|
||
Sayı: 546 | Ahmet Selim |
||
27
Mayıs muazzam bir kırılma noktasıdır. O tarihte demokrasi tabii
mihverinden çıktı, fırladı.27 Mayıs olmasaydı, tabii ekseninde
olağan gelişme devam etseydi, sol da olacaktı sağ da, ama mutedil ve
dengeli biçimde düşünceyle var olacaktı; Türkiye 1970’lere varmadan
kendi demokratik ve ekonomik dengesinin kişilikli gücüne
kavuşacaktı. Darbe işte bunu engellemiştir.
|
|
||
Sayı: 546 | Zekai Özçınar |
||
Aydın Menderes, 27 Mayıs’tan 45 yıl sonra Aksiyon’a çarpıcı açıklamalarda bulundu: “27 Mayıs, eski efendilerin, dış odakların diş geçiremeyeceği bir Türkiye’ye karşı yapıldı. Menderes’i asmak cinnettir. Birileri, Milli Birlik Komitesi’nin zavallı üyelerine idamlar için baskı yaptı.”27 Mayıs ve Adnan Menderes’in idamı, bir travmaydı; siyaset ve toplum üzerinde hâlâ silinmeyen izler bıraktı. 45 yıllık dramı iliklerine kadar sabırla taşıyan ise ‘Menderes ailesi’ idi.
Kuşkusuz, en
fazla da oğlu Aydın Menderes. “Babamı rüyalarımda görüyorum,
gülümsüyor.” diyor Menderes, 27 Mayıs ve idamlar için ‘cinnet’
tabirini kullanıyor. Kin tutmadığını belirtirken de ekliyor: “İş
öfkeyi tutmakta.” |
|
||
Sayı: 546 | Cemal A. Kalyoncu - c.kalyoncu@aksiyon.com.tr |
||
1959’a kadar Türkiye’de ihtilal gibi bir olayı mantık dışı bulan Numan Esin, 27 Mayıs’ın, Halk Partisi’nin muazzam tazyiki ve propagandası ile doğduğunu itiraf ediyor. Kendilerinin talihsizliğinin, ihtilalin sertleşmesine yol açan davaları engelleyememek olduğunu anlatan Numan Esin, 27 Mayıs’ı siyasal zemine taşıyıp halka mal edemedikleri için de millete her zaman özür borçlu olduklarını dile getiriyor.
27 Mayıs 1960
darbesinin üzerinden tam 45 yıl geçti. 27 Mayıs, birçok yönüyle
önemli bir hadiseydi Türkiye tarihinde. Daha önceki girişimlerin
aksine, halkın iradesiyle gelenler, üniformalı kişiler tarafından
iktidardan indirilmişti. 27 Mayıs, biri başbakan olmak üzere üç
siyasetçiyi darağacına götürdü. Ondan sonraki süreçte de ihtilal
veya darbe yapmak isteyenler, gerek öğrenci ve gençleri gerekse
başka grupları ya sokağa iterek veya onların sokaktaki hallerinden
faydalanarak hedeflerine ulaştı. |
27 Mayıs'ın düşündürdükleri
Süleyman Demirel halkın temsilcisi olmaktan devletin temsilcisi olmaya siyasî kariyerinin hangi noktasında geçti? O süreçte darbeler mi rol oynadı, yoksa karşılaştığı ilk darbe öncesinden başlamış olabilir mi süreç? Demirel ile benzer sayılabilecek bir hayat akışına sahip Turgut Özal, bazen ucuna kadar gitse bile, neden aynı geçişi yapmadı? Bir soru daha: Bu, her politikacı ve siyasî kadro açısından kaçınılmaz bir kader midir?
Ak Parti ve sinesinde siyaset yapanların ciddi biçimde düşünmeleri gereken, özellikle 'şimdi' düşündükleri taktirde anlam taşıyan sonuçlar doğurması beklenebilecek sorular bunlar... Hayır henüz uca gelmiş değiller; ancak çok keskin yaşadıkları savrulmalarının siyaset gemisini nereye sürükleyeceğini kimse bilemez. Süleyman Demirel de, siyasî yolculuğuna, şimdi bulunduğu noktada başlamamıştı.
Siyaset, en kısa tanımıyla, 'halka hizmet sanatıdır'. Bir yönüyle, devletle de yolu kesişir siyasetçinin, devlet yönetimini teslim de alır; ancak, halkla yolunu ayırdığı ve yalnızca 'devlet' denen o sanal varlığın hizmetine girdiği anda siyasetçi olmaktan uzaklaşır, başka bir şey olur. Siyasette beceri, devlet mekanizmasını halka hizmet için kullanma sırasında ortaya çıkar.
Şu günlerde tartıştığımız Boğaziçi Üniversitesi'nde yapılması planlanmış 'Ermeni sorunu' ile ilgili konferansa siyasîlerin verdiği tepkinin, siyaset-halk-devlet üçgeninde oluşan dehşet dengesini hatırlatmasını yadırgamayınız. Türkiye'de ilk askerî darbe olan 27 Mayıs'ın yıldönümü bugün. Darbeler ile siyasî hayatın dengesi arasında çok yakın bir ilişki vardır. Ancak, sanıldığının tam tersi bir ilişki: Siyasîler gerçek velinimetleri olan halkla yollarını ayırdıklarında darbecilerin hevesi azar...
Bir evrensel kuralı hatırlayalım: Halkla bütünleşmiş kadrolara karşı darbe yapılamaz. 27 Mayıs'tan 28 Şubat'a kadar uzanan çizgide bütün darbeler, halkın arkasından çekildiği siyasî kadrolara karşı yapılabilmiştir; bunu sağlamak için bazen kışkırtma ve tuzaklara başvurulması da gerekmiştir... Halktan kopup kendisini daha 'güvenilir' sandığı ittifaklar içine atanların mukadder âkıbetidir darbeler... Benzer süreçlerin sonunda bazı başka ülkelerde siyasîler bürokratların emrine girer...
Halkın tablodan çıktığı bir siyasî hayat siyasîler için tam bir karabasandır.
Ak Parti'nin bugün iktidarda karşılaştığı zorluklar var; onu iktidara taşıyan insanlar, oy vermese de politkalarını beğenenler, o zorlukların farkındalar. Ekonominin bir çırpıda düze çıkmayacağını hepimiz görüyoruz; bu yüzdendir ki, ticarethanesini siftahsız açıp kapatan esnaf, taksidini zamanında ödeyemeyip yeniden borçlanan tüketici, ücret ödemede zorlanan küçük sanayici, aybaşını iple çeken işçi, memur ve emekli sabırla bekliyor.
Zorlukların hak ve özgürlükler alanında da varlığı seziliyor; bu sezgi de, çok geniş bir mağdur kitlenin, birkaç acul dışında, sabırla beklemesine yol açıyor. Türkiye'nin önünde kat etmesi gereken mesafeler var ve o yolculuğun sonunda hak ve özgürlüklerin herkes için daha kolay elde edilir hale geleceğine inanıyor insanlar...
Ancak, şu sırada birbiri ardına meydana gelen olaylar, kim ne derse desin, 'halk' da denilen insanların aklını karıştırıyor. Türk Ceza Kanunu'nda (TCK) ısrarla savunulan yasakçı maddeler sözgelimi; Ak Parti'nin çizgisiyle hiç uyuşmuyor. Başkalarının koyduğu mağdur edici kısıtlamaların kaldırılmasında zorlanmak bir şey, o kısıtlamayı kendisinin koyması çok daha başka bir şey... Aynı durum, Boğaziçi Üniversitesi'nde yapılacakken 'hâinler' edebiyatıyla engellenen toplantı konusunda da yaşandı. "Söyletmen, vurun" yıllarca halka ve aydınlara karşı kullanılmış bir mantıktır; halk, o mantığın 'çözümü' temsil eden Ak Parti sözcülerinin ağzına yakışmadığını hissediyor...
Halk, hoşumuza gitsin gitmesin, siyasîye ölene kadar âşık olmuyor, çabuk bıkıyor ve sunduğu kolaylıkla gönlünü teslim ettiği kişi ve kadrolardan alıyor da...
fkoru@yenisafak.com.tr .27-05-2005
27 Mayıs, 1961 Anayasası ve
millet iradesinin ortakları
27 Mayıs, Türkiye'de çok olumsuz bir çığır açtı.
1960 darbesi, cumhuriyet dönemindeki ilk askermüdahaleydi ve o gün oynayan
taşlar, bir daha tam anlamıyla yerine oturmadı.
İlk adım
27 Mayıs, vesayetçi rejimin veyahut emanetçi
demokrasinin de, başlangıç noktasıdır. 1961 Anayasası, özgürleşme istikametinde
atılan bazı adımlara mukabil, bugün halâ sıkıntısını çektiğimiz millet
iradesinden kopuk bir sistemin oluşmasına da hizmet etmiştir.
1961 Anayasası'nın hazırlanması için oluşturulan
Kurucu Meclis'e Demokrat Partili hiç kimse alınmamıştır. Bu söylediğimiz bir
iddia değil, Milli Birlik Komitesi'nin resmi bir kararıdır. Halkın bir bölümü
yok sayılarak hazırlanan bir anayasanın, demokratik düzene geçtikten sonra
tartışılmasını ve benimsenmesini de doğal karşılamalıyız.
1961 Anayasası'nı hazırlayan zihniyet, "cahil oy
çoğunluğunu", bir başka ifadeyle, milletin iradesini sınırlamak için bir takım
düzenlemeler yapmıştır.
Bayar'ın sözleri
Celâl Bayar'ın bir mülâkatımızda bana söylediği
gibi, "1961 Anayasası, ulusal egemenliğin kullanılışına yeni ortaklar
getirmiştir. Vatandaş oyunun kuracağı Millet Meclisi'nin bu egemenliği iyi
kullanabileceği noktasında şüphe vardır. Ulusal egemenliğe, Anayasa Mahkemesi,
Milli Güvenlik Kurulu, muhtar (özerk) üniversite, muhtar TRT gibi ortak
müesseseler ihdas edilmiştir. Kanun yapma gücü Anayasa Mahkemesi ve
cumhurbaşkanlığının "anayasa muhafızlığı" göreviyle daraltılmakta, frenlenmekte,
barajlanmaktadır. Bu daraltma, frenleme, barajlama, vatandaş oyuna karşı
duyulan, fakat açıklanmayan güvensizliği gösterir. Devletin gerçek sahibi olan
milletin yeni ortaklarına, anayasanın karakterine bakarak, 'Ordu' ve 'Aydınlar'
diyebiliriz. 'Ordu', Milli Güvenlik Kurulu ile 'aydın' Anayasa Mahkemesi,
üniversite, TRT ve Senato'nun seçim dışı gelen üyeleriyle devlet ortaklığına
girmiştir. Bu bir bakıma, bin yıllık devlet yönetimi geleneğimize uygundur. "
Yukarıdaki cümleleri Celâl Bayar bana, 1970'li yıllarda söylemişti. O günkü
teşhisinin ne kadar doğru olduğu, sonradan gelen darbelerle ve demokrasi
yönetiminin vesayetçi bir rejime dönüşmesiyle de anlaşılmıştır.
Ordu - medrese işbirliği
Celâl Bayar, Osmanlı'da ülkeyi ordu ve medrese
işbirliğinin yönettiğini, bu iki kurum biad etmeden padişahın tahta
çıkamayacağını hatırlatıyor, "ordu ve medreseyi bir çeşit müntehib-i saniler"
(ikinci seçiciler) olarak nitelendiriyordu. Bayar, ister Yeniçeri, ister onun
yerine gelen Nizam-ı Cedid, Sekban-ı Cedid veya Osmanlı ordusu olsun, hiçbirinin
bir sınıfı temsil etmediğini, medreselerin de, bir sınıfın elinde
tekelleşmediğini, hem ordunun, hem de medresenin, tabanın temsilcileri sıfatını
taşıdığını söylüyordu. Bayar'a göre, Atatürk, bu temel gerçeği görmüş, 1924
Anayasası ile orduyu ve aydını devlet ortaklığından çıkarmış, bu görevi halk
tefekkürünün mümessilleri sayılan müntehibi sanilere, ikinci seçicilere
kaydırmıştı. Böylece ordu ve medresenin denetim gücü seçim mekanizması sayesinde
seçmenlere geçiyor, devlet ile halk bütünleşiyordu. Saray'ın kanun yapma ve
yürütme yetkisi de Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne veriliyordu.
***
Yukarıdaki tahlili yapan Celâl Bayar'a "27 Mayıs
bir ihtilâl mi, yoksa bir darbe mi?" diye sormuş şu cevabı almıştık: "Bir
ihtilâl değildir. Çünkü ihtilâller, mevcut devlet statüsünü temelinden
değiştiren bir fikre dayanır. Bir tefekkür kaynağı ve bu tefekkür kaynağını
besleyen bir halk tabanı vardır. 27 Mayıs bir hükûmet darbesi de değildir. Çünkü
iktidarda kalmayı amaçlamamaktadır. Bence 27 Mayıs, bir fiili durumdur.
Osmanlı'dan kalma geleneksel yönetimimizdeki ordu, medrese işbirliğinin kanun
yapma ve yürütme gücüne karşı müdahalesidir."
Cumhuriyet muhafızları
1961 Anayasası'nı özgürlükçü bir metin olarak
takdim edenlere, Milli Güvenlik Kurulu'nun ilk defa bu tarihte anayasa metnine
girdiğini, 27 Mayıs'a kadar Milli Savunma Bakanlığı'na bağlı olan Genelkurmay
Başkanlığı'nın da, Başbakanlığa karşı sorumlu hale getirildiğini hatırlatmak
isteriz. En kötüsü, "çoğunluk diktasını" önlüyoruz iddiasıyla, çoğunluğun
yönetiminin etkisizleştirilmesidir.
Çoğunluğun iradesi ancak azınlık haklarının
korunması için sınırlanabilir. Ama Türkiye'de siyasiktidar, darbe zemini
yaratacak yeni bir gerginlik çıkmasın diye, meslek okullarının önündeki katsayı
engelini dahi kaldıramıyor. Başörtüsü yasağını engelleyemiyor. Türk Ceza
Kanunu'nda, kanuna aykırı eğitim kurumu açmanın cezası düşürüldü diye kıyamet
kopuyor. Kıyameti koparan CHP'liler ve bazı basın mensupları, belli ki
sırtlarını tabimüttefikleri sayılan orduya dayıyorlar; ellerinde bir yaptırım
gücü olduğunu biliyorlar.
Cumhuriyet muhafızları 27 Mayıs darbesinden sonra
ortaya çıktı. Bakalım AB sürecinde müessiriyetlerini azaltmak mümkün olabilecek
mi?”Tercüman.28-05-2005.N.Ilıcak.
|
28.05.2005 CUMARTESİ/Zaman |
TBMM eski Başkanı Hüsamettin Cindoruk, siyasetçilere Yassıada’yı hatırlatanların idam kararlarına imza atan Salim Başol’un akıbetinden ders alması gerektiğini söyledi. Cindoruk, “Adnan Menderes bir kere öldü; ama Salim Başol bin kere öldü. Ne saygı gördü, ne sevgi, ne de itibarları oldu.” dedi. 1960’taki ihtilalden sonra DP’lileri yargılamak üzere ihdas edilen Yüksek Adalet Divanı’nın başkanlığını Salim Başol yaptı. Başol ismi, sanık sandalyesine oturtulan devlet adamlarını azarlayan ifadeleri ve “Sizi buraya tıkan kudret böyle istiyor.” sözüyle hafızalara kazındı. Dava sonucunda Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan idam edilirken, aralarında Salim Başol’un da bulunduğu 6 yargıç Anayasa Mahkemesi üyeliğine terfi etti. Hüsamettin Cindoruk, 27 Mayıs darbesinin ardından kurulan Yassıada Mahkemeleri’nde sanık olarak yargılanan dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes’in avukatlığını yaptı. İhtilal mahkemesinin yakın tanıklarından olan Meclis eski Başkanı Cindoruk, darbenin açtığı yaraları Zaman’a anlattı. O dönemde genç bir avukat olan Cindoruk, Yassıada mahkemelerinin Türkiye’ye 27 Mayıs darbesinden daha fazla zarar verdiğini düşünüyor. Cindoruk’a göre bunun başlıca sorumlusu ise yargıç Salim Başol’du. Mahkemenin açıkça taraf tuttuğunu kaydeden Cindoruk, “İhtilalciler ne diyorsa onu yapıyorlardı. Dava devam ederken darbeyi yapan Cemal Gürsel, Salim Başol’la iki kere görüştü. Tarafsız bir mahkeme başkanının bu darbeyi yapan cuntanın lideriyle görüşmesi olacak iş değil.” şeklinde konuştu. Bazı yargı mensupları ve akademisyenlerin siyasilere zaman zaman Yassıada’yı hatırlatmalarına tepki gösteren Cindoruk, darbenin kimseye yaramadığına işaret etti. İhtilalcilerden çoğunun acı bir sonla bu dünyadan göçtüğünün altını çizen Cindoruk, “Kimisi 9 organı parçalanarak öldü. Açıkçası hiçbirine hayr etmedi o ihtilal. Çünkü parmaklarında kan izi vardı.” ifadelerini kullandı.
28.05.2005 |
İlk darbemizin 45.
yıldönümü |
Abdurrahim Karakoç/Vakit |
CHP yanlısı tanıklarla 27 Mayıs
MERHUM Metin Toker, ihtilal
hazırlığının 1957'de başladığını yazar. Menderes'in CHP'yi kapatarak diktatör
olmak amacıyla kurduğu iddia edilen ünlü Tahkikat Komisyonu'ndan üç yıl önce!
Toker'e göre, 1958'in 19 Mayıs'ında CHP'nin resmi gazetesi Ulus'ta "Atatürk'ün
Bursa Nutku"nun yayımlanması "sebepsiz değildi!" Bu nutukta Atatürk, güya
"Memleketin polisi vardır, jandarması, ordusu, adliyesi vardır demeyeceksin"
diyerek inkılapları kurtarmak için gençleri eyleme çağırıyordu!
Atatürkçü Prof. Sina Akşin'e göre, 'Bursa Nutku' Atatürk'e ait değildir,
uydurmadır.
Toker, CHP'nin "yeraltı çalışmalarından" da bahseder, "İhtilale yeşil ışığı
İsmet Paşa'nın yaktığı bir gerçektir" diye vurgular. (1)
Yine Toker'e göre, "ihtilalin esası, Ordu+CHP unsuru" idi. Hatta DP'lileri idam
etmek ve ağır cezalara çarptırmak amacıyla ihtilalciler, profesörlerin
fetvasıyla, "geçmişe yürüyen ceza kanunları" çıkardıklarında, İnönü, bunun
hukuku çiğnemek olduğunu bile bile susmuştur, ihtilali eleştirmemek için. (2)
Nihat Erim yazıyor
CHP'li merhum Nihat Erim'in 20 Ağustos 1960 günü defterine yazdığı not:
"Bir 27 Mayıs darbesinin zaruri hale gelmesinde İnönü'nün mesuliyeti yok mu?
Ciddi, samimi ve ısrarlı bir uzlaşma aradı mı? Buna rağmen yürüttüğü 1955-60
politikasının ya Menderes diktatörlüğüne veya askeri darbeye götüreceğini
anlamadı mı? Askeri darbenin neticesini hesaplayamadı mı? Son bir buçuk yıl
nutuklarıyla da böyle bir darbeyi teşvik etmedi mi?.."
Erim'in 27 Şubat 1962 tarihli notu:
"(İnönü) 27 Mayıs'ı teşvik etti, askeri politikaya teşvik etti, ihtilale
azmettirdi. Şimdi onlar bir darbe ile Meclis'i, hükümeti, devlet reisini
yıkıverince, işin kolay olduğuna hükmettiler. Yeni hevesliler çıkıyor..."
CHP'li Avni Doğan, orduyu ihtilale nasıl kışkırttıklarını, isimler vererek
açıklamıştı. (3)
1950 ortalarına kadar tarihimizde saygın bir yere sahip olan İnönü, artık
ihtilal tahriki yapan bir muhalefet lideridir!
İhtilale doğru...
Erdal İnönü'nün siyaset arkadaşı, araştırmacı Tevfik Çavdar'a göre, CHP'nin
yıkıcı muhalefeti "doğal olarak DP'yi de sertleştirdi", Bayar ve Menderes'i
büsbütün baskıcılığa yöneltti. CHP hakkında kurdurdukları Tahkikat Komisyonu'na
27 Nisan 1960 tarihinde hukuka aykırı yetkiler verdiler; bu da öbür tarafta
Menderes diktatör olacak kaygılarını tahrik etti. (4)
Çok önceden hazırlanan ihtilalin en etkili bahanesi bu Tahkikat Komisyonu oldu.
Halbuki ihtilalcilerin yayımladığı propaganda kitabındaki belgeler bile
gösteriyor ki, Komisyon'un amacı CHP'yi kapatmak değil, "seçim güvenliği"ni
sağlamaktı. (5)
Seçmen kütüklerinin yenilenmesine ilişkin hükümet tasarısı Meclis'te
görüşülüyordu zaten.
Ve tanklarla geldiler, milli iradeyi katlettiler, arkadan geleceklere de yol
açtılar!
Merhum Nihat Erim'in 25 Mart 1963 günlü notu, ebedi bir uyarıdır:
"Baskı ve korkutma tedbirleri işi daha kötüye vardırır. Ordunun komutanları,
halka rağmen uzun vadeli bir politika güdülemeyeceğini bilmezler mi?"
1) M. Toker, İsmet Paşa'yla On Yıl, II, sf. 32, 66, 236-237.
2) M. Toker, aynı eser, III, sf. 101.
3) Nihat Erim, Günlükler, II, sf.708,720, 746, 756.
4) Tevfik Çavdar, Türkiye'nin Demokrasi Tarihi, II, sf. 41-76.
5) Milli İnkılap Nasıl Oldu?, sf. 83.
Taha Akyol / Milliyet / 27 Mayıs 2006
MÜMTAZ’ER TÜRKÖNE |
27.05.2006 CUMARTESİ |
|
|
46 yıl önce bugün, sabah erken saatte radyodan okunan “ihtilal bildirisi” ile Askerî Cunta hükümeti devirerek yönetime el koydu. 38 kişiden oluşan Cunta’nın içinde 8 yüzbaşı, 10 binbaşı, 7 yarbay, 8 albay ve çoğunlukla sonradan işe dahil edilen 5 general bulunuyordu. Bu subaylar, uzun bir süre önce darbe kararı almışlar, bunun için planlar yapmışlar ve emirlerindeki askerî birlikleri bu iş için kullanmışlardı. Bildiri, darbenin gerekçesini “Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla ve kardeş kavgalarına meydan vermemek maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri memleketin idaresini eline almıştır.” ifadesi ile temellendiriyordu. Bu gerekçelerin tamamı “bahane” idi. Bahsedilen “son müessif hadiseler”, nisan ayı içinde DP iktidarının kurduğu tahkikat komisyonunun başlattığı tartışmalarla, CHP’nin sokağa inmesinden ibaretti. Bugünün CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın da genç bir CHP’li olarak katıldığı bu olaylar, gerginliği tırmandırmıştı. Ama, darbe yapanlar bu işe son olaylar üzerine değil, aylar öncesinde karar vermişti. Ortada CHP aracılığıyla halka yayılan mide bulandırıcı söylentiler vardı. Üniversite gençlerinin öldürüldüğü, mezbahalarda kıyma makinesinden geçirildiği, bir kısmının da gömüldükten sonra üzerine beton ve asfalt döküldüğü söyleniyordu. Amaç infial yaratmak olunca, akıl ve mantık sınırları dışına çıkan söylentileri, birilerinin niyeti bozduğu şeklinde anlamamız gerektiğini, 27 Mayıs bize öğretmiş oldu. Nitekim 27 Mayıs sonrasında mezbahalarda araştırmalar yapıldı, asfaltlar sökülerek altında ceset arandı. 27 Mayıs öncesinde yaşananların hepsi, Cunta’nın yönetime el koymasının bahanesi olduğuna göre soru şu olmalı: Gerçek sebep neydi? 27 Mayıs, TSK’yı yaralayan bir sapma halidir Büyük tarihçimiz Halil İnalcık, 27 Mayıs’ı, maaşını az bulan subayların yaptığını söylüyor. İnalcık’ın iddiası, Yassıada duruşmalarında geçen bir sahne ile doğrulanıyor. Bir gün duruşmaya sadece subaylar geliyor ve ön sıraya oturuyorlar. Amaç Menderes’i yuhalatmak. Mahkeme Başkanı Başol da subaylara dönük bir şova girişiyor ve Menderes’i muaheze ediyor: “Şu kadar yıl ülkeyi yönettiniz, köylüye, tüccara şu hizmetleri yaptınız, milyonlarca para harcadınız, şu şerefli subaylar için bir şey yapmadınız. Bu subaylar ya çatı katlarında ya bodrum katlarda ağır şartlar içinde yaşadılar. Bu güruha yaptığınız hizmetleri bu şerefli insanlara yapsaydınız bunlar başınıza gelmezdi.” diyor. Mahkeme zabıtlarında ve hatıralarda yer alan bu sahne, 27 Mayısçıları “Ulufe isteriz.” diye ayaklanan Yeniçerilere benzetse de, mesele bu kadar basit olmamalı. Öncelikle şu hükmü vermeliyiz: 27 Mayıs bir kurum olarak Türk Silahlı Kuvvetleri’nin marifeti olan bir askerî darbe değildir. Genelkurmay Başkanı Şükrü Erdelhun ile, bir önceki Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Tunaboylu’nun, teğmenler tarafından tekmelenerek sıraya konduğu, birçok generalin tutuklandığı ve emekliye sevk edildiği bir teşebbüsü, kimse Ordu’nun kurumsal kimliğine mal edemez. Kore kahramanı Tahsin Paşa’nın rütbeleri sökülerek hakaretlere maruz kalması gibi sayısız örnek, Silahlı Kuvvetler’in bir kısmının diğer kısmına, aşağıdakilerin yukarıdakilere karşı giriştiği ve maalesef başarılı olduğu bir teşebbüsü yansıtır. 27 Mayıs, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tarihten gelen geleneklerini, disiplinini ve kimliğini onulmaz bir şekilde yaralayan, sarsan bir sapma halidir. Generallerin yüzbaşılar önünde hazırolda durduğu sahneler ancak, Birleşmiş Milletler’e kaydını yeni yaptırmış kabile devletlerinde görülebilirdi. 27 Mayıs bu yüzden Silahlı Kuvvetler’in çivisini çıkartmış, hiyerarşi ve disiplinini yaralamış, akabinde Talat Aydemir olayı gibi cuntacı örgütlenmelerin önünü açmıştır. 27 Mayıs sonrasında Silahlı Kuvvetler’in kurumsal hiyerarşisi, yurdu koruma görevinin yanında cuntalara engel olmak gibi bir görevle de karşı karşıya kalmıştır. 84 yıldır savaşmayan, bu arada dört darbeyi, herhangi bir engelle karşılaşmadan gerçekleştiren Ordu, biraz da “cunta” sorunlarını çözmek için rejim sorunlarına el atmak zorunda kalmıştır. Türkiye’de rejim tartışmalarının bel kemiğini sivillerin değil de askerlerin oluşturmasının sebebi de budur. Laiklik, başörtüsü, irtica gibi tartışmalar sivil siyasete müdahalenin araçları olarak, cuntaların bahanelerini de hiyerarşinin tekeline aktarmaktadır. Halkın sorun çözme yeteneğine darbe 27 Mayıs, askerin siyaset içindeki ağırlığının normal kabul edildiği bir geleneğin, bize özgü bir tarihselliğin ürünü değildir. 27 Mayıs’ı da, akabinde gelen darbeleri değerlendirirken de düşülen en büyük hata budur. Türk ordusunda çeteleşme, Balkan dağlarında komitacı kovalayan İttihatçı subaylar tarafından başlatılmıştır. Komitacı, yani çeteci yöntemleri ile iktidara el konulmuş; akabinde bu yöntemlerle koskoca imparatorluk batırılmıştır. Kurtuluş Savaşı, Meclis eliyle yürütülmüştür. Kurtuluş Savaşı’nı yürüten Meclis’in ilk elden savaştığı güç, yine asker rütbesini taşıyan ama diğer kanatta yer alanlardır. Osmanlı Ordusu’nun içinde Yunan işgalini sona erdirmeye çalışan Ankara’ya karşı örgütler (Atatürk Nutuk’ta uzun uzun bunları anlatır) çıkmıştır. Bu yüzden Atatürk, Cumhuriyet’le birlikte askeri siyasetin uzağında tutmak için çok katı düzenlemeler getirmiştir. 27 Mayıs’ın ilham kaynağı bizim tarihimiz değil, nevzuhur devletlerin cuntalarıdır. Nitekim 27 Mayıs’ı yapanlar şablon olarak Mısır’daki Albay Cemal Abdülnasır’ı taklit etmişlerdir. Nasır Cuntası’nın emekli olan General Necib’i devlet başkanı yapması gibi, 27 Mayısçılar emekli olan Cemal Gürsel’i aynı koltuğa oturtmuşlardır. 27 Mayıs için seçilen “Ak Devrim” ibaresi bile kopyadır. 27 Mayıs, zengin tarih tecrübesi, birikimi, gelenekleri olan bir toplumu köksüz ve dengesiz bir topluma dönüştürmüştür. Devleti topluma yabancılaştırmış, devletin sağlam geleneklerini yok etmiştir. Devletin seçkinleri arasında rekabete konu olan iktidar mücadelesi, tarih içindeki örneklerde olduğu gibi halkın dışında sürmekte idi. İlk defa elinde silah bulunduranlar, ellerindeki silahı kullanarak iktidarı halktan aldılar. Demokrasinin olgunlaştırdığı, özgürleştirdiği, yeteneklerini geliştirdiği ve medenileştirdiği halkın elinden iktidar, bir kaba güç tarafından gasp edilerek alındı. Bu olayın tarihimizin en acıklı kırılmalarından biri olduğunu kaydetmemiz gerekir. Bu kırılma demokrasiyi, toplumsal yaşamın bütün kurallarını, halkın kendisini perişan etmiştir. Elinde silah olanın, elindeki silah ile ülkeyi yönetebildiği, halkın seçtiği başbakanı idam edebildiği bir ülke, ancak ilkel ve geri bir ülke olabilir. 1960’lı yıllarda başlayan ve 70’li yıllarda hızlanan hızlı sosyal değişmelerle, toplumun kendi anlam dünyası içinde baş edememesinin, artan şiddetin arkasında 27 Mayıs’ın tahrip ettiği dengeler vardır. Daha önce kullandığım bir benzetmeyi tekrarlayayım: Fidelerin yeni boy verdiği bir bahçeye destursuz bir fil sürüsü girmiş ve ortalığı viraneye çevirmiştir. 27 Mayıs’ın vicdanını yaraladığı, hak ve meşruiyet duygusunu zedelediği toplum, fillerin ayakları altında posası çıkmış bir toplumdur. Bu kırılma, toplumu sahte bir dünyanın içine hapsetmiştir. Halkın gücünün, tercihinin sonuçta işe yaramadığı ortaya çıkınca, güçsüzlüğünden emin olan toplumun sığınacağı şizofrenik dünya karşılaştığı sorunları çözme yeteneğini de yok etmiştir. Adnan Menderes’in darağacında sallandığı meşhur resmin, siyasetçilere gözdağı vermek için sık sık kullanıldığı söylenir. Gerçekte gözdağı halka verilmektedir. Seçtiği başbakan bile darağacında sallandığına göre, sıradan insanları güç sahiplerinden koruyacak olan nedir? 27 Mayıs’ın hukuku mu? Farklı olana tahammülsüzlüğün egemen olduğu, hukuka inancın sarsıldığı, kaba gücün ve silahın tek çözüm göründüğü 60’lı ve 70’li yıllar, 27 Mayıs’ın yol açtığı kırılmalar üzerine inşa edilmiştir. ‘Halka karşı devlet’ ve topallayan siyaset Siyasî alana gelince. 1837’deki Eyalet Meclislerine, 1876 Parlamentosu ve Anayasası’na, 1908 sonrası çok partili hayat tecrübesine ve tarihinin en zor kader aralığını, Kurtuluş Savaşı’nı her farklı düşüncenin serbestçe dile getirildiği bir Meclis eliyle yürütmesine, kısaca arkasında devasa bir demokrasi tecrübesi bulunmasına rağmen, aynı fil sürüsü bu birikimi de 27 Mayıs’ta yerle bir etmiştir. 27 Mayıs olmasaydı, yapılacak seçimlerle Türkiye’nin, iktidarın iki parti arasında el değiştirdiği iki partili sisteme oturması ve istikrarlı bir yönetimin ortaya çıkması mümkündü. Tek Parti iktidarına göre tasarlanmış 1924 Anayasası, bu sisteme uygun şekilde değiştirilir, kuvvetler ayrılığı prensibi yerleştirilir, parlamenter sistem pekiştirilirse tam anlamıyla işleyen, istikrarlı ve güvenli bir demokrasiye sahip olabilirdik. 27 Mayıs asıl desteğini aldığı sol siyaseti zayıflattı. Devlet ile halk arasında sıkışıp kalan ve tercihini “halka karşı devlet”ten yana koyan, “Devlet Partisi” hüviyetini benimseyen CHP siyasî yelpazenin işgal ettiği bölümünü mefluç hale getirdi. Sol kanadı topallayan siyaset ise dengelerini kendi içinde kuramadığı için dışardan gelecek müdahalelere karşı savunmasız kaldı. Bugün bile siyasî alana demokrasi dışı müdahalelerin CHP üzerinden yapılması tesadüf değildir. Cunta kelimesi İspanyolcadan gelmektedir. Ülkeyi ellerindeki silahlı güce dayanarak yöneten asker gruba “cunta” denmektedir. Cuntalar başlangıçta çetelerdir. Önce bir çeteleşme ortaya çıkar. Bu çete, uygun araçlara sahip olup, yönetime el koyduğu zaman cuntalığa terfi eder. Bizim tarihimizde “çete”, İttihatçı komitacılar (çeteler) eliyle sahne almıştır. Sonra bu çeteler devlete el koymuş ve ortada devlet kalmamıştır. 1919’dan itibaren Yunan işgaline karşı ilk direniş, Kurtuluş Savaşı’nın “Çete Harbi” denen kısmında, Kuvva-yı Milliye eliyle yürütülmüştür. Çetecilik, devletin vazgeçilmez hukukunu bir gerekçe ile iptal ederek, hukuk dışına çıkmaktır. 27 Mayıs darbesini yapanlar da bir çetecidir. Darbe başarılı olduğu için biz onları “cunta” diye anıyoruz. Bugün, elinde silah bulunduranların ellerindeki silahı ve yetkilerini akıllarına estiği gibi kullanmaya kalkmalarının arkasında 27 Mayıs’ın açtığı kanal vardır. Bir kere olmuş ve başarıya ulaşmış örnek her zaman tekrarlanabilir demektir. O yüzden 27 Mayıs ile hesaplaşmak, çetelerle hesaplaşmak demektir. Tarih bir toplumun hafızasıdır. 27 Mayıs, bu hafızanın kirli bir sayfasıdır. Bu kirli sayfayı unutarak, yaşadığımız çetecilik gibi sahte dünyaların ürettiği hastalıkların üstünü örtemeyiz. Ders çıkartılmayan tarih kendini tekrarladığına göre; kolektif bir hafıza onarma işlemine ihtiyacımız var demektir. 27 Mayıs tarihimize, toplumumuza hatta bizden sonra gelecek nesillere karşı bir çetenin işlediği ağır bir suçtur. Vicdanlarda, tarihte ve hukuk önünde mahkûm edilmesi gerekir. 27.05.2006 |
|||
POLİTİKA |
27.05.2006 CUMARTESİ |
||
Bir başbakan ve iki bakanı darağacına yollayan 27 Mayıs 1960 darbesinin yapıldığı gün, Türkiye'nin bölünmekten son anda kurtulduğu ortaya çıktı. Darbe günü İstanbul'daki zırhlı tugayın komutanı olan Orhan Erkanlı, taburunun başında Galata Köprüsü'nü geçip Taksim yönüne çıkarken, bir yandan da elindeki pilli radyoyu dinliyormuş. Ankara Radyosu'nun ihtilal yayınına başlamasını bekliyormuş. Fakat beklenen yayın bir türlü gelmeyince Erkanlı telaşlanıp planı yapmış: “Ankara'dakiler ya bizi aldattı ya da başarılı olamadı. Bizim için artık dönüş yolu kapanmıştır. İstanbul Trakya Türk Cumhuriyeti'ni ilan ederiz.” Kısa bir süre sonra, Ankara Radyosu teknik sorunu çözüp ihtilal yayınına başlamış ve Türkiye de bölünmekten kurtulmuş. 1965'te CHP'den milletvekili seçilen Erkanlı, 1960'ta ilan etmeyi planladığı İstanbul Trakya Cumhuriyeti'ni, milletvekili arkadaşı Orhan Birgit'e anlatmış. Yıllar sonra anılarını “Evvel Zaman İçinde” ismiyle kitaplaştıran eski siyasetçi ve deneyimli gazeteci Birgit, 27 Mayıs şartlarının bir daha yaşanmamasını temenni ediyor. Birgit, kitabında, Erkanlı'nın o dönem Marmara'daki Geyve Boğazı'nı kapatmayı da düşündüğünü, daha sonra söz konusu fikirlerine kendisinin de kahkahayla güldüğünü anlatıyor. Orhan Birgit Doğan Kitap’tan çıkan kitabında darbenin ardından, Alparslan Türkeş ile görüştüğünü söylüyor. Türkeş, Birgit’e kendisini istediği zaman arayabileceği bir telefon numarası vererek, “Aradığında, ‘Ankara’dan Saatçi Nuri’yi’ istersin, bana bağlarlar.” demiş. Darbeden sonra yapılan seçimlerle ilgili de ilginç bir bilgi veren Birgit, CHP’nin beklenilen oy oranına ulaşamamasının dönemin İstanbul 66. Tümen Komutanı Tümgeneral Faruk Güventürk’ü çok kızdırdığını belirtiyor. Birgit, Güventürk’ün CHP’nin İstanbul il merkezine geldiğini ve elektrik arızası çıkartarak, seçim sonuçlarına müdahale edilmesini önerdiğini ifade ediyor. 27.05.2006 |
|||