28
Şubat sürecinin gizli tarihinde Haziran 1997’nin özel bir yeri var. Çünkü
Türkiye, haziran ayının ilk günlerinde bir ihtilalin eşiğinden döndü.
Komutanların İzmir’de “darbeyi” görüştükleri toplantıda “Biz yokuz” diyen
iki komutan çıktı: 1. Ordu Komutanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu ile 3.
Ordu Komutanı Orgeneral Atilla Ateş. Refahyol hükümetinin istifa etmesine
yol açan 28 Şubat sürecinin üzerinden tam yedi yıl geçti. Bu dönemin hâlâ
tam olarak aydınlığa kavuşmamış olaylarından birini, 1997’de Haziran
ayının ilk haftasından itibaren Ankara’yı kuşatan “İhtilal yapılacak”
havasının perde arkasındaki gelişmeler oluşturuyor. Acaba, de 13 Haziran’ı
14 Haziran’a bağlayan gece ordu yönetime doğrudan el mi koyacaktı? Eğer 13
Haziran gecesi darbe planlanmışsa bunu engelleyen şartlar neydi? Amerikan
Wall Street Journal gazetesi, 10 Haziran 1997 günü yayınladığı haberde
“Generaller Erbakan hükümetine 24 saat süre verdi” demesine ve 12 Haziran
1997 günü Başbakan Necmettin Erbakan, Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller ve
Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu Başbakanlık
Konutu’nda bir araya geldiğinde Çiller’in ilk sözü, “13 Haziran’da darbe
hazırlığı var” olmasına rağmen, darbe girişimi nasıl önlenmişti?
Türkiye’nin 28 Şubat
sürecini “darbesiz” nasıl atlattığı konusunda bugüne kadar çok şey
söylendi. Kimilerine göre, dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in
“mahareti” ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral Karadayı’nın tavrı, ihtilal
düşüncesindeki komutanları frenlemişti. Kimilerine göre ise 13 Haziran
günü Amerikan yönetiminden peş peşe gelen, “darbe istemiyoruz” demeçleri
etkili olmuştu.
O gün ABD Dışişleri Bakanı Madeline Albright, Türkiye’deki gelişmeleri çok
yakından izlediklerini belirtip “demokratik çerçeve ve anayasa dışına
çıkılmamasının çok önemli olduğunu” Ankara’ya bildirdiklerini vurguladı.
Albright’ın çıkışını, ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Nicholas Burns’ün şu
sözleri tamamladı: “Türkiye’de laik demokrasiyi ve sivil yönetimi
destekliyoruz.” Ve bu hava içinde 18 Haziran’da Necmettin Erbakan,
hükümetin istifasını açıkladı; iki gün sonra da hükümeti kurma görevi ANAP
lideri Mesut Yılmaz’a verildi.
“12 Eylül’de Türkeş” ve “KGB Arşivleri’nde Enver Paşa”nın da aralarında
bulunduğu yedi kitabın altında imzası olan 30 yıllık gazeteci, Yeniçağ
gazetesi köşe yazarı İrfan Ülkü, Haziran 1997’de olup bitenlere yeni bir
boyut kazandırıyor. Ülkü, 13 Haziran gecesi yerine, 3 Haziran gecesine
dikkat çekiyor. O dönemde Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı
Karadayı’nın odasında yaşanan bazı olayları ve gelişmeleri, bizzat
olaylara tanık olan komutanlardan dinlediğini belirten Ülkü, komutanların
3 Haziran gecesi İzmir’de yaptığı toplantıda Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu
ve Orgeneral Atilla Ateş’in darbeye karşı çıktığını belirtiyor. Yeni
Günaydın ve Ortadoğu gazetelerinde genel yayın müdürlüğü yapmış bir
gazeteci olan Ülkü’nün bu açıklamasından sonra, ortaya “Madem ki darbe 3
Haziran gecesi önlendi. O zaman on gün sonra 13 Haziran günü Ankara ve
Washington’daki darbe telaşının sebebi neydi?” sorusu çıkıyor.
Bu sorunun cevabı, 28 Şubat’ın etkili komutanlarından Güven Erkaya’nın
anılarında yer alıyor. Erkaya, o günlerde Genelkurmay Başkanı Karadayı ile
yaptığı konuşmayı şöyle anlatıyor: “Bunların (Hükümetin) çekip gitmelerini
sağlayacak tek yol, bunları korkutmaya devam etmektir. Bu taktiğin
başarıyla sonuçlanabilmesi için Genelkurmay ve kuvvet komutanlıkları
karargahlarında daha çok ışık yakalım ve konuşmalarımızın dozunu da
artıralım.”
13 Haziran gecesi bir darbe hazırlığı olmadığını gösteren Erkaya’nın bu
sözleri, “Darbe planı 3 Haziran gecesi İzmir’de suya düştü” diyen İrfan
Ülkü’yü doğruluyor. O gece 28 Şubat sürecinin fiilen bittiğini öne süren
Ülkü, sorularımızı şöyle cevaplandırdı:
—3 Haziran gecesi İzmir’de Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı
Karadayı’nın başkanlığında kuvvet komutanları ve ordu komutanlarının
katıldığı toplantıda, 1. Ordu Komutanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu ve 3.
Ordu Komutanı Orgeneral Atilla Ateş’in darbe yapılmasına karşı
çıktıklarını belirtiyorsunuz.
Yüksek Komuta Konseyinin içinde bir anlaşmazlık vardı. Bu anlaşmazlık 3
Haziran gecesi ortaya çıktı. Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanları
İzmir’de toplandı. O gece düğmeye basılması, 28 Şubat’ın bir askeri
darbeye dönüşmesi konusunda toplantı yaptılar. İzmir’deki toplantıda 1.
Ordu ve 3. Ordu komutanları, askerin yönetimi ele alması konusunda kuvvet
komutanlarını ve Genelkurmay Başkanını yalnız bırakmışlar. Biz bu işte
yokuz demişler.
—3 Haziran gecesi mi ihtilal olacaktı?
O gece veya o geceyi izleyen gecelerin birinde hareket bekleniyordu. Bunun
detaylarını ileride tarih yazacaktır.
—Aynı gece Çankaya Köşkü’nün ışıklarının sabaha kadar yandığını ve
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in valileri tek tek telefonla aradığını
belirtiyorsunuz.
Böyle bir harekatın başlaması konusundaki trafiğin hızlandığı sırada,
Çankaya’da Sayın Demirel bunun önlenmesi yolunda birtakım tedbirler
alıyordu. Örneğin o gece valileri aramış. Askeri birlikler bir hareket
halinde mi değil mi diye bilgi almış. Fakat 1. ve 3. Ordu komutanlarının
bu harekete destek vermemesi, Tansu Çiller’in gönderdiği bazı bilgiler
doğrultusunda Amerika’nın darbeye açıkça tavır koyması, bu hareketi
başlamadan bitirdi. Sonuçta komuta kademesi ertesi gün (4 Haziran)
İzmir’den Antalya Karpuzkaldıran’daki kampa tatile gitti. O gidiş 28 Şubat
sürecinin de sonudur aslında. Komutanlar da gerilimli bir geceden sonra
Karpuzkaldıran’a tatile gitti.
—Peki iki ordu komutanının muhalefetine rağmen yine de 3 Haziran gecesi
darbe kararı alınması ihtimali var mıydı?
İşte en önemli konu o. 1. ve 3. Ordular, Türk Ordusunun önemli birlikleri.
En azından pasif kalsalar, zaten bu mesajları bir nevi biz tarafsızız
anlamında da algılanabilir. Ama o zaman bu durum, İzmir’deki toplantıda
alınacak kararların, uygulama safhasında hiçbir etkinliğinin olmayacağı
anlamına gelir. Bu konuda Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı
Karadayı’nın şöyle bir tavrı var; Karadayı Paşa hakikaten darbeye karşı.
Fakat kuvvet komutanları bu konuda kesin kararlılar gibi görünüyor.
—Yani Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hikmet Köksal, Deniz Kuvvetleri
Komutanı Oramiral Güven Erkaya, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Ahmet
Çörekçi ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Teoman Koman yönetime el
konulmasını istiyor.
Evet. Genelkurmay Başkanı'nın tavrı da Demirel’in tavrına yakın. Ama
Genelkurmay Başkanı, dört kuvvet komutanının kararlılıklarını İzmir’de
gördü.
—Darbe kararı çıkmayınca neler oldu?
28 Şubat’ın asıl örnek aldığı model 12 Mart (1971) muhtırasıydı.
Başlangıçta böyle düşünüyorlardı. Parlamento devam etsin. Ama bir
teknokratlar hükümeti kurulsun. Askerin istediği yasalar tıpkı 12 Mart
1971’de olduğu gibi Meclis’ten geçsin. Bu model konusunda Genelkurmay
Başkanı Karadayı ile Cumhurbaşkanı Demirel arasında bir mutabakat oluşmuş.
Bu mutabakatın, İzmir’deki toplantının kaderi üzerinde etkili olduğunu
düşünüyorum. Karadayı, darbe isteyen komutanları, teknokratlar hükümeti
kurulması ve Meclis’in birtakım kararlar alması projesiyle ikna ediyor.
—18 Haziran’da Erbakan’ın istifasından sonra Demirel’in hükümeti kurma
görevini Mesut Yılmaz’a verdiği haberi geldiğinde komutanlar, Genelkurmay
Başkanı Karadayı’nın odasındaymış. Haber geldiğinde odada buz gibi bir
hava estiğini belirtiyorsunuz. Komutanlar Mesut Yılmaz’ın başbakan
olmasını istemiyorlar mıydı?
Mesut Yılmaz’ın başbakan olması istenmiyordu. Ama Demirel bir sürpriz
yaptı. Mesut Yılmaz’ı başbakan yaparak sonu belirsiz bu süreçten
Türkiye’yi çıkarmak istedi. Fakat bu en büyük hatası oldu. Böylece 28
Şubat süreci çözülürken, Demirel’in ikinci defa cumhurbaşkanı seçilmesi
tehlikeye girdi. Ve nitekim de seçilemedi.
—Peki teknokratlar hükümetinin başbakan adayı kimdi?
Birkaç aday vardı. Cumhurbaşkanı ile Genelkurmay Başkanı birkaç isim
kararlaştırmış. Başbakan parlamento içinden olacaktı, ama bakanlar hem
Meclis içinden, hem de, Meclis dışından olacaktı. Başbakan olarak çok
yıldız bir isim düşünülmüyordu. Meclis bir kurucu Meclis gibi
çalıştırılacaktı. Demirel ile Karadayı arasındaki mutabakatın özü bu.
Tıpkı 12 Mart gibi. O tarihte de Meclis kapatılmadı.
—Komutanlar Mesut Yılmaz sürprizi ile karşılaşınca bir tavır alıyorlar mı?
Hayır, bir oldu bitti olarak kabul ediyorlar ve tepki göstermiyorlar. Ama
şok yaşadıkları kesin.
—Genelkurmay Başkanı’nın odasındaki toplantıda Karadayı, “Sayın
Cumhurbaşkanı ile son rötuşları yaptık. Meclis’i kurucu Meclis gibi
çalıştıracağız. Yarın bu konuda kamuoyuna bir açıklama yapacağız” diyor,
tam o sırada emir subayı içeri girip, “Sayın Komutanım şimdi haber geldi.
Cumhurbaşkanı hükümeti kurma görevini Mesut Yılmaz’a vermiş” diyor. O
açıklamayı Genelkurmay mı yapacaktı?
Genelkurmay veya Cumhurbaşkanı. Belki Cumhurbaşkanı Genelkurmay’ın bilgisi
dahilinde bunu açıklayacaktı. Komuta kademesi için önemli olan istedikleri
yasaların çıkarılması ve atanacak bir başbakan. O başbakan Demirel
tarafından atanacak ama, 12 Mart’ta olduğu gibi komutanların onayı olacak.
Nihat Erim gibi.
—Oysa o dönemde görevin Mesut Yılmaz’a verilmesini komutanlar istedi gibi
bir hava vardı.
Ama görevin Mesut Yılmaz’a verilmesini istemediklerini bu olay kanıtlıyor.
Demek ki bazı şeyler bildiğimiz gibi değil. Ben bu olayı, o sırada
Genelkurmay Başkanı’nın odasında olan bir komutandan dinledim. Birinci
elden tanığı olayın. Bu komutanın ismini vermek istemiyorum. 28 Şubat’ın
aslında gizli bir tarihi var. Çok geniş çaplı bir gazetecilik çalışması
gerektirir. Çünkü çok ayrıntı var. Olaylar tek bir boyut, tek bir merkez
üzerinden ilerlemiyor. Çok değişik yönleri var.
—Sizin 28 Şubat sürecine ilginç bir bakışınız var. 28 Şubat hareketine yön
veren ideolojiyi “Türk Baasçılığı” olarak niteliyorsunuz.
12 Mart döneminde Türkiye’de ulusal sol dediğimiz, o zaman Yön dergisi
etrafında toplanan Doğan Avcıoğlu hareketinin Türkiye için projesi,
askerin darbe ile gelerek sosyalizm ve milliyetçilik karışımı bir rejim
kurmasıydı. Bunun modeli Arap ülkelerinde var. Bir Arap Baasçılığı var.
Baasçılık nedir? Sivil ideologlar tarafından başlatılan fakat askerler
tarafından uygulanan bir ideoloji. Bu ideolojide sosyalizm de var,
milliyetçilik de. Fakat asıl hakim olan fikir Arap milliyetçiliği fikri.
Türkiye’de de Avcıoğlu hareketi bir tür Türk Baasçılığıydı. Onların da
plan ve programı, sosyalist, anti emperyalist, tam bağımsız bir Türkiye
idi. 28 Şubat’a gelirsek, 28 Şubat’ın ideolojik, siyasi mirasında 9 Mart
olayı ve Avcıoğlu hareketinin etkisini görmemek imkansız. 28 Şubat
sürecine katkıda bulunan birçok yazar, aydın, gazeteci, sivil, ulusal
solcu dediğimiz kesimden insanlara bakın. Hepsi 28 Şubat'ı desteklemiştir.
28 Şubat'ı savunan üst düzey subayların çoğunun Doğan Avcoğlu’nu bildiği
kanaatinde değilim. Bilenler vardı mutlaka ama, bu geleneğin bir yansıması
oldu. Bugün fikri planda 28 Şubat'tan geriye ne kalmıştır? Hiçbir şey...
—O zaman 28 Şubat süreci Türk Baasçılığının yenilgisiyle sonuçlandı...
Yenilgisiyle ve çözülüşüyle...
—O zaman Türkiye’nin Baas tipi bir yönetime gitmesi önlenmiş oldu.
Evet, anlattığımız olaylarla önlenmiş oldu.
—Tıpkı 12 Mart 1971 döneminde olduğu gibi...
O zaman bunu önleyen kimdi? Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’tı. Bu sefer
Genelkurmay Başkanı Karadayı Paşa’ydı. O zamanki Cumhurbaşkanı Cevdet
Sunay’ın rolünü de Demirel oynadı.
—Peki 12 Mart döneminde Baas tipi bir rejim getirmeyi isteyen Doğan
Avcıoğlu hareketi ve cuntasının 28 Şubat’taki karşılığı kimler?
Fikir bazında az önce izah etmeye çalıştım. Ama 28 Şubat sürecindekiler,
Doğan Avcıoğlu cuntası gibi hakikaten derin organize olmamışlardır. Daha
çok spontane bir hareket görüntüsü veriyorlardı. Avcıoğlu cuntasının belli
bir programı vardı, anayasa taslağı vardı.
—28 Şubat sürecinde de bu var. Coşkun Kırca yeni anayasa taslağı
hazırlamış.
Ama Avcıoğlu hareketi daha ideolojik, daha disiplinli görünüyor. 28 Şubat
içinde mesela işadamlarının da rolü var. Büyük sermayenin bunu
desteklediği iddiaları var. 12 Mart döneminde böyle bir şey yok. 12 Mart
döneminde destekçileri kimlerdir? Sol örgütlerdir, birtakım sosyalist
kuruluşlardır. 28 Şubat'ta ise askerin rolünü destekleyen güçler
birbirleriyle çok çelişik. Bir de meselenin tamamen laiklik boyutuna
indirgenmesi var.
—Size göre, 3 Haziran gecesi Genelkurmay Başkanı’nın tavrı ve iki ordu
komutanının karşı çıkmasıyla Türkiye Baas tipi bir yönetimden kurtulmuş
oldu.
Eğer öyle bir şey olsaydı, Türkiye nereye giderdi onu düşünmek lazım.
Artık askere dayalı ulusalcılık ve milliyetçilik Türkiye’de iflas
etmiştir. İdeologlar sivil, uygulayıcılar asker. Bu Baas modeli Türkiye’de
iflas etmiştir. Bu da tutarlı bir program getirmemesi ve vizyonunun açık
ve net olmamasına dayanıyor. Milliyetçi aydınlar da, ulusalcı aydınlar da
28 Şubat’tan sonra kendilerini sorguladı. Askerle Türkiye’de
milliyetçiliğin, ulusalcılığın sonuç alıcı olmadığı kanısına vardılar. Ve
bugün gördüğümüz süreç Türk milliyetçiliğinin sivilleşmesi sürecidir.
Bence Türkiye’de bu devam edecektir. Milliyetçiliğin Türkiye’deki 50
yıllık serüveni, bir yenilginin serüvenidir.
“KARŞI DURALIM DiYEN EREZ BiRDEN ASKERE YAKINLAŞTI”
28 Şubat sürecinin önemli kahramanlarından biri de dönemin devlet bakanı
Bekir Aksoy’du. Kaymakamlıkla başlayan “devlet görevinde” İçişleri
Bakanlığı Müsteşarlığına kadar yükselen, Türkiye’nin PKK ve Kuzey Irak
politikalarını çizen Bekir Aksoy’a 28 Şubat’ı sorduk. Askerlerin
güvendiği, sivillerin sevdiği bir kişi olan Bekir Aksoy, bu dönemin kara
kutusu konumunda. İşte o kutuyu biraz açtığımızda 28 Şubat’ın yeni
bilinmezlerine ulaştık.
—Refah Yol iktidarının güçlü isimlerinden biri de sizdiniz. 28 Şubat’a
giden süreçte iktidarın yanlışları nelerdi?
Aslında hükümet iyi gidiyordu. Birçok konuda başarılı adımlar atılmıştı
ama ortaya hisler dökülmeye başladı. Her iki gruptan da dökülen bu hisler
çatıştı. 28 Şubat hislerin savaşıdır. 28 Şubat’ta temel direkler yoktu ama
objeler etrafında tartışmalar oldu. Hükümetimizin sorunu söylemlerdeydi.
Taksim’e cami yapma sözü ve Libya gezisi hissidir. Askerin bir iftarı
büyütmesi de hissidir. Akıl yönü pek yoktur bu olayların. Rejimin
savunuculuğunu üstlenen muhalefet, demokratik yoldan bu işi almak yerine
birilerine rejimi havale etti. 28 Şubat zihniyetinden medet uman siyasî ve
sivil toplum örgütleri belirdi ve geldik 28 Şubat’a...
—Biz o dönemle ilgili daha çok askerleri ve Refah’ı konuştuk. DYP’nin
kritik 28 Şubat toplantısından sonra yaptıkları ya da yapmadıkları hâlâ
gizemini koruyor?
Aslında bu sürecin en büyük mağdurlarındandır Doğru Yol Partisi.
Milletvekillerini kaybetti, hükümeti alamadı ve bir daha da seçim
kazanamadı. 28 Şubat’ta MGK’da alınan kararları konuşmak için DYP’li
bakanlarla gizlice toplandık. Zannediyorum 14 Mart’tı. Kararları tek tek
ben okudum. Herkes mütevazı cümlelerle kendi düşüncelerini açıkladı. En
dikkat çeken cümle ve tavırlarsa Yalım Erez’den geldi. Erez, “Bu bir
muhtıradır, karşı duralım” çıkışını yapıyordu. Bense özetle “MGK’da bu
kararlar alınmış ve imzalanmış. Önümüzde iki yol var. Bu kararları
uygulamak için takvim koyalım ya da istifa edelim” dedim. Tansu Çiller
birinci şıkkı beğendi ve kararların hemen kısa, orta ve uzun vadede nasıl
uygulanacağının takvime bağlanması gerektiğini söyledi.
—RP’li bakanlardan 28 Şubat kararlarına bir tepki yok muydu?
Erbakan da takvimimize sadık kalacağını belirterek “Askerin dediği
yapılacak” dedi. Ancak hükümetin, ‘Bu kararları uygularız, sorun biter’
tezi tutmadı. Öyle bir güvensizlik oluştu ki, ne uygularsanız uygulayın
tutmuyordu. Yine toplumun bir kesimi de iktidarı yıkmakta kararlıydı. Bize
gaz veren, “Bu bir muhtıradır, karşı duralım” diyen Yalım Erez, söylem
değiştirip “Bu kararlar uy—gu—la—na—cak—tır” demeye başladı. Biz çok
şaşırdık. Demokrasi havarisi Erez bir anda değişmişti. Sonunda seçim
hükümeti kurulmasına ve Tansu Çiller’in başbakanlığında seçime gidilmesine
karar verdik.
—Yalım Erez bu sözünün karşılığı olarak neredeyse başbakanlıkla
ödüllendirilecekti.
DYP’den istifa edip bakan olma hevesine kapılanlar hemen Yalım Erez’e
koştu. Erez de bizi dolduruşa getirip askere karşı duralım derken, kendisi
bizzat askerle yakınlaştı ve başbakanlık kendisine verildi. Tansu Hanım ve
biz elbette ki bu duruma şaşırıyorduk. Şaşkınlığımızı icraate dönüştürdük
ve ben devreye girdim; Hüsamettin Özkan’la yeni bir hükümeti konuşmaya
başladım. Hüsamettin Özkan, Ecevit’i ikna etti, ben de Tansu Çiller’i ikna
ettim ve seçim hükümeti üzerinde anlaştık. Seçim hükümeti güvenoyu almasa
bile onaylanacaktı, her şey ayarlandı. Hüsamettin Özkan ismi o dönemlerde
pek gündeme gelmezdi.
Çevik Bir’i görevden alacaktık
—İktidarın Tansu Çiller’e geçmesi kimin fikriydi? İktidara gelseniz Çevik
Bir’i gönderecek miydiniz?
Bizim görüşümüzdü, Refah’a da kabul ettirdik. Çevik Bir, Tansu Çiller
başbakan olduğunda görevden alınacaktı. Ancak, asker içindeki yer
değiştirme kararları çoğu zaman geri çekilebilir; çünkü alt kademeden
gelecek birinin Çevik Bir’den daha keskin olmayacağını söyleyemezsiniz.
İstifaları üç beklerken 42 oldu
—DYP’den istifa edebilecek milletvekilleri o dönemde hiç mi hesaplanmadı?
İstifalar olmadan önce Erbakan bizi yanına davet etti. Ben, Hasan Ekinci
ve Nevzat Ercan, Erbakan’ın yanına gittik. Hükümet istifa etti ama DYP
istifalarla henüz çözülmüş değil. Erbakan, “Arkadaşlar, sizi bir mesaj
bildirmek için çağırdım” dedi ve devam etti: “Ben Cumhurbaşkanı’na bir
mesaj gönderdim. Bu mesajın cevabı geldi. Arkadaşımı Demirel’e gönderdim
ve şunu söylettim: Demirel hesap adamıdır. Meclis’te güvenoyu için 276’yı
bulamayan Mesut Yılmaz’a hükümeti vermesin. Demirel de bana cevap
göndermiş: Söyleyin Hoca’ya ben hesap adamıyım. 276’yı bulmayan Mesut
Yılmaz’a hükümeti vermem ama şu saat itibariyle Mesut Yılmaz 272’yi
buldu.” Hoca diyor ki biz sağlamız. Biz de yahu dedik 40 milletvekilini
kaybetmemiz imkansız. İstifa edebileceklerin sayısını başlarda 8 olarak
hesaplıyorduk. Her halukarda güvenoyu alabileceğimizi düşünüyorduk.
İsimleri alt alta yazdık; şu ayrılır, şu ayrılmaz diye eledik ve en çok 3
isim ayrılır dedik. 42 istifanın olacağı aklımıza bile gelmemişti. Bunlar
ya çok korktukları için ya da bakanlık beklentisiyle partiden
ayrılmışlardı.
—Tansu Çiller’in başbakanlığı Türkiye’ye ne kazandıracaktı?
Tansu hanım bu dönemde çok sıkıntılar geçiriyordu. DYP’den ayrılanların
ciddi bir duruş gösterememesi sıkıntıydı. İddia ediyorum ki, Tansu Çiller
liderliğinde yeni bir hükümet kurulsaydı demokrasimiz yara almayacaktı, 28
Şubat mağdurları oluşmayacaktı. İnsanlar demokrasiye inanacaktı, kitleler
mağdur olmayacaktı. Bizle ortak olduktan sonra Refahlılar sistemin içine
çekildi. Özelleştirmeci, AB’ci, bireyci oldu bir dönemin Adil
Düzencileri...
Çörekçi darbeyi ima etti
—Siz bu dönemde kilit isimdiniz ve askerle hükümetin diyaloğunu
sağlıyordunuz. Askerler nerede yanlış yapıyordu?
Mesela, mart ayı içinde kuvvet komutanlarımızdan Çörekçi Paşa beni yemeğe
davet etti. 28 Şubat’ın ardından iki hafta geçmiş. Dedim ki, bana biraz
gerekçe sayın. Taksim’e cami ve Sincan olaylarını söyledim; bunların
hakkından geliriz dedim. Aczimendi hadisesi falan var; bunların
yönlendirme olduğu çok belliydi. Bana “Büyük kadrolaşma var” dediler. Üst
seviyede kadrolaşılıyor; 200 üst yönetici ve 60 bin adam işe alındı
dediler. Hemen cevap verdim: Mevcut hükümetin Refah kanadı bütün
atamalarını yapsa 200 kişiyi bulamaz, hem daha atama falan yapamadılar.
Müsteşarları falan yok. Demirel de atamaları imzalamadı. 60 bin kişilik
kadrolaşmaya gelince... Bu sayının 45 bini öğretmen atamasıdır. Bu
atamaları da DYP’li bakan yaptı. 15 bin atama da belediyeler ve kamu
bankalarında yapıldı. Müsaade edin de iktidar partisi de 2 bin atama
yapsın. Brifingler, basın toplantıları yapılacağını söyleyince, dedim ki
“Farz edelim ki iktidar inat ediyor, brifinglerinize ve basın
toplantılarınıza aldırış etmiyor. Ne yapacaksınız?” Bana manalı bir
biçimde baktı ve gülümsedi. Bir anlamda “Tank çıkacak mı?” diye sormuştum.
Anladım ki bir kararlılık var. Ancak tank çıkacağına inanmamıştım. Ama bir
yol bulunup bu iktidarın gönderileceğini Ahmet Çörekçi ile görüşünce iyice
anlamıştım.
—Dönüp geriye baktığınızda, “Daha tepkili olabilirdik, acı olayları
engelleyebilirdik” dediğiniz oluyor mu?
Demokratik ve insanî manada üzerime düşeni yaptım. Ancak bu hadiseler
kişilerle olmuyor. Hatta hükümetle, partiyle de olmuyor. Demokrasiyi içine
sindiren, rejimin temel ilkelerine riayet eden gruplar birlik olsalardı,
demokratik bir güç oluşturabilirlerdi. Her kafadan bir ses çıktı ve
demokratik cephe oluşturulamadı. Eğer sivil bir demokrasi girişimi olsaydı
her şey daha farklı olabilirdi. Toplu sözleşmelerde dolaplar döndü, sonra
bilinen adıyla “5’li Çete” kuruldu. Bence bu dönemin esas suçluları sesini
korkudan duyuramayan sivil toplum örgütleri ile darbe yanlısı
kuruluşlardır.
—28 Şubat emir komutasını yönlendirenlerin çoğunlukla Alevî kökenli
oldukları söylendi?
Kesinlikle hayır. Herkes 28 Şubat sürecinde başta Doğu Aktulga olmak üzere
birçok askerin Alevî olduğunu iddia etti. Bu askerlerle yakın çalışan biri
olarak hiçbirinin Alevî olmadığını söyleyebilirim. Ben bu konuda şu şakayı
yapıyorum: Alevî olsalardı daha ılımlı olurlardı.
Demirel askerden
ve ABD’den korkar
—Dönemin en tartışılan isimlerinden biri de Süleyman Demirel. Kriz
zamanlarında Demirel’in performansını nasıl buldunuz?
Süleyman Demirel iki şeyden korkar: ABD’den ve askerden. Dik bir duruşu
yoktu. Dik bir duruş olmayınca tarafsız bir muhatap bulunamadı. Demirel
darbe mağdurudur ama işin sırrı 8 kere gelip 7 kere gitmesinde. Başka
türlü bu sayıya ulaşamazdı. Demokrasiler dik duruşlu adamların rejimidir.
—28 Şubat aynı zamanda bir sinir harbiydi. Bu harp esnasında sizi çok üzen
bir olay ya da söz var mı?
Genelkurmay Genel Sekreteri Erol Özkasnak’ın bir beyanatı hâlâ yüreğimi
sızlatır. Kuzey Irak’taki bir harekette düşen helikopterin sorumluluğu
bizim hükümet dönemindeki Maliye Bakanlığına atıldı. Özkasnak “Hükümet
para vermedi, biz helikopteri kendi imkanlarımızla kaldırdık” dedi. İşte o
“kendi imkanlarımız” sözü benim çok ama çok gücüme gitti. Ne demek kendi
imkanlarımız? Türkiye Cumhuriyeti’nin bir tane imkanı vardır o da devletin
bütçesidir. Hiç kimsenin kendi imkanı yoktur. Kendi imkanlarımız lafının
ardında felsefî bir ayrılık vardı.
—Peki, Amerika bu sürece müdahale etti mi?
Aslında ABD, Refah—Yol iktidarına karşı değildi. Ancak Libya gezisi ve
D—8’lerden sonra hükümete ciddi ciddi rest çekmeye başladı. Hükümeti
Amerika yıktı diyemem ama yıkılmasına göz yumdu.
—28 Şubat’ın gerekçelerinden biri de Başbakanlık Konutu’nda düzenlenen
iftar yemeğiydi. Erbakan bu yemeğe niçin gerek duymuştu?
Size bu iftarın bilinmeyen taraflarını söyleyeyim. Başbakanlık
Konutu’ndaki iftar fikri Necmettin Erbakan’ın değil Melih Gökçek’indir.
Organizasyon ve düşünce Gökçek’e aittir. İftara doğrudan dinî liderler
gelmedi. Aslında çok da büyütülecek bir olay değildi ama dönemin
şartlarına göre abartıldı.
“ÇEVİK BİR’İN KIRMIZI ÇİZGİSİ ÇOK TEHLİKELİYDİ”
Bir dönem devletin Kuzey Irak’taki kırmızı çizgilerini, benim de içinde
olduğum bir ekip hazırlıyordu. 28 Şubat’ın kudretli askeri Çevik Bir
elinde birçok haritayla geldi ve kırmızı çizgileri anlatmaya başladı.
Mesut Barzani ve Celal Talabani’nin kuvvetleri arasında kalan bir vadiye
asker yerleştirmeyi teklif etti. Biz şaşkınlığımızdan ne yapacağımızı
bilemedik; çünkü Türk askeri iki Kürt grubunun arasında ezilir, ikinci bir
Sarıkamış olayı yaşanabilirdi. Türk askerinin vadiye yerleşmesini güç bela
engelledik. Ben de toplantıya katılanlara kırmızı çizgi, Türk sınırıdır
deyin, ortalama bir cevap verin, diye öğüt verdim. |