İç Hizmet Kanunu'nun verdiği, Türkiye Cumhuriyetini
kollama ve koruma görevini Yüce Türk milleti adına emir ve komuta zinciri içinde
ve emirle yerine getirme kararı almış, ülke yönetimine bütünüyle el koymuştur."
Org. Kenan Evren, Devlet Başkanı, Genelkurmay ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı.
(12 Eylül 1980)
"Evlâtlarım,
Hiçbir zaman asker olduğunuzu unutmayın. Sakın olki politika ile uğraşmayın. Ne
zaman ki bir ordu poolitikanın içine girmiştir, o ordu yavaş yavaş disiplinini
kaybetmeye ve yavaş yavaş çökmeye başlamıştır. Sakın bizi misal olarak
almayınız." Kenan Evren, Harp Okulu konuşması 30 Eylül 1980
Demirel'in 12 Eylül değerlendirmesi: "Evren'in Saltık'a kurdurduğu çalışma
grubu, anarşiyi meşru parlamento, meşru hükûmet ve anayasal bir rejim olan sıkı
yönetimle nasıl önleriz meselesiyle değil, 'müdahaleyi ne zaman yaparız, nasıl
yaparız' ile meşguldür. Ülkeyi huzur ve sükûna kavuşturması beklenen komutanın,
meyvanın olmasını bekler gibi müdahalenin zamanını beklemesi hazindir. Devletin
güvenliğini sağlaması gereken komutan, arkadaşlarıyla birlikte anarşiyi
önlemenin değil, önlememenin peşindeymiş.
Bu beşi bir yerde beş general TSK'yı kendi ikballeri için aylarca önceden
darbeye şartlandırmışlar. Saltık Komisyonu, mütemadiyen raporlar hazırlamakta ve
25 dosya ile müdahalenin nasıl olacağını komutanın önüne getirmektedir. Halbuki
komutanın önüne anarşinin nasıl önlenmesi gerektiğine dair raporlar
getirilmeliydi.
Biz kan dökülmesini önleyelim diye çırpınırken, bu işi yapacak olanlar, devletin
maaş verdiği kimseler, daha çok kan dökülsün de haklılık kazanalım diye olayları
seyrediyorlarmış. Bunun maliyeti 4 bin can olmuştur."
***
"Darbecilere ve Evren Paşa'ya Dair...
Ben demokratım. Demokrasiye, insan hak ve hürriyetlerine samimiyetle bağlıyım.
Demokratik rejimin, millî menfaatlerle bağdaşmadığı kanaatinde değilim.
Gerekçesi ne olursa olsun, askerî müdahalelerin ve darbelerin, Türkiye'ye ve
insanımıza çok büyük zararlar verdiğini; Türk tarihinde telâfi edilmez yaralar
açtığını düşünüyorum. Bence, son kırk yıllık dönemde ülkemizin bocalayıp
durmasının temelindeki sebep, askerî müdahaleler yüzünden liberal demokratik
rejimin bir türlü oturtulamayışıdır.
Son günlerde 28 Şubat ve 12 Eylül darbeleri, yeniden medyanın gündemine geldi.
Darbecilerin yaptıkları, gözler önüne serilmeye başladı. Bu rezaletlerin ortaya
çıkması, bence demokrasi açısından son derece faydalı olmaktadır. Çünkü yeni
yetme "darbe heveslileri", "YÖK kumpanyası"nın ve "Atatürk tacirleri"nin
tahrikine kapılıp siyasete karıştıkları takdirde, nasıl "rezil rüsva"
olacaklarını görebileceklerdir. "Hayalî irtica papağanları"nın kılavuzluğunda
yola çıkanların "hâl-i pür melâli" ortadadır...
Gazetelerde, zamanın İçişleri Bakanlığı Müsteşarı Teoman Ünüsan'ın, 28 Şubat
döneminin darbecilerinden Genelkurmay II. Başkanı Org. Çevik Bir'in, İçişleri
Bakanı Meral Akşener'e götürdüğü "zarif"(!) mesajı yayınlandı. 28 Şubat
döneminde Ankara kulislerinde yayılmış olan bu "henüz yalanlanmamış" mesaja
göre; Çevik Bir Paşa, vazifesini yaparak darbeciler hakkında bilgi alan dönemin
İçişleri Bakanı'na, "Gelirsek, o kadını kazığa oturturuz!..." buyurmuş... O
sıralarda YDP Genel Başkanı iken, beni ziyarete gelen değerli dostum Meral
Akşener Hanımefendi'ye olayın doğru olup olmadığını sormuştum.
Akşener, "Maalesef doğrudur ama benim Çevik Bir'e gönderdiğim cevabı biliyor
musunuz?..." dedi ve devam etti: "Ben de ona, ben tarih doktoruyum; Eflâk Prensi
Kazıklı Voyvoda Vlad'ın (efsanedeki ünlü Drakula) insanları kazığa oturtmasının
sebebi araştırılmış ve Vlad'ın iktidarsız olduğu için bunu yaptığı ortaya
çıkmış. Acaba Paşa da aynı dertten mi mustarip?!.." Eee Paşam, etme bulma
dünyası... Ne demiş Beyefendi (Demirel)? "Keser döner, sap döner; gün olur hesap
döner..."
Yakın tarihimize yaptığım bu ufak katkıdan(!) sonra, Pazar Sohbeti'nin asıl
konusuna gelebilirim. Bu Pazar sizlere, ihtilalcilerin şâhı, darbecilerin
padişâhı, büyük devlet adamı, ünlü Türk ressamı Marmarisli Evren Paşa ile bazı
anekdotlarımızı nakledeceğim. Girizgâhıma bakarak "Tonton Evren Paşamızı";
Baskın Oran'ın "Kenan Evren'in Yazılmamış Anıları" ve Mustafa Kâmil Zorti'nin "Netekim"
kitaplarındaki uslûp ile terzil edeceğimizi sanmayınız. Zaman zaman yazılarımda
kendisine takılsam da, bendeniz 7. Cumhurbaşkanımız Evren Paşa'yı, hele son
döneminde, çok sempatik ve tonton bulmuşumdur...
Evet, itiraf etmem gerekir ki, "ben Evren Paşa'yı seviyorum..." Müzmin bir darbe
aleyhtarı olmama rağmen, sevdiğim tek "darbeci", Evren Paşa'dır. 12 Eylül
zulmüne mâruz kalan ülkücü kardeşlerim, solcu arkadaşlarım lütfen beni mâzur
görsünler...
Aslında Evren Paşa, "beşibiryerde"den birisi olarak, "Anayasayı ihlâl" suçu
işlemiştir ve Türk Ceza Kanunu'nun 146. maddesinin 1. fıkrasına göre muhakeme
edilmesi ve cezalandırılması gerekir. Âdil bir yargılama yapılabildiği takdirde
"müebbet hapis cezasına"na mahkûm olur. Hüküm giydikten sonra yaşı ve
Cumhurbaşkanlığı nazarı dikkate alınarak Cumhurbaşkanı Sezer tarafından
affedilir; neticede hâlen yaşadığı şartlarda hayatını devam ettirir.
Peki o halde, ne diye boşu boşuna yargılanacakmış, demeyiniz. Çünkü bu
yapılabilirse, her önüne gelen, milletin kendisine "millî savunma" için verdiği
silâhı millete çevirip darbe yapmaya yeltenemez... Diğer taraftan, bu durum
Evren Paşa için de hayırlı olur. Milletin kızgınlığı geçer, onu affeder ve
ölümünden sonra sadece yaptığı hayırlı hizmetleri hatırlar...
X X X
12 Eylül'den önceki günlerde, millet, terörden ve siyasî belirsizlikten
bunalmış; "Asker gelecekse, bir an önce gelsin de kurtulalım" demeye başlamıştı.
Bunun için "12 Eylül Darbesi", halk tarafından önce müsbet karşılandı. Ancak 12
Eylülcüler, Demirel'in ve birçok kimsenin şu sorusuna hâlâ ikna edici bir cevap
bulmuş değildir: "Nasıl oluyor da, 12 Eylül öncesinde günde 20 kişi ölürken, 12
Eylül'de olaylar bıçak gibi kesiliyordu?!..."
X X X
12 Eylül'den sonraki günlerde Başbakanlık Müsteşarlığı'na vekâlet ederken,
Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Turgut Özal'ın ricası üzerine, "Bülent
Ulusu Hükûmet Programı"nı ben hazırlamıştım. Mülkiye'den hocam olan Devlet
Bakanı Prof. Dr. İlhan Öztrak da, Program'ın hazırlanmasında görev almış ve sık
sık müdahalelerde bulunmuştu.
Neyse, benim sizlere asıl aktarmak istediğim, Hükûmet Programı'nın okunuşu ve
kabul edilişi ile ilgili "trajikomik" tablodur. O sabah TBMM'ye gittiğimde, daha
önce milletvekillerinin bulunduğu kulislerde nöbetçi erlerin ve koltuklarının
altında dosyalarla telaş içinde koşuşturan üniformalı subayların dolaştıklarını
gördüm. Bu, muhasara altına alınmış, gaspedilmiş millet iradesinin hazin
görüntüsü idi.
Başbakan Ulusu ve bakanlarla beraber Senato Toplantı Salonu'na gittik; Hükûmete
ayrılan yere oturduk. Biraz sonra, kendini "Devlet Başkanı" ilân eden Evren Paşa
ve "Millî Güvenlik Konseyi" (Darbe Konseyi) üyesi kuvvet komutanları gelerek
milletvekili sıralarına oturdular. Oturumu yöneten Evren Paşa, Başbakan
Ulusu'nun Hükûmet Programı'nı okumasından sonra, Programı oylamaya sundu.
Paşalar ellerini kaldırdılar ve Hükûmet Programı oybirliği ile kabul edildi. Bu
tablo karşısında, gözlerimden yaşlar gelerek nasıl güldüğümü unutamam.. Yoksa,
ağlamalı mıydım?
Evren Paşa'nın önemli meziyetleri vardı. Evvelâ, gerçek bir vatanseverdi ve
millî duyguları çok güçlüydü. Devlet çarkı hakkında bilgi sahibiydi;
anlatılanları dikkatle takip eder ve kısa sürede kavrardı. Sağlıklı, sportmen ve
çalışkandı. Son derece iffetli ve ahlâken mazbut bir insandı. Hiçbir kötü
alışkanlığı yoktu. Bütün kapalı rejimlerde olduğu gibi hakkında çıkarılan bazı
dedikodular tamamen yalandır. Merhum eşi Sakine Hanım'ı çok sever, onu hep
rahmet, özlem ve sevgiyle anardı. Ankara'da olduğu zaman her Pazar günü mutlaka
eşinin kabrini ziyarete giderdi.
Evren Paşa, malî konularda çok dürüsttü. 12 eylül döneminde ve daha sonra adı
hiçbir yolsuzluğa karışmadı. Devlet malı üzerinde âdeta titrerdi. Genel
Sekreteri Sedat Güneral Paşa, bu dürüstlük işini o derece mübalağa etmişti ki,
Cumhurbaşkanlığı personeline günde iki defadan fazla çay içilmesini bile
yasaklamıştı. Ne yazık ki, darbeci arkadaşlarının bazıları hakkında aynı şeyleri
söylemek mümkün değildir. 12 Eylül dönemi de, bütün darbelerde olduğu gibi
yolsuzlukların çok arttığı bir dönem olmuştur.
Evren Paşa, devlet çarkını çevirmeye çalışırken, sivil yönetim ile askerî
yönetimi birbirine karıştırmış ve Türkiye'yi kışla gibi idare etmeye
kalkışmıştır. ANAP döneminde Devlet Bakanı iken bir görüşmemizde, kendisini bu
konuda tenkid ettiğimde celâllenerek, "Sayın Güzel, siz benim kaç yaşımda
üniforma giydiğimi biliyor musunuz? Tüfeğimle yürüyüş yaparken, dipçiği yola
sürünmesin diye uğraşırdım..." demişti. Bu ifade, askerin devleti algılayış
farkının kaynağını açıklamada güzel bir örnektir.
Evren Paşa, halka yakın olmaya çok önem verirdi. 12 Eylül yönetimini halka
benimsetmek için yurt gezileri düzenler; devlet bürokrasisinin gayretiyle tertip
edilen mitinglerde konuşur dururdu. Her devirde ortaya çıkan dalkavuklarının
methü senâları arasında çam üstüne çam devirir; halkın "anlayabilmesi" için
merâmını basit misâllerle ifadeye çalışır ve halkı hafife alırdı. Bilmezdi ki,
halkın iz'ânı, irfanı tahsil ile ilgili değildir ve de "çarıklı erkânıharpler",
kendisi gibi "mektepli erkânıharpler"i suya götürür de susuz getirir...
Hazret, âdeta bir "fetvâ emini" gibiydi. Halkın önünde bir "müceddid" edâsıyla
yumurtladığı cevherler, sonradan ciltler dolusu kitaplara konu oldu. Bir gün,
"Rafın üstündeki ekmeğe yetişemiyorsan ve başka bir şey yoksa, Kur'ânın üzerine
basarak alabilirsin" der; bir başka gün, "Efendim, eskiden televizyon yokmuş;
şimdi Cuma'ya gitmeye ne lüzum var. Hoca hutbeyi okusun, herkes televizyondan
seyretsin" şeklinde pratik buluşlarıyla fıkıh ilmine değerli katkılarda
bulunurdu!...
Aynı günün sabahında Malatya'daki konuşmasında, başörtüsünün gerekçesini izah
ederken, "kadınların yemek pişirirken saçlarının tencereye dökülmemesi" olduğunu
söylemiş; öğleden sonra Elazığ'daki konuşmasında ise, "Bursa'daki Türkmen
kızlarının güzelliğini örtme" gerekçesini göstermişti. Erzurum'da, bir Ramazan
günü, "seferî" olduğunu söyleyip miting esnâsında bir bardak suyu içtiğinde,
birkaç dakika içerisinde halkın miting meydanını terk ederek kendisini erkânı
devlet ve zavallı öğrencilerle baş başa bıraktığını görünce hatâsını anlar gibi
oldu; lakin halkı "irşad"(!) etmekten aslâ vazgeçmedi.
Evren Paşa, çok samimî bir "devlet büyüğümüz" idi. Emirerlerine, postalarına
muhatap olmaktan kaynaklanan bir alışkanlık olsa gerek, her gittiği yerde yöre
halkına "hemşehrilerim" diye hitap eder; bazen de o sempatik Egeli hâliyle, "Ev
yapacaksan tuğladan, kız alacaksan Muğla'dan..." diyerek halk deyişlerini
"devlet katı"nda değerlendirirdi. Lâkin, deyimleri her zaman yerli yerinde
kullandığı pek söylenemezdi. Atatürk'ün çok yönlü olduğunu anlatmak isterken
"Hangi taşı kaldırsak Atatürk çıkıyor" demesini; gene Atatürk'ün irticacılara
kızdığını ifadeye çalışırken "Atatürk size hain hain bakıyor" lâfını
hatırlayınca, her defasında kendimi gülmekten alıkoyamıyorum...
Evren Paşa, masonları, lionları, rotaryenleri hiç sevmezdi. Lion ve Rotary
Kulüpleri'nin uluslararası derneklerle işbirliği konusundaki Bakanlar Kurulu
Kararnamelerini imzalamak istemez; Başbakanlık Müsteşarlığım sırasında beni
Köşk'e çağırarak, "Sayın Güzel, bana bunları getirmeyin, imzalamak istemiyorum"
derdi. Masonlar hakkında, "İyi bir iş yapıyorlarsa niye gizliler?" diye sorar,
ötekileri de "gayrı millî" bulurdu.
Millî Eğitim Bakanlığım esnasında, bir sohbet ânında samimî bir havayı
yakalayarak "Sayın Cumhurbaşkanım, bu millet sizi seviyor; milliyetçiliğinizi,
dürüstlüğünüzü takdir ediyor; şu din iman işlerine ne diye müdahale
ediyorsunuz?... Siz devlet başkanısınız, bu durum lâikliğe aykırı değil mi? Hem
siz askersiniz, bırakınız da bu işlerle ilâhiyatçılar uğraşsın..." diye târizde
bulundum. Evren Paşa, bu sözlerim üzerine öfkelenip şu cevabı verdi: "Sayın
Güzel, siz beni dinsiz, imansız mı zannediyorsunuz. Ben her Cuma gecesi
Sekine'nin (karısı Sakine Hanım) ruhuna Yâsin okurum. Ama, halkın irticaya
yönelmemesi için onlara doğrusunu söylemek gerekir".
Gene Millî Eğitim Bakanı'yken bir gün beni çağırarak 22 kişilik bir liste verdi.
Bu listede, Milli Eğitim Bakanlığı'nda şube müdürü, şef, uzman, daire başkanı
gibi alt seviyedeki yöneticilerin, memurların isimleri ve karşılarında
Fethullahçı, Nakşi, Solcu vs. gibi, hangi eğilimde oldukları yazılı idi.
Listedeki kişileri görevden almamı istedi. Buna karşılık, "Sayın Cumhurbaşkanım,
siz devletin en yüce makâmındasınız. Bu gibi ufak işlerle lûtfen uğraşmayınız ve
beni de uğraştırmayınız.." cevabını verdiğimde çok kızmış ve beni Özal'a şikâyet
etmişti.
Benim kendisini sevdiğim gibi, Evren Paşa da beni severdi. Bazen, resmiyeti
muhafaza ederek şefkatle muâmele ettiğini hissederdim. Birilerinin, bu arada
Mesut Yılmaz arkadaşımın da gayretleri ile benim "mürtecî" olduğumu keşfedinceye
kadar bu sevgisi devam etmişti.
26 Mart 1989 tarihinde yapılan Mahallî İdareler Seçimleri'nde ANAP çok
sıkışmıştı. Özellikle "başörtüsü" konusunda ortaya çıkan problemler, iktidarın
kan kaybetmesine sebep oluyordu (Birilerinin kulakları çınlasın...). Bunun için
alelacele bir kanun çıkarılarak Cumhurbaşkanlığı'na gönderildi.
Özal, Cumhurbaşkanı'nın Kanunu Anayasa Mahkemesi'ne göndererek iptal
ettirmesinden endişe ediyordu. Beni çağırdı; "Evren Paşa seni sever, git durumu
izah et de, Kanunu iptal ettirmesin" dedi. Evren Paşa'ya gittim; tam da seçim
arefesinde Kanunu iptal ettirirse Hükûmet olarak müşkül duruma düşeceğimizi ve
oy kaybına uğrayacağımızı söyledim. Sevgili Taha Akyol'un en güzel şekilde
tahlil ettiği "başörtüsü sosyolojisi"ni uzun uzun izah ettim. İkna olmuş
gibiydi.
Ancak bir hafta sonra beni Köşk'e çağırdı ve "Sayın Güzel" dedi, "Ben bir anket
yaptırdım. Sonuçlar söylediğinizi doğrulamıyor. Halkın büyük çoğunluğu türbana
karşı imiş. Ben Kanunu Anayasa Mahkemesine götürmeye karar verdim." Artık ısrara
yer yoktu. Ben de öfkelenmesini göze alıp "Sayın Cumhurbaşkanım, siz bu anketi
Çankaya Köşkü civarında mı yaptırdınız?!..." dedim.
Son olarak, Evren Paşa'nın eğitimde "halk katkısı" ile ilgili bir anekdotunu
anlatmak istiyorum. Evren Paşa, eğitim ile yakından ilgilenir, özellikle eğitime
halkın katılımını candan desteklerdi. Hayırsever kişilerin yaptırdıkları
okulları hizmete açar, temel atar, her gittiği yere Millî Eğitim Bakanı olarak
beni de götürürdü.
Keşke şimdiki Cumhurbaşkanımız da bunu yapabilse... Bir defasında Kayseri'de bir
Anadolu Lisesi'nin açılışını yapıyorduk. İkindi vakti idi. Önce ben konuştum.
Konuşmamın sonuna doğru ikindi ezanı okunmaya başladı. Konuşmamı keserek ezanın
bitmesini bekledim. Ezandan sonra hemen konuşmamı bitirerek yerime oturdum Çünkü
daha önce Kayseri'de öğretim görevlisi olarak çalıştığım için, ezanların
birbirine yakın camilerde fasılalarla okunduğunu ve yarım saate yakın devam
ettiğini biliyordum Benden sonra Evren Paşa kürsüye geldi.
Birkaç cümle söyledikten sonra başka bir camiden tekrar ezan okunmaya başlayınca
susarak bitmesini bekledi. Gene birkaç cümle söyledi ama ezan tekrar başladı.
Evren Paşa, yüzünde kızgın bir ifadeyle yeniden susarak ezanın bitmesini
bekledi. Üçüncü ezanda ise patladı ve her zamanki tabiî haliyle "Anlaşılan böyle
konuşamayacağız" diyerek bu defa konuşmasına devam etti. Yerine oturmaya
dönerken bana öfke dolu bakışlarını hatırlayınca içimden gülmek geliyor.
Sen çok yaşa emi Evren Paşa...
Sen çok yaşa ama bu güzel vatanımızda bir daha darbe
yapılmasın!..."(Tercüman.14-09-2003-Hasan Celal Güzel)
**12 Eylül hâlâ korumada - (Asım ASYALI
-Yeni Asya.13-09-2003)
Türkiye ve dünyada 11 Eylül tartışmalarıyla 12 Eylül ihtilâlinin yorumu birbirine karışıyor.
İki yıl boyunca üç bin kişinin öldüğü Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’daki saldırılar hakkında FBI 180 bin kişiyi sorguladı ve hiçbir sonuca varmadı. Lâkin geçen iki yılda terör daha da arttı. ABD, onbinlerce kilometre ötesindeki iki ülkeyi baştan başa bombalayıp işgâl etti.
Türkiye’deki 11 Eylül’de ise, Yargıtay, “sahte evrak düzenlemek”ten ceza alan DEHAP yöneticilerine 29 Eylül’e kadar süre verdi. DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar, YSK’nin kaos olur gerekçesiyle yargının kararını uygulamamasının esas kargaşaya yol açacağı uyarısında bulunuyor.
* * *
Cumhuriyet tarihindeki belli başlı ihtilâllerin anası 27 Mayıs darbesidir.
Yarbayın yüzbaşıya selâm verdiği 27 Mayıs cunta darbesi, hazırlattığı ve Anayasa’ya kattığı “dibace”ye, “...İktidara karşı direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs 1960 devrimini yapan Türk Milleti” tâbirini koymuştu.
Darbeyi yapan Millî Birlik Komitesi üyelerinin ömür boyu tabîi senatör olmalarını sağlamış, Anayasa Mahkemesi ve benzerî kuruluşlarla TBMM’nin yetkisini kuşatmış; “devrim kanunlarının anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamayacağı ve yorumlanamayacağı”nı anasayanın korumasına almıştı.
Darbeciler, 61 anayasasının geçici 4. maddesine, “Millî Birlik Komitesinin ve devrim hükûmetlerinin karar ve tasarruflarından ve bunların, idârece veya yetkili kılınan organ ve mercilerce uygulanmasından dolayı, karar alanlar, tasarrufta bulunanlar ve uygulayanlar hakkında cezaî veya malî veya hukukî sorumluluk iddiasının ileri sürülemez ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamaz” hükmü koyarak, kendilerini ve her türlü tasarruflarını layüs’el hale getirmişlerdi. Eski kanunların anayasaya aykırılığının iddia edilemeyeceğini ise geçici 9. madde hükme bağlamışlardı.
* * *
Gelelim, tiyatro izleyen Amerikan Başkanına, “Türkiye’de çocuklar işi bitirmiş” diye “müjdesi” verilen 12 Eylül’e.
Bizzat ihtilâl Konseyi Başkanı Evren Paşa tarafından devletin televizyonunda, medyada ve meydanlarda yapılan propaganda ile halk anayasaya “evet” demek zorunda kaldı. 12 Eylül darbecileri, “hayır” demenin yasak olduğu anayasasına “Devrim Kanunları”nın yanısıra kendilerini de koruma ve kollama altına aldılar.
Keza, “Başlangıç” kısmına “milletin çağrısıyla gerçekleştirilen 12 Eylül 1980 harekâtı” ibaresi konulan ve “hiçbir düşünce ve mülâhazanın Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında koruma göremeyeceği” yazılan 82 anayasasında da 12 Eylül ihtilâlcileri, tıpkı 27 Mayısçı darbeciler gibi kendilerini ve tasarruflarını koruma zırhına bürüdüler.
Geçici 15. maddede, ihtilâli yapan Millî Güvenlik Konseyinin, kurduğu ihtilâl hükûmetlerinin ve Danışma Meclisinin her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında malî, cezaî, hukukî sorumluluk iddiası ileri sürülemeyeceği ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamayacağı yasağını getirdiler. Bu karar ve tasarrufları uygulayan merci ve görevlileri de aynı koruma altına almışlar.
Üzerinden 23 yıl geçen bu darbe döneminde çıkarılan kanun ve kararnâmeler, karar ve tasarruflar hakkında anayasaya aykırılığı iddia edilmeyeceği hükmü kaldırıldı; lakin mürur-u zamana uğramasına rağmen darbe ve darbeciler hakkındaki yasal zırh hâlâ duruyor.
Ne 28 Şubat siyasî aktörü Anasol-D ve Anasol-M hükûmetleri, ne de Meclisin yüzde 65’ini dolduran AKP iktidarı, AB ve demokratikleşme yolunda ihtilâl ürünü bu hukuk dışı hükümleri ayıklamaya yanaşmadı.
Türkiye’yi AB üyeliğine hazırlamak için özellikle düşünce ve ifâde özgürlüğüne dair düzenlemeleri uyum paketleri içinde çıkarmaya söz veren AKP hükûmeti, her defasında bunu erteledi.
* * *
Kaldı ki, sözkonusu darbelerin en hararetli savunucuları ve yasalara mâlum yasakları koyanlar dahi artık 12 Eylül’ü savunamaz haldeler. Yargıtay Başkanının yeni adlî yılın açılışında devletin zirvesi önünde, “ayakbağı” olarak nitelendirdiği ve Türkiye’de pek çok sorunun kaynağını oluşturduğunu ilân ettiği 82 anayasasının tamamen değişmesini istemesi bunun açık bir ifâdesi.
Yargıtay Başkanının, “doğal mahkeme kuralına uymayan” DGM’ler gibi çağdaş demokrasi ve hukuk normlarıyla çelişen maddeleri taşıyan 12 Eylül anayasasının toptan kaldırılması yolunu önermesi, 12 Eylül’le beraber 27 Mayıs’ın, 12 Mart’ın, 28 Şubat’ın, bütün darbe ve “postmodern darbeler”in pabucunun dama atıldığını gösteriyor.
Ve bugün bunun tartışması yapılıyor.
13.09.2003
** Dün Türkiye’deki gazetelere bakarken okuduklarımız
bizi derin derin düşündürdü.
Eski Genelkurmay Başkanı Karadayı’nın yakasına yapışıp sarsan İkinci Başkan
Çevik Bir’in suileti ile Susurluk’un baş organizatörü, DYP Genel Başkanı Mehmet
Ağar’ı hayranlık ve huşu içinde dinleyen Türkiye’nin en itibarlı gazetesinin
kelli felli üst düzey yöneticilerinin manzarası uzun müddet gözlerimizin önünde
kaldı.
Sonra görüntüler, yozlaşmış, mefküresiz, iyi-kötü, yanlış-doğru gibi zıt
kavramlarının bir yumak içinde bütünleştiği karanlık bir topluluğun görüntüsü
içinde eridi ve gitti.
Mehmet Ağar anlatıyor, PKK sorununu Emniyet Genel Müdürü olduğu dönemde, ABD'nin
güvenlikle ilgili üst düzey yöneticileriyle bir anlaşma yaparak nasıl
çözdüklerini söylüyordu:
“Biz 1993-96 döneminde oturduk, strateji konusunda Amerika'yla meselemizi
çözdük. Bürokrat anlamında konuştuk tabii. Ben Emniyet Genel Müdürü olarak,
onların en üstleriyle görüşüyordum, karşılıklı.”
Peki Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar, başka ülkenin üst düzey görevlileriyle
hangi yetkiye dayanarak görüşmüş, iki ülkeyi ilgilendiren nasıl bir anlaşma
yapılmış, neticesinde ne olmuş?
Yok o kısmı gizli... O kısmı Mehmet Ağar’la mezara gider. Önemli olan reklam
bölümü.
Demek mesele çözülmüş, PKK konusu bitmiş. Demek Kenya olayları ve Apo'nun teslim
edilişi dahi öyle bir günlük olay değil, Mehmet Ağar’ın sağladığı anlaşma süreci
neticesindeymiş.
PKK meselesinin çözüldüğü, Ağar’ın her zamanki “vatan kurtarma” yalanlarının
yeni bir versiyonu olmalı. Nasıl olsa ne söylesen inanıyorlar. At atabildiğin
kadar.
Şimdi biz size bu görüşmelerin nerelerde nasıl yapıldığını biraz açıklayalım:
Kaynak: Washington Entrikaları (Yılmaz Polat - Milliyet Yayınları 1998)
“ABD Hava Kuvvetleri Özel Soruşturma Dairesinin (AFOSI – Air Force Office of
Special Investigation) Washington'da Türkiye'den önemli 3 konuğu vardı.
Olağanüstü Hal Bölge Valisi Ünal Erkan, Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar ve
Emniyet Genel Müdürlüğü Güvenlik Dairesi Başkanı Ersin Yılmaz, temaslarda
bulunmak üzere Amerika başkentine geldiler.
Erkan, Ağar ve Yılmaz Pentagon yakınlarındaki Ritz Carlton oteline yerleşti. Çok
sayıda Amerikalı tarafından korunan Erkan, Ağar ve Yılmaz, CIA yetkilileri, FBI
direktörü Louis Freeh ve Uyuşturucuyla Mücadele Dairesi (DEA) Başkanı Thomas
Constin'le görüştü.
Heyet, dış ülkelerdeki Amerikalı personelin korunmasından sorumlu olan ve her
ülkede ofisleri bulunan Hava Kuvvetleri Özel Soruşturma Dairesi (AFOSI)’nin
tesislerinde incelemeler yaptı.
Türk güvenlik ekibi, Amerikalılara uluslararası PKK teröristleriyle uyuşturucu
kaçakçılarının listesini göndereceklerini söyleyerek sessizce Washington’dan
ayrıldı.”
Evet bu önemli Türk konukların temaslarının açığa çıkmış ve bilinen kısmı. Ya
bilinmeyenleri?
Mesela, bu gezide Mehmet Ağar ve Ünal Erkan’ın CIA Başkanı George Tenet ile baş
başa görüşmelerinden de bahsediliyor. Hatta zamanın Büyükelçisi Nüzhet
Kandemir’in de yanlarında olduğu halde toplantıya alınmadığı ve dışarıda
bekletildiği söyleniyor.
Biliyorsunuz Sn. Kandemir şimdi Mehmet Ağar’ın yardımcısı...
Yazık, çok yazık...
ABD Hava Kuvvetleri Özel Soruşturma Dairesi (AFOSI) son derecede aktif bir
istihbarat kuruluşudur. Sadece yurtdışındaki Amerikalı personelin korunması işi
ile de uğraşmaz. İstihbarata karşı koyma, ajan kullanma gibi istihbaratın diğer
alanlarında da çalışır. 1950’de Kore harbini başlatan Kuzey Kore saldırısını
General MacArthur’un karargahına ilk ileten de bir AFOSI ajanıdır.
Mehmet Ağar ve Ünal Erkan’ın FBI ve DEA ile temas etmesi doğal ve normaldir.
Ancak OSI ve CIA ile ilişkileri normal değildir ve devlet geleneğinde de böyle
bir temasa iyi gözle bakılmaz. Hele hele bu temaslar bir de gizli saklı
yapılıyorsa...
OSI’nin muhatabı Genelkurmay Başkanlığının yetkili kıldığı askeri birimdir.
CIA’nın muhatabı ise oldum olası Milli İstihbarat Teşkilatıdır. Ayrıca her
devlet memuru yabancılarla temasını detaylı olarak üstleri kanalıyla rapor etmek
durumundadır.
Şimdi bütün kaideleri hiçe saymış eski bir devlet memuru, zamanın Emniyet Genel
Müdürü Mehmet Ağar, yargılanması gereken kanunsuz işlerini ters-yüz ederek
siyasi geleceği için bir puan haline getirmeye çalışıyor.
Daha doğrusu hep birlikte çalışıyorlar.
O, zaten bu oyunda sadece her denileni yapan zavallı bir piyon.
Aynen Susurluk’un çete reisliğini meşru bir “vatan kurtarma” olayı haline
getirdikleri gibi.
Aynen Tansu Çilleri al aşağı edip, köklü bir partiyi Ağar’a sundukları gibi.
Aynen 11 Eylül’den sonra Meclise sokmayı düşündükleri 66 milletvekili ile Mehmet
Ağar’ı kuvvetlendirmeyi bekledikleri gibi....
Bırakın dolaylı yolları. Kapatın şu AK partiyi. Getirin Mehmet Ağar’ı
Başbakanlığa.
Kurtarın milleti irticadan, gelsin yolsuzluk, cinayet, failimeçhul.
Toplum “layık olduğunu” hürce yaşasın!!!
Sizler de onların dualarını alın...”atin.org.9-9-2003
Tarihte 11 Eylül...- (Cengiz Çandar-Tercüman-13-09-2003)
İki yıl önce, dünya, 21.Yüzyıl'a kesinlikle ayak bastı. Bu, 'siyasi tarih'
anlamında böyle. Aksi halde, 21.Yüzyıl'a 'takvim' anlamında, 1 Ocak 2000'le
birlikte geçilmişti.
Tarihçilerin farklı hesaplamaları söz konusu. Örneğin, birçok tarihçinin yanı
sıra, ünlü tarihçi Eric Hobsbawm, 20.Yüzyıl'ın başlama tarihi olarak, Birinci
Dünya Savaşı'nın başlama tarihini alır. 1900'lerin ilk gününü değil.
Bu 'tarihçi yaklaşımı'na göre, 20.Yüzyıl'ı bitiren ve dolayısıyla 21.Yüzyıl'ı
başlatan gelişme, Soğuk Savaş'ın sona erdiğini simgeleyen Berlin Duvarı'nın
çöküşüdür. Bir başka deyimle, iki Almanya arasındaki geçişlerin, o dönemde hâlâ
var olan Doğu Almanya'daki komünist rejim tarafından serbest bırakılması. Yıl,
1989.
Aradan iki yıl geçtikten sonra, yani 1991'de, Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla
Soğuk Savaş'ın sona ermesi eş anlamlı hale gelmiş ve bazı tarihçilerin gözünde
'20.Yüzyıl'ın bitişi-21.Yüzyıl'ın başlangıcı' kesinleşmiştir.
11 Eylül 2001 ise, 1989 ya da 1991 tarihlerini 21.Yüzyıl'ın başlangıcı olarak
değerlendirmekte ve kabul etmekte tereddüt eden tarihçiler için de,
'21.Yüzyıl'ın başlangıcı'dır.
Dahası, dünyanın her yanındaki 'sokaktaki adam' için de. Bir 'dünya şehri' olan
New York'ta günlük dilde 'İkiz Kuleler' olarak bilinen Dünya Ticaret Merkezi'nin
göğü delen ve şehrin en uzun binaları durumundaki iki dev yapı, bir gün, daha
doğrusu o gün (11 Eylül 2001), birkaç dakika içinde görülmemiş bir yöntemle
maruz kaldıkları saldırıyla, onlarca değişik pasaport taşıyan ve saldırıyla
aslında hiçbir şekilde ilişkileri olmayan 4000'e yakın insanı kurban vererek,
birkaç saat içinde yerlebir oldular.
Onlarla birlikte, 'dünyanın tek süper devleti'nin 'dokunulmazlığı', iki
okyanusla dünyanın geri kalan bölümlerinden ayrılmış olan Amerika Birleşik
Devletleri topraklarının 'doğal güvenliği' ve dünyanın en güçlü devletinin
'küresel itibarı' da yerlebir oldu.
Aynı gün, New York'taki gibi ve New York'taki kadar vurgulanmasa da, 'dünyanın
tek süper devleti'nin başkentine, Washington'a ve üstelik dünyanın en kudretli
devletinin bu kudreti temsil eden 'sembol'lerinden birine, Pentagon'a da benzeri
bir saldırının yönelmiş olması, olayın New York'taki kadar 'draması'nı değilse
de, 'siyasi etkisi'ni müthiş boyutlara taşıdı.
Böyle bir gelişmeden sonra, 'tek süper devlet'in gözyaşları arasında yarasını
sarmaya çalışması ve niçin böyle bir saldırıya maruz kaldığını anlamak için 'çilehaneye
çekilen dervişler' ya da 'manastıra kapanan keşişler' gibi davranmasını
beklemek; bir başka deyimle Amerikan siyasi tarihinde zaten köklü biçimde var
olan 'izolasyonizm'e sapmasını beklemek için, tarihten, siyasetten, uluslararası
ilişkiler bilgisinden hiç nasibini almamış olmak gerekirdi.
Bir bakıma 'kaçınılmaz' olan Amerika'nın, 'emperyal' ve 'küresel' bir çıkış
yapması, buna bir şekilde tepki vermesiydi ve verdi.
İki yıl içinde, iki savaş: önce Afganistan'da, ardından Irak'ta... Her ikisi de
askeri anlamda gayet kısa sürdü. Her ikisi de 'rejim değişikliği'ni beraberinde
getirdi.
11 Eylül, 'küreselleşen dünya'da, 'dünyanın tek süper devleti'ne yönelik olduğu
için 'güvenlik' kavramını da küreselleştirdi. 'Tek süper devlet'in giriştiği
savaşlar, yankıları ve yansımaları da 'küresel' boyutlarda gerçekleşti. Dünyanın
en 'sapa' noktalarından biri olan Afganistan'ın ücra vadileri Kandahar'dan
Kunduz'a milyarlarca insanın evlerinin, gözlerinin ve beyinlerinin içine girdi.
Irak'ta Bağdat'ın mahallelerinden, adları bugüne dek hiç duyulmamış kasabalar,
her gün insanoğlunun bilgi haznesine dahil oluyor.
11 Eylül, küresel ölçekte 'Pandorra'nın kutusu'nu açtı. Dünya, ilginç bir 'kaos
dönemi'nin içine girdi. Orada ilerliyor. Olaylara yeterli anlam yükleyemenler
veya siyasi sonuçlarından -'ideolojik gerekçeler'le de- hoşnut kalmayanlar,
sonuçlardan hareket ederek 'komplo teorileri' ürettiler. Özellikle, bu tür
'komplo teorileri üretimi', Irak konusunda Amerika ile ters düşen ve Avrupa'daki
ağırlığı sarsılan Almanya'da pek revaçta.
Söz konusu 'komplo teorileri', en klasik biçimiyle, 11 Eylül'ün 'Amerika
içinden' gerçekleştiğini, daha da ileri giderek Amerikan gizli istihbarat örgütü
CIA tarafından gerçekleştirildiğini öne sürüyor. Sebep? Sonuçlara bakılarak,
Amerika'nın dünya egemenliğini pekiştirmesi.
Oysa, sonuçlara bir başka açıdan bakıldığında, Amerika'nın dünya egemenliğinin
daha tartışılır hale geldiği de söylenebilir. Bu arada, Amerikan iç güvenlik
örgütü FBI, tarihinin en büyük soruşturmasını yürüttüğü halde, henüz 11 Eylül'ü
tümüyle aydınlatabilmiş değil. 180,000 kişiyle yüz yüze yapılan görüşmeler ve
7000 kişinin görev aldığı soruşturma dahi, bir 'kesin sonuç'a ulaşmadı.
O bakımdan, dün ikinci yılı arkada bırakılan ve tüm dünyada tartışılan 11 Eylül,
'tarih değerlendirmesi' açısından hâlâ çok taze bir olay. Ama şurası kesin:
11 Eylül, dünyanın 'ezberi'ni değiştirdi...
Bir büyük tarihçi, E.H. Carr, klasiği 'What is History? Tarih Nedir?'de şöyle
der: "Büyük tarihçi, ya da daha geniş anlamıyla büyük düşünür, yeni şeyler
hakkında ve yeni bağlamda Niçin? sorusunu soran kişidir".
11 Eylül'le birlikte, her anlamda 'eski' eskidi; 'yeni' başladı.
11 Eylül'le birlikte 'büyük düşünme' zamanı başladı... "