Ali Ulvi KURUCU Ali Ulvi KURUCU (1920-2002)

Bediüzzaman'ın Tarihçe-i Hayatının ÖNSÖZ'Ü
aukurucu_onsoz
Bu önsöz Medine-i Münevvere'de bulunan mühim bir âlim tarafından yazılmıştır.

Büyük İkbal'e ait olan "Önsöz"de demiştim ki: "Büyüklerin tarih-i hayatları okunurken, ulvî menkıbeler söylenip, aziz hatıraları anılırken; insan, başka bir âleme girdiğini hissediyor. Gönlünü, tertemiz sevgi hislerinin ulvî ateşi yakıyor ve İlahî feyzi sarıyor. Tarih öyle büyük insanlar kaydeder ki, birçok büyükler, onlara nisbetle küçük kalır.

Tarihe şerefler veren erler anılırken

Yükselmede ruh en geniş âlemlere yerden

Bin rayihanın feyzi sarar ruhu derinden

Geçmiş gibi Cennet'teki gül bahçelerinden...

Bu derin hakikatı, "Önsöz"ü yazarken bütün azamet ve ihtişamıyla idrak etmiş bulunuyorum. Zira aziz ve muhterem okuyucularımıza en derin bir ihlas ve samimiyetle takdim ettiğimiz bu eser, hemen bir asra yaklaşan uzun ve bereketli ömrünün her safhası, binlerle hârikaya sahne olan, gönüller fâtihi büyük Üstad Bediüzzaman Said Nursî'ye, onun yüzotuz parçadan ibaret olan Risale-i Nur Külliyatı'na; ve ahlâk ve faziletleri, ihlas ve samimiyetleri, iman ve irfanları ile hayatın her safhasında sadece bir ülkeye değil, bütün insanlık âlemine tertemiz örnekler vermekte devam eden Nur Talebelerine aittir.

Bir kitabın "Mukaddeme"sini, o kitabın hülâsası diye tarif ederler. Halbuki her mevzuu müstakil bir esere sığmayacak kadar derin ve geniş olan bu muazzam kitabın muhteviyatını, böyle birkaç sahifelik mukaddemeye sığdırmak kabil midir? sh: » (T: 4)

Bugüne kadar âcizane yazdığım manzum ve mensur yazılarımın hiçbirisinde bu kadar acz ve hayret içerisinde kalmamıştım. Binaenaleyh bu eseri derin bir zevk, İlahî bir neşe ve coşkun bir heyecanla okuyacak olanlar, hayranlıkla görecekler ki; Bediüzzaman, çocukluğundan beri müstesna bir şekilde yetişen ve bütün ömrü boyunca İlahî tecellilere mazhar olan bambaşka bir âlim ve mümtaz bir şahsiyettir.

Ben bu büyük zâtı, eserlerini ve talebelerini inceden inceye tedkik edip de o nur âleminde hissen, fikren ve ruhen yaşadıktan sonra, büyük ve eski bir Arab şâirinin bir beytiyle, çok derin bir hakikatı ifade ettiğini öğrendim. "Bütün âlemi bir şahsiyette toplamak, Cenab-ı Hakk'a zor gelmez..."

* * *

Gayesinin ulviyetinden, davasının ihtişamından ve imanının azametinden feyz ü ilham alan bu kutbun cazibesine takılanların adedi günden güne çoğalmaktadır.

Akıllara hayret veren bu ulvî hâdise; münkirleri kahrettiği gibi, mü'minleri de şâd ve mesrur eylemekte devam edip gidiyor.

İmanlı gönüllerde manevî bir rabıta halinde yaşayan bu İlahî hâdiseyi büyük bir mücahid, kalbleri vecd içinde bırakan bir üslûbla bakınız nasıl ifade ediyor:

"Ahlâksızlık çirkefinin bir tufan halinde her istikamete taşıp uzanarak her fazileti boğmaya koyulduğu kara günlerde, onun yani Bediüzzaman'ın feyzini bir sır gibi kalbden kalbe, mukavemeti imkânsız bir hamle halinde intikal eder görmekle teselli buluyoruz... Gecelerimiz çok karardı ve çok kararan gecelerin sabahları pek yakın olur."

Evet bir sır gibi kalbden kalbe mukavemeti imkânsız bir halde yayılıp dağılan bu nurun, memleketin her köşesinde feyiz ve tesirini görenler, hayret ve dehşetler içinde sormaya başladılar: "Şöhreti memleketimizin her tarafını kaplayan bu zât kimdir? Hayatı, eserleri, meslek ve meşrebi nedir? Tuttuğu yol bir tarîkat mı, bir cem'iyet mi, yoksa siyasî bir teşekkül müdür?"

Bununla da kalmadı; derhal gerek idarî ve gerek adlî çok mühim takibler ve pek ciddî tedkikler, uzun ve müselsel mahkemeler cereyan etti... Neticede, bu İlahî tecellinin gönüller ülkesine kurulan
sh: » (T: 5) bir "İman ve İrfan Müessesesi"nden başka birşey olmadığı tahakkuk edince, adaletin İlahî bir surette tecellisi şu şekilde zuhur etti: "Bediüzzaman Said Nursî ve bütün Risale-i Nur eserlerinin beraeti" kararı resmen ilân edildi. Ve artık ruhun maddeye, hakkın bâtıla, nurun zulmete, imanın küfre her zaman galebe çalacağı, ezelden ebede değişmeyecek olan İlahî kanunların başında gelen bir hakikat olduğu, güneşler gibi belirdi.

Herhangi bir iklimde zuhur eden bir ıslahatçının mahiyet ve hakikatını, sadakat ve samimiyetini gösteren en gerçek miyar, davasını ilâna başladığı ilk günlerle, muzaffer olduğu son günler arasında ferdî ve içtimaî, uzvî ve ruhî hayatında vücuda gelen değişiklik farklarıdır, derler.

Meselâ: O adam ilk günlerde mütevazi, âlicenab, feragat ve mahviyetkâr, hülâsa; bütün ahlâk ve fazilet bakımından cidden örnek olan gayet temiz ve son derecede mümtaz bir şahsiyetti. Bakalım, cihadında muzaffer olup hislerde, emellerde, gönüllerde yer tuttuktan sonra yine o eski temiz ve örnek halinde kalabilmiş mi? Yoksa, zafer neş'esiyle birçok büyük sanılan kimseler gibi, yere göğe sığmaz mı olmuş?

İşte büyük küçük herhangi bir dava ve gaye sahibinin mahiyet ve hakikatını, şahsiyet ve hüviyetini en hakikî çehresiyle aksettirecek olan en berrak ayna budur.

Tarih boyunca, bu müdhiş imtihanı kazanmanın şaheser misalini, evvelâ Peygamberler ve bilhassa Sultan-ül Enbiya Sallallahü Aleyhi Vesellem Efendimiz, sonra onun halife ve sahabeleri ve daha sonra onların nurlu yolunda yürüyen büyük zâtlar vermişlerdir.

* * *
Peygamber Efendimiz, şu
aukurucu_onsoz2 yani: "Âlimler, Peygamberlerin vârisleridirler" hadîs-i şerifleriyle âlim olmanın pek kolay bir şey olmadığını, i'cazkâr belâgatları ile beyan buyuruyorlar.

Zira mademki bir âlim, Peygamberlerin vârisidir; o halde hak ve hakikatın tebliğ ve neşri hususunda, aynen onların tutmuş oldukları yolu takib etmesi lâzımdır. Her ne kadar bu yol; bütün
sh: » (T:6) dağ, taş, çamur, çakıl, uçurum, daha beteri takib, tevkif, muhakeme, hapis, zindan, sürgün, tecrid, zehirlenme, idam sehpaları ve daha akıl ve hayale gelmeyen nice bin zulüm ve işkencelerle dolu da olsa...

İşte Bediüzzaman; yarım asırdan fazla o mukaddes cihadı ile bütün ömrü boyunca bu çetin yolda yürüyen ve karşısına çıkan binlerle engeli bir yıldırım sür'ati ile aşan ve Peygamberlerin vârisi olan bir âlim olduğunu amelî bir surette isbat eden bir zâttır.

Kendisinin ilmî, ahlâkî, edebî, birçok fazilet ve meziyetleri arasında beni en çok meftun eden şey; onun o, dağlardan daha sağlam, denizlerden daha derin, semalardan daha yüksek ve geniş olan imanıdır.

Rabbim, o ne muazzam iman! O ne bitmez ve tükenmez sabır! O ne çelikten irade! Hayal ve hatıralara ürpermeler veren bunca tazyik, tehdid, tazib ve işkencelere rağmen; o ne eğilmez baş, ne boğulmaz ses ve nasıl kısılmaz nefestir!

Büyük İkbal'in heyecanlı şiirlerinden aldığım coşkun bir ilham neş'esi ile vaktiyle yazdığım "Mücahid" ünvanını taşıyan bir manzumede, aşağıdaki mısraları okuyanlardan, belki şâirane bir mübalağada bulunduğumu söyleyenler olmuştur. Lâkin şu mukaddemesini yazmakla şeref duyduğum şaheseri okuyanlar, vecdle dolu bir hayranlıkla anlayacaklar ki, Allah'ın ne kulları varmış. Eğer bir iman, kemalini bulursa, neler yapar ve ne hârikalar doğururmuş.

Bir azm, eğer iman dolu bir kalbe girerse,
İnsan da, o imandaki son sırra ererse,
En azgın ölümler ona zincir vuramazlar...
Volkan gibi coşkun akıyor durduramazlar...
Rabbimden iner azmine kuvvet veren ilham...
Peygamber'i rü'yada görür belki her akşam...
Hep nur onun iman dolu kalbindeki mihrab,
Kandil olamaz ufkuna dünyadaki mehtab...
Kar, kış demez, irkilmez, üzülmez, acı duymaz...
Mevsim bütün ömrünce ılık gölgeli bir yaz...
Cennet'teki âlemleri dünyada görür de,
sh: » (T: 7)
Mahvolsa eğilmez sıra dağlar gibi derde...
En sarp uçurumlar gelip etrafını sarsa,
Ay batsa, güneş sönse, ufuklar da kararsa,
Gökler yıkılıp çökse, yolundan yine dönmez!...
Ruhundaki imanla yanan meş'ale sönmez!...
Kalbinde yanardağ gibi, iman ne mukaddes!...
Vicdanında her an şunu haykırmada bir ses:
Ey yolcu! Şafaklar sökecek durma, ilerle.
Zulmetlere kan ağlatacak meş'alelerle...
Yıldızlara bas, çık yüce âlemlere yüksel!
İnsanlığı kurtarmaya Cennet'ten inen el!..

Sanki bu mısralar iman kahramanı büyük mücahid Bediüzzaman Hazretleri için yazılmış. Zira bu yüksek sıfatlar, hep onun sıfatlarıdır. Cenab-ı Hak şu âyet-i kerimede bakınız mücahidlere neler va'dediyor:
aukurucu_onsoz4aukurucu_onsoz3.jpg (1052 bytes)

Meal-i şerifi: "Bizim uğrumuzda mücahede edenlere mutlaka yollarımızı gösteririz. Ve hiç şüphe yok ki, Allah muhsinlerle -Allah'ı görür gibi ibadet eden mücahidlerle- beraberdir."

Demek ki, iman ve Kur'an uğrunda, candan ve cihandan geçen mücahidlere, büyük Allah, hakikat ve hidayet yollarını göstereceğini va'd buyuruyor. Hâşâ, Cenab-ı Hak va'dinde hulfetmez.. yeter ki, bu azîm va'd-i İlahîyi îcab ettirecek şartlar tahakkuk etsin.

Bu Âyet-i Kerime, "Üstad"ın karakter ve şahsiyetini tahlil hususunda bize nurdan bir rehber oluyor ve o nurun billur ışığı altında artık en ince çizgileri ve en hassas noktaları görüp sezebiliyoruz. Zira madem ki bir insan Cenab-ı Hakk'ın hıfz ve himayesinde bulunmak nimetine mazhar olmuştur; artık onun için korku, endişe, üzüntü, yılma, usanma vesaire gibi şeyler bahis mevzuu olamaz.

Allah'ın nuru ile nurlanan bir gönlün semasını hangi bulutlar kaplayabilir? Her an huzur-u İlahîde bulunmak bahtiyarlığına eren bir kulun ruhunu, hangi fâni emel ve arzular, hangi zavallı teveccüh ve iltifatlar ve hangi pespaye gaye ve ihtiraslar tatmin, teskin ve teselli edebilir?

sh: » (T: 8)

Allah'tır onun yârı, mürebbisi, velisi;
Andıkça bütün nur oluyor duygusu, hissi!
Yükselmededir marifet iklimine her an,
Bambaşka ufuklar açıyor ruhuna Kur'an...
''Kur'an'' ona yâdettiriyor "Bezm-i Elest"i-.
Âşık, o tecellinin ezelden beri mesti...

İşte Bediüzzaman, böyle hârikalar hârikası bir inayete mazhar olan mübarek bir şahsiyettir. Ve bunun içindir ki, zindanlar ona bir gülistan olmuş; oradan ebediyetlerin nurlu ufuklarını görür. İdam sehpaları, birer va'z ve irşad kürsüsüdür. Oradan insanlığa ulvî bir gaye uğrunda sabır ve sebat, metanet ve celâdet dersleri verir. Hapishaneler birer Medrese-i Yusufiyyeye inkılâb eder. Oraya girerken, bir profesörün üniversiteye ders vermek için girdiği gibi girer. Zira oradakiler, onun feyiz ve irşadına muhtaç olan talebeleridir. Hergün birkaç vatandaşın imanını kurtarmak ve canileri melek gibi bir insan haline getirmek, onun için dünyalara değişilmez bir saadettir.

Böyle bir yüksek iman ve ihlas şuuruna mâlik olan insan, hiç şübhesiz ki, zaman ve mekân mefhumlarının fâniler üzerinde bıraktığı yaldızlı tesirleri kesif madde âleminde bırakarak; ruhu ile maneviyat âleminin pırıl pırıl nurlar saçan ufuklarına yükselmiş bir haldedir.

Büyük mutasavvıfların (R.A.) Fenafillâh, Bekabillâh diye tarif ve tavsif buyurdukları yüksek mertebe, işte bu kudsî şerefe nail olmaktır.

Evet her mü'minin kendine mahsus bir huzur, huşu', tefeyyüz, tecerrüd ve istiğrak hali vardır. Ve herkes iman ve irfanı, salâh ve takvâsı, feyiz ve maneviyatı nisbetinde bu İlahî hazdan feyizyâb olabilir. Lâkin bu güzel hal, bu tatlı visâl ve bu emsalsiz haz; geçen Âyet-i Kerime'deki ihsan erbabı olan o büyük Mücahidlerde her zaman devam ediyor. Ve işte onlar bu sebebden dolayıdır ki, Mevlâ'yı unutmak gafletine düşmüyorlar. Nefisleri ile, arslanlar gibi bütün ömürleri boyunca çarpışıyorlar. Ve hayatlarının her lâhzası, en yüksek terakki ve tekâmül hatıraları kaydediyor. Ve bütün varlıkları; o cemal, kemal ve celal sıfatları ile muttasıf olan Rabb-ül Âlemîn'in rızasında erimiş bulunuyorlar.

Mevlâ, bizleri de o bahtiyarlar zümresine ilhak eylesin, âmîn.

* * *

sh: » (T: 9)

Yukarıdaki sahifelerde, büyük Üstadın, dostlarını meftun ve hayran ettiği kadar da düşmanlarını dehşetler içerisinde bırakan azametli imanından bahsettik. Biraz da mümtaz şahsiyeti, nurdan bir hâle halinde sarmakta olan üstün meziyetlerinden, ahlâk ve kemalâtından bahsedelim.

Malûm ya, her şahsiyeti, muhtelif ve muayyen meziyetler çerçeveler. Binaenaleyh Üstad'ın şahsiyetini tekvin eden başlıca sıfatlar şunlardır:

Feragatı:

Bir dava sahibinin ve bilhassa ıslahatçının muvaffakıyet şartlarının en mühimmi feragattır. Zira gözler ve gönüller, bu mühim noktayı en ince bir hassasiyetle tedkik ve takibe meyyaldirler. Üstadın bütün hayatı ise, baştanbaşa feragatın şaheser misalleri ile dolup taşmaktadır.

Allâme Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi merhumdan, feragate ait şöyle bir söz işitmiştim: "İslâm, bugün öyle mücahidler ister ki; dünyasını değil, âhiretini dahi feda etmeye hazır olacak."

Büyük adamdan sâdır olan bu büyük sözü tamamen kavrayamadığım için, mutasavvıfların istiğrak hallerinde söyledikleri esrarlı sözlere benzeterek, herkese söylememiş ve olur olmaz yerlerde de açmamıştım.

Vaktâki aynı sözü Bediüzzaman'ın ateşler saçan heyecanlı ifadelerinde de okuyunca anladım ki, büyüklere göre feragatın ölçüsü de büyüyor... Evet; İslâm için bu kadar acıklı bir feragate katlanmaya razı olan mücahidleri, Erhamürrâhimîn olan Allah-u Zülkerim Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri bırakır mı? O fedai kulunu lütf u kereminden, inayet ve merhametinden mahrum etmek şanına -hâşâ- yakışır mı?

İşte Bediüzzaman, bu müstesna tecellinin en parlak misalidir. Bütün ömrü boyunca mücerred yaşadı. Dünyanın bütün meşru lezzetlerinden tamamen mahrum kaldı. Bir yuva kurmak ve orada mes'ud bir aile hayatı geçirmek sevdasına düşmeye vakit ve fırsat bulamadı. Fakat Cenab-ı Hak, kendisine öyle şeyler ihsan etti.
sh: » (T: 10) ki, fâni kalemlerle tarif olunamayacak kadar muazzam ve muhteşemdir.

Bugün, dünyada hangi bir aile reisi -manen- Bediüzzaman Hazretleri kadar mes'uddur? Hangi bir baba, milyonlarla evlâda sahib olmuştur? Hem de nasıl evlâdlar!.. Ve hangi bir üstad, bu kadar talebe yetiştirebilmiştir?

Bu kudsî ve ruhî rabıta -biiznillah-i teâlâ- dünyalar durdukça duracak ve nurdan bir sel halinde ebediyetlere kadar akıp gidecektir. Çünki bu İlahî dava, Kur'an-ı Kerim'in nur deryasında tebellür eden bir varlık olduğu gibi, Kur'andan doğmuş ve Kur'anla beraber yaşayacaktır...

Şefkat ve Merhameti:

Büyük Üstad, hak ve hakikatı tâ çocukluğunda bulmuştu. Kalbinin feryadını ve ruhunun münacatını dinlemek için mağaralara kapandığı günlerde bile, ibadet ve taatten, tefekkür ve murakabelerden feyiz ve huzur almanın zevkine ermiş olan bir "Ârif-i Billah" idi.

Lâkin karanlık gece dalgalarını andıran korkunç küfür ve ilhad kâbusunun Müslüman dünyasını ve dolayısıyla memleketimizi kaplamak üzere olduğu o tehlikeli günlerde, yatağından fırlayan bir arslan gibi, yanardağları andıran bir kükreyişle cihad meydanına atıldı. Bütün rahat ve huzurunu bu mukaddes davaya feda etti. Ve işte bu hikmete mebnidir ki; o günden beri her sözü bir dilim lâv, her fikri bir ateş parçası olmuş. Düştüğü gönülleri yakıyor; hisleri, fikirleri alevlendiriyor...

Büyük Üstad'ın tam bir uzlet ve inzivadan sonra, tekrar irşad ve cem'iyet hayatına atılması, aynen İmam-ı Gazalî'nin hayatında geçirmiş olduğu o mühim ve tarihî merhaleye benzemektedir.

Demek ki, Cenab-ı Hak büyük mürşidleri böyle bir müddet inzivada terbiye, tasfiye ve tezkiye ettikten sonra tenvir ve irşad vazifesiyle mükellef kılıyor. Ve bu sebebledir ki, bir mâ-i mukattardan daha temiz ve berrak olan yüreklerinden kopup gelen nefesler, kalblere akseder etmez bambaşka tesirler icra ediyor...

Arzettiğim gibi, İmam-ı Gazalî'nin bundan dokuzyüz sene evvel ahlâk ve fazilet sahasında yapmış olduğu fütuhatı; bu asırda Bediüzzaman, iman ve ihlas vadisinde başarmıştır.

sh: » (T: 11)

Evet Hazret-i Üstad'ı bu müdhiş cihad meydanlarına sevkeden, hep bu eşsiz şefkat ve merhameti olmuştur. Ve bunu bizzât kendisinden dinleyelim:

Bana: "Sen şuna buna niçin sataştın?" diyorlar. Farkında değilim; karşımda müdhiş bir yangın var.. alevleri göklere yükseliyor, içinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda birisi beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müdhiş yangın karşısında bu küçük hâdise, bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler..."

İstiğnası:

Üstad'ın; hayatı boyunca cem'iyetimizin her tabakasına vermekte olduğu binlerle istiğna örnekleri, dillere destan olmuş bir ulviyeti haizdir.

Masivadan tam manasıyla istiğna ederek, uzvî ve ruhî bütün varlığı ile Rabb-ül Âlemîn'in bitmez ve tükenmez hazinesine dayanmayı, müddet-i hayatında bir itiyad değil, âdeta bir mezheb, meşreb ve meslek olarak kabul etmiştir. Ve bunda da ne pahasına olursa olsun sebat eylemekte hâlâ devam etmektedir.

İşin orijinal tarafı: Bu meslek, kendi şahsına münhasır kalmamış, talebelerine de kudsî bir mefkûre halinde intikal etmiştir. Nur deryasında yıkanmak şerefine mazhar olan bir Nur talebesinin istiğnasına hayran olmamak kabil değildir...

Bakınız, Üstad; Mektubat ünvanını taşıyan şaheserin İkinci Mektub'unda bu mühim noktayı altı vecih ile ne kadar asîl bir iman ve irfan şuuru ile izah eder:

"Birincisi: Ehl-i dalalet, ehl-i ilmi; ilmi vasıta-i cer etmekle ittiham ediyorlar. İlmi ve dini kendilerine medar-ı maişet yapıyorlar deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Binaenaleyh bunları fiilen tekzib lâzımdır.

İkincisi: Neşr-i hak için Enbiyaya ittiba' etmekle mükellefiz. Kur'an-ı Hakîm'de, hakkı neşredenler

aukurucu_onsoz6aukurucu_onsoz5.jpg (1155 bytes) sh: » (T: 12)
diyerek, insanlardan istiğna göstermişler..."

İşte Risale-i Nur Külliyatı'nın mazhar olduğu İlahî fütuhat, hep bu Enbiya mesleğinde sebat kahramanlığının şaheser misali ve hârikulâde neticesidir. Ve bu sayede Üstad, izzet-i ilmiyesini, cihankıymet bir elmas gibi muhafaza eylemiştir.

Artık herkesin uğrunda esir olduğu maaş, rütbe, servet ve daha nice bin şahsî ve maddî menfaatlerle aslâ alâkası olmayan bir insan, nasıl olur da gönüller fâtihi olmaz? İmanlı gönüller, nasıl onun feyiz ve nuru ile dolmaz?

İktisadçılığı:

İktisad, bundan evvel bahsettiğimiz istiğnanın tefsir ve izahından başka bir şey değildir. Zâten iktisad sarayına girebilmek için, evvelâ istiğna denilen kapıdan girmek lâzımdır. Bu sebeble iktisadla istiğna, lâzımla melzum kabilindendir.

Üstad gibi, istiğna hususunda Peygamberleri kendine örnek kabul eden bir mücahidin iktisadçılığı kendiliğinden husule gelecek kadar tabiî bir haslet halini alır ve artık ona günde bir tas çorba, bir bardak su ve bir parça ekmek kâfi gelebilir. Zira bu büyük insan; büyük ve munsif Fransız şâiri Lamartin'in dediği gibi: "Yemek için yaşamıyor, belki yaşamak için yiyor."

Üstad'ın meşreb ve mesleğini tamamen anladıktan sonra, artık onun yüksek iktisadçılığını böyle yemek içmek gibi basit şeylerle mukayese etmeyi çok görüyorum. Zira bu büyük insanın yüksek iktisadçılığını manevî sahalarda tatbik etmek ve maddî olmayan ölçülerle ölçmek lâzım gelir.

Meselâ; Üstad, bu yüksek iktisadçılık kudretini sırf yemek, içmek, giymek gibi basit şeylerle değil; bilakis fikir, zihin, istidad, kabiliyet, vakit, zaman, nefis ve nefes gibi manevî ve mücerred kıymetlerin israf ve heder edilmemesi ile ölçen bir dâhîdir. Ve bütün ömrü boyunca bir karakter halinde takib ettiği bu titiz muhasebe ve murakabe usûlünü, bütün talebelerine de telkin etmiştir. Binaenaleyh bir Nur talebesine olur olmaz eseri okutturmak ve her sözü dinlettirmek kolay bir şey değildir. Zira onun gönlünün mihrak noktasında yazılı olan şu "Dikkat!" kelimesi, en hassas bir kontrol vazifesi görmektedir.

sh: » (T: 13)

İşte Bediüzzaman, kudretli bir ıslahatçı ve hârikalar hârikası bir "Pedagog" -mürebbi- olduğunu, yetiştirdiği tertemiz nesille fiilen isbat etmiş ve iktisad tarihine nurdan pırıltılarla yazılan bir atlas sahife daha ilâve eden bir nadire-i fıtrattır.

Tevazuu ve Mahviyetkârlığı:

Nur Risalelerinin bu kadar hârikulâde bir şekilde cihana yayılmasında, bu iki hasletin çok faydası olmuş ve pek derin tesirleri görülmüştür.

Çünki, Üstad; sohbet ve te'liflerinde kendine bir ''Kutb-ül Ârifîn'' ve bir ''Gavsül- Vâsılîn'' süsü vermediği için, gönüller ona pek çabuk ısınmış, onu tertemiz bir samimiyetle sevmiş ve derhal ulvî gayesini benimsemiştir.

Meselâ: Ahlâk ve fazilete, hikmet ve ibrete ait olan birçok sohbet ve telkinlerini, doğrudan doğruya nefsine tevcih eder. Keskin ve ateşîn hitabelerinin ilk ve yegâne muhatabı öz nefsidir. Oradan -merkezden muhite yayılırcasına- bütün nur ve sürura, saadet ve huzura müştak olan gönüllere yayılır.

Üstad, hususî hayatında gayet halim-selim ve son derece mütevazidir. Bir ferdi değil, hiçbir zerreyi incitmemek için azamî fedakârlıklar gösterir. Sayısız zahmet ve meşakkatlere, ızdırab ve mahrumiyetlere katlanır... Fakat imanına, Kur'anına dokunulmamak şartıyla...

Artık o zaman bakmışsınız ki; o sâkin deniz, dalgaları semalara yükselen bir tufan, sahillere heybet ve dehşet saçan bir umman kesilmiştir. Çünki O, Kur'an-ı Kerim'in sadık hizmetkârı ve iman hududlarını bekleyen kahraman ve fedai bir neferidir. Kendisi bu hakikatı veciz bir cümle ile şu şekilde ifade eder: "Bir nefer nöbette iken, başkumandan da gelse, silâhını bırakmayacak. Ben de, Kur'anın bir hizmetkârı ve bir neferiyim. Vazife başında iken karşıma kim çıkarsa çıksın, hak budur derim, başımı eğmem..."

Vazife başında ve cihad meydanında iken şu mısralar, lisan-ı halidir:

Şahlanan bir ata benzer, kırarım kanlı gemi,
Sinsi düşmanlara, hâşâ, satamam benliğimi...
sh: » (T: 14)
Benliğimden uzak olmaktır esaret bence,
Böyle bir zillete düşmek ne hazîn işkence...
Ebedî vuslatın aşkıyla geçer her ânım...
Dest-i kudretle yapılmış kaledir imanım,
Bu mukaddes emelimden ne kadar dilşâdım,
Görmek ister beni Cennet'te şehid ecdadım...
Ruhum oldukça müebbed, ebedîdir ömrüm,
En büyük vuslata Allah'a çıkan yoldur ölüm.

* * *

Kitaba girmezden evvel, Üstad'ı; ilmî, fikrî, tasavvufî ve edebî cepheleri ile de mütalaa etmek isterdim. Fakat çok derin ve pek şümullü olan bu mevzuların birkaç sahife ile hülâsa edilemeyeceğini kat'î bir surette idrak ettikten sonra, artık adı geçen mevzulara birkaç cümle ile temas etmeyi münasib gördüm.

Rabbim imkânlar lütfederse, bu derin mevzuları, Risale-i Nur Külliyatı ve Nur Talebeleri ile birlikte, büyük ve müstakil bir eserle, tahlilî bir surette tedkik ve mütalaa etmeyi bütün ruhumla arzu ediyorum. Bu hususta, büyük üstadımızın ve aziz kardeşlerimin kıymetli dualarını niyaz eylerim!

Üstad'ın ilmî cephesi:

Merhum Ziya Paşa, şu:

Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz,
Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.

beyti ile, nesilden nesile bir düstur halinde intikal edecek olan çok büyük bir hakikatı ifade etmiştir.

Evet Müslüman ırkımıza ''Risale-i Nur Külliyatı'' gibi muazzam bir iman ve irfan kütübhanesini hediye eden, gönüller üzerinde, mukaddes bir nur müessesesi kuran mümtaz ve müstesna zâtın kudret-i ilmiyesi hakkında tafsilata girişmek, öğle vakti güneşi tarif etmek kadar fuzulî bir iştir.

Yalnız yanık bir şâirimizin:

Hüsn olur kim, seyrederken ihtiyar elden gider.

dediği gibi, hayatının her lâhzasında İlahî tecellilere mazhar bulunan bu mübarek zâtın; ilim ve irfanından, ahlâk ve kemalâtından bahsetmek, insana bambaşka bir zevk ve İlahî bir haz veriyor. Bunun için sözü uzatmaktan kendimi alamıyorum.

sh: » (T: 15)

Üstad, Risale-i Nur Külliyatı'nda dinî, içtimaî, ahlâkî, edebî, hukukî, felsefî ve tasavvufî en mühim mevzulara temas etmiş ve hepsinde de hârikulâde bir surette muvaffak olmuştur.

İşin asıl hayret veren noktası; birçok ülemanın tehlikeli yollara saptıkları en çetin mevzuları, gayet açık bir şekilde ve en kat'î bir surette hallettiği gibi, en girdaplı derinliklerden, Ehl-i Sünnet ve Cemaat'in tuttuğu nurlu yolu takib ederek sahil-i selâmete çıkmış ve eserlerini okuyanları da öylece çıkarmıştır.

Bu sebeble, Risale-i Nur Külliyatı'nı aziz milletimizin her tabakasına kemal-i emniyet ve samimiyetle takdim etmekle şeref duyuyoruz. Nur Risaleleri, Kur'an-ı Kerim'in nur deryasından alınan berrak katreler ve hidayet güneşinden süzülen billur huzmelerdir. Binaenaleyh her müslümana düşen en mukaddes vazife, imanı kurtaracak olan bu nurlu eserlerin yayılmasına çalışmaktır. Zira tarihte pek çok defalar görülmüştür ki, bir eser nice ferdlerin, ailelerin, cem'iyetlerin ve sayısız insan kitlelerinin hidayet ve saadetine sebeb olmuştur... Ah! Ne bahtiyardır o insan ki, bir mü'min kardeşinin imanının kurtulmasına sebeb olur!..


Üstadın Fikri Cephesi:

Malûm ya; her mütefekkirin kendine mahsus bir tefekkür sistemi, fikrî hayatında takib ettiği bir gayesi ve bütün gönlü ile bağlandığı bir "ideali" vardır. Ve onun tefekkür sisteminden, gaye ve idealinden bahsetmek için uzun mukaddemeler serdedilir. Fakat Bediüzzaman'ın tefekkür sistemi, gaye ve ideali, uzun mukaddemelerle filan yorulmaksızın bir cümle ile hülâsa edilebilir:

Bütün semavî kitabların ve bilumum Peygamberlerin yegâne davaları olan "Hâlık-ı Kâinat'ın uluhiyet ve vahdaniyetini ilân" ve bu büyük davayı da, ilmî, mantıkî ve felsefî delillerle isbat eylemektir.

-O halde Üstad'ın mantık, felsefe ve müsbet ilimlerle de alâkası var?

-Evet, mantık ve felsefe, Kur'anla barışıp hak ve hakikata hizmet ettikleri müddetçe Üstad en büyük mantıkçı ve en kudretli bir feylesoftur. Mukaddes ve cihanşümul davasını isbat vadisinde kullandığı en parlak delilleri ve en kat'î bürhanları, Kur'an-ı Kerim'in Allah kelâmı olduğunu her gün bir kat daha isbat ve ilân eden "Müsbet ilim"dir.

sh: » (T: 16)

Zâten felsefe, aslında hikmet manasına geldikçe, Vâcib-ül Vücud Taalâ ve Tekaddes Hazretlerini, Zât-ı Bâri'sine lâyık sıfatlarla isbata çalışan her eser, en büyük hikmet ve o eserin sahibi de en büyük hakîmdir.

İşte Üstad böyle ilmî bir yolu, yani Kur'an-ı Kerim'in nurlu yolunu takib ettiği için, binlerle üniversitelinin imanını kurtarmak şerefine mazhar olmuştur. Hazret'in bu hususta haiz olduğu ilmî, edebî ve felsefî daha pek çok meziyetleri vardır. Fakat onları, eserlerinden misaller getirerek inşâallah müstakil bir eserde arzetmek emelindeyim. Ve minallahittevfik.



Tasavvuf Cebhesi:

Nakşibendî meşayihinden, her harekâtını Peygamber-i Zîşan Efendimiz Hazretlerinin harekâtına tatbik etmeğe çalışan ve büyük bir âlim olan bir zâta sordum:

-Efendi Hazretleri, ülema ile mutasavvife arasındaki gerginliğin sebebi nedir?

-Ülema, Resûl-i Ekrem Efendimizin ilmine, mutasavvıflar da ameline vâris olmuşlar. İşte bu sebebden dolayıdır ki, Fahr-i Cihan Efendimizin hem ilmine ve hem ameline vâris olan bir zâta "Zülcenaheyn", yani "İki kanadlı" deniliyor... Binaenaleyh tarîkattan maksad, ruhsatlarla değil, azimetlerle amel edip ahlâk-ı P1eygamberî ile ahlâklanarak bütün manevî hastalıklardan temizlenip Cenab-ı Hakk'ın rızasında fâni olmaktır. İşte bu ulvî dereceyi kazanan kimseler, şübhesiz ki ehl-i hakikattırlar. Yani, tarîkattan maksud ve matlub olan gayeye ermişler demektir. Fakat bu yüksek mertebeyi kazanmak, her adama müyesser olamayacağı için, büyüklerimiz matlub olan hedefe kolaylıkla erebilmek için, muayyen kaideler vaz'eylemişlerdir. Hülâsa; tarîkat, şeriat dairesinin içinde bir dairedir. Tarîkattan düşen şeriata düşer, fakat -maazallah- şeriattan düşen ebedî hüsranda kalır.

Bu büyük zâtın beyanatına göre, Bediüzzaman'ın açtığı nur yolu ile, hakikî ve şaibesiz tasavvuf arasında cevherî hiçbir ihtilaf yoktur. Her ikisi de Rıza-yı Bari'ye ve binnetice Cennet-i A'lâ'ya ve dîdar-ı Mevlâ'ya götüren yollardır.

Binaenaleyh; bu asîl gayeyi istihdaf eden herhangi mutasavvıf bir kardeşimizin, Risale-i Nur Külliyatını seve seve okumasına
sh: » (T:17) hiçbir mani' kalmadığı gibi, bilakis Risale-i Nur tasavvuftaki "murakabe" dairesini, Kur'an-ı Kerim yolu ile genişleterek, ona bir de tefekkür vazifesini en mühim bir vird olarak ilâve etmiştir.

Evet insanın gözüne gönlüne bambaşka ufuklar açan bu "Tefekkür" sebebiyle sadece kalbinin murakabesi ile meşgul olan bir sâlik, kalbi ve bütün letaifi ile birlikte zerrelerden kürelere kadar bütün kâinatı azamet ve ihtişamı ile seyir ve temaşa, murakabe ve müşahede ederek, Cenab-ı Hakk'ın o âlemlerde binbir şekilde tecelli etmekte olan esma-i hüsnasını, sıfât-ı ulyasını kemal-i vecd ile görerek, artık sonsuz bir mabedde olduğunu aynelyakîn, ilmelyakîn ve hakkalyakîn derecesinde hisseder. Çünki içine girdiği "Mabed" öyle ulu bir mabeddir ki; milyarlara sığmayan cemaatin hepsi aşk ve şevk, huşu' ve istiğraklar içinde Hâlıkını zikrediyor. Yanık, tatlı ve güzel lisanları, şive, nağme, ahenk ve besteleri ile bir ağızdan:

aukurucu_onsoz7 diyorlar.
Risale-i Nur'un açtığı iman ve irfan ve Kur'an yolunu takib eden, işte böyle muazzam ve muhteşem bir mabede girer. Ve herkes de iman ve irfanı, feyiz ve ihlası nisbetinde feyizyab olur.

Edebî Cebhesi:

Eskidenberi lafz ve mana, üslûb ve muhteva bakımından, edibler ve şâirler, mütefekkirler ve âlimler ikiye ayrılmışlardır. Bunlardan bazıları, sadece üslûb ve ifadeye, vezin ve kafiyeye kıymet vererek, manayı ifadeye feda etmişlerdir. Ve bu hal de kendini en çok şiirde gösterir.

Diğer zümre ise; en çok mana ve muhtevaya ehemmiyet vererek özü söze kurban etmemişlerdir.

Artık Bediüzzaman gibi büyük bir mütefekkirin edebî cebhesi bu küçük mukaddeme ile kolayca anlaşılır sanırım. Zira üstad o kıymetli ve bereketli ömrünü, kulaklarda kalacak olan sözlerin tanzim ve tertibi ile değil, bilakis kalblerde, ruhlarda, vicdan ve fikirlerde kudsî bir ideal halinde insanlıkla beraber yaşayacak olan din hissinin, iman şuurunun, ahlâk ve fazilet mefhumunun sh: » (T: 18) asırlara, nesillere telkini ile meşgul olan bir dâhîdir. Artık bu kadar ulvî bir gayenin tahakkuku için candan ve cihandan geçen bir mücahid, pek tabiîdir ki, fâni şekillerle meşgul olamaz.

Bununla beraber Üstad; zevk inceliği, gönül hassasiyeti, fikir derinliği ve hayal yüksekliği bakımından hârikulâde denecek derecede edebî bir kudret ve melekeyi haizdir. Ve bu sebeble üslûb ve ifadesi, mevzua göre değişir. Meselâ: İlmî ve felsefî mevzularda mantıkî ve riyazî delillerle aklı ikna' ederken, gayet veciz terkibler kullanır. Fakat gönlü mestedip, ruhu yükselteceği anlarda ifade o kadar berraklaşır ki tarif edilemez. Meselâ: Semalardan, güneşlerden, yıldızlardan, mehtablardan ve bilhassa bahar âleminden ve Cenab-ı Hakk'ın o âlemlerde tecelli etmekte olan kudret ve azametini tasvir ederken, üslûb o kadar latif bir şekil alır ki; artık her teşbih, en tatlı renklerle çerçevelenmiş bir levhayı andırır.. ve her tasvir, hârikalar hârikası bir âlemi canlandırır.

İşte bu hikmete mebnidir ki, bir Nur talebesi Risale-i Nur Külliyatı'nı mütalaası ile -üniversitenin herhangi bir fakültesine mensub da olsa- hissen, fikren, ruhen, vicdanen ve hayalen tam manasıyla tatmin edilmiş oluyor.

Nasıl tatmin edilmez ki, Risale-i Nur Külliyatı, Kur'an-ı Kerim'in cihanşümul bahçesinden derilen bir gül demetidir. Binaenaleyh onda, o mübarek ve İlahî bahçenin nuru, havası, ziyası ve kokusu vardır...

Ruhun bu ihtiyacını söyler akan sular,

Kur'ana her zaman beşerin ihtiyacı var.

 
ÇOĞALDI CÜRMÜM
Çoğaldı cürm ü isyânım benim pek yâ Rasûlâllah
Kati müşkil huzûr-i Hak’ka gelmek yâ Rasûlâllah!.

Erişmezse bana lûtfun efendim rûz-i mahşerde
Mekânım nâr-ı dûzeh ola bî-şek yâ Rasûlâllah!.

Bırakma bendeni ol gün açılır çün Livâ-ül-hamd.
Beni de ol livânın tahtına çek yâ Rasûlâllah!.

Ümîdim var, yine mağfûr ü mesrûr olurum ol gün
Girince destime pây-i mübârek yâ Rasûlâllah!.

Bihâkkı Hazret-i Zehrâ bihakkı Hazret-i Sıbteyn
Sana geldi kulun Ulvi, dahîlek yâ Rasûlâllah!.
 
 
DERDİMENDİM
Derdimendim yâ Rasûlallah, devâ ol derdime,
Destgir ol, yâ Habiballah, bu asî mücrime!..
Sen şefâat kânı varken, yalvarayım ben kime?..
Ben Rasûl-i Kibriyânın, bülbül-ü nâlânıyım.
Mücrimim gerçi, cemâl-i Mustafâ hayrânıyım..

Bûy-i vaslındır, muattar eyleyen sünbülleri,
Nur cemâlinden eserdir, bağ-ı aşkın gülleri,
Gül cemâlindir Habîbim, mesteden bülbülleri,
Ben Rasûl-i Kibriyânın, bülbül-ü nâlânıyım.
Mücrimim gerçi, cemâl-i Mustafâ hayrânıyım

Cânını cânâne kurban eyliyor pervâneler,
Bezm-i vaslın neş'esinden, gaşyolur mestâneler,
Aşıkın gözyaşlarından, doldu hep peymâneler,
Ben Rasûl-i Kibriyânın, bülbül-ü nâlânıyım.
Mücrimim gerçi, cemâl-i Mustafâ hayrânıyım..

Ermek istersen, O şâh'ın himmet-ü imdâdına,
Cânü dilden âşık ol sen; "İsm-i zât" evrâdına,
Ses verir (Ulvî); melekler âteşin feryâdına,
Ben Rasûl-i Kibriyânın, bülbül-ü nâlânıyım.
Mücrimim gerçi, cemâl-i Mustafâ hayrânıyım.
 
 
DERDİMENDİM
Derdimendim yâ Rasûlallah, devâ ol derdime,
Destgir ol, yâ Habiballah, bu asî mücrime!..
Sen şefâat kânı varken, yalvarayım ben kime?..
Ben Rasûl-i Kibriyânın, bülbül-ü nâlânıyım.
Mücrimim gerçi, cemâl-i Mustafâ hayrânıyım..

Bûy-i vaslındır, muattar eyleyen sünbülleri,
Nur cemâlinden eserdir, bağ-ı aşkın gülleri,
Gül cemâlindir Habîbim, mesteden bülbülleri,
Ben Rasûl-i Kibriyânın, bülbül-ü nâlânıyım.
Mücrimim gerçi, cemâl-i Mustafâ hayrânıyım

Cânını cânâne kurban eyliyor pervâneler,
Bezm-i vaslın neş'esinden, gaşyolur mestâneler,
Aşıkın gözyaşlarından, doldu hep peymâneler,
Ben Rasûl-i Kibriyânın, bülbül-ü nâlânıyım.
Mücrimim gerçi, cemâl-i Mustafâ hayrânıyım..

Ermek istersen, O şâh'ın himmet-ü imdâdına,
Cânü dilden âşık ol sen; "İsm-i zât" evrâdına,
Ses verir (Ulvî); melekler âteşin feryâdına,
Ben Rasûl-i Kibriyânın, bülbül-ü nâlânıyım.
Mücrimim gerçi, cemâl-i Mustafâ hayrânıyım.
 
 
DOĞMAZDI KALBE İMAN
Doğmazdı kalbe iman, inmezdi arza Kur'an,
Meçhul olurdu esmâ, Levlâke yâ Muhammed!
( Sensiz cânım Muhammed)

Mâtem tutardı gökler, gülmezdi hiç melekler,
Mahzûndur Arş-i alâ, levlâke yâ Muhammed!

Feyzinle güldü âlem, gufrâna erdi âdem,
Ağlardı belki hâla, Levlâke yâ Muhammed!...

Sayende erdi insan Tevhîde, yoksa putlar,
Mâbûd olurdu -hâşâ- Levlâke yâ Muhammed!..

Şefkatli annesinden öksüz kalan yetîme,
Benzerdi sanki eşyâ, Levlâke yâ Muhammed!..

Gün görmeden baharlar, sislerle örtülürdü,
Zindan olurdu dünyâ, Levlâke yâ Muhammed!..

İnler dururdu sesler, her nağme hıçkırıkdı;
Tutmuştu Arşı şevkâ, Levlâke yâ Muhammed!..

Dünyâda tek hakîkat uğrunda can verenler,
Bulmazdı derde kimyâ, Levlâke yâ Muhammed!..

Al kan, figan içinde te'yîd ederdi zulmû;
Binlerle kanlı sehpâ, Levlâke yâ Muhammed!.
 
 
GÖNÜLLER FATİHİ BÜYÜK ÜSTADA!
Nuruyla bütün gönlümü fetheyleyen üstad,
Gönlüm seni, kudsî heyecanlarla eder yâd..
İlhamıma can geldi beraet haberinle,
Mü'minleri şâdeyleyen ulvî zaferinle..

Sıyrıldı ufuklardan o kasvetli bulutlar,
Göklerde melekler, bu büyük bayramı kutlar.
Milyonların imanını kurtardı cihadın,
Par-par yanar imanlı gönüllerdeki yâdın..

Coşturmada imanları, binlerle vecizen,
Tarihini kudsî heyecanlarla süzerken..
İlhamımı mestetti tecellâ-yı cemalin,
"Fâtih" gibi rehberleri andırmada halin..

Dağlar gibi sarsılmadın, en korkulu günlerde,
Her ânı ölümler dolu tazyikın önünde,
Dünyalara dehşet salıyor sendeki iman,
Sarsılmayan imanına düşman bile hayran..

Rehber sana zira "Yüce Peygamberimiz"dir,
Ölmez eserin: Gençliğe gösterdiğin izdir..
Kur'an-ı Kerim'in ezelî feyzine erdin,
İnsanlığa, iman ve kemal dersini verdin..

Ey başlara cennetlerin ufkundan inen tac!...
Âlem senin irfanına, irşadına muhtaç..
Derya gibi nurlar taşıyor her eserinden,
"Allah"a giden Nurcuların rehberisin sen..

Cennetteki âlemleri seyretmede gözler..
Hikmet dolu her cümlede, Kur'andaki nur var,
Her lem'ada, binbir güneşin huzmesi çağlar..

"Nur yolcusu" insanlığa örnek olacaktır,
Kudsî heyecanlarla, gönüller dolacaktır..
Mefkûresi, günden güne erdikçe kemale,
Gark olmada iç âlemi, en tatlı visale..

Coştukça denizler gibi kalbindeki iman,
Bin ders-i hakikat veriyor ruhuna Kur'an..
Âzadedir İslâmı saran tehlikelerden,
Davası temiz çünki siyasî lekelerden..

Her hamlesinin kuvve-i kudsiyesi vardır,
Vicdanları mesteyleyen ulvî sesi vardır..
Aşkın ezelî sırrına erdikçe gönüller,
Yer yer donatır ufkunu sevda dolu renkler..

Bir ülkeyi baştan başa fetheyledin ey Nur!
Nurun olacaktır, bütün insanlığa düstur..
Kur'an seni teyid ediyor mu'cizelerle,
Ey şanlı gönül fâtihi hiç durmadan ilerle,

Tarih-i hayatın doludur hârikalarla,
Hiç sönmeden âlemde güneşler gibi parla..
Manzume-i Şemsiyeyi temsil ediyorsun,
Heybetli fezalarda hız almış gidiyorsun..

İmanlı nesiller seni takib edecektir,
Yıllarca, asırlarca peşinden gidecektir..
Tarihi aşarken sen o iman dolu hızla,
Milyonları aşmış bütün evlâdlarınızla..

Birden açılır ruhuma esrarlı bir âlem,
Vasfeyleyemez aşkımı, şiirimdeki nâlem.
 
 
 
SANA HAYRANDIR EFENDİM
Rûhum sana âşık, sana hayrandır Efendim,
Bir ben değil, âlem sana kurbandır Efendim.

Ecrâm ü felek, Levh u Kalem, mest-i nigâhın,
Dîdârına âşık Ulu Yezdân'dır Efendim.

Mahşerde nebîler bile senden medet ister,
Rahmet, diyen âlemlere, Rahman'dır Efendim.

Kıtmîrinim ey Şâh-ı Rusül, koğma kapından,
Asilere lütfun, yüce fermândır Efendim..

Ta Arşa çıkar her gece âşıkların âhı,
Medheyleyen ahlâkın, Kur'ân'dır Efendim.

Aşkınla buhurdan gibi tütmekde bu kalbim,
Sensiz bana cennet bile hicrandır Efendim...

Dağ kalbime bir lâhzacık ey Nur-i dilârâ,
Nûrun ki; gönül derdime dermandır Efendim...

Ulvî de senin bağrı yanık âşık-ı zârın,
Feryâdı bütün âteş-i sûzandır Efendim...
 
 
SEN
Ey ömrünü bir gayeye vakfeyleyen insan,
Göğsündeki imanına mazi bile hayran!..

Tebrik ediyor, bak seni, mabedler ezanlar,
Ey Hak yolunun yolcusu: Kurban sana canlar!..

Oldukça o yüksek idealler sana hakim,
Sarsılmayan imanına zincir vuracak kim!

Alkışlıyor iclalini göklerde melekler,
Atide nesiller, senin irşadını bekler!..

İnsanlığa örnek ideal ufkuna yüksel;
Kopsun seni artık, canevinden vuracak el!..

Dünyalara hükmettiğimiz günleri yad et...
Mabedleri, kürsileri, minberleri şad et...

Ey şanlı emel kaynağı, Nur çehreli yıldız!..
Ruhumdan kopan fırtınalar senden alır hız!..
 
 
 
UYANIŞ FECRİNİN AYDINLIĞI
Ne gelen var, ne giden var; ne gülümser bir yüz.
Yolcu yorgun, yük ağır, menzil uzaklarda henüz.
diye milletçe ümitsizliğe düşmüştük dün,
Uyanış fecri ufuklarda belirmekte bugün.
Kararan dünkü ufuklarda güneşler yanıyor.
Her ışık dalgası umman olarak çalkalanıyor.
Nurlu bir yüz gibi dünyaya doğarken gündüz,
Uyanış fecrinin aydınlığıdır gördüğümüz
En ağır şartlara rağmen yine şahlanmada din,
Külle örtülmesi mümkün mü bu kudsi alevin
Bu alev, nûrunu Kur’an-ı Kerim’den alıyor
Bütün âlem uyanış fecrine hayran kalıyor
Genç nesilden bize hep müjdeci sesler geliyor
Uyanış fecrini marşlarla bütün besteliyor
Taşı toprakları yurdun dile gelmişçesine
Uyuyorlar koro halinde İlahi sesine
Bu muazzam sese alkış kopuyor her yerden
Görünen âlemin ardındaki âlemlerden
Büyük aydınlığa yol gösteriyor rehberimiz
Bütün âlemlere rahmet yüce Peygamberimiz (sav)
Açtı insanlığa on dört asır evvel bu yolu
Ufku güllerle, çiçeklerle, meleklerle dolu.
Büyük ecdadımızın gördüğü parlak rüya
Vuruyor her gece yıldızlarını aksiyle suya..

 
 
 

 

Bir Meşalenin ardından
A.Taşgetiren - Yeni Şafak
Muhterem Ali Ulvi Kurucu Bey'i rahmet-i Rahman'a tevdi ettik. 3 Şubat gecesi saat 22.00'de Yaradan'ına ruhunu teslim etti, ve sabah, günün ilk saatlerinde, Medine'de Harem-i Şerif'te kılınan cenaze namazından sonra Cennetü'l Baki'de toprağa verildi. Sevgili Peygamberi'nin komşuluğuna vurgundu, hayatında O'nun Ravzası'nın civarında dolaştı durdu hep, şimdi de toprakta O'na komşu oldu. Güzel yaşadı, güzel bir ölümle göçtü. Rabbimizin sonsuz rahmeti O'nun ve bütün mü'minlerin üzerine olsun.

Lise çağlarımızda onun coşku dolu şiirlerini okuduk. Sonra tanışma ve sohbetinde bulunma şerefine eriştik.

Şiirlerindeki neredeyse merhum Mehmet Akif'ten kalma coşku, bir dâvâ adamının sancısı ile yüklüydü.

Sohbeti ise, Rasulü Ekrem'in komşuluğunda damıtılmış bir kişiliğin meyveleriydi.

Bir Hicret çocuğuydu Ali Ulvi Bey.

Amcası merhum Hacıveyszade, Konya'da "Bir talebenin yetişmesi için bin münafığın kahrını çekmeye hazırım" yaklaşımı ile İmam Hatipler'in açılması için çırpınmayı tercih etmişti. Ali Ulvi Bey, o günleri anlatırken şöyle diyordu: "Konya'nın Kapu Camii'nde mukabele okurduk. Camiye üç tane lise öğrencisi gelirdi. Onlar Poyraz kapıdan içeri girince cemaat ayağa kalkardı. Camiler okuyan gence o kadar susamıştı." (Altınoluk, Ekim 1989, sayı 44) İşte babası yaşanan bu vasatı, "Hayat alanımız nefes alamayacak kadar daraldı" diye yorumlamış, malı- mülkü ne varsa satmış, yükleri denklemişti. Gerekirse "hacılara sakalık yapma"yı göze almıştı, tek, çocuklarına İslâmî eğitim aldırsındı...

Ali Ulvi Bey'in hicreti böyle başlamıştı.

Sonra 70 yıllık yoğruluş... Hani son senelerde, TV'lerin Ramazan programlarında sohbet eden bir Ali Ulvi Bey var, mütebessim çehresi, sükunet yüklü sesi ile sanki Hazreti Peygamber'in yanından kalkmış da gelmiş bir duruluk, berraklık, sıcaklık içinde konuşan... İşte o, 70 yıllık yoğrulmanın, bir başka ifadeyle pişmenin ürünü...

Kemal yüklenmiş bir insan... Osmanlı efendisi... İlmini irfanla bütünleştirmiş bir gönül ehli. Bir şiir insanı... Çağlayan bir yürek...

"Doğmazdı kalbe iman, inmezdi arza Kur'an
Meçhul olurdu esma, levlake ya Muhammed"

Bir Peygamber âşığı... Onu en güzel anlatacak iki kelime bu...

Kıtmirinim ey şah-ı rusül, koğma kapından,
Asilere lütfun, yüce fermandır Efendim.
Doğ kalbime bir lahzacık ey Nur-u dilara
Nurun ki, gönül derdime dermandır Efendim.
Ulvi de Senin bağrı yanık aşık-ı zarın,
Feryadı bütün ateş-i suzandır Efendim."

Ali Ulvi Bey 1922'de dünyaya gelmiş. 80 yıllık bir ömrü taşıyıp gidiyor beka âlemine... Kimbilir belki de bu 80 yılı şu birkaç kelime ile özetleyecek ruz-i mahşerde: "Sevdalıydım Ya Rabbi, diyecek... Senin Habibi'ne sevdalıydım. Senin sevdiğini sevdim. Senin sevdiğinle komşu olarak yaşadım. O'nun özlemini duydum içimde."
Yetmez mi?

Damadı Dr. Hayreddin Bulut, "Medine Notları" isimli eserde, Ali Ulvi Hoca'nın gönül dünyasından kesitler sunmuş. Buraya "Ya Rasulallah" diye başlayan bir seslenişinden parçalar almak istiyorum: İsterseniz bu duygulara ne kadar hasret kaldığımızı düşünerek okuyalım:

"Sana olan ümmetlik borcumuzu nasıl ödeyebiliriz?

"Seni öldürmek için evini ablukaya alan azgınlara rağmen evinden bizim için çıktın. Sığındığın mağaranın önünde kılıcını sıyırıp bekleyen düşmanlara ümmetin için sabrettin.

"Kabe'nin etrafında doğduğun ve sevdiğin yerleri bu dini bize ulaştırmak aşkıyla terkettin. Düşmanların her yönden tehdit ve takiplerine rağmen, bizim için ilerledin. Bu kadar zahmet ve meşakketlere ümmetin için katlandın. Bu kahırlara senden başkası göğüs gerebilir miydi?

Bedir ve Kadir gecelerinde, ayrıca Mirac'da ve Hac'da hep "ümmetim, ümmetim!" diye dua ettin. Sen gerçekten ender-i nadir Önderimiz ve Peygamberimiz'sin!..

Ey Yüce Peygamber! Ümmetin seni içten gelen bir sevgi ile seviyor. Senin sevgin de gönül ve ruhları nura ve huzura garkediyor. Böyle bir sevgiye ne doyulur, ne de yerine başka bir sevgi konulur, ne de senden başkasına nasib olur. Yeni doğanların kulağına ilk söylenen isim, ism-i Celalle beraber senin ism-i şerifindir. İnsan değerini ancak senin yolunda anlayabilir. Her Müslüman da irşadına sarılır. Sen, Allah'ın sevdiği ve Müslümanlar'ın da gönül verdiği sevgilisin.

Ey Yüce Peygamber! Sana getirilen salavat, nur hazinesinin şifresidir. Bu şifre de dilden dile ve gönülden gönüle intikal eder. Dolayısıyla getirilen salavat had ve hesaba gelmez. Salavatsız saniye geçmez.

Dünyada doyulmayan zevk yoktur, derler. Bu işin maddi tarafıdır. Ruh nura doymayıp "nurun ala nur" olur. Daima kaynağa dönüp içer de kanmaz ve ayrılmak istemez. Herhangi bir sebeble meydana gelen ayrılıklar da aşk ve şevki artırıp şiirler ve na'tlar söylettirir.

Salavat, dünyanın neresinde olunursa olunsun, kuytuda, mağarada, evde, havada ve denizde getirilip muayyen gün, yer ve merasime tâbi değildir.

Gidip Peygamber'i kabr-i şerifinde ziyaret edenler için protokol defteri olsaydı ve her gelenden kendi lisanınca kendi duyduğunu yazması istenseydi; ne defter, ne kalem, ne de mürekkeb yeter, ne de bu işin üstesinden gelinebilirdi. Çoğunun da tutmadığı gözyaşları defteri ıslatır neticede de ne defter, ne de cümle kalırdı. Salavat, ümmetlik şuurunun ifadesidir." (Dr. Hayreddin Bulut, Marifet Yay. İst. 1999)

"Baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş..."

Evet öyle... Ali Ulvi Bey'in bu sevda neşideleri kalacak geride... Belki yarın buluştuğunda "Sevgilisi" ile, onları sunacak armağan olarak. "Böyle sevmiştim Seni ey Allah'ın Rasulü" diyecek... Ona gıbta etmemek mümkün mü?

Ali Ulvi Bey'ler, bir kervanın yolcuları... Bir meşale her biri... O nesil gidiyor aramızdan., azalıyorlar... Onlar hayattayken, yakınlarında olmanın yolunu bulmalı neslimiz. Savruluşlardan kurtulmanın bir yolu da, bu büyük çınarlara tutunmak değil mi? Sonsuz rahmetler diliyorum bu güzel mü'mine... Yakınlarına ve sevenlerine başsağlığı dileklerimi sunuyorum

 
 
 
Geçti dost kervanı.
M.Özcan - Yeni Asya
‘‘Eski güzel adamlar, atlarına binip gittiler’ diye bir ifade vardır. Aynen öyle. Peygamber şehrinin sakini ve mücaviri (selâtu selâm sahibine olsun) aramızdan çekildi gitti. Ve dün sabahleyin Kanal 7’nin haberlerinde, büyüğümüz Ali Ulvi Kurucu’nun vefat ettiği haberini öğrendim. Merhum, 83 yaşındaymış. Vefat haberini aldıktan sonra nedense dudaklarımda gayri ihtiyari, ‘Geçti dost kervanı. Eyleme beni...” şarkısı belirdi...
Ali Ulvi Kurucu peygamber şehrinin ve ocağının gülüydü. Şimdilik bu dünyadan gider oldu. Soldu gitti, öbür dünyada yeniden açacak. Gazetelere de aksettiği gibi, daima gençleri gördüğünde tefeül eder ve ‘Sizler gerçekleşen rüyalarım, kabul gören dualarımsınız’ derdi. Bütün ümidi ve arzusu yeniden İslâmın şahlanışını, yükselişini görmekten ibaretti. Adeta buna susamıştı. Bundan dolayı gençler ona aşk ve şevk ilham ediyordu. Rüyası yeniden, itila ve yükseliş devrine şahit olmaktı. Zira, kaht-ı rical günlerinden geliyordu. Hep tarihin eğik istikameti sürüp gitsin istemiyordu. Bundan dolayı, kendisini ahirzaman gençliğine adamıştı. Büyüklerin dostuydu. Merhum, Mehmet Akif’in dizelerini ve Safahat’ını ezbere bildiği söylenir.
Kendisinde, şiire ve güzel sözlere dair bir merak olduğu açıktı. Veciz mukaddimesinden dolayı Tarihçe-i Hayat’la ve Risalelerle birlikte anılırdı. O Risale-i Nurların ‘ Medine’li mühim bir âlimi’ idi. Filhakika öyleydi de. Medine’nin sadece âlimi değil, aynı zamanda arifiydi. Onun için gönüllere taht kurdu. Ramazan’da son senelerde iyi ki ekranlarımıza konuk oldu. Oradan kutlu sesini ve nefesini dinlemek nasip oldu. Merhum Ali Ulvi Bey’le yollarımız sık sık kesişti. O bizim eski Ezherli kuşağın son halkalarından, temsilcilerinden ve numunelerinden birisiydi. Vefatına tarih düşemediğim Malatyalı İbrahim Hakkı Şengüler de bunlardan birisiydi. Şimdi, umarız ki onunla ilgili de, taksiratımızı telâfi etmiş oluruz. Ali Ulvi Bey’le, kâh Medine’de kâh doğum yeri Konya’da kâh yazları kaldığı İstanbul’da karşılaşmak, buluşmak ve görüşmek nasiboldu. Muhtelif yerlerde biraraya geldik.
***
Ali Ulvi Bey ve ailesiyle muarefe ve muhabbetimiz sadece zatıyla sınırlı değildi. Merhum’un biricik damadı olan Hayreddin Bulut da bizim Almanya’dan; Kiel’den dostumuzdu. Galiba onu Yalovalı müşterek dostumuz İrfan Evcin’in talebe meskeninde ve hanesinde tanıma imkânı buldum. Kastamonu taraflarından idi. Yanlış hatırlamıyorsam, Şevket Eygi yurtdışına çıktığı sırada bir süre Bugün gazetesinin idarehanesini devralmış. Sonra Almanya’da ihtisas yapmaya gitmiş. Kaderde oralarda tanışmak da varmış.
Herkes annesinden yetim, babasından öksüz kalır. Hayreddin Bulut da çoksevdiği kayınpederinden öksüz ve yetim kalmıştır. Almanya ve Medine hatıratlarında kayınpederinden öyle sitayişle bahseder ki, bu muhabbet anne babasını bile kıskandırabilir! Hayreddin Bulut çifte muhabbetten olayı (Medine ve kayınpeder) sonunda Medine’ye yerleşmişti. ‘Muhabbet Muhammet’ten (asm.) hasıl’ dedikleri gibi, muhabbetin ortak bağı ve kaynağı Medine-i Münevvere idi. Muhabbetin bağrı, onları orada birleştirdi. Mevlânâ muhabbet için Konya’ya gelmiş, yerleşmişti. Şems’le burada muhabbete garkoldu. Ali Ulvi Kurucu ve Hayrettin Bulut’un muhabbetleri de Peygamber Şehrinde yoğruldu.
Merhum Ali Ulvi Kurucu, Peygamber Şehrinin Türk toplumunun önderlerinden birisiydi. Medine denilince o, o denilince Medine akla gelirdi. Ortak adreslerden birisiydi. Herkesin bir şekilde ayağı oraya düşerdi. Arif Hikmet Bey’in kütüphanesinde müdürken Medineli Türkler haberleşmelerini ve mektuplaşmalarını o adres üzerinden yaparlardı. Yazışma adresi orasıydı. mektuplar oradan dağılırdı hanelere ve çevreye. Müfessir saatçı Konyalı Osman Efendinin, Erzurumlu hattat Mustafa Necati Erzurumi’nin geriye bıraktığı bir yekta ve yadigâr idi. Zaten ilk tanışmamız, daha doğrusu onun tane tane konuşmasını ve bal gibi sohbetlerini ilk idrak ettiğim yer, Mustafa Necati Erzurumi’nin şimdi genişletme çalışmaları çerçevesinde yok olan Babu’l Mecidi’deki küçük dükkânının arkasındaki misafir odasıydı. Burası her sınıftan ve meşrepten Türklerin buluşma noktasıydı.
Mustafa Necati Hoca müzmin bir muhalifdi. Onu muhalefeti Türkiye’den Arabistan’a sürmüştü. Arabistan’da da muhalif kalmıştı. İbni Teymiyye ve İbni’l Kayyım’ın tarihötesinden yaman hasımları arasındaydı. Hiç onlara dost olmadı. Ayartabildiği idealist talebelerini de Şam’a yolluyordu. Onlardan birisi olan Denizlili Mustafa ile yollarımız Şam’da kesişmişti. Ama Mustafa zorluklar arasında idealizmini kaybetmiş ve Mustafa Hoca’nın istediği bir nefer olamamıştı (belki de şimdi olmuştur). Medine’de hattat Mustafa Necati Erzurumi’nin misafirhanesinden beri (1979) kendilerini çeşitli vesilelerle dinledim. İçinde hep kor gibi bir hasret vardı. İslamın payidar olmasını arzuluyordu. Dünyanın yeniden esenlik yurdu olmasını düşlüyor ve gözlüyordu. Hep muştuların sözcüsü ve habercisi oldu. Ali Ulvi Bey arifmeşrep kişiliğiyle adeta bir pamukdedeyi çağrıştırıyordu. Fikrin katılığının yerine, gönlün yumuşaklığı vardı onda.
***
Çoktandır Ertuğrul Düzdağ Bey hatıratını derliyor, tanzim ediyor ve neşre hazırlıyordu. Son halini bilemiyorum. Bizi köklerimize bağlayan, Ali Ulvi Bey ve nesli ve akranları mutlaka bilinmelidir.
Tarihin istikamet ve makas değiştirdiği kilit noktalarda onu da görüyoruz. Çok kez dönüm ve akış noktalarında tarihin kahramanlarıyla yanyana düştüğünü görüyoruz.
Sözgelimi, Şeyhü’l-İslâm Mustafa Sabri’nin sohbetlerine katılmış ve onun mahrem sırlarına ve düşüncelerine muttali olmuştur. İhsan Efendi gibi Ezherlilerin yar-ı garı olmuş ve bu sohbetlerle olgunlaşmış. Ve onlardan menkul hatıratın, canlı kaynağı olmuştur. Mehmet Akif Ersoy tarzı destan ve melheme şairliğine özenerek, içindeki birikmiş kor halindeki iman lavlarını Gümüş Tül ve Alevler adlı eserine boşaltmıştır. Meşalesi hâlâ orada sönmeden yanar. Mücessem bir hamiyet timsali idi. Cakarta’dan Tanca’ya; İslâm dünyasının dertleriyle hemdert olurdu. Merhumla karşılaştığımız sıralarda, galiba kalıbımdan dolayı hep bana ‘pehlivan’ diye iltifat ederdi. Eski bir atasporu ve kültürü olduğundan eskiler pehlivanları severlerdi. Ve ‘pehlivan’ bir iltifat ifadesiydi.
Allah merhuma rahmet, kalanlara da sabr-ı cemil ihsan etsin...!

 
 
 
Konya'nın Medar-ı İftiharlarından: Ali Ulvi Kurucu Hocamız.
A.Aymaz - Zaman
Büyüklerin tarih–i hayatları okunurken ulvi menkıbeler söylenip, aziz hatıralar anılırken insan, başka bir âleme girdiğini hissediyor.

Geçtiğimiz cumartesi ve pazar günleri arkadaşlarla yaptığımız sohbetlerde Medine’ye gittiğimizde dost ve büyüklerimiz ile ilgili yapacağımız ziyaretlerden bahsediyorduk. Listenin başında da Ali Ulvi Kurucu Ağabeyimiz vardı. Pazar gecesi saat 24 sıralarında İstanbul’dan gazetemiz merkezinden gelen bir telefon dünyamızı altüst etti. Allah rahmet eylesin, o mübarek zat vefat edip Hakk’a yürümüştü. İşte ölüm, bize bu kadar yakındı.

Merhum Ali Ulvi Hocamızı ta okul yıllarından, yani 1960’lı yılların başından beri tanıyorduk. Şiirleri, kitapları ve tercümeleriyle... Onlar sebebiyle okul idaresinden tekdir ve tehdit de almıştım. Sanırım sınıf arkadaşlarım, bilhassa muhterem Fehmi Koru bunları hatırlayacaktır.. Hepimizin başı sağ olsun... Onun Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin Tarihçe–i Hayatı’na yazdığı ‘Önsöz’ü bilmeyen mi vardır? “Bu önsöz, Medine–i Münevvere’de bulunan mühim bir alim tarafından yazılmıştır.” diye yapılan takdim altındaki giriş ifadelerini şimdi ben aynen kendisini için tekrarlıyorum: “Büyük İkbal’e ait olan “Önsöz”de demiştim ki: Büyüklerin tarih–i hayatları okunurken ulvi menkıbeler söylenip, aziz hatıralar anılırken insan, başka bir âleme girdiğini hissediyor. Gönlünü tertemiz sevgi hislerinin ulvi ateşi yakıyor ve İlahi feyz sarıyor. Tarih öyle büyük insanlar kaydeder ki, birçok büyükler, onlara nispetle küçük kalır.

Tarihe şerefler veren erler anılırken,
Yükselmede ruh en geniş âlemlere, yerden...
Bin rayihanın feyzi sarar ruhu derinden
Geçmiş gibi, Cennet’teki gül bahçelerinden

Bu derin hakikatı, “Önsöz”ü yazarken bütün azamet ve ihtişamı ile idrak etmiş bulunuyorum. (....)

Bir azm, eğer iman dolu bir kalbe girerse,
İnsan da, o imandaki son sırra ererse,
Volkan gibi coşkun akıyor durduramazlar...
Rabb’imden iner azmine kuvvet veren
ilham...
Peygamberi rüyada görür belki her akşam...
Hep nur onun iman dolu kalbindeki mihrab.
Kandil olamaz ufkuna dünyadaki mehtab...
Kar, kış demez, irkilmez, üzülmez,
acı duymaz...
Mevsim, bütün ömrünce ılık gölgeli bir yaz...
Cennet’teki alemleri dünyada görür de,
Mahvolsa eğilmez, sıra dağlar gibi derde...
En sarp uçurumlar gelip etrafını sarsa,
Ay batsa, güneş sönse, ufuklar da kararsa,
Gökler yığılıp çökse, yolundan yine dönmez!
Ruhundaki imanla yanan meş’ale sönmez!...
Kalbinde yanardağ gibi, iman ne mukaddes!
Vicdanına her an şunu haykırmada bir ses:
Ey yolcu! Şafaklar sökecek durma, ilerle.
Zulmetlere kan ağlatacak meş’alelerle...
Yıldızlara bas, çık yüce alemlere yüksel!İnsanlığı kurtarmaya Cennet’ten inen el!..”

Şimdi biz bu yazıları bu şiirleri yazmış olan merhum ve mağfur Ali Ulvi Hocamıza “Cenab–ı Erhamürrahimin de seni Cennet–i Firdevsine alsın.” diyoruz.

Konya’da kalırken zaman zaman Dr. Ali Kemal Belviranlı Ağabeyimizle görüşürdük. “Ali Ulvi Bey’e ‘İkinci Mehmet Akif’ diyorlar, doğru; ama bana göre daha da farklı bir durum var.” deyip onun şiirindeki bazı özellikleri tebarüz ettirmeye gayret ederdi.

Ben Ali Ulvi Hocamızla ilk defa 1985 senesi sonbaharında yeğenleri olan muhterem Ziya Küçükaşçı’nın evinde karşılaştığımı hatırlıyorum. Başta Mehmet Keçeciler olarak, Konya’nın ileri gelenlerinin de buluduğu bu sohbet ortamında onu görme ve dinleme lütfuna mazhar olmuştuk. Hatırladığım kadarıyla yeniden yazdırılan din bilgisi ve diğer kitaplar ve bir gazete çıkarılması meseleleri gündeme gelmişti. Keçeciler “Türkiye her gün biraz daha zor idare edilen bir ülke haline geliyor, maalesef.” diyor, Ali Ulvi Bey de tasdik edip irşad edici sözler söylüyordu...

Ali Ulvi Kurucu Bey 1922’de Konya’da doğmuş, orta öğrenimini ve hafızlığını bitirdikten sonra, dini eğitimi daha iyi alabilmek için 1939 yılında ailesiyle bereaber Medine’ye hicret etmişti. Yüksek tahsili Mısır’da El–Ezher’de devam ettirmiştir. Mısır’dan döndükten sonra Medine’ye yerleşmiştir. Medine’de “Sultan Mahmud” ve “Şeyhülislam Arif Hikmet” kütüphanelerinde uzun yıllar müdürlük yapmış ve 1985 senesinde emekli olmuştur.

Dört sene idarecilik yaptığım Büyükkoyuncu Vakfı’nın kurucusu merhum İbrahim Büyükkoyuncu anlatmıştı: “Henüz bu vakfı kurmadan önce, kendi kendime şöyle bir karar vermiştim: ‘Koyunlarım, arsalarım, taş ocaklarım adıma neyim varsa satıp, Medine’de bir vakıf kurayım oradaki fakir fukaraya bakayım.’ Ali Ulvi Kurucu Bey, Konya’ya gelince bu düşüncemi kendisine aktardım ve ‘Bana ne tavsiye edersiniz?’ diye sordum. Bana ‘Medine’nin böyle bir şeye ihtiyacı yok. Sen bu servetini burada gençlerin yetişmesi ve talebelerin tahsil yapması için vakfet. Senin ve memleketimiz için bu daha hayırlı olur.’ dedi.”

Konya’nın meşhur mürşidlerinden Hoca Veyiszade’nin yeğeni olan Ali Ulvi Kurucu Hocamız, muhterem ve merhum amcası gibi sohbetleri ile aileden gelen irşad ve tebliğ vazifesini hayatının sonuna kadar devam ettirmiştir. Hac ve umreye gittiğimiz zaman Medine’de kendisini ziyaret eder ve feyizli sözlerinden istifade ederdik. Bizim gibi pek çok insan onunla görüşmek için sıra beklerdi. Büyük tecrübe ve birikime sahip olmanın yanı sıra, Medine’deki konumu itibarıyla âlem–i İslam’dan pek çok kişiyle tanışmış ve görüşmüş olan bu yüce insanın sohbetleri mücevherlerle dolu bir sofra gibiydi.

Türkiye’ye gelince arkadaşlarımız onu rahat bırakmaz, her gün bir yere konferansa davet ederlerdi. Gazetemizin müfettişlerinden Mehdi Yönet Bey ve diğer arkadaşlarımızdan bu konferanslarla ilgili çok şeyler dinledik. Konferanslarında karşısında tertemiz imanlı gençliği görünce “Sizler benim kabul olmuş dualarımsınız!.. Sizler bahar çiçeklerimsiniz!..” derdi. Onu çok tanıyanlardan birisi de Medine’de bulunan Hüseyin Avni Güngören arkadaşımızdır. Bir zamanlar Zaman Gazetesi’ne köşe yazısı olarak gönderdikleri yazıların hepsini de –ellerinin yazmaya müsait olmamasından dolayı– Ali Ulvi Hocamız söyler, Hüseyin Avni Bey arkadaşımız da şevkle yazıp bizlere ulaştırırdı.

Şimdi onun ardından rahmetler okuyor, akraba, dost ve yakınlarına başsağlığı diliyorum. Biliyorum, bu vefata en çok üzülenlerden birisi; şimdi vatanından çok çok uzaklarda tedavi görmekte olan mahzun, mağdur, mazlum ve muzdarip bir gönül de var: Ona da başsağlığı diliyor ve Cenab–ı Hakk’tan acil şifalar temenni ediyorum.

 
 
 
İstanbul,dan bir Âkif-i Sâni geçti - Ali Ulvi KURUCU

Ropörtaj: Mustafa Aydin

O aslında her yıl bunu yapıyor. Ömrünün yarım asırdan fazlasını geçirdiği Medine-i Münevvere'den ata ocağına dönüyor. Dostlarıyla halleştikten sonra yine sessiz sedasız "Komşu"sunun yanına dönüyor. O yeni nesil için bir Âkif-i Sâni, yani ikinci Âkif

Ürperdi hayâlim, bu nasıl korkulu rü'yâ!

Şaştım neyi temsil ediyorsun, Ayasofya?

Orta—lise yıllarının heyecanında onu bu mısralarla başlayan ve devamında çağlayanlar gibi coşan bir rûh hâlini aksettiren Ayasofya şiiri ve şiirleriyle tanımıştık. Ya bir başka kitaba alıntı yapılmıştı, ya da klasik fetih yıldönümü haberlerinde "mahzun mabed Ayasofya" haberlerinin vazgeçilmezleri arasındaydı. Bediüzzaman Said Nursi'nin neredeyse elli sene önce "Bu önsöz Medine—i Münevvere'de bulunan mühim bir âlim tarafından yazılmıştır" hitabıyla tavsif ettiği Ali Ulvi Kurucu Bey nedense çoğumuz için hep uzak ve kutlu ufukların sâkini, Âkif—i Sâni'si olarak yer etmiştir.

O 55 senedir Medine—i Münevvere'de yaşıyor. Her sene kısa bir süre için de olsa anavatanına ve baba ocağına dönüyor. Asırlarca dünyaya aydınlık saçmış bir medeniyeti temsil eden önemli şahsiyet ve eserlerle ilgili hatıralar, şimdi artık birer efsane olmuş isimlerle yaşadığı dostluklar ve bir irfanın son kudretli temsilcileriyle sohbetleri onun için unutulmaz nitelikte.

Ramazan—ı Şerif'in ikinci günü, Ahmet Doğru, Abdülhamit Bilici ve Adem Yavuz Arslan beylerle Kadıköy/Sahrayı Cedid'deki evindeyiz. Bambaşka duygular içindeyiz. Öylesine başka duygular ki anlamak ancak o ânı yaşamakla mümkün. İlk elde inanasınız gelmiyor. Ellerini öpüyor oturuyoruz.

Söze "aşkına hayran olduğu" dostunun Suat Yıldırım Hoca vesilesiyle Aksiyon dergisi için istediği "Uyanış Fecrinin Aydınlığı" şiirini okuyarak başlıyor. Elindeki kağıdı görünce notlarını sürekli eskimez yazı ile mi tuttuğunu merak ediyoruz, "E, bu yazı bizim bin yıllık yazımız yavrum, ecdadımızın yazısı başka oluyor" diyor.

Ali Ulvi Kurucu Beyi anlatmadan önce Konya'nın ilim, irfan ve hizmet anlamında şâhikalarda yer almış dedesi Hacı Veyis Efendi, amcası Mustafa Efendi ve Medine'de vefat eden babası İbrahim Efendi'yi ve onlarda çelikleşen şuur ve iradeyi de bilmek gerekiyor.

1939 yılında devrin baskılarından bunalan ve "ya tahammül, ya sefer" diye dua ederek seferde karar kılan İbrahim Bey varını—yoğunu satarak oğlunu Mısır'da El—Ezher'de okutmak istemektedir. Ve bismillah deyip çıkarlar yola, "Biz amcamla beraber hicret etmek istiyorduk. İkinci Cihan Harbi koptu, amcamın altı çocuğu vardı gelemedi. Fakat Konya'da kalarak büyük hizmetler yaptı. Okullar ve hastanelerin yapılmasına, bilhassa irfan gençliğinin yetişmesine çok faydası oldu. Amcamın büyüklüğü talebe yetiştirmekte, yani peygamber vârisi insan yetiştirmekte çektiği çileler ve ömrünü bu dâvâya vermesindedir".

Ali Ulvi Bey bu noktada "Sizler benim gerçekleşen rüyalarım, kabul olunan dualarımsınız" diyerek iki mısra okuyor:

Ey ömrünü bir gàyeye vakfeyleyen insan

İnsanlığı aydınlatacak nurla şuurlan.

Ona göre ömür insana verilmiş kişiye ait olmayan ancak gönül verdiği, ruhunun âşık olduğu davasına ait bir mefhum, "Ömrün senin değildir" Gözleri parlayarak amcası Hacı Veyiszâde Mustafa (Kurucu) Efendiyi anlatmaya devam ediyor. Onun peygamber vârisi ve davasına âşık bir âlim olduğunu söylüyor, "Meşhur bir sözü var; birisi demiş ki, "Hocam bu uğurda o kadar çile çekiyosunuz ki, iltifata layık olmayan kimselere bile iltifat ediyorsunuz. Nedir bu genişliğin sebebi?" Demiş ki, "Evladım benim, Taif dağlarında taşlanırken bile kavmine beddua etmeyen peygambere imanım var, mürşidim, peşinden gittiğim şahsiyet odur. Ben bir talebenin yetişmesi uğrunda bin münafığın kahrını çekerim."

Ali Ulvi Bey, bu sözü söylemenin çok kolay olduğunu ancak yaşatmanın hiç de öyle olmadığını söylüyor, "Ne garip biz dostun kahrını bile çekemiyoruz" diyor. Amcasının sürekli okuduğu beyti aktarıyor:

"Yâr için ağyâre minnet ettiğim ayb eyleme

Bağbân bir gül için bin hâre hizmetkâr olur"

Onunla konuşup da şiirden uzak olmak mümkün mü? Her sözü ibretli mısralarla süslü. Her mısra bir hedefi gösteriyor, "Benim bir gàyem var, davam ve idealim var; insan yetiştirmek. Bilhassa, cemiyete güneş, lider, mürşid, sahip olacak imanlı irfan gençliğini yetiştirme aşkım var. Bahçıvanı görürsünüz eli kan içinde, dersiniz "Niye?" der ki, "Yavrum ben gül yetiştiriyorum!"

"Gül Yetiştiren Adam" bize Rasim Özdenören'in aynı adlı bir eserini hatırlatıyor. 6 senelik Mısır'daki tahsil ve aralarında bugün artık efsane olmuş isimlerin bulunduğu eşsiz irfan meclislerindeki sohbetler babası İbrahim Beyin 1945'teki âni vefatıyla kesiliyor. Artık Medine hayatı başlamıştır. Buraya geçmeden Mısır'daki irfan meclisini ve Ulvi beyin ruh dünyasını şekillendiren büyük âlimleri zikretmekte fayda var: Tokatlı Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Düzceli Zahid El—Kevseri, Yozgatlı Mehmed İhsan Efendi (Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu beyin babası) ve şair İbrahim Sadri.

Camiü'l Ezher'de Türk öğrencilerin kaldığı Revak—ül' Etrak'daki odasında geceleri teheccüde kalkarak ya da yatmadan önce iki rekat namaz kılarak ellerini semaya açıp şöyle dua etmektedir: "Ya Rabbi... Mehmed Âkif gibi şair olayım, Cenab Şehabeddin gibi nâsir (yazar) olayım!" Bunu aktarıp, "Ne o oldum, ne de o. Demek ki her denen olmuyormuş" diyor. Bize de şaşkınlık içinde "estağfirullah efendim" demek düşüyor.

Ancak daha o yıllarda yazdığı ilk şiirindeki heyecan, ahenk ve sağlamlık dualarının kabul olduğunu göstermeye kâfi olsa gerek;

"Şanlı genç! Saracaksın kanayan her yarayı

Boğacaksın, seni iğfal edecek yaygarayı!

Bir asil at gibi şahlan, vurulan gemleri kır,

Nerde hakkım diye bir kerrecik olsun haykır!"

Medine'de uzun müddet Evkaf Dairesi'nin İnşaat ve Sicillat Emini olarak çalışır. 1953'ten 1975'e kadar Sultan Mahmud'un yaptırdığı Mahmudiye Kütüphanesi'nde, daha sonra da 1985'te emekli olana kadar Şeyhülislam Arif Hikmet Kütüphanesinde çalışır. Ecdad yâdigârı onbinlerce kıymetli eser elinden geçer.

Medine günlerini, bir gününün nasıl geçtiğini soruyoruz. Sanki elli küsûr yıldır orada yaşamıyormuş gibi yine ilk günkü heyecanla Medine—i Münevvere'nin havası, atmosferi Peygamber—i Zîşân'ın varlığıyla şereflenen rûhaniyetinin tarife ihtiyaç bırakmadığını söylüyor. Medine öyle bir beldedir ki, "her Müslümanın gönlünde yaşayan, bir buhurdan gibi her müslümanın ruhunda tüten bir aşk kaynağı"dır.

Hac ve umre zamanları Müslüman dünyasının her tarafından gelen ilim adamları ve yeni Müslüman olmuş insanlarla görüşüp, sohbet etmenin en hoşuna giden hadiselerden olduğunu öğreniyoruz. Efendimize (SAV) komşu olmanın heyecanını bize de aksettiriyor. Ancak bu noktada hatt—ı vusta'yı tarif bâbında işin âdâbına dair de şunları ilave etmeden edemiyor; "Müslüman Türk, Medineli deyince bir nevi melek gibi, bu nazarla bakar. Ben Medineliyim, ama gafletle dolu bir insanım. Peygambere komşu olmak çok dost kazandırıyor da, o çapta insan değilim ben. Müslüman Anadolu insanı sevdiğinin üstüne çok yük yüklüyor. Hüsn—ü zan etti mi dağlardan ağır yükü veriyor. Allah'ın ortağı değil yahu, haşa! Sevgisi ifratlı. Şeyh efendi demek her şey demek. Nasıl olur ya hû! Efendimizin (SAV) "Ya gulâm" diye İbn—i Abbas'a hitabı vardır. Der ki, "Ey oğlum, bil ki, bütün dünya bir işi istese, Allah istemiyorsa olmaz. İstiyorsa bütün dünya istese engel olamaz!"

Ekonomisi perişan durumdaki ülkelerden bile her geçen yıl daha fazla hacı adayının gelişini memnuniyetle izlediğini anlatıyor. Bunu Cenab—ı Hakk'ın tamamlayacağını müjdelediği va'diyle irtibatlı görüyor, "Set konamaz. Çünkü gönüller buna muhtaç". 1946'da tek parti döneminde yıllar ve de yıllar sonra ilk kez hac için izin verildiğinde mukaddes beldelere pervanenin ateşe koşuşu gibi koşan Türkiyeli hacıları gördüğünde yaşadığı memnuniyeti anlatıyor. Ama yanına da acı bir hatıra ilave ederek: "Ravza—i Mutahhara'da Sultan Abdülhamid'in bastırdığı taş baskısı, büyük hacimli Kur'an—ı Kerim'ler var idi. Dolaplarda durur, gelenlere verilir, okunduktan sonra da yine dolaplara konurdu. Ravza Şeyhi Arnavut asıllı Mühürcü Şıh Osman idi. O bir gün geldi, 'Ali Ulvi Bey Türklerde ne çok hafız var yahu!' dedi. 'Hayırdır inşaallah" dedim. 'Bazıları alıyor Kur'an'ı da, bazıları teşekkür edip ezberinden okuyorlar' dedi. Ben de gaflete geldim ve 'Onlar bilmezler okumayı!' demeyeyim mi? Efendi bir ağladı, fenalaştı, kütüphanede bayılmasın mı? Düştü kaldı. Ambülans istedik. İyileşti, kalktı, 'Kalbim durmadığına hayret ediyorum, çok acı geldi bana. Nasıl olur yahu, Kur'an'ı en güzel yazan bir milletin çocukları nasıl okumayı bile bilmez! Ali Ulvi Bey ben mahvoldum yahu!'dedi."

Ulvi Bey Hindistan'ın mühim âlimlerinden Süleyman Nedevi'nin Osmanlı hakkındaki takdirkâr ifadelerini zikrediyor. Nedevi Osmanlının İslâm'ı sahabe—i güzîn gibi anladığını söylüyor, "Çok büyük ecdadınız var. Hilafeti üzerine alarak tüm İslâm âleminin sorumluluğunu omuzlarına almış. Çocuklarımıza sizin atalarınızın ismini koyuyoruz".

Dile kolay ömrünün yarım asrını milyarlarca Müslümanın asırlarca gönlünde tüten bir beldede geçirmek. Aradan geçen zaman içinde manevi uyanışta yaşanan canlanmayı soruyoruz. Hangi psikoloji ile gitmişti, hâli ve istikbali nasıl görüyor?

"İslâm âleminde, bilhassa vatanımızda uyanan bir ilim, iman ve irfan gençliği görüyorum. Bunların yetişmesiyle rûhum aydınlanıyor. Bu nesil için 1939'dan beri duacıyım. Böyle bir gençliğin yetişmesini istiyordum, görmekle bahtiyarım".

Bugün içinde herşeye rağmen tatlı bir sevinç var ancak giderken "bir nevi ümidsiz" olduğunu söylüyor: "Allah'tan ümid kesilmez ancak kaynaklar kurumuştu. Konya'nın Kapı Camii'nde biz Ramazan aylarında ikindiden sonra mukabele okur idik. Ben 10 yaşımda hıfzımı tamamladım. Oraya mukabele dinlemek için üç lise talebesi gelirdi. Yaşlı cemaat sanki fetih ordusunu karşılar gibi bunlara ayağa kalkardı. 'Allah Allah, hem lisede okuyor, hem de camiye geliyor!' derlerdi. Bu manzarayı gören insanın hâlet—i rûhiyesi ne olur, tabii ki bir nevi ümidsizlik. Fakat Allah'ın da va'di var, her ne kadar istemeyenler olsa da nûrunu tamamlayacağını müjdeliyor."

Mehmet Âkif'i niçin sevmiş, geceler boyu niçin onun gibi bir şair olmak için dua etmişti? Ali Ulvi Bey Âkif'in rûhunun tercümanı olduğunu söylüyor. Âkif anıldığında yine ruhuna dualar gönderiyor ve "Biliyorsunuz bu ay Âkif ayı" diyor.

Kabil-i hitap değiller

Âkif'le ve Bedir Kahramanları hakkında çok ilgisiz biri tarafından söylenen sözleri hatırlatıyoruz. Önce Çanakkale Şehitleri ile Bedir Ashabı'nın kıyaslanmasıyla ilgili geçmişteki tartışmayı sorduğumuzu zannediyor ve "Eğer bir mesele olsaydı, onun döneminde hâlâ hayatta olan büyük ulema buna karşı çıkardı. Hiç kimseden bir itiraz gelmeyip de bugünkü Osmanlıcayı dahi bilmeyen kimselerden itirazın gelmesine ben hayretteyim. Şiir heyecandır, hisdir, duygudur" cevabını veriyor. Sonra hekim, bestekâr ve yayıncı Ali Kemal Belviranlı Beyin Medine—i Münevvere'de "Hocam, bunu değiştirsek, itirazsız hâle getirsek..." dediğini öğreniyoruz. Ulvi Beyin cevabı: "Eğer bir mahsur olsa idi Âkif Bey bunu çok iyi yapardı. Ben olsam şöyle yapardım; "Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi/ Bedr'in arslanları bundan dolayı şanlı idi!" Bakın vezin de değişmiyor. Ama ihtiyaç yok."

Ama diyoruz, bizim anlattığımız bildiğiniz gibi bir eleştiri değildi deyip edebimizi bozmadan yakın tarihte yaşanmış hadiseyi anlatmaya çalışıyoruz. O zaman gàyet beşûş bir çehre ile, "Zaten artık bunlar kabil—i hitab olmuyor. Bunlar dinimize de çöl kanunu diyen kimseler. Efendimize mecnun, sihirbaz diyenler bile oldu. Ama âşık olanlar da oldu! Allah'a şerik koşanlar, Âkif'e mi söz söylemeyecekler!"

Hüzünleniyor ve Türkiye insanının kendi ekmek kavgasıyla uğraştığını ve "büyük siyaset" eksikliği yaşandığına dikkat çekiyor: "Zaafa düşmememiz lazımdı. Kendi işlerimizi kendimizin görmesi icab ediyordu. Bıraktık, bırakmışız. İnsan yetiştirmek kolay olsaydı eğer, 500 sene her yer bizim elimizde idi. Demek ki insan yetiştirmek çok kolay olmuyor".

Söz gàye insanı olmak ve yüksek vasıflı insan yetiştirmeye gelince Bediüzzaman'ın talebesi "Bayram Abi"den dinlediği bir hatırayı naklediyor: "Bir keresinde demişti ki, 'Üstad konuşuyor ben yazıyorum. Çok sürdü. Acıktım. Üstadım yazı yazamıyorum ben acıktım. Bir kebap söyleyeyim geleyim dedim. Demiş ki, 'Sepette kuru pide var, mangalda et suyu var, tel dolapta yoğurt var. Ekmeği böl, et suyunu dök, yoğurdu da koy. Ne niyetle yersen o olur.' Şimdi, hayatı bir tiride indiren adamın kimseye minneti olur mu!"

Ali Ulvi Beyin bir gencin yıllar önce İslâm'ın sanata bakışıyla ilgili soruya verdiği ayaküstü irticâli cevap da ilginç: "İslâm çirkini güzelleştirir, güzeli daha da güzel eyler!" Yine hâtıralar âlemine dalıyoruz; "Mısır'da Hattat Şevki Bey'in bir levhasını gördüm, bir hadis—i şerifi yazmış: 'Rave'l Hasen, ani'l Hasen, an ebi'l Hasen, an cedd'i—l—Hasen: Ahsenü'm hasen, el—hulk'ul— hasen.' Yani, 'Güzel olan Hasan—ı Basrî, güzel olan Hasan'dan, güzel olan Hasan'ın babası Aliyyel Murteza'dan, güzelin en güzeli dedesinden rivayet ediyor: En güzel güzellik güzel ahlaktır!"

"Müslüman dünyasının derdi büyük" diyor Ulvi Bey. Şıh Muhammed'ül Gazalî diye bir muhterem zâtın El— Muslimun adlı derginin kendisine yazarlık teklif etmesi üzerine verdiği cevabı hatırlatıyor: "Siz benden tatlı hayâl istiyorsunuz, ben ise acı hakikatlerle doluyum. Razı iseniz yazarım."

1939'da artık gemiyle Türkiye'ye elveda diyecekleri günlerde Fatih Camii'nde ikindi namazını kılıyorlar. Babası İbrahim Efendi, Fatih Sultan Hazretlerinin türbesini de ziyaret edelim diyor. Bir de ne görsünler; "Türbe kapalı! Korkunç bir kilit var. Dedim ki, 'Baba, suçlu adam hapsedilir. Fatih'in suçu ne?', 'Oğlum, Fatih'in suçu çok büyük' dedi. Sen misin Ayasofya'yı cami yapan! Sana ziyaret bile yasak!"

Fatih deyince Abdülhak Hâmid'i sitemle anıyor, "En büyük şiirini Fatih için yazdı ama gafil adam Fatih unutturulurken tek satır yazmadı. Fatih için dedi ki, 'Türben denen azim fethettiğin diyarın/ Durmuş başında bekler bir kavm türbedârın/ Vasfında şairane ilhamlar gerektir/ Tarifi yerde bitmez arşa çıkan kibârın!' Şimdi bu şiiri söyleyen adam olanlar oluyor, bitenler bitiyor bir kelime dahi yazmıyor!" Ve yine Ayasofya'nın hicranı ile yanan bir beyit: "Ayasofya bir hicran yarası olmuş o kalpte/Çan sesinden seni kurtarmış ezanlar nerde?"

Dergimizin ismini beğendiğini söylüyor ve rahmetli Necip Fazıl'ın da "İman ve Aksiyon" adlı eserini hatırlatıyor. Ali Ulvi Bey, "aksiyon"u; "İslâm ve imanın icab ve iktiza ettirdiği şeyleri yapmak" şeklinde açıklıyor. Beşir Ayvazoğlu Bey'in de Aksiyon'da yazdığını öğrenince seviniyor, "Allah selamet versin. Hassas bir insan o. İlk defa beni Ömer Ziya (Doğrul) Bey Tercüman'a götürdüğünde orada tanışmıştık. Beşir Bey fakirin küçüklüğünden beri şiirlerini okumuş. "Hocam" demişti, "Mehmet Âkif gelmiş gibi oldum. Bugün Âkif merhum gelse nasıl seviniriz aynen öyle oldum". Allah selamet versin."

Ali Ulvi Kurucu Beyefendi'nin, "Aşkına hayran olduğum bir gönül dostum, bir kaç sene evvel bu şiiri Aksiyon dergisine göndermemi istemişti. Nasip olmadı Medine'ye döndük. Şimdi elimde, eğer münasip görürseniz, buyrun yayınlayın" sözleriyle emanet ettiği şiiri aşkına hayran olduğu gönül dostuna hediyesinde biz bu yolla vesile olalım istedik:

Uzun yıllardır hasretini çektiğimiz gençliğin...

Uyanış Fecrinin Aydınlığı

Ne gelen var, ne giden var, ne gülümser bir yüz.

Yolcu yorgun yük ağır menzil uzaklarda henüz.

Diye milletçe ümitsizliğe düşmüştük dün,

Uyanış fecri ufuklarda belirmekte bugün.

Kararan dünkü ufuklarda güneşler yanıyor

Her ışık dalgası umman olarak çalkanıyor

Nurlu bir yüz gibi dünyaya doğarken gündüz,

Uyanış fecrinin aydınlığıdır gördüğümüz

En ağır şartlara rağmen yine şahlanmada din,

Külle örtülmesi mümkün mü bu kudsi alevin

Bu alev, nûrunu Kur'an—ı Kerim'den alıyor

Bütün âlem uyanış fecrine hayran kalıyor

Genç nesilden bize hep müjdeci sesler geliyor

Uyanış fecrini marşlarla bütün besteliyor

Taşı toprakları yurdun dile gelmişcesine

Uyuyorlar koro halinde ilahi sesine

Bu muazzam sese alkış kopuyor her yerden

Görünen âlemin ardındaki âlemlerden

Büyük aydınlığa yol gösteriyor rehberimiz

Bütün âlemlere rahmet yüce Peygamberimiz (s.a.v)

Açtı insanlığa on dört asır evvel bu yolu

Ufku güllerle, çiçeklerle, meleklerle dolu.

Büyük ecdadımızın gördüğü parlak rüya

Vuruyor her gece yıldızların aksiyle suya.


 

HATIRALAR: Gördüklerim, Duyduklarım

25.1.2006 - ALİ ULVİ KURUCU

 

ALİ ULVİ KURUCU (1922-2002)

 

Ben Rasûl-i Kibriyânın, bülbül-ü nâlânıyım.
Mücrimim gerçi, cemâl-i Mustafâ hayrânıyım..

 

                 *            *            *

 

Ulvî de senin bağrı yanık âşık-ı zârın
Feryâdı bütün âteş-i sûzândır Efendim.
Kıtmîrinim ey Şâh-ı rüsûl, kovma kapından,
Âsîlere lûtfun yüce fermândır Efendim.”

 

Ali Ulvi Kurucu, 1922 senesinde, Konya’da dünyaya geldi. Sülalesi Hocazadeler olarak bilinen maruf bir ailedir. Dedesi Hacı Veyis Efendi(1860–1935),Babası İbrahim Efendi aynı zamanda hocasıdır..

 

Annesi Sare Hanım, Ali Ulvi Bey dört yaşında iken ahirete intikal eder. “Konya’nın en mütedeyyin ve en muhafazakâr hanelerinden biri” olan bu kutlu hane için, “Evimiz sanki bir medrese idi bir akademi idi. Ya ilim konuşurlar, ya hadis, ya ayet konuşurlar, ya dedemin, amcamın, babamın mütalaaları esnasında zorlarına, tuhaflarına, ızdıraplarına giden bir meseleyi görüşürlerdi.” Diyor.

 

Yedi yaşında hafızlığa başlar. “.. on yaşımda, camilerde, diğer hafızlarla mukabele okuyan “Hafız Ali”  oldum. Küçük yaştan itibaren güzel sesle Kur’an-ı Kerim, kaside ve naat okuyanlara aşinalığım vardır.”

 

Küçük Ali Ulvi’nin gençliğe adım attığı o yıllar değil çocuk okutmak, bir mümin için nefes bile alamayacak hale gelmesi üzerine babası İbrahim Efendi kutsal topraklara hicret etme kararı verir. Babasını bu kararından caydırmak için uğraşan meşhur alim Hülasat-ül Beyan  tefsirinin sahibi Konyalı Mehmed Vehbi Efendi’ye İbrahim Efendi şöyle haykırır: “Hacı Mehmed ağa! Yurdumda garip oldum yahu! Oğlumu okutamıyorum. Bütün melanet serbest, polisin işi yok, gücü yok, beni takip ediyor. Hapse götürüyor. Bir tarlam vardı, onu sattım. Ailemin ziynetini sattım. Onlar bitinceye kadar bunları okutacağım. Biterse sakalık(su satıcılığı) yapacağım. Hüccaca (Hacılara) su taşıyacağım, hamallık yapacağım.” Vehbi Efendi bunu duyunca; “Hacı Mehmed ağa, bu hale gelmiş imana aşk derler, aşk. Bunun önünde durulmaz. Bırakın gitsin de, yavrularını okutsun.” demiş.

 

1939 senesi Kurucu ailesi için hicret senesidir. Aile, Medine’ye yerleşmeye karar verir. 23 Şubat 1939 de gemiyle İstanbul’dan ayrılırlar. Genç ilim taliplisi Ali Ulvi ise Cidde’den gemiye binerek Mısır’ın yolunu tutar.

 

O sırada Mısır, irfan hayatı bakımından çok velud dimağların bulunduğu bir kültür hazinesidir. Son Osmanlı Şeyhülislamlarından Mustafa Sabri Efendi, Düzceli allame Zahid el Kevseri, Mehmed Akif’in yakın arkadaşı Yozgatlı İhsan Efendi, İbrahim Sabri bey gibi..

 

Ali Ulvi Bey o günleri şöyle yâd eder; “O zamanın Kahiresi, fikir yönünden son derece canlı idi. Doyurucu makaleler yazanlardan, yepyeni düşünceler ortaya koyan fikir adamlarından, herkesin okuyup tartıştığı yazılardan ve kitap bakımından zengin idi. Dini görüşlerin tartışılması da apayrı bir yer tutmakta idi. Benim için, istifade edebileceğim, bildiğini iyi bilen, bilmediği konuda söz söylemeyen, çilelerin içinden gelmiş, görmüş ve geçirmiş şahsiyetler de hep orada idi.”

 

 “İlk aylarda Arapça kompozisyon yazabilmek için, Ürdün’de doğmuş ve okumuş Dağıstanlı Burhaneddin Efendi’ye gitmemi tavsiye ettiler. Yazımın ilerlemesi için de hattat Akil’den Rik’a dersleri alırdım. Böylelikle hem edebiyatımı, hem de yazımı ilerlettim.”  Ali Ulvi beyin hattı o kadar ilerlemiştir ki, Mustafa Sabri Efendi’nin bir eserini formalar halinde tekrar yazıp matbaaya götürdüğünde matbaadakiler şöyle demekten kendilerini alamamıştır; “Bu kadar güzel yazı ile matbaaya kitap gelmemiştir.”

 

Okulun ilk merhale olan “Ehliye” imtihanını kazanmış, yüksek diploma sayılan “Alemiye” imtihanına hazırlanırken babası İbrahim Efendi’nin  ansızın 1945’de vefatı üzerine tahsilini tamamlayamadan aile riyasetini üzerine almak üzere Mısır’dan ayrılarak Medine’nin yolunu tutar.  

 


MEDİNE GÜNLERİ

 

 

Güzel bir tefavuk olarak, merhum Hasan El Benna ile birlikte Hicaz topraklarına yolculuk eder. Ve artık Resulullah’ın mücaviri olarak geçireği kutlu günler başlamak üzeredir; “Kervan Medine’ye yaklaştıkça içimde bir ferahlık, huzur ve huşu hissediyordum. Artık bu şehir benim için yeni bir vatan olacak ve gelecek hayatım bu topraklar üzerinde gelişecekti. Rabbime sonsuz hamd ve şükürler ederek Peygamber Efendimizin değerini bilenlerden olmamı niyaz ettim.”   

 

1946 senesinin Hac mevsiminde geldiğim Medine’de geçirdiğim günler ömrümün en güzel, en verimli, en feyizli ve en faydalı günleri idi. Fikir ve görüşlerinden istifade edebileceğim çok çeşitli şahsiyetlerle görüşme fırsatı buldum.” “En verimli şiir hayatım Medine’de başladı. ..Resulullah’a yakın olmak benim için nur üstüne nur oldu; hele kendilerini rüyalarımda görüşümle elde ettiğim feyiz ve hazzı ifade edemezdim; zira bu haller yaşanarak tadılır ve tattıkça yaşanır.”

 


ÖMÜR AĞACININ SON GÜNLERİ

 

 

994 Ramazan ayında ağır bir felç geçirmesine rağmen faaliyetlerine ara vermez. Ömrünün son yıllarında altı ay kaldığı ve her tarafını karış karış gezdiği Anadolu’da yeni yetişen gençliği göz yaşları ile selamlar;

 

Ne gelen var, ne giden var; ne gülümser bir yüz.

 

Yolcu yorgun, yük ağır, menzil uzaklarda henüz.

 

diye milletçe ümitsizliğe düşmüştük dün,

 

Uyanış fecri ufuklarda belirmekte bugün”

 

Genç nesilden bize hep müjdeci sesler geliyor

 

 Uyanış fecrini marşlarla bütün besteliyor

 

 Taşı toprakları yurdun dile gelmişçesine

 

 Uyuyorlar koro halinde İlahi sesine”

 

3 Şubat 2002’de ircii emrine münkad olarak Medine’de şeb-i arusuna erer. Allah Rahmet eylesin. Başta ülkemiz olarak geniş bir çevrede yankı uyandıran vefatı dolayısı ile bir çok yerde gıyabi cenaze namazı kılınan Ali Ulvi Efendi Cennet-ül Baki mezarlığına defnedilir..

 


ŞAHSİYET VE AHLAK-I HAMİDESİ

 

 

Onu “tam bir insan-ı kâmildi” diyerek özetleyebiliriz aslında. Muhterem Hayreddin Karaman hocamız O’nu şu güzel ifadelerle anlatıyor: “Yüzünde Muhammedî nurun izleri vardı; mütebbessim, mevzun (ölçülü), nurlu bir yüz. Onunla bir mekanı ve zamanı paylaştığınızda, o zaman ve mekan, sizin hayatınızda, mutluluk, heyecan ve kemal yolculuğunda ileri doğru atılmış bir adımın anıtı olurdu. Oradan mutlaka güzel duygular ve faydalı bilgilerle ayrılmış olurdunuz.”

 

Peygamber Sevgisi

 

Ali Ulvi Bey denince akla hemen İnsanlığın İftihar Tablosuna karşı duyduğu derin sevgi ve bağlılık gelir. Bu konuda ne hisli terennümleri vardır;

 

Çiçekler, lâleler, güller sana ilân-ı aşk eyler

 

 Gönüllerde esen bâd-ı sabâsın Yâ Resulullah

ALİ ULVİ KURUCU’NUN ÜÇ DUASI

Ümit Şimşek

 
BÜYÜK İNSANLARIN herbiri özel bir görevle gelir, yahut gönderilir bu dünyaya. Görevlerini tamamlar ve dönerler. Döndükleri zaman, arkalarında, geldikleri dünyadan daha farklı bir dünya bırakmışlardır. Onlardan herhangi birinin büyüklüğünü anlamak için, yokluklarını tasavvur etmek, yahut hayalen onlardan önceki zamana dönmek yeter:

Sinan’sız bir dünyada Süleymaniye, Mevlânâ’sız bir dünyada Mesnevî, Itrî’siz bir dünyada Bayram Tekbiri, Âkif’siz bir dünyada Safahat yoktu. Ve hiç şüphesiz, o eski dünyalardan herbiri, bugünkü dünyaya nisbetle daha yoksul bir dünya idi. O büyük insanların arkalarından baktığımız zaman, onların, bu dünyada eksik olan birşeyleri tamamlamak için yaratıldıklarını görebiliyoruz.

Onlar, bir yönüyle bu dünyaya aittirler ve ondan ayrı düşünülemeyecek bir parçadırlar; bir yönüyle de başka bir âlemin insanlarıdırlar.

Bu dünyaya aittirler; çünkü bu dünyanın yaratılışında var olan âhenk ve düzen, onların yaratılışıyla daha da mânâ kazanmıştır. Başka bir âlemin insanlarıdırlar; çünkü gelip geçici bir dünya, o kadar büyük varlıkların ağırlığını kaldıramaz; zaten küçük-büyük ayırt etmez bu dünya, kucağına düşeni çürütür, öğütür, bir avuç toprak halinde eşitleyiverir.

Kâinatın yüz milyar kadar kehkeşanından bir tanesinin yüz milyar güneşinden birisinin gezegenlerinden bir gezegenin üzerinde, Konya adlı bir beldenin mütevazi evlerinden birinde, dünyanın doğuşundan tahminen 4,5 milyar sene kadar sonra bir gün Ali Ulvi Kurucu adıyla anılacak bir insan hayata gözünü açtığı zaman, bu olay, anne ile babasından ve üç beş akrabâsından başka pek az kimse için bir anlam ifade ediyordu görünürde. Fakat mânâ âlemlerinin değer ölçüleri daha farklıdır. Orada kişilerin zaman ve mekânda işgal ettiği yer değil, kendisini gönderenin nazarında ifade ettiği anlam esas alınır. Ali Ulvi Kurucu için ise, bu anlamın pek az kula nasip olacak bir büyüklükte olduğu, ona verilmiş olan kabiliyetlerden ve gösterilmiş olan hedeften belliydi.

“İslâm çirkini güzel yapar, güzeli daha da güzelleştirir.”

Dilinden düşürmedi, halinden de eksik etmedi bu sözü. Bir münezzeh güzelliğin peşine düşürülmüştü, besbelli. İslâmı güzellikle anlayan ve güzellikle anlatan bir ortamda dünyaya geldi ve sonra da sanat denen güzelliğin birkaç dalıyla birden tanıştı; sözün, sesin, süsün ve yazının güzelliklerine daldı.

 

Bir başka zemin, başka zaman çerçevesinde

Eşsiz Güzelin vaslına ermek hevesinde.

 

Daldığı güzellikler içinde yalnız değildi Ali Ulvi Kurucu. Orada pek çok tanıdık sesler buldu. Ama bir tanesiyle, özellikle bir tanesiyle, arasında büyük bir âşinâlık vardı. Zamanın ve zeminin başka kesitlerinde, ayrı bedenlere bürünmüş tek bir ruh gibiydi o ve kendisi. Duyduklarını ve düşündüklerini onda buldu. Onu aşkına ve imanına tercüman gördü. Aynı güzelliğin peşine düşmüş iki insandılar. Sualler ve cevaplar gidip geldi ruhlar ve zamanlar arasında.

 

Âkif diye haykırsam ufuklarla beraber,

Âkif diye feryadıma ses vermede her yer.

 

Böylece, onu kendisine model seçti Ali Ulvi Kurucu. Âkif’in Rabbine yöneldi, Âkif’e verilen nasipten istedi. Bu onun birinci duasıydı.

Duası bir güzellikle kabul gördü Ali Ulvi Kurucu’nun. Bir zaman sonra, herkes onun, “Zamanın Âkif’i” olduğunda ittifak etti. Artık o Âkif’e tercümanlık yapıyor, ölümün susturduğu bir dile bedel o konuşuyordu. Fakat Âkif’in nasibinde çile de vardı; ondan da payını aldı. Bir yandan Âkif’in imanı ve Âkif’in beyanıyla yazarken, bir yandan da Âkif’in ıztırabını çekiyordu.

 

Tâ ezelden demek uşşâka mukadder bu çile,

Gece bülbül yine bin âh ile yalvardı güle.

Sevilen gonca açıldıkça seven yaş döküyor,

Söyle cânan, hani yol vardı gönülden gönüle.

 

Ali Ulvi Kurucu’nun ikinci duası da bir başka güzellikle kabul gördü. Yer ve Gökler Rabbinin dergâhında. Habibi, onu yanına aldı. Ve altmış yıl boyunca dizinin dibinden ayırmadı. Bülbül, artık gülünün yanı başında şakıyordu.

 

Bû-yi vaslındır muattar eyleyen sünbülleri,

Nur cemalinden eserdir bağ-ı aşkın gülleri,

Gül cemalindir Habibim mest eden bülbülleri,

“Ben Resul-i Kibriyânın bülbül-i nâlânıyım,”

“Mücrimim gerçi, cemal-i Mustafâ hayranıyım.”

 

Peygamber komşuluğunda yazdıkları, Peygamberden haberler taşıyordu okuyanlara. Zaman geçtikçe o mekânıyla bütünleşti. İnsanlar onu artık “Peygamber komşusu” olarak tanıyorlardı. Onu okuyup dinledikçe Peygamberin kokusunu aldılar; onunla Peygamberlerine selâmlar gönderdiler.

“Peygamber-i Zîşânın komşuluğu bize çok dostlar kazandırdı” diyordu. Bu “dostlar” tanımı içinde, âlemde Peygambere dost olan kim ve ne varsa dahil olduğunda şüphe yok: O mübarek avuçta tesbih eden taşlar, onun hasretiyle ağlayan kütükler de dahil! Ancak, güller ve bülbüller kadar, muzır haşerat da bu dünyanın tabiatında olan birşey; nice büyük insanlarla beraber, onların eteklerine saldırarak irtifa kazanmaya çalışan küçücük yaratıklar da yine bu toprakların üzerinde geziniyor ve sonunda hepsi birlikte toprağın altına giriyor. Bir ömür boyu Peygamber dostlarıyla muhabbet alıp veren Ali Ulvi Kurucu, ömrünün sonlarına doğru, Resulünün Ashabına ve Âkif’ine dil uzatabilmek için debelenen bedbahtları da gördü ne yazık ki. Fakat uğradığı bu talihsizlik, yeni bir eserin doğuşuna yol açtı. Bir anlattı Peygamberini, bir anlattı Âkif’ini, dinleyen ağladı, soran ağladı, izleyen ağladı, sunan ağladı. Böylece, giderken, “Peygamberin İzinde” bir eser daha bıraktı bu dünyada.

 

Ve son duası Ali Ulvi Kurucu’nun:

“Bir nesil... Böyle bir nesil... İşte böyle bir nesil!”

Ve son duasının sonucu:

“Siz benim kabul olan dualarımsınız.”

Âhir ömründe sayısız gençler onun elini öpme şerefine kavuştu. “Ben Allah’tan böyle bir nesil istemiştim,” diyordu elini öpenlere. “Bahçıvan yetiştirdiği fidanın meyvesini yerken nasıl bahtiyar olursa, şimdi ben de öyle bahtiyar oluyorum.”

•••

Onun duaları, Allah katında kabul gören dualardı; bunda şüpheye hiç mi hiç yer yok.

Bu dünyadan bir Ali Ulvi Kurucu geçti.

Ve her büyük insan gibi, arkasında eserlerini bıraktı.

En büyük eseri, onun kabul olmuş dualarıydı.

Eğer herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda, genç bir insanın kalbine Peygamber sevgisi düştüğünü görür, işitir, yahut hissederseniz, bilin ki, Ali Ulvi Kurucu’nun duası oraya kadar ulaşmıştır.

Bugünlerde bu dualar o kadar çok kabul oluyor ki!