11 EYLÜL VE ULUSLARASI SİSTEMDE JEOPOLİTİK REKABET

 Emin GÜRSES

20. yüzyıl başlarında coğrafya ve politika arasındaki ilişkiyle yakından ilgilenen batı emperyal anlayışıydı. Soğuk Savaş döneminin sonlarına doğru jeopolitik, ABD ve Sovyetler Birliği’nin dünyadaki stratejik kaynaklar ve bununla bağlantılı olarak devletler üzerindeki kontroldeki global rekabetini anlatır. Soğuk Savaş döneminde iki temel jeostratejik birimin varlığı söz konusuydu. Bu birimler büyük oranda ABD ve Sovyetler Birliği (SB) tarafından kontrol edilmiştir. SB’nin dağılmasıyla birlikte Moskova jeostratejik alanı üzerindeki geçmişte sağladığı etkinliği kaybetmiş ve bu coğrafya ABD’nin ‘Yeni Orta Doğu’ jeopolitik alt bölüm alanıyla iç içe geçer bir hale gelmiştir.

Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası kalan coğrafi alanda ayakları üzerinde durmaya çalışan Rusya Federasyonu’nun, Kafkasya, Balkanlar ve Orta Doğu’yu içeren bu yeni jeopolitik bölgenin hiç olmazsa bir kısmında etkinliğini sürdürme çabaları Kuzey Kafkasya’da yaratılan çatışmalarla önemli ölçüde sekteye uğratılmıştı. Rusya’nın İran ile bölgesel etkinlik konusunda ABD ve müttefiklerine karşı işbirliği çabaları ise istediği sonucu vermemişti.

ABD, Rusya ve İran’ın bölgedeki etkinliğini en alt düzeyde tutmaya çabalarken, Çin, Almanya ve Fransa’nın bölgeye ilgilerini artırmaya başlamasından da rahatsız olmaktaydı. Ankara ise bu rekabetten yararlı çıkmayı hesaplıyordu. Washington için bölge jeopolitiği açısından Türkiye pay verilerek müttefikliği sağlanılabilecek ülke olarak görülmekte ve işbirliği bu anlayış üzerinde sürdürülmeye çalışılmaktaydı.

AB cephesinde bu alanda ortak bir dış politika yoktu. Almanya bölgede etkinlik için çabalarken Türkiye’nin ittifakı olmadan bunu sağlamakta zorlanıyordu. Almanya savunma bakanı Scharping’in Türkiye’nin Hazar havzası, Orta Doğu ve Balkanlar bölgesinde istikrarın sağlanmasında önemli bir rol üstlendiğini kabul etmesi Almanya’nın Yeni Orta Doğu jeopolitik bölgesine uzanmak arzusunu göstermekteydi.

Merkezi ülkeler arasında uluslararası sistemde etkinlik artırma mücadelesi değişik ittifak kombinasyonları aranarak sürdürülürken, ABD’nin bu rekabette önemli sıkıntılar yaşadığı gündeme getirilmeye başlanmıştı. Böyle bir ortamda 11 Eylül saldırısı gündeme geldi ve artık 11 Eylül’ün uluslararası sistemde bir dönüm noktası olduğu ve hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı sıkça dile getirilmeye başlandı. Bunun nedenlerini anlamak için 11 Eylül öncesine bakmak ve yeni gelişmelerle karşılaştırmak gerekecektir.

11 Eylül’ ve Yeniden Yapılanmalar

1989 Aralık ayında ABD ve Sovyetler Birliği devlet başkanlarının Malta buluşmasında Soğuk Savaş’ı sona erdiren açıklamalarından sonra ABD’nin uluslararası sistemde hegemon rolünü sürdürmesinin önünde bir engel kalmadığı açıklamaları sıkça dile getirilmişti. 1990’lı yılların geçiş döneminin yarattığı dumanlı havada Washington’un Orta Doğu petrolleri üzerinde kontrolünü pekiştirmesinin önünde bir engel oluşmadı. Fakat daha sonraki gelişmelerle, Washington’a karşı Avrupa ve Asya coğrafyasında alternatif yapılanmaların gündeme gelmesiyle ABD’nin bu alanlarda etkinliğini sürdürebilmesinin tehlikeye girdiği gözlenmiştir. Bu gelişmeler, 1992 tarihli Pentagon raporunda belirtilen, 'ABD’nin hayati çıkarlarına zarar verebilecek ve ABD hegemonyasına rakip oluşturabilecek bölgesel ve uluslararası alandaki oluşumların' engellenmesi çabasına aykırı bir gelişmeydi ve engellenmeliydi. Pentagon’un Mart 1992 tarihli ‘Yeni bir rakibin doğuşunun engellenmesi’ raporunda “öncelikli amacımız eski Sovyetler Birliği coğrafyasında ve diğer bölgelerde yeni rakiplerin doğmasını engellemektir” deniyordu. Bunda amaç “ileride global bir güce dönüşebilecek kaynaklara sahip herhangi bir gücün bölgede hegemonya kurmasını engellemek” olarak belirtiliyor ve stratejilerini “ileride global bir rakibe dönüşme gücü olanın engellenmesine odaklanmak” olarak açıklanıyordu.

Bu alanlar batı Avrupa, doğu Asya, eski Sovyet coğrafyası ve güney batı Asya olarak belirtilmekteydi. ABD’nin Balkanlar ve Doğu Avrupa hattından sırayla doğuya doğru düzenleme operasyonları gündemdeki yerini koruyordu. Balkanlarda gerek duyduğu etki alanını oluşturmuştu. Polonya ve Ukrayna gibi iki önemli ülkeyi yanına çekmiş fakat Rusya ile ilişkilerde sıkıntıları aşamamıştı. Kafkasya’da da önünde Moskova’nın bölgedeki etkinliği sorunu çıkmıştı. Bu etkinlik önemli ölçüde Moskova tarafından Karabağ’daki sorunun çözümsüz tutulmasıyla sağlanıyordu.

Kafkasya ve Hazar havzasındaki enerji kaynakları ve enerji taşıma yolları üzerindeki rekabete ABD ile İngiltere ittifak halinde, kendi uluslararası tekellerini de devreye sokarak ve Türkiye’yi de yanlarına alarak bölgenin kontrolünü Moskova’nın etki alanından kurtarma çabası içerisine girmişlerdi. İngiltere’nin dışındaki Avrupa ülkeleri ise (Fransa, Almanya gibi) uluslararası tekellerine hükümetleri düzeyinde tam destek vererek, bölgedeki pay kapma yarışını sürdürmekteydiler. Washington yönetimi, Moskova’nın bölgede kontrolünü yeniden kurması halinde Rusya’nın uluslararası sistemde ABD hegemonyasının önündeki engellerin sayısının artmasına yol açacağını görerek 1992 tarihli Pentagon raporuna uygun olarak bunu engellemeye çalışmıştır.

Kafkasya ve Hazar Havzası’nda etkinlik sorunu yaşayan Washington yönetimi, aynı zamanda Avrupa Birliği’nin AGSK (sonradan AGSP) adı altında oluşturmaya çalıştığı AB ordusunun özellikle Almanya ve Fransa tarafından NATO’yu -dolayısıyla ABD’yi- Avrupa coğrafyasından askeri olarak dışlamayı amaçladığını görerek, bunu engellemeye çalışmıştı. ABD yönetimi AB ülkelerinin askeri harcamalarına fazladan bir yük getirecek olan bu girişime yeşil ışık yakmaktaydı fakat bunun NATO’nun Avrupa güvenlik sisteminden dışlanmasına kadar varmasına engel olmaya çalışıyordu. ABD savunma eski bakanı Caspar Weinberger ve savunma eski bakan yardımcısı Richard Perle, Fransa’nın böyle bir hesap peşinde olduğunu ifade ediyorlardı. Weinberger baba Bush’a yakınlığıyla bilinir. Perle ise oğul Bush’a yakın. Bu durumda yeni ABD yönetimi AGSP’nin sağlam temeller üzerinde oturtulmasına ‘güvenlikte işbirliği stratejisi’ çerçevesinde yaklaşan Clinton kadar olumlu bakmayacaktı. Oğul Bush’un yardımcısı Dick Cheney de Avrupa’daki yapılanmanın NATO’nun konumuna zarar verip vermeyeceğini takip ettiklerini ifade etmekteydi.


İngiltere Atlantik merkezli güvenlik sisteminden memnun. Almanya ise bu şemsiye altında doğuya doğru ekonomik etkinliğini artırma çabası içerisindeydi. 1994’te başbakan Helmut Kohl ABD’nin Avrupa’daki rolünü ‘Avrupa’da istikrarın sağlanmasında yeri doldurulamaz’ olarak tanımlamaktaydı. Fransa’nın ABD etkinliğini Avrupa’dan tasfiye etme hesaplarına karşın Ankara, NATO’nun Avrupa’dan dışlanmasını engelleyecek ve böylece hem kendisini hem de ABD’yi Avrupa’nın güvenlik yapılanmasından dışlamayacak olan orta bir yolun bulunmasına katkı sağlayacak çabalarda ön safa sürülmüştü.

AB, oluşturmaya çalıştığı AGSP ile NATO olmadan Avrupa’da istikrarı bozabilecek önemli bir gelişmeye müdahale etmekte Yugoslavya’da olduğu gibi zorlanacağını biliyordu. Ancak orta ya da uzun dönemde ayakları üzerinde durmayı başarabileceğini hesap eden özellikle Fransa, ABD’nin Avrupa’dan dışlanmayı engellemek için elinden geleni yapacağını bilmekteydi. Beyaz Saray’ın Ekim 1998’de yayınladığı ‘Yeni bir yüzyılda yeni bir ulusal güvenlik stratejisi’ adlı raporda Avrupa’nın güvenliğinin ABD’nin güvenliği için elzem olduğu ve NATO’nun Amerika’nın Avrupa’daki varlığının temeli olduğu vurgulanmaktaydı. Bu raporda ayrıca Transatlantik ilişkinin sürdürülmesi ve ABD’nin NATO’daki liderliğinin korunması gerektiği belirtilmekteydi. Atlantikte bunca sorunlarla karşılaşan ABD, Asya coğrafyasında da Moskova ve Pekin’in öncülük ettikleri ve ABD’nin dış politika amaçlarının önünde önemli bir engel oluşturma riski taşıyan, Avrasya işbirliğine dönüştürülmesi hesaplanan Şangay İşbirliği Teşkilatı’nın önünü kesmeye çalışıyordu.

Uluslararası sistemde beklenilenin aksine ABD’nin hegemonyası önünde engellerin yükselmeye başladığı bir dönemde 11 Eylül saldırısı gündeme gelmiştir. Bu saldırı sonrası Washington, bazı müttefiklerini de yanına alarak sistemsel sorunların ABD hegemonyası önünde yarattığı engelleri aşmak için yeni durumu bir fırsat olarak kullanma çabası içerisine girmiştir. 1990-2000 yılları arası dönemde, sınırları belirlenmekte zorlanılan uluslararası sistemin gözden geçirilerek düzenlenmesi için yeni bir dönem başlatılmıştır. Bu dönemin nasıl bir yapılanmaya yol açacağı ise bölgesel ve uluslararası düzeydeki gelişmelerin şekli ve ittifakların alacakları tutumlarla doğrudan ilişkili olacaktır.

Uluslararası Sistem ve Değişim

Uluslararası sistem; devletler, uluslararası/bölgesel örgütlerin, toplumsal hareketlerin, toplumsal güçler/aktörlerin karşılıklı etkileşim içerisinde olan bir yapılanması olarak karşımıza çıkar. Toplumsal/uluslararası aktörlerin ve onların toplumsal/uluslararası faaliyetlerinin oluşturduğu bu yapılanma kendi unsurlarından (devlet gibi) birinin/birkaçının veya toplumsal v.s hareketlerin etkisiyle değişime uğrayabilir. Uluslararası sistem, ulusal ve/veya uluslararası düzeydeki ekonomik, siyasal ve stratejik alanlardaki değişimlerden doğrudan veya dolaylı olarak etkilenir. Bu değişimler sistemin dönüşümüne yol açabilir. Eğer bu gerçekleşirse, ulusal ve uluslararası düzeydeki aktörlerin/güçlerin sistemdeki konumlarında da etkinlik açısından bir değişim meydana gelir. Yeniden oluşturulan dengelerle birlikte istikrar (geçici veya değil) yeniden sağlanır.

Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle 1990’lı yılların başlarındaki geçiş sürecinde yaşanan ilk belirsizlikler 1990’lı yılların sonlarında ortadan kaybolmaya ve sistemde taraflar yerlerini belirlemeye başlamıştı. Fakat, gelişmeler umulandan farklı bir mecraya girilmesinin yolunu açmış, yapılanmadaki aksaklıkları ve yeni yönelimleri gündeme getirmiş, değişimi kaçınılmaz kılmıştır. Bu değişimlerin bölgesel ve uluslararası yansımalarına bakmadan önce, 11 Eylül saldırısını ve bazı batılı ülkelerin 11 Eylül öncesi ve sonrası teröre karşı tutumlarına kısaca bir göz atmakta yarar vardır.

11 Eylül Saldırısı

Saldırı sonrası ABD Dışişleri Bakanı Gen. Colin Powell, her adımı ABD ve bazı müttefiklerinin istihbarat birimlerince sürekli takip edilen Bin Ladin’in her nasılsa bir numaralı şüpheli olduğunu açıklamış ve bu açıklama müttefik ülke liderlerince de desteklenmişti.

Çok merkezli bir görünüm arz eden bu operasyonla Washington’u zor durumda bırakan merkez(ler) kafa karıştırmakta başarılı olmuşlardır. Fakat Washington’da gerçekler az çok görülmeye başlanmıştır. ABD Savunma Bakanı Rumsfeld’in bilgi sızdıranlara karşı etkili önlemler alınacağını belirtmesi bu operasyonu yapanlara içeriden yardım edildiğini göstermektedir. Washington’daki İleri Strateji Enstitüsü’nden Mickael Wihbey de ABD güvenlik sistemine girildiğini ifade etmişti saldırı sonrası yorumunda. İçeriden yardım almasalardı, insani istihbaratı başarısız olan CIA ve FBI’nin son derece gelişmiş elektronik istihbarat sistemine takılırlardı. Gen. Wesley Clark "bu saldırının ne kadar süredir planlandığını bilseydik önlem alırdık" demişti. Beyaz Saray basın sözcüsü Fleischer’in Beyaz Saray’a ve Başkanlık uçağına saldırı olacağını haber aldıkları için Bush’un bölgeden uzaklaştırıldığını söylemesi, Clark’ın ifadesinin inandırıcı olduğu konusunda kuşku yaratmıştır.

Pentagon, CIA, FBI ve Dışişleri birimleri ABD’ye gelebilecek olası bir saldırının ABD dışından ve özellikle biyolojik ya da kimyasal silahlarla yapılabileceğini düşünmekte ve buna göre politika belirlemekteydiler. Gen. Colin Powell 1993’te “nükleer silahlar dahil hiçbir şey beni biyolojik silahlar kadar korkutmaz“ diyordu. ABD içindeki terörist gruplar ise fazlaca ciddiye alınmamaktaydı. Morris Dees, ‘Yaklaşan Fırtına’ adlı kitabında (1997) ABD’de bazı eyaletlerde örgütlenmiş terör gruplarının ellerinde Stinger füzeleri, roketler, patlayıcılar bulunduğunu yazınca bu gruplardan ölüm tehdidi almış ve FBI tarafından korunmaya alınmıştı. ABD Stratejik Enstitüsü’nün yayınladığı Strategical Review adlı dergide (Sonbahar 2000) John Train ABD’de özellikle yabancı teröristlerden şüphelenildiğini, fakat içeride yüzlerce terör grubu bulunduğunu, bazılarının içine FBI’nin sızmakta güçlük çektiğini belirtmektedir. ABD’de toplu halde intihar edebilecek tarikatlardan onlarcasının bulunduğu da bilinmektedir.

Dünyanın diğer bölgelerinde de yüzlerce terör örgütü mevcuttur. Özellikle üst kademelerdeki bazı üyelerinin ya da bunlarla bağlantılı olan kişilerin birçok Avrupa başkentinde faaliyet gösterdikleri bilinmektedir. Bunların içlerine istihbarat birimlerince
büyük oranda sızılmıştır. Bunların faaliyetleri hakkında CIA’nın önemli oranda bilgiye sahip olduğu aşikardır.

Saldırıdan haberdar olan birilerinin tahribatın büyüklüğünü tahmin edemediği, ya da bunu bildiği halde haber vermeyip saldırının getireceği kârın zararından çok olabileceğini düşündüğü, ya da yönetimin belirli bir tarafa düşmanlığını artırmayı hesap ettiği olasılığı da dikkate alınmalıdır. Bu hesap uluslararası sistemde hegemonya sorunu yaşayan ABD’ye yeni bir nefes sağlar düşüncesinde olanlar bulunabilir. 1941 Pearl Harbor baskını kararı 26 Kasım’da alınmıştı. Washington’da başkan Roosevelt bir gün sonra bunun istihbaratını almıştı. Saldırı öncesi Pearl Harbor’daki en büyük uçak gemisi denize açılmış, saldırıdan 1.5 saat önce ise Washington Tokyo’dan geçilen mesajların şifresini çözmüş fakat mesaj ancak saldırı sonrası Pearl Harbor’a ulaştırılmıştı.

Her yönüyle karmaşık bir görünüm verilmeye çalışılan bu operasyondan sonraki durum AB'nin Avrupa ordusu kurarak NATO’yu ve dolayısıyla ABD’yi Avrupa coğrafyasından silme çabasını aksatacaktır. NATO’nun ve ABD’nin genişleyen Avrupa’daki rolünün artmasının işaretlerini vermektedir. Ne diyordu Aralık 1989’da, Berlin Basın Kulübü’nde yaptığı konuşmasında zamanın ABD Dışişleri Bakanı James Baker; ‘NATO gibi yapılanmalar korunurken, yeni dönemde Avrupa ve Atlantik bölgesini birleştirmek için Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı (AGİK, yeni adıyla AGİT-Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı) gibi çerçeveler oluşturulmalıdır’ diyordu.
Washington iç kamuoyunu tatmin için bir düşman belirleyecektir. Asya’da gerginlik yaratılarak Hazar’ın doğusu kontrol altına alınmaya çalışılırken, Orta Doğu’da Filistin yönetimi üzerinde radikal gruplar konusunda baskılar artırılacaktır. Bu arada teröre destek verdiği söylenen ülkeler ve diğer ABD karşıtı ülkeler üzerinde baskı artırılarak Washington’un bir türlü istediği gibi düzene sokamadığı uluslararası sisteme yeni bir şekil verilmeye çalışılacaktır.

Fakat uluslararası sistemde adaletten uzaklaşıldığı ölçüde, şiddetin arttığı ve bundan geçici dönemlerde yararlananların da zarar gördüğü artık kanıtlanmıştır.

Terör ve ‘Batı’

Terörün engellenmesi için örgütlerin mali kaynaklarının kontrol edilmesi birçok batılı ülkenin gündemine özellikle 11 Eylül sonrası gelmiştir. Şimdiye kadar PKK gibi örgütlerin, faaliyetlerinden on milyonlarca dolar gelir elde ettikleri ve bunu terör eylemleri için kullandıkları Avrupa’daki istihbarat birimlerinin bilgisi dahilindeydi. Fakat o zaman bunların faaliyetleri siyasi kapsamda tutuluyor ve göz yumuluyordu.

Dünyadaki terör örgütlerinin hemen hemen tümünden temsilcilerin faaliyet gösterdiği Avrupa başkentlerinde Amerikan, İngiliz, Fransız, Alman istihbarat birimleri PKK’nın içinde de faaliyet yürütmekteydi. Fakat elde edilen bazı önemli bilgiler Türkiye’yle paylaşılmamaktaydı. Kendi ulusal güvenlikleri söz konusu olduğu zaman ise çok titiz davranıyorlardı. Körfez Savaşı döneminde özellikle İngiltere İçişleri Bakanlığı Londra’da Arap avına çıkmıştı. Ocak 1991’de 88 Filistinli ve Irak’lıyı ulusal güvenlik açısından riskli gördüğü için sınır dışı ettiren zamanın İçişleri Bakanı Kenneth Baker ise konu hakkında yayın yapılmasını -yine ulusal güvenlik açısından riskli gördüğü için- yasaklamıştı.

O dönem siyasi faaliyetle terörü birbirine karıştırma eğilimi egemendi batıda. PKK’nın Londra’da Kürt ve Türklerden haraç toplamasına göz yuman İngiliz İçişleri Bakanlığı, Paris’te bulunan eski MI5 ajanı Shayler’in MI5’deki bazı faaliyetlerinin Ağustos 1997’de ‘Mail on Sunday’ gazetesinde yayınlanmasını engelleyemeyince, Fransa’dan iadesi için Paris üzerine hükümet düzeyinde baskı yapmayı ihmal etmemişti. Almanya’nın Federal Anayasayı Koruma Teşkilatı’nın raporuna göre (1995) PKK Almanya’da yılda 30 milyon mark civarında para toplamaktaydı. Aynı durum başta Berlin olmak üzere belli başlı Avrupa başkentlerinde de mevcuttu. Bu paraların Türkiye’ye karşı saldırıların organize edilmesi ve uygulanmasında kullanıldığı ise biliniyordu.

İngiltere İçişleri Bakanlığı Mart 2001’de İngiltere’de faaliyet gösteren PKK’nın da dahil olduğu birçok örgütün faaliyetini yasakladı. Londra, o güne kadar bu örgütler üzerinden, örgütlerin menşei olan ülkelere baskı uygulayarak çıkar elde etmek düşüncesiyle geleneksel emperyal tutumunu sürdürmekteydi. Paris ve Berlin de bu yolu Ankara’ya karşı açıkça kullanmışlardı. Bu yöntem bir süre sonra ilgili ülkelerle ticari çıkarları zedelemeye başlayınca tavır değiştirmek zorunda kalmışlardı.

ABD’nin teröre karşı hazırladığı, örgütlerin mali kaynaklarına el konulmasını da içeren tasarıyı BM Güvenlik Konseyi’ne sunması, terör örgütlerine göz yuman Avrupalı ülkeleri de yeni düzenlemeler yapmak zorunda bırakacak. Kara para aklama merkezi olarak kullanılan bazı Avrupa başkentlerinin işi eskisi kadar kolay değil artık. Rusya’dan 1990 sonrası on milyarlarca doların Güney Kıbrıs Rum kesimindeki bankalar üzerinden batılı bankalara taşındığı bilinmektedir. İngiliz istihbarat birimleri olan MI5 ve MI6’nın hukukçularından David Bickford’a göre 200 milyar dolar Londra üzerinden aklandı. İngiltere Merkez bankası ise yılda 2.5 milyar sterlin’in İngiliz mali sistemince aklandığını açıklamıştı Kasım 1998’de. İsviçre başta olmak üzere medeni ülkeler listesinde bulunanlar, yarı mafya Berlusconi’nin İtalya’sından Paris, Berlin ve Amsterdam'a kadar, bu aklamaların yapıldığı merkezler arasında yer aldılar. Bu paralar borsayı canlandırdıkça engellenmedi. İngiltere’de MI5 bu paraların artık kilit sektörlere yönelebileceği ve ulusal güvenliği tehdit edebileceği düşüncesiyle önlem almaya başladı.
Şam ve Atina’nın açıkça, Brüksel, Berlin, Londra ve Paris’in dolaylı olarak PKK’ya destek verdikleri ortaya çıkmıştı. Öcalan’ı İtalya’ya davet edenler arasında Ramon Mantovani gibi milletvekillerinin bulunması, Yunanistan’da zamanın Dışişleri Bakanı Pangolos, İçişleri Bakanı Papadopulos, Kamu Düzeni Bakanı Petsalnikos’un Öcalan’ı korumak için adeta bir yarışa girmiş oldukları biliniyor. İtalya Başbakanı Berlusconi’yi de ırkçı yaklaşımlara yöneltecek kadar aptallaştıran batıdaki yabancı düşmanı propaganda, Türkiye düşmanlığını da pekiştirmişti.

Orgeneral Büyükanıt haklı olarak; “teröre destek verme suçunun zaman aşımı olmaz” diyordu. Fakat unutmayalım ki Batı’nın Ankara söz konusu olunca ahlak anlayışı son derece kaypaktır. Geçmişte Bin Ladin gibi teröristlere dolaylı destek veren Washington’un teröre karşı çabalarında, teröre destek vermiş olan Yunanistan ve bazı Avrupalı müttefiklerinden hesap sorması gündeme gelmemiştir.

Washington-Moskova Rekabet Alanı

11 Eylül öncesi dönemde Putin’in devlet başkanlığına seçilmesinden sonra Moskova’nın Kafkasya ve Orta Asya’daki eski Sovyet cumhuriyetleriyle ilişkilerini yeniden yapılandırmasını Washington engelleyememişti. Putin’in göreve gelmesiyle uygulamaya koyduğu yeni bölgesel politikasına karşı ABD yönetimi kendi bölge politikalarını yeniden gözden geçirmek zorunda kalmıştı. Bölge liderleri arasında batı ile yakınlaşmaktan zarar görenler arasında, bölgedeki sorunların çözülmesine bir katkı sağlamadığı düşüncesi yaygınlaştıkça, Washington’un Kafkasya ve Orta Asya’daki operasyonlarına destek konusunda tedirginlik de artmıştı.

ABD başkanı W. Bush’un ulusal güvenlik danışmanı Rice, Şubat 2001’de Le Figaro’ya verdiği bir demeçte Rusya’nın batıya ve Amerika’nın Avrupa’daki müttefiklerine karşı tehdit oluşturduğunu söylüyordu. CIA başkanı Tenet de, Putin’in Sovyetler Birliği’nden ayrılan ülkeler coğrafyasında ABD’nin etkin olmasını engellemeye çalıştığını belirtiyordu. Moskova ise bu çıkışları ‘Soğuk Savaş döneminin Rus karşıtlığı kalıntıları’ olarak yorumlamıştı. Rice’in daha sonra yaptığı açıklamasında ise Moskova’nın, Washington’un stratejik düşmanı olması için bir neden görmediklerini ve yapıcı ilişki aradıklarını ifade etmesi gelişmelere göre politikalarında taktik revizyonlara gittiklerini göstermektedir.

Washington’un Kafkasya’da Karabağ sorununun çözümü için ve Orta Asya’da işbirliği için Moskova ile birlikte çalışmayı istediklerini vurgulaması dikkate değerdir. Washington, batıda Almanya, doğuda ise eski Sovyet cumhuriyetleriyle dayanışmaya ağırlık veren Moskova ile rekabetin maliyetinin yüksek olduğu durumlarda, ABD’nin bölgesel hayati çıkarlarına zarar verebileceği düşüncesiyle, işbirliğine öncelik veren mesajlar vermeye özen göstermiştir.

Moskova’nın ‘yakın çevre’ stratejisi

Eski Sovyet cumhuriyetleriyle ekonomik, siyasal, askeri alanlarda mümkün olan en üst düzey entegrasyonu gerçekleştirmeyi ve eski Sovyetler coğrafyasında güvenlik ve istikrarı sağlamayı içermektedir. Moskova, Bağımsız Devletler Topluluğu’nu bir arada tutmak, ABD ile iyi ilişkiler içinde olmak ve uluslararası sistemde Sovyetler Birliği dönemindeki konumunu sürdürmek çabası içerisine girmiştir. Gelişmeler Moskova’ya yakın çevrenin kontrolünün önünde batılı gelişmiş merkezi ülkelerin, özellikle ABD’nin, engel olarak durduğunu göstermiştir.

Washington’un dış politikadaki asıl amacının bölgesel ya da uluslararası alanda potansiyel alternatif güç merkezlerinin gelişmesini engellemek olduğu açıkça ifade edilmektedir. Her ne kadar Washington’da dış politikada karar vericiler arasında stratejik önemi olan ‘yakın çevre’den Rusya’nın dışlanıp dışlanmaması konusunda bir anlaşmazlık sürse de, dışlanması yönündeki görüşler ağır basmaktaydı.

Rusya’yı ‘yakın çevre’den dışlama çabalarının maliyetinin, işbirliğinin getireceği maliyetten daha yüksek olduğu açıktır. Kasım 1993’te Yeltsin tarafından onanan ‘yeni askeri doktrin’, eski Sovyetler Birliği topraklarındaki iç anlaşmazlıklara askeri müdahaleyi öngörüyordu. Mayıs 1994’deki ‘Savunma ve Dış Politika Konseyi’nin ‘Rusya için Strateji’ raporunda doğrudan müdahalenin en az düzeyde tutulması Rusya için en uygun yol olarak gösteriliyordu. Putin’in göreve gelmesiyle birlikte bu politikada değişim gözlenmiş, 11 Eylül sonrası ise Moskova’nın bölgede daha rahat hareket etmesine Washington, işbirliği çerçevesinde yeşil ışık yakmıştır.

Gürcistan’ın Coğrafi Önemi

Moskova’nın Sovyetler Birliği’nden kalma Gudauta’daki askeri üssü Abhazya topraklarında bulunmaktadır. Tiflis, buradaki Rus askerlerinin Abhaz ayrılıkçılarına destek verdiğini öne sürerek üssün kapatılmasını talep etmişti. Moskova Gudauta’dan 1 Temmuz 2001’de çekilecekti fakat bu taahhüde uymadı. Moskova bu üssün Tiflis’e devredilmesi durumunda Şevardnadze’nin 2005’e kadar NATO’ya girme çabasını göz önünde bulundurarak, buranın NATO’nun kullanımına geçebileceği kuşkusunu taşımaktadır.

Tiflis’te Moskova yanlısı bir yönetimin bulunması ile Almanya-Rusya arasında kurulan hattın İran ile tamamlanması önündeki engel kaldırılmış olacak. Moskova ve Berlin bu bağlantıyla bölgedeki petrol ve doğal gaz kaynaklarının hem Avrupa’ya hem de İran üzerinden Körfez’e ve Hint Okyanusu’na uzatılabileceği hesaplarını yapıyor. Bu sağlanırsa Washington’un bölgedeki enerji kaynakları üzerinde yaptığı hesaplarının bozulacağı açıktır.

Şevardnadze Kafkasya’dan Rusya’yı dışlama çabasına taraf olmuştur. Moskova’yı bölgeden dışlama çabası 11 Eylül sonrası daha da zora girince, Tiflis eski anlaşmazlıklarla yeniden karşılaşmıştır. Bu anlaşmazlıklar Gürcistan’ın batıcı çizgiden uzaklaştırılması
hesaplarıyla bağlantılıdır. Mayıs 2000’de Rus Savunma Bakanlığı'ndan General Leonid İvaşov’un NATO’nun Soçi’ye kadar gelmesine karşı duracaklarını açıklaması, G.E. Fuller’in Rus yayılmasını engellemenin ABD’nin ulusal çıkarı olduğunu belirtmesi, Rusya Dışişleri Bakanı İvanov’un ise Hazar-Karadeniz hattını Rusya’nın ekonomik çıkar alanı olarak tanımlamış olması bölgede etkinlik sağlama çabalarının sona ermediğini, 11 Eylül sonrası ise yeni biçimler alacağını göstermektedir.

Almanya-Rusya-İran bağlantısının tamamlanması önündeki Tiflis engelinin kaldırılması için gösterilen çabalar sürmektedir.
Ankara’nın bölgede izleyeceği politikasında, bölge ülkelerini de içeren bir politikaya öncelik vererek Gürcistan’ın Avrasya hattında stratejik önemde olduğunu göz önünde bulundurması ve bu hattın güvenliği için Moskova ile de işbirliğini göz ardı etmemesi yararına olacaktır.

ABD ve Orta Doğu

Washington yönetimi bir türlü Orta Doğu’da istediği düzenlemeyi yapamadı. Kıbrıs’tan İran’a kadar uzanan coğrafyada ABD’nin önündeki engeller kaldırılamadı. Türkiye ile Yunanistan arasındaki gerginliğin azaltılması başarıldı fakat Kıbrıs’ta Denktaş’tan istenilen taviz koparılamadı. Irak ve İran konusundaki hesapları nedeniyle Ankara’ya da doğrudan baskı yapamayan ABD yönetimi, ABD’deki Rum lobisi nedeniyle de Atina’ya karşı temkinli davranmıştır. Batı Asya’nın kapısı olan Filistin sorununda ise, Denktaş’tan beklediği tavizkar tutumu Arafat’tan da bekleyen ABD İkinci Camp David görüşmelerinde istediğini bulamadı. İsrail-Filistin görüşmelerindeki başarısız sonuçtan yine Arafat sorumlu tutuldu. Kıbrıs’ta da ABD yönetimi dolaylı olarak Denktaş’ın olumlu gelişmelerin yolunu tıkadığı mesajını vermişti. ABD açısından Arafat da, Denktaş da taviz vermesi gereken sahipsiz taraflar olarak görülmüştür.

İran’da Cumhurbaşkanı Hatemi göreve geldikten sonra uluslararası ilişkilerde önceliği ekonomik konulara vermiş ve Avrasya politikasını başarıyla yürütmüştür. Hatemi Pekin’e yakınlaşmakla batıya, Tahran’ın tek ata oynamayacağı, Çin ile Orta Asya politikasında ortak hareket edeceği, isteyen batılı ülkelerin bu işbirliğine katılabileceğinin mesajını vermişti. Washington Albright’ın ziyaretinden sonra Savunma Bakanı Cohen’i de Pekin’e göndererek ilişkileri sıcak tutmaya özen göstermiştir.

Tahran’ın bölgesel dengeleri de gözeterek Kafkasya’dan kendisini dışlayan Washington yönetimine karşı Moskova ile işbirliğine gitmesi ABD’yi rahatsız etmektedir. Tahran yönetimi, uluslararası sistemin merkezi ülkelerce konulan kurallarını, yine bu ülkelerin modern yağmacılık alışkanlıklarını dikkate alarak kendi yararına kullanabilmiş ve ülkeyi yeni bir sürece doğru yönlendirmeyi başarabilmiş, bu sayede kendisini Kafkasya’dan dışlamaya çalışan ABD yönetimini dolaylı yollarla da olsa tavizkar bir tutum izlemek zorunda bırakmıştır.
Bush yönetimi Putin’in Almanya’yla yakınlaşma politikasını Moskova ile yakınlaşmayla bozmaya çalışıyor. Avrupa’dan dışlanmanın, Amerika’yı Avrasya’nın Atlantik kıyısında bir ada haline getireceği tehlikesinden söz eden Kissinger’in bir risk olarak gördüğü bir Rus-Alman işbirliği, Washington tarafından bu oyuna dahil olmakla engellenmeye çalışılıyor. Bu da Avrupa coğrafyasında geleneksel güç dengesi politikasını bize hatırlatmaktadır.

Şevardnadze 2005’e kadar NATO’ya dahil olmak isteğini açıklarken, Azerbaycan NATO birliklerinin Azerbaycan topraklarında bulunmasına yeşil ışık yakmıştı. Washington’un ‘Geniş Orta Doğu’ coğrafyasına dahil ettiği Azerbaycan ve Gürcistan’ın herhangi bir şekilde NATO’ya dahil edilmesi ABD’nin güvenlik hattını Atlantik’ten Hazar’a kadar uzatmasının yolunu açabilecekti. Putin buna direnmeye çalışmış fakat ABD’nin bölgeden dışlanmamak için direneceğini görerek Washington’a dolaylı olarak yanaşmanın ve işbirliği kurmanın yollarını açık tutmuştur.

Rusya’nın, ‘ABD’nin etkinliğini engellemeyi başaramazsam hiç olmazsa ortak olayım’ düşüncesiyle hareket etmeye başladığı bir dönemde Almanya Gürcistan’a yanaşmayı denemiştir. Fakat Şevardnadze yönetimindeki Gürcistan’ın ABD’den kopmak gibi bir yola girmesi ve Abhazya, Güney Osetya ve Acaristan sorunları nedeniyle de Moskova’ya sırt çevirmesi mümkün görünmüyor şimdilik.

Almanya, ABD’ye uzak durup Rusya üzerinden bölgede bir ‘ayak’ elde etmeye çalışıyor. Rusya bunu ABD etkinliğine karşı bir denge unsuru olarak gördüğü için memnun. Tiflis ise, ABD ve Rusya’nın bölgesel konularda anlaşmalarıyla ülkenin ekonomik ve siyasal sorunlarının çözümünün kolaylaşacağını görmektedir.
Türkiye, yeni Orta Doğu jeopolitik bölgesindeki paylaşımın yeniden yapılandırılması sürecinde Yunanistan’la ilişkilerini Brüksel’in aracılığıyla bir sonuca vardıramayacağını görmüştür. Zaten Washington, Brüksel’in kendisini dışlayarak Ankara-Atina arasında bir uzlaşma sağlamasına izin vermez. İki NATO üyesi ülkenin anlaşmazlıklarını çözmesi AB’nin elini güçlendirir ve bölgesel sorunların çözümünde ABD’ye bağımlılığın eskisi kadar önemli olmadığı anlayışına yol açar. Bu da ABD’nin önce askeri, sonrada siyasi-ticari olarak Avrupa’da etkinliğinin azalmasıyla sonuçlanır.

Kuzey Irak

Körfez Savaşı’ndan bu yana Washington yönetimi Kuzey Irak’ta kendisine bağlı bir Kürt devleti kurmanın kâr-zarar hesaplarını yapıyor. ‘Müslüman İsrail’ rolü oynatılacak olan bu ‘ABD Kürdistanı’ Hazar’dan Körfez'e, bölgeyi kontrol etmek için ideal bir üs teşkil edecekti. Önce Kuzey Irak’ta Talabani ve Barzani taraftarlarının yaşadığı bölgeler Irak’ın egemenlik alanından çıkarıldı. 1992’de bölgede seçimler yaptırıldı. Aynı yıl Irak muhalefetini bir çatı altında toplamak amacıyla Irak Ulusal Kongresi kuruldu. 1998’de Washington’da Talabani ve Barzani ile yapılan görüşmelerde varılan anlaşmada ise Kuzey Irak’taki Kürtler için bir federasyonun kurulması kararına varılmıştı.

Ankara buna karşı çıkınca bu liderler Ankara’ya Irak’ı bölmek niyetlerinin olmadığını açıklamak zorunda kalmışlardı. Bu planların bölgede var olan dengeleri bozacağı düşüncesi ABD yönetimini rahatsız ediyor. Gerçekte Ankara ve Tahran’ın gelişmeler karşısında Bağdat’la işbirliğine gitmeleri halinde ABD’nin bölgeden tasfiyesi gündeme gelir. ABD yönetimi böyle bir riski göze alamıyor.

Washington hesaplarından vazgeçmiş değildir. ‘Foreign Affairs’ dergisinde Ocak/Şubat 1999 tarihli sayısında yayınlanan harita Irak’ta gelecekte nasıl yeniden coğrafi bir yapılanmaya gidileceğinin ip uçlarını vermekteydi. Petrol kaynaklarının yoğun olarak bulunduğu Irak’ın kuzey ve güneyinde iki ayrı bölge oluşturulması ve bunların ABD’nin koruması altına alınması hesaplanmaktadır. INC’den Nabil Musavi Londra’da Aralık 1998’de yaptığı açıklamada, Londra ile ‘Irak’taki kurtarılmış bölgeler konusunda İngiliz hükümetinin de kabul ettiği detaylı bir planları olduğu’nu açıklamıştı. Yine Eylül 1998’de Barzani ‘Al-Hayat’a verdiği mülakatta Ankara’ya bu işlere karışmaması için uyarıda bulunuyordu; “Türkmen kartını Ankara kullanırsa başarılı olamaz. Kendilerinin ve bölgenin zararına olur” diyordu Mesut Barzani.

1962 yılında baba Barzani New York Times’a verdiği bir demeçte “Amerika bize askeri yardım versin, otonom bir bölge olalım, sonra biz sizin Orta Doğu’da sadık bir ortağınız oluruz” diyordu. O zaman ABD ve İran Şahı’nın desteği bunu gerçekleştirecek düzeyde olmadı. Baba Molla Barzani 1975’te hayal kırıklığına uğradı ve tarihten silindi.
Barzani’nin 1967 sonrası bir dönem İsrail’den de ayda 50 bin dolar yardım aldığı açıklanmıştır. CIA, daha 1991’de Kongre’den Irak’a karşı faaliyetler için Irak muhalefetine verilmek üzere 19 milyon dolar istemişti. Yıllardır yapılan hesaplar sıradan Kürtlere maddi ve manevi olarak pahalıya mal oldu.

11 Eylül sonrası oluşan dumanlı havada Afganistan’a saldırı başlatan Washington yönetiminin içinden, Saddam’ın tasfiyesi ve Irak’ta ABD’nin bölgesel çıkarlarına uygun yeni bir yapılanmanın sağlanması için askeri operasyon yapılması doğrultusunda baskı yapanların çabaları sürüyor. Saddam’ı tasfiye etmeyi bölge dış politikasındaki öncelikleri arasına koyan Washington yönetimi, 1992’de kurulmasına ön ayak olduğu Kuzey Irak otonom yönetiminin 1996’da Saddam yönetimince tasfiye edilmesiyle karşılaşmıştı.

ABD ve Güneybatı Asya

Washington yönetimi, Soğuk Savaş dönemindeki tahdit politikasına uygun olarak uzun dönem Güneybatı Asya’da Pakistan’ın desteğine ihtiyaç duymuştu. CIA öncülüğünde 1980’lerde anti-Sovyet operasyonlar için Pakistan üzerinden Afganistan’daki gerilla hareketlerini örgütlüyor ve yönlendiriyordu. İngiliz MI6 istihbarat teşkilatı da bu operasyonlara destek vermekteydi. Bu operasyonlarda kullanılan Bin Ladin ve adamları ise zaten terörist olmak için silahlandırılmıştı. Washington’un Pakistan’la yollarının ayrılması ise Moskova’nın Afganistan’da yenilgiye uğratılması sonrasına denk getirilmişti. Pakistan’ın nükleer silah üretme çabası içinde olduğunu öne süren ABD yönetimi 1990 sonrası artık ihtiyaç duymadığı Pakistan’a yardımı kesmişti.

Özellikle 1994-1997 yılları arası Clinton yönetimi İran’ın bölgedeki etkinlik çabasını engellemek için hem kendisi mali yardım yapmış hem de Suudi yönetiminin Taliban’ı desteklemesine yeşil ışık yakmıştı. Fakat Afganistan’da işlerin daha da kötüleşmesi ve kontrol dışına çıkması engellenememişti.

ABD yönetimi, 1990 sonrası Çin’e karşı denge unsuru olarak seçtiği Hindistan’a desteğini artırınca yalnız kalan Pakistan’ın Çin’e doğru yönelmesini engelleyememişti. Hindistan’a verilen açık destek Pakistan’ı Çin’den nükleer silah ve kıtalararası füze yapmak için teknik yardım aramaya itmiş, Çin-Pakistan ilişkileri Washington’u rahatsız edecek düzeyde gelişmeye başlamıştı. Mayıs 1998’deki Hindistan-Pakistan nükleer denemeleri Nisan 1999’da kıtalararası nükleer füze denemelerine vardırılınca Çin’e karşı Hindistan politikası başarısız olmuş, Hindistan’ın karşısına Pakistan dikilmişti. Brzezinski Rusya’nın periferisinde ABD’nin etkin olmasının yollarını öneriyordu Mart 1994’teki bir makalesinde. Kissinger ise Aralık 1994’te NATO’ya Hindistan’ı da içeren yeni bir rol biçiyordu.

Ekim 1999’daki ‘Rusya Ulusal Güvenlik Politikası’ dökümanında Rusya’nın BDT üyeleri ile tek bir ekonomik alan kurma amacı açıklanmaktaydı. Washington bu çabayı engellemeye çalışılırken, diğer taraftan Çin’e yaklaşan Pakistan’ı tekrar kendi kontrolüne almanın yollarını aramaktaydı.

Washington açısından Afganistan bölgenin kontrolü için uygun bir üs görevi görebilirdi. DTM ve Pentagon’a saldırı sonrası oluşturulan dumanlı hava ise bu amaç doğrultusunda uygun bir ortam yaratmıştır.

Afganistan’ın Jeopolitiği

ABD Savunma Bakanlığı’nın savunma politikası masası şefi Richard Perle Afganistan’ın artık bir operasyon merkezi olmaktan çıkarıldığından emin olunana kadar askeri operasyonlara devam edileceğini ifade etmişti. Bundan emin olabilmek için istikrar sağlandıktan sonra ABD’nin burada askeri olarak varlığını sürdürmesinin kaçınılmaz olacağı anlamı da çıkarılıyordu bu açıklamadan.

11 Eylül öncesi Türkmenistan ve Kazakistan’daki gaz ve petrol rezervleri üzerinde etkinlik sağlamada zorluk çeken ABD bölgede Moskova-Pekin etkinliğini engellemekte zorlanıyordu.

11 Eylül bir fırsat yarattı ABD açısından bölgeye Güneydoğu Asya’dan uzanmak için. Özellikle artan Rusya etkinliğini kırmak için uygun bir fırsattı. Bakü-Ceyhan projesiyle Rusya’yı dışlamak istedi fakat başaramadı. Rusya Çeçenistan’ı dışlayarak kendi boru hattını devreye soktu. Kendi hedeflerine ulaşan Moskova artık Bakü-Ceyhan’a karşı olmadığını açıklamakta. Hazar’ın kaynaklarının -batıya Rusya üzerinden, doğuya Çin üzerinden, güneye İran üzerinden- kendisinin dışlanarak taşınmasını engelleme çabasındaydı ABD.

Azerbaycan-Gürcistan-Türkiye üzerinden geçecek hatta destek verdi çünkü bunu kontrol edebilecekti. Fakat bu hattın uzunluğu petrol şirketleri açısından bir engel olarak görülüyor ve İran’la ilişkilerin geliştirilerek İran üzerinden hat yapılması talep ediliyordu bu şirketlerce. Baku-Ceyhan dışında Afganistan-Pakistan üzerinden giden hat kalmıştı fakat burada da siyasi istikrar sorunu vardı. Bu hattın güvenliğini kimin garanti edeceği sorunu doğdu.

1992’de Necibullah rejimi sona erdikten sonra mücahit gruplar arası çatışmalar Rabbani yönetimini zora sokmuştu. Rabbani Tacik ve Özbek desteğini alıyordu Kuzey Afganistan’da. Güneydeki çoğunluktaki Peştunlar dışlandılar. Birbiriyle çatışan gruplara dışarıdan gelen destekler çatışmaların uzamasının da garantisi oldu adeta.

Butto’nun İçişleri Bakanı Nasrullah Babar Ekim-Kasım 1994’te silahlı Taliban gruplarının da yardımıyla Herat-Kandahar yolunun kontrolünü ele geçirmek için harekete geçmiş, Eylül 1995’te Herat ele geçirilmiş, böylece Pakistan’ın Orta Asya yolu açılmıştı. Bunun üzerine Pakistan’dan Kandahar ve Heart hattı üzerinden Türkmenistan’a uzanan hattın güvenli olduğu kararı sonrası, ABD’nin Unocal şirketiyle boru hattı anlaşması imzalandı. Suudi petrol şirketi Delta Oil şirketi Unocal’ın boru hattı projesi işine ortaktı. Taliban’a mali yardımı sürdürdü Riyad, projenin gerçekleşebilmesi ve İran’ın dışlanması için.

ABD Dışişleri Bakanlığı 1996 sonrası ile ilgili olarak Taliban’la ilişkileri hakkında yüzlerce dosyayı Kongre dış ilişkiler komitesi üyesi Dana Rohrabacher’in talebi üzerine vermişti, fakat öncesi için bir belge vermeyi reddetmişti. Clinton yönetimi Taliban’a İran’a karşı durduğu için yakın duruyordu. Boru hattının İran’dan geçmesini engellemek için. 1994-97 arası Unocal’ın boru hattı için çalışıldı. Mart 1996’da ABD’li senatör Hank Brown (Unocal projesi destekçisi) Kabil’i ziyaret etmişti. Taliban yöneticileriyle görüşmüş ve Unocal’ın mali destek verdiği ABD’deki Afganistan konferansına delege göndermeleri için davet etmişti.

ABD Savunma Bakanlığı Güney Asya’dan sorumlu bakan yardımcısı Robin Raphel Pakistan, Afganistan ve Orta Asya ziyareti yapmış ve 'siyasi istikrar olmadan ekonomik fırsatlar kaybedilir' demişti.
Eylül 1996’da Taliban Kabil’i ele geçirince senatör Brown bunların Afganistan’da bir hükümet kurabilecek güce sahip olduğunu söylemişti.

Unocal sözcüsü Chris Taggert Taliban’ın başarısını övmüş ve boru hattının şimdi daha kolay tamamlanabileceğini ifade etmişti. Taliban yetkilileri Kasım 1997’de Unocal’ın davetlisi olarak Texas’a gitmiş ve dışişleri bakanlığı yetkilileriyle görüşmüştü.
Fakat Mayıs 1997’de Taliban Mezar-ı Şerif’i alıp Tacik ve Hazaralar üzerinde kendi kurallarını uygulamaya kalkışınca çatışmalar yoğunlaşmıştı.

Temmuz 1997’de Clinton yönetimi Türkmenistan-İran-Türkiye gaz boru hattına muhalefetini sona erdirmişti. Royal Dutch Shell ortaklığını da içeren bir grup şirket bu projeye talip olduğunu Ağustos 1997’de açıklamıştı. Aynı dönemde Avustralya’dan BHP Petrol İran-Pakistan-Hindistan hattını önermişti. Yine aynı dönemde ABD-Türkiye ortak bir taşıma koridoru düşüncesini ortaya atmıştı. Bakü-Ceyhan buna bağlı olarak düşünülmüştü. Washington Türkmenistan ve Kazakistan’ı bu projeye katılmaya çağırmıştı. Unocal’ın planlarına yeni alternatifler doğuyordu.

1997 sonunda Unocal’ın başkan yardımcısı Marty Millar Türkmenistan-Afganistan-Pakistan üzerinden geçecek projenin, Afganistan’da barış ve işbirliği yapabilecekleri bir hükümetin gelmesine bağlı olduğunu, bu projenin yapılmasının yakın ihtimal olmadığını belirtmişti. Kasım 1997’de zamanın ABD Dışişleri Bakanı Albright Pakistan’ı ziyaret etmiş, Taliban’ı eleştirmiş ve Pakistan’ı uluslararası dışlanmayla karşılaşabileceği konusunda uyarmıştı. Washington Taliban’ın daha önce göz yumduğu eroin ticaretiyle ilgili olarak Pakistan üzerindeki baskıyı artırmıştı.

Ağustos 1998 Kenya ve Tanzanya’daki ABD büyükelçiliklerine bombalı saldırı sonrası Washington kanıt olmadığı halde Bin Ladin’in bu işin arkasında olduğunu ve Taliban’ın bu işin destekçisi olduğunu, Bin Ladin’i ABD’ye teslim etmesi gerektiğini ifade etmiş ve baskısını artırmıştı.

Unocal boru hattı projesini askıya almış, 1998 sonu petrol fiyatları 25 dolardan 13 doların altına düşmüştü. 1999’da Taliban yönetimine karşı, uyuşturucu ve insan hakları ihlalleri konuları öne sürülerek BM ambargosu için kullanıldı. Çatışmalarda Rusya ve İran Taliban karşıtlarına silah sağlamayı sürdürdü.

ABD 11 Eylül sonrası ABD taraftarı bir rejimin yolunu açma çabası içerisinde. Bazı Pakistanlı yöneticiler ABD’nin Afganistan’da bir hava alanını ele geçirerek operasyonlarında üs olarak kullanacağını, bunun için ise 20 bin askere ihtiyacı olduğunu ifade ediyor.
Hazar’daki kaynakların taşınma yolları ve stratejik amaçların birkaç ayda değişebileceği söylenemez. Şangay’daki APEC toplantısında Bush Putin ile işbirliğini görüşürken Rusya dışişleri bakanı İvanov askeri yetkililerle Tacikistan’a Taliban yetkilileriyle görüşmeye gidiyordu.

İki ülke de, Washington’daki stratejik ve uluslararası çalışmalar merkezi direktörü Robert Ebel’in de belirttiği gibi ulusal çıkarlarına uygun hareket ediyorlar. ABD halen Hazar’ın Rusya ve İran’dan geçmesine karşı iken, Putin enerji alanında Avrupa pazarlarında etkinliğini artırmak çabasında.

Yaklaşık yüzde 8’lik bir kalkınma hızıyla enerji ihtiyacı sürekli artan ve petrolünün yaklaşık yüzde 35’ini ithal eden Pekin orta doğu petrollerine bağımlı olmak istemiyor. Kazakistan’dan petrol ve Türkmenistan’dan doğal gaz sağlayacak boru hattı yapmak için bölgesel işbirliğine önem veriyor. Taşıma yollarının güvenliği Pekin’i ilgilendiriyor. Washington, Kazakistan-Türkmenistan-Afganistan-Pakistan hattını kontrol ederse bölgedeki bağımsız enerji kaynağı elde etme çabalarını sekteye uğratacak ve Orta Doğu’da olduğu gibi burada da musluğun başına geçecektir.

ABD ve Pakistan

1980’lerde Washington anti-Sovyet operasyonlar için Pakistan’ın işbirliğine ihtiyaç duymaktaydı. Buradan Afganistan’daki anti-Sovyet gerilla hareketini örgütlüyor ve yönlendiriyordu. İngiliz istihbarat teşkilatı MI6 da bu operasyonlara destek vermekteydi.

Pakistan-Hindistan arasındaki anlaşmazlık Washington’un hareket alanını açıyor ve işini kolaylaştırıyordu. Bölge kontrolü açısından Hint Okyanusu’ndaki Diego Garcia adası ABD askeri için üs görevi görmektedir. Burası Körfez ve Afganistan’ı da içeren bir hattı kontrol ediyor.

Mayıs 1998’deki Hindistan-Pakistan nükleer denemeleri Nisan 1999’da kıtalararası nükleer füze denemelerine kadar varmıştı. 12 Ekim 1999’da Pakistan’da darbe. Nawaz Şerif Gen. Müşerref tarafından görevden uzaklaştırılmıştı. ABD Pakistan’ın Çin’e doğru yönelmesini engelleyememiş, Hindistan’a verilen destek Pakistan’ı Çin’den nükleer silah ve kıtalararası füze yapmak için teknik yardım aramaya itmişti.

Güneybatı Asya’da bölgesel hegemonya yarışında bölge ülkeleri arasındaki anlaşmazlıklar kullanıldı. ABD’nin, kendisine karşı bölgeden uzaklaştırma çabalarını engelleyebilmesi ve eski tahdit politikasını bölgeye doğru genişleterek sürdürebilmesi için, 11 Eylül fırsatını Pakistan’ı da yanına alarak kullanmaya çalışmaktadır.

Bush’un Pekin Politikası

Washington yönetimi, Asya’da ABD’nin askeri ve ticari çıkarları için Çin ile iyi ilişkiler sürdürmenin elzem olduğunu kabul etmektedir. ABD’nin ulusal çıkarlarına uygun fırsat, Pekin’in Moskova ile aralarında sorunların yaşandığı 1969 yılında gelmiş ve Dr. H. Kissinger’in çabasıyla bunun ilk somut adımı 1972’de başkan Nixon’un Pekin ziyaretiyle atılmıştı. Washington’un son yirmi yıldır Çin ve bölge üzerindeki hesapları ise, Çin’i ABD’nin ulusal çıkarlarına uygun olarak dünya ekonomisine entegre etmek ve ABD’yi dışlayabilecek bir bölgesel ticari dayanışmayı engellemek olarak özetlenebilir.

Washington’un Çin’i bölge politikalarının merkezine koymaktan vazgeçmesi beklenemez. ABD-Çin gerginliği, Pekin’in Moskova ile bölgede işbirliğini geliştirmesine ve Rusya üzerinden Alman sermayesinin Asya’da ABD ve Japon sermayesinin hareket alanlarını daraltmasına yol açabilir.

Çin Halk Cumhuriyeti’ni global ticaret sistemine entegre etmenin ulusal çıkarlarına uygun olduğunu açıklayan Washington yönetimi Ekim 1998’deki bir raporunda 1980’den bu yana her ABD başkanının yaptığı gibi Çin ile ticaretin geliştirilmesinin sürdürülmesi gerektiği vurgulanmaktaydı. Bush’un bu geleneği bozarak ABD’nin ulusal çıkarlarına aykırı bir yol izlemesi mümkün değildir. ABD Dışişleri Bakanlığı Doğu Asya ve Pasifik Ofisi’nin Haziran 1997 tarihli raporunda 1.2 milyar nüfusa sahip Çin’in yılda yüzde 8-10 büyüme hızıyla yeni yüzyılda 10 trilyon doları aşacak olan bir ekonomiye sahip olacağı, bunun da ABD malları ve hizmet sektörü için önemli bir tüketici potansiyeli yaratacağı ifade edilmekteydi.

Washington için Pekin’in işbirliği ABD’nin bölgedeki uzun dönem ticari ve güvenlik çıkarları açısından son derece önemlidir. Askeri ve ticari olarak bölgesel bir işbirliğinin dışında kalması ABD’nin hegemonya yarışında geri kalması ve pastadan aldığı payın düşmesini kaçınılmaz kılar. Bush, Dr. Kissinger’in temellerini attığı dış politika önceliklerini göz ardı etmeyecektir.

Asya-Pasifik bölgesinde Çin’in kendi kurallarına göre bir ekonomik gelişme yolu takip etmesi bazı batılı liberal araştırmacıları rahatsız etmektedir. Londra’daki Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nden Dr. G. Segal, zenginleşen Çin’in kurallara uyarak güç kullanmaktan kaçınması şartıyla, batı ile bağımlı bir ilişki içerisinde olmasının batının çıkarına olduğunu ifade etmiştir.

Çin’in enerji kaynakları kömür üzerine yoğunlaşmış, enerjisinin %73’ünü kömürden karşılar duruma gelmiştir. 2010 yılında Çin dünya petrol üretiminin %5-7’sini talep edecektir. Büyüyen ekonomisinin artan enerji ihtiyacını karşılamak için özellikle doğalgaza
yönelmektedir. 2010 yılında Çin’in doğalgaz ve petrol talebinde de artış olacaktır. Bunu karşılamak için özellikle Hazar havzası çevresindeki ülkelerle görüşmelere başlamıştır. Kazakistan ve Türkmenistan devlet başkanları Çin ve Japonya’ya petrol ve doğal gaz satmak konusunda anlaşmış, Nazarbayev ise Çin ile ilişkilerini geliştireceklerini ifade etmiştir. Özellikle Japonya, Orta Doğu petrollerine olan bağımlılığını azaltmak için Çin üzerinden gelecek petrol ve doğal gaz boru hattının yapımına önem vermektedir. Bu hattan Hindistan da yararlanabilecektir. Böyle bir ortamın oluşmaya başlaması Washington yönetimini, özellikle Çin ile ilişkileri geliştirerek gelecekte kendisinin dışlanabileceği olası bir bölgesel ticari bloğun kurulmasının önüne geçmeyi hesaplamaktadır.

Güvensizlikte Güvenlik Arayışı

ABD Savunma Bakanı Donald H. Rumsfeld Şubat 2001’de yapılan Avrupa Güvenlik Politikası Münih Konferansı’ndaki konuşmasında, 'güvenliğin dünyanın bir bölümünü, Avrupa’yı Asya’dan izole ederek sağlanamayacağını' ifade ediyordu. Konuşmasının devamında ‘NATO’yu zayıflatmak Avrupa’yı ve hepimizi zayıflatır’ diyordu.

Washington yönetiminin Ekim 1998 tarihli ‘Yeni Yüzyılda Ulusal Güvenlik Stratejisi’ adlı raporunda stratejik hedefler üç başlık altında toplanmıştı. Bunlar; ABD’nin güvenliğini, ekonomik refahını artırmak ve uluslararası alanda demokrasinin gelişmesini sağlamaktı. Bunların sağlanmasının ABD’nin hayati, önemli ve insani diye sınıflandırdığı çıkarlarına hizmet edeceği düşünülmekteydi. ABD çıkarlarına yönelik tehditler ise; ABD’nin hayati çıkarlarını tehdit edebilecek durumda olan devletler, terör gibi uluslararası tehditler, nükleer-biyolojik silah yapımını sağlayacak teknolojilerin yayılmasıyla oluşabilecek tehditler, diplomatik-teknolojik-askeri-ticari alanlarda yabancı istihbarat çalışmalarının doğurabileceği tehditler ve iç çatışmalar içine sürüklenmiş ülkelerin çevresinde yaratabileceği istikrarsızlık nedeniyle doğabilecek tehditler olarak sınıflandırılmıştı.

Washington’un farklı coğrafi bölgelerde ABD’nin hayati çıkarlarına uygun bir ‘güvenlik’ arayışının bazı merkezi ülkelerin çıkarlarıyla çatışması sonucu, sistemin yeniden inşasında güvensizlik sorunu yaratırken, çevre ülkelerin bu rekabette arada kalarak en fazla zararlı çıkan taraf oldukları da görülmektedir.

Sonuç

Washington yönetimi 11 Eylül sonrası dönemde son on yılda inşa etmekte başarısız olduğu hegemonyası önündeki engelleri kaldırarak uygun bir sistemsel yapılanmanın sağlanması sürecini yeniden başlatmıştır. Avrupa, Asya, Hazar Havzası ve Orta Doğu coğrafyalarında yeniden düzenlemelere gitme zorunluluğu bir maliyeti de kaçınılmaz kılmaktadır. Bu maliyetin geçmişte olduğu gibi bir yöntemle, yine çevre ülkelere yüklenilmesi, sağlanacak istikrarı geçici kılacaktır.

Güvensizlik üzerine kurulan bir uluslararası sistemin bazı merkezi ülkelere yeni imkanlar sağlayacağı açıktır fakat bunun uzun dönemde yine bu ülkelerin güvenliğini tehlikeye atabilecek riskleri de taşıdığı görülmüştür. Yeni uluslararası sistemin inşası için kollar sıvanmış fakat henüz bu süreçte de geçmişte olduğu gibi pay kapma yarışında her şeyin mübah sayıldığı Makyavelist bir yöntemin mi, yoksa uluslararası kurumsallaşmalar aracılığıyla daha adil bir yapılanmanın yolunun mu açılacağı belli değildir. Eğer geçmişin politikaları gözden geçirilerek adil düzenlemeler yapılmazsa, son on yıldır inşasına çalışılan fakat başarılı olunamayan uluslararası sistemde istikrarın sağlanması konusu gelecek on yıllarda da konuşulan bir konu olmaya devam edecektir.

Kaynak: Aydınlanma 1923

Saldırganlığa bahane: Terör
    
NAOMI KLEIN

Terörizm kavramı, dünyanın dört yanındaki yönetimlerin insan hakları ihlallerine karşı savunma sağlayan dokunulmazlık zırhı haline geldi

Endonezya Güvenlik Bakanı Susilo Bambang Yudhoyono, Cakarta'daki Marriott Oteli'ne yapılan saldırının bilançosunu açıklarken, otelden hâlâ dumanlar tütüyordu. Bakan olaydan çıkardığı sonucu şöyle anlatıyordu: "İnsan hakları ihlallerine dair eleştiri getirenler, bombalı saldırının kurbanlarının, bütün insan hakları meselesinden daha önemli olduğunu anlamalılar."

ABD Başkanı Bush'un sözüm ona teröre karşı savaşının ardındaki felsefeyi yukarıdaki cümleden daha iyi özetleyen bir şey bulmak zor. Terörizm sadece binaları havaya uçurmaz; siyasi haritada yer alan tüm unsurları yerle bir eder. Terörizm mefhumu (ister gerçek olsun, ister abartılmış) dünyanın dört bir köşesindeki yönetimlerin insan hakları ihlallerinden paçayı kurtarmalarını sağlayan bir dokunulmazlık zırhı haline geldi.

İmparatorluk Tezi

Birçokları, teröre karşı savaşın, Roma veya Britanya benzeri klasik imparatorluk kurmak isteyen ABD'nin bu uğurda öne sürdüğü ipe sapa gelmez bir gerekçe olduğu kanısındaydı. Ancak başlatılan Haçlı Seferi'nin üzerinden iki yıl geçmişken bunun yanlış olduğu görüldü:

Bush, bırakın bir düzine ülkeyi, tek bir tanesini bile başarıyla işgal edecek kabiliyete sahip değil. Ne var ki Bush ve çetesindekiler, para kazanmayı bilen ve iyi anlaşmalar yapan kabiliyetli piyasa adamları olduklarını fazlasıyla kanıtladılar. Bush'un teröre karşı savaşla yarattığı 'doktrin', dünya egemenliğinden ziyade, muhalefeti bastırmaya ve gücünü genişletmeye çalışan bir mini-imparatorluğun en kestirme aracı konumunda.

Teröre karşı savaş asla geleneksel anlamda bir savaş olmadı. O daha ziyade bir tür marka, piyasada 'çok amaçlı muhalefet temizleyicisi' arayan bütün hükümetler için kolayca pazarlanabilen bir fikir. Teröre karşı savaşın, kendi ülkelerinde terörist taktikler uygulayan Hamas veya Kolombiya Silahlı Devrimci Güçleri (FARC) gibi silahlı gruplara karşı kullanıldığını çoktandır biliyoruz. Fakat bu söz konusu savaşın temel uygulamalarından sadece biri. Teröre karşı savaş bütün kurtuluş veya muhalefet hareketlerine karşı kullanılabilir. İstenmeyen göçmenlere, sinir bozucu insan hakları savunucularına ve ele avuca gelmeyen araştırmacı gazetecilere de pekâlâ rahatça uygulanabilir.

Şaron'dan Aznar'a

Bush'un sunduğu malın üzerine atlayan ilk isim, İsrail Başbakanı Şaron oldu. Washington 'ayrık otlarını kökünden söküp atmaktan, altyapılarını göçertmekten' dem vururken, Şaron işgal altındaki topraklara, zeytin ağaçlarını deviren buldozerler, sivillerin evlerini dümdüz eden tanklar göndermekte hiç gecikmiyordu. Hedef alınanlar arasına, saldırılara tanıklık eden insan hakları gözlemcilerinin, yardım çalışanlarının ve gazetecilerin katılması için fazla zaman geçmesi gerekmedi.

Teröre karşı savaşın tezgâhına kısa süre sonra İspanya Başbakanı Jose Maria Aznar da yanaştı; Bask gerilla hareketi ETA'ya topyekûn savaş açtı, halbuki hareketin dayandığı tabanın büyük bölümü tamamen barışçı bir tutum içindeydi.

Aznar, Bask özerk yönetimi ile görüşmesi yönündeki çağrılara direndi ve siyasi partilerden Batasuna'yı kapattı. (New York Times'ın da dikkat çektiği gibi, 'Batasuna ile terör eylemleri arasında hiçbir doğrudan ilişki bulunamamıştı.') Bask insan hakları gruplarının, dergilerin ve Bask dilinde yayın yapan gazetenin kapısına kilit vurdu. Bush'un pazarladığı savaşın gerçek mesajı şu gibi görünüyor: Siyasi karşıtlarını yok etmek varken, niye pazarlığa oturayım ki?

Gürcistan, Endonezya

Oyunun kurallarını benimseyenler arasında Gürcistan lideri Şevardnadze de yerini aldı. Geçen ekimde, beş Çeçen'i yasal süreçleri işletmeksizin Rusya'ya teslim ederken şunları söylüyordu: "Teröre karşı savaşın önemi göz önüne alındığında, insan haklarına dair uluslararası taahhütler nispeten bir kenara bırakılabilir."

Endonezya Devlet Başkanı Megawati Sukarnoputri de aynı nakaratı diline doluyordu. Endonezya'nın kadın başkanı, ayyuka çıkan yolsuzlukları temizlemek, ordu baskısını ortadan kaldırmak ve iç çatışmaların pençesindeki ülkeye barış getirmek vaatleriyle iktidar koltuğuna oturmuştu. Marifeti ise, Özgür Aceh Hareketi'yle görüşmelere son vermek ve petrol zengini bu bölgeyi, 1975'teki Doğu Timor saldırısından beri en büyük askeri harekâtı düzenleyerek işgal etmek oldu.

Endonezya hükümeti, yoğun uluslararası tepkiler sonucu Doğu Timor'dan daha yeni çekilmek zorunda kalmışken, böyle bir işgale nasıl olup da cesaret edebildi? Cevap son derece basit: 11 Eylül'ün ardından Cakarta hükümeti Aceh ulusal kurtuluş hareketine 'terörist' damgasını vuruverdi -yani artık insan haklarına kafayı takmanın gereği kalmamıştı. Megawati'nin danışmanlarından Mallarangeng de, işgali '11 Eylül'ün bir nimeti' olarak tanımlamaktan çekinmedi.

Filipinler Devlet Başkanı Gloria Arroyo da bu nimetten gayet memnun görünüyor. Terörle savaşın bir parçası mahiyetinde güney bölgesi Moro'daki ayrılıkçı İslamcıları gözüne kestirmekte gecikmeyen Arroyo (Şaron, Aznar ve Megawati gibi) barış görüşmelerini terk etti ve 90 bin insanı yerinden yurdundan eden acımasız bir iç savaş başlattı.

Fakat Arroyo bu kadarla da yetinmedi. Geçen ağustosta askeri bir akademinin öğrencilerine yaptığı konuşmada, teröristlerle ve silahlı ayrılıkçılarla savaşın 'iş sağlayan fabrikaları terörize edenleri' de kapsayacağından dem vurdu- sendikalara verilmiş açık bir gözdağıydı bu. Filipinler'deki serbest ticaret bölgelerinde çalışan işçi grupları da, sendikacıların giderek artan tehditlere maruz kaldığını ve grevlerin polisin aşırı sert tutumuyla kırıldığını belirtiyor.

Kolombiya

Kolombiya'da hükümetin solcu gerillalara karşı savaşı on yıllardır, sol görüşlere sahip herkesin katledilebilmesinin kılıfı olarak kullanıldı; birçok sendika aktivisti veya yerli çiftçi cinayete kurban gitti.
Fakat Devlet Başkanı Alvaro Uribe'nin, terörle savaş vaadiyle göreve geldiği 2002 Ağustosu'ndan beri işler daha da vahim bir hal kazandı. Geçen yıl 150 sendikacı öldürüldü. Şaron gibi Uribe de tanıklardan kurtulmak için elini çabuk tuttu; yabancı gözlemcileri sınır dışı ederken, insan haklarını önemsiz bulduğunu belirten konuşmalar yaptı. Bunlardan birisinde, Ancak terörist örgütler dağıtıldıktan sonra insan haklarına tam olarak saygı gösterebiliriz' diyordu. Terörle mücadele, bazen de yeni bir savaş başlatmaktan ziyade, mevcut bir savaşı sürdürme bahanesi olarak kullanılıyor. Meksika Devlet Başkanı Vicente Fox, 2000 yılında Zapatistalarla çatışmayı '15 dakikada' sona erdirme ve orduyla polisin yoğun insan hakları ihlallerinin hesabını sorma vaatleriyle iktidara geldi. 11 Eylül sonrasında Fox her iki vaadini de unutmuş görünüyor. Hükümet Zapatistalarla barış sürecini yeniden canlandırmak için hiçbir şey yapmadı ve Fox geçen hafta insan haklarından sorumlu bakanlığı kapattı.
'
Hedef: Başkaldırı

11 Eylül'ün biçimlendirdiği bir dönemden geçiyoruz: Dizginsiz savaş ve baskı sadece tek bir imparatorluğun marifeti değil, küresel müşterileri çok. Endonezya, İsrail, İspanya, Kolombiya, Filipinler ve Çin'de iktidarlar Bush öldürücü teröre karşı savaşının üzerine balıklama atladılar; şimdi onu muhaliflerini temizleyip, iktidarlarını sağlamlaştırmak için kullanıyorlar.

Geçen hafta haberlerde bir başka savaş boy gösterdi. Arjantin'de senato, 1976-83 yıllarındaki diktatörlüğün işlediği sadistçe suçlara yönelik dokunulmazlık tanıyan iki yasayı kaldırma kararı aldı. Bu kararın hemen ardından o dönemin generalleri kendilerinin 'teröre karşı savaş' verdiklerini söylediler ve iktidara el koymalarının gerekçesi olarak o dönemdeki adam kaçırmaları ve sol grupların şiddet eylemlerini gösterdiler. Fakat 'kaybedilen' 30 bin insandan büyük çoğunluğu terörist falan değildi; onlar sendika lideriydi, sanatçıydı, öğretmendi, doktordu. Aynı teröre karşı savaşların hepsinde olduğu, hedef terörizm değildi; o, başkaldırmaya cesaret eden insanlara karşı verilen asıl savaşın bahanesiydi.

(NAOMI KLEIN: Alternatif küreselleşme yanlısı hareketlerin en önemli isimlerinden biri. 'No Logo' adlı kitabı, küresel anti kapitalist muhalefetin simgelerinden biri haline gelmiştir, 28 Ağustos 2003)

Kaynak: http://www.radikal.com.tr/veriler/2003/08/30/haber_86961.php

11 Eylül: Eski Oyun, Yeni Kurallar

 

 

 

10 Eylül 2003

     

 

 

 

11 Eylül 2001 sabahı "kapitalizmin beynine sıkılan kurşun" ile tüm dünyayı derin bir psikoza ve güvenlik endişesine sürükleyen "terör" olgusu daha şimdiden 21. yy'a damgasını vurmaya başlamış gibi gözükmektedir. Bu yeni yüz yıl geride bıraktığımız yüzyılla karşılaştırıldığında "savaş"ın anlamında derin bir değişim ve dönüşüm göze çarpmaktadır. Söz konusu bu değişim ve dönüşüm; "savaş"ın bütün vahşet ve yok ediciliğinin ince ayarlı ve sözde bir estetikle perdelendiği "bilinmeyenlerin" topyekün bileşiminden meydana gelen "terör" ile ifade edilmektedir. Kavramsal olarak ele aldığımızda ise "terör"; Machiavelli'nin amaca giden yolda her türlü aracı mübah kılan zihniyetinin hakim olduğu klasik realizm'in, ütopik bir zeminde "postmodernizm" ile sentezlendiği bir olgudur.

20. yy. "balance of power"ı (güç dengesi) ayarlamak, bu gücü kontrol etmek adına dünyayı bölüp, parçalayıp, yönetmek için yapılan savaşların asrı olarak tarihe geçmiştir. 21. yy. ise vahşetin, isyanın, etnik temizliklerin, intiharların ve intikamların şekillendirdiği ve şekillendireceği "terörizm"in asrı olacaktır. Bu yeni dönemde klasik yakın savaş silahları, konvansiyonel silahlar, tanklar yerlerini biyolojik ve kimyasal silahlara, virüslere, siber teröre, bilinç kontrollerine kadar uzanabilecek post-uzay çağının yeni savaş oyuncaklarına bırakacaktır. Bu yeni nesil oyuncaklarla oynanacak kuralsız oyunun adı ise hiç şüphe yok ki "terör"  olacaktır.

Özünde çatışma ve güvenlik endişesi bulunan uluslararası ilişkiler perspektifinden bakıldığında ise aslında her daim var olan ancak 11 Eylül ile rüştünü ispat edip dalga dalga tüm dünyaya yayılan "terör"ün; halihazırda şizofrenik bir yapıda olan "modern dünya"yı neyin ne olduğunun belli olmadığı postmodern bir süreçte, komplo teorileri ile beslenen paranoyalara sürüklediğini görmekteyiz. Bu yeni sistemde parçalanmışlık, belirsizlik, herşeye kuşku ile bakma ve korku hakim olmaya başlamıştır. Bu durum dünya üzerinde sonuçları öngörülemeyecek kadar belirsiz ve bir o kadar göreli olan "agresiflik"i ortaya çıkarmış; bu şiddet katsayısı yüksek dönem ABD Başkanı George W. Bush tarafından ortaya atılan ve "bir hegemonun kurallar manzumesi"ni anımsatan bir üslupla; "postmodern haçlı zihniyeti" çerçevesinde kaleme alınmış "Bush Doktrini" ile kavramsallaştırılmıştır. Klasik Amerikan pragmatizminin bir dışavurumu olan "Bush Doktrini"; Hitler'in "Lebensraum (Hayat Sahası)" felsefesini hatırlatan ve mantık ötesi bir kurgu ile "Amerikan Dynasty"sının bir sahnesi olarak algılanan, örtülü bir açıklıkla Amerika'nın Dünyanın Efendisi olduğunun de facto olarak ilanıdır.

Afganistan ve ardından Irak müdahaleleri ile "küresel terör"e karşı başlattığı savaşı tüm dünyaya rağmen ilan eden ABD, meşruiyeti bulunmayan bu işgallerini "pre-emptive/preventive strike" yani "önleyici vuruş" olarak nitelendirmiş ve Amerikan halkının güvenliği için "rouge states" (serseri devletler) ilan ettiği ülkelere karşı bir "ehlileştirme" hareketine girişmiştir. Afganistan-Irak-Suriye-İran olarak formüle edilen bu "anti-demokratik" ülkelere "demokrasi ve özgürlük"ü bahşedip; "modern" ve "medeni" bir düzen oluşturma amacında olduklarını iddia eden ABD; bu politikasını 11 Eylül ile temellendirip "terörizme karşı savaş" olarak meşrulaştırma çabasındadır. Başka bir deyişle dünyaya hakim olan küresel bir paradigma olarak adlandırılan Pax-Amerikana'nın serseri devletlerin despotik rejimlerine "sözde" yaşam alanı bırakmama politikası olarak da ifade edebileceğimiz bu durum eski oyunun yeni kurallarla oynanmasından başka birşey değildir. Ortadoğu'yu ve daha uzun vadede tüm dünyayı şekillendirecek en azından dengeleri değiştirecek olan bu süreçte çatışma eşiğinde destabilize bir şekilde dünyayı kontrol etmek isteyen ABD; 11 Eylül'ü bu doğrultuda bir manivela aracı olarak kullanmaktadır.

Amerika'nın dünya hakimiyeti projesine zemin hazırlayan yeni yüzyılın, yeni savaş stratejisi olan "terör" her ne kadar ABD'nin emperyal ihtiraslarına bir çıkış noktası oluşturuyor olsa da, başta ABD'nin kendisi  olmak üzere tüm dünyayı tehdit eden ana unsur olarak karşımıza çıkmaktadır.Tarihsel süreç içerisinde kendi içinde bir dönüşüm geçirerek günümüze gelen "terör" aslında sistemin kendi içerisinde ürettiği bir bumerangtır. Psikolojik, ekonomik, etnik, sosyolojik ve ideolojik bir çok temeli olan "terör" öç alma güdüsünün şiddetli bir dışa vurumu olabileceği gibi ötekileştirme temelinde üretilen bir olgu da olabilir. Sebebi ne olursa olsun hedefe güdülenmiş terörist bilincin fanatik işleyişinin intikam ile pekişmesi sonucunu doğurmakta olan ve hali hazırda mevcut olan "şiddet"i körükleyen "terör" modern insanın en büyük kabusu haline gelmiştir. Sonuç olarak 11 Eylül ve sonrasında anlaşılmıştır ki; yaşamakta olduğumuz yüzyıl klişeleşmiş "ilan" edilen savaşların değil; ne zaman, nasıl ve nereden vuracağı belli olmayan; tahrip gücü çok daha derin olan "örtülü" ve "psikolojik" savaşların yani "terörizmin" yüzyılı olacaktır.

 

 

 

 

 

Amerika Birleşik Devletleri Başkanı George W. Bush

"11 Eylül'de özgürlük düşmanları ülkemize karşı savaş nedeni sayılacak bir olay gerçekleştirdiler. Amerikalılar savaşı bilirler fakat 136 yıldan beri yabancı topraklarda savaşmışlardır. Buna tek istisna 1941'deki Pazar günüdür. Amerikalılar savaşların neden olduğu kayıpları bilirler ama büyük bir şehrin ortasında, huzurlu bir sabahta değil. Amerikalılar sürpriz saldırıları birliler ama binlerce sivile yapılanı değil. Bütün bunlar bir günde oldu ve gece olduğunda dünya farklıydı ki bu dünyada özgürlüğün kendisi saldırıya uğramıştı…

Bu yalnız Amerika'nın savaşı değildir. Tehlikede olan sadece Amerika'nın özgürlüğü değildir. Bu dünyanın savaşıdır. Bu medeniyetin savaşıdır. Bu savaş ilerleme ve plüralizme, hoşgörü ve özgürlüğe inananların savaşıdır.

Bütün milletleri bize katılmaya davet ediyoruz. Talep edeceğiz ve polis güçlerinin, istihbarat teşkilatlarının ve bankacılık sistemlerinden gelecek bilgiye ihtiyacımız var. Birleşik Devletler şimdiden tepkilerini göstermiş olan birçok devlete ve uluslar arası kuruluşa müteşekkirdir. Latin Amerika'dan Asya'ya, Afrika'ya, Avrupa'ya ve İslam Dünyasına kadar bir çok ülke.. Belki de NATO'nun açıklaması dünyanın olaya bakış açısını tam olarak anlatmaktadır: Birimize yapılan saldırı hepimize yapılmış demektir.

Çağdaş dünya Amerika'nın etrafında toplanmıştır. Şunu anladılar ki eğer terör cezalandırılmazsa, kendi şehirleri, kendi vatandaşları sıradaki hedef olabilir. Cezalandırılmamış terör sadece binaları yıkmaz, meşru hükümetlerin de istikrarını tehdit eder. Biz buna izin vermeyeceğiz.

Yöntem daha belli değildir ama sonuç kesindir. Özgürlük ve korku, adalet ve şiddet her zaman savaşmıştır ve şunu biliyoruz ki Tanrı bunların arasında tarafsız değildir."

Kaynak:ABD Dışişleri Bakanlığı Elektronik Dergisi , Cilt 6, Sayı 3, Kasım 2001, ÖNSÖZ

 

 

Mossad ve 11 Eylül

 

 

 

06 Kasım 2003

     

 

 

 

Dünyayı fethetmeye çıkan Amerikan devini harekete geçiren 11 Eylül İkiz Kuleler saldırısı bilinçli bir şekilde medya gündeminden düşürüldü ama tam tersine bu tarihi olayın yıllarca konuşulması ve iyice araştırılması gerekmektedir çünkü bu saldırının perde arkasındaki bağlantılar en heyecanlı casus romanlarını ve filmleri bile geride bırakacak kadar karmaşık ve her geçen gün yeni bir gerçek su yüzüne çıkıyor.

Saldının olduğu 11 Eylül günü orada olabilseydiniz çok garip bir sahneyle karşılaşacaktınız. Manhattanda korku ve alevler hüküm sürer ve insanlar korku içinde titreşirken New Jerseyde Hudson nehrinin üstünde duran 5 kişi sevinçle dans ediyorlardı. Dünya ticaret merkezi alevler içinde yanarken ve parçalara bölünürken bu 5 kişi hayatlarının en büyük sevincini yaşıyorlar ve bir yandanda durdukları yerden bu korkunç olayı kameraya kaydediyorlardı.

 

Kimdi bunlar dersiniz? Iraklılarmı? Suudilermi? Filistinlilermi yoksa El Kaide militanlarımı?
Bütün bu tahminlerin hepside yanlış. Bu sevinçten danseden kişiler Amerikanın candostu İsrailin vatandaşlarıydı ve en az iki tanesi İsrail İstihbaratı
Mossad ajanıydı.

 

Peki bunu nerden biliyorum çünkü bu kişiler sevinçli danslarından az sonra Amerikan güvenlik güçleri tarafından tutuklandılarda oradan biliyorum. Bu konunun ayrıntılarına girmeden hemen şu gerçeği buraya not düşmek isterim. Bu Mossad ajanlarının uçaklar tam İkiz kulelere vuracağı yer ve saatde ellerinde kamerayla orada olmaları tek bir gerçeği rededilmez bir şekilde gösterir oda Mossadın El Kaide militanlarını ortadoğudan Avrupaya oradanda Amerikaya kadar süren uzun yolculuklarında adım adım izlediği gerçeğidir. Peki neden can dostları Amerikaya bunu haber vermemişlerdir? çünkü amaçları başından beri Amerikan kanını İsrailin ortadoğudaki savaşına feda etmekti.

 

İsrailin 11 Eylül saldırılarına ne kadar sevindiği zaten çoktan tarih kayıtlarına geçmiştir. New York ve Washingtona düşen uçaklardan hemen sonra eski İsrail başbakanı Benjamin Netenyahuya Amerikalı gazeteciler bu saldırıların ABD-İsrail ilişkilerini nasıl etkileyeceğini sordular cevap şuydu "Çok iyi" daha sonra kendine gelen Netenyahu cevabını düzeltmeye çalışarak "Tabii,İyi değil aslında sadece bu olayın tek iyi tarafı artık Amerikalılar İsraili daha iyi anlayacaklar" dedi

 

Netenyahunun dilinin sürçmesine sebep olacak kadar sevinmesi boşuna değildi tabi. 2001 yılından beri Filistin intifadasında her gün yeni bir saldırıya maruz kalan İsrail bu olayın Amerikan kamuoyunu onların tarafına dahada iteceğinin farkındaydı.

 

Şimdi gelelim bu sevinçli İsrail ajanlarının nasıl yakalandığının hikayesine. Saldırının hemen ardından evi ikiz kuleleri gören bir manzaraya sahip Maria adındaki kadın (soyadı hala gizli tutuluyor) komuşusunun telefonu üzerine dürbünü ile korkunç manzarayı şok içinde seyretmeye başladı.  Yanan kulelerin alevler içinde yavaş yavaş yokolmasını göz yaşları ile seyreden Marianın dikkatini garip bir görüntü çekti. Evinin park yerine park etmiş Beyaz bir minibüsün tavanına çıkmış bir grup insan dizlerinin üstünde dehşetli manzarayı seyrediyorlardı. O anın şartlarına göre bu garip bir şey değildi aslında çünkü herkes pencereleri ve araçlarından yanan kuleleri izliyorlardı. Marianın dikkatini çeken şey bu insanların ellerindeki kameralarla çekim yaparken son derece neşeli hareketler sergilemeleriydi ve hiçde üzülmüşe benzemiyorlardı.

 

Maria bu kişilerin şüpheli tavırlarından şüphelenmekte gecikmedi ve Minibüsün plakasını küçük not defterine aceleyle karaladı ve ardından hiç düşünmeden polisi
aradı. Maria o an verdiği bu kararın ne kadar önemli olduğunu daha sonra anlayacaktı. İhbarı alan polis hemen FBI'ya haber verdi ve bir kaç dakika içinde şüpheli kişilerin bulunduğu beyaz bir minibüsün plakası bütün eyaletteki güvenlik güçlerine bildirildi. Polis bilgisayarları plakanın bir Ev taşıma şirketine ait olduğunu tespit ettiler.

 

11 eylül günü saat 16.00 da minibüs New jerseyin Giants stadyumunda görüldü. İhbar üzerine yakınlardaki bir polis devriyesi minibüsü hemen kenara çekti ve durdurdu. Silahlarını çeken polisler minibüsün içinde 20li yaşlarında 5 kişi ele geçirdi. Bu kişiler hemen arabadan çıkartıldı ve kafalarına dayanmış polis silahları eşliğinde kelepçelendiler. Arabanın içinde nakit 4700 dolar,bir kaç yabancı pasaport ve 11 Eylülde düşürülen uçakları kaçıran militanların kullandığına benzer bir çift maket bıçağı
buldular. Bütün bunların yanında polaroid makineyle yeni çekilmiş bazı fotoğraflarda bulundu. Bu fotoğraflarda yanan ikiz kulelerin arka planda olduğu sahnelerde poz vermiş bazı kişilerin resimleri vardı. Bu kişilerden bazılar pop konserlerindeki seyirciler gibi çakmaklarını yakarak havaya tutmuşlardı.

 

Bu sırada elleri arkadan kelepçelenen minbüs sürücüsü "Biz İsrail vatandaşıyız. Biz sizin probleminiz değiliz" diye bağırıyordu. Sürücünün ismi Sivan Kurzbergdi. Diğer dört kişi Kurzbergin kardeşi Paul,Yaron Shmuel,Oded Ellner ve Ömer Marmari isimli kişilerdi. Polis adamların bağırıp çağırmalarına bakmadan onları sürükleye sürükleye devriye
arabalarına bindirdi ve hemen nezarete tıktı. Tutuklular daha sonra FBI özel Kontrespiyonaj birimine teslim edildiler.

 

Minibüsün plakasının kayıtlı olduğu taşımacılık şirketi hakkında arama iznide çoktan çıkmıştı. Şirketin New Jersey Weehawkendaki bürolarında yapılan aramalarda  pek çok dosya ve bilgisayara incelenmek üzere el konuldu. Şirketin sahibide tesadüfe bakınki Otto Suter adında bir İsrail vatandaşıydı. İlk sorgusu yapıldıktan sonra serbest bırakılan Suter tekrar sorgulanmak için çağrıldığında çoktan kaçmıştı. Şirketin bir çalışanı saldırılar sırasında kendisi hüngür hüngür ağlarken diğer bazı çalışanların sevinçten şakalar yaptıkları ve "artık Amerikada biliyor" gibi laflar ettiklerini anlattı.

 

Yakalanan kişilerin isimleri FBI'ın bilgisayarlarına girilince çok şaşırtıcı bir şey oldu ve bazılarının isimleri istihbarat ajanı olarak bilgisayar tarafından işaretlendi bunun üzerine soruşturmayı yürüten birim kırmızı alarm moduna geçti. Amerikan istihbaratçıları yaptıkları araştırmalarla minibüsün sahibi görünen şirketin Mossad tarafından Amerikada faaliyet göstermek için kurulan paravan bir şirket olduğu sonucuna vardılar.

 

Şirketin sahibinin yok olmasından sonra şirket binasını araştıran FBI ajanları binanın acele ile boşaltıldığını gördüler. Cep telefonları kırılıp çöpe atılmış,ofis telefonları ve pek çok iş evrakı olduğu gibi masaların üzerinde bırakılmıştı.taşımak için aldıkları ev eşyaları bile depolarda öylece terkedilmişti. Şirket sahibinin evide aynı şekilde tertemizdi ve ailesiyle birlikte acilen İsraile uçtukları saptandı.

 

Bu arada tutuklanan İsrailli beş kafadar hala hapisteydi ve göçmen yasalarına aykırı davrandıları bahanesi ile tutulabiliyorlardı. Çıkarıldıkları mahkeme daha fazla tutulamayacakları görüşüyle tahliyelerine karar verdi fakat tam bu sırada CIA devreye girdi ve iki ay daha hapiste kalmaları sağlandı. Bu dönemde bu kişiler ayrıntılı olarak sorgulandı ve yedi defa yalan makinesine sokuldular ve sonuçta Kasım 2001de serbest bırakılıp sınırdışı edildiler. Tutuklulardan Paul Kurzberg yalan makinesine girmeyi sonuna kadar red etti fakat en sonunda girmek zorunda kaldı ve testi geçemedi fakat yapacak bir şey yoktu ve serbest bırakıldı. İsraillilerin avukatı kendiside bir yahudi olan Ram Horvitz bütün suçlamaları "aptalca suçlamalar" olarak adlandırmaktan usanmadı ve en sonunda müvekkilerini kurtarmayı başardı.

 

Bütün bunlara rağmen Amerikan istihbaratçıları bu tiyatroya tabiiki kanmamışlardı. Bu kişilerin Amerikada görev yapan Mossad ajanları olduğunu çok iyi biliyorlardı.Tutuklanan İsrailliler son derece komik savunmalar yapmışlardı. Buna göre işyerinde otururlarken saldırıları internetden öğrenmişler,hemen pencereye koşmuşlar fakat iyi göremeyince yakınlardaki park alanına gitmişler. Kendilerine neden bu kadar sevinçli oldukları sorulunca buna cevap veremeyen sanıkların avukatları devreye girmiş ve bu daveranışlarının gençliklerine verilmesi gerektiğini söylemiş. Tabii bu kadar aptalca bir savunmada profesyonel istihbaratçıları sadece güldürür.

 

Bu beş kafadar zafer kazanmış komutanlar edasıyla ülkelerine döndükten sonra çok popüler oldu. Bu kahramanlar İsrailde bir televizyon talk showunda olayı kahkahalarla anlattıktan sonra sonuç olarak şunu söylediler. "Biz terörü günlük olarak yaşayan bir ülkeden geliyorduk ve Amerikada bulunmaktaki tek amacımız bu tarihi olayı filme ekmekti" Bu arkadaşların söylemeyi unuttukları şey ise Nerede ve ne zaman olacağını bilmedikleri bir olayı filme çekmeyi Amerikaya giderken nasıl düşünebildikleriydi.
Yoksa biliyorlarmıydı?

 

Aslında bu olay Mossadın Amerikadaki ilk vukuatı değil. Parolası "Aldatma Yoluyla kazanacaksın" Tevrat ayeti olan Mossad Amerikada yıllardan beri faaliyet göstermekte.
11 Eylülden bugüne yapılan soruşturmalarda değişik zamanlarda 60 israil vatandaşı göz altına alındı ve hepside gizlice serbest bırakıldı.
11 Eylülden bir kaç ay önce Mossadın Amerikadaki faaliyetleri artık Amerikan istihbaratını iyice rahatsız edecek kadar artmıştı. "Sanat Öğrencisi" kimliği altında Amerikaya giren onlarca mossad ajanı pek çok yerde faaliyet gösteriyordu.  FBI bu kişilerin faaliyetleri hakkında defalarca kamu kurumlarına uyarı notları gönderdi.Bu "öğrencilerin" yapılan kimlik araştırmasında hepsinin israil ordusunda askerlik yaptığı öğrenildi. Her İsrail vatandaşının zorunlu askerlik yaptığı bir ülkeden gelen kişiler için belki bu normaldi ama nedense bu "öğrencilerin" hepside askerliklerini istihbarat ve muhabere birimlerinde yapmıştı. Amerikaya giren bu "öğrenciler" dört beş kişilik gruplar halinde evler tutuyorlar ve neredeyse bir hücre örgütlenmesi içinde yaşıyorlardı. 11 Eylülden sonra Fransız istihbaratının CIAye verdiği bilgiye göre saldırıyı düzenleyen Arap militanların Amerikada kaldıkları evlere nedense hep bu "öğrencilerin" evlerinin pek yakınına düşüyordu hatta bazıları neredeyse komşuydular.Örnek olarak saldırıyı
düzenleyen militanlardan Muahmmed Atta ve El şeyhinin Floridada kaldığı apartman dairesinin hemen yanındaki apartman dairesinde Mossadlı "öğrenciler" kalıyordu.

 

Bu arada okuyucunun kafasında şöyle bir soru belirebilir peki Mossadın Amerika içinde böyle rahat faaliyet gösterebilmesine Amerika nasıl izin veriyor. Bu sorunun cevabı çok derin ve karmaşıktır fakat en basit nedenlerinden biri Amerika,İngiltere ve İsrail gizli servisleri arasında bir centilmenlik anlaşması bulunur. Buna göre bu servislerin ajanları birbirlerinin ülkesinde suç üstü olsa bile tutuklanmaz ve genelde hep aynı mazeretle ülke dışına atılırlar. Vize sürelerinin dolması.

 

Sonuç olarak şurası kesinki İsrail 11 Eylül saldırısını en azından biliyordu ve militanlarıda  devamlı takip ediyordu ama nedense Amerikayı hiç bir zaman uyarmadı. Sebebi bunu Amerikan hükümetininde biliyor olması olabilir çünkü Bush yönetimine bir Pearl Harbor baskını acil bir şekilde lazımdı o zamanlar.11 Eylül sonrasına baktığımızda bu ihtimalin oldukça kuvvetli bir olasılık olduğu gözüküyor.

 

 

 

 

 

 

 

11 EYLÜL : TERÖR KRONOLOJİSİ

12 Eylül, 2001

8:45 (saatler NY saat dilimindedir) : Boston Massachusetts'den kalkan ve kaçırılmış olan 11 sefer sayılı Amerikan Havayolları uçağı Dünya Ticaret Merkezi'nin kuzey kulesine çarparak binada büyük bir delik açtı ve binada yangın çıktı.

9:03 : Kaçırılmış olan 2. uçak Boston'dan gelen ve 175 sefer sayılı Amerikan Hava yolları uçağıydı ve Dünya Ticaret Merkezinin güney kulesine çarptı ve patladı. Her iki binada yanıyordu.

9:17 : Federal Havacılık İdaresi New York'taki bütün havaalanlarını kapattı.

9:21 : New York ve New Jersey alan yönetimi New York bölgesindeki tüm köprü ve tünellerin kapatılması emrini verdi.

9:30: Başkan Bush , Florida Sarasota 'da, ülkenin "Açıkça terörist saldırıya" uğradığını söyledi.

9:40 : Federal Havacılık İdaresi Amerikan havaalanlarındaki tüm uçuş işlemlerini durdurdu. A.B.D. tarihinde ilk defa hava trafiği ülke çapında durduruldu.

9:43 : Amerikan Havayollarının 77 sefer sayılı uçuşu Pentagon'a düştü, büyük bir duman bulutu havayı kapladı. Tahliyeler hızlandırıldı.

9:45 : Beyaz saray boşaltıldı.

9:57 : Bush Florida'dan ayrıldı.

10:05 : Dünya Ticaret Merkezinin kuzey kulesi çöktü, ve çevresindeki sokaklara aniden yıkıldı.Büyük bir toz bulutu ve enkaz oluştu ve yavaşça binadan etrafa sürüklenmeye başladı.

10:08 : Otomatik tüfeklerle silahlanmış gizli servis ajanları Beyaz Sarayın karşısındaki Lafayette Park'da mevzilendi.

10:10 : Pentagon'un bir bölümü çöktü.

10:10 : Kaçırılmış olan 93 sefer sayılı Amerikan Havayolları uçuşu, Pittsburgh'un kuzeydoğusundaki Pennsylvania-Somerset iline düştü.

10:13 : Merkez binadan 4,700 kişi, UNİCEF ve BM kalkınma programlarından toplamda 7,000 kişi olmak üzere Birleşmiş Milletler binası boşaltıldı.

10:22 : Washington'da Adalet ve Dışişleri Bakanlığı, Dünya Bankası ile birlikte boşaltıldı.

10:24 : Federal Havacılık İdaresi ABD'ye Atlantik üzerinden gelen tüm uçuşların Kanada'ya çevrildiğini açıkladı.

10:28 : Dünya Ticaret Merkezi'nin kuzey kulesi, kabuğu soyulurmuşçasına, çok büyük bir enkaz ve duman bulutu bırakarak yukarıdan başlayarak çöktü.

10:45 : Washington'daki tüm federal işyerleri boşaltıldı.

10.46 : ABD Dışişleri sekreteri Colin Powell Latin Amerika'ya olan gezisini yarıda kesti ve Amerika'ya geri döndü.

10.48 : Polis Pennsylvania'daki uçak kazasını doğruladı.

10:53 : Salı günü yapılacak olan New York önseçimleri ertelendi.

10:54 : İsrail tüm diplomatik görevlileri tahliye etti.

10:57 : New York Valisi George Pataki tüm devlet dairelerinin kapatıldığını açıkladı.

11:02 : New York Belediye Başkanı Rudolph Giuliani New Yorklulara evlerinde kalmalarını söyledi ve Kanal Sokağının kuzeyinde kalan alan için boşaltma emri verdi.

11:16 : CNN, Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezlerinin acil yardım takımlarının tedbir olarak hazırlandığını açıkladı.

11:18 : Amerikan Havayolları iki uçağını kaybettiğini açıkladı. İçinde 81 yolcu ve 11 mürettebat ile Boston'dan Los Angeles'a uçan, 11 sefer sayılı bir Boeing 767 ve 58 yolcu ve 6 mürettebat ile Washington Dulles Uluslararası Havaalanından Los Angeles'a uçan, 77 sefer sayılı bir Boeing 757. 11 sefer sayılı uçak Dünya Ticaret Merkezinin kuzey kulesine çarptı. 77 sefer sayılı uçak ise Pentagon'a çarptı.

11:26 : Amerikan Hava Yolları Newark, New Jersey'den San Francisco, California'ya giden 93 sefer sayılı uçuşun Pennsylvania'da düştüğünü açıkladı. Havayolları aynı zamanda 175 sefer sayılı uçuş içinde endişeli olduklarını söyledi.

11:59 : Amerikan Havayolları Boston'dan Los Angeles'e giden 175 sefer sayılı uçağın içindeki 56 yolcu ve 9 mürettebat ile düştüğünü açıkladı. Uçak Dünya Ticaret Merkezinin güney kulesine çarpmıştı.

12:04 : Düşen uçaklardan üçünün varış noktası olan Los Angeles Uluslararası Havaalanı boşaltıldı.

12:15 : San Francisco Uluslararası Havaalanı boşaltıldı ve kapatıldı. Havaalanı, Pensilvanya'ya düşen 93 sefer sayılı Amerikan Havayolları uçuşunun varış noktasıydı.

12:15 : Göçmenlik ve Vatandaşlık Bürosu, Kanada ve Meksika sınırlarının en yüksek alarm seviyesinde olduğunu ancak sınırların kapatılması ile ilgili bir karar alınmadığını söyledi.

12:30 : Federal Havacılık İdaresi A.B.D. hava sahasında 50 uçağın olduğunu fakat hiçbirinin herhangi bir problem rapor etmediğini açıkladı.

13:04 : Bush Louisiana'da ki Barksdale Hava Kuvvetleri Üssünde yaptığı açıklamada, Amerikan Ordusunun dünya çapında üst seviyede alarma geçirilmesi de dahil olmak üzere tüm uygun güvenlik önlemlerin alındığını söyledi, . Saldırıda ölen yada yaralananlar için dua istedi ve "Amerika Birleşik Devletleri bu korkakça hareketin sorumlularını bulacak ve cezalandıracaktır." dedi.

13:27 : Washington'da acil durum ilan edildi.

13:44 : Pentagon beş savaş gemisinin ve iki uçak gemisinin Doğu Sahillerini olası saldırılardan korumak için Norfolk Virginia'daki Amerikan Donanmasına ait merkezden ayrılacağını, limandaki gemi sayısının azaltıldığını söyledi. İki savaş gemisi, USS George Washington ve USS John F. Kennedy, New York sahiline doğru hareket etti. Denize açılan diğer gemiler, firkateynler ve kılavuz füze destroyerler uçakları düşürmeye yetkililer.

13:48 : Bush Barksdale Hava Kuvvetleri Üssünden Air Force One ile ayrılarak Nebraska'daki bir Hava Kuvvetleri üssüne uçtu.

14 :00 Kıdemli FBI kaynakları CNN'e terörist saldırının bir paçası olarak kaçırılan ve düşürülen 4 uçağın varsayımları üzerinde çalıştıklarını söylediler.

14:30 : Federal Havacılık İdaresi en erken Çarşamba öğlenine kadar Amerikan sivil hava trafiği olmayacağını ilan etti.

14:49 : Giuliani yaptığı basın toplantısında New York'ta metro ve otobüs servislerinin bir kısmının yeniden başladığını söyledi. Ölen insan sayısı sorulduğunda, Giuliani, "Bu konu hakkında spekülasyon yapmak isteyeceğimizi sanmıyorum -dayanabileceğimizden çok fazla." dedi.

15:55 : Beyaz Saray Danışmanı Karen Hughes, Başkanın açıklanmayan bir yerde olduğunu daha sonra Nebraska'daki Offutt Hava Kuvvetleri Üssü'nde bulunacağını ve bir Ulusal Güvenlik Konseyi toplantısını telefon ile yöneteceğini söyledi. Başkan yardımcısı Dick Cheney ve Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleezza Rice Beyaz Saray'daki güvenli bir binadalar. Savunma sekreteri Donald Rumsfeld ise Pentagonda bulunmakta.

15:55 : Giuliani, New York'ta bildirilen 2.100 yaralıdan 200'den fazlasının durumunun kritik olduğunu söyledi.

16 :00 : CNN Ulusal Güvenlik Muhabiri David Ensor Amerikan polisinin saldırıdan sonra elde ettiği "yeni ve özel" bazı bilgilere dayanarak; 1998'de iki Amerikan büyükelçiliğinin bombalanması olayının şüphelisi olan Suudi militan Usame Bin Ladin'in saldırıyla ilişkisi olduğuna dair güvenilir kanıtlar elde ettiğini bildirdi.

16:06 : California Valisi Gray Davis şehir arama ve kurtarma takımını New York'a gönderdi.

16:10 : Dünya Ticaret Merkezi kompleksi 7 numaralı binasının yandığı açıklandı.

16:20 : İstihbarat Komitesi Senato Başkanı, Senatör Bob Graham, bir saldırı olmasına şaşırmadığını ama saldırının özgüllüğüne şaşırdığını, olayın büyüklüğünü anladığında şok olduğunu söyledi.

16:25 : Amerikan Ticaret Borsası, Nasdaq ve New York Ticaret Borsası çarşambaya kadar kapalı kalacaklarını söylediler.

16:30 : Başkan New York'a dönmek üzere Nebraska'daki Offutt Hava Kuvvetleri Üssünü Air Force One ile terk etti.

17:15 : CNN Askeri İşler Muhabiri Jamie McIntyre Pentagon'un bir kısmındaki yangının hala sürdüğünün açıkladı. Henüz cesetlere ulaşılamadı.

17:20 : Dünya Ticaret Merkezi Kompleksinin 47 katlı, 7 numaralı binası çöktü. Günün erken saatlerinde caddenin karşısındaki ikiz kuleler çöktüğünde söz konusu bina hasar görmüştü.Yakındaki diğer binalar ise alevler içinde kalmıştı.

17:30 : CNN Beyaz Saray muhabiri John King, Amerikan polisinin yaptığı açıklamaya göre Pennsylvania'ya düşen uçağın üç muhtemel hedeften birisine doğru gidiyor olabileceğini bildirdi: Camp David, Beyaz Saray yada U.S. Capitol binası.

18:00 : Terörist saldırı Amerika'nın mali ve askeri merkezleri hedef alındıktan saatler sonra patlamalar Kabil ve Afganistan'da duyuldu. Saldırılar yerel saatle 2:30'da meydana geldi. Afganistan, Amerikan polisinin Salı günkü ölümcül saldırının arkasında olduğunu söylediği bin Ladin'in Amerika'da olduğuna inanıyor. Amerikan polisi daha sonra ABD'nin olaylar ile hiçbir alakası olmadığını söyledi. Saldırı, ülkenin devam eden sivil savaşında Taliban ile çatışan bir grup olan Kuzey ittifakı tarafından üstlenildi.

18:10 :Giuliani, New York'lulardan mümkün olduğunca Çarşamba günü evlerinde kalmalarını istedi.

18:40 : Amerika Savunma Sekreteri Rumsfeld, her şeyin işlem dışı kaldığı Pentagon'da yeni bir basın toplantısı yaptı. "Yarın her şey çalışır durumda olacak " dedi.

18:54 : Bush Marine One ile Beyaz Saray'a geri döndü ve ulusa hitap etmek için saat 20:30 belirlendi. Başkan daha önce üç savaş uçağı eşliğinde Andrews Hava Kuvvetleri Üssüne gitti. CNN'den John King Laura Bush'un motorlu araç kafilesi ile erkenden güvenli bir yere vardığını bildirdi.

19:17 : U.S. Avukat General John Ashcroft, FBI'ın saldırı anı için tavsiyelerin yer aldığı bir Web sitesi kurduğunu söyledi: www.ifccfbi.gov. General aynı zamanda olası kurbanların aile ve arkadaşlarının 800-331-0075'a irtibat bilgilerini bırakabileceklerini söyledi.

19:02 : CNN'den Paula Zahn Dünya Ticaret Merkezinin yanındaki Marriott Otelinin yıkılmak üzere olduğunu ve bazı New York köprülerinin sınırlı trafiğe açıldığını söyledi.

19:45 : New York Polis Departmanı en az 78 memurunun kayıp olduğunu söyledi. Aynı zamanda şehir olayda ilk 400 itfaiyeciden yarısından çoğunun öldüğünü söyledi.

20:30 : Başkan Bush ulusa seslenişinde, "binlerce yaşam aniden kötülük tarafından sonlandırıldı" dedi ve Salı gününün kurbanlarının aileleri ve arkadaşları için dua edilmesini istedi. "Bu eylem çelikleri eritmiştir, ama Amerikanın çelik gibi sert azmini ve kararlılığını bozamayacaktır."dedi. Başkan Amerikan Hükümetinin saldırıyı gerçekleştiren teröristler ile onları barındıranlar arasında ayrım yapmayacağını söyledi. Washington'daki devlet dairelerinin gerekli personel için Salı akşamı, ve diğer tüm çalışanlar için Çarşamba günü yeniden açılacağını ekledi.

21:22 : CNN'den McIntyre, Pentagon'daki yangının hala devam ettiğini ve müdahale edildiğini ama kontrol altına alınamadığını açıkladı.

21:57 : Giuliani New York şehrindeki okulların Çarşamba günü kapalı olacağını ve Salı akşamındaki kurtarma çalışmaları için daha fazla gönüllüye ihtiyaç olmadığını söyledi. Enkaz yığınının altında hala hayatta insanlar olduğunu umduklarını söyledi. Aynı zamanda Manhattan'ın batısında elektrik verilemediğini ve sağlık departmanının testlerinin havadan yayılan kimyasal etmenlerin olmadığını gösterdiğini bu nedenle endişelenmeye gerek olmadığını söyledi.

22:49 : CNN Meclis Muhabiri Jonathan Karl, General Ashcroft'un meclis üyelerine her uçakta 3 ila 5 arasında bıçaklı teröristin olduğunu söylediğini bildirdi.

22:56 : CNN'den Zahn, New York polisinin Dünya Ticaret Merkezi'nin yakınındaki binalarda hayatta insanlar olduğuna inandığını açıkladı.

23:54 : CNN Washington Masası Şefi Frank Sesno hükümet sözcülerinin, kaçırılmış uçaklardan birinde açık bir mikrofon olduğunu ve buradan tartışma ve zorlama seslerinin duyulduğunu açıkladığını bildirdi. Sesno aynı zamanda bir kaynağın yürütme makamlarının "güvenilir" bilgi ve delillere sahip olduğunu ve soruşturma konusunda kendilerinden emin olduklarını söylediğini de bildirdi.